Özgürlüğümden ödün vermemem gerekiyor, Allah bizimle oyun mu oynuyor? Neden ödül ya da ceza verecek? Neden hep altta kalan, aşağılanan başka varlıklardan korkması ve ümid etmesi gereken insandır?

Tarih: 11.07.2011 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Özgürlük konusu:

Önce bu asırda her an karşımıza çıkan özgürlük meselesinden başlamak istiyoruz: Soru soran kardeşimiz; “…ancak diğer bir tarafım da özgürlüğümden ödün vermemem gerektiğini söylüyor” diyerek, Allah’ı kabullenip ona kulluk yapması durumunda özgürlüğünü kaybetmekten endişe ediyor. Bu konuyu birkaç madde halinde açıklayalım:

a. Şu husus bilinmelidir ki, yaratıkların hiç biri Allah’a karşı -ne ontolojik, ne biyolojik ve ne de ekonomik olarak- bağımsız bir durumda değildir. Varlığımızı, canımızı, bedenimizi, organlarımızı, gıdamızı, suyumuzu, havamızı, ışığımızı kendisine borçlu olduğumuz Rabbimize karşı büyüklük taslamanın bir alemi var mı? İhlas suresinde Allah kendini Samed olarak tanıtmaktadır. Samed’in anlamı, her şeyin kendisine muhtaç olduğu, kendisinin ise hiçbir şeye muhtaç olmadığı varlık demektir.

b. Aslında şeytanın ve nefsimizin telkinleriyle sahiplenmek istediğimiz mutlak özgürlük, hiçbir insan için söz konusu değildir. Bu pratikte de geçerli değildir. Her devlet, özgürlükleri belli sınırlarda tutmaktadır ve biz özgürlüğümüzü kısıtlayan kanunlara boyun eğmekten sıkılmamaktayız. Memuru olduğumuz amirimize karşı, işçisi olduğumuz patronumuza karşı özgürlüğümüzden verdiğimiz ödünlerin farkında bile olamıyoruz.

c. İslam’ın geliş amacının başında, tevhit inancı çerçevesinde, insanı başka insanların, başka varlıkların kulluğundan kurtarıp, yalnız kâinatın sultanı olan Allah’a kul yapmak vardır.

“Hakiki imanı elde eden bir insan ihtimaldir ki, yerküresi bomba olup patlasa onu korkutmaz.”

Çünkü o, her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında olan, her şeye gücü yeten, her şeye sözü geçen, her an her şeyi gözeten Allah’a inanmaktadır. Aksi takdirde, binlerce korkularımız, binlerce arzularımız için, binlerce nesneye kul olmak zorunda kalacağız. Meyve için ağaçlara, gıda için toprağa, nefes için havaya, ışık için güneşe, süt için, koyuna, yoğurt için ineğe kul olacağız.

Diğer yandan, bir hayvanat bahçesi olan ağzımızın içinde yer alan yüz binlerce canlıya, havada bulunan yüz binlerce parazitlere, yüz binlerce mikroba boyun eğip, kulluk yapmamız gerekir. Çükü, eğer bizi onların hücumundan, söz gelimi -şimdiye kadar kanser dahil- binlerce kötü hastalıktan koruyan Allah’ı tanımazsak, ona teşekkür etmezsek, o milyarlarca virüs ve mikroplara kulluk etmemiz gerekir. Çünkü kulluk, bir anlamda, bize iyilikte bulunan varlığa karşı bir şükran borcumuzdur.

d. Bir fincan kahvenin hatırı kırk yıl sürecekse, bu bize kahve ikram eden kimseye karşı kırk yıl -duygu ve düşüncemizle- ona bağımlı olduğumuz anlamına gelir. Bu evrensel düşünce aynı zamanda insanlığa yakışan bir tavırdır. Çünkü iyiliğin kadrini, kıymetini bilmek insanı insan yapan bir özelliktir. Bu fıtrî duygunun tabiiliği, “İnsan iyiliğin kulu, kölesidir.” şeklinde formüle edilmiştir.

Ne olur, bizi yoktan var eden bir tek Allah’a kulluğu bırakmayalım; yoksa, sayısız ilahlar edinmek zorunda kalacağız.

e. İnanan, inanmayan bütün insanlar ABDULLAH’tır, yani Allah’ın kuludur. Özgürlüğün en açık belgesi, Rahman ve Rahim olan Allah’a kul olmaktır. Allah’a kul olan, kulların kulluğundan kurtulur. Allah’a kul olmayan, başta nefis ve şeytan olmak üzere her türlü sebeplere esir olmaya mahkumdur. Eğer geçekte bağımsız bir gücümüz, bir özgürlüğümüz varsa, bizi her an esir almakta olan ölüme karşı özgürlüğümüzü koruyalım. Ölümü öldürebilir miyiz? Kabrin kapısını kapata bilir miyiz? Tek sermayemiz olan ruhumuzu koruyabilir miyiz? Kendimizi idamdan, yok olmaktan, hiçlikten kurtarabilir miyiz? Allah’a inanmayanın ruh hali böyle karanlık bir tabloyla karşı karşıyadır. Oysa Allah’a ve ahirete iman edenlerin ruh hali son derece aydınlık, neşeli, yeniden hayata kavuşma ümidinin verdiği sevinçle mutludur.

