İnanmaya Direnen Birinin Son Soruları
İyi günler. Şu soruları cevaplar mısınız? Eğer bu 43 sorumu tek tek cevaplayıp beni tatmin ederseniz Müslüman olurum o zaman. Gerçekten bir sürü siteye derneğe sordum bu soruları görmezden geldiler. Tahminim imanları sarsıldı veya sarsılacağını düşündükleri için hepsini okumadılar ve bana soruları cevaplamak yerine başka bahaneler ürettiler. Gerçekten tebliğ size farzdır bunu biliyorum. Lütfen bu soruları cevaplayın. Başka yollara başvurursanız ilgilenmeyeceğim, okumayacağım bile. Siz son soracağım sitesiniz ona göre biraz vicdanınızla düşünün.
İnsanı ateist yapan sorular
Bir TV programında iki inançlı akademisyen ve bir ateist kadın yazar din konusunda konuştular. Önümüzdeki hafta da tartışmaya devam etmek için sözleştiler. Ben de kendimce buradan katkı koymak istedim. Bir ateist olarak dinle ilgili kanaatlerimi ve düşüncelerimi çeşitli sorularla birlikte sıraladım. Biraz olsun ‘aklı işletmeye’ ve sorgulamaya vesile olabilirsem ne mutlu bana. Biraz uzun oldu ama akıcı olduğunu umut ediyorum. İçlerinde herhangi bir yerden tanıdık gelemeyecek, son derece orijinal argümanlarım da var (favorim ise 20. sorum, daha doğrusu cevabım)
Soru 1: Evrendeki düzenden yaratıcının varlığına ve birliğine nasıl ulaşıyorsunuz?
Soru 2: İslam kadını değersiz ve kimliksiz bir hale mi getiriyor?
Soru 3: İslam doğruysa neden bu derece farklı yorumlara açık?
Soru 4: Cennet vaadi olmasa yine dindar olur muydunuz?
Soru 5: Tanrı neden kendisine iman ve itaat istiyor?
Soru 6: Kadının şahitliği erkeğe göre neden yarı değerde?
Soru 7: Dininizde neden esnek yorumlar var?
Soru 8: Neden din farklı yorumlanabilir bir halde?
Soru 9: İnananlar Tanrının kendileriyle hemfikir olduğunu nereden çıkarıyor?
Soru 10: Siz sınavdayken İslam’dan haberi olmayan Afrika yerlileri figüran mı?
Soru 12: İslam’da var olan bazı konularla ahlakı nasıl bağdaştırabiliyorsunuz?
Soru 14: Neden spekülatif bir şeye inanıyorsunuz? İnanma ihtiyacı ölüm korkusundan mı?
Soru 15: Başkaları cehennemdeyken, siz hurilerle mi eğleneceksiniz?
Soru 16: Dinde onaylanamaz şeyleri nasıl kabul ediyorsunuz?
Soru 17: Tanrı varsa zamana dâhil olması gerekmez mi?
Soru 18: Tasarlanan şeyin bir tasarımcısı olduğu fikri saçma değil mi?
Soru 19: Ayetler sorgusuz sualsiz itaat edin mi diyor?
Soru 20: Tasarımlanmış bir şeyin tasarımlandığını nasıl anlarız?
Soru 22: Vicdanı ve ahlakı neden dinle ilişkilendiriyorsunuz?
Soru 23: Kuran’ın değişmeden günümüze geldiğine delil nedir?
Soru 24: Neden Cehennem’de sonsuza dek eziyet var? Yakmak neyi değiştirir?
Soru 25: Günümüzdeki dinler arasında doğruyu arayarak kendimizi neden sınırlıyoruz?
Soru 26: Tanrı’nın bilgisini değiştirememesi hür iradesini kaldırmaz mı?
Soru 27: Neden çok eşlilik, kölelik ve cariyelik var?
Soru 28: İslam despotluğu ve sömürgeciliği içinde barındırmıyor mu?
Soru 29: İyi olan bir Tanrı nasıl kötü şeyleri yaratıyor?
Soru 30: Her şey madde değil mi? Ruhun varlığına delil nedir?
Soru 31: Allah’ın kainata aşkın olması ne demek?
Soru 32: Tanrının nasıl bir kişiliği var?
Soru 33: Tanrı kadını erkek için mi yarattı?
Soru 34: Tesettür konusunda neden cinsiyet ayrımı var? Erkek kadından üstün mü?
Soru 35: İncilin tahrif edildiğinin delili nedir? Tahriften sonra neden 500 yıl beklendi?
Soru 36: Tanrının adı önemli değil mi? Neden diğer dinlerde Allah yok?
Soru 37: İsa sırasını savmaya mı geldi? Neden babasız doğdu?
Soru 38: Eğer anne babamızın günahını yüklenmiyorsak neden Cennette değil de dünyada doğuyoruz?
Soru 39: İslam’ın kitap ehli dediği dinleri diğer dinlerden ayrıcalıklı tutmasının mantığı nedir?
Soru 41: Allah’ın söylediklerinin doğru olduğundan, vaadinden dönmeyeceğinden nasıl emin olabiliriz?
Soru 42: İyi bir insan olsam ve inanmasam sonum dininize göre ne olur?
Soru 43: Mirasta kadına yarım pay, zina cezasında tam ceza adalet midir?
Sorularınızın birçoğunun detaylı cevapları sitemizde mevcut. Detaylarını onlara havale ederek, kısa kısa soru – cevap şeklinde açıklamaya çalışalım inşallah.
Soru 1:
Diyelim ki evrenin düzeni bir düzen koyucunun varlığını gösteriyor olsun. Buradan diğer şeylere nasıl ulaşıyorsunuz? Yani bu düzen koyucunun tek olduğuna, hala mevcut olduğuna, doğmamış ve doğurulmamış olduğuna, bizimle ilgilendiğine, tüm evreni sırf bizi sınamak için yarattığına, bu bakımdan insan ve dünyanın evrenin merkezinde bulunduğuna (ki fiziken öyle olmadığını artık biliyoruz!) v.b. sonuçlara nasıl ulaşıyorsunuz? Evrenin düzeninden bunlara ulaşmak mümkün müdür? Yani bu yaratan, deizmin ‘yarattığına ilgisiz’ yaratanı da olabilir, bunun dinin tanrısı olduğunu nereden çıkarıyorsunuz?
Cevap 1:
Düzen kavramının mantıksal içeriği ve evrende gözlemlenen tekliği akıl yürütmeyi yönetir. Buna göre düzen kavramı tek biçimliliği, sistematik örgüyü, bütün parça ilişkisini, kendisine özgü bir ereği gerektirir. Evrende gözlemlenen düzen de bu niteliklere sahiptir.
Bu nedenle bir düzen koyucunun varlığına aklen intikal edilir. Düzen koyucu düzenin cinsinden olmadığı için ona ait vasıflar onun tarafından bildirilen haberle sabit olur. Bu ise olgusal olarak vahy ve risalettir.
Akıl bu bildirilen haberle kendi doğru akıl yürütmesi ve sezgisel yönelimi arasında bir çelişki bulmadığı için, iman adı verilen öte varlığa ait bilgi çeşidine, ancak ulaşma imkanına sahip olur.
Ancak bu imkânın vaki olması iradeye bağlıdır. İman iradesiz bir zorunlulukla gerçekleştirilmez. Böyle bir zorunluluk arayışı imanı nesnelleştirmek hatasından kaynaklanır.
İman insan zihninin sınırlarının olduğunu fark ettiği anda ötesine yönelik iradi bir bilgi eylemidir. Bunu istemezseniz oldukça zor olan kendi sınırlarınız içerisinde kalmayı tercih etmişsinizdir. Bunun ötesinin haberini peygamberler vermektedir.
Evrendeki toplam ahenk ve güçlü düzen içerisinde dünya hayatında zıtlıkların birlikteliği ile çevrelenen hayat biçimimizin istisna konumu, cevaplanması gereken soruları ortaya koyar. Buna verilen cevaplar içinde insanın aklını ve kalbini tatmin etmede hiçbir cevap dinin verdiği cevaptan güçlü değildir.
Bununla beraber, evrende ve evren içinde bulunan atomlardan galaksilere her şeydeki düzen, o düzeni koyan bir zatın varlığını ve birliğini gösterir. Zira bir harf yazarsız, bir iğne ustasız, bir sanat sanatkarsız olamaz. O halde şu kainatta görünen düzen de o düzeni koyan, kesintisiz yürüten, devam ettiren bir zatın varlığını ve birliğini, kainatın büyüklüğü ve içindeki düzenin mükemmelliği derecesinde gösterir. Her akıl ve vicdan sahibi anlar ki, bu düzenin devam etmesi o düzeni yaratanın varlığını gösterdiği gibi, düzenin hiç bozulmaması da o zatın birliğini gösterir. Zira birden fazla ilah olsaydı, kainat bozulurdu.
Ayrıca, bir yazar yazdığı yazı cinsinden, bir usta yaptığı iğne cinsinden, bir ressam yaptığı resim cinsinden olamaz. O halde, evrene ve içindeki her şeye düzen koyan, bunu kesintisiz devam ettiren ve tamamını birden idare eden zatın da evren ve içindekiler cinsinden olması imkansızdır. Şu halde evrendeki düzeni yaratan zat, sonradan olmamalı, ezeli ve ebedi olmalı, varlığı başka bir şeyin varlığına bağlı bulunmamalı, sonsuz ilim, kudret, hikmet gibi özelliklere sahip bulunmalıdır.
Bir ağacın her şeyiyle meyvesine hizmet etmesi, bir fabrikanın her şeyiyle ürününe göre düzenlenmesi gibi, bu evren ağacı da her şeyiyle insana hizmet etmekte, bu evren fabrikası da insan ürünü vermesine göre düzenlenmektedir. Zira bir ağacın meyvesi, o ağacın tamamından süzülmüş bir özdür. İnsan da evren ağacından süzülmüş bir öz olduğundan, insan evrenini merkezindedir. Elbette evre sadece insan için yaratılmamıştır, başka birçok hikmetleri olmakla beraber, en önemli bir hikmeti insandır, evrenin ve içindekilerin yaratanını bilmesi, rızasına uygun yaşamasıdır. Bir ağacın meyvesi ağaca feda edilmediği, bir fabrikanın ürünleri o fabrikaya yedirilmediği gibi, evren ağacının en önemli meyvesi, evren fabrikasının en önemli ürünü olan insan da elbette o ağaca feda edilemez, o fabrikaya yedirilemez. Yoksa abes olur.
Esasen insan Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının tecelli merkezi gibidir, her bir isim ve sıfat o merkezde bir duygu ve kabiliyet olarak tecelli ediyor. Evrende işleyen bütün kanunların ve icraatların hizmeti ve odaklaştığı nokta, insan olmasından adeta insan şu evrenin kalbi gibi merkezlik yapıyor, güneşten tut zerrelere kadar her şey insana itaat ettirilmiş ve ona hizmet ediyor. Örneğin, evrende bulunan rızık kanunu, bütün rızka muhtaç canlılara rızkını ulaştırdığı gibi, en mükemmel ve geniş manası insanda görünür ve tecelli eder. Diğer varlıklar, bir iki yiyecek ile beslenirken, insan ise her tür lezzeti ve rızkı tartıp tadacak cihazlara sahiptir. Bu da gösteriyor ki, insan şu evrenin merkezi ve santralı gibi bir kıvamda yaratılmıştır.
Evreni kuşatan nimet zincirini en güzel insan ihata eder ve buna külli bir şükür ile ancak insan mukabele edebilir. Yani insan evrendeki bütün nimetleri bir tespih tanesi gibi çeker ve şükrünü eda edebilir bir mahiyete sahiptir.
İşte insan evrenin meyvesi olduğu gibi, insanın da bir meyvesi olmalı. O meyve sadece bu dünya hayatıyla sınırlı olmamalı, yoksa evren meyvesini yine evrene yedirmek gibi olur.
İşte, evrenin meyvesi olan insanın da, iman, ibadet, dua gibi meyveleri olmalı. Bu meyvelerin yeri de sonsuz ve ebedi bir hayatın varlığıyla izah edilebilir.
Evreni yaratan, idare eden, bu düzeni kesintisiz devam ettiren zat, muazzam bir nizam ve sistem kurmuştur. Bu nizam ve sistemi manidar yapan şey ise nizamın kuruluş gayesidir. Yani "Neden bu kainat ve nizam kurulmuştur?" sorusunun cevabı, nizamı nizam, düzeni düzen yapar. Hiç bir gaye gözetilmeden kurulan fabrika ve şirket manasız olduğu gibi, gayeleri ve hedefleri olmayan bir evren ve düzen de manasız ve esasız olur.
Örneğin, evren nizamı içinde muazzam bir adalet sergisi açılmış. Bu adaleti hakiki yapan ve tamamlayan şey, öldükten sonra dirilme inancıdır. Zira zalim ile mazlum bu dünya nizamı içinde eşit olarak ölüyorlar. Ne zalim ceza görüyor ne de mazlum hakkını alıyor. Şayet öldükten sonra hesap olmasa, o zaman evren nizamı içindeki adalet sergisi manasız ve esassız kalacak. Nizam çürük ve önemsiz bir gösteriden ibaret kalacaktır. Netice alınmayan her sistem bozuk ve esassızdır.
Düzen ve intizamın ruhundan maksat netice ve gayesidir. Bir fabrikanın varlık gayesi ürettiği mamuldür. Mamul yok ise o fabrikanın gayesi ve ruhu da yok demektir. Aynı şekilde evrendeki düzen ve intizamın maneviyat ve ruhu ahiret alemlerin varlığıdır. Bu dünyadan başka bir alem yoksa, hayat burada son buluyorsa, o zaman ebedi ve sonsuza göre düzenlenen kanunlar ve nispetler manasız olur ve havada kalır. Örneğin evrenin düzen ve intizamı içinde adalet bir temeldir, adaletin neticesi ise ceza veya mükafattır. Şayet ceza ve mükafat olmaz ise, adalet rüknü boşta ve havada kalır.
O halde, evren ağacının en önemli meyvesi, evren fabrikasının en değerli ürünü olan insan, elbette her yaptığından ya ücret ya da mükafat alacaktır. Buna uygun bir durum bu dünyada görülmediğine göre, demek ki ceza veya mükafat alacağı başka bir alem olmalı. Yoksa evren de, insan da olmazdı.
Diğer taraftan, evrendeki düzen ve intizam fiilinin elbette faili olduğu gibi, insanın kirli elinin ulaştığı yerler müstesna her yerin temiz olmasının, bir idare lambasına dahi dikkatle bakılmadığında sönmesine rağmen asırlardır yanan güneş lambasının ısı ve ışığının tükenmemesine kadar bütün fiiller Yaratıcı’yı gösterir. Zaten vahyin gönderilme hikmet ve gayesi de budur; “İnsanın vazifesi nedir, niçin yaratılmıştır, nereden gelip nereye gidiyor, evren nedir, evrende atomlar adedince Yaratıcının varlığına deliller olmasındaki İlâhî maksat ve gaye nedir?” gibi soruların cevabına insan aklının ulaşması içindir.
Aslında evren de bir kitaptır, Allah’ın kudret kitabıdır; tıpkı Kuran’ın Allah’ın kelam kitabı olduğu gibi. Kuran’da ne ferman buyuruluyorsa evrende o icra ediliyor. Evren, Allah’ın fiillerini gösteren berrak bir ayna olduğu gibi, isimlerini, sıfatlarını ve vasıflarını da tarif ediyor.
İlahî isimleri ve vasıfları tek tek evrenin şahitliğiyle anlatmak için çok uzun makaleler yazılabilir; örneğin Allah’ın ezelî ve ebedî olduğuna dair bir hakikati şöyle açıklayabiliriz: Bilimin de tasdikiyle sabittir ki, her insan ayrı özelliklere sahiptir yani insan bütün aza ve cihazlarıyla yeryüzünde ilk defa yaratılır ve tektir, her şeyi kendine özeldir, parmak izinden, gözünün retinasına, nefesine, DNA’sına kadar.
Bu kadar mucize organlara sahip bir bedenin tesadüfen yaratılamayacağını, ilimsiz, şuursuz sebepler ve tabiatın insan yaratma fiiline sahip çıkamayacağını öncelikle kabul etmeliyiz, zira yaratmaktan çok aşağı bir fiil olan öğrenmek bile insan bedeni üzerinde tamamlanmış bir fiil değildir, insan bedeni üzerinde milyonlarca araştırma yapılmış ve yapılmaya devam edilmektedir; öyleyse “insan yaratma fiili” bir failin varlığını kabul etmeyi zorunlu kılar.
Her insan orijinaldir, kendine özeldir; öyleyse ne ilk insan, ne de kıyamet asrındaki insanlar birbirine benzemeyeceklerdir; bu durumda Yaratıcı bir insan yaratmayı murat ettiğinde bütün insanlardan farklı yaratmaktadır, madem farklı yaratmaktadır öyleyse yaratılmış ve yaratılacak bütün insanlar Onun ilminde vardır ki onlardan farklı yaratılabilsin. Bu yaratma sürecinin azameti düşünüldüğünde Allah’ın ezelî ve ebedî olduğunu kabul etmekte hiç bir zorluk yoktur.
Evrenin düzeninden de insanın özel olarak seçildiğini, diğer varlıklardan üstün yaratıldığını ve onlarda tasarruf etme salahiyetinin olduğunu dolayısıyla onların komutanı olduğunu ve İlahi maksadın insanı Allah’a muhatap etmek olduğunu anlayabiliriz.
Zira yeryüzüne bakıyor ve görüyoruz ki cemadat dediğimiz cansız unsurlar bitkilerin imdadına koşuyor; güneş, bulut, toprak gibi. Bitkiler kendilerinden hayat kalitesi noktasından daha üst mertebede olan hayvanların imdadına koşuyor. Hayvanlar da varlıklar içinde en yüksek hayat kalitesine sahip insana hizmetkâr kılınmış; devasa vücutlarına rağmen bir çocuğa dizginini veren deve, at gibi.
Zehirli böcek, günde binlerce çiçeği ziyaret edip bal gibi bir gıdayı insana takdim ediyor; itaatkâr koyun yününü, sütünü, etini, ciğerini itirazsız insana feda ediyor; elsiz bir böceğin ipek örmesi ise yine insan için.
Çamurlu suya kanaat eden ağaçlar, dallarının çekemediği nar, kayısı, incir, dut gibi birbirinden harika ve muhteşem yaratılmış meyveleri yine insana ikram ediyor.
Elbette kör bir akrep, ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlup olan insana bitkilerin ve hayvanların itaat etmesi, insanın gücü ve iktidarıyla açıklanamaz; bu, apaçık sonsuz rahmet ve kerem sahibi Allah’ın dünyadaki en özel misafiri olan insana ihsanı ve ikramıdır.
Öyleyse insan boşuna yaratılmamıştır, evren kitabını okuyarak, kudret ayetlerini tefekkür ederek Rabbini tanıyacak, onun gönderdiği Peygamber ve İlâhî fermanın yardımıyla onun rızası istikametinde yaşayacak ve kul olarak Allah’a muhatap olacaktır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Allah tek olmak zorunda mıdır?
Feyyaz Tv "Allah'a İman" Video Serisi
Birden fazla ilah olsaydı sonuç ne olurdu?
DNA'da Tanrı'yı görmek mümkün mü? Zihin okunabilir mi ...
Allah'ın birliğinin delilleri nelerdir? Tevhid delilleri... Eski ...
Deizm Yanılgısı | Sorularla İslamiyet
Soru 2:
Ben bir kadın olsam niye İslam’ı seçeyim? Erkekle eşit, medeni hukuk içinde, istediğim gibi yaşıyorum. Ama Müslüman kadınlar kara bir örtünün altında kimliksizleşiyor, adeta hayattan siliniyor zira yüzlerini bile gösteremiyor, erkeğe bağlı ve itaat içinde yaşıyor, eşini başka kadınlarla paylaşmak durumunda kalıyor, boşanamıyor, şahitliği yarı değerde, mirastan yarı pay alıyor, 9 yaşında evlendirilip kocasının tecavüzüne uğrayabiliyor, cennette bile ona bir vaat yok v.b. Diyeceksiniz ki bunlar dinde yok, uygulamada var! Pek çoğunun ayetlerde yeri var ama diyelim ki aslında dinde yeri yok da sadece uygulamada var, o halde şöyle sorayım: Kendimi niye riske atayım? İslam’ın bana katacağı bir şey yok ama alabileceği çok şey var. Peki o halde neden bu dini seçeyim, aklımı peynir ekmekle mi yedim? Cennetinde bile sadece erkeklere vaatte bulunan bir dini neden kabul edeyim? İlla bir din seçeceksem bile neden örneğin reform görmüş bir Hıristiyanlığı veya bir başkasını değil de İslam’ı seçeyim?
Cevap 2:
Birbiri ardına sıralanmış hakikati olmayan hakaretlere cevap vermeden önce bir şeyin altını çizmek isteriz
Yanlış tespitlerin neticeleri asla doğru çıkmaz. Burada ifade edilen şeyler “yanlış” sınıfına dahi giremez, hepsi kıymeti harbiyesi olmayan iftira, hakaret mesabesinde.
Basit önyargılar komik duruma düşürüyor. O halde bir kadın olsaydınız neden ateist olasınız ki diye başlayarak bir sürü hakaret sıralanabilir.
Reform görmüş Hıristiyanlık olarak Protestanların fanatiklikleri ve irrasyonel tutumları hakkında bir bilgi sahibi olunmadığı anlaşılıyor.
İddialarınıza kısaca cevap verecek olursak:
1. Kadınlar kara çarşaf içinde kimliksizleştiriliyor demişsiniz. Kadınların çıplaklıkla sadece gözleri ve nefisleri tatmin eden bir malzemeye dönüştürüldüğü kapitalist sistemin içinde kalanların tesettürdeki hikmeti anlaması elbette zordur. Kadın tesettürü ile kendini muhafaza eder. Kendini haram bakışlara sunmak yerine, helali olan eşinin nazarında gösterir. Kendisini sokaklarda teşhir edilen bir vitrin ürünü olmaktan kurtarır, hanımlığa ve anneliğine layık yüksek bir makama namzet olur. Biz her açık kadın bu şekildedir, demiyoruz; ancak her açıklık bir bakışa davetiye çıkarır. Eşler arasındaki sadakat, güvem ve emniyet bozulur. Allah, kadınları yabancı erkeklerin zararından muhafaza etmek için tesettürü emretmiştir.
Kara bir örtü diye aşağılanan “tesettür” kadının zırhıdır; kendini, namusunu, aile hayatını, şeref ve itibarını korur. Kadın, yaratılışı gereği son derece nazik ve kırılgan bir yapıdadır, güçlü bir erkeğin korumasına ve himayesine muhtaçtır, kendini sair erkeklere heva ve heves malzemesi yaparak eşinin sadakatini kırmaması gerekir ki bu durum tesettürün zaruretini ortaya koyar.
Malumdur ki en az seviyede dinle namusla ilgisi olan hatta dinle alakasız asrî bir erkek dahi eşine başka erkeklerin bakmasından, nefsani manada ilgilenmesinden son derece rahatsız olur, bu gibi durumların neticesinde çok cinayetler de işlenmektedir; kadının, bu ve benzeri olumsuz durumların önüne geçmesi için tesettür kalesinde kendini muhafaza etmesi son derece önemlidir.
2. Bir kadının eşine bağlı ve itaat içinde yaşaması takdir edilmesi gerekirken tenkit edilmiş; hangi erkek var ki eşinin kendisine sadakatle eş olmasını istemesin? Kadının itaati tek yönlü de değildir, erkek de kadına itaat ederse sağlam yapıda bir aileden bahsedilebilir.
İslâm’da kadının erkeğe karşı vazifeleri olduğu gibi, erkeğin de hassasiyetle uyması gereken vazifeleri vardır. Kadın itaat etsin, erkek istediği hayatı yaşasın gibi bir yaklaşıma dinimiz müsaade etmediği gibi, dini böyle görmek de büyük zulümdür.
3. İslam’da çok evlilik teşvik edilmemiş, aksine çok evlilik sınırlandırılmıştır. Meşru gerekçelerle (örneğin neslin devamı, biyolojik ihtiyaçların helal yoldan giderilmesi gibi) evlenmek isteyen erkeğe bile eşler arasında mutlak adalet sağlama şartı koymuştur. Aksi halde erkeğin birden fazla evlenmesi caiz görülmemiştir.
Demek ki, eşini başka kadınlarla paylaşma meselesi İslâm’ın mutlaka uygulanması gereken bir emri gibi algılamak yine ciddi bir yanlıştır.
4. Kadın, kendisine nikah yapılırken boşanma hakkı talep edebilir, sadece erkeğin boşanmasına mecbur bırakılmaz.
5. Mirasta kadının yarım pay alması, aslında bir adalet dengesini sağlamak içindir. Çünkü erkek bakmakla yükümlü olduğu bir başka kadının (eşinin) hakkını da alırken, aslında kadın da kendisine zaten bakmakla yükümlü bir eşi olduğu için sadece kendisine bir pay almaktadır. Yani erkeğin aldığı 2 hisse kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu eşinin, kadının aldığı pay ise sadece kendisinin hakkıdır. Dolayısıyla ortada aslında tam bir adalet ve denge söz konusudur.
İslam hukukunda ihtiyaç prensibinin en fazla kendini gösterdiği saha, kız çocuklar ile erkek çocuklar arasındaki -ikili birli- pay farkıdır. İlk bakışta adaletsiz gibi gözüken bu fark, tamamen adalet ve ihtiyaç prensibine dayanmakta, ortaya adil bir denge koymaktadır.
İslam hukuk sistemi bir bütün olarak ele alındığı zaman kadın ile erkeğin mali yükümlülüklerinin çok farklı olduğu görülmektedir. Kadın mehir, cihad, nafaka, diyet (bedenî zarar tazminatı) giderlerinden muaftır. Bekar veya dul olduğunda tabiî ihtiyaçlarını sırayla babası, oğlu, erkek kardeşi gibi akrabası karşılayacaktır. Evlenirken masraflar (mehir, çeyiz) kocaya aittir. Evlendikten sonra geçimi temin (nafaka) kocanın vazifesidir.
Basit bir örnek vermek gerekirse geride bir oğul, bir de kız bırakarak vefat eden bir şahsı ele alabiliriz. Şahsın on beş bin lira miras bıraktığını kabul edelim. İslam miras hukukuna göre bunun on bin lirasını oğul, beş bin lirasını da kız alacaktır. Kız elindeki parayı aynen muhafaza edebilecek, hatta arttırabilecektir; çünkü evlenirken mehir almak suretiyle servetini arttıracak, geçimi kocasının üzerine olduğu için mal varlığını koruyabilecek, isterse ticaret vb. ile çoğaltacaktır. Oğul ise evlenirken masraf edecek, eşine mehir verecek, evlendikten sonra evin giderlerini karşılayacak, askerlik yapacak, diyet ödeyecek akrabasından muhtaç olanların nafakalarını verecektir.
Bu iki ihtiyaç tablosu karşılaştırılınca kız evladın, erkek evlattan daha kazançlı ve daha avantajlı olduğu açıkça görülmektedir.
6. Ergenliğe giren bir kadının flört edip, gayrı meşru ilişkiler içerisinde olmasını özgürlük ve modernlik olarak isimlendirenlerin, erken evlenmeye tecavüz demesi bir çelişkidir. Ona özgürlük diyenlerin ergenlik çağına girmiş kadın ve erkeğin evlenebilmesine de saygı göstermelidir. Yaş meselesi iklime göre değişebilir. Sıcak iklimlerde çocuklar daha erken ergenliğe girerken, soğuk iklimlerde daha geç girebilmektedir.
Ayrıca, birden fazla evliliğin hikmet ve zaruret durumunu bilmeden tenkit edip, nefsine mağlup erkeklerin pek çok kadınla beraber olmasını medeniyet gereği görerek hazmetmek nasıl bir yanlışsa, “flört” adı altında çok erken yaşlarda başlayan ahlaksız beraberlikleri gençliğin gereği olarak tarif edenler ne aciptir ki nikah akdini hafife almakta hatta hücum etmektedir.
Dokuz yaşında evlilikten kastınız Hz. Aişe ile Peygamberimizin evliliği ise o evlilik Hz. Aişe dokuz yaşındayken gerçekleşmemiştir.
Bu konuda ilave bilgi için tıklayınız:
Hz. Ayşe / Aişe validemiz, Peygamber Efendimiz ile evlendiğinde kaç yaşındaydı?
7. Kuran’ı araştıran ve Cennette kadınlara bir mükafat yok diyenlerin şu ayeti görmediklerini tahmin ediyoruz: : "Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara devamlı kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler, Adn cennetlerinde hoş meskenler vaad etmiştir. Allah'ın rızası için en büyük mükafattır. İşte büyük kurtuluş budur." (Tevbe Suresi, 72)
8. Son olarak Hristiyanlığın kadınlarının gerçek kılık kıyafet uygulamalarını rahibelerden görebilirsiniz.
9. Kadınların şahitliği konusuna altıncı soruda değindiğimiz için oraya havale ediyoruz.
Soru 3:
Dinin teorisi onun pratiğinden koparılabilir mi? Bir dini, onun gerçekte sebep olduklarından bağımsız değerlendirmek doğru mu? Dinin gerçekte bir karşılığı var mı, varsa nasıldır diye bakmayacak mıyız? O halde İslam’ı değerlendirirken izin verin de Afganistan’dan, Suudilerden örnek verelim. Oradaki yobazlar gökten inmiyor, sizinle aynı kitabı okuyorlar. Ve 1400 yıldır bu din onların yaşadığı gibi geldi. Acaba yanlış yorumlayan siz olabilir misiniz? Bu nasıl bir kitap ki bu kadar fena yorumu da yapılabiliyor? Yani bu potansiyeli içermesi bile bir tehlike ve eleştiri konusu değil midir? Neden başka dinlerin içinden kadınlarını kara bir örtüyle kapatan veya tekbir getirip kafa kesenler çıkmıyor da sadece İslam’dan çıkıyor? En azından bu dinin kitabının yobazlık ve zulüm için bolca malzeme barındırdığını kabul edebilir misiniz? (Bence 18’den küçükler Kuran okumamalı! Sonuçlarına ve sebep olduğu şeylere bakıldığında sigaradan daha zararlı olabildiği kesin olsa gerek!) Bu yobazca yorumlar için ‘yanlış anlamışlar’ deyip geçemeyiz, dinin sebep olduğu acılardan bu şekilde kaçamazsınız. Bu yanlış anlama dediğiniz şeyler milyonlarca insanın hayatlarını mahvetti, mahvediyor, mahvetmeye de devam edecek. Bu felakete sebep olan metinleri (yani Kuran ayetlerini) düzeltebilir misiniz acaba? Düzeltemezseniz, bu yobazlıklara karşı hiçbir şey yapmamış olacak ve ses çıkarma hakkınızı yitireceksiniz. Bunun farkında mısınız? Sizin ''Bunlar yobaz, dinimizi bağlamaz'' sözleriniz benim gözümde hiçbir şey ifade etmeyen kaçış sözlerinden ibaret.
Cevap 3:
Sıradan önyargılar güçlü bir argümanmış gibi sunuluyor. Basitçe seküler Batı’nın kapitalist özünün neden olduğu iki büyük dünya savaşı ve öldürülen milyonlarca insan, sömürülen kıtalar ve açlık ile boğuşmak zorunda bırakılan milyarlar ve bize durmadan müjdesi verilen üçüncü savaş gibi felaketleri göremeyen ve siyah renkle sorunu olduğu anlaşılan bir bakış açısı.
Yol açtığı evrensel felaketler ve bilinçli ahlaki sorunları anlaşılabilseydi Müslümanların nasıl sistemli bir manipülasyona uğratıldıkları belki anlaşılabilirdi.
18 yaşından küçüklerin zorunlu seküler eğitime tabi tutulduğu dünyamızda insanlara vaat edilen hangi mutluluğun gerçekleştiği sorusunun cevabını iyice düşünmeli.
Modern medeniyet yalnızca dünyevilik ile insanların yüzde doksanını mutsuz ve kaygılı yapmıştır.
“Kötü, örnek olamaz.” kuralı evrenseldir. Organ mafyasına karışan bir doktorun hatası Tıp Bilimine mal edilemez.
Buna göre, günümüzdeki bazı Müslümanların hataları da İslama mal edilemez.
Müslümanlar, Kuran'a hakkıyla yapışıp, yaşadıkları dönemlerde dünyanın en medeni toplumları olmuşlardır. Endülüs ve Osmanlı bunun en güzel delilidir
Aksi olduğu zamanlarda, yani Kuran'dan uzaklaştıkları dönemlerde de gerileme baş göstermiştir. Buna da zamanımızdaki halimiz en güzel örnektir.
İslam'ı yanlış anlayan / yorumlayan veya yaşayanların suçunu Kuran'a ve İslam'a yüklememelisiniz. Zira aynı Kuran ve sünneti yaşayan Hazreti Muhammed (asm) bir köpeği ve yavrularını rahatsız etmemek için koca ordunun yolunu değiştiriyorken, siz hangi caniliğin faturasını İslam'a kesebilirsiniz? Sizin canilikle suçladığınız Daeş, el-Kaide gibi oluşumların batı destekli yapılar olduklarını basit bir araştırma ile öğrenmeniz mümkün.
Demek ki, İslâm’ın yanlış yorumlanması veya Müslümanların hataları, İslâm’ın suçu olamaz elbette; bu durum İslâm’ın zafiyetinden değil bilakis gücünden kaynaklanıyor. Zira çeşitli güruhlar dinin insanlar üzerindeki olumlu etkisinden güç devşirmek amacıyla dini kullanarak kendi çıkar ve menfaatlerine bu yolla ulaşma tercihini uyguluyorlar. Yani yanlış yorum ve uygulamalar dinin boyasıyla değil, ideolojilerin çıkar ve menfaatlerin boyasıyla renkleniyor, dünya devam ettikçe dinin gücünden faydalanmak isteyenler olacak ve yanlış uygulamalar devam edecek, bunu kaldırmak tek ve doğru bir merkezden insanlığı idare etmekle ancak mümkün olabilir.
Bu durum, doğruyu bulmaya, hakikate ulaşmaya engel değildir, iflas eden dükkanları ölçü alarak dükkanını kapatan tüccara hak vermek, sınıfta kalan tembel çocuğu referans alarak derslerine çalışmayan öğrencinin sırtını sıvazlamak ne kadar mantıklıysa (!) yanlış uygulamalara bakıp da İslâm güneşine perdeyi çekip karanlıkta kalmak da o derece mantıklıdır.
Kur’an ayetlerini ilk defa ve en güzel bir surette yaşantısıyla Peygamberimiz tefsir etmiştir. Bir insan ben Müslümanım dese ve Kuran’ı bize getiren Hz. Muhammed’in yaşantısındaki örnekliğine bakmaksınız kendi çıkarları doğrultusunda açıklamaya çalışsa, ayetleri bağlamlarında koparıp kendi isteği doğrultusunda yorumlar verse elbette onun yaptığı bu hata ile İslam lekedar olamaz. Kuran’dan beslenip de bu hale geldi denilmez.
Güneşin ışığı dalındaki taze meyve ve sebzeleri olgunlaştırdığı gibi ağaç altına dökülenleri kokuşturur. Ben Müslümanım deyip asrı saadetteki İslam’ın kökleriyle, temeliyle irtibatını koparanların da durumu bu örnekteki gibidir.
İslam'da akla mantığa uygunsuz olan tek bir mesele yoktur. Kuran’ın herhangi bir düzenlemeye ihtiyacı yoktur ve olamaz. Kuran kıyamete kadar insanlığa şifa olan bir ilaçtır. İlacı yanlış kullanıp suistimal edenler kendileri zarar ederler. 7’den 70’e her yaş grubundan Kuran ile hayatlarına güzel ölçüler kazandıran insanların İslam toplumlarında varlığı inkar edilemez bir gerçektir. Suistimallere karşı, Kuran’ı elinde tutarak münafıklık yapanlara karşı Kuran her zaman Müslümanları uyarmakta ve onlara kıyamete kadar yol göstermektedir. “İnsanlardan bazıları da vardır ki inanmadıkları halde "Allah’a ve âhiret gününe inandık" derler. Akıllarınca Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya kalkışıyorlar; halbuki onlar farkında olmadan yalnızca kendilerini aldatmış oluyorlar.” (Bakara, 2/8-9)
Soru 4:
Tanrı size cennet vaat etmese ve cehennemle korkutmasa bu kadar dindar olur muydunuz? Yoksa siz Tanrıya değil onun vereceği ödüllere mi inanıyorsunuz? Tanrı sadece bir aracı mı? Sizce varlığından şüphe edilecek denli bilinmez olan birine sırf o bir şeyler vaat etti veya cehennemle korkuttu diye boyun eğmek mantıklı ve ahlaki bir tutum mudur? Sakın Tanrının sınavı tam da bunun üzerine olup boyun eğenleri cezalandıracak olmasın?
Cevap 4:
Yine yanlış ve hiç bir hakikati olmayan karalama türünden bir söz; zira Müslümanların bir iyiliği karşılık bekleyerek yaptığını ifade etmek İslâmiyet’ten habersiz yorum yapmaktır ve tutarlı bir yanı yoktur.
Basitçe cevaplayacak olursak; eğer Allah’ın var olduğuna dair az da olsa bir kanaatiniz ve onu ret ettiğiniz için azabından biraz korkunuz olsaydı yine de onu inkar eder miydiniz?
Yoksa siz Allah’ı değil de kendi korku ve şüphelerinizi mi inkâr ediyorsunuz?
Korkutulup uyarılmaktan hoşlanmıyorsanız sevmeye cesaretiniz yok mudur?
Kısacası inkarınızın psikolojik boyutlarını irdelemelisiniz. Sakın tam da bu yüzden içimizdeki korku ve nefret gibi karanlık yönümüzden dolayı cezalandırılıyor olmayalım?
Yapılan ibadetler kulluk bilinci içinde sadece Allah’ın emri olduğu içindir, yani “Rabbimin emriyse yaparım, değilse yapmam” mantığıyla hareket etmektir, dünya hatta cennet beklentisiyle yapılan iyilik ve ibadetlerin dinde hiç bir karşılığı yoktur, hatta dindeki safiyet kırıldığı için bırakın faydasını, zararı netice veren bir durum da olabilir.
Allah’ın cenneti vaad etmesi onun sonsuz cömertliğinin tezahürüdür; siz bir kişiye ikram etseniz zenginliğiniz, gücünüz, merhametiniz nispetinde olur; Allah’ın kerem, ihsan, inam, cömertlik ve rahmeti sonsuz olduğu için ikramı da sonsuz ve ebedî olan Cennettir.
Kul, cennet için ibadet yapmaz yahut cehennemden korunmak için haramlardan kaçmaz, bu davranışı kulluğunun esasıdır; Allah’ın cenneti ikram etmesi fazlından, kerem ve rahmetindendir. Cehennemin vaid edilmesi ise Allah’ın kibriya ve azametini, yani büyüklüğünü ve yüceliğini küçük görmek, yok saymak gibi bir cinayetin neticesidir; izzet ve celalini lekelemek manasına gelen inkarın sonucudur.
Evet biz Müslümanlar, Allah’ın ileride vereceği nimetler için değil, önceden verdiği nimetlerden dolayı teşekkür hükmünde olan ibadeti yaparız. Cennet ise İlahi lütuftur, cehennem de vazifesini terk edene tekrar nimet vermemek üzere meydana gelen azap ortamıdır, ilahi adalettir.
Özetle, Allah’ın ikramı da cezası da kendi zat-ı Uluhiyetine yakışır derecededir.
“Varlığı şüpheli bir İlâh” ifadesi ise son derece tutarsız ve hakikatsiz bir değerlendirmedir ki bütün kâinat, bütün atomlarıyla bunun yalan olduğunda ittifak halindedir.
Evet, içinde enerji üreten santraller, hücre üretimi yapan alanlar, gıda depoları, güvenlik sistemleriyle bir atomu incelediğinizde, binlerce kitap hacimli yazılımın bulunduğu DNA’nın yapısına baktığınızda henüz atomdan ve hücre çekirdeğinden çıkmadan Allah’ın varlığını kabul etmek zorunda kalırsınız. Bütün eserleriyle varlığı ve birliği güneş gibi olan Allah, akıl ve ilmini vahyin ışığında doğru kullananlara ikram olarak Cenneti vaad ediyor, bunun zıddına hareket edenleri de Cehennemle tehdit ediyor. İşte bu büyük inkılap Allah’ın varlığı ve birliği ne kadar aşikarsa, o nispette gerçekleşecek çok parlak bir hakikattir.
En küçük bir sınıfta bile öğretmen öğrencileri hizaya sokmak disiplini temin etmek ve onların verimini artırmak için ödül ve cezaya müracaat eder. Ödül ve ceza bir eğitim sisteminin olmazsa olmazıdır. Cenab-ı Hakk'ın imtihan dünyasında da esma-ül hüsnanın kahr ve lütuf tecellileri olarak Cennet ve Cehennem ödül ve ceza sistemi olarak konulmuştur. Kuran'da birçok ayette önce Cennet anlatılarak mükafat müjdelenir salih amele teşvik edilir, sonra Cehennem tasvir edilerek korku verilir, günahtan çekinme öğütlenir. Eğer bu korkutma ve sevdirme mekanizması olmazsa imtihandan söz etmek anlamsızdır. Peki imtihandayız diyoruz. Bu imtihanın sonucu ne olacak? Öldükten sonra ne olacak? Ölüm bir son mu? Bu dünyaya iyi bir insan olup sonunda toprağa girip moleküllerimize ayrışmak için mi geldik? Milyonlarca insanın kanına giren zalimler bir kurşunla kendini öldürüp gitti. Peki o masum ve mazlum insanların hakkını bu zalimlerden kim, nasıl alacak? Adalet nasıl gerçekleşecek? Bizi buraya gönderen ve imtihana tabi tutan yaratıcı tüm bu süreçlere aydınlık getirmesi gerekir. Aksi halde haksızlığın ve adaletsizliğin en büyüğü yaşanır. İsyan edenle itaat edeni aynı kefeye koymak adalete zıttır. Allah’ın adil-i mutlak olduğunu kainatta her şeye koyduğu ölçüden anlamak mümkün. Adil olan ise vaadinden asla dönmez. Allah'ın mizanı hassastır. Adaleti tamdır. Kimseye zerre miktarınca adaletsizlik yapmayacak. Kuran’da vaad ettiği gibi inananları Cennete, inanmayanları Cehenneme gönderecektir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Yeni Müslüman olmuş birisi hiç ibadet etmeden hemen ölürse ...
Vaad etmeseydi Allah cenneti, O'na bile etmezlerdi secde, sözünü ...
Allah rızası için yapılan ibadetle cenneti kazanmak veya azabtan ...
İbadet niçin yapılır? Cennet vaad edilmeseydi ve cehennemle ...
Allah, niçin insana ibadet karşılığı cenneti, isyan karşılığı da ...
Cennet ibadetle mi kazanılır; şayet cennet sevaplarla ...
Bir inançsızın iyiliği karşılıksız, inançlının ise cennet için yapmış ...
Cehennemden korkmadığı ve cenneti istemediği halde imana ...
"Cennet ibadetlerin karşılığı değildir, cennet imanın armağanıdır ...
Hiç kimse kendi ameliyle cennete girmez mi? | Sorularla İslamiyet
Soru 5:
Diyelim ki seninle çok iyi bir şey yapıyoruz ama sen ödül umarak yapıyorsun bense hiçbir şey beklemeden. Sence hangimiz daha ahlaklı veya vicdanlıyız? O halde ateistin Müslümandan daha yüksek bir ahlak ve vicdan seviyesini temsil edebileceğini kabul eder misiniz? O halde ateisti neden yakıyor dininiz? Neden vicdana, ahlaka, sevgiye değil de bir güce tapınıp onu övmeye değer veriyor? Tanrının kendisi acaba ne kadar ahlaklı? (Çünkü Kuran’da Allah’a inanmayanların iyi amellerinin de boşa gideceği yazıyor. Bu zihniyet bize Kuran’ın Tanrısının sevgi, vicdan ve ahlaka değil kendisine boyun eğilmesine önem verdiğini gösteriyor. Tanrı biraz megaloman veya kibirli olabilir mi acaba?) Tanrının emriyle vicdanın çelişse ne yaparsın? Bir yazı okumuştum ve hak verdim, şöyle yazıyordu: ‘Ahlak, emredilen ne olursa olsun iyi olanı, din ise iyi olan ne olursa olsun emredileni yapmaktır.’ Ben, gerçek hayatta dinin ahlak sunmadığını, aksine, çoğu kez ahlaksızlığın mazereti olduğunu düşünüyorum. Ahlak çoğu zaman, dinin elinde sanki esir düşmüş bir tutsak gibi görünüyor. Bu yüzden, dindarların ahlakı inanca dayandıran yaklaşımlarını gerçek hayattan kopuk buluyorum. Çünkü insani bir yaşam, ahlak vaazları ve dinsel korkutmalarla değil, özgürlükçü, çoğulcu, sosyal adaletten yana, demokratik toplumlarda gelişir diye düşünüyorum. Bu düşüncem mevcut pek çok örnekle de doğrulanıyor.
Cevap 5:
Yine altını çizerek tekrar ediyoruz ki Müslümanların bir iyiliği karşılık bekleyerek yaptığını ifade etmek, İslâmiyet’ten habersiz yorum yapmaktır ve tutarlı bir yanı yoktur.
İslam’ın özünün ihlas ve ihsan kavramları olduğunu bilmeden söylenen boş klişe ifadeler.
Özene bezene harika resimler yapıp bir sergide teşhir eden ressamın eserlerini hiçe sayarcasına “Bunları da güzel diye asmışlar, ne kadar manasız, ne kadar anlamsız ve ne kadar çirkinler; herhâlde boyalar kendiliğinden dökülüp bu şekilleri almış…” diyen kimse, tablolara ve sanatkâra ne büyük bir hakarette bulunmuş olur.
İşte kâfir de Cenab-ı Hakk’ın nihayet derecede güzellik ve sanat ile yarattığı mahlûklara, “Rastgele yapılmış, manasız şeyler!” diyerek her biri bir sanat harikası olan o varlıklara karşı hakarette bulunmaktadır. Ağzından çıkan bir kelimeye bile manasız denilmesine kızan insan, bütün kâinata manasız, kıymetsiz demekle kâinatın hukukuna tecavüz ettiği gibi sanatkârını kızdırıp sanatkârın hukukuna dahi tecavüz etmiştir.
Şimdi sorumuz şu; Allah’ı inkâr eden bir kâfir, kıymetsiz zannederek ne kadar mahlûkun hukukuna tecavüz etmiştir? Manasız sanarak ne kadar varlığın hakkına zulmetmiştir? Kıymetsizlikle itham edilen varlıkların sayısını hesaplamak sizce mümkün müdür?
Ahiret sorumluluğu ve Allah’ın rızasını kaybetme riski bir Müslümanı sürekli ikaz edici iken bunlardan mahrum olan bir vicdanın, hesap sorucu bir otoriteyi kabul etmeyen ve bu istikamette hayatını tanzim etme ihtiyacı duymayan bir insanın hak hukuk noktalarına dikkat ederek hareket ettiğini, menfaat hesabı yapmadan samimi ve içtenlikle iyilik peşinde olduğunu iddia etmek içi boş kuru bir hülyadan ibarettir, olayların da şehadetiyle gerçeklerle örtüşmeyen bir bakış açısıdır.
Örneğin, bir şefkatli Sultan muhtaçları kendi sarayına davet edip, onları memnun edecek güzel imkanlar sunsa, oraya gelenler ahlaklı ise elbette ona teşekkür eder. Şimdi birisi hem Sultanı inkar etse hem hakaret etse hem de bütün bu ikramların tesadüfen geldiğini iddia etse, bunun ahlaki olduğundan söz edilebilir mi? Elbette hayır.
İşte evrenin sahibine iman etmek ve onun verdiği nimetlerin farkına varıp şükretmek insanı nasıl ahlaklı yapar, onu inkar etmek ve nankörlük yapmak ise kişiyi nasıl ahlaksız yapar sadece bu örnekten bile bakılabilir.
Öte yandan Allah adil-i mutlaktır. Dünyada iyilik sahibi, keşifleriyle insanlığa büyük hizmetlerde bulunan insanlarla, toplumları kaosa sürükleyen ateistlerin ahiretteki durumu elbette ki bir olmayacaktır. Cehennemde azap dereceleri farklıdır.
Allah Kuran’da kendisini tanıttığı gibidir. Onu ancak kendisinden öğrenebiliriz. Allah’ı inanmayan birisinin “Allah şöyle olabilir mi” ihtimallerinden yola çıkarak Allah tanınmaz elbette. Allah kibriya ve azamet sahibidir. Kendisine karşı iman ve itaat istemektedir.
Allah’ın Kuran’la bize bildirdiği emir ve yasakları kıyamete kadar gelecek tüm toplumları ıslah etmeye kafi ve vafidir. Günümüzde küresel sermayenin çoğunu az bir kısım insan elinde tutmaktadır. Peki bu nasıl düzelecek? Beşeri sistemlerde bir çözüm var mı? Ne Kapitalizm, ne Komunizm hiçbir beşeri ideoloji sosyal adalet kavramına zerre kadar yakın değildir. Son iki yüzyılda bu sistemlerin nasıl toplumsal eşitsizliklere sebep olduğu, İslam’ın zekat ve sadaka gibi esaslarının mali eşitliğe ne kadar güzel hizmet ettiği İslam tarihine baktığımızda gün gibi ortaya çıkmaktadır.
Soru 6:
Şahitliğinin yarı değerde olması kadının aklen erkeğin yarısı olduğunu, yani aklen eksik sayıldığını (yarım akıllı, yani ‘zekaca geri' sayıldığını) gösterir. Bu durum hem kadınlara dönük cins ırkçısı bir aşağılamadır (bu yüzden ahlak dışıdır da) hem de bilimsel olarak yanlıştır. Bu durumu nasıl kabul edebiliyor musunuz?
Cevap 6:
Kadının erkeğin yarısı olduğu kanaati soru sahibine aittir. Şahitlik kadının evlilik bağı ve akrabalarının hükmü altındaki konumunu gözeterek bir başka kadınla bağımsızlaştırmaktan ibarettir.
Kadınlara yeni yeni haklar verildiği zamanımızda bu konu gündeme gelmeye başlamışken, İslam kadına hiç ehemmiyet ve söz hakkı verilmediği binlerce seneden beri bu hükmü uyguluyor.
Esasen her konuda olduğu gibi bu gibi konularda da gözden kaçan bir gerçek var, o da şudur:
Yapan bilir, elbette bilen konuşur.
İnsanı yaratan zat, elbette o insanın her yönünü en güzel bilen de odur. Şu halde evrenin en değerli ve en donanımlı olan insanın çalışma kataloğunu da o insan makinesini yapan zat bilecektir. Madem gerçek budur, öyleyse erkek olsun kadın olsun onlar hakkında en doğru, en güzel, onlar için en hayırlı olanı da o söyleyecektir.
Bunu akıl, vicdan ve insaf sahibi olan herkes kabul eder.
Kuran’ın ilgili ifadesinin meali şöyledir:
“Erkeklerinizden iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa şahitlerden razı olacağınız bir erkek; biri unuttuğunda, şaşırdığında diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir.” (Bakara, 2/282)
İslam hukukunun temelini teşkil eden meseleler vahye dayanır. Ana hatlarıyla Kuran'da yer alır.. Kur'an'daki hükümler incelendiğinde, ilk göze çarpan husus bu hükümlerde insanın hem bedeni, hem de ruhi yapısının dikkate alınmış olmasıdır. Şahitlik meselesinde de bunu görmek mümkündür. Demek ki, buradaki esas mesele kadının yaratılışı ile doğrudan alakalıdır. Bu hususu şöyle açıklayalım:
1. Özellikle hesap-kitap işi olan mali konularda, iki kadının bir şahit olarak kabul edilmesi, kadının psikolojik yapısının bir gereğidir. Kadının esas mizacı heyecandır ve heyecanlarıyla yaşar. Bunun için düşünceler, aklından çok kalbine işler, tesirleri de o şekilde gelişir. Hadiseler karşısında pek tarafsız kalamaz. Merhamet ve şefkat tarafı ağır bastığından hadiselere aklından ziyade sezgisiyle yaklaşır. İşte bu durumda iki kadının istişaresi sonucu kolektif aklın devreye girmesiyle muhtemel hataların önüne geçilir.
2. Kadınların erkeklerden farklı olarak her ay adet görmektedir. Bu durum, kadının sinirleri, ahlakı, zihni üzerinde etkili olur. Bu olumsuzluklardan biri de unutkanlıktır. İşte bu normal hallerinden ötürü her zaman başlarına gelen bu unutkanlık, işlerde, hesaplarda hata yapmalarına sebep olur. Nitekim ayette yer alan “biri unuttuğunda, şaşırdığında diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir” mealindeki ifadede, işin bu yönüne dikkat çekilmiştir.
3. Diğer yandan, kadın daha çok içe dönüktür. Kendine has bir dünyası vardır. Gün boyu ev işleriyle iç içedir. Çocuklarının bakımı ve terbiyesi ile meşguldür. Ticaret, alışveriş, iş hayatı siyasetle çok az kadın ilgilenir. Dış dünyanın bu kadar uzağında olan bir kadın hariçte olan hadiselere nasıl vakıf olacak, mahiyetlerini nasıl öğrenecek, aklında nasıl tutacak, şahitliğini ne nispette tam yapabilecektir? İşte kuvvetli bir ihtimalle hata yapmaya erkekten daha yatkın olan kadınlardan iki şahidin tavsiye edilmesi, bu riski ortadan kaldıran veya asgariye indiren bir formül olarak görülmelidir.
4. İslamiyet, şahitlik meselesinde kadına erkek kadar bir mükellefiyet yüklemeyip, iki kadının şahitliğini bir erkeğe denk tutmakla onun hakkını zayi etmemiş, aksine onu korumuş, yükünü hafifletmiş, bir günaha düşmesini önlemiştir. Çünkü şahitlik büyük mesuliyet gerektiren bir iştir, ağır bir vazifedir.
Diğer taraftan iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine eşit tutulması hiçbir zaman kadının erkeğin yarısına eşit olduğunu göstermez. Çünkü bu sadece şahitlik meselesinde her türlü teminatın bulunmasına önem verildiğinin bir göstergesidir.
İslam hukuku, zina, içki ve hırsızlık gibi had cezalarını gerektiren suçlarda ve kısas gibi cezalarda kadını muaf tutmuş, onun şahitliğini kabul etmemiştir. Bu davalardan zina cezasında dört erkeğin, diğerlerinde ise iki erkeğin şahitliğini esas almıştır. Alışveriş, ticaret, nikâh, talak gibi muamelata giren davalarda ise iki erkek yoksa bir erkekle iki kadının şahitliğini şart koşmuştur.
Fakat erkeklerin vakıf olamayacağı, bekaretin tespiti, doğum anında anne ve çocukla ilgili vuku bulacak hallerde, süt kardeşliğinin tespiti gibi meselelerde tek kadının şahitliği de kafi gelmektedir. Hatta, Hz. Ömer boşanma hadisesinde bile bir kadının şahitliğini kâfi görmüştür. Çünkü şahitlikte asıl mesele hakkın zayi olmaması, adalete gölge düşürülmemesi, hakkın tecelli etmesidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Şahitlikte iki kadının bir erkeğe denk tutulması konusunu açıklar ...
Şahitlikte niçin bir erkek şahit yerine iki kadın şahit istenir ...
Kadın-erkek eşitliği söz konusu mudur? | Sorularla İslamiyet
Soru 7:
Kendi dininizin ayetlerini yorumluyorsunuz, hem de çok esnek biçimde; peki, başka dinin kitabını nasıl eleştiriyorsunuz? Onlar da esnek yorumlarla kaçınca ne tepki veriyorsunuz? Başka dinlerin kitaplarını neden bu esneklikle okuyup o dinlere iman etme yoluna gitmediniz? Neden başka dinlerin kitabını ateist gibi okuyorsunuz da kendi kitabınız olunca iş değişiyor? Bu, ikiyüzlülük değil mi?
Cevap 7:
Yine önyargıdan ibaret, yargısız infaz niteliğinde bir söylemle karşı karşıyayız.
Allah katında din tekdir ve o da İslam’dır.
Bütün hak kitapları asli keyfiyetleri ile ve bütün peygamberleri de peygamberlikleri yönüyle kabul ve tasdik ederiz.
Tek dini nasıl bozup şirke düşürdüklerini ispat ederek eleştiririz.
Dini yorumlama işi herkesin meşru hakkı değildir, aksine bir ihtisas, salahiyet, ilmî rütbe ve derece gerektirir, herkes kafasına göre bir din anlayışı ortaya koyamaz.
Dini yorumlayan alimlerimiz önceki hak dinlerin doğru ve yanlış yönlerini telif ettiği yüzlerce eserler ortaya koymuştur.
Hakikatin hangi dine mensup olursa olsun kabul edilme zarureti vardır, hakikat matematik gibidir, başka dinlere ait hakikatleri her Müslüman kabul eder. Bizim kabul etmediğimiz hakikat kılıfında sunulan dalalet ve sapıklıklardır. Örneğin Hristiyanlığın temeli tevhiddir. Eğer bir Hristiyan Allah’ı üçlüyorsa ona bir tevhid ehli olarak elbette eleştiride bulunmamız gerekir. Çünkü Hz. İsa dahil hiçbir beşer Allah’ın oğlu olamaz. Allah’a babalık isnad edilemez. Teslis ehli Hristiyanların yaptığı Allah’a ve Hz. İsa’ya büyük bir iftiradır.
Asılları hak olan ancak daha sonra insan eliyle değiştirilen dinlerin aslına ve o dinleri insanlığa neşreden Peygamberlere iman etmeyi dinimiz emrederken onlardan nasıl yüz çevirebiliriz?
Demek ki eleştiriler, hak dine aykırı olanlardır. Son Din olan İslam’ın gönderilme hikmetlerinden birisi de eski dinlerin hakikatli yönlerini tasdik edip onaylamak, bozulmuş yönlerinin doğrusunu ve hak olanı açıklamaktır.
Kuran’ı tefsir eden müfessirler her bir ayeti tek tek mihenge vurup Allah’ın kelamı olduğunu ortaya koymuşlardır. Günümüzde de teknolojinin gelişmesiyle Kuran’ın bazı işaretleri yeni yeni gün yüzüne çıkmaktadır. Örneğin Kuran’ın Mucizeleri isimli Feyyaz Tv’de yayınlanan çalışmalarımıza bakacak olursak ayetlere güncel bir yorum verilmiş. Eski müfessirlerden bazıları dünya düz derken bizim videolarımızda dünyanın geoid şekline Kuran’da işaret olduğundan bahsedilmiş. Bilimle Kuran’ın ne denli örtüştüğü açıkça ortaya konulmuş. Size göre bu yapılan yorumlarda bir esneklik midir? Yoksa şöyle mi demeliyiz: “Her asrın Kurandan hissesi farklı. Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor. Yeni yeni işaretleri, mucizeleri ortaya çıkıyor.” Şimdi gelelim Kuran dışındaki kitaplara bu kitaplarda böyle bir özellik var da biz mi göremiyoruz? Yoksa onlar Allah’ın hak kelamı olmaktan çıkıp birer hurafeler mahzeni haline mi dönüştürülmüş, hakikaten eleştiriyi hak etmiyorlar mı?
İlave bilgi için tıklayınız:
Bütün semavi dinlerin (Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam) aslı Hz ...
Feyyaz Tv "Kuran Mucizeleri" video serisi
Soru 8:
Dinde yorum olmaz. Kitabı okursun ve ne anlıyorsan odur. Aksi halde, doğru yorum içeren açıklama metniyle gelmeli veya kendisi bu açıklıkla yazılmalıydı. Pek çok yorum yapılabilir, biz hangisinin doğru olduğunu nereden bileceğiz? Allah oraya, ‘’Yazdıklarımı yorum adı altında çarpıtmayın’’ yazsa siz sanki onu bile yorumlayacaksınız izlenimi veriyorsunuz bazen. Kuran’da kabul edemeyeceğiniz şeyler görüyorsanız neden dürüst ve mert bir şekilde dini bırakmak yerine onu yorum adı altında sakız gibi çekiştiriyorsunuz? 1400 sene önce de sizin yorumladığınız gibi mi yorumlanıyordu? Bir dinin kitabı okunur, aklına yatıyorsa kabul edersin, yatmıyorsa etmezsin. Ne yazıyorsa odur. Yorum adı altında ‘’Aslında bu kastediliyor’’ denirse, o zaman o kast edilen inanç, kitapta yazanı önceliyor demektir. Çünkü o inanca göre kitabı yorumluyorsun. Dolayısıyla inanç kitaptan kaynaklanmıyor. İyi de bir dine olan inanç, o dinin kitabından kaynaklanmıyorsa o halde nereden kaynaklanıyor? Kendi öznel düşüncelerini katmadan objektif olarak Kuran’ı okuyan birinin müslüman kalma ihtimalinin fazlasıyla düşeceğini düşünüyorum.
Cevap 8:
İslam, Protestan zihniyetinden etkilenmiş bakış açıları ile anlaşılmaz.
Hermenötik bilimi anlamanın bir yorum sanatı olduğunu gösterir.
Anlayabilmenizin ilk şartı da bağlama dahil olmaktır. Bağlamına dahil olmadığınız hiçbir şeyi anlayamazsınız. Bir şiiri bile düz bir mantıkla okursanız devrik cümleler ve yanlış ifadelerle suçlamak cehaletine düşersiniz.
Kuran-ı Kerim’i anlamak için en azından akıl etmek bağlamına dahil olunmalı.
İman bağlamındaki yorumlar ise anlamının tarihsel formlarıdır ve mutlak biçimi değildir.
Kuran metninin 14 asırdır canlı bir şekilde anlaşılmaya ve yorumlanmaya devam ediyor oluşu, gerçekten akıl sahibi birisinin dikkatini çekmeliydi.
Kuran bütünüyle Allah kelamıdır, Allah’ın varlığı hak olduğu gibi kelamı da haktır; hak olan kelamdan çıkarılacak yorumlar da elbette hak olacaktır, yanlış yorumlar bu sahada yetersiz ve mütehassıs olmayanlara aittir. Zaten bu gibi yanlış değerlendirmeler de ilim adamları sahiplenmediğinden, dine dahil olamamıştır.
Sanat tarihine zarar vermemek için kazı yaparken bir arkeolog ne kadar dikkatli ve tedbirliyse, beyin ve kalp gibi bir ameliyat yapan uzman hekimler ne kadar hassas ve dikkatliyse, iki cihan saadetini formüle eden bir kelamdan mana çıkarmak ondan çok daha yüksek derecede hassasiyeti gerektirmektedir.
Bir vadiden ilaç yapmak için bitki ve çiçek toplamak ayrı bir maharet, onların kimyasından ilacı elde etmek daha başka büyük bir maharet olduğunu kabul eden bilmelidir ki Kuran eczanesinden ilaçları toplamak ve insanlığa sunmak verdiğimiz örnekten bin derece daha hassas ve ehemmiyetli bir iştir.
Kuran’ı gönderen zatın izin verdiği bu yönteme içtihat ve istinbat denir.
Bu tedbire itina gösterilir doğru mercilerden ilim tahsil edilir, bu alanın Üstadlardan ve Alimlerden ders alınırsa yanlışa düşme ihtimali, yanlış yorum yapma durumu, Kuranın mesajının çarpıtılması gibi handikaplar ortadan kalkacaktır.
Ayrıca Kuran statik bir kitap değildir, aksine dinamik bir kitaptır ve genel kaidelerine sadık kalmak şartıyla her asırda insanların anlayacağı ve kavrayacağı şekilde yorum yapabilecek İslâm bilginlerini yetiştirecek potansiyel zenginliğe sahiptir.
Her bir ilim sahasının Kuran’dan çıkaracağı ayrı bir ders vardır. Bir mühendis Kuran’a hendese nazarıyla bakarken, bir doktor tıp nazarıyla bakar, bir eğitimci pedagojik bir gözle bakar. Kendi sahasına göre Kuran’dan alacağı ders farklıdır.
Bir insan olan Yunus Emre divanının şerhleri yapıldığı halde, “Yunus Emre bu şiirinde şunu da kast etmiş olabilir” dendiği halde “Allah’ın kelamı açıklanamaz, tek manaya gelmeli ya da farklı yorumlara açık olamaz” demek o kelamdaki sonsuz manaları inkar etmek demektir. Kuran, bitmez, tükenmez bir hazinedir. Zaman ve mekân üstü evrensel ilâhî bir mesajdır.
Kuran tekrar tekrar pek çok ayette, düşünmez misiniz, akletmez misiniz diyerek aklı çalıştırmayı emrediyor.
İlave bilgi için tıklayınız:
"Kur'an-ı Kerim'in her asra bakan bir vechi/yönü vardır." deniliyor ...
Kur'an, o dönemin koşullarına göre mi inmiştir? | Sorularla İslamiyet
Kur'an-ı Kerim Her Zaman Taze ve Gençtir | Sorularla İslamiyet
Kur'an-ı Kerim, sonsuz mana/ilimler içermektedir, demekte bir …
Tefsirlerin farklı farklı olması sebebi nedir? Manaların çeşitliliği nerden kaynaklanıyor?
Soru 9:
İnananların, Allah’ın sürekli kendileriyle hemfikir olduğunu düşünmelerini nasıl açıklarsınız? Yorumlar hep bu türden. Kendi düşüncesinin aksine bir yorum yapanı görmedim. Herkes Tanrının kendisiyle hemfikir olduğunu düşünüyor. Diğer deyişle, bilinçsiz biçimde kendi fikrine Tanrısal dayanak uyduruyor. Aksi mümkün mü acaba? Tanrı sizin diğerlerini ikna etmek için kullandığınız bir maske mi? Öyle ya, bir şeyin şöyle veya böyle olması gerektiğini söylerseniz kimse sizi dinlemeyebilir ama Tanrının da böyle söylediğini iddia ederseniz çok daha fazla dikkate alınabilirsiniz.
Cevap 9:
Soru sahibinin İslam alimlerin dini meselelerde yorum yaparken sıkça kullandığı “Allahu a’lem bissavab” yani “Doğruyu en iyi Allah bilir” ifadesini hiç duymamış olduğu anlaşılıyor.
Ayrıca içtihadın yanılma payını içeren yapısını da bilmediği açık.
Diğer taraftan, kendi sözlerinin Cenab-ı Mevlanın indindeki ile aynı olduğu şeklinde bir ifadeyi hiç duymadığımız için saçmalama olarak görüyoruz.
Yanlış yapabilen, doğru gibi gösterip çürük fikirlerini servis eden insanlarla Allah’ı kıyas etmek büyük bir yanlıştır; Allah hata yapmaz, Allah hiçbir fiilinde hiçbir sözünde isabetsizlik yoktur, Allah yanlış fikir dayatmaz, Allah Sübhan’dır, bütün hata ve yanlışlardan münezzehtir.
Bu vesile ile Allah adına konuşan kişi Allah kelamının doğruluğunu anlatacaktır şüphesiz. Allah benim gibi düşünüyor ve benzeri söylemler de son derece tehlikelidir.
Bu işin doğrusu şudur: “Allah vahiyle doğruları bildirmiş, biz de Peygamber ve alimlerin talimiyle doğruları öğreniyor ve uyguluyoruz.”
Somut bir örneği ele alalım:
Abdesti bizlere farz kılan Rabbimizin, “Başınıza meshediniz.” emri “bi ruûsikum” ibaresiyle gelmiştir. Dillerin en zengini olan Arapça’da çeşitli kelimelerin başına gelen ‘b’ harfi, bazen “güzelleştirmek”, bazen “bazı” manasını vermek, bazen de “bitiştirmek” manasını vermek için gelir. Abdest ayetinin “ruûsiküm” kelimesinin başına gelen ‘b’ harfini mezhep imamlarının her biri ayrı manada anlamışlar ve bundan farklı bir uygulama ortaya çıkmıştır.
Bunun içindir ki İmam-ı Malik Hazretleri:
“Başa meshederken, başın tamamı meshedilmelidir. Zira buradaki ‘b’ harfi kelimeyi güzelleştirmek için gelmiştir. Kendi başına bir manası yoktur.” der.
İmam-ı Ebu Hanife Hazretleri ise:
“Bu ‘b’ bazı manasına gelen ‘b’dir. Başın bir kısmı meshedilse kafi gelir.” der.
İmam-ı Şafii Hazretleri ise:
“Bu ‘b’ bitişmek manasına gelen ‘b’ dir. Sadece elin başa bitişmesi, birkaç kıla değmesi kifayet eder, mesh tamam olur.” der.
Demek dört hak mezhebin imamları ve sahih İslam’ı anlatan alimlerimiz yaptıkları açıklamaları Kur'an ayetlerinin farklı yorumlarına ve hadislerle bize ulaşan Peygamberimiz (sav)'in farklı zamanlardaki farklı uygulamalarına dayandırırlar. Kendi hevalarından hüküm çıkarmazlar. Bu sebeple “Allah benim düşüncemdedir” gibi tekelleşmiş bir söylemde bulunmazlar.
Allah bizim fikrî yandaşımız veya fikir tartışması yaptığımız dengimiz değil ki, “bizim gibi düşünmüyor” gibilerden yakıştırmalar yapalım.
Ayrıca hakikatleri tebliğ eden kişinin muhatabını ikna etmek gibi bir vazifesi de yoktur, hakikatleri anlatmak ve neşretmekle sorumludur, sözünün tesirini yaratacak, muhatabının ruhunun derinliklerine kazıyacak Allah’tır.
Son olarak hakikatleri kabul eden kazanır, dalalet karanlığından kurtulur, hidayet ışığına ulaşır. Gündüz ortasında gözünü kapatan kimse, sadece kendine gece yapar ve güneşten mahrum kalır.
Soru 10:
Afrika’nın köyünde doğan bir yerlinin İslam’dan haberi bile yok. Bu kişinin sınavı nedir? Boşuna mı yaratıldı? Sizin sınavınız olurken o bir tür figüran görevi mi gördü? Bu çok bencilce bir yaklaşım değil mi? (Lütfen buna cevap olarak kimse kalkıp da bu kişinin bilmediği için sorumlu olmadığı, cennete gideceği v.b. yanıtlar vermesin zira başka bir şey soruyorum, soruyu baştan okuyunuz)
Cevap 10:
Ateizm saplantısı içinde olup kendi akıbetini düşünmeyenler Afrikadakilerin akıbetlerini düşünüyorlar. Bu şuna benzer: Deprem olmuş adam göçük altında kalmış bir an önce kurtulmaya çalışmak yerine acaba Endonezya’da sel felaketinde oradaki halk ne yaptı kurtulabildi mi diye göçük altından sorular sormaya benzer. Bu dünyaya neticede moleküllerimize ayrılıp toprağa karışmak için mi geldik? Cevap elbette hayır olacaktır. O zaman yaşamamızın amacını araştırmak varken inançsızlık niye?
Enteresan olan, Müslüman olma açısından Afrika’nın en önde gelmesidir. Önemli olan ya da sorun olan kimin imtihan edildiğidir. Tüm insanlar bu dünyada sınavdadır. Hak dinin daveti ile henüz bu davetin ulaşmadığı insanların soruları ve sorunları farklı olabilir, ancak dünyadaki imtihan asgari ölçeklerde her ikisinde de geçerlidir.
Kim zerre miskal zulüm ve haksızlık yaparsa bundan dolayı cezalandırılacağı gibi kim de zerre miktar iyilik yaparsa bundan dolayı mükafatını alacaktır. Zira insan yaratılışı itibariyle İslam fıtratı üzerindedir. Bu nedenle İslam’ın yasakladığı ve önerdiği mevzular, Afrika’da hâlâ doğallığını koruyan insanlar tarafından hızla kabul görmektedir.
Allah’ı gereğince tanımamak Allah hakkında yanlış fikir ve kanaatler beyan etmeyi netice verebiliyor. Allah bin bir isim ve fiillerinin tecellileriyle her insana şah damarından daha yakındır, kişinin Afrika’da yahut kutuplarda olması bu hakikati değiştirmez.
Bir insanın taş, demir gibi cansız maddelerden olmayıp, ot diken gibi bitkilerden de olmayıp, yılan fare gibi hayvan olarak da yaratılmayıp insan olması onun seçildiğinin, çok özel bir kıvamda ve kalitede yaratıldığının en büyük delilidir. Evrende faydasız hiç bir şey olmazken, bir böceğin dahi yaradılış hikmet ve gayesi varken, bütün evrenin hizmet ettiği; güneşin, baharın, bitkilerin, hayvanların ve bütün varlıkların kendisine hizmetkâr olduğu insanın boşuna yaratıldığı nasıl düşünülebilir?
Ancak, iman ve hidayet nimeti, insanın özel aza ve duygularla donatılmasının, geniş koordinatlara sahip olmasının, sınırsız özelliklerde bulunmasının hikmetindedir ki insanın gayretine, akıl ve ilmine de bir hisse verilmiştir. Böylece iradesini doğruyu bulma yönünde kullansın, elektrik düğmesine dokunsun ta ki dünyası aydınlansın.
Pirincin iyisini, ekmeğin pişkinini arayan insan “Benim Yaratıcım kim, onu nasıl razı ederim, bana verdiği sonsuz nimetler için ona nasıl teşekkür ederim?” kaygısına girmezse elbette karanlıktan kurtulamayacak, bedeninin arzu ve ihtiyaçlarını temin ve tatmin etme kısır döngüsü içinde dar bir dairede çürüyüp gidecektir.
Fakat insanlık hakikatinin hakkını vermesine rağmen veya kendisi dışında olumsuz engellerin hakikatin ve gerçeğin ulaşmasına engel olmasından dolayı iman etmezse, elbette sorumlu olmayacaktır.
İlave bilgi için tıklayınız:
İslam'dan haberi olmayan insanların yaratılma hikmeti nedir ...
Afrika'daki bir kabilede dinden habersiz yaşayan bir insan veya ...
Fetret ehlinin, yani İslam'dan haberi olmayanların sorumluluğu var ...
İslam'dan haberi olmayanların cennete gitmesi adalet midir ...
Soru 11:
Ben kendi inançlarımı yeni veriler ışığında gözden geçirebilirim, siz bunu yapabilir misiniz? Yoksa yeni verileri de inancınıza göre yorumlamaya mı kalkarsınız? Bana biraz ikincisi gibi geldi. O halde ben neden sizinle konuşarak vakit öldüreyim? Size Kuran’dan açıkça yanlış veya vicdana aykırı bir ayet göstersem onunla gerçekten yüzleşip dininizi bırakabilir misiniz? Yoksa “aslında orada mecaz yapılıyor’’ v.b. mazeretlerle yine bildiğinizi mi okursunuz?
Cevap 11:
Kuran’da açıkça yanlış yani sağduyuya aykırı üstelik genel vicdana aykırı bir ayet gösteremezsiniz.
Biraz Hermenötik öğrenirseniz yorum ile anlamın ayrı şeyler olduğunu düşünerek içine düştüğünüz nesnel sığlıktan kurtulabilirsiniz.
Her türlü anlama bir yorumdur, zira anlayan bir öznedir ve anlamasını gerçekleştirdiği nesnesine tarihsel zemine bağımlı olarak bakmak zorundadır.
Dolayısıyla sizin ateist saplantılarınız da kendi psikolojik ve kültürel bağlamınıza ait bir yorumdan ibarettir.
Tarihi süreç içerisinde iman ehlinin Kuran ayetlerine olan her dönemdeki anlamaları ortak bir tabiat ve genel özellikler göstererek muazzam güçlü bir anlam haline yükselmiştir. Bir sonraki tarihsel anlama bir önceki ile çelişmemiş, 21. Yüzyılın Kuran anlayışı ile 7. Yüzyılın anlayışı birbirlerini tasdik etmişlerdir.
Bu da Kuran-ı Kerimin tüm çağlara hitap eden bir mucizesidir. Günümüzde bilimin kümülatif olarak gelişmesiyle ortaya çıkan veriler Kuran’daki gerçeklerle ters düşmek bir yana Kuran’ın daha iyi anlaşılmasına yardım etmektedirler.
İlave bilgi için tıklayınız:
Feyyaz Tv "Kuran Mucizeleri" video serisi
Soru 12:
Ahlak diyorsunuz. Bu konuya bir bakalım;
a) Ödül-ceza olmadan ahlaklı olunamaz mı? Cennette hurilerle beraber olabilmek için, bunu vaat eden bir güce boyun eğip tapmak ahlaklı bir davranış mıdır? Kötü birini cehennemde sonsuzca yakınca en büyük kötü sen olmaz mısın artık? Yoksa Tanrı, yaptığı tüm kötülük ve zulümlerden bağımsız olarak mı iyi sayılıyor?
b) Ödül-ceza’yı sadece Tanrı mı veriyor ki ahlak için Tanrıyı şart koşuyorsunuz? Norveç ateist çoğunluklu bir toplum ve İslam ülkelerinden çok daha insancıl bir yaşam var. Bu bir tesadüf mü? Uygulamada ateistler daha ahlaklı ise ahlaka tanrısal-‘rasyonel’ bir sebep bulmamanın ne sakıncası var?
c) Ahlakı mutlaklaştırmak onun içini boşaltmaktır. Tüm durumlar ve zamanlar için geçerli ahlak yasaları olmaz. Var sayılırsa da çok sınırlı olacaktır. Zaman, mekan ve koşullar göz önünde bulundurulmak zorundadır. O halde mutlak ahlak yoktur. 1400 sene öncesinin kuralını bugün uygulatmaya kalkmak çoğu insan için ahlaksızca olacaktır.
d) Tanrı ne kadar ahlaki emirler veriyor, bu da tartışma konusudur. İbrahim’e oğlunu kesmesi emri ahlaksal mıdır mesela? Kadınlara örtünme emri veya?
e) Ahlak öznel tercihlerle ortaya çıkmaz, nesnelliğin, tarihselliğin, toplumların durumunun sonucudur. Bir arada yaşamak için uyulması gereken sosyal kurallardır. Bizim ya da göklerde varsaydığımız birinin paşa gönlünce belirlenmez. Toplumlar değiştikçe bu kurallar da değişir. Dinler de değişen yaşam koşullarına kendilerini uydurarak ayakta kalır. Mutlak ahlak yoktur. Hatta mutlak ahlak görüşü, bu değişimin önünde engel olmuş ve dindarların pek çok tarihsel dönemeçte en gerici, en statükocu tutumu takınmalarına yol açmıştır. Zaten önemli olan sevgidir. Sevgisiz bir ahlakın beş paralık değeri yoktur. Buna karşın sevgi dolu insanlar zaten iyidirler. Ahlakı mutlaklaştırıp yasalaştırmak ise çoğu kez zalimlerin dayanağı olmuştur. Dinleri Tanrı gönderdi diyorsunuz, peki yaşananlara bir bakın; Tanrı başarısız olmamış mıdır, dinlerin sebep olduğu acılara bir bakın. Tanrı ne yazık ki sevgiyle değil Yasayla ilgilidir. İslam’ın Tanrısı sevgisizdir, zaten sıfatları arasında da sevgi yoktur. Dar-ül harp olarak gördüğü yerlerde her türlü hileyi yapmayı onaylayan bir ahlak olur mu? Köle ve cariyeler üzerinde yükselen bir ahlak olur mu? Cinsiyetçi bir ahlak olur mu? Kadın vaat eden (huri) ahlak olur mu? Tehdit eden (cehennem) ahlak olur mu? Ahlak adı altında ahlaksızlığı kutsuyor olmayasınız sakın?
f) Ahlakı doğaya dayandırmak da bir seçenektir. İnsanın hayatta kalma, üreme, kendini gerçekleştirme, sevinci kovalama, toplumsallaşma v.b. doğal yönelimleri olduğu varsayılabilir ve bir ahlak sistemi bunlara dayandırılabilir. Keza ideolojiler de insana ahlaki değerler sunarlar. Örneğin, sosyalistlerin bir ahlakı vardır. Temellerini özgürlük, eşitlik, kardeşlik idealleri oluşturur. Pek çok militan bu değerler için yaşamakta ve ölmekte sakınca görmemiştir. Üstelik bence bu değerler dinin ahlaksal değerlerinden çok daha yararlı ve gelişkindir.
Cevap 12:
Soru sahibinin ifadelerini okuyunca Katoliklerle reformist Protestanların tartışmalarının bir tekrarının tamamen ayrı bir bağlam olan İslam açısından sunulmaya çalışıldığı görülmektedir.
İslam, ahlakı yaratılış ve fıtrat olarak ele alır ve kültürlerin özel konumlarını da bunu koruduğu müddetçe kabul eder. Her kültürden, her milletten insanların İslamiyetin ilk günlerinden günümüze kadar dünya üzerinde Müslüman olarak var olması İslam’ın getirdiği temel ahlaki ölçülerin tüm zamanları ve tüm insanlığı kuşattığının açık bir göstergesidir.
İslam ahlakının özü ihlastır. Zıttı ise yalan ve gösteriştir.
Ödül ve cezanın başka türlü de olabileceği kabul edildiğine göre insanın yaratıcısının bu hususta en büyük hak sahibi olduğu kabul edilmiş olunur.
Cennet ve nimetlerinden insaniyet açısından ancak memnuniyet duyulur. Cennet ve nimetlerinden ancak insanın düşmanı olan şeytan rahatsız olur. Zira başta ilk dönem Müslümanları olmak üzere büyük sıkıntılar İslam uğrunda çekilmiş, inançsızların büyük hücumları ile Müslümanların dünyaları büyük zarar görmüştür.
Bu nedenle cennet ve nimetleri ile yüksek çabaları nedeniyle müjdelenmeleri gayet uygundur.
İman etmelerinin nedeni müminlere sorulsaydı huriler için iman ettim cevabı hiç birinden alınamazdı. Böyleyken bu az gelişmiş fikri geliştirmek için bayağı çaba gösterilmiş olmalı.
Kuran, hem özel hayatın hem de sosyal hayatın huzurunu saadetini temin edecek esaslar getirdiği gibi, iki cihanın da saadetine vesile olacak kanunlar ve kurallar ihsan etmiştir.
Örneğin, zekatın farz olması, faizin ve içkinin yasaklanması, kardeşliğin teşvik edilmesi gibi esaslar, dünya hayatının ve sosyal hayatın saadetine vesile olmaktadır.
Örneğin sosyal hayatı hercümerç eden, baskıların, zulümlerin, isyanların, karmaşanın en önemli sebeplerinden ikisi anlayıştır:
“Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!”
“Sen çalış, ben yiyeyim.”
Bu iki zalim anlayışı ve ahlaksızlığı tamamen yok edecek, yerine huzur, saadet ve mutluluk getirecek olan, Kuran’ın faizin her türlüsünü haram kılması, zekat başta olmak üzere yardımlaşmayı emretmesidir.
Banka faizi, faiz haksız kazancı, haksız kazanç da haksızlığa uğrayan bir zümrenin varlığına işaret ediyor. Bu zümre fakirlerdir. Bu zümrenin düşmanı ise; faiz ve türevleri ile zengin olan gaddar kapitalist sınıftır. Kavga ise bu iki zümre arasında cereyan ediyor. Yani kavga; emek ile sermaye arasında vuku buluyor. Yüz yıla yakın süren komünizm, kapitalizm çatışması bunun en somut örneğidir.
Evet, 1789 Fransız İhtilali ile başlayıp, komünizm hareketi ile devam edip, en nihayetinde İkinci Dünya Savaşını netice veren ve ondan sonra soğuk savaşa yerini bırakan emek-sermaye çatışması, insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden bir dönemdir ki, bu karanlığın en önemli nedeni işte bu iki anlayıştır.
“Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!” ahlaksızlığı, zekat ve yardımlaşma ruhunun terk edilmesi anlamına geliyor. Bu cümle havas tabakasını, yani sermaye sahibi olan zenginleri zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir. Yani bu kelime zenginleri bencil ve acımasız bir canavara dönüştürüyor.
“Sen çalış, ben yiyeyim.” zalimliği ise bencilliğin en alçakçası olan faizciliğe işaret ediyor. Bu ifade, yine zenginlerin bencilce ve sadece kendi nefsini düşünmeleri demektir. Bu duruma karşı fakir tabaka, zenginlerin bu bencilce yaklaşımına karşı kin, hasetlik ve çarpışma ile karşılık veriyorlar.
İslam faizi yasak edip, zekatı emrederek, bu iki sınıf arasında sağlam ve sağlıklı bir köprü kuruyor ve bu kavgayı bitiriyor. Şayet insanlık İslam’ın bu faydalı reçetesini tatbik etmiş olsaydı, bu kavga ve savaşlar yaşanmayacaktı.
İslam bu iki kelimeye faizin yasaklanması ve zekatın emredilmesi ile karşılık veriyor. Faizin yasaklanması “Sen çalış ben yiyeyim.” hastalığının tedavisi iken, zekatın emredilmesi de “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.” hastalığının tedavisi oluyor.
İnsanlık ekonomik açıdan zenginler ve fakirler olmak üzere iki sınıfa ayrılırlar. Bu iki sınıf arasındaki denge ve ölçü bozulursa, o zaman insanlığın huzuru ve barışı da bozulur. İki kelime bu dengeyi bozan en pis en adi hastalık iken faizin yasaklanıp zekatın işlerlik kazanması da en adil en güzel iki çözümdür.
İşte bunun gibi, Kuran’ın bütün hükümleri ve kanunları, hem dünya hayatının hem de ebedi ve sonsuz hayatın saadetine vesile olmaktadır.
Ayrıca bazı konuları da dikkatinize sunmak isteriz:
Şıklar halinde sorulan bu soruya biz de şıklar halinde cevaplar vereceğiz:
- İslam, fıtrat dinidir. İslam’ın emir ve yasakları insan fıtratına zulüm değil bilakis uygun ve faydalıdır hatta bu emir ve yasaklara uymayan insanlar derecesine göre insanlıktan da uzaklaşmaktadır. Kişi Allah’a itaat ettiği nispette insan olur; imanı, ibadeti nispetinde mutlu olur; Allah’ın emirleri bu yönüyle külfet değil nimettir.
Örneğin namaz, dünyada moral ve mutluluk kaynağıdır, sonsuz düşmanlarına karşı sonsuz güç sahibine sığınarak güven ve mutluluğa ermenin vesilesidir, sonsuz ihtiyaçlarını verebilecek sonsuz zenginlik sahibi olan yegane otoriteye aczini itiraf etmenin, ruhî vahşet ve yalnızlıktan kurtulma vasıtasıdır, her şeyin dizgini elinde olana, her şeyin anahtarı yanında olana muhatap olma şeref ve saadetidir, en yüce servet, emsalsiz devlettir; kaygı ve korku için değil beşerî ihtiyaç için insan namaza muhtaçtır.
- Kişinin cehenneme girmesi kendi fiillerinin neticesidir, azap görmesi kendi tercihinin sonucudur. Cennet Allah’ın ikramı, fazlının bir tecellisi, rahmet ve cömertliğinin bir neticesi iken Cehennem adaletin tahakkukudur. Zira inkar, ebedî cehennemi gerektirir yoksa adalet tecelli etmez. Kafir, Allah’ı inkar etmekle Allah’ın bin bir ismini inkar etmekte, rahmetini, ilmini, hikmetini, iradesini, sanatını, Rablığını, Sultanlığını, malikiyetini... hiçe saymaktadır; Allah’ın isim ve sıfatlarının, sanat ve nakışlarının icra edildiği antika, mucize kudret ayetlerini (kelebek, arı, çiçek gibi) sıradanlaştırmak, adi levhalar derekesine alçaltmaktadır; atomlar adedince varlık ve birliğine deliller olan Allah’ı inkar etmektedir; Allah’ın vaad ve sözlerini kabul etmemekle Allah’a yalancılık ithamında bulunmaktadır, başta Hz. Muhammed (asm) olmak üzere bütün elçilerini sahtekar olarak ilan etmektedir.
Böyle büyük bir cinayetin cezası da ancak ebedi yani müebbet Cehennem olabilir ve elbette adaletin ta kendisidir.
- Kafirin Allah’ın düşmanı olması Allah’ı tanımadığından, sıfatlarında hata ettiğindendir. Allah sonsuz adalet sahibidir, zulümden münezzehtir; Allah sonsuz güzellik sahibidir, çirkin iş yapmaktan müberradır; Allah sonsuz hikmet sahibidir, onun icraatlarında manasızlık ve abesiyet yoktur. İnsanları cehenneme atmak bizzat güzel değildir lakin dolayısıyla güzeldir, güzel neticelere yol açması yönüyle güzeldir. Mazlumların intikamını almak, zalimim zulmünü yanına bırakmamak, kafa tuttuğu Allah’ın ilahlığını tanımak, pişman perişan olup geç de olsa hakikatle yüzleşmek zorunda kalmak bu güzelliklerdendir.
Bin mazlumu katleden bir zalimi, sırf kuru bir merhamet uğruna affetmek nasıl daha büyük bir zulümdür, onu cezalandırmak, binler mazlumun hukukunu muhafaza ve adalet ve merhamettir; kafirlerin ve zalimlerin cehenneme atılması da böyledir.
- İslam’ın sevgi dini olduğunun çok örneği mevcuttur. Yaratılanı yaratan için sevme bir Müslümanın en esaslı düsturudur. Sevgisizlik yakıştırması bu dini tanımamaktan ve Allah’ı bilmemekten kaynaklanıyor. Allah’ı hakiki manada tanımak, onun bize bildirdiği isim ve sıfatlarını öğrenmekle olur. Rahim, Vedud gibi isimleri nasıl mazlumlara merhameti, sevgiyi gerektirdiği gibi Kahhar, Müntakim gibi esmalar da mazlumun ahını zalimden almayı gerektirir.
- Ödül ve ceza insan fıtratının gereğidir; çocukların terbiyesi, eğitimin istikrarı, askeriyenin disiplini, sosyal hayatın dengesi hep bununla ayakta tutulur; kendisine itaat edenlere mükafat, isyan etmeyenlere mücazat vermeyen Sultan’ın saltanatı devam etmez. Bu yöntem insan fıtratıyla alakalı olup, insan fıtratını yaratan Allah da bunu en iyi bildiğinden böyle muamele ediyor.
Bununla beraber kul mükafata ulaşmak veya cezadan kurtulmak için ibadet etmez, Allah’ın emir ve yasaklarına göre hareket etmek esasını hayatının prensibi yapar; cennet ve cehennem birer teşvik kamçısı derecesinde olup kulluğun hakiki sebebi değillerdir.
Ne gariptir ki dinsiz toplumlarda görülen pembe tablolardan (!) bahsedilmiş lakin bir iki manzaraya bakıp keyif çatan muhatabımız dünya tarihini inceleseydi kominizim devrimler adına, ateizm namına, dinsizlik uğruna yapılan katliamların hacminin ve sayısal istatistiklerinin ne kadar korkunç boyutlarda olduğunu görecekti.
- Ayrıca dinsiz insan idamlık mahkum gibidir, kendi yanlış tercihinin sonucu olarak kendini ebedî idama mahkum etmiştir. Yani idam edilen kişi için hayata dair bütün güzellikler kendiyle beraber nasıl idam ediliyorsa, dinsiz kişinin ölümü de böyledir; mutluluk, huzur, saadet, nimet... ne kadar güzellik varsa ona yoktur, ebedî idamın, mahrumiyetin mahkumudur. Adım adım darağacına giden adam gibi, aldığı her nefesle kendisi hakkında idam hükmünde olan ölüme yaklaşmaktadır; böyle bir adam dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?
- İnsanların seyahat ettiği araçlar, giydiği elbiseler değişse de fıtratları değişmedi, 1400 sene öncesi insanı mutlu eden İslamiyet kıyamet asrında yaşayanları da mutlu etmeye muktedirdir. Çünkü Kuran, beşerin anayasa kuralları gibi ihtiyarlamıyor, daima gençliğini muhafaza ediyor; bu da insanın Yaratıcısı tarafından gönderildiğinin delilidir. Hz. Muhammed (asm) ile gelen hiçbir kural bugün eskimedi, pörsümedi, güncelliğini kaybetmedi, insanlık onun terü taze düstur ve emirlerinden uzaklaştıkça ilkelleşti ve ilkesizleşti. Komşu hakkını ısrarla emreden dinden uzak olmamız neticesinde karşı dairede, üst katta kimler oturuyor bilmiyoruz güya gezegenleri keşfettik lakin komşularımızı tanımaktan bihaberiz.
İslam’ın hangi emrini incelerseniz dünün insanının buna şiddetle muhtaç olduğunu gördüğünüz gibi insafla tecrübe etmek kaydıyla bugünün insanının da ruhî ve kalbi yaralarının merhemi olduğunu kabul edersiniz.
- Kuran’da anlatılan olaylar sıradan olaylar değildir, küllî bir düsturun ucudur; Hz. İbrahim’in (as) Hz. İsmail’i (as) kurban etme meselesinin arkasındaki hakikat Allah’ın emrine kayıtsız şartsız itaat ve en dehşetli imtihandan ilahi emre uyarak alnının akıyla çıkmasıdır. Putperestlere meydan okurken dağlar büyüklüğündeki ateşe atılmış ve Allah’tan asla ümidini kaybetmemiş olması da onun imanının ve sarsılmaz sadakatinin göstergesidir. En dehşetli şartlarda, en olumsuz hadiselerde dahi Allah’ın emri istikametinde çalışanları Allah’ın mahcup etmeyeceğini, hayırlı akıbete ulaştıracağını gösteren muazzam bir örnektir.
Resmin küçük bir bölümüne bakıp “bu yanlıştır” diye hükmetmek, büyük resmi görmeden yersiz yorum yapmak insanın doğru sonuca gitmesini engeller.
- Allah insan fıtratını yaratandır, insan denilen makinenin nasıl sıhhatli çalışacağını, nasıl bozulup is, duman, kir içinde kalacağını bilendir, bin sene öncesinde Allah’ın yasakladığı hırsızlık bugün de sosyal hayatı çapı nispetinde olumsuz etkilemeye devam etmektedir; asırlar geçmesi, insanların yaşam tarzlarının değişmesi onu bir ihtiyaç, müracaat edilen bir ilaç haline getiremedi. Bunun gibi zina nasıl ahlakın ve ailenin canına ot tıkıyorsa, bundan bin sene önce de aynı şeyi yapıyordu.
Kuran ve İslâmiyet zaman ve mekana hapsedilemez, bütün zamanları ve mekânları ve bütün insanlığın saadet formüllerini ihtiva eden kanunlar manzumesidir.
- Tarihi süreçte insanların kaos ve kavga içinde yaşamalarının bedeli dine ödetilemez zira dinin kurallarına itaat edildiği nispette insanlık mutluluğun zirvesine çıkarken uzak kaldığı nispette de bu mutluluk ve saadetten mahrum kaldı. İşte Hz. Muhammed’in dönemi; cehaleti ve bedeviyeti hakiki medeniyete çıkaran Saadet Asrı.. Ve işte günümüz insanlığı.
- İslâm’ın suçuymuş gibi toplumsal hastalıkları da İslâm’a mal etmek büyük zulümdür; köle ve cariye sistemini İslam getirmedi bilakis ıslah etti. Günümüzde bu sistemlerin kalkmasında İslam’ın rolü büyüktür. Kölelik ve cariyelik dünyadan kalktı diyoruz fakat halen köle gibi çalıştırılan işçi sınıfları ve cariye gibi kadınlığından istifade edilen kadınlar var dünyamızda. İslam cariyelik ve kölelik sistemini kaldırılmasından çok daha ileri bir hedef olarak kapitalizmin sömürüsüne ve kadının meta gibi kullanılmasına da mani olmayı hedefler. İşciye alın teri kurumadan parasının ödenmesini öğütler, zekat müessesesi ile sosyal adaleti temin eder.
- İslam’a göre, adam öldürme, hırsızlık, zina ve içki içmek gibi fiiller, İslam ülkesi olsun veya olmasın dünyanın her yerinde haramdır. Bir Müslüman nerede olursa olsun hiç kimseye hile yapamaz, aldatamaz, hiçbir kimseye zarar veremez. Yoksa hem Allah hakkı hem de kul hakkı çiğnemiş olur.
- Cennet sadece hurilerden ibaret değil, o insan fıtratının ihtiyacına cevap veren kısmî bir bölümdür. Anlamamaya veya iftira atmaya çalıştığınız İslamiyet, fıtrata en uygun şekildedir; şu dert dünyası olan dünyada yemek, içmek ve izdivaç insanlığın en temel öncelikli ihtiyaçları olduğuna göre mükafat diyarı olan Cennette bundan neden mahrum edilsin? Ayrıca huriler sizin tasavvur ettiğiniz gibi değildir, dünyadan giden mümin kadınlar onların sultanı olacaktır.
- Cehennemin varlığını hazmedemeyenler kendisinin hak ve hukukuna tecavüz edildiğinde mahkemeye koşmaktan geri durmamaktadırlar; sizin mal varlığınızı çalan hırsızı yakalatmak ve paranızı ondan geri almak için polise gitmeniz, cehennemin varlık hikmetini onaylamanız anlamına gelmiyor mu?
- Dünyadaki en büyük yanlış dinsizlikten umut beklemektir zira iman, insanı insan eder, küfür ise insanı canavarlaştırır.
İşte size tek bir örnek Mao Zedong ve işte ideolojisi ve insanlığa sundukları: Çin Komünist Devrim’i lideri, iktidara geldiği ilk beş yılında 5 Milyondan fazla insanı idam ederek veya işçi kamplarına göndererek öldürdü. “İleri Büyük Atılım” ve “Kültür Devrimi” adını verdiği iki adet sosyal programı vardı. Birinci hedef Çin’i süratle endüstriyelleştirmekti, bu programların uygulama safhasında 20 milyondan fazla insan açlıktan öldü. Sonrasında “Sosyalist Eğitim” hamlesi adı altında kendisine muhalif entelektüelleri öldürmeye başladı. Bu program sonucu da 4-7 milyon insan öldü. 100 Çiçek Harekatı ile 30 milyon insanın bir kaç ay içinde açlıktan ölmesine neden oldu. Katlettiği insan sayısı 50 milyondan fazladır. İnsanlık tarihinin en kanlı diktatörüdür.
Sosyalistlerin fikir babası ve örnek aldıkları lideri Stalin’in Ukrayna’da 10 milyondan fazla insanı açlıktan öldürdüğünü hatta parti konuşmalarında kendisini alkışlarken dişini göstermeyen delegeleri dahi öldürttüğünü biliyor muydunuz? Dünyaya müspet manada bir örnekliği şimdiye kadar sunamayan Sosyalizmin devrim çığlıkları arasından bir şeyleri devirerek insanlığa huzur getirmesini beklemek kıyamete kadar boş bir bekleyiş olacaktır.
Zalimler için yaşasın Cehennem..
İlave bilgi için tıklayınız:
Tanrı size cennet vaat etmese ve cehennemle korkutmasa dindar ...
Tanrı / Allah olmadan ahlaklı olunamaz mı? | Sorularla İslamiyet
"Dinsizlik ahlaksızlık değil, dindarlık da ahlaklılık değildir." diyenlere ...
Özgürlüğümden ödün vermemem gerekiyor, Allah bizimle oyun mu ...
Kur'anda fert ve toplumun dünyada mutlu olmasını ihtiva eden …
Feyyaz Tv “Neden Ebedi Cehennem?” Video Serisi
Soru 13:
Evrende bulunduğunu söylediğiniz ‘hassas denge’ tasarım göstergesi değildir. Eğer böyle olsa fizikçilerde ateizm oranı bu kadar yüksek olmazdı. Bu dengeye gelene dek belki bir milyon başarısız deneme oldu, biliyor muyuz? Hayır. Çünkü başarısız denemeleri görmüyoruz. Bu evren başarısız olup bir başkası oluşsaydı, bu sefer oradaki canlılar biz gibi bu konuları tartışacaktı. Evrenin içinde varlıklar eş zamanlı çıkmamıştır. Hareket sonucu doğal yolla oluşmuştur. Hareketli yapıların tasarlandığını söylemek ne kadar doğru olur ayrı bir tartışma konusu zaten. Çünkü içinde hareket var. Tasarladın diyelim, zamanla hareket etti, e peki ne oldu tasarım? Değişti gitti! Öte yandan, evrenin bize bir tasarımcı gösterdiği iddiası bu tasarımcının ezeli olduğunu göstermez, onun da bir tasarımcısı olabilir.
Her şey tasarım ürünüyse Tanrının acı dolu dünyayı bilerek böyle kurguladığı sonucu çıkar ve Tanrı dünyada olan her tür kötülüğün sebebi olur. Keza eğer evrene bakınca tasarımcı açıkça anlaşılıyorsa o halde Tanrı neden kötülükler karşısında gizlenme ihtiyacı duyar? Nasılsa varlığı belli imiş! Tanrı neden en büyük kötülüğün karşımızdakine tokat atmak olduğu bir düzenek kurup bizi orada sınav yapmamıştır? Neden en azından çocukları korumuyor? İçinde çocuk tecavüzlerinin, katliamların olduğu bir düzenek kurup orada sınav yapmak biraz sadistçe değil mi? Örneğin, Testere diye bir film vardı. O filmde de insanlara ders vermek isteyen biri onları kaçırıp içinde işkence ve ölüm de barındıran yerlere kapatıyor ve ne yapacaklarını seyredip onları test ediyordu. Testi geçenler de oluyordu, feci şekilde can verenler de. Adam aslında Tanrı’yı oynuyordu. Ve bizler hür bir zihinle filmi izlediğimizde söz konusu adamın bir psikopat olduğunu tereddüt etmeden söyledik! Tanrı hakkında da aklı hür bırakmak, gerçeklere ulaşmak için faydalı olur. Son olarak, öldürülen bir çocuğun sınavı nedir acaba? Daha o yaşta, bir şey öğrenemeden ve olgunlaşamadan göçüp gitmenin bir sınav olduğu nasıl iddia edilebilir?
Cevap 13:
Fizikçilerin ateist oldukları iddiası uydurmadır tam tersine çoğu teist dindardırlar.
Görmediğimiz sözde başarısız denemelere inanacağız, ama gördüğümüz başarılı denemeye inanmayacağız!
Olsaydı olmasaydı anlam ifade etmez. Olana göre konuşacağız.
Hareket kavramının tamamen zihinsel bir kavram olduğunu birazcık Paskal ve Newton okunursa anlaşılır.
Eylemsizlik ilkesi bizim hareket dediğimiz şeyin cisim üzerinde etkiyen bir kuvvetler bileşkesi algısı olduğunu ortaya koyar. Böylesi bir şeyin varoluşun nedenidir diye iddia edilmesi, cevap vermeyi zorlaştırıyor.
Kullanılan ikinci kavram da Katolik teist fizikçilere ait tasarım kuramıdır.
İslam cenabı Allah’ın Halık ve Bari sıfatlarını bildirerek onun yaratmasının da zatı gibi eşsiz ve benzersiz olduğunu beyan eder.
Dolayısıyla insan zihnine ait bir kavram olan tasarım (creation) İslamdaki halk (yaratma) ile eş değildir.
Tasarımcının da tasarımcısı olabileceğine göre sonsuza değin ilk tasarımcıyı aramak iddia sahibine aittir.
Dünyada mutlulukla beraber acının olması ve tüm bunların geçici olması zaten ahiretin varlığını zorunlu kılmaktadır.
Geçici acıların sonsuz mükafatı vardır. Adil mutlulukların sonsuz ve mükemmel devamı vardır. Ancak bunu ret ettiğinizde sonsuzu siz kendiniz için cehenneme çevirirsiniz.
Diğer taraftan, Allah’ın varlığı ve evreni hassas dengelerle yaratma ve idare etmesiyle fizikçilerde iman etmeyenlerin çoğunlukta olması, birbiriyle alakalı bir durum değildir; Yaratıcının varlığını kabul eden bilim adamlarının çokluğuna rağmen eğer bunların hiçbiri de iman etmeseydi Allah’ın varlık ve birlik hakikati gölgelenmeyecekti. Zira Allah’ın varlığı da saltanatı da daimîdir, insanların rağbet ve itibarına muhtaç değildir, sahte ilahlar ve putlarınki gibi insanların yüz çevirmesiyle ilahlığı sona ermez.
Ayrıca hassas ölçülerle mucize yaratılış, kudret harikası olan İlâhî icraatları evrenin uzak köşelerine gidip aramaya ihtiyaç yoktur, zira insan ilminin oralara kadar ulaşması nadiren olduğundan, hikmeti bilinemeyen sırlar perdesi şüphe ve evham kapısını arayabileceğinden en yakından yani kendinden ibret ve insafla tefekkür edilip, rasat edilirse hakikat güneş gibi zuhur edecektir.
Mesela insan gözündeki estetik, faydalılık, intizam, harikalık, kıymetlilik onu yaratanın birliği gerçeğinin aleyhindeki bütün teorileri boşa çıkarır. İnsan gözünü elinize alıp vücutta takacak bir yer aradığınızda dönüp dolaşacağınız gözün kendi yeridir. Gözdeki yağ tabakasının görme işleviyle vazifelendirilmesi mükemmel bir terbiyedir, dünyanın en güzel gözü bile eğer kaşsız olsa çirkin olması, bir bütünün parçası olduğunu zahiren gösterirken, içsel pek çok organ ve damarlarla birlikte hareket etmesi bütün aza ve organları planlayıp, hizmetine sunan Yaratıcının planının bir parçası olduğunun delilidir. Görme kalitesinin en gelişmiş kameralardan çok üstün olması yaratılmasındaki üstün kudret ve ilmi nazara vermektedir.
Bir gözün mucizeliğine dair kitaplar yazılabilirken onu manasız ve tesadüfî görmeye çalışmak ya cehaletin, ya da küfürde inadın sebebi olabilir.
Yaratıcının varlığını kabul edip, onu da bir Yaratıcıya mahkum etmek, hem Yaratıcı olduğunu kabullenip hem de mahluk olduğuna hükmetmek tam bir çelişkidir, gerçeğin iptalidir zira zıtların bir arada olması imkan dışıdır; hem hakim, hem mahkum olmayı Yaratıcıya isnat etmenin açıklanabilir hiçbir mantıklı yönü olamaz.
Allah’ın ezeliyeti kabul edilmezse maddenin ezeliyeti kabul edilmesi gerekir. Bunu anlayabilmek için elimizde bir cam kase olduğunu düşünelim. “Cam, kâse hâlini nasıl aldı?” sorusuna bir materyalistin vereceği bir cevabı yoktur.
Bir de camın imâl edilmesi var. Camın aslı kum, kireç ve soda maddeleri. Bunlar bir işlemden geçerek cam hâlini alıyorlar. Bu sonucun arkasında bir ilim, bir kudret, bir irade yatıyor. Yoksa bu maddelerin cam olmaya ne ihtiyaçları var ki, böyle uzun ve çileli bir yola kendiliklerinden girsinler. Bu bir terbiye meselesidir.
Kâinat sarayı da cansız elementlerle yapıldı. Ama kâinat ilk noktadan itibaren durmadan yol aldı, büyüdü, gelişti, yayıldı, değişti. Ve sonunda bugün gördüğümüz hâlini aldı. Bütün bu faydalı ve hikmetli işler cansız maddelere verilemeyeceğine göre, onları büyüten, değiştiren ve geliştiren biri var. Dünün tuğlaları bugün ev olmuşsa, dünün mürekkebi şimdi kitap olarak karşımıza çıkmışsa, dünün hareketsiz maddeleri bugün bir taksi yahut uçak hâline gelmişse, biraz düşünmek ve bu gelişme ve değişmelerin onların yapılmasında kullanılan maddenin ezeli oluşuyla açıklamak aklen mümkün değildir. Ama kendini aldatmak isteyenleri böyle bir vehim doyurabilmektedir.
Her şeyin kötü olması sizin kara bir gözlükle varlıklara ve olaylara bakmanızın neticesidir. Bu durum dünyanın en güzel tatlısına, dilinizin tad alma özelliği olmadığı için tadı yok ve lezzet alamıyorum demeniz gibi bir şeydir. Duyma özürlü olduğunuz için en güzel musikinin varlığını inkar etme veya kötü olduğunu iddia etme hakkına sahip olamazsınız.
Ateşin yaratılışı çirkin değildir, siz onu yanlış kullanarak elinizi, evinizi yaktınız diye onu nimet olarak yaratılmasının inkar edemezsiniz. Yağmur, sadece tedbirini almayan ev sahipleri için felaket olabilir, zira yağmur rahmettir ve bütün canlılar onun yolunu gözlemektedir. Kangren olan parmağı kesmek görünüşte parmak kesildiği için şer olsa da hakikatte hayırlıdır, parmak kesilmezse el gider belki hayatı ölüme çevirme ihtimali de olabilir.
Netice şudur ki kötülük insanın bakış açısındadır, varlıklar ve olaylar bakışa göre değişir. Sonsuz rahmet sahibi Allah’ın esma penceresinden baktığınızda her şeyde hikmet ve rahmetin hükmettiğine şahit olursunuz, bundan mahrumiyet insana azap ve işkence vermeye sebep olur. Örneğin ölüm; imansız bir gözle bakılırsa, idam, yokluk, çürümek, dağılmak, dünyadan ve sevdiklerinden ayrılık görünürken, iman sahibine dünya yaylasından ahiret yaylasına intikal, hizmet çiftliğinden ücret dairesine gidiş, zahmetler memleketinden rahmetler memleketine göç etmek olup, dünyadaki bir iki dostundan geçici ayrılığa bedel vefat etmiş yüzde doksan ahbabına kavuşmak olduğundan ayrılık değil kavuşma olarak görünür.
Zalimlerin, katillerin zulüm veya katl fiillerini işleyeceği zaman engel olunması insanın iradesine ipotek konulması demektir, en aşağı derekelerden en üst derecelere yükselme kabiliyetinde olan insan eğer bunu kendi iradesiyle yapmazsa, başka bir iradeye bağlı kalıp yanlıştan eli kısalır, hayırda eli uzarsa hiçbir manevî mevki, hiçbir ulvi rütbe sahibi olmayı hak edemez.
Dünya, insan için tercih dünyasıdır; Ebu cehil olmak da, Ebu Bekir (ra) olmak da insanın kendi tercihidir; nitekim kömür ruhlularla elmas ruhlular bu imtihan meydanında tecrübe edilecek ve ayrılacaktır.
Çocukların ve masumların gördüğü zarar ahirette ulaşacakları mükafat yanında hiçbir şey mesabesindedir eğer mümkün olsa ve kendilerine sorulsa şöyle diyeceklerdi: “Çok az zahmet çektim, çok büyük saadetlere ulaştım.” Sonsuz rahmet sahibi elbette onları mazlum ve mağdur etmeyecektir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Alyuvarlarda ki hassas denge ve ölçü kimin eseridir? | Sorularla ...
Hassas Ayar argümanı hakikat midir, kâinattaki hassas ayar ya da ...
Evrende en ufak bir başıboşluk var mı? | Sorularla İslamiyet
Ben tam anlamıyla mükemmel bir evren göremiyorum, nerde bu ...
Evren tasarlanamaz mı, Allah neden bu kadar bekleyip kainatı yarattı?
Evrende kusur yok mu? Bir evrenin kusursuz, inanılmaz bir ahenk ...
Allah bu dünyadaki kötülüklere neden müsaade ediyor? Zulme ...
Bizi bu şekilde tasarlayan Allah ise kötülüklerin sorumlusu neden ...
Evrende var olan kötülükler izâfî midir? | Sorularla İslamiyet
Her şeyi Allah yarattı, Allah'ı kim yarattı? sorusunun cevabı.
Allah’ı bu dünyada niçin göremiyoruz?
Soru 14:
Evren nasıl oluştu, insan nasıl oluştu v.b. soruların biricik geçerli yanıtı ‘bilmiyorum’dur. Ateistler bu geçerli yanıtı verir, bu yüzden haklıdırlar. Ateistler bu sorulara açıklama getirmek zorunda değildirler. Bu sorulara dinlerin verdiği yanıtları inandırıcı bulmamak ateist olmak için kafidir. Bilmiyorum derler ve herhangi bir şeye inanmazlar. Ama dindarlar nedense bilmediğini kabul edemiyor ve spekülatif bir şeylere iman etme yoluna gidiyorlar. İş bu kadarla sınırlı kalsa hoş görülebilir ama hayatı bu inanca göre düzenleyip inanmayanlara nefret kusmaya, onların yanacağını söylemeye, ahlaksızlıkla itham etmeye v.b. başlayınca işin rengi değişiyor ve din yanlış olmayı aşıp zararlı da oluyor. İnanmayanların, kibir gereği inkar ettiklerini söylüyorlar. Oysa kendilerinin, bilmiyorum yanıtı onları boşlukta hissettirdiği için, bilinmezliği kabul edemeyecek denli ürkek ve toy oldukları ve ölümden deli gibi korktukları için inanmaya ihtiyaç duyuyor olabilirler. Ama hayatta kalma arzusu her canlıda, bir böcekte bile vardır. Böyle bir ihtiyacımız olması, bu ihtiyacın karşılanacağını göstermiyor. Böceklerin cenneti var mı?
Cevap 14:
Agnostisizm ile ateizm arasındaki farkın tam bilinmediği anlaşılıyor.
Agnostikler kendi öznel bilgilerinin yetersizliğini ifade ederler ve içsel olarak imana ya da imansızlığa güç yetiremediklerinden bahsederler. Buna küfrü meşkuk denir. Yani şüpheci bir inkar demektir. İman cihetinden gelirseniz inkar cihetine yönelirler. Ancak aynı zamanda imana ait konuları bolca düşünüp tartışarak aslında onları gizli olarak kabul ederler.
Oysa kendimize baktığımızda bize verilen her ihtiyacın ve talebin bu dünyada karşılanması, sonsuz yaşamak isteğimizin de başka bir alemde karşılanacağının bir göstergesidir.
Örneğin anne rahmindeki bir çocuğun ağzı ve midesi olduğu halde, orada onlara uygun nimetler verilmemektedir. Eğer çocuğun anne rahminden başka bir aleme gitmeyeceği iddia edilirse, o zaman ağız ve mide gibi organların gereksiz olduğu iddia edilebilir.
Ancak her aklı başında olan insan bilir ki, o organlar anne rahminden başka bir alem için yaratılmıştır. Bu durum tek başına hayatın sadece anne rahmiyle sınırlı olmadığını, başka bir alemin de varlığını bildirir.
Aynen bunun gibi, insana verilen ebedi yaşama arzusu, sonsuz var olma duygusu bu dünya hayatında karşılanmıyor. Demek ki, bu duyguların sonsuz karşılığı olan başka bir alem var ve o alemin daha kolay anlaşılması için insanın kendisine takılmıştır.
Bunu inkar etmek, kişinin kendi varlığını inkar etmek demektir.
Şu halde, bu duyguyu insana veren zat, sonsuz olmalı ve o sonsuzluğu insana verdiğine göre, mutlaka sonsuz bir hayatta o isteklerin karşılığını da mükafat veya ceza olarak verecektir. Her insan cennetini de cehennemini de kendisi hazırlamaktadır.
Ateistler, biliyorum iddiasındadırlar ve gökteki güneşin olmadığına dair tam bir kanaatle hareket ederler.
İslam evrenin nasıl yaratıldığını değil niçin yaratıldığı sorusunu önceler, bununla birlikte bilim ehline yol gösterecek işaretler de verir. Allah-u Teala'nın bize vahiy ile açıkça bildirdiği sıfat ve esmalarının ve açıkça bildirdiği kitap ve sünnetle belirlenmiş hususlar dışındaki konularda ise farklı ve yeni bilgiler öğrenilebilir.
Diğer taraftan, her şeyi yok iken var eden, ancak kendisinin varlığı ezeli ve ebed olan bir zat olmalı ve varlıkları yaratmalıdır.
Bu nedenle, art arda bağlı hadiseler zincirinde mutlaka bir ilk halka olmalıdır ki diğer halkalar ona bağlı olsun.
Örneğin, on beş vagonlu bir trende, her bir vagonu bir önceki vagon çeker. Sonuçta iş, lokomotife dayandığında, "Lokomotifi kim çekiyor?" diye sorulmaz. Çekme gücü olan, fakat çekilmeye ihtiyacı olmayan bir araç olmalı ki -o da lokomotiftir- tren sağlıklı olarak hareket edebilsin.
Demek ki, her şeyi yok iken var eden, kendisi başkasının var etmesine muhtaç olmayan, her şeyin kendisine muhtaç olduğu bir zat olmalı.
Şu halde, Yaratıcı olan, yaratılan olamaz. Kuvvet ve kudreti sonsuz olan, bir başkasının tesiriyle vücuda gelemez. Başlangıcı olmayan ezeli varlığın, sonradan olması düşünülemez. Demek ki, sonradan olanlar, ancak başlangıcı olmayan birisinin tesiriyle var olurlar.
Kısaca hem yaratıcılığın sonsuz kemal sıfatlarıyla donatılmış, hem de mahluk olmanın gereği olarak sınırsız eksikliklere sahip bir konumda olamaz.
Diğer taraftan, inkar yolunda yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikelidir. Bir insan, gövdesini güneşlendirmek istediği zaman, ya bir Mevlevî gibi dönerek gövdesinin her tarafını güneşe karşı getirir veya güneşi o uzak mesafeden çekip, eline alıp gövdesinin etrafında döndürecektir. Birinci şık, imanın kolaylığına ikincisi de inkarın zahmetlerine örnektir.
Dünyada hindistan cevizi yoktur diyen kişi, bütün dünyayı ve dünyanın her köşesini gezip dolaşıp ancak onun yokluğunu ispat edebilir, ancak var diyen kişi oturduğu yerden onun resmini gösterse varlığını ispat eder. İşte inkar etmek, son derece müşkil iman ise pek kolay bir tercihtir. Örneğin Süleymaniye Camisi’nin “mimarı var mı?” diye sorulduğunda “bilmiyorum” veya “yoktur” demenin hangi haklılık yönü olabilir. Mimarı tanımayabilirsiniz, ancak mimarı inkar etmek mümkün değildir. Bir mimarı kabul edip, itiraf etmek en kolay ve en akılcı yoldur.
Süleymaniye Camii'nden sonsuz kat daha büyük, daha sanatlı, daha canlı, sürekli faaliyetlerin en muazzam, en mükemmel derecede devam ettiği kâinatın mimarının olup olmadığına dair “bilmiyorum” ya da “yoktur” demek manevi körlük ve manevi sağırlıkla aynı eşdeğerdedir.
“Mona Lisa portresinin ressamı var mı?” sualine “bilmiyorum” ya da “yoktur” diyen mi haklı, yoksa bir ressamı vardır cevabını veren mi?
Şurası kesin: İman sahipleri boşlukta değil bilakis sarsılmaz bir imanla imanlarının gereğini ifade etme huzurunu yaşıyorlar. Bir binanın ustasını, bir resmin ressamını, bir eserin sanatkarını inkar edemeyen nasıl olur da insan yüzünü yaratan Allah’ı inkar edebilir. Halbuki bu insan, portre değil; canlı, hayatlı, duygulu, yaşadığı ortam ve şartlara göre belki bin farklı şekle girebiliyor; hüzünlü, sevinçli, korkulu, endişeli, hasretli... ağlıyor, gülüyor, heyecanlanıyor... bir avuç alanda bin ayrı tecelli.
Evet “biliyorum” benim yüzümü yaratan bin bir esma sahibi Allah’tır.
Doğru İslamiyeti bilen ve yaşayan İslam bilginleri ve tebliğcileri, muhatapları azılı kafir de olsa onların hayatlarına zarar verecek en küçük davranışta, en ufak ima da dahi bulunmazlar. Çünkü bilirler ki vazifeleri sadece tebliğdir. Bu nedenle, insan iradesine karışmazlar, zorla kimseye bir şey anlatılmayacağını, zorla kabul ettirmenin yaratanın rızasına uymadığını bilirler, ancak ikna ile, ilim ile hakikatlerin anlatılacağının farkındadırlar.
- Eğer ahiret olmazsa insan boşuna yaratılmış olur, ahiretin yokluğunu kabul etmek yaratıcıyı hikmetsiz, boş ve faydasız iş yapmakla itham etmektir. İnsan fıtratının en büyük ihtiyacı ebedi olmak, bekaya ulaşmaktır. Kısacık dünya hayatında yumruk kadar insan midesi için yeryüzünü bir sofra olarak seren rahmet sahibinin, insan ruhunun en büyük ihtiyacı olan beka duasını işitmemesi düşünülemez.
Dünyanın bütün mahsulatı ahirete akarken ahiretin olmayacağını vehmetmek nefis ve şeytanın hilesinden başka bir şey değildir. Bir şeker fabrikasının çıkardığı şeker çuvallarını tırlara yükleyip sonra da denize boşaltmak ne kadar büyük bir abestir. Bu evrenin bütün ürünlerinin yokluk denizine döküleceğini zannetmek de abestir, aldanıştır ve sonsuz hikmet sahibi Hakim-i mutlak olan Allah’tan asla beklenmeyecek bir fiildir.
Bir koyunun gübresini dahi israf etmeyen hikmet, evrenin yaratılış sebebi olan insan hayatının hiçbir sözünü, fiilini, amelini zayi etmeyecek ebedî karşılıklarıyla muamele edecektir.
İslam'da korku ve ümit dengesi vardır. Müslüman hem Allah'ın Kahhar isminden korkar, azabından Allah'a sığınır hem de Rahman ve Rahim ismiyle ümid bulur mükafatını bekler. Bu korku ve ümit dengesi insanı insan yapar.
İnanma ihtiyacı doğuştan gelen bir ihtiyaçtır. Düşen uçakta, yıkılan bir binanın enkazı altında, sıkışılan bir çukurda hangi ideoloji ve inançtan olursa olsun insan meçhul bir himayeciden yardım talep eder. İşte o anda sığınılan liman aslında Allah’ın rahmetidir. Ölüm korkusu inanca sebep oluyor düşüncesi ateizmin ortaya koyduğu, zorlama üretilmiş bir safsatadan ibarettir. Zira bir Müslüman Allah’tan başka hiçbir şeyden hakiki manada korkmaz. İslam, mahlukata taksim edilen tüm korkuları birleştirip Allah korkusunda toplar. Halley kuyruklu yıldızı dünyaya yaklaşırken Amerikalılar dağda çadırlar kuruyordu. Kuyruklu yıldız dünyaya çarpsa dağda korunacaklardı (!) Hakiki imanı elde eden bir mümin ise böyle bir durumda “Bu yıldız Allah’ın semavat ordusunda milyarlarca askerinden bir askerdir. Dizginleri Allah’ın elindedir. İntizam Allah’ın kudretindedir.” deyip tevekkül eder. Korkusu binden bire iner. Ateizmin insana sunduğu yaratıcısız evren modelinde evren denizinde dünya sahipsizdir, yöneticisizdir. Kaptanı olmayan bir gemideki yolcular ne kadar rahat ve korkusuz olabilir?
Eğer Allah’tan hakiki manada korkabilirsek ölüm korkusu Allah’a hesap verme korkusuna ve dünyada daha fazla kalıp hayır işleme ümidine dönüşür. Böyle bir düşünce ise hayatı azaba çevirmez aksine dünya hayatını daha dikkatli ve düzenli yaşamamıza vesile olur. Müslümanlar, ölüm bahsi geçince “konuyu değiştirir misin” deyip ölümden korkmaz. Ölüm mümine göre Allah’ın fani bir memleketinden başka bir memleketine seyahattir.
Şimdi Müslümanlar ölümden korktukları için mi inanıyorlar yoksa inandıkları için mi ölüm korkusunu yeniyorlar, varın siz karar verin.
İlave bilgi için tıklayınız:
Bütün varlıkları Allah yarattı; öyleyse -haşa- Allah'ı kim yarattı ...
Allah'ın ezeli ve ebedi oluşunu nasıl anlamak gerekir? | Sorularla ...
Feyyaz Tv Ahirete İman Video Serisi
Hayvanlar öldükten sonra ruhları ne olur ve bu hayvanlar cennete ...
Soru 15:
Ben demokrat, çoğulcu, düşünce ve ifade hürriyetlerine değer verdiğini söyleyen v.b. dindarlar görünce çok şaşırıyorum çünkü bu tanımlar ile cehennem inancı çelişiyor. Bir yandan bana selam verip beri yandan sırf seninle aynı inançta olmadığım için sonsuza dek cehennem adlı bir yerde işkence görmeyi hak ettiğimi söylemen felaket bir çelişki. Üstelik benden nefret etmiş oluyorsun. Oysa ben bu kadar şiddetli bir nefreti hak edecek hiçbir şey yapmadım sana. Bak, din sana hoşgörü yerine nefret aşılıyor. Çünkü senden, benim sonsuza dek işkence görmemi onaylamanı istiyor ve sen de onaylıyorsun. Dünyadayken insanları düşünceleri yüzünden hapse atan veya çalışma kamplarına gönderen despotlara demokratlık adına karşı dur ama başka bir dünyada aynı insanların düşünceleri yüzünden sonsuza dek eziyet görmelerini sağlayacak bir başka despota tapın! Bu bir çelişki değil mi? Kendi cennetinizi benim cehennemim üzerine mi kuracaksınız? Bu nasıl bir fikir? Başkalarının acıları üzerine mutluluk kurabilen insanlar mısınız siz? Başkaları cehennemde cayır cayır yanarken sen hurilerle mi eğleneceksin? Başkalarını haraca bağlayıp sen hakim millet olarak sefa mı süreceksin? Bu durum vicdanını rahatsız etmiyor mu? O hurilere ne demeli? Huri dediğiniz nedir? Sunulmuş, ‘tavlamak’ için çaba gerektirmeyen, sadece senin isteklerine dönük, iradesiz kadın. Bir tür köle yani. Her şey bunu elde edebilmek için mi? Kendi cennetini onun cehennemi üzerine kuruyor ve bunu onaylıyorsun. O kadar ibadetler, belki yardımlar, iyilikler, belki üstüne bomba bağlayıp patlatmalar v.b. hep ne için? İki tane tomurcuk memeli ceylan gözlü için öyle mi? Şimdi siz hakikaten iyi insanlar mısınız? Şimdi bunun adı ahlak mı?
Cevap 15:
Çevremizdeki insanlara inançsız iseler bile merhametli davranmak yaratılmış oldukları yani yaratanından ötürüdür ve İslam ahlakının enginliğini gösterir.
Eğer size hakikati lisanen ve halen tebliğ etmemiş isek o zaman söylediklerinizde haklı olursunuz.
Cennet ya da cehennem iradelerimizin sonucudur. Cenabı Allah herkese istediğini yapıp ettiğine göre ceza veya mükafat vermektedir.
Bütün kainatın yaratıcısı olan ve her an ve oluşta varlığına milyonlarca şahitler bulunan bir Allah’ı inkar etmek ve bunu bir ömür bu kadar sistemli yürütmek sırf rahmet ve lütuf olan ilahi yakınlıktan en uzak olan bir yer istemek demektir.
Cehennem onun rahmet ve sevgisinden en uzak olan mekandır ve ona karşı nefret duyanların onun rahmetini itmelerinden hasıl olur. Allah bütün insanlığı selam yurdu olan cennete davet ediyor. (bk. Yunus, 10/25) O davetiyeyi inançsızlıkla yırtan birinin ahiretteki akıbetinin faturasını, davet sahibine ve daveti duyuranlara kesmesi mantık dışıdır.
Ayrıca, birilerinin cennete girmeleri, birilerinin cehenneme girmelerine bağlanmamış ki, bu iddia doğru olsun.
Huri takıntısı psikolojik olarak ele alınmayı hak ediyor. Hurilerin dünyevi şehvetin adiliğinden münezzeh güzelliğini anlatan ifadeleri bile sapıkça yorumluyor. Göğüsleri henüz tomurcuklanmış ve inci gibi ifadeleri çocuksu masumiyete ve şehvetle kirlenmemiş güzelliğe vurgu yaparak cennetin lezzetlerinin içeriğinin de mukaddes olduğunu anlatmaktadır.
Yoksa bir pornocunun gidebileceği bir cennet ya da zevki söz konusu değildir.
Diğer taraftan, cennete sadece erkekler gitmeyecek ki, bütün cennet lezzetleri hep bununla anılır olsun. Cenneti hak eden kadın-erkek herkes girecek ve canların istediği her şey anında ihsan edilecektir.
Cehennemin yokluğunu düşünmek ise, bir yandan zalimlerin dünyayı cehenneme çevirdiğinden dert yanıp diğer yandan zulme taraf olmaktır, katillerden şikayetçi olup katillerin ceza görmesini hazmedememektir. Yeryüzünü kan gölüne çevirenler, masumları katledenler, binlerce insanı kendi menfaat ve ideolojilerine kurban edenler, anarşistler, teröristler, kan içici despotlar cehennem olmadığı takdirde ne olacak, yaptıkları yanlarına kâr mı kalacak? Dünyada onlarca çocuğa tecavüz eden bir insanın hakkında verilebilecek idam hükmü ya da ağırlaştırılmış müebbet hapis onun bu kabarık suç dosyası için gerçekten yeterli bir ceza mıdır? Bu dünyanın ötesinde bir hesaplaşma olmazsa alev alev yanan yürekler nasıl ferah bulur? Her vicdan sahibi Cehenneme taraf olmalıdır.
İbadetler ise, bırakın huriler için Cennet için dahi yapılamaz, yapılsa batıl olur, ebedî alemde karşılığı görülmez. İbadet, Allah emrettiği için yapılır; mükafatı hesap edilmez. Zira ibadet, ileride alınacak bir ücret için değil geçmişte verilen nimetlere şükür için yapılır. Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı varsa, insana verilen ruhsal ve bedensel özelliklerin, baharın, meyvelerin, çiçeklerin, arının balının, tavuğun yumurtasının, dünyadan bir milyon üç yüz bin defa büyük güneşin, tonlarca ağırlıktaki bulutların, kalbimizin çalışmasının, kanımızın temizlenmesinin, fotosentezin, yer çekiminin... saymakla bitiremeyeceğimiz nimetlerin ne kadar hatırı vardır, bunları ihsan eden Rabbimize ibadetle teşekkür etmeyelim mi?
Cennet ve içindekiler, huriler, saraylar, köşkler, sınırsız ikramlar, dostlarla buluşmalar, peygamber sohbetleri, Allah’ı tanıma ve sevmede sonsuz terakki alanları, maddi ve manevi sonsuz nimetler, ebedi alemin ebedi güzellikleri... Bütün bunlar yalnız hurilere mahsus değil, hurilerden ibaret değil. Ayrıca cennet ve huriler kazanılmaz, Allah lütfundan, ikramından ve ihsanından verir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Canlı bomba eylemi caiz midir?
Soru 16:
Din ne yazık ki insanları normalde asla onaylamayacakları şeyleri onaylar hale getirebiliyor. En büyük zararı bence budur. Normalde kimse çocuk yaşta evliliği, çok eşliliği, tesettürü, savaşı, köle ve cariye alımını, cehennem işkencesini, kadın vaatlerini v.b. onaylamaz ve savunmaz ama din insanı bu hale getiriyor. Onaylar, savunur, savunmak için kırk takla atar, mazeret sıralar bir hale getiriyor. Dinin inananlarını getirdiği hal beni çok rahatsız ediyor ve bu yüzden beni dinine davet eden insanlardan da rahatsız oluyorum.
Cevap 16:
Çocuk yaşta evliliği, köleliği, sözde cehennem işkencesini onaylasaydık neden bunlara karşı mücadele edelim.
Tam tersine bunları kaldırmak için mücadele ediyoruz.
Tesettürün de ancak iman ve hikmetini bilmekle bir anlamı olduğunu anlatıyoruz.
Unutmamak gerekir ki, Allah’ı gerçek anlamda tanımak daha sonra onun emir ve yasakları üzerinde güçlü bir tanıma temelinde konuşmak doğru adrese ulaşmak için takip edilecek sağlıklı bir yol olabilir Aksi takdirde çıkmaz sokaklarda kaybolmak, karanlık vehim çukurlarında boğulmak tehlikesi kaçınılmaz olur.
Örneğin, Allah hakimdir; abes iş yapmaz, icraat ve tasarrufları faydasızlıktan uzaktır, şer görünen nice şeyler vardır ki hakikat noktasında hayırdır. Çünkü yaratıcı hayra taraftır, hikmeti irade etmektedir. Uzman doktorun hastayı ameliyat etmesini, bahçıvanın ağaçları budamasını şer gibi algılayanlar olabilir. Bu durum, onların gerçekten habersiz olduklarının, görünüşe aldandıklarının göstergesidir.
Sonsuz hikmet, rahmet ve ihsan sahibi olan Allah da görünüşte şer gibi algılanan şeyleri nice hikmetler için yaratmıştır. Bize düşen görev, bunların hikmetlerini aramak ve bulmaktır.
Ayrıca, görünüşte çirkin ve şer gibi görünen şeylerin yaratılması, güzelin güzelliğini ortaya koymak içindir, güzel neticelere vesile olmaktadır, güzelin kıymetinin anlaşılmasına yardımdır, Allah’a şükür vasıtasıdır.
Örneğin, şeytanın yaratılması zahiren şer ve çirkin görünürken cennete girmeye vesiledir, insanların manevî terakki ve yükselmesinin vasıtasıdır. Çekirdekten ağaca kadar ne kadar mertebe varsa insanın mahiyetinde de böyle maddî ve manevî kabiliyet ve fazilet derece ve mertebeleri vardır ve bunların açığa çıkmasına vasıta olan şeytandır. Bu yönüyle şeytanın yaratılması adeta terakki zembereğidir. Bu hayırlı sonuçlardan sonra şeytanın yaratılmasına şer demek mümkün değildir; şer olan, insanın şeytanın oyuncağı olmasıdır. Ateşe elini uzatıp yakan kimse, ateşin yaratılmasının şer olduğunu iddia edemez. Ateşi kendine şer yapmıştır. Demek ki, şeytanın yaratılması, imtihanın olması, bela ve musibetlerin gelmesi, şer değil, hayırdır; çünkü Yaratıcı hilkatte şerri değil, hayrı esas almaktadır
Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesinin altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam bitkilerin tebessümleri saklanmıştır. İdrarı zahiren çirkin görenler olabilir. Ancak onu inceleyen ilim dalı var ve insanların hastalıkları idrarın tahkikiyle ortaya çıkmaktadır. Sadece bundan bile, Yaratıcının sonsuz hikmet sahibi olduğu anlaşılabilir.
Özetle yaratılışta gerçek anlamda çirkinlik ve şer yoktur, bütün şerler insanın muhakemesiz ve İlahi kasıt ve hikmetten habersiz olarak egosunun yaptığı yorum ve bakış açısından kaynaklanmaktadır.
Allah’ın Hakim isminden habersiz olan, Adil isminin tecellilerini evren sayfalarında okuyamayan, Rahim isminin tecellilerinden mahrum olan, Kerim isminden istifade edemeyen elbette varlıkları ve olayları yanlış değerlendirecektir; Kuran güneşine gözünü kapayıp, kırık dökük cep feneri hükmündeki dinsiz felsefeye müracaat eden elbette Cehennemin yaratılışını aklına sığıştıramayacaktır, Allah’a ve yarattıklarına iftira atacak, nankörlük edecektir. Böylece farkında olsun veya olmasın cehaletini ortaya koymuş olacaktır.
İslâmiyet sulha, barışa, asayişe itibar eder; savaşı, katliamı asla teşvik etmez. Mazlumların imdadına yetişmek, zulmü önlemek, küfrün taarruzuna mukabil savunma hakkını kullanmak manasında olan mücadele ve mücahedelere dinimizde savaş değil “Cihad” denilmiştir, bunun diğer savaşlardan en bariz farkı Allah için olmasıdır, nefis hesabına değildir. Bunun böyle olduğuna dair vereceğimiz bir örneğin bile konunun ne kadar hassas olduğunu göstermeye yeteceğini düşünüyoruz:
Bir zaman, Hazreti Ali kendisiyle savaşan düşman safındaki kafiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kafir ona tükürmüş. Bunun üzerine Hz. Ali o kafiri bırakmış, kesmemiş. O kafir ona, "Neden beni kesmedin?" diye sorunca, "Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım ve samimiyetim zedelendi. Onun için seni kesmedim." diye cevap vermiş. Bundan sonra o kafir ona şöyle demiş: "Tükürmemin nedeni, beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece safi ve halistir; o din haktır."
Kölelik ve cariyelik insanlık tarihi kadar eski olup bu sosyal hastalığın günahı İslâm’a yüklenemez. İslam, insan psikoloji ve fıtratına uygun olarak birdenbire değil, belli süreç dahilinde peyderpey bu sistemi önce ıslah etmiş, sonra tamamen kaldırmıştır. Hz. Muhammed’in (asm) pek çok hadisleriyle de sabittir ki dinimiz köle azat etmeyi şiddetle teşvik etmiş, bunun büyük sevabı olduğunu ilan etmiş, köle ve cariyelere merhametle muamelede bulunulmasını, kızı ve oğlu gibi görmesini emretmiştir.
Evlilik müessesinin yaşla ilgisi yoktur, ergenlikle ve evliliği bir ihtiyaç görmesiyle ilgilidir. Bir erkek ergen olduğunda ve biyolojik ihtiyacını gidermek istediğinde, ya evlenecek cinsel ihtiyacını helal dairede tatmin edecektir ya da zinanın kapısını çalacaktır. İkincisinin ne kadar zararlı olduğunu anlatmaya ihtiyaç dahi yoktur.
Ayrıca, ergenlik çağına giren genç kız artık çocuk değildir, cinsel temayül sonucu flört adı altında erkeklerle beraber gezip tozması daha ileri gitmesi normal karşılanırken, toplum ahlakını, neslin sıhhatini, din ve şerefini muhafaza eden nikahlı beraberliğe düşman olmanın açıklanır bir tarafı olamaz. Bazı öğrenci kızların çantalarında yapılan arama sonucu hiç azımsanmayacak sayıda prezervatif bulunması durumun vehametini göstermeye yetmiyor mu?
15 yaşındaki bir genç kızın nikahsız olarak erkeklerle ilişkiye girmesi, hamile kalması, 9 ay karnında taşıma külfetine katlandığı çocuğunun sahipsiz ve hamisiz olduğundan 9 sene onu büyütmek için çektiği onca sıkıntı görmezden geliniyor; toplum nezdinde yediği zillet damgası da cabası. Bütün bu risklerden müstesna olarak iffet ve şerefiyle evlenmesi ise çok ağır şekilde tenkit ediliyor; akıl, insaf, vicdan buna nasıl razı olur?
Çok evlilik İslam’dan önce de vardı hatta bir adam kırk kadınla bile evlenir, boşanırdı; Kuran bunu en aza indirmiştir. Birden fazla evlenmek farz bir emir değil, zaruret dahilinde uygulanabilecek bir ruhsattır ve eğer böyle bir tercih yapılırsa uyulması gereken ağır müeyyideleri yerine getirme zorunluluğu vardır.
Sözün özü Allah Hakimdir, abes iş yapmaz, abes olanı emretmez, onun emirleri son derece hikmetli olup insanın huzur ve mutluluğu açısından son derece faydalıdır; kusur diye tenkit edilen konular aslında nice hikmetler barındırır. İslam’ın hayata getirdiği prensipleri “kabul edilemez” “onaylanamaz” “savunulamaz” olarak tarif etmek, asr-ı saadetten günümüze kadar akli muhakemesi ile, hür vicdanıyla, herhangi bir zorlama olmaksızın İslam’ı kabul eden ve tâ kıyamete kadar kabul edecek olan milyarlarca Müslüman nüfusunu hikmetsizlikle, akılsızlıkla ittiham etmektir. Günümüzdeki toplumsal kaosların sebebi acaba bu din mi? Suça eğilim oranı dindarlarda mı inançsızlarda mı daha fazla? İntihar vakalarının daha çok dindarlarda mı yoksa inançsız veya dini zayıf insanlarda mı görülüyor? Dünya savaşları din için mi yoksa dünyayı ele geçirmek için mi çıktı? İslam coğrafyalarındaki kan ve gözyaşının sebebi İslam mı yoksa kafir zalimlerin oyunları mı? Sorunları ve soruları artırabiliriz. Bu soruların cevabı sizi gerçeğin ta kendisiyle yüzleştirecektir.
Soru 17:
Tanrının zaman üstü olduğunu söylemek saçmalıktır. Tanrı bir varlıktır ve her varlığın var olduğu anlar sıralanabilir. Varlık varsa zaman da vardır. Zamanın kendisi bir varlık değildir, soyutlamadır. Tanrının zamana dahil olmaması için var olmaması lazımdır.
Cevap 17:
Varlık ve zaman ilişkisi yalnızca geçicilik bağlamında dünyaya ait olarak değerlendirilmiş.
Big Bang kuramı evrenin başlangıcında zamanın sıfıra en yakın olduğu bir ufuk çizgisine kadar gider. Bundan ötesini ise konuşamaz.
Kuantumda da Planck sabitinden daha düşük değerlerin bizim için anlamı yoktur.
Ancak bundan ötesinin var olduğunu da biliriz.
Zamansal olarak ölçemediğimiz bu alan hakkında bilim konuşmaz ancak din ilahi emir ya da lahut alemi olarak bunu bize anlatır.
Cenabı Allah ise fiilleri ve yaratması itibariyle zaman dediğimiz tecellinin sahibidir. Zatı ve mutlakıyeti itibariyle de zamanlardan münezzeh olandır.
Yaratılmış varlıkların tezahürü zamansaldır ve buna oluş denir. Bu oluş zamansal olarak Allahu Tealanın ezeliyetini gösterir.
Zamanın da yaratıcısı olarak ilahi mutlakiyet ise beka sıfatı ile ifade edilir.
Allah, her şeyin Yaratıcısıdır, mahluk değildir. Zaman denilen boyut da mahluktur, sonradan yaratılmıştır; zamanı yaratan Allah nasıl olur da yarattığı boyuta dahil olmak zorunda kalır ve mahluk damgası vurularak ezeli ve önsüz sıfatı inkar edilme cüretine gidilir?
Hz. Muhammed’in kendinden bin dört yüz-bin beş yüz sene sonra gerçekleşecek olayları görür gibi haber vermesi gösteriyor ki, ona bu bilgileri haber veren ezeli ve önsüz olan Allah’ın zaman ve mekan kaydından müberra olduğunu göstermektedir; onun varlığı belli bir zaman dahilinde doğup, yaşayıp ve ölüp giden fani varlıklara benzemez.
Her şey, Allah’ın var etmesiyle, varlığını devam ettirmesiyle ve varlığının devam etmesi için gereken her şeyi Allah’ın ona vermesiyle var olur ve varlığını devam ettirir.
Örneğin, göz Allah’ın yaratmasıyla görür, Basir ismi evrende tecelli etmezse bütün gözler o anda kör olur; yıldızlar Allah’ın kudretiyle mihverinde şaşmadan, şaşırmadan hareket eder, Kayyum ismi tecelli etmezse, o anda bütün yıldızlar uzayda dağılır gider.. Bizim ilmimizin dışında vücudumuzda iş gören mükemmel yaratılıştaki organlarımızın aklı, ilmi, iradesi olmadığı halde insanlık tarihindeki nice alimler, nice bilim ve fen adamları bu muntazam ve baş döndürücü faaliyetleri ciltlerce anlattıkları halde bitiremiyorlar, Allah bin bir isminin tecelli ettiği bu icraat ve faaliyetleri bir an kesintiye uğratsa yeryüzünde canlı diye bir şey kalmaz.
Şu halde, bütün zamanları yaratan ve bütün zamanlardaki varlıkları idare ve terbiye eden Allah nasıl olur da zamanın mahkumu olur? Zamanın mahkumu olan ilah olabilir mi?
Allah sonradan yaratılmamıştır ki zamanın içinde dahil olma zarureti olsun. Onun gücü, kudreti, ilmi ve ezeliyeti ve ebediyeti kendindendir; hiç bir şey yoktu, ne zaman ne de bir mekan; sadece ezeli ve ebedi olan Allah vardı.
İşte, Allah, her şeyde olduğu gibi zaman denilen nimeti de yaratmayı murat etti ve zamanı yarattı.
Soru 18:
Bir tasarımcının var olması için evvela tasarımcının zihninde tasarlayacağı şeylerin bilgisi olması lazımdır. Şey olmadan bilgisi olamaz. Önce söz konusu şey olacak, sonra onun bilgisi olacak. Bu yüzden tasarımcı iddiası akıl dışıdır. Akıl bize der ki önce bilginin nesnesi olacak, sonra bu nesnenin bilgisi olacak ki akıl bu bilgiyle düşünebilsin, düşünme-tasarım en son gelir. Malzeme yokken düşünemeyiz. Düşüneceğimiz veriler de bize dışarıdan gelir. Aksini gösteren hiçbir kanıt yoktur ve bu yöndeki bir iddia tümüyle akıl ve bilim dışıdır. Dinin en temel iddiası akıl dışı zaten, yani daha baştan çuvallıyor.
Cevap 18:
Yine Yaratıcıyı, yaratmış olduklarıyla karıştırmak, Halıkı mahluk sınıfında değerlendirmek, Onun sıfatları bilinmediği halde hakkında iftira niteliğinde yorum yapmak gibi tutarsız ifadelerle karşı karşıyayız.
İlahi ilimde ezeli olarak bilgisi bulunan şeylerin kudret ve irade ile vücuda gelmesini ve yine de ilahi ilimde bulunmalarını anlamak gerekiyor.
Çok basit önyargı sorunları var. Bizim bilinç sistemimizle analojik örneklemeler veriyor. Düşündüğümüz şeylerin dışarıdan geldiği iddiası saçmadır. Zira “Zihnimizin dışı neresidir?” sorusuna verilecek cevabı yoktur.
Fenomenolojik olarak düşünülebilirse iç veya dış ayrımının anlamsızlığı rahatça görülebilir.
Allah ezeli ilim sahibidir, ilminde olan şeyleri iradesine ve hikmetine göre kudretiyle yaratır, yaratılan şeyler ilminden şehadet alemine çıkar; bu son derece mantıklı ve dosdoğru bir izahtır.
Ne yani, yok iken evreni ve içindekileri yaratan ve her an yaratmaya devam eden Allah bir şey yaratmak istediği zaman, misil, benzer, örnek aramak zorunda mı olacaktı? Bu zavallılık ancak insanlara mahsus olabilir.
Bunu basitçe anlamak için insanların sanatları ile Allah’ın sanatları arasında bir kıyaslama yapılabilir. İlk yaratılan kedi ile, bugünkü kedi arasında hiçbir fark yoktur yani şurasında eksik var da ilave edilmeli gibilerden bir zafiyet söz konusu değil.
Ancak insanların binlerce sene içerisinde cehaletini örttüğü nispette, ilimde fende gelişme kaydettiği oranda sürekli tasarım ve teknolojik aletleri kabuk değiştirmektedir. İnsan aklı düşünürken nispet ederek, kıyaslayarak, zıddını düşünerek, benzeterek, kendi iç dünyasında gördüğü bildiği şeyleri kullanarak çalışır.
Fakat ilmi ezeli olan yaratıcı ile bunu karıştırmak ciddi bir hatadır. Allah, bir şeyi yaratmadan önce de bilir ve varlığa çıkan her şey onun plan ve programında olduğu şekliyle yaratılır; bunun en büyük delili yaratılan hiçbir şeyde başıbozukluk olmaması, tesadüfe yer verilmemesidir.
Mükemmel yaratılışı inkar edip, her şeyin kendi başına buyruk, tesadüfen olduğunu iddia eden adamı bir ağaç bile tek başına yalanlayacaktır; zira birbirinin benzeri olan yapraklarıyla, her yaprağındaki özel desenleriyle, çiçeklerin bir elden çıkmış olduğunu gösteren tevafukuyla ve meyvesindeki tat, koku, şekil ve daha pek çok özellikleriyle kusursuz yaratılmasıyla ve ağacın bütününün aynı planın parçası olduğunu haykıran düzen, intizam ve ittifakla şirke ve inkara imkan tanımamaktadır.
Soru 19:
İslam’ın insanı araştırmaya, sorgulamaya ittiğini söyleyenler var. Oysa tam aksi! İslam’da iman sorgusuz sualsiz itaattir. Soru sormaya bile izin yoktur. Sadece kör iman vardır. Bakınız:
“(Ey Müslümanlar!) Yoksa siz de, daha önce Musa’ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değiştirirse, şüphesiz dosdoğru yoldan çıkmıştır” (Bakara Suresi, ayet 108)
“Andolsun ki, biz bu Kur’an’da, insanlar için her türlü misali sayıp dökmüşüzdür. Fakat, tartışmaya en çok düşkün, varlık insan olmuştur (insanın en çok yaptığı şey, tartışmasıdır)…” (Kehf Suresi, ayet 54-56)
“Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Musa ona: Sana öğretilenden, bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olayım mı? dedi. (Hızır) Dedi ki: Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin. (İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin? Musa: İnşaallah, dedi, sen beni sabreder bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem. (O kul dedi:) Eğer bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma!’’ (Kehf 65-70)
Cevap 19:
Demagoji yapılarak verilen ayet örnekleriyle kastedilen mana birbirinden farklıdır. Bakara Suresi 108. ayette “suile” tabiri istemek veya sual etmek manasına gelir. Her iki manaya göre de Yahudilerin Hz. Mûsâ’ya sorduğu sorular gibi siz de peygamberinize sormayın, onların istekleri gibi siz de isteklerde bulunmayın mealindedir. Acaba onlar neler sormuştu peygamberlerinden talepleri nelerdi bir bakalım: Yahudiler “Allah’ı bize açıkça göster” (Nisâ 4/153) gibi imkansız taleplerde bulunuyorlar. Müşrik Araplar da Resûlullah’tan buna benzer isteklerde bulunmuşlardı: “Bizim için Safâ tepesini altın haline getir” şeklinde isteklerde bulunanlar vardı. (Taberî, 1/483-484)
Bakara Suresi 67-71 ayetlerine baktığımızda yine Hz. Musa döneminde yaşanan bir hadise anlatılır. Cenab-ı Hak İsrailoğullarından bir sığırı kurban etmelerini ister. Onlarsa sığırın rengini sorarlar, şeklini sorarlar ayetin sonunda bu sorularının neticesi olarak “nihayet sığırı kestiler ki az kaldı yapmayacaklardı” buyurulur. Allah’ın talebi herhangi bir sığırken onlar işi zora sokma yolunu tercih etmişlerdi. Bakara Suresi 108. ayetten dinde sorgulamanın olmadığını değil Yahudilerin bu zorlayıcı durumunun tasvib edilmediği sonucu çıkıyor.
Kehf Suresi 54. ayette insanın Allah’ın insan fıtratına yerleştirdiği bir özelliğine dikkat çekilmiş. “Cedela” tabiri meallerde “mücadeleye düşkün, tartışmacı, itirazcı, inatçı” şeklinde ele alınır. Sorgulamanın dinde yasak olduğunu ya da tasvib edilmediğini bu ayetten çıkarmak zorlama bir yorumdur.
Kehf Suresinin bahis mevzu edilen diğer ayetlerinde ise Hz. Hızır ile Hz. Musa’nın seyahati anlatılır ve umumi bir kaide değil Hz. Hızır’ın Hz. Musa’ya beyan ettiği seyahat şartı ifade edilir: “Benimle seyahat edebilirsin ancak soru sormamak şartıyla…”
Kuran’da soru ayetleri sıralansa “İslam’da soru sormaya izin olmadığı” görüşünün saçmalığı ortaya çıkar.
Ölmüş kemikleri kim diriltecek? Neden Allah bize bir melek göndermedi? Allah ile beraber başka bir ilah mı olsun? ALLAH neden bizi cezalandırsın ki, vb. gibi akıl yürütmeyi çalıştıracak sorular ve cevapları verilmiş.
Ancak hayatı sorulardan ibaret görmek isteyen ve cevaplardan rahatsız olan psikolojik sapmaya da dikkat çekilmiştir.
Ayrıca, soruda iddia edildiği gibi olsaydı insana akıl verilmesi hikmetsiz olurdu, “suya düş ama ıslanma” kabilinden hem akıl verilip hem de aklın devre dışı bırakılmasını İslamiyet asla emretmemektedir. Şöyle ki:
Kuran düşünmeye, araştırmaya, aklı kullanmaya şiddetle teşvik etmektedir; bu manada ayetlerin sayısı yedi yüzden fazladır. Birkaç örneği vermekle yetinelim:
“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Casiye, 13)
“Yeryüzünde muhtelif renklerle yarattığı şeyleri (hayvanat ve bitkileri) de sizin hizmetinize bağladı. Elbette bunda da düşünecek bir topluluk için bir ibret var.” (Nahl, 16)
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır.” (Âl-i İmran, 190)
“Yeryüzünü enine boyuna yayıp döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getiren ve yeryüzünde meyvelerin hepsinden iki çift yapan O'dur. Sürekli olarak gece ile gündüzü birbirine dolamaktadır. Düşünecek olan bir kavim için bunda muhakkak ki, ibretler vardır.” (Rad, 3)
“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize O verdi. Bütün yıldızlar da O'nun emrine boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır.” (Nahl, 12)
Dünya geneline baktığımızda birçok insan hayatın anlamını, evrenin oluşumunu, yaratıcının varlığını, ölümden sonra neler olacağını, nereye gidileceğini sorguluyor. Biz de akli muhakememizle herkesin yaptığı gibi sorgulayıp İslamiyet’te bunların mukni ve makul cevaplarını bulduk. Darısı başınıza...
Soru 20:
Doğada insan yapımı, yani tasarımlanmış bir şeyin tasarımlandığını nasıl anlarız? Onları diğer doğal, tasarımsız şeylerle karşılaştırarak farklarını anlarız. Çünkü doğa tasarımsızdır. Eğer tasarımlı olsaydı, biz bu tasarımlı şeyi (örneğin çöldeki bir çiviyi) diğer şeylerden ayıramazdık ve onun tasarımlı olduğunu anlayamazdık. Doğada tasarım yoktur. Ortaya çıkan yapılar gibi dağılıp giden yapılar da vardır. Örneğin, yere boya döküldü diyelim. Bu bir tasarım mıdır? Eğer evren, yani her şey tasarımlı ise bunun da tasarım olması lazım ama olmadığını biliyoruz. Dindarlar her şeyin tasarım ürünü olduğunu söylüyor. Bunun ne demek olduğunu sanırım anlamıyorlar. Her şey tasarım ürünü ise tasarımsız hiçbir şey yoktur. Tasarımsız hiçbir şey yok ve her şey tasarım ürünü ise bu durumda biz tasarımlı olan ve olmayan ayrımı yapamayız (zira tasarımsız bir şey yok), dolayısıyla eldekinin tasarımlı olduğunu da anlayamayız. Çünkü tasarımlı olanı ancak tasarımsız olanı bilirsek ve onunla zihnimizde karşılaştırırsak ayırt edebilir ve anlayabiliriz. Her şey tasarımlı ise biz tasarımlı olanı ayırt edemeyiz, çünkü tasarımsız diye bir şey yok, haliyle böyle bir kavram da olmazdı. Bu kavram (‘tasarımsız’) var olduğuna göre demek ki tasarımsız şeyler var. Her şey tasarımlı ama biz tasarımlıyı tasarımsız olandan ayırt edemiyoruz. O halde her şeyin tasarımlı olduğunu iddia etmek nasıl mümkün olabiliyor? Her şey tasarımlıdır iddiası oksimorondur. İyiyi anlamak için nasıl ki kötü gerekiyorsa, tasarımı anlamak ve fark etmek (dolayısıyla her şey tasarlanmıştır iddiasını dile getirebilmek) için de tasarımsız şeyleri bilmek gerekir. Ama her şey tasarımlı ise bunu bilemeyiz, zira tasarımsız şey yoktur. Kısacası, ‘her şey tasarımlıdır, evreni ve her şeyi Yaradan tasarlamıştır’ iddiası bir oksimorondur ve saçmalıktır.
Cevap 20:
Tasarım kavramı beşeridir. Müslümanlar halk etmek ifadesi ile ilahi yaratmanın eşsiz ve benzersiz ilk örnekliğini ifade ederler.
Bununla birlikte akıl nesnel hareket ettiğinde ve evrendeki olayların birbirini takip eden ardıllığını gördüğünde sebep sonuç ilişkisini kurarak evrende teist fizikçilerin tasarım ya da akıllı dizayn dedikleri olguyu görebilir.
Verilen misal, misali veren tarafından doğru anlaşılmalıdır.
Öncelikle entelektüel ürünle el emeği ürünü ayrımı vardır. Elimizde bizim ürünümüz olan el emeği bir eserdeki düzen ve amaçlılığın açığa çıkmasına neden doğadaki karmaşa ya da düzensizlik değildir. Tam tersine bitkilerin ya da madenlerin tekil özelliklerini kopyalayarak tekniklerimizi geliştirmişizdir.
Örneğin volkanlardaki ateş ve maden eriyikleri insan tarafından kopyalanmış, bitki ve hayvanların silahları yine bizim tarafımızdan örnek alınarak tasarımlarımız geliştirilmiştir.
Demek ki bizim el işi tasarımlarımız evrendeki tikel düzenliliklerin bir kopyasından ibarettir.
Entelektüel ürün olan düşünce üretimlerimiz ise tümel olarak doğaya yönelmekle açığa çıkmıştır.
Burada da evrendeki tikellerde görmüş olduğumuz düzen analoji yetimiz sayesinde zihnimizde bir araya gelebilir. Ve böylece kompleks düzen olgusunu idrak ederiz. Karmaşıklık burada yüksek ve çok yönlü örgülü düzen anlamına gelmektedir. Bu düzeni ise taklit edebilmemiz çok zordur.
İnsanlık doğada gördüğü bu kompleks düzene başından beri hayran olmuş ve gökyüzünde gördüğü bu tasarıma tutkuyla bağlanmıştır.
Genellikle devlet ve toplum felsefeleri evrenin kompleks yaratılışındanilham alan ütopik çabalar olarak karşımıza çıkarlar. Dolayısıyla bir kaya parçasında düzensizlik görmek onu ait olduğu yeryüzü parçasından ve evrenin zamansal döngüsünden ayırmak ile ancak mümkündür.
Fizikçiler doğada bulunan her atom ve molekülün bulunduğu noktada ne kadar yüksek bir kesinlik ile bulunduğunu bilirler. O halde düşük yoğunluklu ve yüksek ölçekli tasarım dereceleri tek bir tasarım sistemi içerisinde bulunmaktadır.
Oksimoron kavramı mutlak zıtlığı içermez. Örneğin varlığı bilmeniz için mutlak yokluk gerekmez sadece var olan şeyin görece yani belli bir zaman diliminde olmaması yeterlidir. Bu da zıttı değil azıdır.
Matematiğin temel kaideleri Öklid uzayının iki boyutu içerisindedir. Oysa Riemann uzayında hiperbolik çok boyut ve yüzeyli bir evren vardır. İkisi birbirini yanlışlamaz sadece bir üst alttakini içerir. Yine Uzay zaman kavramı evrendeki her oluşu 13 milyar ışık yılı düzleminde doğrudan birbirine bağlar.
Demek ki tasarım iddiası saçma değildir dinin değil nesnel akıl yürütmenin doğal bir sonucudur.
Birazcık fizik bilgisi bile gravitasyonun, elektromanyetik kuvvetin, zayıf ve güçlü nükleer kuvvetlerin her durumda geçerli olduğu bir evren örgüsünde yaşadığımızı bilir ve evrende tasarımsız yani rastgele bir şeyin olmasının mümkün olamayacağını fark eder.
Eğer kompleks ya da mutlak bir düzen varsa bundan sorumlu olan kuvvetlerin rastgele olmaları saçmalık olurdu. Zira rastgelelik deney-bilimde kendine yer bulamayacağı gibi kuvvetlerin hakimiyetindeki evrende de kendisine yer bulamaz.
Varlık sahasına çıkarıldıktan sonra dağılıp giden yaratılış harikası yapılar için rastgele yere dökülen boya örneğinin verilmesi yanlış bir kıyastır. Canlıların dünyaya gelmesi insanı hayrette bırakan mükemmel bir yaratılışla olduğu gibi hayatının son bulması da bir mükemmellik arz etmektedir. Kupkuru tohumun toprak altında geçirdiği bir dizi kimyasal reaksiyonlar sonunda çürümesi, sümbül hayatını netice verir. Tohumun ölümü, sümbülün hayatının başlangıcı olur. Aynı şekilde meyve ve sebzelerin hayvan ve insan midelerinde zahiren ölüp dağılmaları, onları hayvanî ve insanî hayat mertebelerine çıkarır. İnsan da ölümüyle toprak altında çürür ve bir baki hayata mazhar olur. Bir yıldızın ölümü karadelik gibi bir yapıyı ortaya çıkarır. Dünya da kıyametle dağılır ahiret suretine döner.
Boya örneğine geri dönelim. Yere dökülen boya yalnızca bilgisiz insanlar için rastgele yere dökülür. Oysa ki bilim bize bunun tam ve kompleks bir düzenin ürünü olarak düştüğünü gösterir.
Kompleks düzenden sorumlu olan kuvvetlerin bir sahibi olduğunu ise insan fenomeninin varlığından dolayı biliyoruz. Zira insan evrensel düzenin bir sonucu olarak akıl irade his ve zatlık sahibi bir varlık olarak açığa çıkmaktadır.
Evrende olmayan şeylerin onun ürününde olması düşünülemez. Bu nedenle evrendeki her iş ve oluş ilim irade ve kudret sahibi bir yaratıcının işi olmalıdır diye akıl rahatlıkla hükmeder.
Her şeyi ve kendi gibi bir varlığı tesadüfe havale eden ise kendisinin olmayan bir serveti hayalinde dağıtıp duran bir ahmağa benzer.
Bununla beraber, tasarım diye ifade edilen manayı “terbiye” olarak kullanabiliriz. Nitekim, Kuran’ın ilk suresinin ilk ayetinde “Alemlerin Rabbine hamd olsun” denilmektedir. Her bir atom kendi çapında ayrı bir alem olması yönüyle, atomlar adedince alemler vardır ve Allah bütün bu alemleri özel terbiyesine tabi tutmuştur.
Alemlerin Rabbi olan Allah’ın Rububiyeti yani bütün mevcudatı terbiye etme fiili saltanat halinde şaşaalıdır. Zira atomu terbiye ettiği gibi güneşleri de, galaksileri de terbiye eden O’dur. Tohumu terbiye edip güle çeviren, spermi terbiye edip insan yaratan, odunu terbiye edip meyve akıtan O’dur. İnsan da bir anlamda terbiye edicidir. Lakin Allah’ın Rububiyeti noktasında kıyas yapılırsa güneşin zatıyla, çok perdelerden geçmiş zayıf bir ışıkçığı derecesinde büyük fark görünür; mesela insan bulguru terbiye eder çiğköfte yapar, Allah bulguru terbiye eder kan yapar, deri, kemik, göz yapar. İnsan ağaçtan masa yapar, Allah nar yapar, incir, dut, kayısı, şeftali yapar.
Tasarımdan kast edilen eğer sanat ise evrendeki eşsiz sanat eserlerine sanatsızlık isnat etmek için kör olmak lazım. Michelangelo’nun heykelleri sanatlı ve tasarımlı olduğu kabul edilir de yaradılış harikası, kudret mucizesi, sanat şaheseri olan insan sanatsız, tasarımsız, abes bir mahluk olarak iddia edilsin, anlaşılır değil. Halbuki Michelangelo gibi Da Vinci, Picasso, Mimar Sinan ve daha pek çok sanatçıları ve tasarım üstatlarını bir damla sudan yaratan ve terbiyesine tabi tutan Allah’tır. Çöldeki bir çivi tasarımlı kabul edilsin de çöl ve çöldeki yaratılış mucizeleri sahipsiz olsun; buna hiçbir vicdan taraf olmamalı. Bu vesileyle bir çöl hayvanı olan deveyi inceleyelim ve Allah’ın ne büyük Sanatkar, ne özel bir yaratış sahibi olduğunu anlamaya çalışalım.
Devenin hörgücü depo gibidir. Günlerce bu depodaki rızık ile idare edebilir. Üç hafta su içmeden yaşayabilir. Ayakları geniştir; kumda batmadan koşabilir. Göz kapaklarındaki kirpikler ağ gibidir; en şiddetli kum fırtınalarında bile gözleri kum ile dolmaz. Burnu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki en korkunç fırtınalarda bile rahatça nefes alabilir. Üst dudağı yarıktır; bu da dikenli çöl bitkilerini kolayca yemesini sağlar. Uzun boynu yerden üç metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkân tanır. Dizler, bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır; bu nasırlar hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur. Kalın kürkü sayesinde yazın (+) 50 dereceye varan sıcağa, kışın ise (-) 50 dereceye kadar ulaşan soğuğa dayanabilir. Ve daha bunlar gibi birçok özellik…
Mesela, devenin diğer bütün özellikleri olmakla birlikte sadece ayakları atın ayakları gibi olsaydı çölde bir km. bile gidemezdi. Ya da gözü ağlı olmasaydı fırtınalarda tek bir adım bile atamazdı. Veya dudakları yarık olmasaydı beslenemezdi… O zaman diğer özelliklerinin bir önemi kalır mıydı?
İşte devenin vücudunda hadsiz şekiller ve imkânlar düşünülebilirken, hayatının devamı için en mükemmel vücut ve suret ona verilmiş, en hikmetli cihazlarla teçhiz edilmiş ve ona en gerekli sıfatlarla donatılmış. Elbette bu iş, bir tercih ediciyi ve bir tahsis ediciyi ispat eder ve o zatın ilmini ve iradesini kör gözlere bile gösterir.
Şimdi filleri, balıkları, kuşları, böcekleri, bitkileri ve diğer mahlukatı deveye kıyas edin. Onların vücutları, suretleri, cihazları ve sıfatları için var olan imkânları düşünün ve daha sonra en mükemmel ihtimalin tercihini gözünüzle görün. Bundan sonra da bu tercihin tesadüfün işi olup olamayacağını kendinize sorun. Ya da eğer bütün mahlukata bakamıyorsanız, bir sineğin kanadına bakın. Sonra düşünün. Sineğe takılabilecek binlerce kanat şekli varken, onun vücuduna en uygunu tercih edilmiş ve bu bir sinekte değil, yaratılan bütün sineklerde aynı tarzda yapılmış. Acaba binlerce kanat ihtimali varken en mükemmelinin seçilmesi ve bunun bütün sineklerde gözükmesi hiç tesadüfün eseri olabilir mi?
Soru 21:
Evet, eskinin filozofları sonsuz evren fikrini benimsedi çünkü bilimciydiler, eldeki verilere göre düşünüyorlardı. Din adamları gibi bilgileri göz ardı edip imana dayalı bol keseden sallamıyorlardı. Filozoflar, veriler bugün başka olduğu için başka türlü düşünüyorlar. Yani din adamlarının –dinin yapısı gereği- asla yapamayacağı bir şey yapıp fikirlerini güncelliyor, geliştiriyor, eleştiriyor ve düzeltebiliyorlar. Bu durum ateizmi geçersizlemiyor. Aksine, bu durum ateizmin en güçlü yanlarından biridir. Evrenin bir nedeni olabilir ama bu neden zorunlu olarak Tanrıdır fikri dayanaksızdır. Öte yandan, evrenin başlangıcı olduğunun bilinmesi yenidir ve bu öğrenilene dek evren sonsuzdur fikri kabul görüyordu. Ama din adamları bunu kabul etmiyordu. Bugün bilimi istismar edip arkanızı yaslıyorsunuz, bu durum dün bilimi reddettiğinizi kabul ettiğiniz anlamına mı geliyor? Bilimi reddedebiliyorsanız kör imanlı olduğunuzu da kabul eder misiniz? Yani bilim yarın sonsuz evren fikrine geri dönse sizin imanınızda bir değişim olur mu? Hiç sanmıyorum, çünkü dün olmamıştı. Siz bilimi sadece sizin kör imanınızı onayladığı sürece kabul ediyorsunuz. Ondan sadece işinize geleni alıyorsunuz. Sizce bu ahlaki bir tutum mu?
Cevap 21:
Oldukça bilgisiz ifadeler.
Antik filozoflar dönemlerinin inanç kültür ve dinlerine bağlı kişiler olmakla birlikte özellikle antik Mısır ve Babil din ve kültürlerinden etkilenmişlerdir.
Bu filozofların içinde Pisagor, Ksenofenes, Sokrates, Platon gibi dönemlerinin paganist dinlerine eleştiriler getirerek tek bir Allah inancını önemle savunan ve vurgulayan filozoflar vardır. Bunların eleştirdikleri filozoflar ise inançsız, çok tanrılı batıl ve akıl dışı inançlara sahip olanlardır.
Orta Çağ Felsefesini bir kenara bıraksak ve Modern Felsefeye baksak Descartes’dan Leibniz ve Kant’a değin Spinoza’dan Hegel ve Schelling’e değin ateist markasını takabileceğiniz bir filozofu kolaylıkla bulamazsınız.
Bilim insanlarına gelince Batı bilim dünyasını geliştiren bilim adamlarından Pascal, Newton, Kopernik, Kepler gibi önderlerinden hangisine ateist diyebiliriz? Bunlar üstelik birer Hıristiyan tarikat üyeleridirler de aynı zamanda.
Dolayısıyla tarihsel olarak ateizm ile felsefe ve bilimler arasında nedensel ilişki kurmak bilgisizlikten beslenen bir saçma kabulden ibarettir.
Batı dünyasında Romanın emperyal mirasını devralan Ruhbanlık ile yapılan dini ya da politik çatışmalar mutlak din karşıtlığı olarak anlaşılmamalıdır.
İkinci olarak sürekli güncellendiği ve yenisi ile değiştirildiği iddiasına konu edilen bilim ve felsefe, nesnel ve sınırlı olana yöneldiği için bu doğaldır. Oysaki ilahi din mutlak olanı konu edindiği için bundaki değişiklikler iki bin senelik kısa periyotta ölçümlenemez. Bunun için tarih ötesi bir başlangıç ve ebedi bir devam gerekir.
Evrenin sonsuz olduğu düşüncesi madde ve zamana ezeliyet verilmesi ile ilgili felsefi bir sorundur. Bilimle bir ilgisi yoktur. Burada sonsuzluk ya da ezelilik atfedilen madde, elle tutulan katı ve somut bir şey olmayıp tüm oluşa esas olduğu mantıken düşünülen töz ya da cevher dediğimiz asli şeyden ibarettir. Dolayısıyla eskinin filozofunun ezeli maddesi metafizik bir bağlamdadır.
Modern bilim tarihinde ise bu felsefi materyalizmden esinlenen Steady State (Kararlı Durum) Kuramı çok kısa bir süreliğine bilim dünyasında varlık gösterebilmiş ve yıkılıp gitmiştir. Bu kuramda sanıldığı gibi maddeye ezeliyet vermez.
Başlangıçta Einstein’in Görecelik Kuramı ile uyumlu olarak düşünülmüş ve gözlemcilerin konumuna göre değişen fiziksel koşul ve nicellikler tasavvur etmiştir.
Ancak Görelilik Kuramları’nın Kararlı Durum Kuramına uygulanamayacağı kolayca anlaşılmış ve Görelilik gerçek uygulanımını bir başlangıca sahip olan Big Bang’de bulmuştur.
Müslümanların bilime sırtını dayamaları ya da ondan yararlanmaları iddiası anlamsız bir kabalıktır. Zira Müslümanın dini hayatı ve yaşantısı güneş ve ay gibi iki temel zaman göstergesinin ölçüm ve hesaplanmasına dayalıdır.
Öte yandan iman esasları ise sürekli kainat ayetlerinin incelenmesi ve tefekkürü yoluyla akla ve kalbe yerleştirilmektedir. Bu nedenle astronomi ilmi yıldız isimlerinin çoğunu Müslüman astronomlara borçludur.
Müslümanlar matematikten fiziğe, tıptan mimariye kadar dönemlerinin teorik ve pratik bilimleri ile iç içe sekiz asır (7-15) geçirmişlerdir. İlimlerin sınıflandırılması ve Doğu-Batı miraslarının kayda geçirilmesi noktasında tüm insanlığın müteşekkir olduğu görevler ifa etmişlerdir.
Üstelik söz konusu asırlar Müslümanların İslam’a olan bağlılıklarının zirvede olduğu asırlardır.
Müslümanların ilimle olan içiçelikleri onları İslamiyetin kaynakları noktasında o zamana değin görülmemiş yeni metot ve teknikler geliştirmelerine neden olmuştur. Bu nedenle İslami Bilimler olarak adlandırılan epistemelojik sistemler ve kurumlar inşa edilmiştir.
Dolayısıyla günümüz bilimi eğer bir yere aitlikle nitelendirilecekse Müslümanlar bu noktada asla geri bırakılamaz bir konumdadırlar.
Üstelik Müslümanların bilimle olan ilişkileri onları din-bilim çatışmasına sokmamış ve işin başından beri her ikisini aynı kaynağa ait olarak kabul etmişlerdir.
O halde kainat ayetleri ve kelam ayetleri her ikisi de kendilerine özgü metotlara dayalı bilimlerle anlaşılmalıdır.
Batı dünyasında ise bilimin ilerlemesi kurumsal dini temsil eden ruhbanlığın aleyhine işlemiştir.
Son üç yüz yıldır ise Müslüman dünyasının en büyük sorunu kendi mihverlerinden savrulmaları olmuştur. Müslümanlıktan uzaklaşıldıkça bilim ve akla dayalı sistem ve yollardan da uzaklaşılmıştır. Tarih biliminin bize gösterdiği durum budur.
Modern bilim başlangıç hipotezlerine uygun deney ve gözlemlere ve buna bağlı sonuçlara ulaşan bir paradigmaya sahiptir. Bilimin Allahu Teala’nın varlığını inkar etmek gibi bir konusu ya da böylesi bir iddiayı esas alan bir deney ya da gözlemi ontolojik olarak söz konusu olamaz.
Bu nedenle ateistlerin bilimi iman ehline karşı kendi icatları bir şeymiş gibi kullanmaya kalkmaları tam anlamıyla tutarsızlıktır.
Bilime inanç ya da iman iddiası ise sadece bir bilim kilisesi kurmak ve onun zangoçluğuna talip olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.
Ayrıca, altının çizilmesi gereken husus bilim ile dinin birbirinin karşısında olmadığıdır yani bilim, dinin hakikatlerinin çürütmez, din bilime aykırı iddialarda bulunmaz. Bilim, dini hakikatlerin bir hizmetkarı niteliğindedir.
Aslında, bilim dediğimiz ilimler, Allah’ın isimlerinin şerh ve yorumundan başka bir şey değildir, başka bir ifadeyle Allah’ın evrende koyduğu kanunlar, ilimle ortaya çıkarılmaktadır.
Örneğin, Tıp ilmi Allah’ın Şafi isminin açılımıdır; doktorların bütün çalışmaları, bu alandaki bütün bilimsel keşifleri, Allah’ın bu ismine hizmet etmektedir.
Botanik, bitkilerdeki mucize yaradılışı anlatırken, Zooloji hayvanlarda tecelli eden kudret ve rahmeti açıklamaktadır; bu ilimlerde ihtisas yapanlar bilsin veya bilmesin binlerce ciltle bitiremedikleri, milyonlarca konferansla hakikatini tam anlamıyla anlatmaya takatlerinin yetmediği yüksek hakikatler Allah’ın azamet ve büyüklüğünü, rahmet, hikmet, kudret gibi bin bir isimlerinin güzelliklerini ilan etmektedir.
İşte bu doğru bakış açısıyla bilimle din arasında hakikat noktasında bir çatışma ve çarpışma olmadığı anlaşılır.
Bilim istikamette gittikçe İslam’ın hakikatlerini doğrulamak noktasında ilerlediğine, istikametini kaybettikçe de İslam’dan uzaklaştığına insanlık tarihi pek çok kez şâhit olmuştur. Eğer kemaliyle hareket ederse bilim dine düşman ve aykırı olamaz; hizmetkar efendisine, çocuk babasına düşman olmadığı gibi, İslamiyet; fenlerin efendisi, mürşidi, ilimlerin reisi ve babasıdır. Bu pencereden bakarak, olaylar ve varlıklar değerlendirilirse konunun boyutunu anlamak hiç de zor olmayacaktır. “Bilimi istismar” konusuna girersek, bilim dünyasında bazı çevrelerin sicili bu suçla epey kabarıktır. Günümüzde tamamen ideolojik temelli olan evrimi olmazsa olmaz kabul edip canlılığın meydana gelmesini onunla açıklamaya çalışan ve bilimi dinsizliğe alet edenler, yaratılış gerçeği sağlam ve sarsılmaz delillerle açıkken ve hiçbir güncel bilimsel veri ile ters düşmezken araştırmalarını, bulgularını aklın ve mantığın kabul edemeyeceği tesadüfler zinciriyle açıklamaya çalışan bu kof zihniyeti savunanlar istismarın baş aktörleridir.
Özetle, din gelişmeye engel değildir. Eğer din gelişmeye engel olsaydı, saadet asrındaki gözleri kamaştıran o terakki, Avrupa'nın üstadı olan Endülüs'teki o tekamül, dünyayı hayrette bırakan Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri vücuda gelebilir miydi? İslam aleminde İmam Gazali, İbn-i Sina, Farabi, İmam Rabbani, Mevlâna Celalettin Rumi gibi binlerce alimler ve felsefeciler yetişebilir miydi? Bütün bunları görmezden gelip, bilimle din arasında gerçekte olmayan bir düşmanlık kurgulayıp, bütün zavallılık ve cehaleti dinin sırtına yüklemek vicdan ve insafla izah edilemez.
Soru 22:
Ahlaktan ve vicdandan bahsediyoruz, siz bunlar için din gerektiğini söylüyorsunuz ama fazla tartışmaya gerek yok aslında. Durumumuza bakın! Ben burada yazarken acaba tehdit edilir miyim, acaba dinci bir gazete tarafından hedef gösterilir miyim, acaba işsiz mi kalırım, acaba arkadaşlarım bana mesafe koyar mı, acaba öldürülür müyüm diye endişeleniyorum. Çünkü ‘ahlaklı’ dindarlar bunları geçmişte yaptılar, şimdi de yapabilirler. Sizin ise böyle bir endişeniz yok. Çünkü ateistler böyle şeyler yapmadı ve yapmaz. Vicdan konusunu konuşurken, yüzyıllarca ateistlere kitap ehli bir din seçmesi için üç gün süre verip süre bitince kelle aldığınızı, insanları sırf inançsız diye öldüren tarafın siz olduğunu unutmayınız. Bir yandan bunları yapan sizsiniz ama bir yandan da vicdanı dinle ilişkilendirip, zulmettiğiniz insanları vicdansızlıkla suçluyorsunuz ve benim içimde volkanlar patlıyor! Ben bugün bile fikirlerimi söylediğim için, sırf bu yüzden insanların benden nefret edebileceğinden korkarak yaşıyorum. İslam işte bu psikolojik ‘baskı’ sayesinde yıllar yılı eleştiriden azade biçimde kaldı ve bu yüzden hala çok dindar bir toplumuz. Zira Müslümanlara, aykırı fikir sahibi olanı yok etmek, fikre yanıt üretmekten hep daha kolay ve cazip geldi. İslam ne yazık ki hiç hak etmediğimiz halde bizlerin vicdanına şüpheyle yaklaşılmasını sağlıyor. Ve İslam’a iman gördüğüm kadarıyla Allah’a, ahirete, meleklere v.b. inanmaktan ibaret değil; durum ne olursa olsun Müslümanların hep haklı, mağdur ve mazlum olduğuna da iman ediliyor. Tam da bu yüzden kendi zulümlerini görmüyor, özeleştiri verip bir şeyleri düzeltemiyorlar.
Cevap 22:
Tarih boyunca müminlerin imanları nedeni ile karşılaştıkları zulüm ve felaketleri göz önüne alırsak bu suçlamaları yapanların tarihin zalimler kategorisine katılmayı peşinen kabul ettikleri anlaşılmaktadır.
Tüm dünyada halen oluk gibi Müslüman kanı akarken, adeta Müslümanlara karşı ilan edilmiş sistemli bir soykırım uygulanırken Müslümanlardan korktuğunu söylemek, ya bu cinayetlere iştirak dolayısıyla ya da kendince bir alayı ortaya koymaktan ibarettir.
Kişinin ateist olması kendi tercihidir ama neden soruları, fütursuz ve saçma suçlamaları Müslümanlar yapmıyor da bu sözde ateist kişiler kendilerine İslam ile mücadele misyonunu yüklenmektedirler.
Anlaşıldığı kadarıyla soru sahibi türünden ateistler Müslümanlar tarafından muhatap alınmaya pek bir hevesli ve arzulular. Bu sorulara vakit ayırarak cevap verirken onlara nezaket çerçevesinde bir ilgiyi esirgemediğimiz açıktır.
Ülkemizde yabancı servislerin ve gladyo yapılanmalarının tertiplediği tezgahları tüm Müslümanlığa mal etmeye çalışmak ya çok ağır bir bilgisizlikten ya da bu tür projelerin yardakçılığından ibarettir.
Bu tür korkular yaşayan ve çevresinden kendisini gizleyen ateistler eğer varsa onları teskin etmek gibi bir diğer ilgiyi de bizden bekledikleri anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan, Rusya’da milyonlarca insanın vatanlarından sürülmesine ve öldürülmesine, Çin’de Mao idaresinin milyonlarca inananı nasıl katlettiğine yakın tarih şahittir.
Ayrıca, Doğu Türkistan’da, Arakan’da, Filistin’de, Suriye’de Müslümanlara yapılan soykırım niteliğindeki zulümleri de fotoğrafa dahil etmek ve göz ardı etmeden konuşmak insaflı olmak açısından önemli; maalesef günümüz dünyasında zulüm gören taraf hep Müslümanlar oldu.
Dinsizliğini istediği gibi neşredemediğinden yakınan, Allah’a, ahirete, Kuran’a ve Peygambere ileri-geri hakaretler savururken “baskı” görmemeyi temenni eden, işlediği büyük cinayete sıradan adi bir şeymiş gibi bakılmasını bekleyen zihniyet, önce kendine sormalı: “Ben ne yapıyorum, yaptığım tahribatın boyutları ve hudutları ne kadar, neredeyim ve kimlerle beraberim?”
Bu sorulara cevap verdikten sonra bakkaldan ekmek çalan çocukla, devletin kozmik odasındaki bilgileri başka devletlere satmak için çalan adamın işledikleri suçun aynı kategoride değerlendirilemeyeceğini de hesaba katarak görebileceği “baskı”nın da haklı yanlarını anlamaya çalışmalı.
Bununla beraber, meselenin şiddet boyutuna çekilerek, insanların katledilmesi elbette dinin emrettiği bir durum değildir, dini yanlış değerlendiren kişilerin kişisel cinayetleridir; dolayısıyla onların hukuksuzluklarının dinde yeri varmış gibi dine hücum edilmesi de hem yanlıştır hem de vicdan ve insafa sığmaz.
Bir Müslümana göre inanmayanlar da Allah’ın kullarıdırlar. Allah, onlara da hitap etmekte, onları iman ve hidayet yoluna çağırmaktadır. Bu yola girmeseler bile onlara ölümlerine kadar süre tanımakta, Rezzak ismiyle yine rızıklarını vermekte, Şafi ismiyle yine hastalıklarına deva yaratmakta, onlar iç alemlerinde olup bitenlerden habersizken, Allah, bütün hücrelerinde tasarruf etmekte, kanlarını temizlemekte, yedikleri gıdaları et, kemik, ilik, saç v.s. haline getirmektedir. Allah, kullarına bu kadar şefkatli iken ve o kadar isyanlarına rağmen onların bütün ihtiyaçlarını görürken, biz Müslümanlara düşen görev de inançsızlara karşı şefkatli bir hekim gibi davranıp onların manevi hastalıklarının tedavisine sürekli çalışmaktır.
Hristiyanlık’tan sıyrılan dinsiz Avrupalılarla İslam toplumu içinden çıkan mürtedler arasında azim bir fark vardır. Mürted, bütün mükemmel şeyleri en mükemmel olarak, en mükemmel peygamberin terbiyesinde tanıdığı, bildiği için, irtidat ile bu mükemmel terbiyeden çıksa, artık ondan daha iyisini ve mükemmelini bulamayacağı için, insanlıktan da çıkar. Artık insani ve kemalata medar bir dayanak kendi ruhunda bulamaz, topluma ve çevresine zararlı bir varlık derecesine düşer. Ama dinsiz Avrupalı, bozuk ve tahrif edilmiş bir dini terk ettiği için, ondan daha iyisi olan İslam’ı bulabilir. Bulmasa da, fıtratı mürtedinki gibi kokuşmadığı, insanlığı bozulmadığı için, insanlığın faydasına olan işlerde kendini istihdam edebilir. Nitekim bir çok faydalı ve sosyal içerikli kurum ve kuruluşlar, bu Avrupalı dinsizler tarafından tesis edilmiştir.
İslam farklı din ve inançta olanlara baskı yapmıyor; bilakis onların inancını garanti altına alıyor. Lakin Müslüman olan birisinin dinden çıkmasını da cezalandırıyor.
Adalet karşısında hangi dine mensup olursa olsun herkes eşittir. Olaya göre Fatih, iki mermer sütunu üçer arşın kesip kısaltan mimarbaşının ellerini kestirmiş ve bunun üzerine mimarbaşı kendisi hakkında davacı olmuştur.
Dava üzerine, Fatih Sultan Mehmet davacı ile birlikte İstanbul kadısı huzurunda mahkeme olmuştur. İstanbul kadısı mahkemede hüküm olarak Sultan Fatih’in de ellerinin kesilmesi gerektiği hükmüne varmıştır.
Fakat mimarbaşı kısas istememiş ve Fatih'in her gün kendisine on akçe ödemesi talebinde bulunmuştur. Fatih Sultan Mehmet ise bunu kendi isteğiyle günlük yirmi akçeye çıkarmıştır. (Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Koleksiyonu, I/36; Abdurrahman Adil, Hadisat-ı Hukukiyye, İstanbul, 1932, s. 185-186; İsmail Hami Danişmend, Fetih ve Fatih, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008, s. 116- 117.)
Soru 23:
Eldeki en eski Kuran metni Muhammed zamanından 200 yıl sonraya (8.yy.) dayanıyor diye biliyorum. Bu 200 yılda değişmemiş olma, iktidar işleyişinden etkilenmeme, kişisel yorumlardan uzak kalma, efsane ve söylentilerden korunma, yeni ekonomik gerekçelere göre değişmeme v.b. şansı var mı? Muhammed zamanındaki Kuran ile 200 yıl sonraki Kuran’ın uyuştuğunu test edebilme şansımız var mı? Üstelik Kuran kitaplaştırılırken ayet toplama işinde iki şahit bulanın ‘’Bunu peygamberden duyduk’’ deyip geldiğini, bu şekilde kitaplaştığını da biliyoruz. İşin daha ilginci, Muhammed zamanında o dönemde kuvvetli bir İslam devleti ve yeni bir din çıktığına ilişkin o dönemden kalma bir tarihsel kayıt yok. Dönemin Arabistan’ında o devirden gelen sikkelerde haç işaretleri var! O devirde Çin’e kadar misyoner yollayan Hıristiyanlardan Arabistan’da bulunanların yazılarında da İslam’dan veya Muhammed’den bahsedilmiyor. Kuran’da yaşadıkları ve birer elçi oldukları söylenen Musa ve İsa’nın, gerçekten yaşadıkları da çok şüphelidir. İsa’nın yaşadığına dair kayıt yok. Musa’nın bebekken sepete konma hikayesi de daha önceki bir –sanırım Babil- kralının hikayesinin aynı! Dahası, Nuh tufanı da Sümerlerden (ç)alıntı.
Cevap 23:
Bunun cevabı Kuran’ın tarifinde verilmiştir.
Kuran, Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla mahiyeti bilinmeyen bir şekilde son peygamber Hz. Muhammed’e indirilen, Mushaflarda yazılan, tevatürle nakledilen, okunmasıyla ibadet edilen, Fatiha suresiyle başlayıp Nas suresiyle biten, başkalarının benzerini getirmekten aciz kaldığı Arapça, mucize bir kelamdır.
Kuran kendisinden bahsederken birçok yerde “el-Kuran” ve “el-Kitab” kelimelerini kullanmıştır. Bu isimler onun hem okunan hem yazılan bir vahiy olduğuna işaret etmektedir. Hz. Peygamber gelen vahiyleri öncelikle insanlara tebliğ ediyor, ardından bunu vahiy kâtiplerine yazdırıyordu.
Kuran-ı Kerim onlarca vahiy katibi tarafından yazılmıştır. Ayrıca, Hz. Peygamber, her Ramazan ayında, o zamana kadar nazil olan vahiy pasajlarını (Kur'an-ı Kerim'i) baştan sona Cebrail (as)'e arz ediyordu. Karışıklığı önlemek için de gelen vahyin nereye konulacağını belirtiyordu.
Diğer taraftan Kuran metni birçok hafız tarafından ezberlenip devamlı surette okunuyor ve ashabın bir kısmının nezdinde yazılı nüshalar da bulunuyordu.
Demek ki, Kuran, Hz. Peygamber zamanında hem yazılarak, hem ezberlenerek hem de hükümleri bizzat uygulanarak korunmuştur.
Bu uygulama, sahabi döneminde de ondan sonraki dönemlerde de aynen devam etmiştir.
Kuran nazil olduğu günden bugüne ve kıyamete kadar, ham yazılarak hem okunarak hem ezberlenerek hem de hükümleriyle amel edilerek korunmuştur, korunmaya da devam edecektir.
Bugün dünyanın her yerindeki Mushaflar birbirinin aynısıdır. Örneğin Topkapı Müzesi'nde saklanan Mushaf'ın Osman Mushaf’ı olduğu söylenir. Özbekistan'ın başkenti Taşkent'te de ilk Mushaflardan bir örnek vardır. (Hamidullah, M. Rasulullah Muhammed s. 198)
İstanbul'da Türk ve İslam Eserleri Müzesinde şu tarihli Mushaflar vardır:
- No: 457. Hz. Osman'ın imzasını ve Hicri 30 senesini havi Mushafı Şerif.
- No: 557. Hz. Ali'nin imzasını havi Mushafı Şerif.
- No: 458. Hz. Ali'nin yazısı olduğuna işaret edilen bir Mushaf.
Diğer Resmi Ali Mushafları:
Mısır'da Kahire'de "Seyyidüna Hüseyin" Camii’nde, Ali ibnu Ebi Talib'e mensup kendi el yazısıyla Kufi kadim hattıyla yazma bir Mushaf vardır.
Mısırlı Türk Dostu Abdulvehhab Azzam Şehadetnamesi’nde Meşhed'de Hattı Kufi ile yazılı bir Mushaf'tan bir kısım gördüğünü ve sonunda şu ibare bulunduğunu yazıyor: "Bunu Ali ibnu Ebu Talib yazdı." Yine orada diğer tam bir Mushaf vardır, o da Kufi hattıyla şu ibare yazılı: "Bunu Hasan ibnu Ali ibnu Ebu Talip yazdı."
İşte, muhtelif eski nüshalar, Sahabe devrinden kalma Mushaflar bugün de elde mevcuttur. Bu Mushaflar arasında hiçbir farklılık yoktur. (Keskioğlu, Osman. Kur'an-ı Kerim Bilgileri)
"Münih Üniversitesi’nde kurulmuş 'İnstitut für Koran Forschung', bütün dünyadan topladığı 42.000 kadar tam ve natamam Kur'an nüshasını bir araya getirip tasnif etmiş ve elli yıl süren bir mukabele ve tetkikat sonunda, bunlar arasında bir iki hattat hatası bir yana, hiçbir nüsha farkı olmadığını tesbit etmiş ve bu durumu bir raporla dünyanın gözleri önüne sermiştir. Bu Enstitü, içindeki vesikalarla birlikte II. Dünya Harbi esnasında Amerikan uçaklarının bombardımanları sırasında berhava oldu." (Hamidullah, M., Rasulullah Muhammed s. 198)
Bu tarihi gerçeklerle beraber, gözden kaçırılan önemli bir gerçek daha var: Kur’an Allah kelamıdır; i’caz dediğimiz mucize özellikleriyle adeta her yönüyle “Ben Allah kelâmıyım” demektedir ve beşer kelamına benzemez. Kuran’ın mucizeliği, onun hak olduğunu gösterdiği gibi, yapılan hücumların da onda tahribat yapmasını engelleyen zırh gibidir.
Şimdi Kuran’ın çok yönlerinden bazılarını kısaca özetlemeye çalışalım:
- Kuran'ın okunuşunda yüksek bir akıcı olma hali; ifadede ahenk, açıklık ve kolaylık vardır ki, lisanlara ağır gelmez.
- Büyük bir selamet yani kusur ve hatalardan arınmış sağlamlık, düzgünlük ve doğruluk vardır ki, hem lafız hem de mana olarak hatadan uzaktır.
- Ayetler arasında büyük bir tesanüt ve dayanışma vardır ki, kargir binalar gibi, ayetleri birbirine dayanarak Kuran’ın bünyesinin sarsılmaktan muhafaza ediyor.
- Büyük bir tenasüp yani uyumluluk hali, tecavüp yani birbirine cevap verme hali, teavün yani birbiriyle yardımlaşma vardır ki, ayetleri birbirine yabancı olmadığı gibi, birbirinin açıklanmasına ve izahına cevap veriyor.
- Parça parça, ayrı ayrı zamanlarda nazil olduğu halde, o kadar şiddetli bir uyum ve tenasüp var ki sanki bir defada indirilmiştir.
- Ayetlerin inme nedenleri ayrı ayrı olduğu halde, ayetler arasında öyle şiddetli bir dayanışma vardır ki, sanki inme nedeni tektir.
- Tekrarlanan farklı sorulara cevap olduğu halde, ayetler arasında öyle şiddetli uyum ve birlik vardır ki sanki soru birdir.
- Muhtelif ve farklı olayları açıkladığı halde, öyle mükemmel bir düzen ve intizam vardır ki sanki olaylar birdir ve bir olaya cevaptır.
- "Tenezzülât-ı İlâhiye" yani Allah’ın kullarına rahmetinden tenezzül etmesi ile tabir edilen, muhatapların anlayışlarına yakın ve münasip üsluplar üzerine inmiştir. Allah’ın kelamı, herkesin istifade edeceği tarzda nazil olmuştur.
- Bütün zaman ve mekanlarda gelip geçen insanlara kelamını yönelttiği halde, beyanın kolaylığından dolayı sanki muhatap birdir.
- Muhataplarını irşad etme gayesinden dolayı pek çok tekrarlar mevcuttur, bu tekrarlar usanmayı, sıkılmayı değil bilakis bu tekrarlar anlatılan hakikatlerin kesin olduğunu teyit eder ve hükmünü ve gerçekliğini ispat edip kuvvetle ifade eder, çok sağlam bir şekilde ders verir.
- Kuran kalplere kuvvet ve gıdadır, ruhlara şifadır. Gıdanın tekrarı, kuvveti arttırır. Tekrar etmekle daha yakın alaka kurulduğundan, onun atmosferine alışıldığından lezzeti artar.
- İnsan maddî hayatında, her anda havaya, her vakit suya, her zaman ve her gün gıdaya, her hafta ışığa muhtaçtır. Bunların tekrarı aslında tekrar sayılmaz, ihtiyaçların tekrarı içindir. Aynen bunun gibi, insan, ruhi hayatı, duyguları, vicdanı, manevi vücudu açısından Kuran'da zikredilen bütün her şeye muhtaçtır. Bazılarına her anda muhtaçtır: Hüvallah gibi. Çünkü ruh bununla nefes alıyor. Bazılarına her vakit, bazılarına her zaman muhtaçtır. İşte, kalp ve ruh hayatının ihtiyaçlarına binaen, Kuran tekrarlar yapıyor. Meselâ, Bismillâh, oksijen gibi kalbi ve ruhu tatmin ettiğinden, ihtiyacın çokluğundan dolayı Kuran'da çok tekrar edilmiştir.
- Hz. Musa kıssası gibi bazı cüzi olayların hadiselerin tekrarı, o hadisenin büyük bir düsturu ihtiva ettiğine işarettir.
Özetle Kuran hem zikirdir, hem fikirdir, hem hikmettir, hem ilimdir, hem hakikattir, hem şeriattır, hem sadırlara şifa, müminlere hüda ve rahmettir.
Belagat dediğimiz, sözün en üstün şekilde söylenme hali Kuran’da tam anlamıyla mevcuttur ve bu, kelime ve cümlelerinde, manasında, üslubunda, lafzında ve konuları açıklamasında görüldüğü gibi kendini inkar edenlere bir benzerini getirmeleri noktasında meydan okumasıyla da çok şaşaalı bir şekilde görülür ki, edebiyatta çok ileri giden ve şiirde çok güçlü olan Kuran’ın ilk muhatapları, Kuran’ı dinlediklerinde onun belagatine hayran kalmışlar, adeta dilleri tutulmuş, “bu beşer kelamı olamaz” deyip, Kuran’a talebe olmuşlardır.
Camiiyet dediğimiz çok kapsamlılık, bir sözde çok büyük derinlik ve mana taşıma hali Kuran’da pek harika bir tarzda görünmektedir ve bu hususiyet lafzında, manasında, konularında, üslup ve özlü ifadelerinde ve ihtiva ettiği konuları ele alışı ve izahında net olarak görülmektedir.
Kuran verdiği haberlerin yönüyle, gençliğini ve güncelliğini daima muhafaza etmesiyle ve bütün insanlığa ve insanlığın umum tabakalarına birden hitap etmesiyle mucizedir.
Kuran'ın bütünlüğü ve ayetleri özetlerken ve İlâhî isimlere dikkat çekerken ortaya koyduğu olağanüstülük yine onun mucize olduğunu gösterir.
Kelamın sahibi, muhatabı, amacı ve muhtevası yönüyle Kuran’ın bütün kelamlardan üstünlüğü güneş gibi aşikardır.
Varlık aleminin hakikatlerine ve İlahî fiil, isim ve sıfatlara dair ifadelerindeki düzen, ahenk ve kelamın her yönüyle ve bütün incelikleriyle çok güçlü olması mucize olduğunu gösteren ayrı bir özelliğidir.
Bütün bu açıklamaların örneklerle derinlemesine incelenmesi sonucu Kuran’ın beşer kelamı olmadığı, evrenin Yaratıcısı Allah’ın kelamı olduğu anlaşılır, madem Allah kelamıdır öyleyse Allah’ın koruması ve muhafazası altındadır, zaten bu manada İlahî taahhüde de mazhardır; öyleyse bir harfine dahi dokunulamaz, manası, lafzı ve sahip olduğu bütün keyfiyet ve vasıfları çarpıtılamaz, aslı bozulup tahrip edilemez ve değiştirilemez.
İslam’ın diğer dinlerden etkilendiği görüşü, temelsiz bir yaklaşımdır. İslam, o döneme kadar gelen ilahi dinlerin tamamlayıcısı ve tashih edicisidir. İlahi dinlerin birbirine benzemesi hepsinin kaynağının “Allah” olması, Allah’tan gelmesinin tabii bir sonucudur. İslam’da bulunan temel iman esasları, tüm ilahi dinlerde mevcuttur. Muamelat kısmında farklılıklar ortaya girer.
Allah, insanları devirler halinde yarattı ve onların yaşadığı çağa ve coğrafyaya uygun dinler gönderdi. Derken insanlık gelişti ve artık bir muallimden ve bir kitaptan ders alabilecek seviyeye geldi. Diğer dinlerin hükmünü Allah, getirdiği son dinle ortadan kaldırdı ve son dinini tesis etti, son peygamberini sadece belli bir coğrafyaya değil tüm insanlığa rehber olarak gönderdi. “...Bugün, dininizi kemâle erdirdim. Size nimetimi tamamladım. Ve din olarak size İslam’ı seçtim...” (Mâide, 5/3)
İlave bilgi için tıklayınız:
Bütün dinler Sümer kökenli olabilir mi?
Tarihte Hz. Musa yaşadı mı yoksa yaşamadı mı?
Hz. Muhammed'in yaşamadığı iddiasına ne dersiniz?
Soru 24:
Kendi oyuncağını alıp yere çalan bir çocuk veya çarptığı arabasına kızan bir adam ne kadar mantıklı bir iş yapıyorsa kendi yarattığına öfke kusan, onu sonsuzca yakan bir Tanrı da ancak o kadar mantıklı bir iş yapıyor olmayacak mı? Yakmak ve eziyet etmek artık neyi değiştirir? Neden basitçe yok etmez veya düzeltmeye çalışmaz da sonsuzca eziyet eder? Bu tutum mantıken, ahlaken, vicdanen nereye düşer? İşkence etmek kötü ve ahlaksızca değil midir? Tanrı ahlaken bizim gerimizde midir? İşkence ederek kendini sevdirebileceğini düşünmesi mantıklı mıdır? Tanrının derdi itaat değil de sevgi v.b. olsa işkence eder miydi? Tehdit üzerine ahlak kurulur mu? Tanrının karakter yapısı despot bir kralı veya bir diktatörü andırmıyor mu?
Cevap 24:
İnsanın kendisine Allahu Teala tarafından verilen irade sınırlı olmakla beraber insan bu iradeyi kullanmada özgür bırakılmıştır.
Her istediğimiz şey istediğimiz anda meydana gelmez. Ancak karşılaştığımız durumlar karşısında özgürce tercihlerde bulunabiliriz.
Yapmak ya da yapmamak, sevmek ya da sevmemek, inanmak ya da inanmamak bizim tercihimize bağlıdır.
Kendi mutlak varlık ve birliğini ezeli ve ebedi hayat, kudret ve ilmini, her şeyi kuşatan rahmet ve sevgisini elçileri ve kitapları aracılığı ile insanın iradi tercihine sunan Mevlamız, ebed yolunda kendisi ile beraberliği özgür irademize dayalı bir istek ve iradeye bağlamıştır. Zira tüm güzellik ve iyilikler gibi bu ilahi nimetler de ancak irade olduğunda güzel ve iyidirler. Zorla verilen bir iyilik her şeyden önce iyiliğin özüne aykırı olacaktır.
O halde Allahu Tealanın mutlak varlık ve mevcudiyetini ret eden onun kudsi sıfat ve esmalarının tecellileri ile buluşmayı kabul etmeyen bir kişi için yapılacak iyilik, bu isteğine uygun olanı ona vermektir. Zira yüzlerce peygamberin ve ilahi kitapların, özellikle Kuran gibi hakikati tüm yönleri ile tebliğ eden bir kitabın davet ettiği insanın, tevhid ve iman yolunda yürüyen her kesimden yüz milyonlar ilim ve ahlak sahibi, iyi ve sadık insanları görmezden gelerek ve etrafımızdaki tüm kainatın her türlü oluş ve sistemlerinde büyük olsun küçük olsun birbirine mükemmel bağlılığı ile bir ilim ve iradeyi gösteren ve yaratıcısına akıl karşısında sonsuzca tanıklık eden var oluş biçimlerinin logosunu, dillerini işitmeyi reddederek, kendi vicdanının derinliklerinde varlık ve birliğini sürekli bildiren rabbinin davetini de inkar ederek, kainat ve vicdan büyüklüğünde bir şeyi kendisi için istemiş olmaktadır. Bu istediği şey, Mevla’nın varlık ve birliğinin rahmet, hayat ve sevgisinin, ilim ve iradesinin olmadığı kâinat büyüklüğünde ve vicdan derinliğinde bir yokluktur. Bu yokluğu isteyene, istediği yokluk yaratılmaktadır.
Allahu Teala’nın vücut ve rahmet tecellilerinin olmadığı alemler, istemenin şiddetine göre yaratılmaktadır. Cehennemini kendisi iradesiyle inşa eden insanın, yapmakta olduğu şeyin akıbetini kendisine bildiren rabbine ayrıca isyan ediyor oluşu, bu isteğindeki şiddetini, adeta negatif duasını göstermektedir. Kendi cehennemini inşa ederken bile bundan şikayet etmek ne kadar ağır bir bunalım olduğunu göstermektedir.
Esasen mutlak bir yokluğa bu tür insanları göndermek tam bir adalet tecellisine en uygun olandır. Ancak bir kere var olmuş ve varlığın zamana ve mekâna ait oluşlarını sayısızca tecrübe etmiş bir insanı mutlak yokluğa göndermek, o kişiye özel olarak varlığın sürekli ve sonsuzca ret edilmesini gerektirir. Bu ise zamanın sonsuz akışı ve oluşu içerisinde o kişinin varlığının olumsuzlanması olarak mutlak bir felakettir.
Burada anlaşılmayan nokta, yok olmanın nasıl acı verici ve sonu gelmez bir felaket olduğunu idrak edemeyiştir. Kimi insanlar yok olmayı bir tür uyku ya da hissizlik gibi bir şey telakki etmektedirler. Oysa yok olmak var olmama eyleminin gerçekleştirilmesidir. Zira mutlak anlamda yokluk var olamaz, çünkü kendisi ile çelişir.
Mutlak yokluk vardır, dediğimiz de o da varlığa ait bir mertebe olur. Bu nedenle esas olan yokluk değil de var olmamaktır. Var olma ne ölçüde istenilen ve lezzet alınan bir tecrübe ise var olmama da o denli acı bir hissediş ve elemden ibarettir. Var olmamak için her durumda önce bir varoluş ve ardından bunun olumsuzlanması gerekir.
İşte asıl adalet olan mutlak yokluğa göndermek, böylesi bir azaptır.
Oysa Mevla’nın merhameti bu durumda bile yani kendisini istemeyen için de tecelli etmekte ve onlara istediklerini verirken varlık azabı yaşatmamaktadır.
Ancak varlık azabını da yaşamak isteyen ve bunu Mevladan tüm duyguları ile isteyenler varsa bu onlar ile rableri arasındaki bir muamele olacaktır.
İçinde yaşadığımız geçici dünya hayatını güzelleştiren ve adeta insanları buraya aşık eden tüm nitelikler ilahi mevcudiyet ve rahmetin tecellisi olduğu gibi, evrendeki değişimlerden insan için acı ve üzüntü verici olanlar da ilahi hikmet ve adalete dayalı tecellileridir. İnsan bu geçici dünyada her ikisi ile tanışmakta ve zıtlık düzeni içerisinden kendisi için rahmet ve inayet tecellisinin ölüm sonrası hayatta ne kadar önemli olduğunu tecrübi olarak anlamaktadır.
Eğer dünya tek biçimli olsaydı insan yaşamsal olarak kendisi için önemli olanı tercih edemeyecektir.
Evren, yaratıcısı ile beraber kıyamet sonrasında yeni fiziği ile yoluna devam edecektir. Biz bu ebedi yolculuğa nasıl iştirak edeceğimize özgürce karar vermekteyiz.
İlahi rahmet ve inayet tecellileri ile devam etmeye iman ile karar verdiğinizde bu kararınızın ne kadar ciddi ve güçlü olduğunu bu zıtlıklar dünyasında sınanarak görürüz. Yaşanılan acılar ve felaketler Müslümanların iman ve ubudiyetini şiddetlendirir ve ilahi rahmeti tüm yürekleri ile istemelerine neden olur.
Allahu Tealadan uzak kalmayı tercih edenler de bu dünyada gerek iyilik ve güzelliklerle gerekse de felaket ve acılarla sınanırlar. İnkar ehli de yaşadıkları iyilikleri kendilerinden ve doğal sebeplerden bilirken, iyiliği öznel kaynağından ayırarak sıradanlaştırır, karşılaştıkları felaket ve musibetlerde ise isyan ve inkarlarını arttırırlar. Böylece onlardan da çok güçlü bir istek yükselmektedir.
İnkarın doğasına baktığımız zaman onun tıpkı her şeyin mahiyetini değiştirip tahrip eden ve öğüten ateş gibi olduğunu görürüz. İnkâr ehlinin ruh dünyasındaki yok edici ateş, onlar için tüm kâinat ayetlerini, ilahi tebliğ ve davetleri yakıp inançsızlığın uğursuz enerjisine çeviren, sürekli ısınan lanetli bir değirmendir.
İman ehlinin ise tüm kevni ve kelami ayetlerden, kendi özlerinden ve etraflarındaki kainattan alıp soğurdukları iman hakikatleri, onlardan ebedi olarak ışıyacak olan ilahi nurlardır.
Diğer taraftan, insanlık aleminde de görüyoruz ki adalet ve dengenin muhafaza edilmesi için hiç kimse keyfince hareket etmemekte, isteyen istediği suçu işleyememektedir; belli kural ve kanunlar dairesinde sosyal hayatın hukuku muhafaza altına alınmaktadır. Kanun, kural tanımayanlar cezalandırılırlar, suçunun nispetinde muamele görürler, şayet bir memlekette hapishane olmasa bile, bir edepsiz çıkıp Sultana isyan etse, kanunlarını tanımıyorum dese, yaptığı lütuf ve ikramları inkar edip nankörlük yapsa ve Sultanın şeref ve itibarına dil uzatıp çok ağır hakaretlerde bulunsa sırf o edepsizi hapsetmek, haddini bildirmek, terbiye etmek için, o memlekette derhal bir hapishane inşa edilir. Küçük bir şerefi, küçük bir izzeti, küçük bir memleketi bulunan küçük bir Sultan böyle yaparsa Allah’ın izzet, kibriya, şeref ve büyüklüğü elbette Cehennem gibi bir hapishanenin yaratılmasını gerektirir.
Ayrıca, Cehennem, insanın kendi tercihidir; herkes cennetini veya cehennemini dünyadan götürüyor diyebiliriz. İnsan, özgür iradesiyle yaptığı inkar ve isyanı, şükürsüzlük ve nankörlüğü, ihanet ve tecavüzleri nedeniyle cehenneme atılmak için kadere bizzat kendisi fetva verdirir. Bir katilin kendi iradesiyle adam öldürmesi sonucu müebbet mahkumiyet gibi hak ettiği bir cezaya çarptırıldığında adalete, kanuna, Sultana küfürler savurarak, “Neden bana ceza veriyorsunuz?” diye isyan etmesinin beş para değeri ve itibarı yoktur; hiç bir akıl, vicdan ve insaf sahibi bunun aksini iddia edemez.
Cehennemin yokluğuna taraf olmak, adaleti katletmek demektir. İnsanlık; soykırımları, atom bombasının derin tahribatını, kimyasal silahların vicdansızlığını, sahile vuran bebek cesetlerini gördü ve daha neler neler; bütün bu alçakça fiiller “Yaşasın zalimler için Cehennem!” diye bağırmaktadır. Cehennemi hazmedemeyen kişi bu kadar katliamları nasıl hazmedebilir; bu anlaşılamaz bir çelişkidir.
Dünya hayatı, insanın cennete layık bir kıymet kazanması için elverişli bir süreçtir. İmtihana tabi her kula yeterli bir zaman ve imkan verilir. Bu sebeple bu süre içinde imtihanı kaybedenler tekrar tekrar imtihana alınmazlar.
“Onlar orada imdad istemek için şöyle feryat ederler: “Ey Ulu Rabbimiz! Ne olur, çıkar bizi buradan, dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan başka, güzel ve makbul işler yapalım!” Allah onlara şöyle buyurur: “Biz, size, düşünüp ibret alacak, gerçeği görecek kimsenin düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size peygamber de gelip uyardı. Öyleyse tadın azabı! Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur!” (Fatır, 35/37)
Buluğ çağından önce vefat edenler, akıl hastaları zaten imtihana tabi değildir. Dolayısıyla Allah’ın insanları tabi tuttuğu imtihan ve neticesi adaletin ta kendisidir.
“Onların, ateşin karşısında durdurulup, ‘Âh! keşke dünyaya geri gönderilsek de, bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak!’ dediklerini bir görsen! Hayır! daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü. Onlar dünyaya geri gönderilseler bile, yine kendilerine yasaklanan şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar." (En'âm, 6/27-28)
Bu ayetin misalini daha dünyadayken toplumda gözlemlemek zor değil. Katılaşmış bir kalbe, silinmiş bir vicdana, küflenmiş bir ruha sahip olan kişilerin dünyada uzun yıllar tutuklu kaldıktan sonra yine eski yollarına dönüp bozuk amellerinin özentisini çektiklerini rahatça müşahade edebiliyoruz.
Ey sual soran kişi, “İşkenceci, ahlaksız” diye tavsif ettiğiniz Allah’a çok büyük bir özür borcunuz var; hâlâ nefes almakta iseniz derhal işlediğiniz hıyanetten dönmelisiniz. Çünkü sizi bir damla sudan yarattı, anneniz bile sizden habersizken sizi karanlık bir alanda şekillendirdi, büyüttü, besledi; dünyaya geldiğinizde sizin mutlak ihtiyacınız olan sütü sonsuz şefkatiyle memeler musluğundan ikram etti, annenizi bir şefkat kahramanı yaparak sizi her şartta koruyan, merhametiyle muhafaza eden bir melek gibi yardımcınız yaptı; yeryüzünü binler nimetlerle donatılmış bir sofra olarak terbiye edip ihtiyacınıza sundu, denizler buharlaştı, yağmurlar yağdı, güneş ısı, ışık gönderdi, mevsimler değişti; hep sizin için. Hayvanlar imdadınıza yetişti; atın sürati, ineğin sütü, koyunun eti, tavuğun yumurtası hep sizin içindi. Gece gelir hiç gitmeyebilirdi, gökyüzünden yağmur yerine acı bir su hatta asit yağmurları yağabilirdi; insanların evlerini uçuracak derecede tufanlar, kasırgalar yeryüzünden eksik olmayabilirdi; denizler üzerimize gelebilir, sürekli yüksek şiddette depremler olabilir, yıldızlar çarpışabilirdi; dünya cehenneminiz olabilirdi. Vücudunuz en mükemmel organlarla yaratıldı; yüzünüz sizi bütün insanlardan ayıran bir kimliğiniz, aklınız evrendeki sırları çözen bir anahtar, gözleriniz kudret ayetlerini tefekkür etmeye vesile şahitler, kulaklarınız kainat orkestrasını dinleyen kudret mucizeleri, diliniz yeryüzündeki bütün tatları fark edip ayıran gıda mühendisi, kalbiniz bir ömür çalışan ve sürekli yenilenen bir dinamo; konuşmanız, görmeniz, duymanız, sevmeniz, korkmanız, heyecanlanmanız, özlemeniz ve her halinizle duygular sarayı olarak yaratılmışsınız.
Bu kadar büyük iyilikleri, güzellikleri, rahmet ve şefkati, ikram ve ihsanı, kerem ve cömertliği görmezden gelip, böyle bir Yaratıcı’ya “işkenceci, ahlâksız” diyebilmek büyük bir cinayettir, elbette cezasız olmaz ve bu ve benzeri suçların cezası da ancak Cehennem olabilir.
Lakin tövbe edip, Rabbinizin rahmet ve şefkatini kabul edip pişmanlıkla Onun dergahına sığınsanız, hiç şüphesiz reddedilmezsiniz, zira Allah kullarını affedici, tövbeleri kabul edici sonsuz rahmet sahibidir.
Soru 25:
Bugün yaygın dinler despotik imparatorlukların desteğini alıp bu desteği alamayan, hatta iyi bir tutum alıp despotizme karşı duran inançları yok ederek bugünlere geldi ve bu kadar yayıldı. Peki ama esas o despotik devletlere karşı duran, o yok edilmiş inançların kabul edilmesi ve savunulması gerekmez miydi, çünkü esas ahlaka ve vicdana uygun doğru tutumu onlar almamış mıdır? Biz şu an sadece eskinin despotlarının desteğini alabilen egemen ve en acımasız dinlerin arasında yaşamıyor muyuz ve doğruyu sadece bunlar içinde arayarak kendimizi sınırlamıyor muyuz?
Cevap 25:
Yahudilik Babil Krallığı tarafından MÖ 6. Yüzyılda yıkılmış ve Yahudiler sürgüne gönderilmiştir. O tarihten sonra da iki bin yıl boyunca kimseden bir destek görmemişlerdir. İngilizler tarafından 20. yüzyılda paraları nedeni ile sahiplenilmiş ve İslam dünyasını yaralamak için İsrail olarak bir maşa haline getirilmiştir.
Hıristiyanlık ilk iki yüz yılı boyunca en ağır baskıları görmüş, yer altında yaşamaya mahkûm edilmiştir. Buna rağmen yayılması durdurulamayınca 325 yılındaki İznik Konsülünde Roma paganlığına üçleme doktrini ile uygun hale getirilmiş, Batı Romanın 410’da çökmesinden sonra Romanın mirasçılarına göre Katoliklik, Ortodoksluk olarak birbirini tekfir eden iki yapıya bürünmüş, 16. Yüzyılda yükselen kıta Avrupası ile de yeni bir mezhep olarak Protestanlığa evrilmiştir.
Ne zaman ki bu dinler dünyevi sistemlerin birer aracı haline gelmişlerse şirk ve sapkınlıklarla dolup taşmışlardır.
İslam ise Arabistan’ın yalıtık topraklarında doğarak, dönemin Pers ve Roma gibi devletlerinin baskılarından kuruluş aşamasında diğerlerine nispetle uzak kalmıştır. İslam kendi toplumunun sınırlarında bir devrim gerçekleştirmiş ve Medine’de kendi devletini kurmuştur. Dolayısıyla diğer devletlerle karşılaştığında bir devlet olarak karşılaşmış ve farklı isimler altında olsa da değişik coğrafya ve kültürlerde kendi devletini devam ettirmiştir. En son Osmanlı Devleti ve hilafeti bu müstakil İslam Devletinin tarihsel versiyonudur.
Batı dünyası bunu bildiklerinden, İslam Devletini sona erdirmek amacıyla Osmanlının ve hilafetin kaldırılması için gayret etmişlerdir.
Bugünkü Müslümanlar, Mekke dönemi koşullarında bulunmaktadırlar.
Soruda belirtilen durum Yahudilik ve Hıristiyanlığın despotik egemenliğinde yükselen Batı dünyası için geçerlidir ve filozof Nietzsche tarafından savunulmuştur.
Ancak Nietzsche bile İslam’a bu diğer dinler karşısında özel bir yer verir ve onu hür, erkeksi bir aşk ve cesaret dini olduğunu vurgular.
Rönesans dönemi ile Yahudi Hristiyan dünyasında eski paganik inançlar tekrar davet edilmiştir. Bunların kökleri o dünyada canlı olduğu için de yeşerebilmişlerdir.
İslam batıl inançları değil, mazlum halkları ve zulme uğramışları kurtarmayı hedeflemiştir. Bir insanı şirk ve inançsızlığın dalaveresinden kurtarmak ile köleliğin sömürüsünden kurtarmak eş değer görülmüştür.
Ayrıca, Dinler insanlık üzerinde baskı kurulması, insanların zulme uğraması için gönderilmemiştir; aksine, özünde her hak din hem dünya, hem ahiret saadetine ulaştıracak esas ve prensipleri taşır. Ne var ki despot ve zalim idarecilerin, menfaat ve ihtiraslarını putlaştırmış güçlü kişiliklerin ellerindeki imkan ve saltanatı sarstığı için düşman olarak görülmüş, tabilerine de her türlü ihanet ve zulümle mukabelede bulunulmuştur. Sonraları dinin insanlık üzerindeki nüfuz ve gücünü eline geçiren vasıfsız ve ehliyetsiz kişiler din namına istibdat uygulamalarında bulunduğu, menfaat ve çıkarları için dini kullandığı, tarihte çokça görülmüştür; özellikle Hıristiyan Batı’da bunun örnekleri fazlasıyla mevcuttur.
İslamiyet de güllük gülistanlık bir atmosferde filizlenmiş değildir, başta Hz. Peygamber (asm) olmak üzere, kendisine iman eden Sahabiler topluluğu çok ağır imtihanlardan geçmiş, çok sıkıntılar çekmiştir; üç yıl süren boykot yılları bunun sadece bir örneğidir. İslam davetçisi Hz. Muhammed (asm) insanlığa İlahî emirleri tebliğ etmeye başladığında ne ordusu, ne hazinesi, ne de bir devleti vardı, aksine başta öz amcası olarak kavim ve kabilesi hatta bütün dünya ve bütün dinler onun düşmanı idi. Sadece ve sadece dinin güzelliklerini yaşayarak ve tebliğ ederek adetlerine son derece mutaassıp olan vahşi ve bedevî bir kavmi en medeni milletlere üstad olacak şekilde terbiye etti, fazilet ve kemalat mertebelerinde yükselmelerini sağladı. Bu büyük değişime imza atarken en küçük bir istibdat ve baskı kurmadı, korku imparatorluğuyla insanları yönetmedi.
Yüzyıllar boyunca İslam bayrağını sancaklaştıran Osmanlı Devleti de aynı çizgiyi takip ederek zulme uğrayanların imdadına yetişti, insanlığa adalet ve saadet götürmekte muvaffak oldu. Avrupa zalimleri ve Asya münafıklarının yaptığı gibi mazlum coğrafyaları kan gölüne çevirmedi, zavallı kavimleri köleleştirerek kendisine hizmetçi yapmadı, zulümle işgal ettiği yerlerin madenlerini ve sermayelerini gasp etmedi, soykırım yapmadı.
Ne zaman ki Osmanlı gitti, her şey tepetaklak oldu, dünya yaşanmaz bir vahşet adası haline döndü.
Bir gül bahçesinde bazı zararlı otların ve dikenlerin olması kabul edilebilir bir durumdur; aynen öyle de İslam medeniyetini en güzel bir şekilde temsil eden Osmanlı’da da zaman zaman bazı zararlı otlar ve dikenler kabilinden hadiseler baş göstermiştir. Lakin hayır ve hasenatlarıyla hata ve günahları terazinin iki kefesine konulduğunda hayır tarafının çok ağır geleceğinden zerre şüphe edilemez.
Dinin esası insanlığa huzur ve saadet, mutluluk ve selamet getirmiştir; din suistimal edildikçe veya zulümle engellendikçe insanlık buhran ve bunalım uçurumlarına yuvarlanmıştır.
Elhasıl, siyah bir gözlük takarak, insanlıkta ne kadar hayır varsa kaynağı ve madeni hükmünde olan İslamiyet’i kara bir çadır olarak görmek insafsızlıktır; akıl ve vicdana sığmaz.
Soru 26:
Eğer Tanrı her şeyi biliyorsa ve bilgisinde eksik veya yanlış olmayacak denli mükemmel bir varlık ise kendi bildiğini değiştiremez demektir. Zira bilgi mükemmelse değişmeyecektir. Bu durumda Tanrı başlangıçtaki bilgisince her şeyi harekete geçirmiş ve bunu değiştiremeyeceği için de bu bilginin tutsağı olmuş demektir. Her şeyi bilen ve hata yapmaz olan, kendiyle çelişemeyecek bir varlık kendi bilgisinin kölesi olur. Bu durum Tanrının dahi hür iradesini ortadan kaldırır. Dua etmek, gündelik küçük isteklerin için Tanrıdan koca planını değiştirmesini istemektir ve saçmadır örneğin. Zaten Tanrının hür iradesi olmayıp otomatik çalıştığını meteorolojik olayları birkaç gün önceden bilebilmemiz göstermiyor mu? Öte yandan, eğer Tanrı her şeyi biliyorsa bizi sınav yaptığında bizim bu sınavda ne yapacağımızı ve ne sonuç alacağımızı da zaten baştan beri biliyor demektir. O halde bizi neden sınav yapıyor? Bildiğini mi tekrar ediyor?
Cevap 26:
Kavramlar tutarsızca kullanılmamalıdır.
Antropomorfik akıl yürütmelerle ve bizim bilinç durumumuzla İlahi ilim ve benzeri sıfatları yorumlamak çelişiktir.
“Allahu Teala her şeyi biliyor” önermesini başlangıçta kabul ettiğinize göre bilmenin bir konuya yani şeye bağlı olduğunu anlamamız gerekiyor. İlahi ilim bildiği şey olan konusuna bağlı olarak zuhur etmektedir. Konusu olmayan bir bilmek olamaz.
Allahu teala ilim sıfatı ile bir şeyin evvelini, ahirini görünüşünü ve içini zamansız olarak bilmektedir. Bu nedenle mükemmeldir. O şeyde bir değişiklik meydana geldiğinde bu ilahi ilimde bir değişiklik meydana getirmez. Allahu Teala için başlangıçta ayrı bir bilgi zaman sürecinde ayrı bir bilgi edinmeyi düşünmek, tam anlamıyla bir ilkelliktir. İlahi ilim zaman dışı olarak konusu olan şeylerin evveli, ahiri, zahiri ve batınını birlikte bilmektedir.
Biz evvelimizi bilmediğimiz gibi sonrasında ne olacağımızı da bilemiyoruz. Bizim ilmimizde değişiklik bu nedenle olur. İlahi ilimde ise bir değişiklik olmaz.
Bilinen konuyu değiştirmek, yeni bir bilinen yaratmak demektir.
Tüm evrene baktığımızda ilahi yaratmanın bilgi açısından hem konusuna tabi olduğunu hem de dilediğini yaratan olarak konuların onun ilmine tabi olduğunu görürüz. İçinde bulunduğumuz sınavda evvelimizi ve ahirimizi, iç ve dışımızı birlikte bilmesi bizim onun bilgisinin zaman dışılığının konusu olması itibariyledir. “Dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı.” (Maide 48) ayetinde de belirtildiği gibi erkek ya da dişi olmamız, ten ve dillerimizin farklılığı, anne ve babalarımız, ölüm vaktimiz gibi zorunlu kader tecellileri de ilahi iradenin dilediği tarzda tecelli ettiği ve bilinenin bilene, konunun ve şeyin kendisini bilene tabi olduğu durumlardır.
İlahi ilim bu nedenle hem maluma tabi hem de malumu kendi bilmesine tabi bir mükemmelliktedir. Bu ilim ilahi mutlaklığa ait bir ilim olup diğer sıfat ve esmalarda olduğu gibi benzersiz ve misilsiz bir tekilliğe sahiptir. İlahi isim ve sıfatlarda asla birbirleri ile çelişme olmaz. Tam bir ilim ve tam bir irade, tam bir kudret ve tam bir seçme… birliktedirler.
Demek ki, Allah ezelî bir ilme sahiptir ve ilmi her şeyi kuşatır, onun ilminin dışında hiçbir şey cereyan etmez. Bunun böyle olduğu Kuran ayetlerinde ifade edildiği gibi kudret kitabı olan evren de bu gerçeği doğrulamaktadır. Bütün varlıklarda görülen ölçülü düzgünlük, bunun en büyük şahididir.
Evet, muntazam bir saray gibi evrenden ve güneş sisteminden, kelimelerin ve seslerin neşrinde atomların son derece hayret edilecek bir sistemde bir intizam gösteren hava sayfasından ve bir milyondan fazla ayrı ayrı bitki ve hayvan türlerini her baharda mükemmel bir düzen ve intizam içinde yetiştiren yer yüzünden tut, ta her bir canlının bedenindeki azalar, organlar, hücreler ve atomlara kadar derin, her şeyi kuşatan, şaşırmaz bir ilmin eseri olan hassas ölçülerdeki düzgünlük ve tam intizam bulunması, gayet açık ve kesin bir surette İlahî ilmi gösterir.
Yine evrendeki kudret eserlerini incelediğimizde, mikro alemlerden makro alemlere kadar, yani galaksilerden kandaki alyuvar ve akyuvarlara kadar her şeyde gayet düzgün bir ölçü ve birbirleriyle uyumlu bir denge bulunması, apaçık Allah’ın ilminin ezelî ve sonsuz olduğunun delilidir. Evet, görüyoruz ki, örneğin bir sineğin, bir insanın azaları ve organları, hatta cesedinin hücrecikleri ve kanındaki kırmızı ve beyaz kürecikleri o derece hassas bir düzen ve ince bir ölçüyle yerleştirilmiş ve o derece birbirine münasip ve uygun ve cesedin diğer organlarıyla da öyle muntazam bir uyumluluk var ki, nihayetsiz bir ilme malik olmayan, o vaziyeti onlara vermesi hiçbir cihette mümkün değildir.
Allah’ın isim, fiil ve sıfatlarının tecellilerini evren kitabında okumaya muvaffak olan kimse, Onun sonsuz bir ilim sahibi olduğundan, ilminin her şeyi kuşattığından, ezelî olduğundan, bütün zaman ve mekanları ihata ettiğinden asla şüphe etmez; sadece biz örnek vererek bu açıdan açıklama yapmış olduk.
O halde, soruda geçen varsayımlar Allah hakkında iddia edilemez. Çünkü, Allah evrende her şeyi hikmetle idare eder, belli kanunlar dairesinde terbiye eder, fıtrat kuralları ile faaliyet gösterir. Lakin hiçbir sistemin mahkumu değildir, zira Allah’ın ilmi, hikmeti sonsuz olduğu gibi iradesi de sonsuzdur ve nihayetsizdir; belli bir kayda bağlı değildir. Bütün isimleri mutlak olan yani kayıtsız ve sonsuz olan Allah dilediğini yapar, dilemediğini yapmaz, iradesi sonsuz olduğundan sonsuz tercih ve ihtimallerden hikmet ve maslahatına uygun olanını seçer, yaratır.
Bir ressam bin tane insan portresi çizse bundan sonraki portreleri daha öncekilere benzetmek zorunda kalacaktır çünkü kısıtlı bir iradeye sahiptir; Yaratıcı, milyarlarca insan yaratır ve her insanı diğer insanlardan farklı yaratır, faraza yedi milyar değil yetmiş milyar insan da yaratsa yine birbirine benzetmez çünkü iradesi sonsuzdur.
Bu gerçeğin şehadetiyle Allah hakkında talihsizce söylenmiş “bilgisinin kölesi olmak” gibi isnatların gerçeklik yanı yoktur, sadece bir hezeyandan ibarettir.
Allah her şeyi bir sebep-sonuç ilişkisi içinde var eder. Adetullah dediğimiz fıtrat kanunlarını bir silsile şeklinde yapıp fiillerini onlarla bağlamıştır. Fakat Allah, kainatta yerleştirdiği bu kanunları dilediğinde kullanmaz, bazı kullarının makbuliyetlerine bir işaret olarak onları değiştirebilir. Peygamberlerine gösterdiği mucizeler, evliya kullarına ihsan ettiği kerametler bu nevidendir. Ateşin Hz. İbrahim’i yakmaması, demirin Hz. Davud’un elinde yumuşayıp erimesi, Hz Musa’nın asasının yılana dönüşmesi, ölülerin Hz. İsa vasıtasıyla dirilmesi, Hz. Peygamberin parmaklarından çeşme gibi su akması Allah’ın koyduğu kanunların esiri olmadığının, dilediği zaman bunları değiştirebileceğinin somut bir örneğidir.
İnsan dua etmekle sorumludur ayrıca yaradılışı gereği dua etmeye muhtaçtır. Duanın sonucu her ne olursa olsun, dua eden kişi yaratılışının gereğini yani kulluk vazifesini yerine getirmiş olur. Allah, kulunun her duasına cevap verir; bazen tam istediğini verir, bazen zarar olması yönüyle vermez, bazen de dünyada daha hayırlısını verir, bazen de daha güzelini ebedî hayatta ikram eder. Çoğu zaman kul hevesle ister, fakat Allah hikmetle karşılık verir; nice zararlı şeyler için dua eden kişi sonsuz rahmetiyle istediklerinin verilmeyişini dualarının kabul edilmemesi olarak değerlendirebilir. Ve bütün bunlar kader planının bir parçasıdır, ezelî ilim sahibi olan Allah, kul dua etmeden ne için dua edeceğini bildiğinden dolayı büyük fotoğrafı ona göre boyutlandırır. İnsanlar, kulluk için yaratılmıştır; dua da kulluğun ifadesidir yani insanın ilmi, kader planına çıkamaz öyleyse vazifesi kulluk ve duadır.
Evet, Allah bizim kulluk imtihanımızın sonucunu bilir, lakin Onun bilmesi bizim tercihimize baskı yapmaz. Zira bizim yapacağımıza göre O bilir, yoksa O bildiği için biz yapmış olmayız. Biz cenneti netice verecek fiiller işlemekte hür olduğumuz gibi sonucu aleyhimize çevirecek bir hayat da yaşayabiliriz. Örneğin camiye giderken bir rüzgar esip de bizi meyhaneye sokmaz ki “sevap işleme imkanı bana verilmedi” diye itiraz hakkımız olsun.
Yine, Allah’ın sanatıyla kendini tanıttırması, ikram ve nimetleriyle kendini sevdirmek istemesi bu büyük hikmetlerdendir. Şayet insan imtihan dünyasına atılmasaydı bu hikmetler vücut bulamayacağından yaradılışın ehemmiyet ve gayesi de gerçekleşmemiş olurdu.
Soru 27:
Niye çok eşlilik var? Kocası ölen kadınlara yardım etmenin başka yolu yok muydu? İlla nikahına alıp aynı yatağa mı girmen gerekiyor? Niye cariyelik var? Muhammed madem köleliği kaldırmak istiyordu neden savaşlarda köle ve cariye alımını kaldırmadı, kendi de yenilerini almaya devam etti? Cariye, savaş esiri değil midir? Savaştığın düşmanın karısına, kızına, kız kardeşine el uzatmak yakışır mı? O kadın senden nefret edecektir, aynı yatağa nasıl gireceksin? Cariyeye tecavüz meşru mu yoksa? Peygamber de –hadi tecavüz demeyelim, mümin dostlar üzülmesin- savaş esiri kadınlarla –onların kocalarını, kardeşlerini, oğullarını öldürttükten sonra- ‘zorla ilişkiye’ girmiş midir?
Örneğin şu ayetten savaş esiri olan kadınlar evli bile olsa onlara zorla sahip olunabileceği yazıyor açık açık;
''Harpte elinize geçmiş kadınlar hariç olmak üzere, nikahlı kadınlarla evlenmeniz de haram kılınmıştır.'' (Nisa Suresi, ayet 24)
Cevap 27:
Barış durumu hukuku ile savaş hukuku yargılanamaz.
Hukuk barış durumunda ya da sivil hayatın olduğu kentte kendisine özgü bir forma sahip olduğu gibi savaş durumunda ya da kırsal ortamlarda farklı biçimlere sahip olur.
Basitçe, savaş hukukunda karşınızda bulunan ve sizinle savaşan herkesin kadın olsun erkek olsun ödeyeceği bedeller vardır. Barış hukukunda ise bunlara asla dokunulamaz. Bizimle savaşan bir kadının barış hukukuna ait nikahı veya benzeri antlaşmaları savaş hukukunda geçersizleşir. Günümüzdeki adıyla savaş esiri o dönemdeki köleliğin kaynağıdır.
İslam barış durumunda her şekilde kölelerin hürleştirilmesinin yolunu açmaktadır. Savaş meydanında erkeklerini kaybetmiş ve çeşitli derecelerde savaşa iştirak ile esir düşmüş bir kadın için fidye müessesi İslam’da vardır.
Ayrıca ayette verilen hüküm, harpte ele geçirilmek ile istisnayı ifade etmektedir. Sizi öldürmek isteyen birisini fidyesini veren de yoksa öldürmeniz yerine esiriniz yapmanızı ve canını korumanızı salık vermektedir.
Kişinin cariyesi ile yatağa girmek ve cinsel ilişki kurmak zorunluluğu yoktur. Eğer bunu istemiyorsa yapmaz. Neden bu kadar cinsellik temalı olarak her konuyu değerlendiriyorsunuz?
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, İslamiyet kölelik sistemini önce ıslah etmiş sonra da tamamen kaldırmıştır; İslamiyet’in çok öncesine dayanan bu sistemin birdenbire kaldırılması toplumsal hayatta mümkün olamayacağından zaman içerisinde bitirilmiştir.
O günkü toplumların sıklıkla uyguladığı bu yöntemi dinin temel ilkesi gibi görüp dine hücum etmek insafsızlıktır.
Birden fazla evlilik zaten İslamiyet’in rağbet ettiği bir durum değildir; özel ve zaruri durumlarda buna ruhsat verilmiş olup tek evlilik özellikle tavsiye edilmektedir.
Soru 28:
İslam’ı gaza, yağma, ganimet üçlüsü ve egemen olunan yerde millet-i hakime düzeni kurmaktan ayrı düşünebilir miyiz? İslam sömürgeciliği içinde barındırmıyor mu? Neden farklı inançlara, onların kendisine davranmasını istemeyeceği şekilde davranıyor? Bu durum İslam’ın yayılma stratejisini de çok olumsuz etkilemedi mi? Yani Müslümanların kendilerinden farklı olanlara agresif ve nefret dolu olmalarının altında, yayılmak için gönülleri kazanmak yerine fethedip hakim olmak ve baskıyla, sömürerek inancını benimsetmeye çalışmak yatmıyor mu? Sahi, neden böyle bir ikiyüzlülük var? Örneğin, Avrupa’daki Müslümanlar orada kendilerine sahip çıkan sol partileri destekleyip aşırı sağdan korkuyorlar ama sonra ülkelerine dönünce gidip en sağ partileri desteklemeye başlıyorlar. Başka örnekler de verebilirim. Demek istediğim şu, İslam’da insanı buna yönelten, yani gücü ele geçirene dek barışçıl duran ama gücü ele geçirince baskıcılaşan, despotikleşen bir tarz var. Bunu Kuran’da da görüyoruz. Mekke ayetleri ile Medine ayetleri farklı. ‘Senin dinin sana benimki bana’ noktasından ‘kafirleri bulduğunuz yerde öldürün, din Allah’ın olana dek savaşın’ noktasına gelinmiş. Keza eş konusunda da böyle. Bildiğim kadarıyla Hatice hayattayken –Muhammed onun servetiyle yaşamasından olsa gerek- cinsiyetçi bir söylem yok ama daha sonra hem çok eşlilik hem de cinsiyetçi ayetler başlıyor. Sizce tüm bunlar ahlaka uygun mu?
Cevap 28:
İnsanlık hukukuna zimmilik statüsü kavramı ile kendi inanç ve kültüründe özgürce yaşama hukukunu getiren İslamla ilgili bu sorular çok büyük cehalet içeriyor. Örnek de sorunlu.
Almanya’daki Müslümanlar faşizme ve ırkçılığa karşı haklı bir dayanışma veren sosyal demokratlarla kimi zaman dayanışmaya giriyorlar.
Oysa ülkemizde sol partiler faşist ve totaliter mirasların temsilcisi iken sağ partiler ise daha özgürlükçüdürler.
İslamiyet’te Hak uğruna hak ve hukuk için zalimlerle yapılan mücadelenin adı Cihad’dır ve her ibadette olduğu gibi sadece Allah için yapılır. Bunun neticesinde elde edilen ganimet cihadın sebebi değildir, ganimet için yapılan her türlü hareket bu mali ve bedeni olan ibadet kapsamına girmez.
Anlaşmayı bozan, hıyanet eden, arkadan vuran, taarruz ve saldırılarda bulunan düşmanlara karşı galip gelmek, had bildirmek, izzet ve şerefi ilan etmek de cihadın amaç ve gayesi değildir; aksine bu sebepler sadece cihadın yapılmasını gerekli ve zaruri kılar. Cihad ise, sadece ve sadece Allah rızası temelli bir ibadettir. Bunun altını çizdikten sonra cihad kararının keyfî ve “ben yaptım oldu” gibilerden emr-i vaki bir otoriteyle alınmadığının da bilinmesi gerekir; hem cihad kararının alınması hem de cihad yapıldıktan sonra yapılanlar İslam’ın emrettiği hak ve hukuk dairesinde uygulanır, aykırı davrananlar sorumlu olur.
Cihadın harice yani dış düşmanlara karşı yapıldığını da belirtmek gerekir; içeride kılıcın kınından çıkması haramdır; şayet vuku bulursa bunun adı “cihad” değil, terördür, fitnedir, cinayettir.
Sorunun devamında kullanılan ifadeler bu hakikatleri tam manasıyla idrak edemeyişin sonucu iftiralardır. Şahsi kusurlar olabileceği gibi, İslam’ı temsil eden fakat İslama aykırı hareket eden şahıslar her zaman ve zeminde olabilir, zira nefsinin ve şeytanın tuzağına düşen insanoğlu daima ayak sürçmeye meyillidir. İstikamet üzere giden yüksek ecdadı, doğru tarih boyutunda takip ettiğimizde, dünyaya adalet götürdüğünü görürüz; hak, hürriyet taşıdığına şahit oluruz; insanlığa yakışan medeniyeti, insanlığa yaşatan İslam Medeniyetinin hizmetkarları oldukları hakkını veririz.
Yağma, sömürü, yayılma, insanların mallarına, ırzlarına tecavüz ve benzeri iğrenç fiiller İslâm’ın emri değildir, aksine yasaktır, Müslümanlar böyle şeylere cüret etmezler, edemezler. Bunların faillerini arıyorsanız bunu İslâmiyet’te ve Müslümanlar da değil; komünist coğrafyada, mimsiz medeniyetin temsilcisi Batı’nın dünyasında ve Haçlıların ruhunda aramalısınız. Tarihin karanlık kuyularına bakmaya cesaret edebilirseniz çok talihsiz örnekleri bulabilirsiniz. Daha uzağa Arakan’a, Afrikan’ın altını oyan hırsız Avrupa’ya, milyonlarca insanı katleden komünist liderlere kadar nazarınızı uzağa göndermeniz gerekmez, yanı başımızdaki Bosna’da daha dün olanları görmeniz yeterli.
Hz. Muhammed (asm) hakkında atılan iftiraya mukabil deriz ki: güneşe tüküren sadece kendine zarar verir, o tükürükler güneşe ulaşmaz. Aynen bunun gibi güneşler güneşi olan Hz. Muhammed’e atılan iftiralar da o iftirayı atana döner, o zata böyle aşağı hakaretler bulaşamaz.
Eğer o isteseydi Mekke’nin hakimi olabilirdi, yaşlı bir kadın olan Hz. Hatice’ye bedel en güzel genç kızlarla izdivaç edebilirdi, en zengin de olabilirdi; bunlara ulaşması için davasından vazgeçmesi yetiyordu. Bu kadar kolay bir yolu tercih etmek varken, bin bir türlü zorluk ve meşakkate talip olması mal peşinde koşmadığının, milyonlarca göstergelerinden sadece biridir.
Ayrıca “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” cümlesi, bütün insanlığa hitap eden İslam’ın insanları zorla değil, özgür iradeleriyle tercih yapmalarına imkan veren hürriyet-perver bir din olduğunun göstergesidir.
Demek ki “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” cümlesini, “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256), “Dileyen iman etsin, dileyen küfre girsin.” (Kehf, 18/29) mealindeki ayetlerin bir başka ifadesi olarak görmek en isabetli bir algılama olacaktır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Yanlış yorumlanan bir ayet: "Onları bulduğunuz yerde öldürün …
Mekke ve Medine’de inen ayetler neden farklıdır?
Soru 29:
Yaratıcı bir Tanrı inancı mantıklı mı? Tanrı iyidir ama yarattığında iyi kadar kötü de var. İyi olan bir varlıktan kötü nasıl ortaya çıkmıştır? Burada kötülük derken ölümlülük ve eksikliği, geçiciliği de kast ettim. Ruhtan nasıl olur da madde çıkar? Bunun bir düşüş gibi düşünülmesi ve evrene bir yaratıcı atfedilecekse bile bunun ikincil bir varlık olduğunu düşünüp hakiki Tanrının maddeden münezzeh olduğunu düşünmek daha iyi ve mantıklı değil mi (Gnostisizmdeki gibi)?
Cevap 29:
Evrende yalnızca tek bir iyi vardır. Bu iyinin kaynağı ise yüce Mevladır.
Bizim kötü dediğimiz bize göre olmakla birlikte iyinin derece olarak azlığından ibarettir. İyinin kaynağı mutlak olduğu için sonsuz dereceleri, görece azlık ve çoklukları vardır. Geçicilik ve ölümlülük, kalıcılık ve ölümsüzlüğün öğrenilmesi ve tecrübi olarak özümsenmesi için gerekli iyiliklerdir. Acı ilaçlar ya da inşa sürecindeki zahmetleri kötü olarak değerlendirmek görece bakış açısının geniş körlüğünden kaynaklanmaktadır.
Gnostiklerin iyi ve kötü şeklinde ontolojik olarak varlığı ikiye bölmeleri ve kötülükten sorumlu bir ikincil tanrı ya da demiurgos tahayyülleri son tahlilde satanizm sapıklığına ulaşır. Kötünün mutlak varlığını kabul etmek onu meşrulaştırmaktır.
İslam inancında şeytanlar yaratamazlar sadece yanlışı ve günahı tercih ettiğinizde size eşlik eden ruhani ikiziniz olurlar. Onların var edilmesi de iyidir zira onları düşman kabul ederek alanlarından uzak durursanız meleklerle yoldaş olursunuz.
Maddeyi düşük ve sefil görmek Gnostik bir ahmaklıktır. Madde ya da Müslümanların ifadesi ile mülk alemi ilahi ayetlerin gayet çoklukla çoğaltıldığı mükemmel bir alemdir. İslam’da kınanan madde ya da mülk alemi değil, insanın şirk ve inkarıdır.
Aklımızdaki bir konuyu yazıya dökmemiz, duygularımızdaki bir hissi şiire, bir sanatı tuvale dökmemiz, ruhtan maddenin nasıl çıktığınının açık bir göstergesidir.
Aynı şekilde mülk alemindeki ayetlerden ilahi hakikatleri idrak etmemiz ve iman boyutunda yaşamamız maddeden mananın ve ruhun nasıl çıktığını görmesini bilene gösterir.
Bakış açısı yanlış olursa, sonuç da yanlış olur. Örneğin bir tohumu toprağa atmayı ona zarar vermek olarak gören bir kişiye ne deseniz ikna olmayabilir. Ancak bunun tohum için bir nimet ve bir ihsan olduğunu; ağaç, yaprak, çiçek, meyve, tad, koku ve renk gibi nice nimetlere erişmenin bu yoldan geçtiğini bilen bir kimse, bunu gördüğünde memnun olacaktır.
Demek ki, doğru bakış, doğru bilgi her şeyin başında gelir.
Şimdi doğru bir bakış açısıyla bakmaya çalışalım:
Allah, mutlak hayır sahibidir, yaptıkları, yarattıkları hayırdır, şer değil; sonsuz hikmet sahibidir, icraatlarında abesiyet yoktur, isabetsizlik yoktur; Allah sonsuz güzellik sahibidir, isim, sıfat ve fiilleri güzeldir, çirkinlikten münezzehtir.
Bu doğru bakış açısıyla yaratma fiiline baktığımızda “kötü şeylerin yaratılması şer, abes ve çirkin değildir; onların yanlış kullanımı kötü, hikmetsiz ve çirkindir. Örneğin yağmur büyük hayırdır lakin dere yatağına ev yapan bir kimse, aşırı yağmurdan zarar görse, bu ihmalini yağmurun sırtına yükleyemez ve “yağmur zararlıdır” diyemez. Ateş de güzeldir, yemeği pişirmek yerine evi yakmak gibi sonuçlar da doğurabilir; ihmal ve hataların bu kötü neticeleri binlerce defa tekerrür etse de ateş kullanımı devam eder. Bıçak doktor elinde hayat kurtarırken, katil elinde hayat söndürür; demek ki kötülük bıçak da değil, onu kötü kullanandadır.
İlahi fillere, icad ve icraatlara böyle baktığımızda bazı insanların cehenneme gitmesine sebep olan şeytanın yaratılması dahi hayırdır, hikmetlidir, güzeldir; zira şeytan olmazsa imtihan kapısı aralanmayacak, insanı ebedî cennetlik makamına ulaştıracak müsabaka meydanı açılmayacaktı, maddi ve manevi inkişaf ve terakki olmayacaktı. Bütün tohumların çekirdek halinde kalması gibi, bütün insanlar da açılmadan kapalı olarak kalacaktı, iyi ile kötü, iman eden ile inkar eden, elmas ruhlular ile kömür ruhlular ayrılmayacaktı..
Kader planında bir şey ya bizzat güzeldir, ya da dolayısıyla güzeldir; asla çirkin değildir. Bahar bizzat güzeldir, kış dolayısıyla güzeldir; o soğuk perdenin altında bin bir nimet ve güzelliğin kaynağı bahar mevsimi yatmaktadır. Hayat bizzat güzeldir, ölüm dolayısıyla güzeldir; anne rahmindeki çocuğun dünyaya doğması gibi, dünya rahminde olan bizler de ahirete ölüm yoluyla doğarız. Ayrıca eğer ölüm olmazsa her türlü hastalığa mahal olmuş zavallı vücuduyla yüzlerce yıl yaşamak zorunda kalan insanoğlunun hali nice olurdu? Sonsuz hayata geçiş köprüsü olan ölüm olmasa insan musibet ve belanın sıklıkla yağdığı dünya hayatında bedbahtlık derelerinde yuvarlanıp duracaktı. Demek ki ölüm bu açıdan bakıldığında hayırdır, hikmettir, güzeldir.
Şeytanın yaratılmasında ve ölümün varlığında böyle güzellikler bulunursa, bunlardan çok daha hafif olan dert ve musibetlerde ne kadar hayırlar gizlendiği anlaşılabilir; bunun için doğru bir bakış açısı kazanmak şarttır, yani ancak güzel gören, güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.
Soru 30:
Bilim kesin biçimde düşünme, mantık yürütme, karakter özellikleri, görme, algılama v.b.’nin maddesel bir organ olan beynin gereği olduğunu kanıtlamıştır. O halde ruha ne kalıyor? Beynin bir yerine dokunuyorsun adamın aklı gidiyor! Beynin bir yerine dokunuyorsun karakteri değişiyor. Çocuk küçükken beyninde bir rahatsızlık geçiriyor, akli dengesi bozuluyor. Allah da ruhtur diyorsunuz, onun da beyni ve omurilik sistemi mi var? Değilse nasıl düşünüyor? Allah konuşuyor diyorsunuz, ses telleri mi var? Yoksa nasıl konuşabilir? Dinin akla ve bilime uygun olduğunu söyleyip de beri yandan bu iddialarda bulunmak tutarsızlık değil midir? Bilim ise açık biçimde beyin olmadan düşünülemeyeceğini ve ses telleri olmadan konuşulamayacağını söylüyor. Beyin ölümü gerçekleşmiş bir insanın kalbi atıyor, hala canlı, peki ya ruhu? Ruh gitmiş midir orada mıdır? Eğer gitmişse, canlılık için ruh gerekmiyor demektir, insanın ruhu olduğunun kanıtı nedir? Yok eğer ruh da hala bedende ise karanlıklara gömülmüş bir ruhun kendine ne hayrı vardır? İçki içiyoruz, aklımız gidiyor. Maddesel bir sıvı, maddeden bağımsız olduğu ve madde beden ölünce de yaşadığı söylenen aklı nasıl olur da etkiler? Yok eğer ruh aklı içermiyorsa ruh nedir, boşluk mu? Hafıza kaybını nasıl açıklıyorsunuz peki? Allah ruha bilgisayar gibi bir süre için reset mi atıyor? Tüm bunlar bedenden ayrı bir ruhun var olmadığını açık biçimde kanıtlıyor. Tabi aklını işletenlere!
Cevap 30:
İlkel algılarda olan antropomorfik, insan biçimli olarak haşa yüce Mevlayı olumlu ya da olumsuz olarak düşlemek, bu sorulardan anlaşıldığı kadar ateistlerde de çok yaygın. Bizim bilinç sistemimiz, konuşmamız ve ses tellerimiz ile başlayıp Allahu telanın ruh olduğunu söylediğimize geçmek zamanımızı umarsızca çalan sorulardan ibarettir.
Bir kere Allahu Teala maddeyi olduğu gibi ruhu da yaratandır ve ruh ilahi emir aleminden bir mahluktur. Cenab-ı Allah’ın mevcudiyeti, ilmi, kudreti ve yaratması kendisine özgü, örneği ve misli olmayan bir konumdadır. O nedenle bir yaratıcımızın olduğunu biliriz ama nasıl yarattığı, yok olan şeyleri nasıl var ettiğini tecrübe edemeyiz. Kelam sıfatını biliriz ancak nasıllığını tecrübe edemeyiz.
Gelelim bilimin ya da bilinç denilecekti herhalde beyinle olan ilişkisine.
Bilincimizin beyinden mi atom altı dünya olan kuantum hareketliliğinden mi ya da genetik kod gelişimimizden mi veyahut kültürel olarak evrimimizin aşamalarından mı veyahut da tüm kâinattan kaynaklanan çevresel koşulların etkisinde mi olduğu, cevabı bulunamamış bir sorudur.
Ateistlerin bilimin derinliklerine ve geniş uzamlarına yabancı oldukları, kendi argümanlarına uygun kaba pozitivist biçimleri seçmeye meyilli bir algıya sahip oldukları anlaşılmaktadır. Bilim beyin olmadan düşünülemez demiyor, sinir sistemi ve nöron hücrelerimiz olmaksızın, genetik farkımızla diğer türlerden ayrımımız olmaksızın, her bir insanı diğerinden bilinç olarak ayıran genetik imza olmaksızın, dünya koşullarında yaşadığımız uzay-zaman eğrisine dayalı gravitasyon etkisi olmaksızın, elektronların her yönde kendi döngülerindeki parçacık ve alan birlikteliğine dayalı bizim için tuhaf ve kompleks dünyası ile varoluşsal iletişimimiz olmaksızın, tarih boyunca doğayla karşı karşıya olduğumuz coğrafi bölgelerdeki tecrübelerimizin hafıza kodu olarak kaydedilme mekanizmamız olmaksızın, doğayla yaşamsal uyum süreçlerimizin ürünü olan kültürlerimizin belirlediği bilinç aşamalarımız olmaksızın düşünemiyoruz diyor.
Bunların hepsi bizim bilincimizden doğrudan sorumludurlar ve bilinç dünyamız 21. Yüzyılda beynin sınırlarını çoktan aşmıştır. Beyin ameliyatı geçiren ve hatta beyninin üçte ikisi alınan birçok insan hayata ve normal fonksiyonlarına devam edebiliyor.
Neden bunları da aynı anda beyninde bir arıza olup birtakım yetileri kaybolan insanlarla birlikte düşünmüyorsunuz? Bu kadar bilimsel sığlık sahibi olup bir de bilim adına soru sormak cesaretini nereden buluyorsunuz hayret etmemek mümkün değil.
Gözü olmaksızın eliyle gören, dili olmaksızın eliyle konuşan, işitmesi olmaksızın eller ile duyan insanların varlığı her şeyin organlardan ibaret olmadığını ve bunların yalnızca bir gerçeğin küçük bir parçası olduğunu göstermektedir.
Yine gözü olduğu halde bundan anlamı çıkaramayan ve dili olduğu halde bize konuşamayan hayvanları ve beyinlerini nasıl değerlendireceğiz?
Aklını işletenler ifadesi ile ironik bir biçimde beyinden ayrı bir tinsel fonksiyona atıf yapmanız ne kadar tuhaf.
Ruhu basitçe anlamanız için bu okuduğunuz metin yeterlidir. Siz bu metindeki şekilleri basit ve farklı çizgileri onlarda asla olmayan aşkın bir bağlamda anlamaktasınız ya da anlamamaktasınız. Yani karşınızdaki harflerin şekil ve nicel ölçülerini birbirleri ile olan nicel ilişkilerini baktığınız halde öncelikle algılamıyor tam tersine o şekillerde asla bulunmayan manaları anlamakta ya da anlayamamaktasınız.
Bu basit örnek bile insan düzeyindeki kompleks bir canlıda hücre dizilimleri, sinir sistemleri, nörotik ve snaptik düzen örgülerinin üst üste inşa edilmiş yapısından bize ait şahsi kimliğimizi, bilincimizi ve anlamımızı veren – ve üstelik canlı olan ruhumuzu görmemize yetecektir.
Yazı bozulursa sayfadaki mana kaybolur amma o sayfayı okuyandaki mana kaybolmaz. Bizim biyolojik bedenimiz bozulup dağılsa bile hayat boyunca ifade ettiğimiz ruhlu manamız sayısız hafızalarda kaydedilir.
Ölüm anı ise biyolojik bedene dayalı olarak ruhun ifade ediliş sürecinin sonudur. Artık biyolojik nedensellikten bağımsız olarak ancak ahiret alemine ifade ettiğimiz manaya bağımlı olarak bir hayatımız söz konusu olur.
İnsan zihnindeki iyilik, sevgi, varlık gibi nitel kavramlara dikkat edilirse bunların ölümsüz ve sınırsız oldukları fark edilir. O halde nasıl oluyor da sınırlı olan maddeden bu sınırsız kavramlar çıkıyor sorusunu sormalıyız. Ya da biyolojik olarak olmayan insanlar ve eserlerinden neden bahsedebildiğimizi onların isimlerinin ya da bir zaman yaşamışlar olarak varlık dünyasında durduklarını neden yok olup gitmediğini düşünmeliyiz.
İşte bu satırların kendisinde olmayan ancak satırlardan aşkın olarak bilinç tarafından algılanan ebedi ve ezeli hakikatler ruhun varlığını açıkça gösterir.
Bilgisayarlar nasıl 'windows, linux' gibi işletim sistemleri ile çalışıyorsa insan denilen harika makina da ruh ile çalışır.
Hukuk, kardeşlik ve aile gibi kavramlar ancak ruhun varlığını kabul ile kaimdir. İsterseniz biraz daha açalım: Bilindiği gibi insan altı ayda bir bedenindeki bütün hücreleri değiştirmekte, âdeta yeni bir insan olmaktadır. Şimdi bir katilin suçu işledikten birkaç sene sonra bulunup mahkemede hâkimin karşısına çıktığını düşünelim. Hâkim ona ceza olarak yirmi sene hapis vermiş olsun. Bu katil hâkime dönerek şöyle dese: “Siz bana ceza veremezsiniz. Çünkü cinayeti işleyen ben değilim. Hücrelerimin değişmesi ile ben yeni birisi oldum. Şu andaki cismim masumdur.” Eğer her şey maddeden ibaret olsa bu sözlere karşı hâkim ne diyebilir ki? Hiçbir şey! Bir de kardeşlik ve aile mefhumunu düşünün. Beni dünyaya getiren annemin defalarca maddi bedeni değişikliğe uğradı. Beni dünyaya getirdiği andaki vücudundan geriye hiç bir şey kalmadı, tamamen değişti. Benim annem maddi cihetiyle, beni doğurduktan altı ay sonra öldü. Eğer ruhun varlığı kabul edilmezse bu çıkmazdan nasıl çıkılır?
Herkesin beyni aynı şekilde çalışır; ama buna rağmen fikir farklılıkları vardır. Acaba bu fikir farklılıklarının sebebi nedir? Elbette farklı ruhlarının bulunmasıdır. Eğer fikir sadece beynin bir fonksiyonu olsaydı, herkesin aynı düşünmesi gerekirdi. Zira maddenin sıfatları sabittir ve değişmez. Demek fikirlerin farklılığı, ruhun varlığına bir delildir.
Her şeyi madde ile açıklayan günümüz biliminin dahi kabul ettiği telepati, ruhun varlığından başka hiçbir şey ile izah edilemez. Birbirlerinden kilometrelerce uzak olan iki insanın vasıtasız olarak haberleşmesi, madde ile nasıl izah edilebilir? Demek telepati de ruhun varlığına bir delildir.
Telekinezi denilen; maddeye temas etmeden, düşünce ile maddeyi hareket ettirmek ancak ruhun varlığı ile izah edilebilir. Dikkat ve konsantrasyon sonucunda kaşıkları eğenleri, önlerindeki eşyaları harekete geçirenleri görmüşüz veya okumuşuzdur. Acaba bu hadiseyi madde ile izah etmek mümkün müdür? Elbette değildir! O hâlde telekinezi de ruhun varlığına bir delildir.
Rüyalar da ruhun varlığına bir delildir. Birçok zaman rüyamızda gördüklerimizin o gün veya daha sonra vukua geldiğini görürüz. Bu, ruhun gayb âlemlerine yakınlaşması sonucunda elde ettiği bir bilgidir. Ruhu inkâr edersek bu hadiseyi ne ile izah edebiliriz? Demek rüyalar ve bilhassa sadık rüyalar ruhun varlığını ispat etmektedir.
Şimdi hayalinizi kullanarak vücudunuzdaki bütün etleri bir yerde toplayın. Şimdi de kemikleri ve sırasıyla kılları, gözleri, tırnakları ve diğer maddi azaları da aynı yerde toplayın. Şimdi soruyoruz: Duygularınız nerede? Şefkat, muhabbet, aşk, hırs, kin gibi yüzlerce his nerede? Eğer bunlar maddi bedenin malı olsaydı, onları da hayalen bir tarafa ayırmamız ve vücutlarını görmemiz gerekirdi. Demek bu duygular cismin değil, ruhun malıdır. O hâlde insanda bulunan her bir duygu ruhun varlığına bir delildir.
İnsanlarda lütuf, cömertlik, cesaret, ilim gibi sıfatlar farklı farklıdır. Birisinde deniz iken, diğerinde damladır. Eğer bunlar maddenin özellikleri olsaydı bütün insanlarda aynı derecede olması gerekirdi. Çünkü maddenin sıfatları sabittir ve değişmez. O hâlde bunlar maddenin sıfatı olmaz; ancak ruhun sıfatlarıdır. Demek insanlarda farklı derecelerde bulunan bütün sıfatlar ruhun varlığını ispat etmektedir.
Örnek olarak verilen hafıza kaybının beyinle mi yoksa sinir sistemi ile mi ilgili olduğu ve tekrar iyileşmelerindeki süreç hâlâ çözülememiştir. Yine yaşlılık kaynaklı hafıza kayıpları ayrı bir sorundur. Öte yandan sahip olduğumuz hafızanın nerede kaydolduğu hâlâ tam olarak bilinememektedir. Yine, bir şeyi aniden hatırlamamız ile hangi süreçlerin tetiklendiğini de bilemiyoruz.
Genetik hafızamızda kayıtlı milyonlarca yaşamsal bilgi var ve biz bunların nasıl ve ne şekilde açılacağını bilmiyoruz.
Bizim olduğunu iddia ettiğimiz bedenimizin bizim dışımızda bir program ve yürütücü ile çalışmakta olduğu çok açıktır.
Ayrıca hatırlatmak isteriz ki, Ruhun maddi bir varlığı yok diye itiraz eden kişi elektriğin vücudunu kabul etmekte zorlanmıyor. Bu durum bir hayli ilginçtir. “Şalteri indirdiğimizde elektrik gidiyor, kaldırdığımızda geliyor, elektrik diye bir şey yoktur varsa yoksa şalter!” iddiasında bulunan insan yok.
Beden çalışır, aza ve organlar tıkır tıkır işler, fakat bunlar, ruhun kumandasında gerçekleşir yani ruh görmek için gözü, duymak için kulağı kullanır.
Biz “insan” diye bedene demiyoruz, beden et parçasıdır, vefat eden kişinin bedenine, insan denmez, ya insan cesedi denir ya da cenaze. İnsan; gören, işiten, seven, korkan ruhtur, ruhun ta kendisidir; saydığımız aza ve organlar, duygular hazinesini açan elektrik düğmesi gibidir. Elektrik düğmesine dokunduğunuzda ışığın gelmesi gibi, gözü açınca görürsünüz fakat görme fiili ruha aittir; ışığın elektrik düğmesine ait olmayıp bizzat elektriğe ait olduğu gibi.
Her ruhun programını yazan hikmet sahibi Allah, ayrı ayrı depolamış, farklı yüklemeler yapmış; şayet insan, bedenden ve maddeden ibaret olsaydı farklılıklar olmazdı.
Allah Samed’dir yani hiçbir şeye muhtaç değildir; konuşur fakat konuşması bizimkine benzemez ve konuşmak için dile, oksijene muhtaç değildir. Görür, göze muhtaç değil; işitir, kulağa muhtaç değil zira maddeden ve maddi şeylere muhtaç olmaktan münezzehtir.
O halde, göz olmadan nasıl görüyor, el olmadan nasıl tutuyor, kulaksız nasıl duyuyor diye şaşkınlık nöbeti geçirmeye gerek yok; bahsinde bulunduğumuz Allah ezelin ebedin Padişahı, evrenin ve bütün alemlerin yaratıcısıdır, yegane hükmedici olan, bir olan ilahtır, mahluk değildir, mahlukata benzemez.
Allah’ın yarattığı Güneş gibi bir varlık bile, bütün çiçekleri birden görüyor, bir çiçeğe ışığını verdiği gibi koca okyanusa da ışık gönderiyor; bir yaprağı boyasıyla boyarken koca bahar da onun boyasından nasibini alıyor; bir karıncanın yaşaması için muhtaç olduğu maddeleri yetiştirdiği gibi, bütün hayvanatın imdadına da o koşuyor. Hani güneşin gözü, eli, ayağı, aklı, iradesi; nasıl yapıyor bu işleri? Yaratılmış olan bir güneş bile istihdam edildiği vazifeleri görürken maddi organlara muhtaç olmazken, Yaratıcı olan Allah’a aza organ isnat etmeye çalışmak da neyin nesi?
Buna yerçekimi kanunun bütün yerküresini elleri olmadığı halde tutmasını da örnek olarak verebiliriz..
Ayrıca, insanların yaptıkları icatlar bile örnek verilebilir. Kasetlerin ses telleri olmadığı halde konuşması, ses kayıt cihazlarının kulağı olmadığı halde işitmeleri, kameraların anladığımız manada gözü olmadığı halde hadiseleri görmeleri, navigasyonların uydudan her tarafı idare edebilecek özellikte olmaları gibi.
Demek ki, insanın kendine kıyas ederek Yaratanı hakkında karar vermesi, ne kadar büyük ve feci hatalara ve iftiralara neden olabiliyor. Yaratan hakkında doğru bilgiyi ancak kendisinden alabiliriz. Bu da gösteriyor ki, vahiy ve peygamberlik olmazsa olmaz bir gerçektir.
Soru 31:
Allah’ın kainata aşkın olduğunu söylüyorsunuz. Kainata aşkın olmak ne demektir? Kainatın dışı veya üzeri mi var sizce? Yok eğer Tanrı her yerde ise tuvalette veya benim kalın bağırsağımın içinde de mi var? Her yerde ise ben de Allah olmuyor muyum? Kainattan evvelki ‘boşlukta’ Allah vardı diyorsunuz. Her yeri dolduran kainatla birlikte Allah nereye gitti? Yok eğer Allah kainata dönüştü ise o halde yaratım ve yaratıcıdan değil dönüşüm veya südurdan bahsetmeniz gerekmez miydi?
Cevap 31:
Kainata aşkın ya da içkin ifadeleri bizim sınırlı anlayışımızın ürünüdür.
Aşkınlığı basitçe hayvandan olan fark olarak algılamaya çalışınız.
Hayvanlar görürler ancak yaşamsal refleksler dışında bir şey anlamazlar yani aşkınlaştırma yetileri yoktur.
İnsan ise akıl ve bilgi süreçlerinde kategorik bir aşkınlaştırma yetisi ile türsel olarak ayrılır.
Şimdi aşkın bir tanrı ifadesi bizim sınırlılığımızdan aşkın demektir.
İçkinlik ise sonsuz küçüklük ve detayda da var olabilme aşkınlığıdır.
Bunlar İslami terminolojide tenzih ile ifade edilir. Her türlü oluşta o oluşu yaratan Mevla hüve zamiri ile imlenir. Ancak aynı zamanda o oluşun yaratılmışlık mertebesinden mutlak derecede münezzehtir.
Dolayısıyla kalın bağırsağı insanın içindedir. Ancak o bağırsağın görmüş olduğu mükemmel vazifede görünen ilim ve sanatta ilahi aşkınlık var.
Evet, Allah’ın kudreti, ilmi, iradesi, rahmeti yani bütün isim ve sıfatları her şeyi kuşatmıştır; kalın bağırsağı terbiye eden de Allah’tır, idrarı yaratan da. Allah’ın kudreti kalın bağırsağınızda hikmetle iş görmeseydi veya rahmetiyle size hizmet eden bu aza ve organınız iş görmez olsaydı; mesela tuvalete çıkma zorluğunu yaşamış olsaydınız duvarları acıyla tırmalarken kalınbağırsağınızın ne büyük kudret, hikmet ve rahmet tecellisi olduğunu anlardınız.
Esasen bu tür düşünceler, Allah’ı bilmemekten ve tanımamaktan ileri gelir. Eğer Allah fiilleri, isimleri, sıfatları ve şuunatları ile bilinirse, bütün yanlışlardan ve hatalardan kurtulmak mümkün olacağı gibi, her türlü iftira ve hezeyandan da sakınılmış olacaktır.
Allah, her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nazır, her mekanda hazır, mekandan münezzeh, acizlikten müberra, kusurdan mukaddes, noksanlıktan yüce olan sonsuz kudret sahibi, nihayetsiz merhameti ve sınırsız hikmete sahip bir Zattır.
Demek ki, Allah zamandan münezzeh olduğu gibi mekandan da münezzehtir. Bu nedenle Allah’a bir mekan isnat etmeye çalışmak hatadır. Evet, Allah ilmiyle, hikmetiyle, rahmetiyle her yerdedir, atomları terbiye ettiği gibi galaksileri de tayin ettiği mihverde hareket ettiren O’dur. Dolayısıyla ilmiyle, kudretiyle, bütün sıfatlarıyla ve bin bir ismiyle her yerde aynı anda tasarruf ve icraat yapmaktadır.
Güneşin, yer küresinin hiç bir yerinde olmadığı halde yeryüzündeki bütün cam parçalarında, su damlalarında ışığı, ısısı, yedi rengi hatta mesafesiyle hazır bulunur. Fakat güneşin herhangi bir su kabarcığında olduğu iddia edilemez veya okyanus yüzünde parlayan timsalini görüp “işte burada” denilmez.
Buna yer çekimi kanununun çekimlerini ve ruhun yaptığı işleri de kıyas edebiliriz.
Şu halde, yaratılmış, cansız, iradesiz ve şuursuz olan güneşin, bu özelliklere sahip olmasını aklına sığıştıran ve gözüyle gören bir kimsenin, bu güneş gibi sayısız güneşleri, yer çekimi gibi nice kanunları, ruh gibi muhteşem varlıkları Yaratan Allah’ı, hiçbir yerde olmadığı halde her yerde bütün isim ve sıfatlarıyla bulunmasını aklına sığıştıramadığını söylemenin veya evrendeki bütün işlerin aynı anda beraber yapıldığını gözüyle de gördüğü halde onun sahibini inkar ettiğini iddia etmesinin ne kadar büyük bir cinayet ve iftira olduğunu, elbette aklı, vicdanı ve insafı olan herkes anlayacaktır.
Evet, Allah isim ve sıfatlarıyla her yerde olduğu gibi zatı itibariyle hiçbir yerde değildir; zira madde değildir ki bir yerde, bir mekanda olmaya muhtaç olsun. Allah mahluk değildir; varlığı, zatı, mahiyeti yaratılmışlara benzemez. Örneğin yazılmış bir cümlede, onu yazanın ilmi, kudreti, iradesi, sanatı, derinliği görünür, fakat o cümlenin içinde yazarının varlığını aranmaz. Yazar yazdığına, sanatkar sanatına benzemez; Picasso’nun tablolarıyla Picasso’nun vücut özellikleri arasında hiç bir alaka yoktur; zira boya, tuval vesaire ile insan vücudu birbirinden ayrı alemlerdir.
Demek ki, evreni ve içindeki her şeyi, ilmi, kudreti ve hikmeti gibi bin bir ismiyle yazan, yapan, resmeden Zat da evren cinsinden olamaz, zaman ve mekanla kayıtlı bulunamaz.
Şunu da ifade edelim ki Allah’ın zatını anlamaya, ilmen kuşatmaya insan aklı yetişemez, çünkü insan aklı da yaratılmıştır ve belli koordinatlara sahiptir, sınırlıdır; bu durumda düşündüğü her şey de kendi gibi veya evrendekiler gibi yaratılmış olacağından ve sonsuzu ihata edecek sonsuz potansiyele sahip olamadığından Allah’ın zatını kavrayamaz.
Bu nedenle Allah’ın zatı düşünülmez, tefekkür edilmez. Onun isim, fiil ve sıfatları ile tecelli ve icraatları akledilip tefekkür yapılır.
Özetle, güneşin yeryüzündeki bütün ışıkları güneştedir, ancak o ışıklara güneş denilmediği gibi, evren içindeki her şey Ondandır, ancak O değildir.
Soru 32:
Diyelim ki kainatı yaratan bir tasarımcı var. Bu tasarımcıyı neye dayanarak kişileştiriyorsunuz? Yani bu varlık bambaşka bir formda olmalı, insan gibi düşünemeyiz, sonsuz bir varlık diyorsunuz çünkü. Bu varlığa bizim gibi düşünceler, duygular atfetmek, bizim gibi öfkelendiği, kızdığı, bağışladığı v.b. iddiasında bulunmak, sürekli bizi gözetleyip bize bir şeyler vaat ettiğini söylemek sizce mantıklı mı? Bunların dayanağı veya kanıtı nedir? Başka türlü sorayım: Hadi Tanrıya bir kişilik atfettiniz, insana benzettiniz; peki bu Tanrının nasıl bir kişiliği var? Bir Tanrı kendi adına savaşmamızı veya hayvan kurban etmemizi ister mi? Bir Tanrı hiç kendi yarattığını sonsuz bir kinle işkence ederek diri diri yakar mı? Bir Tanrı kendisine boyun eğdirmek için huri vaat eder, kitabında bu hurilerin memelerinden, gözlerinin güzelliğinden, bakire olmalarından v.b. ballandıra ballandıra bahseder mi? Neden bu Tanrının ödülü de cezası da emri de yasağı da hep bedene ve nefse dair? Neden kendisi de nefsani, benlik sahibi bir varlık? Neden benliği aşıp ruhu keşfetme yoluna falan gitmiyoruz da nefsani bir Tanrının nefsani ödülleri için çabalıyoruz? Acaba Tanrı sanarak bir tür şeytani varlığa yönelmiş olma ihtimaliniz var mı?
Cevap 32:
Birbirinin tekrarı sorular maalesef.
Evrenin yaratıcısını kişiselleştirme hastalığına yakalanan bu ateist düşünce sahiplerinin kendi dünyasında, kendi düşünceleriyle var ettiği bir tanrısı var, onunla mücadele ediyorlar ve onun özelliklerini tartışıyorlar. İslam’daki Allah inancıyla alakası olmayan şeylerden bahsedip Müslümanlardan bilgi istiyorlar. Sizin kafanızda oluşturduğunuz insana benzeyen ilahı öncelikle şöyle bir kenara koyalım.
Defalarca belirtildiği gibi, ilahi sıfat ve fiiller Allahu Tealanın zatı gibi eşsiz ve benzersizdirler. Örneğin Allahu teala Vahid ve Ehaddir dediğimiz zaman bundan anladığımız onun kendisinden sonra ikinin ve üçün geldiği bir birlik sahibi olmadığıdır. O yegane ve kendi zatında tek olan mutlak birdir.
Öte yandan ehaddir dediğimizde onun birliğinin içinde yaşadığımız çokluk alemindeki hiçbir tekillik ile benzeşmediğini ifade ederiz.
Biz Mevlayı kişiselleştirmeyi şirk kabul ediyoruz bu nedenle kişiselleştirmenin ürünü olan putları ret ettiğimiz gibi, kendi kişiliğini tanrı edinmeyi de reddediyoruz. “Lâilâhe illallâh” dediğimizde her türlü tasavvur ve düşünce ürünü uluhiyetle ilgili yapıları kesip atarız ve Allahu Tealaya has olan keyfiyete Resulünün bildirdiği formda iman ettiğimizi beyan ederiz.
Ateistler kendi kişisel tanrıları ile mücadeleye o kadar dalmıştırlar ki, müminlerin kişisel nesnelleştirmelerin ürünü olan her türlü tasavvurdan uzak olduklarını ve gaybe imanın ne demek olduğunu anlayamamaktadırlar.
Allah hakkındaki düşüncelerimiz vahiy ve hadis temellidir; yani “kişiselleştirme” gibi bir şey yok, biz Allah’ı Kuran’da bildirdiği kadarıyla ve Hz. Peygamberin (asm) öğrettiği nispette özelliklere sahip olarak biliyoruz ve kabul ediyoruz. Ancak, o özelliklerin varlığını bilmek ayrıdır, onları yaratılmışlara benzetmek ayrıdır. Varlığını kabul ederiz, fakat hiçbir şeye benzemediğini de söyleriz.
Burada üzerinde durulması gereken son derece önemli bir gerçeğe bir kere daha dikkat çekilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Allah ezeli ve ebedidir, önsüzdür ve sonsuzdur, şu halde sonradan olan önü ve sonu olan bir varlığın, kendini var eden zatın özelliklerini doğru anlaması ve ona uygun olamayan düşüncelerden korunması için, o zatın kendini tanıtmasına ihtiyacı olacaktır. Demek ki, vahiy ve peygamberlik, nice hikmetlerin yanında, bunun için de gereklidir. Bu nedenle ilk insandan itibaren vahiy gelmiş, peygamberler gönderilmiştir.
Allah’a, insana benzer kişilik atfetme hastalığı diğer hak dinlerin tahrif edilip değiştirilmesinden kaynaklanmaktadır; farklı hesaplarını ve menfaatlerini dinin nüfuz ve gücünden yararlanarak gerçekleştirmek isteyen bedbaht güruhun marifetiyle, hak ve hakikate uygun olan Allah’ın varlığı, birliği, bütün sıfat, isim, fiilleri ve zatı itibarıyla hiçbir şeye benzememesi gibi gerçekleri insanların tahrif etmelerinin sonucudur.
En son semavi din olan İslamiyet ise bu yanlış düşünceleri ve fikirleri düzeltmiş, Tek İlah inancı olan Tevhidin hakiki mahiyetini tam göstermiştir. Mucize beyanlı kitabımız Kuran bu küfür fikrini yani Tanrıyı kişiselleştirme sapıklığını şiddetle reddederek bu tür ilah inançlarının yanlış olduğunu deliller ile izah eder.
Örneğin, Kuran, Allah’ın eşler ve çocuklar edinmediğini, yardımcıları bulunmadığını, yorulmak, dinlenmek, uyumak, dalgınlaşmak ve benzeri aciz ve zayıf insan tabiatından uzak olduğunu ifade eder. Hiçbir şey Allah’a benzemez. Ona hiçbir şeyin benzeri ve denkliği mümkün değildir. Bu ve diğer gerçekleri en son vahiy olan Kuran’dan ve en son peygamber olan Hz. Muhammed’den öğreniyoruz.
Ayrıca, evrenin hiçbir yerinde bulunmayan yaratıcıyı inkar etme olayı, sadece insanın beyninin içerisinde hayali bir tasavvur ve düşünceden ibaret olarak yerleşir. Bir resmin ressamını inkar eden kişi, sadece kendini aldatmış olur; bu yanlış düşünce var diye ressamsız resim meydana gelmiş olmaz.
Kuran, insansı ilah fikrini inkar olarak kabul eder, şiddetle karşı çıkar ve benzeri hakikatsiz bütün fikir ve düşünceleri reddeder.
Allah’ın öfkelenmesi, bağışlaması, mükafat veya ceza vermesi insana benzediğinden değildir, aksine Allah insanı yeryüzü halifesi yaptığından ve evrenin yaratılış sebebi olarak itibar ettiğinden diğer varlıklardan üstün özellikte yaratmış ve ona yaratıcının özelliklerinin varlığını anlasın diye bazı küçük ölçücükler vermiştir. Bu dürbün mahiyetindeki ölçücüklerin insana verilmesindeki İlahi maksat, Allah’ı isimleri ve sıfatlarıyla tanımak ve Ona iman ve itaat etmek üzere bu özel kabiliyette yaratılan insanın, yaradılış maksadına cevap verebilmesi içindir. Şayet bu özellikler insana takılmış olmasaydı kemaliyle Allah’ı tanıması mümkün olmazdı.
Örneğin görme özelliğini kullanan bir insan, ona o görmeyi veren Zatın da görme sıfatının olduğunu anlar, ancak sadece varlığını kabul etmekle beraber, asla hiçbir şeye de benzetmez. Nasıl ki, Allah’ın varlığını kabul ettiğimiz halde, varlığı hiçbir varlığa benzemezse, Allah’ın görme sıfatı vardır, ancak varlıkların görmelerine benzemez.
Küçük meselelerden dolayı öfkelenen bizler büyük suçlar işlediğimizde Allah’ın nasıl öfkelendiğini anlamamız için gazabının varlığını anlarız, ancak du gazap hiçbir varlığın gazabına benzemez.
Hatalı hareket yapanları affetme ahlakımız da yine hatalardan dolayı ümitsizlik karanlığında boğulmamıza engel olur, Allah’ın rahmetinden ümit kesmez, affedileceğimiz ümidiyle kulluğumuza devam ederiz. Ancak Allah’ın affetmesi, hiçbir varlığın affetmesine benzemez.
Sonuç olarak “kişiselleştirme” iddiası batıldır, doğru değildir; insanda bulunan sıfatlar İlahi sıfatlara benzemez, sadece onların varlığını bilmemizi sağlar.
Demek ki, Allah’ın isim ve sıfatlarının varlığını bilmek ve inanmak ile onları insanlara veya diğer varlıklara benzetmek çok farklı şeyledir; varlığını kabul ederiz, ancak hiçbir şeye benzemez.
Kurban kesmek de diğer ibadetler gibi Allah için yapılır; görünüşte bir hayvanın öldürülmesi diye lanse edilse de insanlığın hayatı için önemli gıda ve besin olan etin kaynağı, kesilen hayvanlardır. Hayvan kesilmesini reddetmek insan fıtratını reddetmek demektir, zira insan sırf bitki ile beslenemez.
Ayrıca hayvan kesilmesi sadece Kurban Bayramı’na özel değildir; bu ihtiyaç diğer zamanlarda da sürekli tekrar edilmektedir.
Kurbanın pek çok hikmetleri vardır; insanın dünyaya aşık olmaması, malını Allah için feda etmekte tereddütsüz olduğunu göstermesi, Allah emri olunca derhal maddi kaybına rağmen itaat etmesi, evlerine aylarca et girmeyen yoksulların yardımına koşulması, sosyal hayatın sıkıntılarına çare olması bunlardan bazılarıdır. Hayvan kesilmesin diye yersiz bir merhametle kurbana itiraz etmek, sayısız fayda ve menfaatlerden insanlığı mahrum bırakmak demektir.
Diğer iddialara önceki sorularda cevap verilmiştir. Ancak şu kadar deriz ki dinsiz felsefenin gözlüğüyle bakılır, aklıyla düşünülürse bu hezeyan yığınları içinde boğulmak kaçınılmazdır; bunu terk edip Kuran güneşiyle, imani düşünceyle değerlendirmeler yapılırsa sağlam ve sağlıklı sonuçlar elde edilebilir.
Dinsiz felsefenin siyah gözlüğünü takan kişi, bu gözlüğü değiştirmedikçe gördüğü her şey Kuran ayetleri de olsa siyah görecektir; bu gözlük kırılır, iman nuru kalbe girerse dünyayı aydınlatan elektrik lambasına dokunulmuş gibi her yer aydınlık olur, Kuran güneşi karanlık bir nokta bile bırakmaz.
Soru 33:
Tanrı neden Havva’yı Adem’den çıkarmıştır da onu da topraktan yapmamıştır? Neden ilk insan Adem’dir? Tek başına yaratıldıysa neden testisleri var? Neden ilk olarak kadını yaratıp erkeği ondan normal biçimde doğurtmadı? Adem’i çıkaran toprak da bir tür rahim olup anne mi sayılacak? İlk olanın erkek olup kadının ondan çıkması, yani kadının erkeğin parçası sayılması hayata erkeğin gözünden bakmayı gerektirmez mi (nitekim yaşanan bu oldu)? Havva Adem’den çıktıysa Adem Havva’nın babası olmuyor mu? Baba kız mı ilişkiye girmişler? Adem ve Havva’nın çocukları neden enseste zorlanmış? Neden başka insan çiftleri yaratmamış Tanrı? Tanrı neden kadını erkekten fiziken daha güçsüz yarattı? Erkek rahatça dövebilsin diye mi? Neden ‘kızlık zarı’ koydu? Erkek rahatça baskı kurabilsin diye mi? Neden acı çekerek doğurtuyor? Kadına eziyet olsun diye mi? Neden gebeliği ve emzirmeyi sadece kadın yapacak şekilde tasarlamış? Kadın eve kapansın ve erkeğe bağımlı olsun diye mi? Bunlar hep kadın için dezavantaj olmuş tarihte, Tanrı hakikaten de kadını erkek için mi yarattı? Bu fikri kadınlar nasıl kabul edebiliyor? Tasarımlandığımız iddia edilirse bizdeki her şeyin bir anlamı var demektir ve kadınları erkeklerden farklı ve dezavantajlı yaratan bir tasarımcının kadınları pek de sevdiği söylenemez.
Cevap 33:
Bu saçma ve her tarafı yanlış sorunun düştüğü durum şöyle bir hikaye ile anlatılsa yeridir:
Bir adam bir soru sormuş etrafındakilere: “Hangi velinin kızı denize düştü de, onu denize atanlar babasına ‘tilki kaçırdı’ dediler, sonra onu balıkçılar denizden çıkardı, padişaha teslim ettiler, padişah da ona tahtını verdi, bilin bakalım bu kişi kimdir?”
Birisi cevap vermiş: “Arkadaş, senin sözünün neresini düzelteyim ben? Her tarafı yanlış. Herhangi bir veli değil peygamber; kızı değil, oğlu; deniz değil, kuyu; balıkçı değil, kervancı; padişaha teslim edilmedi, köle pazarında satıldı; padişah olmadı, Mısır’a Aziz oldu; Hz. Yakub’un oğlu Hz. Yusuf’tur.”
Soru da buna benzer, öyle yanlış şeyler söylüyorsunuz ki hangisini düzeltelim diye şaştık kaldık.
Hz Adem şöyle miydi, böyle miydi gibi vehimlerin aslında çok da önemi yok; zira bu tarz sorular milyonlarca türetilebilir ve sonucundan da bir şey çıkmaz. “Su niye ıslak, güneş neden sıcak, taş sert olmasaydı başım yarılmazdı...” gibi şeyler sayılır, dökülür de sonu gelmez.
Antropolojik bulgular insanların köken olarak anaerkil yani dişi merkezli bir geçmişe sahip olduğunu göstermiştir. Bir anneye en az dört beş yıl boyunca muhtaç olmak ve neslin anne ile devamı, yaşamsal bilgilerin anne aracılığı ile aktarılması insanlığın yaratılmasında dişilik esasının ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir.
Ataerkil ya da erkek egemen toplumlar ise şehir ve medeniyet hayatına geçince açığa çıkmıştır. Kadını annelikten çıkararak sırf zevk nesnesi haline getiren günümüz modern dünyası da bunun zirvesidir.
İslam Medeniyeti bedenin bedenden zevklendiği ve buna sevgi adını veren erotik modernliğin hiç bilmediği ruhun ruhtan lezzet aldığı aşk medeniyetidir.
Bu ateist mantık fukaralığına göre sonuçta hepimiz elementlerden yapıldığımıza göre aynıyızdır ya da akraba olarak birbirimize mirasçı olmamız gerekmektedir.
Hz. Havva’nın aynı kökenden eş olarak yaratılması toprak ve can kökeninden anlamına gelmektedir. Yoksa zihinsel fantazilerin ürünü olarak değildir. Eğer denildiği gibi olsa kadınların doğumda çektikleri acının onların çocuk sahibi olmalarına engel olması gerekirdi. Mevlanın hanımlara annelik ve kökenlik lütfunu vermiş olması, onları bu nedenle çoğu mükellefiyetlerden ayrı tutması verdiği ayrıcalığı ve derin sevgisini gösterdiği açıktır.
Öte yandan ateist bakış açısının kadını ontolojik olarak aşağılayan bir tutuma sahip olduğu sorulardaki ifade ve üsluptan anlaşılmaktadır. Soru sahibi kadını aşağı bir varlık olarak kabul ediyor. Acaba bu ateistlere ait umumi bir tavır mıdır diye akla geliyor.
Esasen bu tür soruların en Kısa ve net cevabı şudur: Allah böyle murat etmiş, insanlığın yaratılmasını irade etmiş ve Hz. Adem ile Hz. Havva’yı yaratmış.
Neden yumurtalar yağmur gibi gökten yağmıyor, neden tavuklar anırmıyor gibilerden soruların cevabı da aynı; Allah’ın hikmeti böyle uygun görmüş, biz hikmetini bilemesek de en güzeli budur. Yani olayların böyle olması sadece bir sebeptir ve Allah sebeplere muhtaç değildir. Hz. Adem’i annesiz, babasız; Hz. İsa’yı babasız yaratması buna delildir.
Allah dileseydi bir anda yüz insan da yaratabilirdi, lakin her ağacın çekirdeği, her çiçeğin tohumu bir olduğu gibi insan türünün çekirdeği, tohumu olarak Hz. Adem’i seçmiş, insanlığın devamı için de batınlar arası evlenmelerin murat etmiş, daha sonra bu ihtiyaç ortadan kalkınca yasaklanmış, şayet yasaklanmasaydı günümüze kadar devam ederdi ve insanlık hiç tedirgin olmadan kardeş evliliği yapardı ve siz de hiç yadırgamaz ve “neden ensest ilişki?” sorusunu sormuş olmazdınız.
Her zamanın bir hükmü var; bundan yüz, iki yüz sene önceye gidip de kitaplarını kalemle, mürekkeple yazanları tenkit etmenin ne faydası var, onlar klavye, bilgisayar, matbaa vardı da burun mu kıvırdılar?
Hz. Havva üzerinden, Allah’a iftira niteliğindeki yakıştırmalarınız da son derece hikmetsiz. Evvela insanlık tarihindeki kadının yerini tespit edip, sonrasında İslam’ın kadına kazandırdığı kimlikle mukayese ettiğimizde geceyle gündüz gibi muazzam farklılıklar olduğunu görmekteyiz.
Tarihte ruhlu mu, ruhsuz mu olduğundan veya şeytan mı insan mı olduğundan şüphe edilen, bir mal gibi alınıp satılan, miras ve velayet hakkı olmayan, ölmüş kocasıyla mezara sokulan, toplumun yüz karası sayılıp diri diri toprağa gömülen, uğursuz bir zavallı olarak bilinen kadın; günümüzde ise cinsel arzuların tatmini olarak görülüyor, para kazanma malzemesi olarak kullanılıyor. Hem tarihin derinliklerinde hem de modern dünyada maalesef kadın anlaşılamamış, fıtratına uygun muamele görememiştir.
İslâm’ın mükemmel prensipleri kadını muhafaza ve himaye ederek, hak ve hukuklarını hikmet ve rahmete uygun olarak koruyarak ona toplumda saygınlık ve itibar vermiştir. Hz. Peygamber’in (asm) dönemine gittiğimizde adalet arayan, haksızlık karşısında susmayan pek çok kadın örneğiyle karşılaşırız, Mücadele isimli surenin ilk ayetleri bunun sadece bir delilidir. Evet, kadın erkeğe bağımlı olduğu gibi, erkek de kadına bağımlıdır; ikisinin de fıtratları gereği güçlü yönleri olduğu gibi zayıf yönleri de vardır. Kadın ve erkek adeta birbirlerini tamamlayıcı şekilde ve tam bir kıvamda yaratılmıştır.
Feminist düşünce yapısının, sağlıklı bir aile kurulmasında büyük bir engel olduğunu günümüz dünyasında çok net olarak gözlemlenmekte iken toplumun sigortası hükmündeki aileyi tehdit etmesine nasıl razı olunabilir? Kadın fiziki olarak güçlü olsaydı da erkeğe muhtaç olmasaydı gibi sonucu düşünmeden yapılmış talihsiz yorumların ve benzer düşünce ve felsefelerin insanlığı nasıl uçurumlara sürüklediğini Avrupa’nın düştüğü durumları rasat ederek de anlayabilirsiniz. Bir dostumuzun şehadetiyle, Almanya’da yirmi kişilik sınıfta onsekiz çocuğun anne ve babasının boşanmış olması gösteriyor ki kadının sizin ifade ettiğiniz benzer söylemlerle ve güya özgürlük arayışı ile evlilik bağını koparması sonucu, çocuklar ruhen hasta ve yaralı olarak büyüyor; sonrası malum...
Kızlık zarı hakkında söyledikleriniz farkında olmadan fuhuş ve ahlaksızlığa davetiye çıkarıyor. Zira insanların en zayıf noktası şehvetlerini kontrol etmektir ki kızlık zarının yaratılması sadece kadını değil, erkeği de ahlaki zayıflığa düşmemeleri noktasında İlahi bir tedbirdir.
Doğum yaparken acı çekme meselesi için açıklama yapmanın yersiz olduğunu düşünüyoruz. Feleğin çarkları sizin keyfinize göre dönmez; ayrıca doğum sancısından dolayı kadının çektiği sıkıntılar günahlarına kefaret olması, doğum yaparken ve lohusalık döneminde ölen kadının dinen şehit sayılması sizin iddianızı çürütüyor.
Allah katında itibar görmek için erkekliğin avantajı veya kadınlığın dezavantajı gibi bir şey söz konusu olamaz; kadın olsun, erkek olsun İlahi muhabbete mazhar olmanın, Allah rızasını elde etmenin tek yolu takvadır, Allah’a kulluk ve itaattir.
Soru 34:
Sadece siyah derililerin örtünmesine dönük bir emir olsa bu ırkçılık olurdu. Sadece bir cinsin örtünmesine dönük emir de cinsiyetçilik değil midir? Erkeğin fikrine ve zikrine hakim olması gerekirken neden kadına yüklenilmiş? Üstelik kadının böyle bir fıtratı yok. Aksine hür bırakıldığında dekolte ve kısa giyinenler erkekler değil kadınlar. Tanrı erkeğin fıtratını (yani varsayılan ve kabul edilen azgınlığını) göz önünde bulundurup kadınları tanınmayacak raddeye dek örtüyor da (yani kadını hayattan silip atmaktan çekinmiyor da) kadının kendi fıtratına ters şeyleri yapmasını neden istiyor? Tanrı neden kadınları bir tür mazoşist olmak zorunda bırakıyor? Neden erkeklere kadın gözüyle bakılıp emirler verilmiyor? Kadının arzuları yok mu, neden erkeğe diz ile göbek arasını kapamak kafi? Kuran’da Tanrı neden erkeğin kadından üstün olduğunu söylüyor? Neden kadının gerekirse dövülebileceğini ve ‘saliha kadınların’ kocalarına itaat etmesi gerektiğini söylüyor? Kadın (Nisa) suresinde bile Tanrı neden kadınları muhatap almıyor da erkeklere sesleniyor? Neden sadece erkekler imamlık ve elçilik yapabiliyor? Onurlu bir kadın bunca haksızlığı kabul edebilir mi? Birkaç örnek verelim;
''Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Başkaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size (erkeklere) itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.'' (Nisa:34)
''Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptir.'' (Bakara, 228)
''Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder.'' (Nisa, 11)
''Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın (olsun).'' (Bakara, 282)
Cevap 34:
Kadının basit bir şehvet nesnesi olmasını onaylıyorsanız, onun şahsiyet ve kişiliğini hiçe sayıyorsunuz demektir.
Tesettür karşıtlığı, erkek egemen modern dünyanın kadınları sömürmek için bir tezgahıdır.
Tesettür kadına bir zulüm değil, rahmettir; tecavüzden, tacizden, şehvet dolu kirli bakışların tesirinden koruyan bir kalkandır, kadının kocası nazarındaki sadakatini muhafaza eden bir örtüdür.
Buna rağmen kadının dekolte kıyafet giyme arzusu, kadınların geneli için geçerli değildir; bu olsa olsa kendini beğendirmeye çalışan, insanların itibar ve alkışına müşteri olan ruhi terbiyeden tam nasibini almamış bazı kadınlara özel bir durum olabilir.
İslam’ın hükümlerinin temel dayanağı illet dediğimiz hakiki sebeplerdir. Bu hakiki illetin temel dayanağı ise, Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Meşhur olan bir misalle: yolculukta dört rekatlı farzlar iki rekat olarak kılınır. Bu ruhsatın/hükmün bir illeti bir de hikmeti vardır. İllet/hakiki sebep seferi olmaktır, hikmet ise meşakkattir. Ancak bu hükmün tatbik edilmesi için hikmet değil, asıl illet gerekir.
Buna göre, bir insan seferi sayıldığı yerde evinden daha rahat etse yine bu seferilik hükmünü tatbik edebilir. Buna mukabil, seferi olmayıp evinde oturduğu zaman seferiden daha çok sıkıntı çekse bile bu hükmü tatbik edemez. Çünkü, hükmün dayanağı olan hakiki illet değişmez, sabit bir konuma sahiptir.
Demek ki, namazı kısaltmanın illeti seferiliktir, yoksa meşakkat, sıkıntı değildir. Seferilik sabitesi ise Allah’ın emridir. Oysa hikmet denilen şeyler değişkendir, zamana, mekana göre farklılık gösterebilir.
Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, tesettür hükmünün hakiki sebebi, illeti erkek ve kadının avret yerlerinin örtülmesidir. Bu Allah’ın emridir. Taciz gibi hususlar ise, bunun bir hikmetidir.
Buna göre, bir bölgede açıklık-saçıklık şehevi duyguları tahrik edip taciz olayına sebep olmasa bile tesettür hükmü orada da farzdır, vaciptir, gereklidir. Zira, bir hikmet olan şehvet ve taciz olayları adama göre, bölgeye göre farklılık gösterebilir. Onun için hükmün dayanağı olamaz. Asıl illet bedenin örtünmesidir. Bu da Allah’ın emriyle gerçekleşmiştir.
Bunu daha iyi anlamak için bir de trafik kuralından örnek vermenin uygun olacağını düşünüyoruz. Trafikte esas olan kırmızı ışıkta durmaktır. Kural, kaide, kanun budur. Hikmeti, maslahatı ve faydası ise, kaza yapmanın engellenmesidir. Şimdi, kırmızı ışık yandığında diğer yollardan gelen hiçbir araç olmasa, geçen yolcu da bulunmasa, kaza olmaz diye geçmek uygun olur mu? Hayır. Geçen ceza yer mi? Evet.
Demek ki, hikmete ve maslahata göre değil, kurala ve kanuna göre hareket edilmesi gerekir ve hiçbir araç hiçbir yaya olmasa da kırmızı ışıkta durmak gerekir.
İşte kadın ve erkek için dünyanın neresinde olursa olunsun, Allah’ın emri olan tesettüre uyulması gerekir. Kainatın ve içindekilerin sahibi olan Allah, kanun, kural ve kaide olarak böyle emretmiş, herkesin buna uyması gerekir. Bu kurala uyan kim olursa olsun mükafatını görür, bu kurala uymayan da kim olursa olsun cezasını yer ve çeker.
Erkeğe bazı üstün özellikler verilmekle beraber, kadına da nice yüksek misyonlar ihsan edilmiştir ki toplum, anaların ellerinde şekillenir, insanın en tesirli ve en büyük öğretmeni annedir, hayatın yükünü çeken fedakar ruhun sahibi onlardır, dokuz ay karnında taşıdığı yavrusunu ömür boyu kalbinde taşıyan eşsiz bir şefkat kahramanıdır, merhamet tecellisidir.
Şahitlik meselesine daha önce altıncı soruda cevap vermiştik, mirastan erkeğe göre yarı pay alması ise tam bir adalet ve rahmettir. Zira kadın kendi nafakasını evlendiği erkeğin boynuna yüklerken, erkek kardeşi evlendiği kadının tüm maddî sorumluluğunu üzerine alması gibi nice yükleri üzerine alır; böylece mirastan bir pay alan kadının aldığı pay tamamen elinde kalır, erkek kardeşinin aldığı iki payın birisi evlendiği kadının nafakasına gider ve sonuçta her ikisinin de bir payı kalır.
Bu durum da gösteriyor ki Kuran mucize, beşerin kanunları acizedir.
Ayrıca günümüz kanunlarına göre, ölen oğlunun mirasından hak alamayan anneye yapılan zulmün altını çizmek gerekir; bu durumda anne İslamiyet’te mağdur edilmez ve oğlu kendinden önce vefat ederse onun malından altıda bir oranında hisse almaya hak kazanır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kadın peygamber gelmiş midir; gelmemişse hikmeti nedir?
Soru 35:
İncilin tahrif edildiği hangi ayette yazıyor? Tahrif edilmiş olsa bile;
a) Eldeki İnciller İsa’nın yazdığı değil havarilerin yazdığı inciller zaten, tahrif edilse ne olacak ki? Gene ‘durum’ senin dininin dediği gibi değil!
b) Tahrif edilmemiş halini gösteremeden bu iddiayı yapmak mantıklı mı? Yani tahrif oldu diyorsan, buna kanıt olarak tahrif olmamış orijinalini de çıkarıp göstermen gerekir; aksi halde desteksiz sallamış olmaz mısın?
c) Madem tahrif edildi Muhammed neden İsa’dan hemen sonra değil de 500 sene sonra geldi?
d) Elde çok eski İnciller var ve bugünkülerle aynı, bunu nasıl açıklıyorsunuz?
e) Muhammed acaba İncili hiç okudu mu? Kuran İsa’nın annesi Meryem ile Musa’nın zamanındaki İmran kızı Meryem’i bile birbirine karıştırıyor, buna ne buyrulur?
Cevap 35:
Kuran’da Tevrat ve İncil’in aslının, Hz. Peygamber’e vahyedilenle uyuştuğuna Ehl-i kitap şahit gösterilmiştir. Halbuki Kuran ile mevcut İnciller arasında ortak konularda esasa ilişkin farklılıklar mevcuttur. Meselâ İsa’nın uluhiyeti, teslîs inancı ve Hz. İsa’nın insanların günahlarına kefaret olmak üzere çarmıhta can vermesi gibi İnciller’de yer alan temel Hristiyan inançları İslam açısından kabul edilemez hususlardır.
Allah’ın gönderdiği bir kitapta yer alması mümkün olmayan bu tür ifadeler Müslümanlarca tahrifin sonucu olarak değerlendirilmiştir.
Hıristiyanlar, kendilerine verilen öğütleri veya kitabın önemli bir bölümünü ya unutmuşlardır veya gizlemektedirler. (Mâide 5/14-15)
İncil’de Hz. Peygamber’in geleceğinin yazılı olduğuna dair Kuran’daki bilginin bugünkü İnciller’de açık olarak bulunmaması İncil’in tahrifine bir işaret olarak gösterilmiştir. (Buhari, Şehadat, 29, İtiṣam, 25; Nesâî, Adabü’l-kudaf, 12)
a) İncil’in havariler tarafından yazılması, tahrife engel bir sebep midir? Aksine bundan anlaşılıyor ki, şimdiki elimizde dolaşan İnciller A’dan Z’ye Allah’ın vahyi de değildir. Tabii ki, şifahi olarak Hz. İsa’dan aktarılan ve aslı vahiy olan pek çok hakikatler vardır. Fakat insanların kulaktan dolma bilgilerin kaynağı olan eserleri tahrif etmesi çok daha kolaydır.
b) Biz İncil’in baştan sona kadar tahrif edildiğini iddia etmiyoruz ki, o muharref İncil nüshasını gösterelim. Tarih boyunca, Müslüman alimler ile Hristiyan alimleri arasında bu konuda hep tartışmalar olmuştur. Bu tartışmalardan hasıl olan ürünler basılmış kitaplar halinde mevcuttur. Buralarda tahrifatın birçok örnekleri verilmiştir. Kaldı ki mevcut İnciller arasında ifade farkı, mana farkı ve hatta çelişkiler bulunmaktadır. Bunun da ötesinde aynı İncil’de bile birbiriyle çelişen ifadelere rastlanmaktadır.
Dört İncil’de bulunan bazı tahrif belirtileri ve çelişkileri şöyle sıralayabiliriz:
1. Matta, Markos ve Luka İncillerine göre Hz. İsa’nın risaleti bir yıl, Yuhanna’ya göre ise iki yıldan fazla sürmüştür.
2. Hz. Davud’dan Hz. İsa’ya kadar geçen kuşakların sayısı Matta’ya göre 26 iken Lukaya göre 40’tır.
3. İncillerin bazı yerlerinde Hz. İsa’ya uluhiyet isnad edilirken bazı yerlerde de ona insanoğlu denmektedir. Bu ikisi arasında gözden kaçmayacak açık bir çelişki görülmektedir.
4. Matta, Hz. İsa’nın soy kütüğünü Hz. İbrahim’e kadar 40 kişi olarak verirken, Luka bunun 55 olduğunu söyler.
5. İncillerde Hz. İsa için sık sık “Allah’ın oğlu”, “Yusuf’un oğlu”, “Davudoğlu”, "Ademoğlu” gibi ifadeler kullanılır. Bunların arasında açık bir çelişki vardır.
c) Hz. Muhammed’in (asm) peygamber olarak gelmesinin, İncil’in tahrifiyle ilgisi yoktur. Allah Peygamberler silsilesinin son halkası olarak onu kaderle tayin edilmiştir. Şayet İncil hiç tahrif olmasaydı, Hz. Muhammed (asm) yine gelecektir. Hz. İsa’dan 500-600 sene sonra gelmesi ilahi takdirin öngördüğü bir hikmeti elbette vardır. Fakat iki peygamber arasındaki yılların sayısı farklı da olsa, bütün peygamberler için geçerlidir. Aynı soru hepsi için sorulabilir.
d) Eski dediğiniz İncillerin hiçbiri, Hz. İsa’nın kendi anadili olan Aramice yazılmamıştır. Grekçe yazılmıştır. Bu bile tahrif edilmeyi kolaylaştıran bir husustur.
e) Hz. Muhammed (asm) İncil ve Tevrat’ı hiç okumadı. Kendisi okuma-yazması olmayan bir ümmi idi. Ancak o bir peygamber idi. Bunun en büyük bir delili, ehl-i kitabın din adamlarına meydan okumasıdır. Örneğin “Tevrat indirilmeden önce, İsrâil’in (Ya‘kub’un) kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceklerin her türlüsü İsrâiloğulları’na helal idi. De ki: "Doğru söylüyorsanız Tevrat’ı getirip okuyun!” (Al-i İmran, 3/93) mealindeki ayette Hahamlara Tevrat ile meydan okumuştur.
“Harun’un (Musa’nın) kız kardeşi Meryem” konusuna gelince:
- “Onu kucağına alıp akrabalarına getirdi. 'Kız Meryem! Sen ne tuhaf bir şey yapmışsın öyle!' dediler. Ey Harun’un kız kardeşi! Baban kötü bir insan değildi. Annen de iffetsiz bir kadın değildi!..” (Meryem, 19/27-28)
“Harun’un kız kardeşi” ifadesi, kaynaklarda farklı şekilde yorumlanmıştır:
a. Buradaki Harun, İsrailoğulları tarihinde salahati ve iyiliğiyle meşhur bir şahıstır. Eskiden beri güzellikler için örnek olarak gösterilen bir kişiydi. Hz. Meryem, hep saliha bir kadın olarak bilindiği için ona -benzetilmek üzere- nispet edilmiştir.
b. Bu zat, bildiğimiz Hz. Musa’nın kardeşi olan Hz. Harun’dur. Burada “Harun’un kız kardeşi” ifadesi, onun gibi iyi ve sempatik olduğuna işaret edilmiştir.
c. Kötülüğüyle meşhur bir adamdır. Buna göre bu ifadeyle Yahudiler, Hz. Meryem’i kötülükte bu adama benzeterek yargılamışlardı. (Maverdi, ilgili ayetin tefsiri)
- Kuran’da Hz. Musa ve kavminden belki de en fazla bahsedilmiştir. Böyle çok yakından hayatını ve çok önceden geldiğini bilen Hz. Muhammed’in (asm) yanlışlıkla Hz. Meryem’i onun kız kardeşi sayması hiçbir aklın almayacağı bir şeydir. Birçok yorumlar yapılabilirken, insanların en akıllısı, en bilgilisi olan Hz. Muhammed’e (asm) böyle bir cehaleti isnat etmek affedilmez bir cehalet ve iftiradır.
Soru 36:
Kitaplar değişse de halklar Tanrının adını bilir ve unutmaz. Tek tek insanların aklından her gün tekrarladıkları Tanrının adını silmek olanaksızdır. Tahrifat varsa bile bu Tanrının adı durur, onun ismi altında tahrifat yapılır. Musevilik ve Hıristiyanlıkta Tanrının adı Yahova’dır, Allah sözcüğü hiçbir yerde geçmez. İslam ise bu iki dinin devamı olduğunu söylüyor ama Yahova adı hiçbir yerde geçmiyor, Tanrının adı için Allah diyor. Biri de çıkıp Zeus diyebilir mi? Tanrının adı önemli değil mi? Hangi Tanrıya tapındığını onun adı belirlemez mi? Ya ibadetlere ne demeli? Namaz, hac v.b. putperestlerde de yok muydu? Allah adı putperestlerin ay tanrısının adı değil miydi? Örneğin Muhammed’in putperest babasının adı Abdullah (Allah’ın Kulu). Muhammed, Arapların en büyük putu Allah’ı tutup diğer putları atmış ve eski pagan dinini revize etmiştir, bunun Musevilik ve Hıristiyanlıkla ilgisi ne? Namaz veya hac ibadetleri Musevilik ve Hıristiyanlıkta yoktur. O halde bu ibadetler şart değildir sonucu mu çıkıyor?
Cevap 36:
Şimdi de Dinler Tarihçisi oluvermişsiniz.
Yahweh adı, ey ki var olan, anlamında Tevrat’taki isimlendirmelerden birisidir. Aramca İncil’de de geçtiği gibi Elohi diğer bir isimdir. Yine Rab, Rahman diğer isimlerdir. Kuranı Kerim’de Hüve ile ifade edilir.
Allah ismi şerifi İslam dinindeki mutlak zuhuru ilan eden bir orijinalliğe sahiptir. Zira bu isim hem ilah anlamını hem hüve anlamını hem de var olan anlamlarını her bakımdan mükemmel olarak kendisinde toplar.
Allah inancı Hz. İbrahim’den beri vardır. Hanif dininde yüce Mevlanın adı olduğu için Hz. Risaletpenahın (asm) babalarının da örfen adı Abdullah yani Allah’ın kulu olmuştur.
Tarih boyunca hiçbir puta Allah ismi verilmemiştir.
Ancak Yehwah yalnızca bir topluluğun rabbi olarak kabul edilmiş, elohi diyen kişinin kendisi tanrılaştırılmış ve rableştirilmiştir.
Oysa Hz. Resulullah (asm) Allahu Teala’nın kulu ve elçisidir.
Özetle, soruda söylenenlerin hepsi palavra ve atmasyondur. Bu oyunda iyi oyuncu olduğunuzu kabul etmek gerekir.
Bu mesnetsiz ve yersiz hezeyanların hepsini tek tek ele almak zamana hüsran ve akla ziyandır. Bu sebeple, sizce önemli olduğunu düşündüğümüz birkaç noktayı izah edeceğiz:
a) İsimler müsemmanın manasını gösterir, isimlenmiş olan varlıkların şahsiyetlerinin unvanıdır. Bu sebeple, her dilde farklı isimlerin olması son derece normal, hatta zorunludur.
b) Nitekim, Hristiyan İngilizler Allah’ın adını “Yahova” değil, God olarak kullanırlar. Yahudi veya Hristiyan Farslar/Persler Allah’a “Huda” diyorlar. Türkler “Tanrı” diyorlar. Keza, bir kısım Hristiyanların dili olan Fransızca’da Allah’a “Dieo”, Almanca’da “Gott”, İtalyanca’da: “Dio”, İspanyolca’da: “Dios” denir.
c) “İslam ise bu iki dinin devamı olduğunu söylüyor” iddiası tamamen hayal mahsulüdür. Bütün semavi dinlerin iman esaslarında ittifak etmeleri, işin tabiatının gereğidir. Çünkü, hak ve hakikat olan iman esasları değişmez gerçeklerdir. Mesela, Allah’ın birliği inancı, teslis bakımından bir tahrif olan üçleme itikadına feda edilmez. Diğer peygamberler gibi Hz. İsa’nın Allah’ın (oğlu değil) elçisi olduğu gerçeği değişmez. Cennet ve cehennemin varlığı değişmez. Bu konularda semavi dinlerin birlikteliği, füruat kısmındaki meselelerin de değişmeyeceği anlamına gelmez. “Kitab-ı mukaddes” adıyla bir araya getirilmiş, Tevrat ve İncil’in muhteva ve yaklaşımlarının önemli bir kısmının farklı olması bunun açık göstergesidir.
d) İslam dininin kaynağı olan Kur’an Arapça olduğu için, Arapça bir kelime olan “Allah için” Allah ismini kullanmak kadar tabii bir şey olamaz.
Kaldı ki, Kur’an’da Allah’ın celalî ve cemalî sıfatlarının birer unvanı olarak kullanılan (“Allah, Rab, Halık, Rahman, Rahim, Rezzak, Hakim” gibi) 200’den fazla isim ve sıfatlar vardır. İslam literatürüne göre, meşhur 99 isimden başka, Allah’ın sıfatlarını/vasıflarını belirten 4000’den fazla ismi vardır.
e) “Namaz, hac vs. putperestlerde de yok muydu?” sorusu havada kalmaya mahkumdur. Çünkü Yahudi ve Hristiyanlarda kendilerine göre hac ve namazları vardır. O soru onlar için de geçerlidir.
f) Bununla beraber, Arap müşriklerinin puta tapma yanında, ataları Hz. İbrahim’in bir yadigârı olan kâbenin Mekke’de olması sebebiyle onun dininin kalıntılarıyla da amel ediyorlardı. Namaz ve hac ibadetleri putperestlikten değil, Hz. İbrahim’in Hanif dininden tevarüs edilmiştir. Kaldı ki, batıl bir doktrinin içinde hak olan düşünceler ve eylemler de vardır. Bu karışımdan ne hak batıl, ne de batıl hak olur. Kaldı ki, “Onların Kâbe yanındaki namazları/ ibadetleri ıslık çalıp el çırpmaktan başka bir şey değildi” (Enfal, 8/35) mealindeki ayette ifade edildiği üzere, onların Kabe’nin yanında dua ve ibadet etmeleri, hatta tavaf etmeleri ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibaretti.
g) “Allah” lafza-i celalinin put adı olarak kullanıldığına dair hiçbir sahih bilgi yoktur. İslam’da Allah ve Rahman isimleri değil putlar, hiçbir peygamber için bile kullanılamaz. İmam Şafii gibi büyük bir İslam alimi ve Arapça dil uzmanına göre, “Allah” ismi hiçbir kelimeden türetilmemiştir. Doğrudan kâinatın yaratıcısını göstermek için kullanılan özel isimdir.
Hülasa “hakkı kabul etmek, yanlıştan dönmek bir erdemdir” diyerek cevabımıza son veriyoruz.
Soru 37:
İsa’nın gelince kendisinin mesajının yanlış anlaşılacağını daha baştan söylediğini ve yerine Ahmed adında yeni bir elçinin geleceğini belirttiğini iddia ediyorsunuz. Başarısız olacağını baştan söylediğine göre İsa sırasını savmaya mı gelmiştir? Seçtiği 12 havarinin de onu yanlış anlaması sizce mümkün mü? İsa çok mu beceriksizdi? Eğer günahsız bir Tanrı Oğlu doğurmuyorsa o halde Meryem neden babasız doğum yapmıştır? İnsanların 9 ay önceye gidip bakma şansları mı vardı, Allah kime neyi kanıtlamak için hangi mantıkla böyle bir şey yaptı?
Cevap 37:
- Hz. İsa (a.s) her Peygamber gibi vazifesini hakkıyla ve mükemmel yapmıştır. Allah'ın Ona emrettiği her şeyi insanlara tam ve eksiksiz yerine getirdi. Ömrü boyunca kıskanç Yahudiler ve dinsizlere hakikati anlatmaya gayret etti. Bununla beraber O vazifesini yapıp Allah'ın vazifesine de karışmadı.
İlahi ilim ileride Ona ciddi bir kitlenin iman edeceğini, fakat bu büyük ve tesirli kitlenin Yahudilerin oyunlarıyla yoldan çıkacağını biliyordu ve bu bilgiyi Hz. İsa’ya bildirdi.
Hz. İsa da bu büyük topluluğun güzel bir sonla yani tevhit ve doğru bir inanç ve bakış açısına kavuşması için ahirzaman peygamberi ve bütün peygamberlerin son halkası olan Hz. Muhammed'e bağlanmalarını sağlamak hikmetiyle "Ben gidiyorum, ta size Ahmet gelsin" diyerek ümmetine adres göstermek için bu gibi ifadeleri yine Allah'ın izniyle söylemiştir.
Yoksa ne Hz. İsa ne de herhangi bir Peygamber vazifesini savmak ve işten kaytarmak tarzında bir tembelliğe ve lakaytlığa girmesi söz konusu değildir.
- Soruda işaret edilen Kuran’ın ilgili ayetinde, Hz. İsa’nın ne “mesajının yanlış anlaşılacağı” ne “yerine Ahmed adında yeni bir elçinin geleceği” ne de “Başarısız olacağına” dair bir ifade vardır. İlgili ayetin meali şöyledir:
“Meryem oğlu İsa da şöyle demişti: ‘Ey İsrâiloğulları! Bilin ki benden önceki Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra gelecek Ahmed isimli elçiyi müjdelemek üzere size Allah tarafından gönderilmiş elçiyim.’ Ama o (Ahmed) kendilerine apaçık kanıtlarla gelince, ‘Bu (kanıtlar) besbelli bir büyü!’ dediler.” (Saff, 61/6)
- 12 Havarinin Hz. İsa’yı yanlış anladığı veya inanmadığına dair Kuran’da hiçbir ifade yoktur. Aksine ona iman ettiklerine dair vurgular vardır. İlgili ayetin meali şöyledir:
“Ey iman edenler! Siz Allah'ın tarafında olunuz (O'nun dinine yardım ediniz). Nasıl ki Meryem'in oğlu İsa vaktiyle, havarilere: "Allah'ın yolunda giderken kim bana yardımcı olmak ister?" diye sorunca, havariler: "Biz Allah'ın tarafında (İsa’ya iman edip dinine yardımcı) oluruz” diye cevap vermişlerdi. Neticede İsrailoğullarından bir kısmı İsa'nın peygamberliğine iman etti, bir kısmı da inkar etti. Biz de iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik de onlar ötekilere üstün geldiler.” (Saff, 61/14)
- Bir çocuğun babasız dünyaya gelmesi, ille de onun “Tanrı oğlu” olması mı gerekir? Doğrusu sorudaki bu ifade, Hristiyanların teslis akidesiyle anladıkları şey “İsa’nın Tanrı oğlu” olduğu algısıdır. “Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu söylemek istemediklerini” iddia eden bazı Hristiyanların kulakları çınlasın!
Kuran’da bu konu -hem babasız hem anasız olan Hz. Adem’le karşılaştırırlarak- tamamen çözüme kavuşturulmuştur: “Şüphesiz, Allah katında İsa’nın durumu Adem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "OL!" demesiyle o da hemen meydana geliverdi.” (Al-i İmran, 3/59)
Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesinin en önemli bir gerekçesi, sebeplerin görevden azledilmesidir. Hz. Adem’den beri, insanların yaratılması tenasül kanunu/ ana-babanın evlenmesiyle tahakkuk etmiştir. Bu sürekli kanunun bir yerde kesintiye uğraması, sebeplerin şirkini kabul etmeyen tevhit inancının ve ezeli hikmetin bir gereğidir.
- İşte ayetler.. işte sorular.. Çarpıtmanın bu kadarına da pes! doğrusu..
Soru 38:
İnsan evvela cennetteydi ama günah işleyince dünyaya kovuldu diye inanıyorsunuz. Yani dünya bir ceza mekanıdır, kovulan yerdir. Eğer anne ve babamızın günahını paylaşarak günahlı doğmuyorsak neden cennette değil de onların günah işleyip sürüldüğü bu dünyada doğuyoruz?
Cevap 38:
Hz. Adem ve Hz. Havva’nın cennette olmaları, insanlığın asıl vatanının cennet olmasındandır. Böylece, eğitim ve öğretim için dünya okuluna gönderilen her insan, sürekli asıl vatana gitme isteği ve özlemi ile yaşasın. İnsanlığın ana-babasının yasak ağaca yaklaşması, bu dünyaya gönderilmelerine sadece bir vesiledir.
Nitekim çekirdeklerin ve tohumların ambardan alınıp tarlaya atılması gibi, insan tohumları da cennet ambarından dünya tarlasına atılmışlar. Yoksa ambarda kalıp açılmayan çekirdekler gibi cennette kapalı kalacaktır.
Hz. Muhammed, “Dünya ahiret yurdunun tarlasıdır”, diyerek bu gerçeğe dikkat çekmiştir.
Demek ki, insanların eğitim ve öğretim için okullara gönderilmesi gibi, Cennet yurdunun sakinleri de nice hikmetler için dünya okuluna gönderilmişlerdir. Yoksa suçları olduğu için değil, değerli ve kıymetli olsunlar diye.
İşte, tohumların ağaç olması için tarlaya atılmasını, insanların yetişmesi için okula gönderilmesini bir ceza olarak görmek nasıl mümkün değilse, elbette nihayetsiz faydalar, maksatlar ve gayeler için insanların dünya tarlasına ve dünya okuluna gönderilmesi de elbette bir ceza olamaz.
Demek ki, insanlığın ana-babası cennetten kovulmadı, aksine vazifeli olarak gönderildi, ağaca yaklaşmaları da buna sadece bir vesile oldu. Bakmasını bilene ne güzel bir vesile.
Ayrıca, tohum veya çekirdek nerede hangi ortamda yetişecekse, oraya konulması hikmetin gereğidir. Örneğin hindistan cevizi, yetiştirmek istiyorsanız, ona uygun bir ortam, bir tarla ve bir mevsim olmalı. Böyle bir durumda neden tohumu buraya getirdiniz denilmez. Aynen bunun gibi, insan tohumları da nerede yetişecekse ona uygun bir ortam, bir tarla ve bir mevsim gerekiyordu. İşte bu nedenle insanlar dünyada doğar.
Demiri kemale erdirmek için ateşe atan, çekirdeği binbir çeşit nimet olsun diye toprağa gömen, keresteleri sanat eseri yapmak için adeta ciğerini oyan insan oğlu, bu yaptıklarını güzel, faydalı ve gerekli gördüğü halde, aynı durum evrenin ve kendisinin sahibi olan zat tarafından kendisine yapılmasını hikmetsiz, faydasız ve gereksiz görmesi bir çelişkidir. Buna akıl, vicdan ve insaf ile vereceği cevap, sorularının da cevabı olacaktır.
Soru 39:
İslam’ın kitap ehli dediği dinleri diğer dinlerden ayrıcalıklı tutmasının mantığı nedir? Yani puta tapmayı, İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu söylemekten daha zararlı veya inanç olarak kötü yapan nedir? Benim gördüğüm, kitaplı dinleri yönetmek kolaydır. Kitapsız kitleleri ise yönetmekte zorlanırsın. İslam da esas olarak siyasal bir hareket olarak doğduğu için yönetebilmeyi gözetmiştir. Yoksa inanç bakımından birini diğerinden daha fena yapan bir durum mantıken yoktur. İslam’ı kabul etmedikten sonra Allah’ın yerine ha onu koymuşsun ha diğerini ne fark edecek?
Cevap 39:
Evvela kitap ehlinin diğerlerinden en büyük farkı, tahrif edilmiş de olsa aslı vahiy olan bir kitaba sahip olmalarıdır. İlim ehli olan kitap ehlinin kitapsız cahillerden daha iyi oldukları kesindir.
Ayrıca, kitap ehli bazı konularda şirke düşmüş olsalar bile, yine de Allah’a Peygambere, Kitaplara Meleklere iman etmek gibi iman esaslarını kabul etmeleri onları diğer müşriklerden ve kitapsız olanlardan ayırır.
İslamiyet’in gönderilmesinin bir hikmeti de diğer dinlerin doğrularını tasdik edip, yanlışlarını ortadan kaldırmaktır ki bu vesileyle kitleler halinde Müslüman İsevilere şahit olunması kaçınılmazdır ve günümüzde bunun pek çok tezahürleri görülmüştür.
“İslam da esas olarak siyasal bir hareket olarak doğduğu..” ifadesi gerçeği yansıtmamaktadır. İslam 13 yıllık Mekke döneminde yalnız başta tevhid olarak iman esaslarından söz etmesi bunun göstergesidir.
Meseleye yönetimsel olarak bakacak olursak mütedeyyin ve ahiret inancına sahip, cehennem hapsini her vakit hatırlayan bin adamın idare ve inzibatı, itikadsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haram helâl bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan on adamdan daha kolay olduğu açık bir gerçektir.
Soru 40:
Dinde sevginin yeri var mı? Örneğin ben Tanrının karakter yapısını doğru bulmuyorum ve onu sevmiyorum. Eğer ona inanırsam da onu sevmemeye devam edeceğim. Kendisini sevmezken benden ibadet etmemi v.b. bekleyebilir mi? Beklerse bu durum, beni ikiyüzlülüğe, yani ahlaksızca davranmaya itmek olmaz mı? Sevmediğim birine nasıl tapabilirim? Öte yandan, ben ne yaşarken ne de ölüm sonrası için Tanrıdan hiçbir şey beklemiyorum (sevdiklerimin iyiliğini ise herkesten dilemeye hazırım, o ayrı!). Bana ondan gelecek hayır bile gelmese daha iyidir. Durumum buyken onun benden bir şeyler beklemeye hakkı var mıdır? Ben tanrısız yaşayıp ölünce sonsuza dek yok olmaya tamam diyorum. Ondan da bunu istesem, desem ki “Seni sevmiyorum ve istemiyorum, senden gelecek iyiliği de istemiyorum, senin vereceğin sonsuz yaşamı da istemiyorum, senin cennetine girmektense hayvanlar gibi yok olur giderim daha iyi’’ desem bana ne derdi? (Çünkü inansaydım böyle diyecektim). Yani ben ondan vazgeçsem o da beni bırakabilir mi? İsteğimi yerine getirip yok olmama izin mi verirdi, yoksa kendisini reddeden sevgilisini alıkoyup eziyet eden ‘takıntılı aşıklar’ gibi bana kafayı takar ve beni cehenneme atıp eziyet mi ederdi? Peki, bana işkence ettiğinde onu sevmeye başlar mıydım sizce? Peki, öldükten sonra onsuz bir sonsuz yaşam neden vermiyor? Ya benimsin ya kara toprağın mantığı psikolojisi bozuk kişilerin mantığı değil midir?
Cevap 40:
Dinde sevginin yeri olmadığını iddia etmek, dinden mahrumiyetin sonucudur. Ağzında yara olan bir kimsenin lezzetli bir yemekten tat almaması, o yemekte tat olmadığından değil, kendisinin rahatsızlığından kaynaklanmaktadır. Tedavi olması gerekir.
“Komşusu aç iken kendi tok olan bizden değildir” diyen Peygamberi keşke tanısaydınız ve adetlerine son derece mutaassıp ve son derece inatçı bir kavmi çok az bir zamanda nasıl ihya ettiğini görebilseydiniz, kendisine bir koyun başı verilen bir ailenin son derece muhtaç olduğu halde kıyamayıp komşusuna göndermesi ve aynı anlayışla o koyun başının yedi evi dolaşmasındaki nefsine değil kardeşine olan muhabbet cevherini hissedebilseydiniz, “dinde sevgi var mı?” gibi talihsiz bir soru sormazdınız.
Diğer taraftan Allah’a merhametsizlik isnat etmek çok daha büyük bir cinayet. Bir çay ikram eden adama teşekkür edilmemesini büyük kabalık olarak gören insan, sonsuz nimetlerini her an kendisine gönderen sonsuz rahmet ve şefkat sahibi Allah’a karşı böyle haddi aşan ifadeleri nasıl kullanabilir? Kanını temizleyen, binlerce organını çalıştıran, küçük bir et parçası olan diline yeryüzündeki bütün nimetlerin tatlarını en ince frekanslarına kadar şifreleyen, gülün enfes kokusunu içinize çekecek muhteşem bir burunla zenginleştiren, ağzına dizdiği kemik parçaları olan dişlerle beslenmesini sağlayan, yaşamasına devam edebilmesi için bitkileri, hayvanları emrine itaat ettiren, fotosentezi yaratan, dünyadan milyonlarca büyük gezegenleri tahrik edip çeşit çeşit meyve ve sebzelerden istifadesi için mevsimleri değiştiren, baharı getiren, akıl gibi hikmet definelerini açacak anahtar veren, kalbine şefkati koyan Allah’ı nasıl sevgisiz bulur, daha ötesi hakaret etme cüretine nasıl kalkışır?
Demek ki, sizin Allah’ı sevmiyor olmanız, Allah’ı tanımadığınızdan, evet kafanızdaki yanlış Allah bilgisine inanmış olmanızdandır. Yoksa Allah tanıma adına bir adım atabilseydiniz Allah aşkıyla kendinizden geçerdiniz. Hissiz, şuursuz, akılsız, fikirsiz, tabiata ilah muamelesi yapmaktan vazgeçip yaratılan her şeyin son derece mükemmel, muhteşem ve mucize olduğunu görebilseydiniz, örneğin bir kelebeğin kanatlarındaki estetik ve sanat harikasının tabiatın işi olmadığını anlayabilseydiniz; sofranıza gelen nimetlerin tatlarında, kokularında, sanatlarında yontulmamış kaba kereste mahiyetindeki sizi tanımayan, sevmeyen, bilmeyen ağaçların zerre kadar payı olmadığını idrak edebilseydiniz ve yaradılışınızdaki İlahi icraatı tefekkür ederek “Allah!” diyebilseydiniz, bu düşüncelerinizin aksine her an Allah’a secde etmekle bile minnettarlık ve şükür vazifenizi hakkıyla eda edemeyeceğiniz kanaatine varırdınız.
Sizin çok sevdiğiniz bir tek evladınız amansız bir hastalığa yakalanmış ölmek üzere iken, siz Allah’a ve ahirete inanmadığınız için ebedi bir ayrılık hissi ile yanıp tutuşurken birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor gelse, tiryak gibi bir macun içirse o sevimli ve güzel evladınız gözünü açsa, ölümden kurtulsa ne kadar sevinç ve ferah verir size? O doktora ne kadar minnettar olursunuz? İşte hem kendinin hem sevdiklerinin yok olmayacağını, ölümle ebedi varlığa kavuşacağını bilmek insana bundan kat be kat daha yüksek bir sevinç verir. Bize ebediyet bahşeden Rabbimize ne kadar minnettar olduğumuzu ve Onu sevmemek için elimizde hiçbir neden olmadığını bu temsil ile anlayabilirsiniz.
Sonsuza kadar yok olma arzusunun size bırakılmasını isteme hakkına sahip değilsiniz zira vücudunuzda bir tek hisseniz bile yok; bedeninizdeki bir tek hücreyi bile siz yaratmadınız, rakamları aşan kabiliyetlerinizin bir tanesini bile ruhunuza siz takmadınız, hayatınızı devamı için güneşe siz hükmetmiyor, atmosferi siz terbiye etmiyorsunuz. Bu vücudu idare etmek ancak evrenin Hakimi olmakla mümkündür, elbette sizin işiniz olamaz.
Şimdi size soruyoruz, yüzde bir bile malikiyet dava edemediğiniz vücudunuzun ne olacağına dair karar verme makamı siz misiniz? Elbette siz değilsiniz, vücudu kim yarattı terbiye etti ise buna karar verecek olan da Odur.
Ayrıca Allah’ın hükmü sizin keyfinize göre çalışmıyor, sonsuz hikmet ve adaletle iş görüyor; kim insanlık gibi büyük bir hazineyi israf ederse, evrenin hizmetini boşa çıkarırsa, Allah’ın esma ve sıfatlarını yalancılıkla itham ederse bunun bedelini öder. Bir ekmek alması için para verdiğiniz çocuğa paranın üstünü soran siz, size verilenleri hesapsızca kullanıp, hikmetsizce sarf edip sonra “yok olmak istiyorum” deyip kurtulamazsınız.
Köpek olup çöpleri karıştırmayan insan kendine sormalıdır: “Bu yüksek imtiyaz bana niçin verildi, insanlığın bedeli nedir?” Bunun cevabını da ancak dinde, Kuran ve Peygamberin ışığında bulabilirsiniz.
Soru 41:
Allah’ın güvenilir olduğundan nasıl emin olabiliriz? Aslında tek olmama veya çok güçlü olmama olasılığı yok mu? Veya bize vaat ettiklerinden cayma olasılığı yok mu? Ona nasıl güvenebiliriz? Eğer iki Tanrı olsa, biri caydığında diğerine güvenebilirdik veya biri için diğerinden bilgi alabilirdik. Ama tek Tanrı varsa kendi hakkında söylediklerine bile güvenemeyiz. “Ben doğru sözlüyüm’’ dese örneğin, şahidi var mı? Yine kendinden başka şahidi olmayacak. Belki o bir tür cindi ve bizi yanıltmak için kendini Tanrı diye tanıttı, olamaz mı? Allah’ın tuzak kurabildiğini de biliyoruz üstelik. Bakınız: ''Allah tuzak kuranların en iyisidir.'' (Enfal/30) Acaba bize de kurmuş olabilir mi, nasıl güveneceğiz? Baş meleği isyan edip şeytan olmuş, ilk yarattığı insanlar onu bırakıp şeytana uymuş. En yakınındakileri bile ikna edememiş. Nasıl güveneceğim ben bu varlığa? Hele ki ilk insanın ve baş meleğinin onu gördükleri, onun gücünü v.b. bildikleri halde isyan etmeleri nasıl olabilir? Acaba şeytan onun pek de güçlü olmadığını mı düşünüyordu? Çünkü şeytanın çok kurnaz ve bencil bir varlık olduğu söyleniyor. Şeytan Allah’ı biliyor. Aynı zamanda, Allah’ın müthiş güçlü olduğu ve şeytanın kazanma şansı olmadığı da söyleniyor. Bu bilgiler ışığında düşünürsek bir sorun var! Kendini bu kadar düşünen bencil bir varlığın, kendi çıkarı için yalakalık yapmak ve durumu idare etmek varken sonunun kesin bir yenilgi ve cehennem olduğunu bile bile isyan etmesi tutarsızdır. Ya şeytan Allah’ın söylediği kadar güçlü olmadığını biliyor ve onu yenme şansı olduğunu düşünüyordu ya da sonunun kesin yenilgi olduğunu bildiği halde isyan edecek denli kendi doğrusuna sahip çıkan, düşüncesi için kendini feda etmekten çekinmeyen, onurlu ve yüce bir varlıktı. Bu hikayeden ancak bu iki ihtimal çıkabilir; dinin söylediği ise mantıksız görünüyor.
Cevap 41:
Sorudaki bazı noktaları göz önünde bulundurarak kısa bir kaç madde halinde cevap vermeye çalışacağız:
1) Allah’ın tek olmama veya çok güçlü olmama olasılığı hiç yoktur. Çünkü, kâinatın varlığı yaratıcısında sonsuz bir ilim, hikmet ve kudretin olduğunu göstermektedir.
2) Allah’ın sözünden caymasının hiçbir ihtimali yoktur. Çünkü sözünden caymak, ya bir korkudan, ya güçsüzlükten yahut da bir menfaat elde etmekten kaynaklanır. Her şeyi yaratanın herhangi bir yarattığından korkması aklen imkânsızdır. Çünkü dilerse zaten yaratmaz. Evrenin harika sanatlı varlığı yaratanın her şeye kadir olduğunun göstergesidir. Caymakta bir menfaatin gözetilmesi düşünülemez. Zira, sonsuz ilim sahibi bir zatın sonradan bir menfaati fark etmesi sonsuz ilmin özelliğine aykırıdır. Kaldı ki, sözden caymak, aynı zamanda cayanın şeref ve haysiyetini bilmez bir kimsenin işi olabilir. Kâinatın şehadetiyle her türlü noksandan beri ve her türlü mükemmelliğe sahip olan yaratıcının kendi cemal ve celalinin kendi kemalatı ve kudsiyetinin farkında olmaması bin defa muhaldir.
3) Allah’a güvenmek imana bağlıdır. Allah’ın bütün kemal sıfatlarına sahip, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna iman eden kimse, Allah’ı güvenilir olarak kabul eder, Allah’a güvenir ve tevekkül eder. Böyle bir imanı olmayanın böyle bir güveni de olmaz.
4) “İki tanrı olması halinde biri cayarsa diğerine güvenilir” iddiası mantık silsilesinin en son halkasında bile yeri olmayan bir hezeyandır. Zira bu iddiaya göre, “tanrılardan” birinin güvensizliği, diğerinin güvenli olduğunun garantisidir. Bu bir safsatadır. Çünkü güvenli olmak veya olmamak, sayılara bağlı değildir. Bir kişi tek başına cinayet işleyebildiği gibi, yüz kişi ile birlikte de cinayet işleyebilir. Ayrı ayrı iken birer deli olan yüz kişinin bir araya gelmesi ile akıllı bir koalisyona sahip olmaları imkânsızdır.
5) Şeytanın isyanı ve diğer bazı asi insanların varlığını -haşa- “güçsüz ve güvenilirsiz olduğuna” delil yapmışsınız. Evvela “şeytan baş melek değildir, ayak melek de değildir. Melekler arasında zurnanın son deliği de değildir.” Zira şeytanın “cinlerden olduğu” Kuran’da (Kehf, 18/50) açıkça ifade edilmiştir.
Peki siz şeytan gibi bazı varlıkların isyanları gibi bilgileri nereden öğrendiniz? Doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an’dan öğrendiniz. Bu bilgilere inandığınıza göre, Kur’an’a da güveniyorsunuz demektir. Peki sizin de güvendiğiniz Kur’an’da şeytanın baş kaldırması ile ilgili bilgiye yer verdiğiniz gibi, “Allah’ın her türlü noksan sıfatlardan münezzeh ve her türlü mükemmel sıfatlara sahip olduğunu bildiren yüzlerce ayete niçin inanmıyorsunuz?” Sofestaileri bile utandıracak böyle bir çelişkinin ağına düşmek oldukça manidardır.
6) Güneşin ışık verdiğine yine güneş şahittir. Allah’ın şahidi yine Allah’tır. Tarih boyunca zalimleri tokatlaması, itaat edenleri selamete çıkarması, çok güçlü adamları ve kavimleri helak etmesi, maddi güçten yoksun peygamberleri ve onlara iman edenleri kurtarması, sözünde en sadık olduğunu gösterir. Geçmişteki doğruluğu gelecekteki dürüstlüğünün garantisidir.
7) “Allah tuzak kuranların en iyisidir” (Enfal/30) ayeti ve benzeri ayetlerde zikredilen bu gibi ifadeler gerçekten bizim bildiğimiz gibi “birisini gafil avlamak için ona pusu kurmak” anlamına gelmez. Buna “mümaşat” (muhatapların alışık oldukları türden konuşmak) ve “tenezzülat”(muhatapların seviyesine inmek, ona göre konuşmak) diye ifade edilir. Bu “tuzak” kavramı ayetlerde bu manada kullanılmıştır. Yani “sen tuzak kuruyor isen ben daha iyisini kurarım” ifadesiyle “Ben sizin tuzağınızı başlarınıza geçiririm..” manasında kullanılmıştır. Yoksa bildiğimiz anlamda Allah hiç kimseye tuzak kurmaz ve ihtiyacı da yoktur. Tuzak kurmak acizlerin, korkakların, güçsüzlerin işidir. Allah bundan münezzehtir. Kaldı ki Allah birisine tuzak kurmak zorunda kalıyorsa, onu ne diye yaratır ki…?
8) Şeytan kendi hislerine kapılıp aklını kullanmadıkları için isyan etmiştir. Ayetlerde zikredildiği üzere, Şeytan “Ben ateşten, Âdem ise topraktan yaratılmıştır. Ateş topraktan daha üstündür. Öyleyse ben de ondan daha üstünüm ve ona secde etmem/saygı göstermem..”
Gözünüzde çok büyüttüğünüz bu olayın milyonlarca benzerleri insanlık camiasında da söz konusudur. Nice kimseler Allah’ın sonsuz gücüne iman ettiği halde yine de isyan etmekten geri durmaz. Bu önemli bir sebebi, insanın hayvani ve bitkisel tarafının insani tarafına ağır basması, kör hissiyatının aklının önüne geçmesi, hazır lezzetleri veresiye cennet lezzetlerine tercih etmesi, dünyevi hazır acı ve sıkıntıları veresiye olan cehennem sıkıntılarından daha önemli görmesi gibi sakat bir mantık sonucudur. Nice iman edenler var ki, Allah’ın sonsuz ilim ve kudretine iman eder ama yine de içki içer, kumar oynar, hırsızlık eder, cinayet işler. Sebep hayvani olan kör hissiyatın insani olan akıl ve vicdan gibi ülvi mekanizmalara karşı daha ağır gelmesidir. Şayet şeytan kılık değiştirirse bu gibi insanlardan biri olur. Aksine bu gibi insanlar kılık değiştirirse aynen o cinni şeytanlardan bir olur.
9) Son olarak şöyle genel bir kuralı da hatırlayalım: Her şüphenin, her ihtimalin değeri olmaz. “Herhangi bir delile dayanmayan bir ihtimalin hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur.” Örneğin, Karadeniz şu anda bir tuzla havzasına dönüşmüş olması imkân-ı zati cihetiyle mümkündür. Halbuki hiç bir delile dayanmayan bu ihtimale hiç kimse ihtimal vermez. Sorudaki şüphe ve ihtimallerin hepsi bu türden değersiz ihtimallerdir. Bu minval üzere birçok meseleye bakılabilir..
Soru 42:
Ben sadece sevgiyle yaşayan, iyi işler yapan, vicdanlı (ve inançsız) bir insan olmaya devam etsem sonum dininize göre ne olur? Şimdi desem ki, ‘Tanrının beni kazanması gerekiyor, benim onu değil. Zira böyle bir Tanrıya inansam ve hatta beni cennetine davet etse bile girmem. Tanrı böyle olduktan sonra şeytanla yoldaş olup yanarım, benim için onurdur!’ desem, ne cevap verirdiniz? Ama Tanrı’nın bende uyandırdığı duygu bu, ne yapayım?
Cevap 42:
Bir kimse, İslam dininden haberi olduğu halde, İslam dinine iman etmedikçe ne yaparsa yapsın, imansız kabre gireceği için yeri ebedi cehennemdir. Üzgünüz fakat yapacak bir şey yoktur.
İçinde bulunduğu ülkenin devletini tanımayan veya anayasasını ilgaya teşebbüs eden kişi eşkıyadan sayılır; cezası, idamdır veya müebbet hapistir.
Demek bu kural sadece dinde değil, seküler sistemlerde de vardır.
Sizin “cennete girmem” demenize inanmıyoruz. Allah’ı tanımadan kendisine baştan itibaren düşmanlık ve kin beslemeye başlamışsınız. Ayrıca “inanmaktansa cehenneme onurla girerim” diyorsunuz. Bu dediğinize taraftar olan dünyada aklı başında bir tek insan bulamazsın.
Ayrıca, “Tanrının bende uyandırdığı duygu bu, ne yapayım” sözünde samimi olmadığınız gibi, Allah’a iftira ediyorsunuz. Zira, bu duyguyu Allah değil, şeytan sizde uyandırmıştır.
Allah sizi yoktan var etmiş, fare veya öküz yapmamış insan olarak yaratmış, akıl, gönül, göz kulak gibi maddi-manevi harika cihazlarla donatmıştır. Bütün bunlara iktifa etmemiş, “adam gibi adam olursan demiş, seni ebedi cennete de koyacağım.” diye haber vermiş.
Bunlar gibi binlerce iyilik yapan Allah’ın sen de kötü duygular uyandırması düşünülebilir mi?
Hülasa, iyi niyetten yoksun, samimiyetten uzak, çelişkilerle dolu önünü görmeyen bir zihnin mahsulü olan bu hezeyan türü soruya cevap vermekten bile utanıyoruz.
İstersen yalnız beş dakika elini ateşin içine sok ve “bu benim şeytanla birlikte ve onurla gireceğim cehennemin küçük bir provasıdır” de biz de inanalım. Bunu, kendine ve şeytanına bile inandıramazsın.
Bütün evrensel (milli olmayan, bütün insanları kazanmayı hedef alan) dinler, diğer dinlere mensup olan insanların dünya ve ahiretteki durumları ve dünyada onlarla kurulacak ilişki kuralları üzerinde durmuşlardır.
İslâm’a göre başka dinlere mensup insanlar İslâm dinine davet edilirler, ama bunu kabul etmezlerse onlara düşmanlık edilmez, Müslümanların dinlerine ve vatanlarına karşı savaş açmadıkça, aleyhlerinde çalışmadıkça kendileriyle iyi (iyilik ve adalet temelinde/çerçevesinde) ilişkiler kurulur, bağımsız bir ülkede barış içinde yaşamalarına imkân verilir, İslâm ülkesi içinde teb’a (zimmîler, ehlü’z-zimme) olarak yaşamalarına imkân tanınır, İslâm ülkesi teb’ası olan gayr-i Müslimler bütün temel insan haklarından istifade ederler... Bu cümleden olarak dinlerini ve kültürlerini korurlar, mabetlerine dokunulmaz, ibadetlerini ve din eğitimlerini serbestçe yaparlar.
Ahirette durumları ne olur? Cennete mi, cehenneme mi giderler?
Bu sorunun cevabı, Hz. Peygamber’den önce veya sonra yaşamış olmaları göz önüne alınarak İslâm âlimleri tarafından farklı şekillerde cevaplandırılmıştır.
İsrâ Suresi’nin 15. âyetinde Allah Teâlâ, “Peygamber gönderip dini tebliğ ettirmedikçe kimseye azap etmeyeceğini” bildiriyor.
Peygamberin tebliğ ettiği din yaşarken var olmamış (ehl-i fetret) insanlar hakkında:
İmam Matüridî, Allah vergisi aklın Allah’ın varlık ve birliğini idrak için yeterli olduğundan hareketle Peygamber tebliği ulaşmamış kimselerin de bununla yükümlü olduklarını, İmam Eşarî ise onların yükümlü olmadıklarını söylemişlerdir.
Peygamber dönemine ulaştıkları halde bulundukları coğrafya ve şartlar yüzünden ona ulaşmaları imkansız gibi olanlar da (ehl-i fetret) yukarıdaki maddeye dâhil sayılmışlardır.
İmam Gazzalî’ye göre Peygamber’in tebliğ ettiği din hakkında, dikkat çekmek ve araştırmaya sevk etmek için yeterli olmayan, yalan yanlış haberler almış bulunanlar da onu bulmak ve inanmakla yükümlü değildirler. Yükümlü olmayanlar ise cehenneme girmezler.
Allah’a iman etmeden hayatı boyunca kötülük yapmadan, hep iyilik yaparak yaşayan bir kimsenin ahirette cehenneme, Allah’a iman ettiği halde kötülük yapan ve günah işleyen kimselerin ahirette cezalarını çektikten veya bağışlandıktan sonra cennete girmelerinin ilâhî adâlete nasıl uygun düştüğü soruluyor.
Allah Teâlâ yarattığı insanlar için şöyle bir kanun koyuyor:
“İslâm geldikten sonra ehl-i fetret sayılmayacak şartlarda yaşadığınız halde Müslüman olmadan ölürseniz Ehl-i Kitab olun başka din ve inanç içinde olun, inançsız olun… cennetime giremezsiniz. İslâm’a girdiğiniz halde günah işlerseniz bunun cezasını cehennemde çeker, sonra cennetime girersiniz.”
Demek ki, iman etmeyen kişi bu kanuna aykırı davranıyor, günahların en büyüğü olanı işliyor (dine inanmıyor), ama iyilikler yaparak yaşıyor. Allah’a ve ahirete iman etmemiş olan kişi zaten cennete de iman etmez ve oraya girmeyi de istemez. Böyle bir kimseyi Allah niçin cennetine koysun; hem iman etmiyor, böylece en büyük günahı işlemiş oluyor, hem de bazı kimseler onun cennete girmeyişinin adaletle ilgisini sorguluyorlar!
Hak dine iman ettiği halde günahkar olarak ölmüş kimselere gelince bunlar, ilâhî kanuna uyuyorlar; iman etmiş ve eninde sonunda cenneti hak etmiş oluyorlar, işledikleri günahın ve kötülüklerin ise cezasını çekiyorlar.
Bundan daha mükemmel bir adalet olur mu?
Soru 43:
Kadın mirastan erkeğin yarısı kadar pay alıyor ama zina ederse erkekle aynı cezayı alıyor. Ödülü yarı yarıya ama cezayı tam veren bir anlayış sizce adil midir?
Cevap 43:
Aile içinde erkeklerin hem kadınlara hem de muhtaç olan akrabaya karşı malî sorumlulukları vardır ve bu konu fıkıh kitaplarında “nikâh, talak, nafaka, ukubat, cihad” bahislerinde açıklanmıştır.
İslam hukukunun uygulandığı toplumlarda kişilerin varis olacak kadar yakın oldukları bir kimse öldüğünde o şahsın bıraktığı mal varsa önce cenaze masrafları ondan harcanır, sonra borcu ödenir, sonra mirasın üçte birini aşmayan vasiyeti yerine getirilir, daha sonra da kalan mal (miras) şeriatın koyduğu ölçülere göre paylaşılır.
Bu paylaşımda kadın her zaman erkeğin hissesinin yarısı kadarını almaz, eşit aldığı durumlar da vardır.
Erkek kardeşi ile ikili birli taksime tabi olan kız çocuklarının durumu belli bir tarihten sonra tartışma konusu olmuştur.
Şeriat eşitliği değil adaleti (dengeyi) hedeflemiştir.
Eşit muameleyi hak etmeyene eşit muamele yapmak zulümdür. “Suyu getiren ile testiyi kıran aynı olmaz”. Usta ile sıradan işçi eşit ücret almaz. Hukukun kendisine, akraba için ödeme yükümlülüğü getirdiği kişiler ile böyle bir yükümlülüğü olmayanlara mirastan eşit pay vermek de âdil değildir.
Peki, hukuk (şeriat) kadına değil de erkeğe ne gibi ödeme yükümlülükleri getirmiştir?
Mirastan iki hisse alan ve ailenin geçimini sağlamak yanında akrabaya da gerektiğinde bakmak ve yardım etmek mecburiyetinde olan erkek, mesela bir hisse alan kız kardeşinden daha çok mu almış olur?
Yoksa son kertede kız kardeşi mi daha avantajlıdır?
Farazi bir hesap sunmak istiyoruz:
Bir baba ölüyor, üç bin lira miras bırakıyor. Bir oğlu ve bir kızı olduğu için oğlu iki bin lira, kızı bin lira alıyor. Bu bin lirayı kız istediği gibi harcar veya biriktirir. Erkek kardeşine gelince:
Evlenmek için mehir verir veya mehir borçlanır. Bunun beş yüz lira olduğunu varsayalım, elinde bin beş yüz lira kalır. Kız kardeşi evlenirken beş yüz lira mehir alırsa onun da serveti bin beş yüz lira yani erkek kardeşininkine eşit olur.
Erkek evli ise evin geçimini sağlamakla yükümlü olduğu için paradan harcamaya (nafaka borcunu ifaya) başlar ve devam eder.
Nafaka borcu bakımından aile, yalnız eşi ve çocuklarından ibaret olmadığı için geniş ailenin de muhtaç iseler geçimlerini sağlar, ihtiyaçlarını karşılar.
Cihad (askerlik) erkeklere farz olduğu için malı ve bedeni ile cihada katılır.
İslam’da akrabadan birinin kaza ile ölüme sebep olması durumunda yakından uzağa birçok erkek akrabanın (âkılesinin) tazminatı (diyeti) paylaşarak ödeme yükümlülüğü vardır. (Nisâ suresi, 92. Âyet)
Akıle:
1. Baba ve babadan dedeler,
2. Ana-baba bir veya baba-bir erkek kardeşler ve bunların oğulları,
3. Amcalar ve oğulları.
Oldukça yüklü diyeti hâkim işte bu erkek akraba arasında mâlî durumlarına göre paylaştırır ve belli bir sürede öderler.
Bu ödemede de kadınların yeri yoktur.
Bu farazi hesaba göre ikili birli taksimde kız, erkekten daha avantajlıdır; eşitlik değil, adalet ve denge gözetilmiştir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Mirastan kadına az mı veriliyor, niçin? Nafaka yükümlüsü kimdir ...
43 sorunuza aklınızı ikna eden, kalbinizi tatmin eden cevaplar verebildiğimizi düşünüyoruz. İslam'da anlaşılmaz, akla mantığa uygunsuz olan tek bir mesele yoktur. Umarız İslam'da anlamadığınız noktalar aydınlanır hidayete ulaşırsınız. Öldükten sonra moleküllerinize ayrılıp toprağa karışacaksınız. Yaşamamızın amacı bu mu sizce? Toprak olmak mı? Hayata bir kere geliyor insan. Ömür kısa, vakit az. Her vakit ölüm gelebilir. İyi düşünün, doğru kararlar verin.
Yine aklınızda sorular varsa, İslamiyet konusunda nerede takılıyorsanız, iman etmenize mani hangi meseleler varsa bunların cevabını sitemizde bulabileceğinizi ümit ediyoruz.
Allah'ın hidayeti üzerinize olsun. Amin.
BENZER SORULAR
- Hristiyanların üçlü birlik konusunda Kur'an’dan kanıt getirdikleri doğru mudur?
- Miraç olayındaki Burak ile Yunan mitolojisi kanatlı at pegasus benzerliği doğru mu?
- Yahudiler Allah’a neden "Yahova", Hristiyanlar da neden "Tanrı" diye hitap etmektedirler?
- Tanrı sonsuz bilgi sahibi iken ilgilendiği konular fazlasıyla ilkel, basit ve gereksiz değil midir?
- Yahudilerin dini ve sosyal açıdan fayda ve zararları neler olmuştur?
- Hristiyanlık dininin İslam dininden daha iyi olduğu iddiasıyla Müslümanlıktan çıkılır mı?
- İran ve Arabistan gibi şeriat ile yönetilen ülkelerin yönetim şekli doğru mudur?
- Yehova Şahitleri hakkında bilgi verir misiniz?
- Peygamberimiz için söylenen, sen olmasaydın kâinat yaratılmazdı, anlayış Hristiyanlıktan geçmiş olabilir mi?
- Hz. İsa'nın çarmıha gerilmediğini, havarileri ve annesi biliyor muydu?
Yorumlar
Cok soru sorman ruhunun inanmak istedigini gosteriyor.Lakin nefsin kafir o da, marjinal gorunme isteginde.Mucadeleyi kim kazanisa kazansin, sonucta kaybeden Allah olmayacak sevgili dinsiz arkadasim.
Felsefenin at gözlüklerini atabilirseniz. Kur'an-ı Kerim'in geniş yüksek mertebesinden bakabilirseniz; Daha geniş bir görüş açısı elde edebilir ve inkardan kurtulabilirsiniz. Allah hidayet versin inşallah
Çok şükür Risale'yi nasip edene.. Alınmaca gücenmece yok, garip bi soru falan yoktu. Gayet basit sorular.