Firavunlaşmak isteyen şımarık nefsimizin aldatmacadan ibaret olan hayalî özgürlüğü uğruna, gerçek özgürlüğü temin eden Allah’a kulluğu bırakmak, vicdanların hoş göremeyeceği bir durumdur. Hangi akıl, hangi gönül, sivrisineğin ısırmasından kurtulmak için ejderhanın ağzına girmeye fetva verebilir?

f. İman bir intisaptır, insanı Allah’a nispet eder. Herkes intisap ettiği efendisinin, kurumunun, cemaatinin, partisinin şerefinin, büyüklüğünün, güzelliğinin gösterdiği şerefe paralel olarak bir şeref duyar. Küçüklere intisap etmenin verdiği şeref küçük, büyüklere intisap etmenin verdiği şeref ise büyüktür. Bir ilkokul müdürünün yakını ile, bir cumhurbaşkanının yakını tarafından duyulan şeref, onur, iftihar derecesi aynı değildir. Bir iktidar partisine mensup olmak ile, marjinal bir partiye bağlı olmanın arasında -siyasetle ilgilenen kimseler için- dağlar kadar fark vardır.

Şimdi şu misalleri göz önünde bulunduralım ve -kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahip olan- Yüce Yaratıcının sanatı, nakşı, kulu, kölesi olduğunu düşünmekten alınan şerefin verdiği zevki düşünelim. Bunun hayal değil, gerçek olduğu milyonlarca insanın tecrübesiyle sabittir.

Oyun konusu:

Haşa, yüz bin defa haşa! Allah kimse ile oyun oynamaz. Aşağıdaki ayetler, onun oyun oynamadığını haykırmaktadır:

“Biz elbette göğü, yeri ve aralarında bulunan varlıkları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, nezdimizde eğlenecek çok şey bulurduk! Faraza yapacak olsak, öyle yapardık! Hayır! Biz gerçeği söyler, gerçeği yaparız. Hakkı batılın tepesine indiririz de onun beynini parçalar. Bir anda bakarsınız, bâtıl yok olup gitmiştir. Allah’a yakıştırdığınız uydurma vasıflardan dolayı yazıklar olsun size!" (Enbiya, 21/16-18)

Allah, çok ciddidir, çok ciddi bir makamdadır, işlerini çok ciddiye almaktadır. Şu imtihan dünyasında insanlara bahşettiği binler nimetine karşı teşekkür edip etmediklerini çok ciddi sorgulayacaktır.

a. Kâinat değişmez kanunlarıyla gösterdiği ciddiyet, Allah’ın ciddiyetinden haber vermektedir:

“Yedi kat gök, yer ve onların içinde olan herkes Allah’ı hamt ile tespih eder / ona ibadet eder. Varlıkta hiçbir şey yoktur ki, onu hamt ile tespih etmesin / onun her türlü kusurdan uzak olduğunu seslendirmesin. Ne var ki siz onların bu tespih ve ibadetlerini anlamıyorsunuz. –Bütün bu azametli, heybetli ve haşmetli ciddiyetiyle beraber- muhakkak ki o, kullarına karşı çok yumuşak davranandır, onları çokça bağışlayandır.” (İsra, 17/44).

b. Allah’ı en yakından tanıyan meleklerin onun bir dediğini iki etmemeleri, emirlerini harfiyen yerine getirmeleri (Tahrim, 66/6), onun ciddiyetine işaret etmektedir.

c. Yeryüzüne halife olarak yarattığı insanların başı boş bırakılamayacağını ilan etmesi, Allah’ın insanları da ciddiye aldığını göstermektedir. Şu ayetlerde önemli dersler vardır:

“İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? Onun aslı, atılan bir damla meni değil miydi? Sonra ana rahmine tutunan yapışkan bir hücre oldu da, Rabbi onu yaratıp düzenledi. Ondan erkek ve dişi olarak her iki cinsi yarattı. Bütün bunları yapan, ölüleri diriltmeye kadir olmaz olur mu?" (Kıyamet, 75/36-40).

Ödül ve ceza konusu:

İnsanoğlu için ön görülen cennet ödülü ile cehennem cezasının -Allah’a bakan ve insana bakan- iki boyutu vardır.

Mükâfat ve cezanın Allah’a bakan boyutu:

Allah’ın iki türlü sıfatları vardır. Celal ve cemal sıfatları: Celal sıfatları, Allah’ın Aziz ve Azim gibi isimlerinin bir yansıması olan izzetini gösterir.

Cemal sıfatları ise, Allah’ın Rahman ve Rahim gibi isimlerinin bir yansıması olan merhametini gösterir.
Allah’ın merhamet, şefkat dolu cemal sıfatları, kendisine itaat edenlerin mükâfatlandırılmasını ister. İzzet ve azamet dolu celal sıfatları ise, kendisine isyan bayrağı açanların haddini bildirip cezalandırılmasını ister. Allah’ın isim ve sıfatları aynı zamanda onun ahlakını göstermektedir. Hiç kimsenin haddi değil ki, “Senin ahlakın niye böyledir?” diye Allah’ı sorgulamaya alsın. Ve Allah, birilerinin canı istemiyor diye, kendi ezelî ve ebedî ahlakının gereği olarak takip ettiği hikmet dolu prensiplerini değiştirecek de değildir.
Yüceler Yücesi Allah, kâinatı yaratırken, kimsenin aklına danışmadığı gibi, insanları tabi tuttuğu imtihanın şeklini tespit ederken de onların akıllarını hakem tayin etmemiştir.

Bir devletin izzet, şeref ve haysiyetinin parametreleri, onun kendisine sadık olan samimi yurttaşlarının hukukunu korumak, onları mükâfatlandırmak ve kendisine başkaldıran eşkıyaya da hak ettiği cezayı vermektir. Şayet bir ilde devlete başkaldıran bir kimse, valiye “Beni cezalandıramazsın, beni hapse atamazsın.” diye küstahça meydan okusa, o ilin valisi, devletin izzet ve haysiyetini koruma adına -başka suçlu yoksa bile, sırf o edepsiz kimse için- bir hapishane yapacak ve onu oraya atacaktır. Keza, bir tek kişinin ihtiyaç duyduğu bir şeyi tedarik etmek, o muhtaç kimseye yetiştirmek, her devletin aslî görevleri arasındadır ve yurttaşlarına göstermesi gereken şefkatin bir simgesidir.

Bu misalin penceresinden hakikatin yüzüne bakarsak, anlarız ki, cennet –Allah’ın merhametini, şefkatini celp eden samimi kulluğun bir mükâfatı olarak- ucuz olmadığı gibi, cehennem de –ilâhî adaletin haysiyetini, eşsiz saltanatının izzetini kırmaya çalışan kimselerin haddini bildiren bir hapis olarak- lüzumsuz değildir.

Mükafat ve cezanın insana bakan boyutu:

İzzet ve merhamet sahibi yüce Allah, insanları da iki temel vasıfla donatarak yarattı. Bu vasıfların biri; korku ve endişe, diğeri sevgi ve ümittir. Bu özellikler, aslında imtihanın şeklini ve muhtemel iki sonucunu da belirlemiştir. Çünkü yaratılışında var olan ve –deyim yerindeyse- vicdanın en derin genlerine kodlanan korku-ümit dengesi, insanın rotasını çizen birer sihirli değnektir.

İşte bu perspektiften bakıldığında, imtihanı kazanması, imtihanda kazançlı çıkması için insana rehberlik eden, onun vicdanındaki mükâfat ümidi ve ona olan sevgi düşkünlüğü olduğu gibi, imtihanı kaybetmemesi, imtihanda zararlı çıkmaması için ona rehberlik eden kılavuzu ise, yaratılışında var olan ceza korkusu ve eza endişesidir.

Demek ki, cennet mükâfatı ve cehennem cezası, hem Allah’ın sıfatlarına, hem de imtihana tabi tutulan insanın yapısına uygundur.

İmtihan için belirlenen prensiplerin âdil olması için zayıf olanların durumunu göz önünde bulundurması gerekir. Bu sebepledir ki, İlâhî adalet yapılan imtihanı bütün öğrencilere cazip hale getirmek için, büyük ödüller koymuştur.

Şüphesiz ki Allah, karşılığında cenneti verip, müminlerin canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda mücadele ederler, öldürürler ve öldürülürler. Bu Allah’ın Tevrat’da da, İncil’de de, Kur’an’da da üstlendiği gerçek bir vaaddır. Verdiği sözde Allah’tan daha doğru kim vardır! O halde, yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. Müjdeler olsun size! İşte en büyük kazanç ve en büyük mutluluk budur.” (Tevbe, 9/111).

Canı, malı Allah’a satmak ne demektir? Canı Allah’a satmak, onun emanet olarak bize verdiği, ruhumuzu, aklımızı, vicdanımızı, güzümüzü, kulağımızı vs. uzuvlarımızı, maddi-manevî duygularımızı nefsin, şeytanın ve kötü duyguların esaretinden kurtarıp, özgürlüğüne kavuşturmaktan ibarettir.

Mesela, özgürce hareket eden bir göz, evreni bir kitap olarak algılar, onu mütalaa eder, yaratıldığı hedefler istikametinde hizmet eder ve bir çeşit kültür ve bilim araştırma görevini yapar. Halbuki nefsin esiri olduğu zaman, onun o süfli arzularının peşinde koşan bir kavvad derekesine düşer. Diğerlerini buna kıyas edelim...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun