Allah (cc) konusunda en çok merak edilenler

1 Allah'ın varlığının delilleri nelerdir?

Varın ispatı, yokun ispatından her zaman daha kolaydır. Bir elma cinsinin yeryüzünde bulunduğunu, bir tek elmayı göstermekle ispat edebiliriz. Halbuki yokluğunu iddia eden kimse bütün yeryüzünü, hatta kâinatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu ispat edebilir. Bu ise, imkansızlık çapında bir zorluk demektir. Öyleyse diyebiliriz ki; yok, hiçbir zaman ispat edilemez...

Bir sarayın kapılarından 999'u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. İşte inkarcı, devamlı surette kapalı olan o bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, o inkarcı ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyalarına kapalıdır. Mümin için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!... Zaten 999'u herkese açıktır. Hem de ardına kadar...

İşte o kapı ve  delillerden birkaçı: 

İmkân Delili: İmkân, bir şeyin olması ile olmamasının eşit ihtimale sahip olması demektir. Günlük konuşmalarımızda da "mümkün" derken olabilir de olmayabilir de manasını kast ederiz. Yaratılmış olan her varlık bize şu gerçeği haykırır: Benim olmamla olmamam eşit idi. Şu an ben varsam, var olmamı yoklukta kalmama tercih eden biri var demektir. O ise ancak Allah'tır. 

Hudus Delili: Hudus, sonradan olma demektir. Hudusun en büyük delili değişmedir. Bir varlıkta değişme varsa, bu hareketin bir ilk noktası olacaktır. İşte o noktadan önce o şey varlık sahasına çıkmamıştı. Henüz yoklukta iken var olmayı kendi kendine irade edemeyeceğine ve buna güç yetiremeyeceğine göre, bu var oluş Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşmiş demektir. Maddenin termodinamik kanununa göre sürekli yokluğa doğru kayması, kâinatın durmadan genişlemesi, güneşin süratle tükenişe doğru yol alması gibi hadiseler, bu varlık aleminin bir başlangıcı olduğunu gösteriyor. 

San'at: Atomdan insana, hücreden galaksilere kadar bütün kâinatta, ince ve baş döndürücü bir sanat göze çarpmaktadır. Evet, bir baştan bir başa kâinattaki her eser şu özelliklere sahiptir:

• Büyük sanat değeri taşır.
• Çok kıymetlidir.
• Çok kısa zamanda ve çok kolay yapılmaktadır.
• Çok sayıda olmaktadır.
• Karışık ve çeşit çeşittir.
• Devamlıdır.

Halbuki, kısa zamanda, çok sayıda, kolay ve karışık yapılan işlerde san'at ve kıymet olmaması gerekir. Ancak yapan Allah (c.c.) olursa, o zaman her şey değişir ve zıtlar bir araya gelebilir!..

Devir ve Teselsülün Muhal olması: Devrin muhal olduğu şu misalle açıklanıyor. Bir yumurtayı tavuğun yaptığını iddia eden adama soruyorsunuz. Tavuğu kim yaptı? Buna karşılık onun çıktığı yumurtayı gösteriyor. Buna göre tavuğu aradan çıkardığımızda yumurta yumurtayı yapmış oluyor. Bu ise muhaldir. Teselsül ise, bir şeyin silsile hâlinde ta ilk noktasına kadar gidip o ilk varlığı kimin yaptığını sormak suretiyle Allah’ın varlığını ispat metodudur. Yani bu meyveyi şu ağaç yaptı, o bir önceki meyveden oldu, o da bir önceki ağaçtan. Böylece ilk ağaca yahut ilk meyveye kadar varıyor ve soruyoruz: Bunu kim yarattı?.. 

Kur'an yolu devir ve teselsülden çok farklıdır. "Yumurtayı kim yaptı?" yahut "Meyveyi kim yaptı?" sorusunun cevabı, doğrudan doğruya, “Allah yarattı.” diye cevap verilir.

İlim, irade, şefkat, merhamet kavramlarından bir nasibi olmayan, insanı tanımayan, hikmetten, sanattan anlamayan bu sebeplerin (tavuğun ve ağacın) sonucun yaratılmasında hiçbir tesirleri olmadığı ispat edilir. Böylece devir yahut teselsül deliline gerek duyulmaz. 

Hikmet ve Gaye Delili: Her varlıkta kendisine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda takip edildiği göze çarpmakta ve hiçbir şeyde gayesizlik, manasızlık ve israf sayılacak herhangi bir durum müşahede edilmemektedir. Hâlbuki, ne madde aleminde ne bitki ve hayvanat dünyasında ne de eşya ve hadiselerde şuur ve idrak mevcut değildir ki, bu gayeler silsilesi takip edilebilsin. Öyle ise, kâinattaki bu şuurlu işleyişi ve bu hikmet ve gayeleri ancak Allah'a isnat etmekle makul bir yol tutmuş olabiliriz. 

Yardımlaşma Delili: Yağmurun toprağın imdadına, güneşin gözlerin yardımına koşmalarından, ta havanın kanı temizlemesine kadar, bu alem bir yardımlaşma hareketiyle âdeta dolup taşmaktadır. Bu yardımlaşmayı yapan taraflar birbirlerini tanımamakta, bilmemektedirler. Öyle ise bu merhametli icraatı sebeplere vermek mümkün değildir. 

Temizlik: Kâinattaki nezafet ve temizlik, başlı başına bir delil olarak, bize Kuddüs ismiyle müsemma bir Zat'ı (c.c.) anlatmaktadır. Toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar; rüzgâr, yağmur ve kar; denizlerde buzullar ve balıklar; gezegenimizde atmosfer, uzayda kara delikler; bünyemizde kanımızı temizleyen oksijen ve ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran manevi esintiler, hep Kuddüs isminden haber vermekte ve o ismin verasındaki Zat-ı Mukaddes'i göstermektedir.

Simalar: Herhangi bir insanın siması, en ince teferruatına kadar kendisinden evvel geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine birebir benzememektedir. Bu kaide, kendisinden sonra gelecekler için de aynen geçerlidir. Bir cihette birbirinin aynı, diğer cihette birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi olması mümkün, milyarlarca resimden ayırmak ve her şeyi sonsuz ihtimal yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette yarattığı her varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi yeten Cenab-ı Hakk'ı en sağır kulaklara dahi duyuracak kuvvette bir ilandır. 

Fıtrat ve Vicdan Delili: Allah'ı tanımanın sayılamayacak kadar çok delil ve işaretleri insanın yaratılışında, fıtratında mevcuttur. Bunlardan birkaç örnek: İnsan fıtratı ve vicdanı her nimetin mutlaka şükür istediğini bilir. Bir peygambere kavuşmuş ve hidayete ermişse şükrünü Allah'a yapar. Aksi hâlde batıl mâbutlara tapar. Bu tapma insan vicdanın insanı zorlamasıyla gerçekleşir.

Güzelliği takdir hissi de insan fıtratında mevcuttur. Sergiler, fuarlar bu his ile gerçekleşir. İnsan bu yaratılışının gereği olarak, şu sema yüzünde sergilenen yıldızları, zemin yüzünde boy gösteren çiçekleri, ağaçları, ormanları dolduran ceylanları, aslanları, denizlerde kaynaşan balıkları seyretmek ve onlardaki İlâhî sanatın mükemmelliğini takdir etmek durumundadır. 

Tarih: Dinler tarihi şahittir ki, insanlık hiçbir devrini dinsiz geçirmemiştir. Batıl, hatta gülünç dahi olsa, hemen her devirde bir dine inanmış ve bir manevi sistemi takip etmiştir. İnsan fıtratına inanma duygusunu Allah koymuştur ve insan O’na (Allah’a) inanmakla mükelleftir.

Kur'an: Kur'an-ı Kerim'in Kelamullah olduğunu ispat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenab-ı Hakk'ın varlığını da ispat eder durumdadır. Kur'an'ın Allah kelamı olduğuna dair yüzlerce delil vardır. Bunlar, Kur’an ile alakalı İslam kaynaklarında en ince teferruatına kadar mevcuttur. Bütün bu deliller, kendilerine mahsus dilleriyle "Allah vardır." derler.

Peygamberler: Peygamberlerin ve bilhassa peygamberler Efendisi İki Cihan Serveri'nin (a.s.m) peygamberliğini ispat eden bütün deliller de yine Cenab-ı Hakk'ı anlatan delillere dahil edilmelidir. Zira peygamberlerin varlıklarının gayesi, tevhid; yani Allah'ın varlık ve birliğini ilan etmektir. Öyleyse, her peygamberin kendi peygamberliğini ispat eden bütün delilleri, aynı zamanda, Cenab-ı Hakk'ın varlığına da delil olmaktadır. Bir peygamberin hak nebi olduğunu ifade eden bütün deliller, aynı kuvvetle, hatta daha da öte bir kuvvetle "Allah vardır ve birdir." demektedir... 

- Kaynaklar ve ayrıntılı bilgi için bk. Topaloğlu, Allah’ın Varlığı (İsbat-i Vacib), Ankara 1981.

2 Allah'ın sıfatları nelerdir?

İlâhî sıfatlar, zatî ve sübutî olmak üzere iki gruba ayrılıyor.

Zatî Sıfatlar:

1. Vücut (Varlık),
2. Kıdem (Ezeliyet, evveli olmama),
3. Beka (Ebediyet, ahiri olmama),
4. Vahdaniyet (Bir olma, şeriki bulunmama),
5. Kıyam binefsihî (Varlığının devamının zatından olması, başkasın yardımıyla olmaması),
6. Muhalefetün-lil-havâdis (Zatının mahlukatın zatlarına ve sıfatlarında mahluk sıfatlarına benzememesi).

Sübutî Sıfatlar:

1. Hayat  
2. İlim
3. İrade 
4. Kudret
5. Sem (işitme) 
6. Basar (görme)
7. Kelâm 
8. Tekvin (Yaratma, var etme.)

Tekvin sıfatı Maturudî mezhebine göredir. Diğer İtikat imamımız İmam Eş’arî, bu sıfatı müstakil bir sıfat olarak düşünmez. Böylece bu mezhepte Sübutî sıfatlar yedi tane olmuş olur.

Bazı İslâmî kaynaklarda ilâhî isimlerden de sıfat diye söz edildiği görülür. Meselâ, Kerim Allah’ın bir ismidir. Aynı zamanda Allah’ı kerem sahibi olarak vasıflandırması cihetiyle de sıfat vazifesi görür. "Kerim Allah", dediğimiz zaman Kerim ismini sıfat makamında kullanmış oluruz.

Yine bu kaynaklarda Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları üç grupta mütalâa edilir:

1. Zâtî sıfatlar (Bunlar sübutî ve selbî olarak iki kısma ayrılırlar)
2. Fiilî sıfatlar.
3. Manevî sıfatlar.

Allah’ın bütün güzel isimleri bu sıfatlardan birine dayanır. Meselâ, Âlim ismi sıfat-ı sübutiyeden “ilim” sıfatına, Kadîr ismi “kudret” sıfatına, Mütekellim ismi "kelâm" sıfatına dayanır. Keza, Evvel ismi, zatî sıfatlardan kıdem sıfatına, Âhir ismi, bekâ sıfatına dayanır.

İlâhî isimlerden çoğu fiilî sıfatlara dayanmaktadır. Hâlik ismi, yaratma fiiline; Muhyi ismi ihya (hayatlandırma) fiiline; Musavvir ismi tasvir, yâni sûret verme fiiline; Mümit ismi, imate (ölümü verme) fiiline dayanır.

Bazı isimler de manevî sıfatlara istinat ederler. Hakîm ismi Cenâb-ı Hakk’ın hikmet sahibi olması sıfatına; Kebir ismi, kibriya sahibi olma vasfına; Cemil ismi, cemal sahibi olmasına dayanır...

3 İnanmayanlara Allah'ın varlığını nasıl anlatabiliriz?
(Yazar Dr. Furkan Aydıner’ in ateist bazı gruplara Allah’ı anlatırken tutmuş olduğu görüşme notlarını içeren kitabından özetlenmiştir.)

Farklı dinlere mensup insanların kafalarındaki yanlış “Tanrı” inancı ile Kur’an’ ın tarif ettiği “Allah” arasındaki farklar ve İslama göre Yaratıcı’ nın özellikleri nelerdir?”

Kur’an bu soruya çok kısa, ancak derin manası olan bir sure (İhlas Suresi) ile cevap verir. Bu sureyle, Allah, insanlar arasındaki çok yaygın bir yanlışı düzeltmeyi murat ettiği gibi, Müslümanları da Hıristiyanların düştüğü hataya düşmekten muhafaza ediyor. İhlas suresinde Allah, yukarıdaki sorumuza, mealen, şöyle cevap verir:

“De ki, Allah birdir. O Samed’dir. Doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.”(İhlas Suresi, 112/1-4)

 Birinci ayet, Allah’ın bir olduğunu ve birden fazla olmadığını söyleyerek her türlü şirki reddediyor. İkinci ayet, O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığını, ancak her şeyin, her an, O’na muhtaç olduğunu ifade ediyor. Üçüncü ayet, teslis inancının yanlış olduğunu, doğan ve doğuran bir şeyin ilah olamayacağını belirtiyor.(1) Dördüncü ayet, O’nun yaratıcı olarak, bütün yaratıklardan farklı olduğunu ifade ederek O’nu herhangi bir şeye benzetmenin doğru olmadığını söylüyor.

Kur’an, her an yaratma halinde olan ve Kayyum isminin tecellisiyle kâinatı an be an varlık aleminde tutup devam ettiren aktif bir yaratıcıdan bahsediyor. Kainatı saat gibi kurup kendi haline bıraktığını iddia eden deistlere cevap verircesine Kur’an şöyle diyor:

“Göklerde ve yerde bulunan herkes, O’ndan ister. O ise, her an yaratma halindedir.” (Rahman Suresi, 55/29)

Ayet, ilginç bir şekilde, bütün mahlûkatın her an Allah’tan ihtiyaçlarının giderilmesini talep ettiğini ve Allah’ın da bu isteğe cevap verdiğini söylüyor. Ayeti sondan başa okuduğumuzda ise, sürekli yaratma olmasaydı, varlıkların dua etmesinin bir anlamı kalmazdı manası çıkıyor. Yaratılan kainatın her an Kayyum ismiyle varlık aleminde tutulduğunu şu ayetler haber veriyor:

“Allah, kendisinden başka ilâh olmayan daima diri ve yarattıklarını koruyup idare edendir.” (Bakara Suresi, 2/255 ve Âli İmran Suresi, 3/2).

“Allah kainat’ı neden yarattı?”, “Varlığını bize bildiren deliller nelerdir?

Bir Hadis-i Kudsi’de Allah şöyle buyuruyor:

“Ben gizli bir hazineydim. Bilinmek, tanınmak istedim; bundan dolayı da beni tanımaları, gizli güzellik ve mükemmelliğimi bilmeleri için varlıkları yarattım.”(2)

Bu ifadeye göre, Rabbimiz kendini bize bildirmek ve tanıttırmak için bizi ve içinde bulunduğumuz kâinatı yaratmış. O halde, sonsuz kudret sahibi olan Rabbimiz her türlü yolla kendini bize tanıttırarak yaratılış gayesini yerine getirmiş olmalı.

Beni üç hafta öncesinde hiç biriniz tanımıyordunuz. Şimdi kısmen tanıyorsunuz. Sizinle yüz yüze görüşüp sözlerimle kendimi anlatmak yerine, başka iki yolla da kendimi tanıtabilirdim. Birincisi, size bir elçi vasıtasıyla, bir mektup göndererek kendimden bahsedebilirdim. İkincisi, hiç kimsenin taklit edemeyeceği eserlerimi size göstererek kendimi tanıtabilirdim. Sizler de eserlerime bakarak ne tür maharetlere sahip biri olduğumu öğrenebilirdiniz. Teşbihte hata olmaz, aynen bu misaldeki gibi, Rabbimiz de, hem peygamberler vasıtasıyla göndermiş olduğu mesajlarla (ilahi kitaplarla) hem de kâinatta her an cereyan eden sonsuz icraatlarıyla (kâinat kitabıyla) kendini bize tanıtıyor. Hz. Muhammed’in (a.s.m.) şahsında tüm insanlığa gönderilen ilk emrin “oku” olması da bu sırdandır.

Aklı başında bir insan, ilahi kelam olan “Kur’an-ı Kerim’i” ve kâinat kitabı olan “Kitab-ı Kebir’i” okuyarak Rabbini tanıyabilir. Bu anlamda, Hz. Muhammed (a.s.m.), Rabbimizi bize bildiren iki kitaptaki ayetleri ders veren bir öğretmen ve bir rehberdir.

Kâinatta gördüklerimiz, doğal yasalara göre işleyen doğal kuvvetlerin etkileşimiyle oluşan nesnelerdir. Kâinatta her şeyin Allah’ın eseri olduğunu nereden biliyoruz?

Her şeyin Allah’ı gösterdiğini görmek için seküler bilimin bize taktığı “tabiat ve tesadüf gözlüğünü” çıkarmamız gerekir. Onun yerine, her şeyin hakikatini gösteren “iman gözlüğünü” takmamız lazım. Determinist bilim, her şeyi, sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklayarak sıradanlaştırıyor. Kur’an ise, görünürdeki sebepler perdesini aralayarak her şeyin harikulade olduğunu gösteriyor. Einstein’ın ifade ettiği gibi, “Hayatınızı yalnızca iki şekilde yaşayabilirsiniz; birincisi, her şeyin sıradan olduğunu düşünerek; ikincisi, her şeyin olağanüstü veya mucize olduğunu görerek.” Kur’an, bize ikinci yolu gösteriyor. İçinde yaşadığımız alemde “her şey”in harikulade ve mucize olduğunu söylüyor. Bu sırdandır ki, Kur’an, ısrarla, “Düşünmez misiniz!”, “Akletmez misiniz!”, “Akıl sahipleri için şüphesiz bunda ibretler vardır!” manasındaki ayetlerle(3) insanı kâinattaki mucizeleri görmeye teşvik eder.

Neden her insan Allah’ı gösteren ayetleri kolaylıkla göremiyor?

Kanaatimce, Allah’ı bildiren ayetleri görmemize en büyük engel seküler bilimin sebep-sonuç ilişkisine dayalı determinist yaklaşımıdır. Örneğin, bir elma, Allah’ı bize bildiren mucizevî bir meyve iken, seküler bilim, elmanın elma ağacından, ağacın çekirdekten ve çekirdeğin DNA’daki programdan, DNA’nın moleküllerin farklı dizilişinden ve moleküllerin de atomlardan oluştuğunu açıklayarak sıradanlaştırır. Bir insan, sebepler perdesini kaldırıp bir elmanın sonsuz kudret sahibi Allah’ın ilim, kudret, hikmet ve rahmetinden geldiğini anlayabilir. Seküler bilim, her şeyin sebebini araştırarak gizemini çözdüğünü düşünüyor. Yani, gördüğünüz nimetlerin arkasında bir Mün’im (nimet verici) aramayın, onlar şu sebepler zincirinin sonuçlarıdır, diyor. Oysa elmayı elma ağacından bilmek, elma suyunu içinde bulunduran “akıllı makinelerin” (vending machine) elma suyunu yaptıklarını söylemek gibidir. Akıllı makinelere parayı koyup elma suyu kodunu girdiğinizde, makine bize elma suyu veriyor. Para yerine, elma ağacına su ve gübre verdiğimizde, ağaç bize elma veriyor. Akıllı makineler, elma suyunu yapacak ilme ve kudrete sahip olmadığı gibi, elma ağacı da, bütün bilim adamlarının bile yapmaktan aciz kaldığı elmayı yapamaz. Akıllı makinelere meyve sularını yerleştiren ilim ve kudret sahibi biri olduğu gibi, Allah’ın akıllı makineleri olan meyve ağaçlarına da meyveleri takan sonsuz ilim ve kudret sahibi biri vardır.(4) Seküler bilim, meyveyi ağaca vermekle ahmakça bir hüküm vermiş oluyor.

Seküler bilimin bu yaklaşımında çok büyük bir yanılgı vardır. Bir örnekle ne demek istediğimi açıklayayım: Hayalen Afrika’nın en ücra bir köyüne yolculuk yapalım. Hayatında televizyon görmemiş bu insanlara, uzaktan kumandalı bir televizyonu hediye olarak beraberimizde götürelim. Bir haftalığına köydeki zeki insanları toplayıp seküler bilimin determinist yaklaşımını anlatalım. Daha sonra da televizyonun bilimsel olarak nasıl çalıştığına ilişkin bir teori geliştirmelerini isteyelim. İçlerinden zeki olanı şöyle bir bilimsel teoriyle gelsin: “Televizyon dediğiniz ekran kutusunda gördüğümüz görüntünün nedeni uzaktan kumandadır. İnanmıyorsanız, tezimizi test ediniz. Her seferinde kumandaya bastığınızda ekranda bir görüntü çıkıyor ve tekrar basınca görüntü kayboluyor. O halde, görüntünün sebebi kumandadır.” Muhtemelen, birçok insan bu teoriyi kabul etmek zorunda kalacaktır. Ancak televizyondaki programların çok yüksek ilim ve hikmet içerdiğini görenler böyle bir teoriyi kabul etmekte zorluk çekecekler. Onlar, kumandanın bu denli yüksek ilim ve hikmet sahibi olduğunu makul görmediklerinden bu teoriye şiddetle karşı çıkacaklar.

İşte bu misalde olduğu gibi, bizler de akıl sahipleri olarak düşündüğümüzde göreceğiz ki, ağaçlara veya hayvanlara takılan neticeler onlardan değildir. En yüksek ilme sahip bilim adamlarının yapamadığını inekler veya sinekler elbette yapamazlar. O halde, televizyondaki görüntü bir stüdyodan geldiği gibi, kâinat televizyonunda bize görünen her şey başka bir alemden geliyor. Televizyon programları hayat, ilim, akıl sahibi insanların eseri olduğu gibi, kâinattaki hakiki görüntüler de sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi Bir’inin eserleridir.

Rabbimiz kâinatı, her an değişen filmlerin oynadığı, dinamik ve canlı bir sinema salonu şeklinde yaratmıştır. Gösterdiği bütün filmlerle kendini bize tanıtmak istiyor. Televizyon ve kumandayı yapan, kasıtla ve hikmetle ikisi arasında bir ilişki kurduğu gibi, kâinatın sahibi de hem sebebi hem de sonucu beraber yaratarak aralarına, hikmeti gereği bir ilişki koymuştur.(5) Aklı başında olan insan, televizyondaki görüntüyü kumandaya mal etmediği gibi, kâinattaki görüntüleri ve nimetleri de sebeplere havale edemez.

Bize Allah’ı bildiren deliller nelerdir?

İlginçtir, Allah, hem Kur’an’daki cümlelerini hem de kâinat kitabındaki eserlerini “ayet” diye nitelendiriyor. Kur’an’da en sıklıkla söz edilen kâinat ayetlerinin başında gökyüzü gelir. Allah, herkesin her zaman gördüğü ve çoğunlukla hayran kaldığı gökyüzüne sıklıkla dikkatimizi çeker:

“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik...” (Kaf Suresi, 50/6) 

Bir başka ayette ise şöyle buyurur:

“Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine O’nun ayetlerindendir. İlim sahipleri için elbette bunda deliller vardır.” (Rum Suresi, 30/22).

İlk ayet, gökyüzüne bakmamızı ve onun nasıl yaratıldığını düşünmemizi emrediyor. İkinci ayet ise, göklerin ve yerin yaratılışı konusunda ilim elde eden ve bu ilmini kullanarak tefekkür eden insanların Allah’ın varlığına ilişkin deliller göreceğini söylüyor. Bu ayetler nazil olalı on dört asırdan fazla süre geçti. O günden bu yana, insanoğlunun uzay hakkındaki bilgisinde çok büyük ilerleme oldu. Astronomi diye ayrı bir bilim alanı gelişti. Bu bilgilerin hepsini burada anlatma imkânımız yok. Bir misalle, uzay hakkında edindiğimiz yeni bilgileri kullanıp, Allah’ın ayetlerini nasıl okuyacağımızı anlamaya çalışalım.

Gökyüzü ve Uzaydan Allah’ın Varlığına Deliller

Gökyüzüne baktığımızda bir açıdan muhteşem bir kubbe gibi görünüyor; bu dünya sarayının, yıldızlarla yaldızlanmış bir kubbesi hükmünde. Bir başka açıdan, milyonlarca uzay gemisinin içinde büyük bir hızla seyahat ettiği bir “uzay denizi” gibi görünüyor. Bir başka açıdan bakılırsa, insan yapımı uçaklardan milyarlarca defa büyük ve çok daha hızlı uçakların bulunduğu muhteşem bir “uçak filosu” gibi görünüyor.

Hiç düşündünüz mü gökyüzünde kaç yıldız olduğunu? Şimdiye kadar bu soruya cevap vermek için çok teşebbüs olmasına rağmen, hiç kimse kesin bir cevap verememiştir. 2003 yılında, Avustralya Ulusal Üniversitesi’ndeki bir grup araştırmacı, en son teknolojik aletleri kullanarak bir tahmin yapmışlar. Buldukları rakam şöyle: 70.000.000.000.000.000.000.000 (yetmiş seksilyon).(6)

Aynı bilim adamlarına göre, gökyüzündeki yıldızların sayısı yeryüzündeki kum tanelerinin on katından daha fazla. Uzay ölçeğinde düşününce, bizim yeryüzündeki hâkimiyet kavgamız, çocukların bir kum tanesini paylaşamama kavgasına benziyor. Sonuçta, bütün dünyanın hakimi dahi olsak, elde edeceğimiz, uzay ölçeğinde, bir kumun onda biri kadar bile değildir.

Peki, bu kadar yıldız ve sayısını bilemediğimiz kadar gezegen bize neyi ifade ediyor? Allah, bizim dikkatimizi onlara çevirerek, onların nasıl var olduğunu ve böyle muntazam bir sistem dahilinde nasıl hareket ettiğini düşünmemizi istiyor. Biz, sahip olduğumuz kabiliyetler, edindiğimiz bilgi ve tecrübeler ışığında, sayısız denecek kadar çok olan bu yıldızları bir perspektife koyabiliriz. İnsan yapımı olan bir şeyle bu gök cisimlerini mukayese ederek nasıl var olduklarını anlayabiliriz.

İnsan, henüz bir yıldız yapamadı; ancak bütün ülkeler güçlerini birleştirerek Uluslararası Uzay İstasyonu adını verdikleri bir “minyatür gezegen” yapmaya çalışıyor. O halde, yıldızların ve gezegenlerin nasıl var olduklarını, insan yapımı minyatür gezegene bakarak bir derece anlayabiliriz. Minyatür demekle, insanoğlunun en muhteşem eserlerinden birini küçümsediğimi sanmayın. Doğrusu, bir ömür harcasam dahi nasıl yaptıklarını anlamaktan mahrum kalacağım bu şaheserden dolayı, insanlık adına onur duyuyorum. Dünya ve diğer gezegenlerle kıyaslandığında “minyatür” olduğunu söylemek istiyorum. Buradaki insanlar ikinci bir uzay istasyonu yapmaya kalkışsa, hiç kuşkusuz muvaffak olamayacaklar; çünkü bunun için gerekli olan yüzlerce, binlerce bilim adamı ve mühendisimiz yok. Gerekli aletleri üretecek fabrikalarımız yok. Demek ki, minyatür gezegeni yapmak için fizik, mühendislik, biyoloji, matematik gibi birçok bilim alanında ileri derecede bilgi sahibi olmak gerekir. Aynı zamanda, bu bilgiyi uygulamak için kas ve makine gücüne ihtiyaç var. Kısacası, minyatür gezegenimiz yüksek bir ilim ve büyük bir gücün eseridir. O halde, Uluslararası Uzay İstasyonu’ndan çok daha büyük ve çok daha muhteşem olan trilyonlarca yıldız ve gezegen, sonsuz ilim ve sonsuz kudret sahibinin eseridir.(7)

Gökyüzüne dikkatle bakan biri, Arapça “Lailaheillallah” yazısından daha parlak birşekilde Allah’ı bildirdiğini görür. Çünkü, eğer dünya bir saraya benzetilirse, ay bizim gece lambamız; güneş, sobamız ve çok parlak elektrik lambamız; diğer yıldızlar ise gök kubbemizi süsleyen yaldızlı, süslü lambacıklarımız. O halde, bu yıldızları, güneşi, ayı ve dünyayı kim yapmıştır? Kur’an bu soruya şöyle cevap verir:

(Allah) gökleri ve yeri hak ile yarattı. O, koştukları ortaklardan münezzehtir.” (Nahl Suresi, 16/3).

O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah’ın emriyle hareket ederler. Şüphesiz bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır.” (Nahl Suresi, 16/12).

“Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (Yasin Suresi, 36/40).

Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner). İşte bu, aziz ve alim olan Allah’ın takdiridir. (Yasin Suresi, 36/38).

Son iki ayet, güneşin dönüşüne işaret eder. Astronomi bilimi güneşin döndüğünü XX. yüzyılda keşfetmesine rağmen, okuma yazması olmayan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) bunu on dört asır öncesinden haber vermesi, peygamberliğinin bir delilidir.

Modern astronomiye göre, güneş saniyede 225 km, dakikada 13.500 km ve saatte 810.000 km hızla hareket ediyor. En hızlı yolcu uçaklarının saatte kaç km hız yaptığını düşünürsek, güneşin en hızlı uçaktan yüzlerce kat daha hızlı gittiğini anlayacağız.

2005 yılında bir Yunan yolcu uçağı seyahat halindeyken, soğuk hava tertibatı bozulduğu için iki pilotu da donarak ölmüş ve uçak birkaç dakika içinde dağa çakılmıştı. O halde, bizim uçaklarımızdan milyarlarca kat daha büyük ve binlerce defa daha hızlı trilyonlarca gök uçakları, pilotsuz oldukları halde, nasıl çarpışmadan ve düşmeden hareket edebiliyorlar? İnsan yapımı uçaklar veya uzay gemileriyle, yıldızları ve gezegenleri kıyasladığımızda anlayacağız ki, ancak sonsuz ilim, sonsuz kudret ve sonsuz hikmet sahibi Bir’i gökyüzündeki yıldızları halk etmiştir ve her an kontrolünde tutup tedbir ve idaresini görmektedir. Bu sırdandır ki, Kur’an:

Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor. And olsun ki onların nizamı eğer bir bozulursa kendisinden başka hiç kimse onları tutamaz. (Fatır Suresi, 35/41).

Beşer eseri olan füzelere karşı savunma sistemi geliştirmemize rağmen gökyüzünden üzerimize yağacak “semavi füzeleri” seyretmekten öte bir şey yapamıyoruz.

Bitkiler Aleminden Allah’ın Varlığına Deliller

Sadece yıldızlar değil, etrafımızda gördüğümüz her şey, farklı dillerle, bize Rabbimizi anlatıyor. İçinde yaşadığımız mavi gezegende Allah’ı bize bildiren en muhteşem ayetler bitkiler, hayvanlar ve insanlardır. Hepsindeki ortak ilahi mühür olan “hayat”, her şeyiyle bize Allah’ı gösteriyor. Hayatı veren ve devam ettiren, Hayy ve Kayyum olan Allah’tır. Kur’an bu hakikati şöyle ifade eder:

(Allah) su sayesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. İşte bunlarda, düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır.” (Nahl Suresi, 16/11).

Bu ayet açıkça, bitkilerin Allah tarafından sudan yaratıldığını ve düşünenler için bunda büyük bir ibret olduğunu söylüyor. Bilim, günümüzde hayatın kaynağının su olduğunu kabul etmesine rağmen, hayatın ne olduğunu tam olarak anlamış değildir. Oysa gezegenimizin her karışını sıksanız hayat sahibi bitki veya hayvanlar çıkar.

2004 yılı itibariyle bitkibilimciler yaklaşık 350.000 ayrı bitki türünün varlığını tespit etmiş bulunuyorlar. Bütün bu bitkiler, hem birbirinin aynısı hem de birbirinin gayrisidir. Hepsinin benzer atom, element, molekül ve hücrelerden yapılması aynı olduklarını gösterirken, hepsinin farklı bir şekli ve nispeten farklı bir DNA kodunun olması da ayrı olduklarını gösteriyor.

Bitki deyip geçmemeli. Bir bitkinin yaptığını hiçbir insan yapamaz. Yaptığı işe göre isimlendirme yapmak gerekirse, her bir yeşil yaprağa “oksijen ve yemek fabrikası” demek daha uygun düşer. Her yeşil yaprağın milyonlarca yıldır yaptığını, insanoğlu ancak geçen asrın ortalarında bir nebze öğrenebilmiştir. Dr. Calvin, bir yaprağın birçok marifetinden birini açıkladığı için Nobel ödülü almıştır.(8) Başka bir deyişle, asırlarca devam eden gayretler sonucunda, ancak en zeki insanlar bir nebze yeşil otların ne yaptığını anlamışlar. Buna rağmen hiçbir bilim adamı bir otun yaptığını yapamaz. O halde, aptal ve tembel insanlara “ot gibisin” demekle aslında onlara iltifat, ota hakaret etmiş oluruz. Belki de, Nobel ödülü alacak kadar zeki ve çalışkan olanlara “ot gibisin” demek daha makul olur!

Hem ot deyip aşağıladığımız bitkiler bizim için kendilerini feda eden hizmetkârlardır. Sürekli çalışıp zaruri ihtiyacımız olan oksijeni ürettikleri gibi, vücudumuz için gerekli vitamin ve proteinleri üretip yiyecek olarak kendi hayatlarını bizim hayatımızın devamı için feda ediyorlar. İnsanoğlu, kırk binin üzerinde bitki ve hayvanı besin olarak kullanıyor. Ağaçlar, muhteşem fabrikalar gibi çalışıp bize rızık yetiştiriyor. Üzerinde düşünmediğimiz için, bitkilerin bize yaptıkları hizmeti tam takdir edemiyoruz. Sebepler perdesiyle, meyveyi ağaçtan ve sebzeyi bostandan bildiğimiz için, onların hakiki kıymetini bilemiyoruz. Oysa eğer bir meyveyi fabrikada yapmaya kalkışsak tanesini milyon dolara alamazdık! Rızkın bol olması, kıymetsizliğini değil, rahmetin çokluğunu gösterir. Nitekim bizim için en kıymetli gıda olan oksijen, bedavadır; ancak kıymetsiz değildir.(9)

Her bir bitki, her bir meyve ve her bir sebze harikulade bir ihsan-ı ilahidir, muhteşem bir hediye-i rahmanidir. Örneğin bir firma “çekirdekli bisküvi” imal etse, siz de bisküvinin çekirdeğini toprağa ektiğinizde “bisküvi ağacı” çıksa hayret edersiniz. Eminim bütün gazetelerde manşet olur ve bütün televizyonlar böyle bir ağaçtan bahseder! Doğrusu, çekirdekli bisküviye hayret edip binlerce çekirdekli meyve ve sebzeyi sıradan görene hayret etmek lazım!

Seküler bilim ve dinsiz felsefe, her açıdan mucize olan İlahi eserleri, tabiat ve sebepler perdesi arkasına saklayıp sıradanlaştırıyor. İnsanın, mevcut olanı farklı şekle sokarak yaptığı eserlerini de olağanüstü gösteriyor. Allah, gönderdiği en son kitabında otuz bir defa tekrarla bize soruyor:

Rabbinizin hangi bir nimetini inkâr edersiniz? (Rahman Suresi, 55/12,..).

Eğer, aklımızı başımıza alıp her bir nimetin kıymetini idrak etsek hiçbirini inkâr edemeyiz. Oysa bu nimetleri tabiat ve tesadüfe havale edince hepsini inkâr ederiz. Hayvan ve insanların muhtaç olduğu vitamin ve proteinleri içeren, onların damak tadına, ağzına, dişine, midesine münasip yüz binlerce bitki türü, Allah’ın rahmetinin en aleni burhanlarıdır. Aklı başında bir insan, bir tek elmayla bile, Rabbini bulabilir. Nanoteknoloji(10) ile inşa edilen elmanın atom, molekül ve hücre boyutundaki harikulade yapısı, sahibinin sınırsız ilmini, kudretini ve hikmetini gösterdiği gibi, insanın gözü, dişi, damağı ve midesiyle olan irtibatı ve ittifakı, O’nun sonsuz rahmeti, şefkati ve inayetini gösteriyor.

Aklını yerinde kullanan bir insan bir tek elmadan hareketle bile Rabbini bulabilir. Evet, sadece bir elmayı dahi tam olarak idrak edebilen, Rabbinin varlığını idrak edebilir. Yine, bir elma deyip geçmeyin. Bir elmayı yapmak için dünya büyüklüğünde bir fabrika kurup içerisine canlı hücrelerden oluşan bir ağaç dikmeniz gerekir. Bir hücreyi bile yapamayan, elbette milyarlarca hücreden dokunan bir ağacı yapamaz. Faraza bunu yapsa bile, güneşe hükmü geçip onu hassas bir ölçüyle dünya mutfağına fırın yapamayan elbette elma meyvesini pişiremez. Bir elmayı yapmak için daha bunun gibi binlerce koşul sıralayabiliriz.

Bu ifade ettiklerimizi Bediüzzaman Hazretleri aşağıdaki veciz ifadelerle dile getirmiş:

“Bir elmayı halk edecek (yaratacak), elbette dünyada bütün elmaları halk etmeye ve koca baharı icat etmeye muktedir (kudretli) olmak gerektir. Baharı icat etmeyen, bir elmayı icat edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunuyor. Bir elmayı icat eden, bir baharı icat edebilir. Bir elma bir ağacın, belki bir bahçenin, belki bir kâinatın misal-i musaggarıdır (küçük bir numunesidir). Hem sanat itibarıyla koca ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibarıyla öyle bir harika-i sanattır (sanat harikasıdır) ki, onu öylece icat eden, hiçbir şeyden aciz kalmaz.”(11)

Bu sırdandır ki, Kur’an, sadece mideyi doldurmak için yemek yerine, yediklerimizin nasıl oluştuklarını düşünerek yememizi istiyor:

İnsan yediklerine bir baksın. Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan daneler, üzümler ve sebzeler, zeytinlikler ve hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik; size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye. (Abese Suresi, 80/24-32).

Hayvanlar Aleminden Allah’ın Varlığına Deliller

Aklımızı ve ilmimizi kullanarak hayvanlara baktığımızda her birinin muhteşem “makineler” veya “yürüyen fabrikalar” olduğunu söyleyebiliriz. Sanayi devriminden bugüne insanoğlu teknolojik aletler üretmekte müthiş mesafe aldı. Bir asır önce hayal bile edemediğimiz televizyon, cep telefonu, bilgisayar gibi aletler, günümüzde hayatımızın bir parçası haline geldiler. Her gün yenisine şahit olduğumuz “teknoloji harikaları” çağında yaşıyoruz. Seküler bilim bile, insanın ihtiyaç ve arzularını gidermek için karmaşık aletler yapma kabiliyetini, onu hayvandan ayıran temel unsur olarak kabul ediyor. Uçaklar, arabalar, hızlı trenler, gökdelenler, bilgisayarlar bu kabiliyetin meyveleridir. Herkes kendi tecrübesinden bilir ki, insan yapımı en basit alet bile ilim ve gücün eseridir. Aletler karmaşık hale geldikçe, daha çok ilim ve kuvvet gerektirir. Örneğin, tahtadan oyuncak bir arabayı, çok az bir ilim ve kuvvet sahibi bir çocuk yapabilir. Ancak binlerce çocuk bir araya gelse bile en basit motorlu bir arabayı yapamaz. O halde kendi eserimiz olan “teknoloji harikalarıyla” hayvanları kıyaslayalım.

Hayatımızın her karesinde görebildiğimiz, hayvanat bahçelerinde televizyon belgesellerinden sürekli teşhir halinde bulunan hayvanların yaratılışını ve marifetlerini düşünerek Rabbini bulmak bizler için daha kolay olabilir. Kur’an-ı Kerim hayvanlarda ibret verici işaretler olduğunu bize şu ayetiyle bildiriyor:

Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için birçok ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır.” (Casiye Suresi, 45/3-4).

Doğrusu, hayvanlara dikkatle bakıp aklını kullananlar için, Allah’ı bize anlatan ibretli işaretleri görmek hiç de zor değildir. Kur’an, inanmayanları, kör olarak tabir ederek onların, iman yoluyla gözleri hakikate açılmadığı sürece, bu ayetleri ve işaretleri göremeyeceklerini ifade ediyor. Aklımızı kullanarak, bir iki misal ile hayvanlardaki ibretli ayetleri okumaya çalışalım.

Hayvanları araştıran bilim adamları bugüne kadar yaklaşık 2 milyon ayrı hayvan türünü tespit edip isimlendirmişlerdir. Tahminlere göre, bu rakam mevcut hayvanların ancak yüzde 20’sine denk geliyor. Yaklaşık 10 milyon ayrı hayvan türü olduğu tahmin ediliyor.(12)

Hayvanları inceleyen bilim adamlarının bizlere anlattığına göre, en küçük bir hayvan dahi, işleyişi itibariyle, bizim en büyük teknoloji ürünümüzden binlerce derece daha harikadır. Başka bir deyişle, “beşeri teknolojik aletler” ile “ilahi teknolojik aletler” diyebileceğimiz hayvanları kıyasladığımızda aralarında çok büyük farklar görürüz. Yaptığı “yüksek teknolojilerle” gururlanan insanoğluna Allah göndermiş olduğu kitabında meydan okuyor:

Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de aciz, kendinden istenen de! (Hac Suresi, 22/73).

Bir sinek yapmak şöyle dursun, o sineğin en küçük bir hücresini yapmak bile mümkün olmamıştır bugüne kadar. O halde Kur’an’ın ayetiyle soralım:

Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? (Tur Suresi, 52/35).

Hayvanların harika vücut sistemleri Allah’ın varlığına, milyonlarca türleri sayısınca, belki tüm hayvanlar sayısınca işaret ettiği gibi, hayvanlardaki faydalar ve neticeler de Allah’ın hikmet ve rahmetine şahitlik yapar. Kur’an bu hakikati şöyle ifade eder:

Ehli hayvanlarda da sizin için birer ibret vardır. Onların karınlarında, kan ile fışkı arasından çıkan ve içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir sütle sizi besleriz. (Nahl Suresi, 16/66).

Demek ki, öyle hayvan deyip geçmemeliyiz! Kızdığımız insanlara da “hayvan!” deyip hayvanları aşağılık mahlûk gibi görmemeliyiz! Hayvanları yaptıkları işlere göre isimlendirirsek inek, koyun ve keçiye “süt ve et fabrikası”, tavuğa “yumurta ve et fabrikası”, ipek böceğine “ipek fabrikası”, arıya da “bal fabrikası” dememiz daha münasip olur! Doğrusu, bu hayvanların diğer faydalarını düşündüğümüzde, bu tarzda bir isimlendirme bile noksan kalır.

Yukarıdaki ayette Allah, inek de dahil olmak üzere, evcil hayvanlarda ibretler olduğunu söylüyor. Doğrusu bu hikmetleri anlamak için veterinerlik diye ayrı bir bilim dalı gelişmiş. Binlerce bilim adamı şimdiye kadar bu hikmeti anlamaya çalışmalarına rağmen henüz bitirmiş değiller.

Örneğin, ineğin nasıl süt yaptığını anlamaya çalışan Dr. Virtanen, süt yapamadı, ancak inekten nasıl daha çok süt alacağımızı keşfetti. Bundan dolayı kendisine Nobel ödülü verdik.(13) Şimdi size soruyorum, ineğin yaptığını bir derece anlayan, ancak yapamayan birine Nobel ödülü verilirse, her bir ineğe acaba nasıl bir ödül vermek lazım?

Kanaatimce, ineklerin yaptığını bir derece de olsa anlayan her insan, onlara büyük saygı duymak zorundadır. Doğrusunu isterseniz, ineğe tapan Hinduların (her ne kadar yaptıkları küfür de olsa) neden taptıklarını az-çok anlayabiliyorum. Bence, ineği sıradan bir varlık olarak görmek, ineğe tapmak kadar şaşılacak bir şeydir.

Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği şu veciz ifadeler buraya kadar anlattıklarımızın özeti gibi:

“Başta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak süt fabrikaları olan validelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bulaştırmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak hâlis, temiz, safi, mugaddî (gıdalı), hoş, beyaz bir sütü koymak; ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirîn, tatlı, kıymetli ve fedakârane bir şefkati kalplerine bırakmak; elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki; fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların (elementlerin) ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz.”(14)

“İnsan”ın Allah’ın Varlığına Delilleri

Allah’ı bildiren bir başka delil, belki de en önemlisi, bizim iç dünyamızda gerçekleşiyor. Her insan kendi yaratılışını ve kendisine her gün verilen nimetleri düşünerek Rabbini bulabilir. İnsanın kâinat içinde her bir şeyde gördüğü delillere “afakî”, yani “dışsal” deliller; kendi şahsında gördüğü ve hissettiği delillere ise, “enfüsi”, yani “içsel” deliller denir. İçsel deliller, anlaşılması daha kolaydır, çünkü şahsi tecrübeye dayanır. Maalesef, birçok insan, kendi varlığı üzerinde düşünmediğinden bu delilleri görmekte zorluk çeker. Oysa Kur’an, birçok ayette insanın yaratılışındaki ibrete dikkatimizi çekiyor:

Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır. (Casiye Suresi, 45/4).

Modern teknolojinin esamesinin olmadığı bir dönemde, insanın yaratılışı “ilahi ültrasonla” gözlemlenmiş gibi Kur’an’da tarif ediliyor:

Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alakayı bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir. (Müminun Suresi, 23/14).

İnsanın ana rahmindeki bir damla sudan insan haline getirilişini ilk defa müşahede eden bilim adamı gördüklerini “mucize” olarak tabir etmiş. İlginçtir, bu konuda seküler anlayışla hazırlanan belgeseller bile, “hayat mucizesi” demek zorunda kalmışlar.(15)

İnsanların büyük bir çoğunluğu, kendi hayat yolculuğunda yaşadığı bu mucizeyi unutarak, sanki gökten zembille inmiş gibi, gafil ve nankör bir şekilde yaşıyor. Kur’an’daki şu ayet aklı başındaki insanları bu gafletten uyandırıp kendi yaratılış mucizesini görmeye teşvik ediyor:

Görmedi mi o insan; biz onu bir damla sudan yarattık da sonra o, bize apaçık bir düşman kesiliverdi? (Yasin Suresi, 36/77).

İnsanın bir damla sudan yaratılışı ancak sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi Bir’inin eseri olabilir. Aksini iddia eden varsa bir damla sudan bir insan yaparak veya insanın tek bir hücresini yaparak iddiasını ispat edebilir. Kur’an, on dört asırdır inanmayanlara bu konuda meydan okuyor.(16) Şimdiye değin, bu meydan okuyuşa bir cevap verilemediği gibi, çok ileri teknolojiye rağmen, buna cevap verilebileceğini söyleyen de yok. Bu, hem Kur’an’ın ilahi kitap olduğunu hem de Allah’ın bütün canlıların Yaratıcısı olduğunu ispat ediyor.

İnsanın yaratılışı mucize olduğu gibi, doğduktan hemen sonra, ona validesinin memelerinden “anne sütünün” ikramı da ayrı bir “rahmet mucizesi”dir. Birçoğumuz bunu sıradan görüyoruz. Şöyle bir düşünün, annelerin memelerinden süt değil de “portakal suyu” gelseydi ne yapardık! Herhalde, hayret eder ve herkesle paylaşırdık. Eminim, televizyon kanallarında birinci haber haline gelirdi! Oysa annelerin memelerinden “portakal suyu” yerine “süt” gelmesi, binlerce kat daha harika ve hayret edilmesi gereken bir şeydir. Bilim adamları henüz “anne sütünün” yerini tam olarak tutacak hiçbir şey bulamadıkları için annelere çocuklarını emzirmelerini tavsiye ediyorlar. Anne sütü örneğinde olduğu gibi, birçok şey, belki de her şey, aslında harikulade ve mucize olmasına rağmen sürekli gördüğümüz için onları sıradan bir şey gibi algılıyoruz. “Akıl gözünü” dikkatle açanlar, “sıradanlık perdesini” aralayarak her şeyin arkasındaki mucize fiilleri ve onların Faili’ni görebilir.

İçsel delillere bir örnek daha vermek istiyorum. Her insan kendi bedeni üzerinde düşündüğünde Rabbini bildiren ayetleri görebilir. Vücudumuzun her azası, muhteşem yapısı ve işleyişi, düzeni ve sayısız hikmetleri ve faydalarıyla bize sonsuz ilim, hikmet, rahmet ve kudret sahibi Bir’inden haber veriyor. Sizinle yakın zamanda yaşadığım bir hadiseyi paylaşarak ne demek istediğimi açıklayayım. Benim ağzımda “insan yapımı” dişler ve “diğer dişler” var. İnsan yapımı dişlerimi, sokakta karşılaştığım bir insana yaptırmadım. Diş hekimliği fakültesinden mezun olup kendi alanında yıllarca tecrübe edinen bir “diş hekimine” yaptırdım. Niye sıradan bir insana gitmedim de bir diş hekimine gittim? Cevabı gayet basit: Çünkü diş için en uygun malzemeyi bularak onu diğer dişlerimle uyumlu bir kalıba sokup sonra da damağıma yerleştirmek, öyle basit bir iş değil. Herkesin elinden gelmez. Diş konusunda derin bilgisi ve diş yapıp yerleştirecek aletleri olmayan biri bu işi yapamaz.

Şimdi “insan yapımı” dişler ile “diğer” dişleri kıyaslayalım. Hangisi daha iyi? Hangisi daha sağlam? Hangisi daha mükemmel? Elbette “diğer” dişler. Bunun en bariz örneği, eğer sağlam dişleriniz varsa, hiçbir dişçi, gelin bu dişleri çıkaralım, ağzınıza teknoloji harikası dişler yerleştirelim demez.

Şimdi, aklımızı başımıza alıp düşünelim: “İnsan yapımı” dişler yüksek bir ilim ve kudretle oluyorsa, onlardan her açıdan daha mükemmel olan “diğer” dişler kendi kendine veya tesadüfen olabilir mi? İlim ve şuurdan mahrum, cahil ve aptal doğal kuvvetlerin eseri olabilir mi? O halde, insan yapımı olmayan her bir dişimiz bize Allah’ı bildiriyor. İnsan vücudunun en basit parçalarından biri olan dişler bu şekilde bize Rabbimizi bildiriyorsa, göz, burun, beyin gibi yüzlerce organımızın Allah’ı nasıl bildirdiklerini de sizin zekâvetinize havale ediyorum.

Yazımızın başından buraya kadar anlattıklarımızı özetleyecek olursak:

Rabbimiz kainatı muhteşem bir kitap haline getirip, ondan yazdığı sayısız cansız ve canlı varlıkların kelimeleriyle (ayetleriyle) kendini bize tanıtıyor. Bu kitab-ı kebir-i kainatın manalarını Kur’an-ı Kerim'le tercüme etmiş ve Hz. Muhammed (asm) gibi bir muallim-i ekberle bu kitabı nasıl okuyacağımızı ders vermiştir. Bizler, tesadüf ve tabiatın kapkara gözlüğünü çıkarıp, Kur’anın sunduğu şeffaf gözlükle kainat kitabını okuduğumuzda her bir şeyde Rabbimizi görebilir, icraatlerini müşahede edebilir, hikmetlerini tefekkür edebiliriz. O’nu hem hadsiz mükemmel eserleriyle tanıyabilir ve hem de sonsuz nimetleriyle sevebiliriz.

(Bu yazı, Nesil Yayınları' arasında çıkan, "11 Eylül’e Rağmen Amerika’da Yükselen İslam" isimli kitaptan alınmıştır.)


Dipnotlar:

(1) Allah’ı beşerileştirmek birçok dinin yaptığı temel bir hatadır. Hıristiyanlık ve Yahudilik, Allah’a evlat isnat ederken, çok tanrılı dinlerde ise tanrının doğduğuna inanılır. Eylül ayının ikinci haftasında, Unity Kilisesi’nin düzenlediği Dünya Dua Günü programına katılırken, Hindu konuşmacının şu sözleri beni hayli şaşırtmıştı: “Bugün bizim için çok önemli bir gün. Çünkü Hinduların iman ettiği en büyük tanrının doğum günüdür.”
(2) Keşfu’l-Hafa, 132. hadis.
(3) Yamina Mermer, 1995 yılındaki Bediüzzaman Sempozyumu’nda sunduğu, “Risale-i Nur’da Sebep-Sonuç İlişkileri” isimli tebliğinde şöyle demektedir: “Kur’ân-ı Kerim, meselâ 310 defa “semâvat”tan, 45l defa “arz”dan, 262 defa “yaratma”dan, çok azı Kur’ân ayeti anlamına gelmek üzere 382 defa “âyet”ten bahsederek bunların Allah’ı tanıtan âyetler, şahitler olduğuna dikkati çeker. “Bak,” “Bakmazlar mı?”, “Düşünmezler mi?” gibi birçok teklifiyle de kâinata ve yaratmaya bakıp düşünmemizi emreder.”
(4) Üniversitede okuduğum yıllarda diş hekimi dostum İdris Çamlıbel’den duyduğum bir hadiseyi hiç unutamıyorum. Bir hafta sonu, İdris Bey, 5 yaşlarındaki kızıyla birlikte pikniğe gider. Kızı o güne kadar hiç kiraz ağacı görmemiş. Piknikte gördüğü ilk kiraz ağacı onu çok heyecanlandırır, babasına koşarak gider ve şöyle der: “Baba, baba! Gördün mü! Gördün mü! Şuradaki ağaca kiraz asmışlar.” Babası, kızının söylediğine önce güler; ancak manasını düşününce, çocukça bakışın daha doğru olduğunu anlar.
(5) Bediüzzaman, sebep-sonuç halkasıyla her şeyin yaratılmasının hikmetini şöyle açıklıyor: “Ey esbabperest (sebeplere tapan) ve tabiata tapan biçare adam! Madem her şeyin tabiatı (varlık özü), her şey gibi mahlûktur (yaratılmıştır); çünkü sanatlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbeb (sonuç) gibi, zahirî (görünen) sebebi dahi masnu’dur (sanatlıdır). Ve madem her şeyin vücudu, pek çok cihazat (cihazlara) ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı icat eden ve o sebebi halk eden bir Kadir-i Mutlak (Sonsuz Kudret Sahibi) var. Ve o Kadir-i Mutlak’ın ne ihtiyacı var ki aciz vesaiti(vasıtaları), Rubûbiyetine ve icadına teşrik (ortak) etsin. Hâşâ! Belki doğrudan doğruya müsebbebi (sonucu), sebep ile beraber halk ederek, cilve-i Esmasını (İsimlerinin yansımasını) ve hikmetini göstermek için, bir tertip ve tanzim (düzen) ile zahirî (görünürde) bir sebebiyet, bir mukarenet (ilişki) vermekle, eşyadaki zahirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci’ (dayanak) olmak için, esbap ve tabiatı dest-i kudretine (kudret eline) perde etmiş; izzetini o suretle muhafaza etmiş.” (Lem’alar, 23. Lem’a, Tabiat Risalesi.)
(6) Söz konusu araştırmayla ilgili makaleye şu adresten ulaşabilirsiniz: http://www.cnn.com/2003/TECH/space/07/22/stars.survey/
(7) Kur’an’ın bir ayetinde şöyle deniliyor: “And olsun ki, onlara “gökleri ve yeri yaratan kimdir?” diye sorsan, elbette Allah diyecekler” (Lokman Suresi, 25). Bu ayette “onlar” zamiriyle inanmayanlar kastediliyor. Bu ayet iki önemli noktayı dikkatimize sunuyor: Birincisi, inanmayanlara Allah’ı anlatırken en büyük ve bariz ayetler olan göklerin ve yerin yaratılışından başlamamız daha uygundur. İkincisi, inanmayanlar bile muhteşem ve muazzam göklerin ve yerin yaratılışını başka türlü izah edemezler; iyice düşündüklerinde çaresiz kalıp “Allah” diyeceklerdir.
(8) http://nobelprize.org/nobel_prizes/chemistry/laureates/1961/calvin-bio.html
(9) Piyasa sisteminde fiyatlar, mal ve hizmetin değerine göre değil, arz ve talebe göre belirleniyor. İnsan için zaruri olan oksijenin bedava olması, kıymetsizliğini değil, bol olduğu için kimsenin parayla talep etmediğini gösterir. Kapitalist sistemde insanların mal ve hizmete piyasa fiyatına göre kıymet vermesi bir yanılgıdır. Piyasada alınıp satılmayan birçok şey, gerçekte paha biçilmez kıymete sahiptir.
(10) Maddenin atomik veya moleküler boyutta incelenerek yepyeni özelliklerinin açığa çıkarılması.
(11) “Küre-i arz (dünya) mağazasından me’kûlât (yiyecek) ve meşrubat (içecek) ve libas (elbise) ve sair ihtiyaçlarınızı temin ediyorsunuz. Parasız aldığınız bu malları “İlâhî hazine”den almayıp birer birer esbaba (sebeplere) yaptıracak olursanız, acaba bir nar tanesini ne kadar zamanlarda elde edip ne kadar pahalı alacaksınız? Çünkü o nar, bütün eşyayla alâkadardır. Az bir zamanda, az bir kıymetle husule gelmesi imkân haricidir. Ve aynı zamanda, ondaki ziynet, intizam (düzen), sanat, rayiha (koku), tat ve koku gibi lâtif şeylerden anlaşılıyor ki, o nar tanesi öyle bir Sani’in masnûudur (sanat eseridir) ki, icadında külfet (zorluk) ve mübaşeret yoktur” (Bediüzzaman Said Nursî, Hubab Risalesi, Mesnevi-i Nuriye).
(12) Toplam hayvan türünün 100 milyon olduğunu tahmin eden bilim adamları da var: http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/4013719.stm
(13) Dr. Virtanen, ineklerin süt verimini artırmakla ilgili çalışmasından dolayı 1945 yılında Nobel Kimya Ödülü aldı.
(14) Bediüzzaman Said Nursî, 7. Şua, Ayetü’l-Kübra Risalesi.
(15) En saygın belgesel yapımcılarından NOVA’nın çıkardığı “the Miracle of Life” (Hayat Mucizesi) ismindeki belgesel, bunun bariz bir örneğidir.
(16) Yazarın Nesil Yayınlarından çıkan, "Rabbini Arayan Thomas" isimli kitabının sekizinci bölümünde, Kur’an’ın bu meydan okuyuşu karşısında ateist Thomas’ın nasıl ilzam olduğunu okuyabilirsiniz.

4 "Celle Celalühu" nün kelime manası ve açıklaması nedir?

(c.c.) : Celle celaluhu: Allah ismi anıldığı zaman, hürmet ve tazim için söylenir, ona mahsustur. "Onun şanı ne yücedir." demektir.

5 Bütün varlıkları Allah yarattı; öyleyse -haşa- Allah'ı kim yarattı?

Zamanımızda saf zihinleri bulandırmak, körpe dimağları ifsat etmek için ortaya atılan sorulardan biri de "Bu mahlûkatı Allah yarattı, peki ya Allah'ı -hâşâ- kim yarattı?" sorusudur.

Aynı soru müşrikler tarafından bizzat Peygamber Efendimize (asm.) sorulmuş ve bu soru üzerine Cebrail (as.), Allahü Azîmüşşân'dan İhlâs Sûresini cevap olarak getirmiştir. Bu sûre ile şirkin bütün nevileri kökünden kesilip atılıyor, tevhidin bütün mertebeleri en güzel bir şekilde izah ve ispat ediliyordu. Resûl-i Ekrem  Efendimiz (asm.) de bu soruyu soran kimselere yine İhlâs Sûresi ile cevap verilmesini beyan buyurmuşlardır.(1)

Biz de Resûlulluh’a (asm.) ittiba ederek bu soruya İhlâs Sûresi ile cevap vereceğiz. Cenâb-ı Hak İhlâs suresinde kendisini kullarına şöylece bildirmektedir:

"De ki: O Allah'dır, Ehad’dir. (O) Allah'tır, Samed'dir. Doğurmadığı gibi, doğmamıştır da.  Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir."

Bu sûre Allah'ın varlığının, birliğinin, eşi ve dengi olmadığının en güzel, en cami bir ifadesidir ve Kur'ân-ı Kerîm'in tevhid noktasında bir özeti gibidir. Bu konudaki diğer âyet-i kerîmeler, bir bakıma bu sûrenin tefsiri hükmündedirler. 

“De ki: O Allah'dır, Ehad'dir.”

Âyet-i kerîmedeki Allah lâfzı Cenâb-ı Hakk'ın zâtına işaret etmekte, Ehad ise, O'nun birliğini ifade etmektedir. Burada şunu belirtmek gerekir, Ehad ism-i şerifi "adet olarak" bir demek olmayıp, "yegâne birdir", "tek birdir", "şeriksiz birdir", "kendinden başkası hep mahlûk olan" manasına gelir. Yâni O'ndan başka bütün birler adet olarak birdirler, mahlûkturlar, mümkindirler.

Cenâb-ı Hakk'ın zâtının bir olduğunu, kudsî mahiyetinin hiçbir mahiyete benzemediğini, mekândan ve zamandan, cisimden ve cisme ait bütün özelliklerden münezzeh olduğunu ifade eder.

Cenâb-ı Hakk'ı "Ehad" olarak bilen bir insan "onu kimin yarattığı" gibi bir sorunun ne kadar saçma olduğunu hemen anlar. Böyle bir mü'mini hiçbir vehim ve vesvese şüpheye ve tereddüde düşüremez.

"(O) Allah'tır, Samed'dir."

 Yâni, O hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Bütün istek ve arzulara cevap veren, bütün ihtiyaçları gideren yegâne merci O'dur. 

"Doğurmadığı gibi…"

Yani, Ehad ve Samed olan Allahü Teâlâ, evlâd sahibi olmaktan, doğurmaktan ve bölünüp - parçalanmaktan münezzehtir. 

"Allahü Teâlâ, Ehad, Samed olduğu için tecezzi etmez, O'ndan ne bir cüz, ne bir cevher, ne bir madde kopup ayrılmaz, çıkmaz. O'nun cinsi, nevi, benzeri olmaz. Hiçbir ihtiyacı ve eksiği bulunmaz. Ancak O'nun ilminde bulunan her şey, yine O'nun yaratmayı dilemesiyle vücuda gelir. 'Ol' demesiyle olur."(2) 

O Vahid-i Ehad bölünme ve parçalanmadan münezzeh olduğu için, kendi zâtından bir ilâh sudur etmesi muhaldir. Mahlûkatını ilmi, iradesi, kudreti ile yaratır. Yarattığı mahlûkatın O'na denk yahut O'ndan güçlü olması muhaldir.

"… doğmamıştır da."

Yâni, bir başkasından doğmamıştır, sonradan olmamıştır; evveli yoktur, ezelîdir. O'nun olmadığı bir zaman tasavvur edilemez. 

Bu ayet, Allahü Teâlâ hakkında babalığı, analığı, başkasından doğmuş olmayı reddetmekle, başta Hristiyanların "teslis" akidesi olmak üzere her türlü velediyet fikrini reddeder. 

"Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir."

Merhum Elmalılı Hamdi Efendi, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur:

"Ne öncesinde doğuran bir sabıkı ve üstünü, ne de sonrasında doğmuş ve doğacak bir astı ve eki yoktur. Şan ve değer bakımından da O'na eşdeğer olacak hiçbir şekilde hiçbir denk mevcut değildir. Ne zatında, ne sıfatında hiçbir eşiti, hiçbir benzeri, ne zıtlaşacak, ne birleşek şekilde hiçbir eş, arkadaş, ortak veya rakip olmamıştır ve olamaz. Yani ezelde olmadığı gibi, bundan sonra da olmayacaktır. O'ndan başka bir 'Vacibu'l-vücud' yoktur. Ezelde olmayınca sonradan olması da muhaldir. Bunu ihtara hacet yoktur. Çünkü sonradan olanlar hâdis ve mahluk olacağı için zaten O'na denk ve eşit olması mümkün değildir. Çünkü sonradan olanda ne kadar kemal farz edilirse edilsin yine de mahluktur."(3)

Sûrenin önceki âyetleri tevhidin bütün mertebelerini özet olarak ifade ettiği gibi, bu âyet-i kerîme de Cenâb-ı Hakk'ın zâtında benzeri, fiillerinde ortağı ve sıfatında misli bulunmadığını beyan ile şirkin akla gelebilecek bütün türlerini reddetmektedir.

İhlas suresinin kısa bir açıklamasını verdikten sonra, söz konusu soru hakkında şunları da ifade etmekte fayda görüyoruz:

Şu varlık aleminin yaratıcısı ancak ve ancak vücudu vâcib, ezelî ve ebedî, zâtında ve sıfatlarında benzeri bulunmayan Allah'dır. Elbette, O Zât-ı Akdes hakkında böyle bir soru sorulamaz. Çünkü "kim yarattı" sorusu ancak mahlûkat için sorulabilir.

Allahü Teâlâ Ehad’dir; birdir, zatında şeriki yoktur. 

Allahü Teâlâ Samed'dir. Bütün mahlûkat yaratılmalarında, devam ve bekalarında, idare ve tedbirlerinde her an O'na muhtaçtır. Hiçbir şeye muhtaç olmayan O Ehad ve Samed hakkında böyle bir soru sormak O'nu tanımamanın, bilmemenin bir ifadesidir.

Allahü Azîmüşşân doğmadan ve doğurulmadan münezzehtir. Ezelî ve ebedî olan ve kendisinden üstün bir varlık tasavvur edilmeyen O Zât-ı Zülcelâl'in, bir başkasının tesiri ile vücuda gelmesi nasıl tevehhüm edilebilir?

Allahü Teâlâ'nın eşi, benzeri, dengi ve misli yoktur. Ne ulûhiyyetinde ne rubûbiyetinde ne mabudiyetinde ne hallâkiyetinde ve ne de hâkimiyetinde O'na denk ve misil olacak hiçbir varlık düşünülemez. Zerre kadar aklı olan bir insan böyle bir Zât hakkında bu çelişkili sorunun sorulamayacağını bilir.

Evet, "Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" sorusunda açık bir çelişki vardır. Şöyle ki:

Allah Teâlâ Hazretlerinin vücudu zâtidir. Ezelî ve ebedîdir. Eşi ve benzeri yoktur. Her şeyi yaratan ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu bir Zata yaratılma izafe edilirse çelişki ortaya çıkar. Hakikatlerin zıddına dönüşmesi gerekir.

"İnkılâb-ı hakâik, ittifaken muhaldir ve inkılâb-ı hakâik içinde muhal-ender muhal, bir zıddın kendi zıddına inkılâbıdır. Ve bu inkılâb-ı ezdad içinde bilbedahe bin derece muhal şudur ki: Zıt, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun."(4)

Soru bu hakikatin ışığında incelendiğinde şu tezatlar ortaya çıkar: 

Allahü Teâlâ'nın -hâşâ- yaratıldığı vehmedilirse o hâlde, O Zât-ı Mukaddes'in hem ezelî, hem hadis (sonradan yaratılmış), hem Hâlık, hem mahlûk, hem sonsuz kadir, hem sonsuz âciz, kısacası, hem ulûhiyetin sonsuz kemâl sıfatlarına, hem de mahlûkiyetin sonsuz eksik sıfatlarına sahip olması lâzım gelir. 

Soru böyle sonsuz çelişki ve zıtlıklar taşıdığı gibi, birçok imkansızlıkları da içine almaktadır. Bunlardan sadece birisi olan "teselsülün muhaliyeti"ni nazara vermekle yetineceğiz.

Bir an için O Vâcib-ül Vücud hakkında böyle bir soru sorulduğu farzedilse, o zaman bu soru o noktada kalmaz. Yâni Cenâb-ı Hakk'ı yarattığı vehmedilen o halikın da bir halikı, onun da halikı... sorulur. Böylece soru silsile hâline sonsuza kadar gider. O hâlde bu sorunun mahiyeti muhale, imkânsızlığa dayanır ve böyle bir soru sorulamaz.

Teselsülün muhal olduğuna dair bazı misaller takdim edelim:

On-on beş vagonlu bir tren düşününüz. Bu vagonlardan herbirisini bir önceki vagon çeker. Ve nihayet iş lokomotife dayandığında artık "Lokomotifi kim çekiyor?" diye bir soru sorulamaz. Zira, çekip fakat çekilmeyen bir lokomotif olmazsa bu nizam bozulur ve hareket meydana gelmez.

Aynı şekilde, bir şekerin nasıl yapıldığını sorsak, bize cevaben, şeker fabrikasında yapıldığı söylenecektir. Şeker fabrikasındaki âletlerin nerede yapıldığını sorduğumuzda onların da tezgâhları gösterilecektir. Sonunda mesele bir zatın ilmine, iradesine ve kudretine dayanmazsa, tezgâhın da tezgâhı sorulacak ve teselsüle gidilecektir.

Diğer taraftan bir elma, tabiri caiz ise, elma fabrikası olan ağacında yapılmaktadır. Bu ağaç ise kâinat fabrikasında inşa edilmiştir. Eğer elma ağacının da kâinatın da yapılması sonsuz bir ilim ve kudret sahibine verilmezse, kâinat fabrikasına da bir fabrika, o fabrikaya da bir fabrika gerekecek ve çıkmaza girilecektir.

Bir asker emri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve başkumandan da padişahtan alır. "Ya padişah kimden emir alıyor?" şeklinde bir soru sorulamaz. Zira padişah da birinden emir alsa, o da asker derecesine iner ve emir aldığı zât padişah olur. Bu durumda birinci şahıs padişah değildir ki: "Padişah kimden emir alıyor?" diye bir soru sorulabilsin. Padişah denilince, emir veren, fakat emir almayan bir hükümdar akla gelir.

Bu misâllerden anlaşıldığı gibi, bu kâinatın yaratılışının; zâtı, esması ve sıfatlarıyla ezelî ve ebedî olan Allah’ın ilim, irade ve kudretine dayanması zaruridir.

"Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" diye firavunâne soru soranlar “teselsülün muhal oduğunu” bilmediklerini ve nefisleriyle bir demogoji yaptıklarını açığa vurmuş olurlar.

Dipnotlar:

(1) Hak Dini Kuran Dili, 9/6272; Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/554-555.; Suyûtî, Lübâbun-Nukûl, 11,199-211; Alusi, XXX, 270-27I.
(2) Elmalılı Hamdi Yazır, H.D.K.D., Cilt 9, s. 6321.
(3) Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., s. 6333.
(4) Said Nursî, Sözler, s. 65.

6 Allah, kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu?

Bu sorunun temelinde "zaman" ve "ezel" kavramlarının yanlış değerlendirilmesi yatmaktadır. İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için, her hâdise ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezel kavramını da zaman içinde düşünmekle yanlış bir kıyas yapmaktadır. Bu soru böyle yanlış bir kıyasın neticesidir.

"Zaman", mahlûkatın yaratılması ile başlayan ve içerisinde "olaylar zincirinin birbirini takip etmesi", "mahlûkatın birbiri ardınca akıp gitmesi" gibi hadiselerin cereyan ettiği mücerred bir kavramdır. Bütün mahluklar, bu zaman nehrinin içerisinde daima hareket etmekte ve akıp gitmektedirler. Mevcudatın yaratılması, değişimi, yaşlanması ve ölümü hep bu nehir içerisinde cereyan eder.

"Geçmiş, şu an ve gelecek" olmak üzere üçe ayrılan zaman, nisbî yani göreceli bir ifadedir. Yaşadığımız an, bir an öncesine göre gelecek idi, bir an sonrasında ise geçmiş olarak isimlendirilecektir. Bu ve benzeri bütün nisbetler ve izafetler mahlûkata göredir. Yâni, "asır, sene, gün, dün, bugün, yarın..." ancak mahlûkat için söz konusudur.

"Ezel"e gelince, ezel zaman itibariyle bir sonsuzluk demek değildir. 

Ezelde "geçmiş, şu an, gelecek, mekân ve mahlûk" yoktur. Zihin ezel hakkında bir zaman silsilesi tasavvur edemez. Zaman "devir, asır, yıl, ay, gün, saat, saniye, an..." gibi birimlere taksim edildiği hâlde, ezel için böyle bir taksimat yapılamaz. Ezel için bir başlangıç noktası da tasavvur edilemez.

Ezel, mutlak varlığın ancak mekân ve zamandan münezzeh olan Allah’a mahsus olmasından ibarettir. Bu gerçeği, Peygamber Efendimiz (asm.)

 "Allah vardı; beraberinde başka bir şey yoktu."(1)

hadîsi ile beyan buyurmuştur.

O halde "Cenâb-ı Hakk'ın ezelî olması" demek, O'nun kıdemi demektir. Yâni, “yegâne ve tek bir" olan O Vâcibü'l-Vücud'un “evveliyetine bir başlangıç olmadığı” manasındadır.

Cenab-ı Hakk’ın ezeliyeti, devam ve bekası hâdiselerin zaman içerisinde akışı şeklinde düşünülemez. O’nun kıdem ve bekâsı hakkında zaman, boyut, silsile, geçmiş zaman, şu an ve gelecek söz konusu değildir. Öyleyse, zaman kavramı maziye doğru hayâlen ne kadar uzatılırsa uzatılsın Cenâb-ı Allah'ın ezeliyeti ile mukayese edilemez. Zamanın başlangıcından geriye doğru hayâlen gitsek ve şu kâinat gibi milyarlarca kâinat daha yaratıldığını düşünsek, bu hayâli ve vehmî zaman yine Cenâb-ı Hakk'ın ezeliyeti ile beraber olamaz ve O'nunla kıyasa girmez. Zira, böyle bir mukayese, Kadîm'i (evveli olmayanı) hâdis (sonradan yaratılan) ile mahlûku Hâlık ile sonu olanı, sonsuzla mukayese etmek demektir

Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi; Cenâb-ı Hak Kadîm'dir, ezelîdir; zaman ise mevcudatın yaratılması ile başlamıştır. Mevcudat yaratılmadan önce zaman yoktu ki, Allah hakkında böyle bir soru sorulabilsin.

Bu soru ancak şöyle sorulabilir:

"Ezelde Allah vardı. O'nunla beraber hiçbir şey yoktu. O hâlde ezelde Allah ne yapıyordu?"

Bu soruya cevap vermeden önce şunu ifade edelim ki, ezelde bir şey yapmak Cenâb-ı Hakk'a -hâşâ- vâcib olmadığı gibi, bir şey yapmamak da O'nun için bir noksanlık değildir. Zira O, mahlûkatı yaratmasa da sonsuz kemâldedir. Yâni, mevcudatı yaratmakla kemâlinde bir artış, yaratmamakla da bir noksanlık olmaz. 

Bu kısa açıklamadan sonra, söz konusu soruyu iki maddede cevaplandıralım:

1) Cenâb-ı Hak ezelde, kendi zâtını, ulûhiyyetine mahsus izzet ve azametini, cemâl ve kemâlini bizzat müşahede ediyordu. Kudsî zâtını, ulûhiyetinin şanına uygun bir surette hamd, tenzih ve takdis ediyordu.

Allah’ın zâtını kemâli ile bilmek ancak O'na mahsus olduğu gibi, kendisini kemâliyle takdis ve tahmid etmek de yine O'na mahsustur.

Marifetullah'ta en ileri mertebede olan Peygamber Efendimiz (asm.) mi'râc mucizesi ile Allahü Azîmüşşân'ı bizzat gördüğü hâlde O’nu hakkıyla bilmek ve lâyıkıyla takdis ve tahmid etmekteki aczini şöyle itiraf etmiştir:

"Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni lâyıkı vechi ile bilemedim. Sana hakkıyla şükredemedim. … "(2)

Diğer bir hâdis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuştur:

"Sen kendini sena ettiğin gibisin."(3)

2) Cenâb-ı Hak mukaddes varlığına, kudsî sıfatlarına ve esmâ-i İlâhiyesine tecelligâh olacak eşyanın hakikatlarını, mahiyetlerini, plân ve programlarını, manevî miktar ve suretlerini ezelde dâire-i ilminde takdir ve müşahade etmekteydi.(4)

O Zât-ı Zülcelâl, lütuf ve keremi ile dâire-i ilmindeki bu mahiyetlere harici vücud giydirmeyi irâde buyurdu. Ve "kün" emrini verip mevcudatı halk etti. Bu halk ve icad mahlûkat için bir ihsan, lütuf ve ikram idi. Yoksa, mahlûkatı yaratmakla O Zât-ı Akdes'in kemâlinde bir artış olmamıştır. 

Şu hususu önemle belirtelim ki, Cenâb-ı Allah'ın gerek kendi zâtını müşahede etmesi, gerekse ilmindeki eşyanın mahiyetlerini takdir ve tanzim etmesi zaman içinde değildir. Yâni bunlar bir zaman silsilesi içerisinde düşünülemez. Ezeldeki bu müşahede, bu takdir ve tanzimi insan aklı idrak edemez. Bunun hakikatine ne bir melek-i mukarrebin, ne bir nebiyy-i mürselin idrâk ve marifeti kavuşabilir. Bu hakikat, ancak Allah’ın malûmdur.

Dipnotlar:

(1) Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed'u'l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.
(2) Elmalılı Hamdi Yazır, H.D.K.D., Cilt 2, S:405.
(3) Ebu Davud, Salat 340, (1427); Tirmizi, Da'avat 123, (3561); Nesai, Kıyamu'l-Leyl 51, (3, 248-249).

(*) Merhum Elmalılı Hamdi Efendi'nin ifadesiyle, Allahü Azîmüşşân ezelde "inayet-i ezeliyesini, yani âlem-i takdir, halk ve icad fiillerini isdar ediyordu. Diğer bir tabirle "kün" emrini veriyordu. Âlemin yaratılması bunu takip etti. Binaenaleyh halk ezelî, mahlûk zamanî oldu."

7 “Ya Baki Entel Baki” duasıyla, kalbimizde dünya ve içindekilere duyduğumuz derin alakayı kesebilmemiz ve bu sevgiyi yalnızca “Baki olan Allah’a” vermemiz için bize düşen vazifeler nelerdir?

a. “Bâkî kalan ancak sensin, ey Bâkî” anlamındaki “Ya Bâkî Ente'l-Bâkî” duasıyla, -fanilerden bakiye yüzü çevirmek için- İslam’ın emir ve yasaklarına riayet etmek ve bunu sürekli bir hayat arkadaşı olarak görmek gerekir.

İki sevgili arasında gel-gitler çizen bir kimsenin her şeyden önce yapması gereken iş, birinin üstünlüğünü ortaya koyan nedenleri araştırması lazımdır. Bu pencereden konuya baktığımız zaman; fani olan dünya sevgilisi ile, baki olan Allah sevgilisi arasındaki farkı fark etmek gerekir. Bu da sağlam iman ve marifetullah ile mümkündür. Allah’ı hakiki tanıyan, bütün kemal ve cemal sıfatlarının sahibi, bütün nimetlerin maliki, ebedi cennet yurdunun sahibi, kendisinin yaratıcısı ve rabbi  o olduğuna iman eden kimsenin Allah’ın sevgisini her şeyden daha üstün tutması çok kolaylaşacaktır.

Bilindiği üzere, Allah adına sevilen, Allah’ı sevmeye, ahireti sevmeye vesile olan bütün sevgiler meşru ve helal sevgilerdir. Allah’ın sevgisine zıt olan sevgiler, Allah’ın ve ahiretin sevgisine engel olan sevgilerdir.

Bu sebeple, dünyanın -Allah’ın mektubu, ahiretin tarlası olması yönüyle- sevilmesi meşru bir sevgidir. Fakat, Allah’ın ve ahiretin sevgisine engel olan ve dünyanın fani olan yüzünü sevmek gayr-ı meşru bir sevgidir.

Fani mahbupların kalbin alakasına değmeyecek kadar geçici olduğunu zihne yerleştirmek için, sık sık -lezzetleri yıkan ve acılaştıran- ölümü hatırlamak şarttır.

b. Ya Bâkî Ente'l-Bâkî, Ya Bâkî Ente'l-Bâkî" zikri iki defa söylenir. Bu duanın ikişer defa tekrarlanmasının hikmeti, önce -mecazi mahbup olan- dünyanın fani yüzünü göstermek ve ondan yüz çevirmek, sonra da bunun yerine -hakiki mahbup olan- Allah’ın sonsuz rahmetine sığınmak ve yüzünü o bâki dergaha çevirmektir.

Bu nedenle, duayı okurken birinci defasındaYa Bâkî Ente'l-Bâkî"nin ENTE kelimesine vurgu yapmak uygun olur. Bu vurguda “Allah’ım! Baki yalnız sensin” manası vardır. Bu ise, Ondan başka herşeyin fani olduğunu akla getirir ki, insan dahil her şey üstündeki fanilik damgasını okumakla, ölüm yarasını deşmiş olur. Bu da masiva olan mecazi ve de fani sevgililerin gerçekte beş paraya değmediğini hissettir.

Buna mükabi, ikinci defa Ya Bâkî Ente'l-Bâkî"deki son kelime olan BÂKÎ’yi vurgulayarak, her şeyin fani olmasına karşılık Allah’ın baki olduğunu düşünüp, bir ümit kapısı, bir merhamet kapısının varlığını görmektir. Madem sen bakisin, varsın herşey fani olsun. Çünkü, senin bir teveccühün dünyaya bedeldir. Çünkü, madem sen bakisin, elbette ki saltanatının da -senin beka vermenle ve bedi var etmenle- baki olması gerekir. Öyleysae beni de bakileştirir ve baki bir diyara yerleştirirsin” diyerek fanilik yarasına beka merhemini sürer. (bk. Nursi, Lem'alar, Üçüncü Lem'a)

8 Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek ne demektir; nasıl anlamak gerekir?

Peygamberimiz (asm) bir hadislerinde şöyle buyurur:

“Bir kötülük gördüğünüz zaman elle düzeltin. Buna gücü yetmezse dilinizle düzeltmeye çalışsın. Buna da gücü yetmezse kalben buğzedin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman 78; Ebu Davut, Salat, 232)

İslâm bilginleri hadisinin izahını yaparken Peygamberimizin (asm) toplumun her sınıfına hitap ettiğini dikkatlerimize sunarlar. Hadisi de buna göre izah ederler. Bu durumda “Elle düzeltmek devletin, askerin ve polisin vazifesidir. Dille düzeltmek eğitimle, öğretmen ve din adamlarının görevidir. Kalben buğz etmek de avâm halkın vazifesidir.” demişlerdir.

Buğz etmek, kötülüğü işleyenlere düşmanca davranmak ve kalben o insandan nefret etmek anlamına gelebildiği için, genellikle düşmanca davranmak olarak yorumlanmaktadır. Bu ise sevgiyi esas alan dinimizin diğer prensipleri ile çelişir gözükmektedir. Kavga eden gençlerin bir kısmı Peygamberimizin (asm) “Elle kötülüğü önleyiniz.” hadisini uyguladıklarını söylerken, bir kısım akrabalar arasında düşmanlığın da kalben buğz etmek için olduğunu söylemektedirler. Hâlbuki işin doğrusu böyle değildir.

Dinimizde kötülüğe karşı iyilikle mukabele etmek ve böylece kötülüğe engel olmak esastır. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de

“Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat, 49/10)

“Kötülüğü iyiliğin en güzeli ile karşılık vererek defedin. Böylece bakarsınız ki aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluverir.” (Fussılet, 41/34)

“Zaten takva sahibi mü’minler de bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir.” (Âl-i İmran, 3/134)

buyurmaktadır. Bu âyetler ışığında baktığımız zaman kötülüğü önleme ve iyilik yapma ile kalben buğz etmenin arasını telif ederek, gerçeği ortaya koymak için Bediüzzaman’a müracaat etmemiz gerekir. Bediüzzaman Said Nursî bu konuda “Uhuvvet Risâlesi”ni telif etmiştir. Bediüzzaman bize birkaç temel ölçü vermektedir:

Birincisi: İnsanın kendi fikri ve düşüncesi ölçü olamaz. Başkasının fikri, düşüncesi ve davranışını kendi ölçüleri ile yoruma tâbî tuttuğu zaman yanılması kaçınılmazdır.

İkincisi: Her doğruyu her yerde söylemek, her hakkı her yerde konuşmak doğru değildir. Toplumda farklı anlayışlar ve sebebini bilemeyeceğimiz davranışlar vardır. Bu durumda bir yerde doğru olan ve bireye bakan yönü ile verilen hüküm, bir başka durumda yanlış olabilir. Temel sebebe inmeden verilen her hüküm insanı yanıltabilir.

Üçüncüsü: Düşmanlık duygusu fıtratta vardır ve veriliş amacı mü’mine adavet etmek değildir. Her şeyden önce nefsimize, şeytana, küfre ve zulme düşman olmak içindir. Muhabbet sıfatı sevilmeye lâyık bir duygu olduğu gibi, düşmanlık duygusu da kendisinden nefret edilmesi gereken bir haslettir. Öyle ise düşmanlık sıfatına düşman olmak gerekir.

Bize hasım olan ve bizimle uğraşanlara düşmanca davranmak yanlıştır. Bu yangına körükle gitmek demektir. Bu durumda ise düşmanlık daha da artacaktır. Mü’min kerîm olmak ve daima ikram etmekle mükelleftir. Çünkü insanlar ikram ile birbirlerine yaklaşırlar. Fena bir adama ‘iyisin, iyisin’ desen iyi olur. İyi adama ‘fenasın, fenasın’ dersen fena olur. Öyle ise Kur’ân-ı Kerim’de yüce Allah’ın

“İyi insanlar boş sözler ve çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” (Furkan, 25/72)

sözüne kulak vermelidir. Yine mü’minin, kendisine zarar verenlere ve kötülüğü dokunanlara iyilikle karşılık vermesini ve affetmesini Allah istemektedir.

“Eğer siz kendinize kötü davrananları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, Allah da sizleri bağışlar. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” (Teğâbün, 64/14) buyurur.

İslâm, mü’minler arasında sevgi ve muhabbeti esas alır. Mü’min kalbi her türlü düşmanlık, kin, haset ve fesattan arınmış bir kalptir. İslâm selâmet, emniyet, güven, esenlik ve barış anlamındadır. İslâm dininin gereğini yapan insanın da öyle olması gerekir. Mü’minin de görevi barış, esenlik ve sevgi tesis etmektir. Her şey Allah’ın san’atı ve eseri olduğundan Allah için sevilmelidir.

Peygamberimize (asm) “İslâm’da hangi amel daha hayırlıdır?” diye sorulunca “Senin başkalarına yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selam vermendir.” (Ebu Davud, Edeb, 142)​ buyurmuşlardır.

Sevgi ve muhabbet kâinatın mayesi ve varlık sebebidir. Ancak her şey ölçülü olmalıdır. Ölçüsüz her şey zararlıdır. Güzellik ölçüdedir. “Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek” de ölçülü ve hak edene olunca güzeldir. Her şey Allah’ın sanatı ve eseri olduğundan Allah için sevilmelidir. Allah için buğz ise Allah’ın âyet-i kübrası ve en mükemmel san’atı olduğu için insana yönelik olmaz. İnsanın kötü olan sıfatlarına ve kötü duygularınadır. Bunun için mü’min acır ve ıslâhına çalışır. Dolayısıyla buğz ve düşmanlık, küfür, şirk ve onlardan kaynaklanan ahlâksız vasıflaradır.

Yüce Allah insanı kerîm olarak yaratmıştır. Bunun için Peygamberimiz (asm) bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalkmış, sebebini soranlara da “O bir insandır.” buyurmuşlardır. Peygamberimizin (asm) insana olan sevgisi ve saygısı bu derece yücedir.

Peygamberimizden (asm) dersini alan Bediüzzaman bunun için “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.” demektedir. Mevlânâ ve Yunus Emre gibi İslâm’dan dersini alan büyüklerin insan sevgisinin sebebi de budur.

Hoşgörünün sınırı ve ölçüsü:

Hoşgörünün sınırını da iyi belirlemek gerekir. İnsana hoşgörü ile, küfre, harama, düşmanlığa ve tahribâta karşı hoşgörü karıştırılmamalıdır. Küfrü, tahribatı kendisine sıfat edinmiş ve onunla anılır hale gelmiş olanlara da hoşgörü ile yaklaşılamaz. Bunun için Ebû Cehil ve Ebu Leheb gibi küfrü ile iftihar edenlere karşı hoşgörülü yaklaşım, sıfatları olan küfrü ve zulmü hoş görmek anlamına gelir.

Ebu Cehil cehalet ve kabalığın babası anlamındadır. Hayatını İslâmiyet ve Peygamberimizin (asm) düşmanı olarak geçirmiştir. “Bu ümmetin Firavunu olduğu”, Peygamberimizin (asm) dili ile sabittir. Hal böyle iken Peygamberimiz (asm), Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olan ve İslâma büyük hizmetlerde bulunan oğlu İkrime’nin yanında aleyhine konuşulmasına İkrime rencide olmasın diye müsaade etmemiştir.

“Babalarını kınamak ve haklarında lüzumsuz söz söylemek sûretiyle çocuklarını rencide etmeyiniz.” (Hakîm, Müstedrek, 3:241; Kenzu'l-Ummal, 13/540, 541)

buyurmuşlardır. Ancak bu durum Ebû Cehil’e sevgi göstermek anlamına gelmez. Burada Müslüman olan İkrime’nin (ra) hatırı söz konusudur.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:

“Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, mensup olduğunuz kavminiz, mallarınız, evleriniz size Allah’tan ve onun elçisinden ve onun yolunda cihad etmekten daha sevgili / gönül bağlayıcı geliyorsa, o zaman Allah’ın hükmü gelene kadar bekleyin. Allah öyle fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 9/24)

İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise onların sevgilerinden daha fazladır. Keşke o zalimler azabı gördükleri zaman anlayacakları gibi, bütün güç ve kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının şiddetini bu günden anlayabilselerdi. “Şüphesiz iman edip salih amel işleyenlerin kalplerine Rahman olan Allah sevgi yaratacaktır.” buyrulur. Bu âyetlerde yüce Allah dünyaya, faniyata ait olanların sevgiye layık olmadığını belirtir.

“İnsanlardan bazıları, Allah’tan başkasını Allah’a denk tutarak onları, Allah’ı sever gibi severler." (Bakara, 2/165)

Mü’minler her şeyleri yönden Allah rızasını esas alırlar. Bundan dolayı Allah için sever ve Allah için buğz ederler. Nitekim yüce Allah,

“Allah’a ve ahiret gününe iman edenlerden anneleri, babaları, oğulları, kardeşleri ve yakın akrabaları da olsa Allah’a ve Resulüne düşman olanları sevdiklerini ve dostluk kurduklarını göremezsin. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve yerleştirmiş, ayrıca kendi katından bir ruh ile onları desteklemiştir. İşte bu vasıflara sahip olanları Allah içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacak ve onlar orada ebedi kalacaklardır. Onlar Allah’tan razı olmuş ve Allah da onlardan hoşnut olmuştur. Şunu iyi bilin ki gerçekten kurtuluşa erenler, işte bu vasıflara sahip Allah’ın hizbinden olan kimselerdir.”(Mücadele, 58/22) buyurur.

Allah için sevginin içinde küfre ve zulme ve bunların sahiplerine sevgi olmadığı gibi hoş görmek de yoktur. Çünkü İslâm fıkhında temel kural şudur: “Zulme rıza zulüm ve küfre rıza küfürdür.” Bunun için zalimler ve küfürde ısrar eden ve inkârda direnerek hak ve hakikati imha için çalışanlara sevgi gösterilemeyeceği gibi hoşgörü ile de bakılamaz. Yüce Allah değil zulmü, zulme biraz meyledenleri bile dehşetli azap ile tehdit etmektedir.

Yine Yüce Allah, Kur’ân’da mü’minlere şöyle buyurur:

“Ey Resûlüm de ki: Benim Rabbim yalnızca doğru olanın yapılmasını emretmiştir ve kulluğunuzu göstermek üzere giriştiğiniz her türlü fiilde, bütün varlığınızı ortaya koymanızı ve içten bir inançla yalnız ve sadece ona bağlanarak kendisine yalvarıp yakarmanızı ister. Başlangıçta nasıl sizi yaratan oysa, döneceğiniz yer de onun huzurudur. Sizden bazılarınızı doğru yola yönelterek hidayete erdirecek, ama bazılarınız için de doğru yoldan sapmak kaçınılmaz olacaktır. Çünkü bakın o sapkınlar Allah’ı bırakıp şeytanları sevgi ile bağlanılan dost edineceklerdir; hem de böylelikle doğru yolu bulmuş olduklarını sanacaklardır.” (A’raf, 7/29-30.)

Yüce Allah’n bir adı da “Aduvv” dür. Allah kâfirlerin düşmanıdır. Kur’ân-ı Kerim, “Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e, Mikâil’e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara, 2/98) buyurulur. Hadislerde Peygamberimiz (asm),

“Allah’ın en çok buğzettiği varlık imandan sonra küfre giren kimsedir. Allah’ın en çok gadab ettiği kimse düşmanlıkta aşırıya gidendir. Kullar içinde Allah’ın en çok buğzettiği kimse kılık-kıyafeti amelinden daha hayırlı olan kimsedir. Peygamberler gibi giyinir ama günahkâr zalimler gibi davranır.” (Buhari, Ahkam, 34; Camiu's-Sağir, 1:39)

buyrulmaktadır. Bu hadis-i şeriflerde de mü’minin imanı sevmesi, küfür ve düşmanlığı sevmemesi ve onlardan nefret etmesi gerektiği anlatılmaktadır.

Mü’minler arasında sevgi esastır:

Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de Rahman’ın halis kullarının vasıflarını sayarken

“O takva sahipleri öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını affederler. Allah bu sûretle iyilik yapanları sever.” (Âl-i İmran, 3/134) 

Yine başka bir âyette,

“Rahman’ın kulları yakışıksız sözlerle karşılaştıkları zaman da vakar ile geçip giderler.” (Furkan, 25/72) buyurur.

Mü’minler birbirlerini Allah için severler. Bir menfaat karşılığı sevmezler. Böyle olunca menfaatini bulamayınca sevgisinde bir noksanlık olmaz. Kendisine haksızlık da yapılsa bunu affeder ve kusuruna nazar-ı müsamaha ile bakar ve bakmalıdır. Ancak haksız bir duruma düşerse ve bilerek veya bilmeyerek yanlış bir yola girerse, ona yardımı o haksızlıktan kurtarmak ve yanlış yoldan çevirmek tarzında olur ve olmalıdır. Yanlış yapan ve yanlış yolda giden birine “iyi yapıyorsun” demek ona ihanettir. Sonucunu bilsin veya bilmesin yanlışta ısrar edene “Allah için nasihat eder. Nasihatini esirgemez ve kurtuluşu için duâ eder.” Ancak kendisini de yanlışa çekmeye çalışırsa ondan uzak durur. Şahsına değil, yanlışına buğz eder. Yani yanlışı yanlış bilir ve ondan kalben, lisanen ve bedenen kaçar. Günahı, haksızlığı, adaveti sevmez ve onlardan nefret eder.

İslâm dininde kardeşliğin, arkadaşlığın ve dostluğun büyük önemi vardır. Ancak bu dostluk ve kardeşlik yanlışa müsamaha etmeyi gerektirmez; bilakis gerçek dost dostunu yanlıştan koruyan ve ona hak yolda yardımcı olandır. İnsan için üç şey çok değerlidir. Birincisi sapmaya yüz tutunca doğrultacak arkadaş. İkincisi helâl rızk. Üçüncüsü ise yanlışlarını affettiren cemaatle namaz kılmaktır. Ama ne var ki ahir zamanda bu üç şey çok az bulunur. Peygamberimiz (asm) de  “Ahir zamanda helâl rızk ile samimi arkadaş çok az bulunur.” buyurmuşlardır.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim'de,

“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 49/9)

buyurarak, Ensarı bu güzel davranışlarından dolayı övmüştür.

Peygamber Efendimiz (asm) de şöyle buyurmuştur:

“Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki; siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş olmazsınız.” (Müslim, İman, 30-31)

buyurmuşlardır. Diğer bir hadis-i şeriflerinde ise:

“Kendisinde şu üç huy bulunan kimse imanın tadını alır: Allah ve Resûlünü her şeyden fazla sevmesi, mü’min kardeşlerini yalnız Allah rızası için sevmesi, tekrar küfre düşmekten ateşe atılmaktan hoşlanmadığı gibi hoşlanmaması.” (Buhari, İman, 9; Müslim, İman, 28)

Allah Teâlâ bir âyet-i kerimede:

“Allah’tan korkun ve aranızı düzeltin” (Enfal, 8/1)

“Mü’minler ancak kardeştir. O halde iki kardeşinizin arasını barıştırın.” (Hucurat, 49/10) buyurmuştur.

Sonuç:

Kalben buğz etmek demek günah işleyen mü’mine değil, günaha buğz etmek demektir. Allah’ın birliğini kabul ve kalben tasdik ederek iman edenler âyet ile sabittir ki Allah’ın dostları ve velileridirler. Kim bir veliye düşmanlık ederse Allah onun hasmı olur. Bu durumda bir mü’min ne derece günah işlemiş olursa olsun ona kin ve adavet caiz değildir.

Ebu Derda (ra), “Kardeşinize sövmeyiniz, sizi onun durumuna düşürmekten koruyan Allah’a hamd ediniz. Kardeşinize buğz da etmeyiniz ancak onun ameline buğz ediniz.” diyerek, bize bu konuda güzel bir ölçü vermiştir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bütün bunlardan dolayı,

“Husûmet ve adavetin vakti bitti. Muhabbete en lâyık şey muhabbet, husumete en layık sıfat husûmettir.” demiştir.

(M. Ali KAYA)

9 Allah'tan başkasını sevmek caiz midir?

Evet, insanların içine bu sevgiyi koyan Allah'tır. Ancak her duygunun nerede ve nasıl kullanılacağını da bize bildirmiştir.

Bu duyguları asıl sahibi olan Allah'a verdikten sonra o zaman Allah adına onun mahlukatını sevmek de ibadet olur. Bize verilen duyguları yanlış yerde kullanmak doğru değildir. Ancak bazen mahlukata aşık olanların, zamanla gerçek aşkı bulup Allah'a ulaştıkları sonra da her şeyi Allah adına sevdikleri olmuştur.

Aşk, fart-ı muhabbet demektir. Muhabbet, bilmenin ve tanımanın veyahut mutlak kemale muttali olmanın; karşı tarafta da kemal, cemal -mecazi aşk açısından- melahet, müşakele gibi hususların bulunmasıyla bazen meydana gelen insandaki fıtrî bir haldir.

İnsan, tanımadığını ve bilmediğini sevmez; sevebileceğini tanıyıp bilirse sever. Kafirlerin Allah’ı sevmemesi ve Rasulü Ekrem (asm)’e karşı saygısız olmaları, tanımama ve bilmemeden kaynaklanmaktadır.

Muhabbetin ifrat derecesine aşk denir. Normal muhabbette olmasa da aşkta bazen muvazenesizce tavırlar görülebilir. Bir diğer manada aşk, mahbubundaki kusurları görmemezlik, gözüne ondan başka hayalin girmemesi ve onu her şeyin ve herkesin üstünde kabul etme halidir. Mesela kişinin, güneşin güzelliğini mahbubunun güzelliği yanında sönük görmesi, “Mahbubum benim yanımda olursa cennetin hurilerini istemem” demesi veya “Cennet başkalarının olsun. Bana mahbubum yeter...” gibi iddialar, aşık mırıltıları ve mecazi aşk açısından da akıl ve mantıkla telif edilemeyecek pervâsızca iddialardır. İşte bu aşktır ki, Mecnun’u sahraya salmış ve Ferhat’ı da koca dağı delme macerasına itmiştir.

Allah’tan başkasına -ne olursa olsun- gönül vermek, onu sevmek, aşık ve müptela olmak mecazi aşktır. Mesela Mecnun’un, Ferhat’ın ve Zeliha’nın muhabbeti, birer mecazi muhabbettir. Bir de fart-ı muhabbetin fıtri garazsız, ivazsız olanı vardır ki, buna da anne ve babada bulunan şefkati misal verebiliriz. Esasen şefkat, Allah’ın Rahman ve Rahim isimlerinden gelmektedir. Allah’ın insanlara ve mahlukata karşı olan mukaddes ve münezzeh sevgisinin, değişik malûl yanlarıyla insanlarda olanına şefkat denir.

Evet, Mabud-u Mutlak’tan gayrıya gönlün kaptırılması, sevilip aşk u alaka gösterilmesi mecazi aşktır. Hakiki aşk ise gönlün Allah’a verilmesi ve Allah’ın deli gibi sevilmesidir. Burada hemen şunu da ifade etmeliyim ki, Allah’ı sevmek, bir pâye meselesidir. Müminler, Rasulü Ekrem (asm)’i severlerse, müminlik mertebesinde, daha doğrusu müminlikteki muhabbet mertebesinde önemli bir noktaya ulaşmışlar demektir. Fakat bu, en kamil mertebe değildir. Mesela Rasulü Ekrem (asm)’i andığınız zaman kararınız kalmayabilir; ama bu zirvenin ötesinde bir de şâhika vardır. Rasulü Ekrem (asm)’i, ona ait hatıraları ve Ashab-ı Kiram’ı sevme mertebesi, muhabbetin ilk mertebelerindendir. Çünkü bunlar beşerî kıstaslarla anlaşılan, duyulan, takdir edilen ve ölçülen şeylerdendir. Demek ki, sizin kabınız hissedilen şeyleri ölçüp değerlendirerek size bir fikir verebiliyor. Siz bu fikirle o mahbubu gönülden seviyorsunuz. Onun halkasına tam girip ve onun gözüyle ötelere, ötelerin de ötesine bakınca, aşk u muhabbetinizde daha derin lâhûti bir buuda ulaşıyorsunuz.

Allah’ı sevmek, her türlü alakanın ötesindedir. Bu sevgiyi vicdanında biraz olsun hisseden neler neler duyar. Cenab-ı Hakk’ı sevmenin başladığı andan itibaren her sevgi dolaylılık rengine bürünür. Ayrıca Allah’ı sevdiğiniz nispette mâsivâya karşı aşk u alakanız yavaş yavaş küsuf tutmaya yönelir. Siz artık her şeyi O’ndan dolayı sevmeye başlarsınız. Mesela Hz. Ali (ra)’yi, damad-ı Rasulullah (asm), onun Haydar-ı Kerrarı, Şah-ı Merdanı, muharebe meydanlarının kükreyen aslanı olduğu için seversiniz. Allah’ı sevme zirvesine ve şâhikasına yükseldiğiniz zaman Rasulü Ekrem’i Allah’ın elçisi olduğu için seversiniz. Onun karşısında yeri, konumu ve risaletini daha iyi görüp okudukça bu derinlikten ötürü sevgi bir hayranlığa dönüşür. Bu bir zevk ve hal meselesidir. Bunu tadan bilir; tatmayan bilmez. (Eski Erzurum müftüsünün ifadesiyle “Men lem tadmaz lem bilmez.” O, “Men lem yezuk lem ya’rif - Tatmayan bilmez” sözünü yarı Arapça yarı Türkçe bu şekilde ifade ederdi.)

İnsanın Allah’ı sevmesi iyi bir şeydir. Hususiyle insan, vicdan sistemiyle Allah’ı tam bilebiliyorsa onu delice sever. Çünkü sevginin biricik mahalli vicdandır. Vicdanın rükünlerinden biri olan zihin bildirir, latife-i Rabbaniye gösterir, irade O’nun muradına yönlendirir, akıl, sevgi esbabı üzerinde muhakeme eder, yürek ona önemli derinlikler kazandırır.

Bir insan, bütün bütün mecazi aşkla meşbu ve aşk-ı hakikiden mahrumsa, mutlak bir şeyler yapılarak onun yüzü hakiki aşka döndürülmelidir. Bu, fani mahbubların fena ve zevalini göstermek suretiyle, onların içlerinde Baki-i Hakiki ve beka arzusu uyararak.. iman ve marifet hususunda derinleştirerek.. sözü-sohbeti hep evirip çevirip O’nunla irtibatlandırarak.. kalbin kiri-pası sayılan günahlardan, hatalardan uzak durarak Hak’la alaka kurabilir; alakasını güçlendirerek her şeyden elini eteğini çekip,

“Lâ uhibbu’l-âfilin / Ben, batıp gidenleri sevmem.” (En’am, 6/76)

“Baki bir yâr isterim” deyip O’na yönelebilir. Hz. İbrahim (aleyhisselam) gibi yıldız, ay, güneş hepsini tulû’, gurub ve mahiyetleriyle okur, bunların zeval bulup gitmelerini, bir doğup bir batmalarını ve batıp giden bu şeylerin kalbin alakasına değmediğini haykırır, herkese duyurur. Zaten bunlar, câmid ve cansız nesnelerdir; ne insanı duyar ne dinler ne de ihtiyaçlarına cevap verebilirler. Oysaki insan, öyle birine yönelmeli ki, her zaman O’nu görsün, duysun, dinlesin ve isteklerine cevap versin. Hatırat-ı kalbimi bilsin, dualarıma icabet etsin.. dünyevi-uhrevi taleplerimi yerine getirsin.. yalnızlığımı giderip bana enis olsun.. ebed arzularıma cevab-ı savap verip gönlümü şad etsin.. benim gibi bütün dost, ahbab, yârân ve yakınlarımı da âbâd etsin.. Evet, bana işte böyle bir Mabud, Sevgili, Yâr-ı vefâdâr ve her halime nigehban bir Dost lazım. Öyleyse bana aşk u alaka kurmak gerekir.

Molla Cami, bu hususu anlatırken,

“Sadece biri sev, başkaları sevmeye değmez. Çünkü görünmüyorlar.
Biri iste, başkaları istemeye değmez. Çünkü derde derman olamıyorlar.
Biri söyle, başkalarını söylemek fuzulidir. Çünkü senin işine yaramaz.”

demek suretiyle hakiki aşkın Allah’a karşı olan aşk olduğunu, insan Allah’tan gayri neye gönlünü verirse versin, bunların içinde bir burkuntu ve üzüntü bırakıp gideceğini vurgular ki, bu, herkesin meşk edip tekrarlaması icap eden bir husustur.

Hülâsa-i kelam, fâni ve zâil şeyler, gelip gidişi ile kalbin alakasına değmediğini göstermekte ve hakiki mahbub arıyan gönle “Allah sevilmelidir” ihtarını yapmaktadır.

10 Allah'ın sıfatları nelerdir, nasıl anlaşılmalıdır?

Cenâb-ı Hakk’ın zâtı gibi mukaddes sıfatları da kemâliyle idrak edilemez; ama o sıfatların varlıkları ve sonsuz oldukları bilinebilir.

İlâhî sıfatlar, "sübutî" ve "zatî" olmak üzere iki gruba ayrılıyor.

Sübutî Sıfatlar;

Bunlar, "hayat, ilim, irade, kudret, sem’ (işitme), basar (görme), kelam ve tekvin (var etme)" sıfatlarıdır.

Bu sıfatların hepsi ezelî, hepsi ebedî, hepsi sonsuz ve yine hepsi mutlaktır. Bunlarda, ne bir azalma ne de artma düşünülebilir.

Hayat sıfatı ezelde ne ise ebedde de aynıdır. Bizlere hayat bahşetmesi, Allah’ın ihya (hayat verme) fiiliyledir. Bizde hayat yaratmasıyla O’nun hayatında ne bir noksanlık olur, ne de bir fazlalık.

Allah’ın bir sıfatı da "ilim"dir. Ne kadar varlık yaratırsa yaratsın, onlara ne kadar hikmetler, mânâlar takarsa taksın, O’nun ilim sıfatında bir değişme düşünülemez.

İlâhî sıfatlardan bir başkası, "irade"dir. Allah’ın iradesi de diğer sıfatları gibi mutlaktır ve küllîdir. Mutlak olmasının manası, O’nun iradesini kayıtlayacak bir başka iradenin söz konusu olmamasıdır. İlâhî iradenin küllî olması ise, sonsuz icraatlarının hepsini "birlikte irade etmesi" demektir.

Bilindiği gibi, insanın iradesi cüz’îdir, yani bir anda ancak bir şey irade edebilir; onu irade ettikten sonra ikinci bir şey irade etmesi mümkün olur. Şu varlık âleminde, bir anda birbirinden farklı hatta bazen birbirine zıt, sonsuz faaliyetler icra edildiğine göre, bunların irade edilmeleri de birliktedir, beraberdir, sıra ile değil.

Allah’ın bir diğer sıfatı, "kudret"tir. Allah, atomlardan galaksilere, çiçeklerden Cennet bahçelerine kadar her şeyi sonsuz kudretiyle yaratmıştır. Bir meyve ağacında, o sonsuz ve mutlak kudretiyle tasarruf ettiği gibi, meyvesi insan olan kâinat ağacında da tasarruf eder, icraatta bulunur.

İlâhî sıfatlardan bir diğeri "basar", yâni görme, biri de "sem’" yani işitmedir. Maddeden münezzeh olan Allah’ın görmesi ve işitmesi, göz, kulak gibi vasıtalardan münezzehtir. Bütün sesleri birlikte işitir, bütün eşyayı beraber görür.

"Kelam" sıfatına gelince, Allah’ın diğer sıfatları gibi bu sıfatı da sonsuzdur, küllîdir, mutlaktır.

Beyni, konuşma merkezini, ağzı, dili yaratan ve insanı böylece konuşturan Allah, meleklerini bunların hiçbiri olmaksızın konuşturur. Keza, insana da rüya âleminde, bu aletlere ihtiyaç olmaksızın konuşma imkânı verir. O halde, kendi konuşmasını ölçü tutarak Allah’ın kelam sıfatını anlamaya kalkışan bir insanın hata etmesi, istikametten sapması kaçınılmazdır.

Allah’ın zâtı, mahlukatın zâtlarına benzemediği gibi kelam sıfatı da onların konuşmaları cinsinden değildir.

"Tekvin" sıfatı, Allah’ın her irade ettiği şeyin, varlık sahasına hemen çıkması mânâsına gelir.

"Hayat, ilim, kudret, sem’, basar" sıfatları için Esmâ’ül Hüsna bölümündeki, "Hayy, Alîm, Kadîr, Semi’, Basîr" isimlerinin açıklamalarına bakılabilir.

Zatî Sıfatlar:

Bunlar, "vücud, kıdem, beka, vahdaniyet, muhalefetü’n lil havadis, kıyam bi nefsihî" sıfatlarıdır.

Vücud:

Vücut, varlık, var olma mânâsına gelir. Diğer selbî sıfatların tümü birlikte düşünüldüğünde, vücut sıfatı daha iyi anlaşılır. Yani, Allah’ın varlığı kadîmdir, evveli yoktur; bâkîdir, âhiri yoktur. O’nun mukaddes varlığı hiçbir mahlukunun varlığına benzemez, hepsine muhaliftir.

Yine O’nun varlığı vaciptir, başkasının var etmesiyle var olmadığı gibi, devamı da başkasının yardımıyla değildir.

Vücud, ya vacip olur, ya mümkin olur veya mümteni’ olur. Vacip vücud, Allah’a mahsustur. Allah’ın varlığı vaciptir, olmaması muhaldir. Mümkin vücut ise bütün mahlukatın vücutlarıdır. Bunlar Allah’ın var etmesiyle var oldukları gibi, O’nun yok etmesiyle de varlık sahasından silinirler. Mümteni’ vücut, vacip vücudun zıddıdır, yani olması muhaldir. Buna misal olarak "şerikler" (Allah’a ortak koşulan şeyler) verilir. Şeriklerin varlığı muhaldir, imkânsızdır.

Bütün mahlukat âlemi Allah’ın varlığına birer delil, birer şahittirler. Onları, yoklukta bırakmayıp varlık âlemine çıkaran, ancak varlığı vacip olan Allah’tır. Yani, mümkinlerin var olmaları, ancak vacip olanın irade etmesi ve yaratmasıyladır. Bu hakikati kabul etmeyenler, varların varlığını, yokluğa vermeye mecbur kalırlar.

Kıdem-Beka:

Allah’ın var etmesiyle var olan eşya, evvellerinin olması cihetiyle "kıdem" sıfatını gösterirler. Keza, her nefsin ölümü tatması, yani her varlığın bir sonunun olması cihetiyle de "beka" sıfatını ilan ederler.

Vahdaniyet

Allah’ın hem zatında, hem de sıfatlarında ve fiillerinde tek olması, yani hiçbirinde benzeri, dengi, ortağı ve yardımcısı bulunmamasıdır.

Muhalefetün-lil-Havadis:

Havadis, hâdis olanlar, yani "sonradan yaratılan, ihdas edilenler" mânâsına gelir. Her mahluk, hâdistir. Ve Muhalefetün-lil-havadis sıfatı, Cenâb-ı Hakk’ın kutsî mahiyetinin, mahluk mahiyetlerine zıt ve muhalif olduğu mânâsına gelir.

Bir misal: Allah kadîmdir, ezelîdir, mahluk ise hâdistir, sonradan meydana gelmiştir. Ezelî olmak, sonradan yaratılmaya zıttır. 

Kıyam-bi-Nefsihi:

Hiçbir varlığın, kendi varlığını kendi iradesiyle ayakta tutmadığını, hepsinin bir ilâhî lütufla varlıklarını sürdürdüğünü düşünen insan, Allah’ın "Kıyam-bi-nefsihi" sıfatına bütün ruhuyla iman eder. Yani, Allah kendi zâtında kâimdir, bütün mahlukatın kıyamları ise O’nun esmâ ve sıfatlarının tecellileriyledir.

11 Allah kendisinden büyük bir (taş) varlık yaratabilir mi?

Bu soruya maddeler hâlinde cevap vermeyi daha uygun görüyoruz:

1. Soruda kasıt vardır:

Bu sorunun hedefi inançları sarsmak, saf zihinleri bulandırmak, masum ve körpe dimağlara zehir akıtmaktır. Bir akrep kıskacı olan bu demogojik soru ile insanlar zehirlenmek istenmektedir. Şöyle ki:

Eğer bu soruya "Evet" diye cevap verilse o zaman "Demek ki sizin Rabbiniz, yarattığı şeyden güçsüzdür." denilecek. Eğer, "Hayır" diye cevap verilse, o zaman da "Demek ki sizin Rabbiniz âcizdir." denilecektir. Her iki halde de -hâşâ- Cenâb-ı Hakk'a acizlik isnadı söz konusudur.

Bu soruyu ortaya atanlar, var olması muhal olan bir şeriki yaratmayı Cenâb-ı Hakk'ın kudretinden talep etmekle Allah’ın Hâlık (yaratıcı), vehmettikleri o şerikin de mahlûk (yaratılan) olduğunu bir ön yargı olarak kabul ettikleri hâlde, daha sonra o mevhum mahlukun Hak Teâlâ'dan büyük olabileceğine ihtimal vermekle, açıkça demagoji yapmaktadırlar.

Bu kimseler Allah’ın kutsi mahiyetinin mahlûk mahiyetine hiçbir cihetle benzemeyeceğini bilememektedir. Eser ustasına hiçbir cihetle benzemeyeceği gibi, Cenab-ı Hak da mahlûkatına hiçbir cihetle benzemez.

Bu hakikati bilmemek, büyük bir cehalettir. Bu cehalete düşenler Allah’ın mutlak kadir, mahlûkun ise sonsuz âciz olduğu gerçeğinden gafildirler.

2. Soruda "imkân-ı vehmî" ile "imkân-ı aklî" birbirine karıştırılmaktadır.

İmkân-ı aklî: Aklen hem olması hem de olmaması mümkün olan şeye denir. Meselâ, yeni evlenen bir insanın, çocuğunun olması da olmaması da mümkündür.

İmkân-ı vehmi: Hariçte vukua gelmesi mümkün olmayan, hakikatsiz ve esassız bir vehimdir. İmkân-ı vehmi hiçbir hükme esas olamaz. Hiçbir delil ve hakikate dayanmadığı için ilim ve mantık imkân-ı vehmi ile meşgul olmaz.

İmkân-ı vehmi sadece "olabilir", "belki" gibi temenni, zan ve hayallerden kaynaklanır.

"Cenâb-ı Hak kendinden büyük bir mahlûk yaratabilir mi?" sorusunda imkân-ı vehmi ile imkân-ı aklî karıştırılmıştır. Bu soru ancak vehmin mahsulüdür; hiçbir hakikate istinad etmeyen bir hurafe, bir safsatadır; aklen muhaldir. Hiçbir akıl, bir mahlûkun Allahü Azîmüşşân'dan büyük olmasını mümkün göremez.

3. Soru ile demagoji yapılmaktadır.

Mantıkta "Gerçek olmayan mukaddemelerle yapılan kıyaslara demagoji veya safsata" denilmektedir. Meselâ duvar üzerine çizilmiş bir insan resmi gören demagog:
“Bu resim konuşur. Çünkü, bu resim insana aittir."

"Her insan konuşur. Öyle ise bu insan da konuşur." diye yanlış bir hükme varır. Cenâb-ı Hakk'ın yaratacağı bir mahlûku -hâşâ- Allah'tan büyük tevehhüm etmek, duvardaki resmi insan kabul etmekten daha büyük bir safsatadır.

Bu soruda esas olarak şu safhalar vardır:

a) Yaratılması vehmedilen varlığın şu anda mevcut olmadığı kabul edilmektedir.

b) Mevhum varlığın yaratılması Allah'tan beklenmekte, böylece Allah’ın Hâlık olduğu, o mevhum varlığın ise mahlûk olacağı kabul edilmektedir.

c) O mevhum varlığın yaratılması Allah'tan istendiği gibi, onun büyüklüğü, gücü, dirayet ve azameti de Allah'tan istenmektedir.

Bu mukaddemelerden Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz büyük, yegâne Hâlık, ezelî ve ebedî ve mutlak Kadir olduğu; o mevhum varlığın ise yaratılmaya muhtaç, âciz, zelil ve miskin olduğu sonucu çıktığı halde, tam tersine o vehmî varlığın Allah'tan büyük olup olmayacağı sorulmaktadır. Bu ise yukarıdaki misâlden çok daha ileri derecede bir safsatadır.

4. Soru pek çok çelişkilerle doludur:

Soru ile yapılmak istenen kıyas, çelişkili hükümlere dayandırılmıştır. Dolayısıyla, bu sorunun "iddia olma" özelliği yoktur. Meselâ, "Sonsuzdan daha büyük bir sayı yazılabilir mi?" sorusu böyle çelişkili bir hükme dayanır. Bu sebeple hiçbir ilmî kıymeti yoktur. Çünkü, sonsuzdan büyük bir sayı olamaz ki, böyle bir soru da sorulabilsin. Eğer sonsuz, erişilmez bir büyüklüğün sembolü ise hiçbir rakam sonsuz ile mukayese edilemez. Sonsuzdan büyük bir rakam düşünülse o zaman da sonsuzluk hakikati ortadan kalkar.

Bu soru da çelişkili kıyaslardan olduğu için, mantıken ve ilmen hiçbir kıymeti yoktur.

Bilindiği gibi bir eserdeki kemâl, onu yapan zatın kemâlinin bir tecellisi, bir göstergesidir. Ve bu eserdeki kemâlin, ustasının kemâlini aşması, ondan fazla olması muhaldir. Bir âlimin, telif ettiği bir kitabına kendi ilminden fazla ilim yerleştirmesi, yahut, bir mimarın kendi maharetini aşan bir eser yapması, güneşin kendi ışığından fazlasını bir damla suya vermesi muhaldir, safsataların en acibidir.

"Cenâb-ı Hak, kendinden büyük bir varlık yaratabilir mi?" sorusu: "Allahü Teâlâ kendi kemâlatından daha fazlasını bir mahlûkuna verebilir mi?" gibi bir saçmalık ifade eder.

Soru, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları, fiilleri adedince muhaller taşır. Bunlardan birkaçını kaydedelim:

Hak Teâlâ'nın sıfatlarından biri "kudret"tir. Soru, bu sıfat yönünden tahlil edildiğinde şöyle olur: "Kudreti sonsuz olan Cenâb-ı Hak, kendinden daha kudretli birisini yaratabilir mi?"

Bu sorunun sahibi, sonsuzluk kavramının cahilidir. Sonsuz kudretten daha büyük bir kudret olamaz ki, böyle bir soru sorulabilsin. Şu sonsuz feza, şu uçsuz bucaksız sistemler, hep O Kadir-i Zülcelâl'in kudretinin tecelligâhıdır. Haşmetli bir dağın âyinedeki tecellisi bir çakıl taşı ağırlığında da olamaz. Hadsiz yıldızlar, uçsuz bucaksız galaksiler hep Cenab-ı Hakk’ın Hâlık isminin tecellileridir. Bu tecellilerin O Kadir-i Mutlak'ı yorması, âciz bırakması düşünülemez. Her an böyle milyarlarca kâinatı yaratsa, bunların tümü o kudret nazarında yine bir zerre kadar da olamaz.

Söz konusu soru, Cenâb-ı Hakk’ın "irâde" sıfatı yönünden tahlil edilirse şu şekle girer: "Mutlak irâde sahibi olan Allah Teâlâ, kendi hükmünü geri bıraktıracak, kendi irâdesini kayıtlayacak bir ilâh yaratabilir mi?"

Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın irâdesi mutlaktır, sonsuzdur. Hiçbir kayıt altına girmez. O'nun irâdesini kayıt altına alacak bir varlığın bulunması muhaldir.

Öte yandan, Cenâb-ı Hakk'ın yaratacağı şey, mahlûk olur. Mahlûk ise Hâlık'ın irâdesi altındadır. Bu soru ile Hâlık'ın irâdesi sınırlı, mahlûkun irâdesi ise sınırsız tevehhüm edilmekte, böylece "sınırlı olanın sınırsız olanı sınırlandırması" gibi büyük zıtlığa ve çelişkiye düşülmektedir.

Soruyu, Allahü Teâlâ'nın "ezeliyeti ve ebediyeti" noktasından düşündüğümüzde şu safsata ile karşılaşırız: "Cenâb-ı Hak, kendinden evvel var olup, kendisinden sonra da varlığı devam edecek olan bir mahlûk yaratabilir mi?"

Ezel ve Ebed Sultanı olan Allahü Azîmüşşan'ın, bir ismi Evvel, bir ismi de Âhir'dir. Varlığının evveli olmadığı gibi, sonu da yoktur. Ezelden evvel ve ebedden öte bir zaman kavramı olamaz ki, böyle bir hurafeye, bir vehme yer olabilsin. Bu safsataya göre, Cenâb-ı Hak ezelî ve ebedî olduğu hâlde, -hâşâ-, fâni ve sonradan yaratılan bir mahluk olacak, yaratacağı o mevhum varlık ise, mahlûk olduğu hâlde ezelî ve ebedî olacaktır.

Cenâb-ı Hakk'ın hayat, semi', basar gibi diğer sıfatları da aynı mantık ve ölçü içerisinde düşünülebilir.

Ne gariptir ki, böyle bir safsata ve bir hezeyan bu asrın cehalet çarşısında müşteri bulmakta, az da olsa bir kısım insanları saptırabilmektedir.

5. Soruda hakikatlerin zıtlarına dönüşmesi istenmektedir.

Bilindiği gibi, bir hakikatin, zıddına dönüşmesi muhaldir. Yine, bir hakikatin kendi mahiyetini korumakla birlikte kendi zıddı olan bir mahiyete girmesi de muhaldir. Meselâ, güneşin, kendi mahiyetini aynen muhafaza ederek suya dönüşmesi, yahut bir insanın "insanlık" mahiyetini hiç kaybetmeden “arslan” olması muhaldir. Misâller çoğaltılabilir. Mahlûkat için, gerçeklerin zıtlarına dönüşmesi böyle binlerce muhaller taşıdığı hâlde, Hâlık Teâlâ hakkında böyle bir şey vehmetmek muhallerin en acibidir.

Yukarıdaki soru ile ulûhiyete ait sonsuz hakikatlerin zıtlarına dönüşmesi tevehhüm edilmektedir. Şöyle ki; soru sahibi bu demogoji ile sonradan yaratılacağından noksan, fâni, âciz, kayıtlı olacak olan o mevhum varlığın hakikatini, zıddı olan sonsuz kudret ve kemâle inkılâb ettirme muhaline düşmektedir. Allah Teâlâ'nın mutlak kemâli, zıddı olan mutlak noksanlığa, mutlak cemâli mutlak çirkinliğe, mutlak kudreti, mutlak acze inkılâb etmez.

O Zât-ı Zülcelâl sonsuz aziz, mahlûkat ise sonsuz zelildir. Allahü Azîmüşşân, sonsuz âlim ve mutlak Hâkim'dir; mahlûkat ise cahil ve mahkûmdur. Allah’ın varlığı vücudu vâcib, Zâtı ezelî ve ebedîdir. Yarattığı ve yaratacağı herşey ise mümkindir, fânidir ve hadistir.

Soru sahibinin vehmine göre, Cenâb-ı Hak ezeli olduğu hâlde, -hâşâ- hadis olacak (sonradan meydana gelecek), yaratılması vehmedilen o varlık ise, hadis olduğu hâlde ezelî olacaktır. Tâ ki, Allahı Teâlâ'dan, -hâşâ- daha büyük olması tevehhüm edilsin.

Allahü Azîmüşşân, sonsuz kadir olduğu hâlde, âciz olacak, O'nun yaratmasına muhtaç olan o varlık ise sonsuz kadir olacaktır!..

Misaller çoğaltılabilir.

6. Soru sahibi vücut (varlık) mertebelerinden habersizdir.

Bu sorunun cevabı, üç kavramın bilinmesine bağlıdır. Bunlar “vâcib, mümkin ve mümteni” kavramlarıdır. Aklen bu üçünün dışında kalan bir başka şık düşünülemez.

Gayet mükemmel bir heykele baktığımızda bu üç hakikati şöyle tesbit edebiliriz:

"Heykelin bir ustası olması vâciptir." Zira, san'at san'atkârsız düşünülemez.

"Bu heykel yapılmadan önce, ustası için heykeli yapıp yapmamak ise mümkündür." Yâni usta için, o eseri yapıp yapmamak olasıdır.

"Heykelin, ustasından daha maharetli, mükemmel, daha güçlü olması ise mümtenidir (imkansızdır), muhaldir."

Aynı hakikati güneş için düşünecek olursak:

Güneşin ışık sahibi olması vâcibdir. Yâni, ışıksız güneş düşünülemez. Güneşi irâde sahibi farzetsek, ışığını dilediğine verip, dilemediğine vermemesi de mümkündür. Güneşin âyinedeki tecellisinin, güneşin büyüklüğüne ve ısısına sahip olup, etrafında on iki gezegeni dolaştırması ise mümtenidir yani imkansızdır.

Yukarıdaki misâller gibi, vücud mertebelerinde de üç hakikat vardır: Vâcib, mümkin, mümteni.

Cenâb-ı Hakk'ın vücudu "vâcib", yaratılmış ve yaratılacak olan her şeyin vücudu "mümkin", Allah Teâlâ'nın şeriki, misli, benzeri ve nazirinin bulunması ve herhangi bir mahlûkunun kendisinden büyük ve güçlü olması ise "mümteni"dir.

Cenâb-ı Hakk'ın vücudu vâcibdir. O'nun vücudu Zât’ındandır. Var olmak için hiçbir sebebe muhtaç değildir. O'nun varlığı mahlûkatın varlığına hiçbir cihetle benzemez. Hiçbir cihetle dengi, eşi ve benzeri yoktur.

Mümkine gelince, mümkin varlığı ile yokluğu eşittir, var da olabilir, yok da olabilir. Mümkinin varlığı da, yokluğu da muhal değildir. Yaratılan ve yaratılma ihtimali olan her şey mümkindir.

Meselâ, kâtibe göre bir harfin yazılıp yazılmaması denktir. Yâni, kâtib, o harfi yazabilir de, yazmayabilir de. Demek ki, harf için iki taraf söz konusudur. Olmak ve olmamak. Kâtib bu iki şıktan hangisini tercih ederse o gerçekleşir. Yazmayı tercih ederse harf yokluktan varlık âlemine çıkar, yazmamayı tercih ederse yoklukta kalır.

Bütün mümkinat, Cenâb-ı Hakk'ın yanında bu harf gibidir. Kâinat, O'nun yaratmasıyla meydana geldiği gibi, yine O'nun irâdesi, kudreti, terbiye ve takdiri ile varlığını sürdürmektedir. Gerek var olmasında, gerekse devam ve bekasında Allah'a muhtaçtır.

Mümkinat âleminde, O Vâcibü'l-Vücudu âciz kılacak bir mahlûkun olması düşünülemez. O'nun ezelî irâdesi ve mutlak kudreti karşısında her şey eşittir. Küçük-büyük farkı yoktur. O kudrete nisbeten bütün galaksilerle bir zerre birbirine denktir. Bir çiçek ile baharın, parça ile bütünün farkı yoktur.

Mümteniye gelince; mümteni, varlığını tasavvur etmek asla mümkün olmayan demektir. Mümkinin "olmak", "olmamak" gibi iki ciheti varken, mümteninin tek ciheti vardır; o da olmamaktadır. Yokluk mümteninin daimî vasfıdır. Onun varlığını tasavvur etmek, çelişki ve tezatları doğurur.

Meselâ, bir rakam ya çifttir ya da tektir. Bir rakamın hem çift, hem de tek olması mümtenidir.

Bir insanın aynı anda hem ayakta hem de oturur olması da mümtenidir.

Bir rakamın sonsuzdan büyük olması da mümtenidir.

Aynen öyle de Cenâb-ı Hakk'ın ortağı ve benzeri olması da mümtenidir.

Mümkinin vâcib'ten büyük olması da mümtenidir.

Mahlûkun Hâlık'tan üstün olması da mümtenidir.

Soru sahibi bir demogoji ile mümteniyi mümkin göstermeye çalışmaktadır.

7. Soru sahibi büyüklük kavramının cahilidir.

Cenâb-ı Hakk'ın büyüklüğü mahlûkata nisbeten değildir. Yâni, O, zâtında büyüktür, büyüklüğü mahlûkat ile kıyasa girmez. O'nun Zâtı hiçbir mahlukuna benzemediği gibi, büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğüne benzemez, takdirle bilinmez. Mahlûkatın büyüklüğü nisbîdir, birbirine göredir.

Bu hakikati bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Güneşin büyüklüğü kar zerrelerindeki tecellileriyle kıyasa girmez. Zira, bütün o tecelliler, parlaklıklarını o güneşten almaktadırlar. Nasıl onunla kıyasa girebilirler?

Bu misâl gibi, ilmi, kudreti, azamet ve kibriyâsı sonsuz olan Allah Teâlâ' nın büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğü ile hiçbir cihetle kıyasa giremez. Zira bütün mahlûkat hep O'nun sıfatlarının ve isimlerinin tecellileridir. Varlıkları O'nun var etmesiyle, hayatları O'nun hayat vermesiyle, nurları O'nun nurlandırmasıyladır. Onların büyüklükleri ancak birbirilerine göredir. O'nun bir mahlûku olan insan aklı ne kadar büyüklük tasavvur ederse etsin ve yine insan hayali büyüklüğü nasıl hayal ederse etsin, bunların hepsi mahlûk büyüklüğüdür. Cenâb-ı Hakk'ın büyüklüğü, düşünülen ve hayal edilen bütün bu büyüklüklerden münezzehtir, yücedir.

Bilindiği gibi, matematik ilminde bir "sonsuz" kavramı vardır. Bütün rakamlar ona nisbetle kıyasa giremeyecek kadar küçük kalırlar. Onların büyüklükleri birbirilerine göredir. Sonsuz için bir ile bir milyarın farkı yoktur. Bu noktada sonsuza nisbeten büyük-küçük fark etmez. Bütün rakamlar, şuurlu kabul edilse, bunların hepsi sonsuzu kavramakta aynı derecede güçsüz ve noksan kalacakları gibi, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz büyüklüğünü anlamakta da bütün akıllar aynı nisbette âciz kalırlar. O mutlak ve sonsuz büyüklük, bu sınırlı akla sığmaz.

Soruda sözü edilen o vehmi varlığın, mahlûk olacağı peşinen kabul edilmektedir. Bir mahlûk ise ne kadar büyük olursa olsun, büyüklüğü mahlûklara göredir ve o daire içinde düşünülür.

Sanatkârın sanatından büyük olduğu tartışma kabul etmez bir gerçektir. Meselâ, Selimiye Camii'ndeki bütün kemâlât ve güzellik hep mimarının kemâlâtından süzülmüş, ilminden dökülmüştür. O taşları bir şaheser hâline getiren, Mimar Sinan'ın ruhundaki incelik, düşüncesindeki derinlik, hissiyatındaki zerafet ve san'atındaki meharettir. Alkış Sinan'adır, takdir O'na gider. Faraza, Sinan'ın ömrü, ebedî olsaydı, daha nice camiler yapar, eserler vücuda getirirdi. O eserlerin hepsi de O'nun büyüklüğüne delil olurdu. Lâkin, onların büyüklükleri Mimar Sinan'ın büyüklüğüyle mukayeseye giremezdi.

Şu kâinat denilen büyük mescid, arşlar, ferşler, sema tabakaları, uçsuz bucaksız galaksiler de hep Allah’ın eseri, icadı ve mahlûkudur. Onlarda tecelli eden bütün güzellikler ve üstünlükler Esmâ-i İlâhiyye'ye aittir. Bütün mevcudat Cenâb-ı Hakk'ın kudretiyle, iradesiyle, hâkimiyetiyle ayakta durmaktadır. Atomlardan galaksilere kadar her şey, her haliyle ve tavriyle, her an O’nun hâkimiyeti ve gözetimi altındadırlar. O'nun hâkimiyeti karşısında her şey mahkûm, O'nun büyüklüğü karşısında her mahlûk zelildir.

İşte yukarıdaki soru, büyüklük mefhumunu bilmemek yanında, Hâlikıyet ve mahlûkıyeti de bilmemekten kaynaklanmaktadır.

12 Sübhanallah ne demektir?

"Sübhanallah" ifadesi, Cenab-ı Hakk'ın mahlukatı ve eserleri karşısında duyulan hayret ve şaşmayı ifade etmek için söylenir.

"Sübhanallah" tespihi, Cenab-ı Hakk'ın zatında, sıfatında ve efalinde bütün kusurlardan ve noksanlıklardan uzak olduğunu ifade eder.

13 Cennette rü’yet yani Allah’ı görme olacak mıdır?

Bir ömür boyu, onun yarattığı şu kâinattan, yine onun ihsan ettiği beden ile istifade eden ve her biri ayrı bir ilâhî ihsan olan akıl, kalp ve hissiyatıyla nice hakikatlere muhatap olan insanoğlu, kendisini bu kadar lütuflara gark eden Rabbini görmeyi elbette aşk derecesinde arzu ediyor. İnsan kalbine yerleştirilen bu arzunun cevabı cennette verilecek ve böylece insan, cennet lezzetlerini çok gerilerde bırakan en ileri ihsana ermiş olacaktır. Rüyet hakkında çok münakaşalar cereyan etmiştir. Onların ayrıntısına girmeyeceğiz. Ana hatlarıyla, Ehl-i sünnet alimleri rü’yetin hak ve câiz olduğunda, mahiyetinin ise bilinemeyeceğinde ittifak etmişlerdir. Dalâlet fırkalarından olan Mu’tezile mezhebinde ise rü’yet kabul edilmez. 

Her şeyi akılla halletmeye çalışan insanoğlu, bu büyük tecellinin nasıl olacağına da az kafa yormuş değil. Gerçekte bu saha aklın değil, kalbin; düşüncenin değil, zevkin sahasıdır. Ama, akıl uzaktan uzağa da olsa bir şeyler anlamak, bazı ipuçları yakalamak ve tatmin olmak istiyor. Allah Resulünün (asm.) ifadesiyle, "Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan kalbine gelmemiş" bir âlem olan cenneti ve en büyük bir ilâhî rahmet olan rü’yeti, bu dünyada nasıl anlayabilir ve nasıl kavrayabiliriz? Ama insan aklı rahat durmuyor. Öte âlemde ihsan edilecek ve ancak orada zevk edilebilecek bir hakikatin aklî izahını bu dünyada istiyor. 

Nur Külliyatından Sözler’de "Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder." buyrulmakla, ruhun başka âlemleri bu göze muhtaç olmadan da seyredebileceğine işaret edilir. Bunun en güzel misâli rüya hadisesidir. Mesnevî-i Nuriye’de ise "Ruhu cismaniyetine galib olan evliyanın işleri, fiilleri, sür’at-ı ruh mizânıyla cereyan eder." buyrulur. Bilindiği gibi, cihet ve yön ancak beden için söz konusudur. Ruh için ön, arka, sağ, sol gibi kelimeler kullanılmaz. O halde, ruh bedene galip olunca yön ve cihet devreden çıkar ve ruh, her tarafı birlikte ve beraber görebilir. Nitekim, Allah Resulü (asm.), arkadan gelenleri de aynen öndekiler gibi rahatlıkla görürdü. Ehl-i cennetin ruhları bedenlerine galiptir. Bir anda birçok mekânda birlikte bulanabilirler. Ve yine cennet ehlinin görmeleri de bu dünyadakinden çok ileri bir seviyededir. Aralarında gölge ile asıl kadar fark vardır. Dünyada sadece maddi eşyayı görebilen insan gözü kabirden itibaren artık melekleri görmeye başlayacaktır. 

Buna bir de rü’yetteki ilâhî yakınlığın nuru eklendiğinde, o kâmil ruh, o anda bir feyze gark olacak ve Rabbini cihetten, mesafeden ve şekilden münezzeh bir keyfiyetle seyrederek, kendinden geçecek ve kalbi nice mânevî zevklerin cevelan ettiği bir ummana dönecek ve o bahtiyar kul, cennetten edindiği zevkle kıyaslanmayacak kadar ileri bir hazzı, Rabbinin rü’yetiyle tadacak, mest olacaktır. 

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, vahdetül-vücut meşrebi için, "Tevhitte istiğraktır." buyurur. Bu fâni âlemdeki görme, işitme, yeme, içme kısacası her şey, ebediyet yurdundakilere göre ancak gölge derecesinde kaldığı gibi, bu dünyadaki istiğrak hâlinin aslı da tariflere sığmaz bir ulviyet ile, rü’yet hadisesinde kendini gösterecektir. Rü’yeti müjdeleyen bir âyet-i kerime:

"Nice yüzler o gün ışıldar, parlar; Rabbine nâzır (O’nun cemâline bakmaktadır)." (Kıyamet, 75/22)

Asrımızın büyük âlimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur:

"Ehl-i sünnet âlimleri bu bakışı 'görme' manasında anlayarak, ahirette müminlerin Allah'ın cemalini göreceğini isbat etmişlerdir. 'Beni asla göremezsin.' (A'râf, 7/143) âyetine sarılan Mutezile de bu bakışı 'bekleme' manasına yorumlamışlardır. Oysa gayesine ulaşmayan beklemenin neticesi neşe değil, hayal kırıklığı ile üzüntü olacağından burada sadece bekleme manasının doğru olamayacağını anlatır."

Araf Suresi 143. ayette geçen "Beni asla göremezsin." cevabı, rü’yet talebinde bulunan Musa aleyhisselâma söylenmiştir. Füsus şarihi, değerli bilim ve fikir adamı Ahmed Avni bey , Musa alehisselâmın rü’yet talep etmesini rü’yete delil olduğunu beyan eder ve buyurur ki: "Rü’yet muhâl olsaydı, Musa (a.s.) böyle bir talepte bulunmazdı.

Ahmed Avni Bey, rü’yet halinde kişinin kendinden geçeceğini, kendisinde varlık namına bir şey kalmayacağını, ilâhî tecelliye ve yakınlığa gark olacağını ifade ederek, cennetteki rü’yet için önemli işaretler verir. 

Rü’yetle ilgili bir âyet-i kerime:

"İyi davrananlar için daha güzel karşılık, bir de ziyade vardır." (Yunus, 10/26)

Ayette geçen "ziyade" kelimesini, Allah Resulü (a.s.m.), "rahmanın cemâline nazar" şeklinde tefsir etmişlerdir.

* * *
Bu kısa açıklamadan sonra, konuyla ilgili Mehmet Kırkıncı Hocanın Rü'yetullah ile ilgili şu makalesini okumanızı tavsiye ederiz:

RÜ'YETULLAH

      Rü’yetullah, müminlerin zamandan ve mekândan münezzeh olan Cenab-ı Hakk’ı cennetten görmeleridir.

      Kelam alimleri arasında en çok münazara edilen mühim meselelerden biri de rü’yetullahtır.

      Rüyet konusunda  farklı görüşler ortaya atılmıştır. Bazı  kimseler rü'yetin hiçbir zaman  mümkün olamayacağını  ifade ederken, bazıları da  Yüce Allah'a hâşâ cisim isnad etme yoluna gitmiş ve böylece ifrat ve tefrite sapmışlardır.  Mutezile gibi bazı mezhep mensupları ise rü’yetullahı inkâr yoluna gitmişlerdir. Onların bu görüşleri sarih bir hata ve büyük bir cehalettir. Bir şeyi inkar etmek, onun olmadığı anlamına gelmez.

       Her meselede olduğu gibi, bu konuda da Ehl-i sünnet cemaati sırat-ı müstakimi takip etmiş, Cenab-ı Hakk’ın ahirette mü'minler tarafından görülebileceğini, ancak bunun keyfiyetinin ve mahiyetinin  bilinmediğini  ifade etmişlerdir. Elh-i sünnet alimleri, rü’yetin mümkün olacağı konusunda müttefiktirler. “MÂdem ki, Allah mevcuttur, öyle ise görülecektir. Zira mevcut olan her şey görülür; öyle ise Cenab-ı Hak da görülecektir, fakat O’nu görmenin mahiyeti ve keyfiyeti  meçhuldür.” demişlerdir.  Rüyetullaha bir mani olmadığı hem aklen  aklen hem de ayet, hadis ve icma ile sabittir.

       Evet, bu dünyada görmek için göze muhtacız, fakat uyku ile başka bir âleme geçince göze ihtiyacımız olmadan rüyada başka alemleri seyredebiliyoruz. Peygamber Efendimiz (sav.): 

“Saflarınızı tamamlayın. Zira ben sizi arka taraftan da görüyorum"[1]

buyurarak,  göz olmadan da görmenin mümkün olduğunu ortaya koymuştur. Demek ki rü’yet, sadece göz ile hasıl olan bir keşif değildir.   

        Ezelden ebede, iki dünyanın zerreleri adedince, Allah’a hamd ve sena olsun ki, bize rü’yet-i cemalini vaat etti. MÂdem vaat etti öyle ise cemalini gösterecektir. Çünkü O’nun vadinden dönmesi muhaldir. Elbette bir mümin için, “sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in” [2] rü’yetine mazhar olmaktan daha büyük bir saadet düşünülemez. Bu nimet elbette cennetlerin fevkindedir. Cenab-ı Hak bizleri de bu büyük nimete lütuf ve keremiyle  mazhar kılsın! Amin!  

“İnsan, kâinatın ekser envaına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyacatı âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış... Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cennet’i de arzu eder. Bir dostunu görmeğe müştak olduğu gibi, Cemil-i Zülcelal'i de görmeye müştaktır.”[3]

Elbette ki, Cenab-ı Hakk’ın bu dünyada ve dünyevi gözle görülemez.  Rü'yetin ancak âlem-i bekada  mümkün ve vaki olacağına esas delil şu ayettir:  

"Musa, tayin ettiğimiz vakitte (Tur’a)  gelip de Rabbi onunla konuştuğu zaman, 'Rabbim! bana (kendini) göster, seni göreyim!' dedi. Rabbi: (ona şöyle) dedi; 'Sen beni asla göremezsin, fakat şu dağa bak; eğer o yerinde durabilirse beni göreceksin.'  Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça etti. Musa da baygın düştü. Kendine geldiği zaman dedi ki; 'Ya Rabbi! Seni tenzih ederim, sana tövbe ederim; ben müminlerin ilkiyim'"[4]

        Hz. Musa'nın  Cenab-ı Hakk’ı görmek istemesi, O'nun görülebileceğine bir  delildir. Zira o, açıkça; "Rabbim bana kendini göster." demiştir. Eğer, rüyet mümkün olmasaydı, Hz. Musa gibi ulul azim bir peygamber, mümkün ve  caiz olmayan bir şeyi talep etmezdi. Hz. Nuh'un, tufana kapılan oğlunu kurtarmak istemesi ve  Hz. Âdem ile Hz. Havva'nın yasak ağacın meyvelerini yemeleri üzerine Yüce Allah onları ikaz etmiş, fakat  Hz. Musa'nın  rüyet talebine mukabil,  onu ikaz etmemiş, Hz. Nuh'a dediği gibi "Böyle bir şeyi benden isteme! Sana öğüt veriyorum, cahillerden olma." dememiştir. Eğer Hz. Musa da Cenab-ı Hakk’ın koymuş olduğu sünnetullah  kanunlarına muhalif bir talepte bulunmuş olsaydı elbette ki o da, diğer peygamber gibi serzenişe maruz kalır ve  Allah tarafından ikaz edilirdi.

       Hz. Musa (as.) Cenab-ı Hakk’ın bu dünyada görülemeyeceğini elbetteki çok iyi biliyordu. Fakat onun böyle bir şeyi talep etmesi, kendi heva ve hevesinden değil, ümmetinin ona: “Rabbini bize göster.” demesinden dolayıdır. Hz. Musa böyle davranmakla, rü’yetin bu dünyada mümkün olamayacağını ümmetine vahiy ile ispat etmiş ve bu noktada akli delil ile nakli delili birleştirmiştir. Yoksa Hz. Musa gibi bir peygamber elbette mümteni ve muhal olan bir şeyi talep etmez. Zira muhali talep abestir, yersizdir ve peygambere yakışmayan bir davranıştır. Mümkün olmayan bir şeyi talep etmek, ancak cahillerin işidir.

      Hz. Musa, (as.) ümmetine; “Siz Allah’ı bu dünyadan göremezsiniz.” deseydi, bu  kâfi olurdu. Cemal ve celal-i ilahiyeye layık olmayan bir şeyi talepten ümmetini men etmek ona vacip idi. Daha önce de  İsrail oğulları Hz. Musa’dan çok yersiz ve muhal olan şeyleri talep etmişlerdi. Zira  birçok peygamberi katletmiş olan İsrail oğullarının zulüm ve  cehaletleri yeri göğü dolduracak kadar vahimdir. 

     Büyük âlim merhum Ömer Nasuhi Bilmen de rü’yetle alakalı olan yukarıdaki ayetin tefsirinde şöyle buyurmaktadır: 

“Hazret-i Musa bir peygamber-i âlişandır. Eğer bu rü’yet haddizatında mümteni olsaydı elbette o bunu bilir,  böyle bir istirhamda bulunmazdı. Maahaza eğer rü’yetullah mümteni olsaydı, Cenab-ı Hak, “Ben görülemem” diye buyururdu. 'Sen beni göremezsin.' diye buyurmazdı. Bir de rü’yeti İahiye caiz olan bir emrin vücuduna, yani dağın istikrarına tâlik edilmiştir… Bu ayet-i kerimede beyan buyrulan tecelliden murat bir nevi rü’yettir. Demek ki, dağ, bir nevi hayata, rü’yet kabiliyetine nail olmuş, rü’yet-i İlahiyeye nailiyet şerefine kavuşmuş, fakat bunun azamet ve mahabeti tesiriyle parçalanmıştır. Binaenaleyh, insan için de rü’yetullah mümkündür, fakat insanlar bu rü’yete bu dünyada tahammül edecek bir kabiliyeti haiz değildirler. Ehl-i iman ahiret hayatında bu muazzam  nimete de nail olacaklardır. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz de bir nevi uhrevi bir hayat olan miraç gecesi ulvi bir alemde bu rü’yet şerefine nail olmuştur.”[5]

      Füsûsül  Hikem adlı eserin tercümesini yapan büyük fikir adamı Ahmet Avni Konuk Bey de şöyle der:

      “Musa eleyhisselamın rü’yet talep etmesi rüyetin câiz olduğuna delildir.  Kendi ifadeleriyle; “Cenab-ı Musa’nın taleb-i rü’yeti cevaz-ı rü’yete bürhandır. Zira rü’yet muhâl olsaydı, Musa (a.s) talep etmezdi.”

     Cenab-ı Hakk’ın rü’yetine mazhariyet âlem-i ahirette olacaktır. Bediüzzaman Hazretleri; “O miraç yoluyla beka âlemine girdi.” [6] buyurarak, Hz. Peygamberîn (sav.) Cenab-ı Hakk’ı, ahiret aleminden gördüğünü, bunun bu dünyada mümkün olmayacağını ifade etmiştir. İbn Abbas (r.a); Peygamber Efendimiz’in (sav.) “Ben Rabbimi gözümle  gördüm” dediğini ifade etmiştir.  Bu hadis-i şerifi  Hz. Enes,  Hz. Ebuzer,  Hz. Kâb ve Zühri de rivayet etmiştir.

     Şunu hemen ifade eldim ki, Peygamber Efendimiz (sav.) Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “çok merâtib-i küllîyeden” geçtikten sonra, ancak Cenab-ı Hakk’ın rü’yetine  mazhar oldu. Allah Resûlü (sav.) miraç ile yedi kat semayı geçti, birçok peygamberle görüştü, kürsiyi, arşı, geride bıraktıktan sonra Sidret-ül Münteha ve Kab-e Kavsey’ne, yani imkan ve vücub arası olan ilâhi visalin en mahrem bucağına erişti,  sonsuz sırları müşahede ettikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın cemalini görme şerefine mazhar oldu.

      Müminler de Cennette böyle ali bir  şerefe mazhar olmak için,  ölüm yolculuğu ile kabir, berzah, mahşer, mizan, sırat gibi bir çok safhalarından geçtikten ve Cennete layık bir kıymet aldıktan sonra inşallah oraya girecek,   bütün latifeleri, duyguları, hissiyatları  öyle inkişaf edecek ve öyle bir kıvama gelecek  ki,  hadis-i şerifte ifade edildiği gibi,  bir dolunay gecesi,  ayı çok rahat bir şekilde  gördükleri gibi, Cenab-ı Hakk’ı da o şekilde perdesiz göreceklerdir. Musa (as.) bu şekilde bir terakki yolculuğuna çıkmadan, Allah’ı görmek istediği için,  rü’yetin dağdaki tecellisine bile  dayanamayıp bayılmıştı.

      Evet, imtihan için bu dünya misafirhanesine  gönderilen insanlardan,  Cenab-ı Hakk’a iman edenler, O’nu hakiki sevenler, rızasına uygun yaşayıp, O’nun istediği gibi hareket edenler,   emir ve yasaklarına riayet edip  nefsini ıslah edenler, buradan şehadetnamelerini alarak ebedî bir hayatta nihayetsiz nimetlere ve saadetlere mazhar olacaklardır. Kalbini namaz ile tezyin edip günde en az beş defa Cenab-ı Hakk’ın manevi huzuruna çıkan müminler, cennette de biiznillah O’nun rüyetine nail olacaklardır. Evet zikirleri Allah,  muhabbet ve ünsiyetleri O’nu  hamd ve sena, tazim ve tebcil,  zikir ve tesbih olan  müminler hiç şüphesiz ki, nimetlerin en büyüğü  rü’yetullaha mazhar olacaklardır. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır: 

“O gün yüzler vardır, Rablerine bakıp parıldayan”[7]

      Ehl-i sünnet âlimleri, rü’yetullaha dair en kuvvetli delillerden birisinin de bu ayet olduğunu ifade etmişlerdir.

      Merhum Ömer Nasuhi Bilmen bu ayetin tefsirinde şöyle der:

 “O mesut kullar, (Rablerine nazar edicidir) ler. O mabud-i kerimlerini bilâkeyf ve bilâ cihetin görmek şerefine nâil olacaklardır. Böyle bir tecelliye mazhariyet ise bütün manevi zevklerin fevkinde bulunacaktır.”[8]

      Merhum Hamdi Yazır Efendi ise bu ayetin tefsirinde şöyle buyurur:

 “Nice yüzler o gün nedaretlidirler. Muvaffakiyet neşesiyle sürur içinde ışıldar, parıldar. Çünkü إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ Rabbine nâzırdır. Onun cemaline bakmaktadır. Ehli sünnet bu bakışı rü’yet manasıyla anlayarak ahirette müminlerin cemalullahi rü’yetini ispat etmişlerdir. لَن تَرَانِي  ye sarılan Mutezile de bu bakışı intizar manasına haml eylemişlerdir. Halbuki gayeye irmiyen intizarın neticesi neşe değil, inkisarı hayal ile elem olacağından burada sade intizar manasının doğru olamayacağını anlatır.”[9]

     Büyük Alim Konyalı Mehmed Vehbi Efendi ise bu ayetin tefsirinde şöyle buyurur:

“Yani, insanlardan birçok kimselerin yüzleri nadratlı ve Behçetli ve görmüş olduğu nimetler üzerine sürurlu olur. Bu nimetlerden en büyüğü Vacip Tealanın cemalini müşahede ile mütenaim olmaktır."

"Fahri Razi’nin beyanı veçhile bu âyet; ahrette bazı kimselerin Allah’u Tealâ’yı görmek için indel akıl bir mani yoktur. Çünkü Vacip Tealâ mevcuttur, her mevcudu insanın görmesi caizdir ve naklen de rü’yet-i İlahiye vaciptir. Çünkü; rü’yet-i İlahiyenin vuku bulacağına delalet eder bir çok nusus-u celile vardır. Binaenaleyh; ehl-i imanın Vacip Tealâ’yı göreceklerini itikat etmesi vaciptir. Ehl-i sünnetin mezhebi de budur. Amma firak-ı dalleden Mu’tezile bu dünyada rü’yete lazım olan şartları nazar-ı itibara alarak ahrette rü’yeti inkâr ederler. Halbuki rü’yete bu dünyada lazım olan şartlar ahirette lazım olmaz. Zira; ahirette rü’yet bir kuvvetle olur ki, o kuvvetin halıkı Allahü Tealâdır. Kendi cemalini görmekle müşerref kılmak istediği kullarında  görmeye liyakat ve kuvvet halk eder, gösterir. Binaenaleyh; ahrette  rü’yet bu dünyadaki rü’yete kıyas olunmayacağından rü’yetin dünyada levazımından olan şartlar ahrette lazım olmaz.”[10]

      Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:  

“İyi davrananlar için cennet ve nimetleri ve (bir de) ziyade vardır.”[11]

Bu ayette  geçen "ziyade" kelimesi, "Allah'a nazar etmek" şeklinde tefsir edilmiştir. Ubeyy b. Ka'b'a  isnada göre, Hz. Peygambere "ziyade" kelimesinin manası sorulduğunda, Hz. Peygamber (sav.); "Rahman’ın vemaline nazardır" diye cevap vermiştir. Ayrıca bu hadis-i şerifi, Hz. Ebubekir, Hüzeyfe İbn Yeman, Abdullah İbn Abbas, Said İbn Müseyyeb,  Hz. İkrime, Amr İbn Sad ve Katade gibi meşhur zatlar da  rivayet etmişlerdir.

    "Ziyade"nin Cennet nimetlerinden ayrı bir şey olduğunu Fahrettin Razi Hazretleri şöyle ifade etmiştir: 

"Üzerine ilave olunan şey, belirli bir miktar ile tayin edildiği zaman 'ziyade'nin o şeyin cinsinden olması gerekir. Fakat belirli bir miktar ile tayin olunmamışsa, 'ziyade'nin ondan başka bir şey olması gerekir. Mesela, bir kimse, 'Sana on kilo buğday ve bir de ziyade verdim.' derse, bu ziyadenin buğday cinsinden olduğu anlaşılır. Fakat miktar tayin etmeksizin 'Sana buğday ve bir de ziyade verdim.' derse, buradaki 'ziyade' buğdaydan farklı bir şey olması gerekir ve öyledir."[12]

     Evet ayette "Cennet ve bir de ziyade" ifadesi vardır. Öyle ise, söz konusu olan nimetin, Cennetten farklı bir şey olması gerekir ki, o da rüyettir.

      Buhâri ve Müslim’in meşhur hadislerinde yer alan, Ebu Said ve Ebu Hüreyre’den rivayet edilen sahih bir hadiste şöyle buyrulur: Ashaptan bazı kimseler:

“Ey Allah’ın Resulü! Biz kıyamet günü Rabbimizi görecek miyiz?” diye sordular.  Resulullah (sav.): 

“Sizler, bulutsuz bir günde güneş ve ayı görmekten rahatsız olur musunuz?” diye sordu. Onların hayır demeleri üzerine  Allah Resulü (sav.) şöyle buyurdular: 

“İşte siz Rabbinizi böylece göreceksiniz.”

     Cerir İbnu Abdillah’tan rivayet edildiğine göre: Resulullah (sav) bir dolunay gecesi, aya baktı ve:

 "Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O'nu görmede bir sıkışıklığa düşmeyeceksiniz (herkes rahatça görecek). Artık, güneşin doğma ve batmasından önce hiç bir namaz hususunda size galebe çalınmamasına gücünüz yeterse bunu yapın (namazları vaktinde kılın, vaktini geçirmeyin).”[13]

     Burada Ay’ın görmeğe teşbih edilmesi, rüyetin perdesiz, cihetsiz, net ve kesin olarak tahakkuk edeceğine işarettir. İmam-ı Azam Hazretleri “El- vasıyye” adlı eserinde şöyle der: “Cennet ehli için keyfiyetsiz, cihetsiz, teşbihsiz olarak Allah’a kavuşmak haktır.”

     Evet, cihet ve yön beden için söz konusudur. Ezeli ve ebedi olan Cenab-ı Hak maddeden ve cisimden münezzehtir ve mahiyeti hiçbir mahiyete benzemez. O, vehimlerin tasavvurundan, zihinlerin takdirinden, akıl ve fikrin ihatasından,  zamandan ve mekândan münezzehtir. Çünkü O, Vacib’ül vücuttur, ezeli’dir, ebedi’dir.

“Yani, ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’âlinde nazîri yoktur, misli olmaz, şebîhi yoktur, şerîki olmaz. Evet, bütün kâinatı, bütün şuûnâtıyla ve keyfiyâtıyla kabza-i rubûbiyetinde tutup bir hane ve bir saray hükmünde, kemâl-i intizamla tedbîr ve idare ve terbiye eden bir Zât-ı Akdese, misil ve mesîl ve şerîk ve şebîh olmaz, muhâldir.”[14]

Cenab-ı Hakk’ın  mebde' ve müntehası yoktur. Uluhiyet ve rububiyette dengi, eşi, misli, benzeri, şeriki, şebihi ve yardımcısı yoktur. 

      Evet, Hâlık'ın mahiyeti başka, mahlukatın mahiyeti başkadır. Hiçbir eserin, ustasına benzemediği bilinen bir gerçektir. Meselâ, bir saat ne zâtı, ne mahiyeti, ne sıfat ve fiilleri itibariyle ustasına benzemez. Bunların her ikisi de mahlûk cin­sinden oldukları halde, aralarında bu kadar büyük bir mahiyet farklılığı olursa, elbette ki,  bütün varlıkların Hâlık'ı olan Cenâb-ı Hakk'ın kudsî mahiyeti de  O'nun yarattığı  hiç bir  mahlukun mahiyetine  benzemeyecektir. Bediüzzaman Hazretlerinin de ifade buyurduğu gibi;

“Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de  benzemiyor.”[15]

      Peygamber Efendimiz (sav.)  başka bir hadis-i şeriflerinde de şöyle buyururlar:

"Cennetlikler cennete girince Allah Teala Hazretleri: 'Bir şey daha istiyorsanız söyleyin, onu da ilaveten vereyim!' buyurur. Cennetlikler:

'Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi? Sen bizi cennete koymadın mı? Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı (daha ne isteyeceğiz?)' derler. Derken perde açılır. Onlara, yüce Rablerine bakmaktan daha sevimli bir şey verilmemiştir.”[16] 

Süheyb der ki: "Resulullah bu sözlerinden sonra şu ayeti tilavet buyurdular: "İyi iş, güzel amel yapanlara, daha güzel iyilik bir de ziyade vardır.”[17]

    Muhaddisler bu hadis-i şerifi şöyle şerh ve izah etmişlerdir:

“Cennet ehli için Cenab-ı Hakk’a nazar etmekten daha lezzetli, daha tatlı ve daha zevkli  bir nimet yoktur. Cennetin her tarafından rü’yetullah mümkün olacaktır. Cennetteki dereceler farklı olduğu gibi, cennet ehlinin de dereceleri farklıdır. Bu bakımdan, her mümin iman, ubudiyet, takva, hayır ve hasenatı nispetinde, kimi haftada bir, kimi ise sabah akşam  rü’yetullah  nimetine mazhar olacaklardır. Bu rü’yet yetmiş bin perde arkasından olacaktır. Eğer o perde açılsa O’nun nuru gözün gördüğü her  yeri yakar.”

     Dört büyük mezhepten biri olan Hanbeli mezhebinin müessisi  İmam-ı Ahmed İbn Hanbel der ki: “Bize Ebu Muâviye, Abdullah İbn Ömer’den  Resullullahın şöyle buyurduğunu nakletti: “Cennet ehlinden derecesi en aşağıda olanı; iki bin sene genişliğindeki kendi mülküne bakar,… eşine ve hizmetçilerine nazar eder. Onların mertebe bakımından en üstün olanı ise; günde iki defa Allah Teâlâ'nın zatına nazar eder.”

      Bediüzzaman Hazretleri de en büyük nimetin rü’yetullah olduğunu şöyle ifade etmektedir:

“İman ve muhabbetullahın neticesi: Ehl-i keşif ve tahkikin ittifakıyla; dünyanın bin sene hayat-ı mes'udanesi, bir saatine değmeyen Cennet hayatı ve Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh cemal ve kemal sahibi olan Zât-ı Zülcelal’in müşahedesi, rü’yetidir ki; [18] hadîs-i kat’î ile ve Kur’anın nassıyla sabittir. Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm gibi muhteşem bir kemal ile meşhur bir zâtın rü’yetine iştiyaklı bir merak, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir cemal ile mümtaz bir zâtın şuhuduna meraklı bir iştiyak; herkes vicdanen hisseder. Acaba dünyanın bütün mehasin ve kemalâtından binler derece yüksek olan Cennet’in bütün mehasin ve kemalâtı, bir cilve-i cemali ve kemali olan bir zâtın rü’yeti, ne kadar mergub, merak-aver ve şuhudu ne derece matlub ve iştiyak-aver olduğunu kıyas edebilirsen et...”[19]

       Yine Bediüzzaman Hazretleri, Peygamber Efendimiz’in (sav.) miraçtan getirmiş olduğunu meyvelerden birinin de rü’yetullah olduğunu şöyle ifade etmektedir:

“Dördüncü Meyve:

"Rü'yet-i cemalullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü'mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin. Yani: Her kalb sahibi bir insan; zîcemal, zîkemal, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemal ve kemal ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Halbuki bütün mevcudattaki cemal ve kemal ve ihsan, onun cemal ve kemal ve ihsanına nisbeten; küçük birkaç lemaatın, güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü'yete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zât-ı Zülcelali Velkemal'in saadet-i ebediyede rü'yetine muvaffak olması, ne kadar saadet-aver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.”[20]

    İdrak ile Rü’yetin Farkı

     Bazı kimseler, özellikle de mu’tezile mezhebi rü’yetullahın mümkün olamayacağına "Gözler O’nu idrak edemez. O bütün gözleri idrak eder"[21] âyetini delil  göstermektedirler. Ayette geçen idrak kelimesi, bir şeyi her cihetiyle anlamak demek değil, mahdut olan bir şeyi ihata etmek anlamındadır. Bu bakımdan, idrak  ile rü'yet aynı şey değildir. İdrak hususi, rü'yet ise umumidir.  Ayette asıl vurgulanmak istenen husus; “Her göz sahibi O’nu idrak edemez.” demektir. İbn Kesir şöyle der: "Bu gözler idrak edemez" demek kıyamet gününde Allah'ı göremez demek, değildir. Çünkü Allah mü'min kullarına, dilediği gibi görünecektir. Fakat gözler, Yüce Allah'ın azamet ve celâlini mahiyetiyle idrak edemezler.”

      Cenab-ı Hakk’ın  idrak etmesi ise, yarattığı her mahluku hakkıyla bilmesidir. O, her latif olanı bilir, gözleri de idrak eder. Zira gözü veren O’dur. “Çünki meselâ, gözü veren zât, hem gözü görür, hem ince bir mana olan gözün gördüğünü görür, sonra verir.”[22]

 “Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki, O, göğüslerin özünü bilir. Yaratan bilmez olur mu? O, latiftir, (en ince işleri görüp bilmektedir) ve her şeyden haberdardır.”[23]

      Malumdur ki, letâfet, kesâfetin zıddıdır, incelik manasınadır. Bir ismi “Latif” olan Cenab-ı Hak yarattığı her mahlukun her şeyini, bütün incelikleriyle bilir, kullarına lütuf ve keremde bulunup, onlara karşı son derece şefkat ve merhamet eder.

     Evet insan her gördüğü şeyi idrak edemez. Su üzerinde ihtisası olmayan bir insan, bir nehre baktığında sudan başka bir şey göremezken, bir elektrik mühendisi o nehrin arkasında şelâleleri ve elektrik cereyanını  müşahede etmektedir. Büyük bir deryaya bakan bir insan, o deryanın derinliklerinde nelerin olduğunu idrak edemez, inci, mercan ve yakut gibi paha biçilmez  mücevheratları göremez. Aynı şekilde  âmi bir insan, güneşe bakınca onu bir elma kadar zanneder, ama bir astronomi âlimi, o güneşin bu dünyadan bir milyon üç yüz bin kat daha büyük olduğunu, onda nice patlamaların meydana geldiğini  bilir ve görür.

  Sıradan bir insan, kanı, kırmızı bir su olarak görürken, bir doktor o kan içindeki milyarlarca alyuvar ve akyuvara nazar edebilmektedir.

   Botanik ilminden habersiz olan  bir kişi bir bitkinin yüzüne   bakıp dururken, o fende terakki etmiş ve ihtisas yapmış bir kişi, onda  gizli olan birçok hikmetleri ortaya çıkarmakta ve bir eczacı ise onlardan ilâç yapmaktadır.

   Fahreddin Razi, idrak ile rü'yetin farkını şöyle izah etmektedir;

   “Rü'yet ikiye ayrılır: Birincisi: Sınırları ve sonu olan bir şey, bu sınırlar ve son ile görüldüğü zaman, o şeyin görülmesi, idrak ile ifade edilebilir. Bu takdirde rü'yet ile aralarında bir fark olmayabilir.

    İkincisi ise; hudutsuz ve nihayetsiz olan bir şeyin görülmesidir ki; onun idrak edilmiş olduğu anlamına gelmez. Buna göre, rü'yetin bazen idrakle birlikte, bazen de idrakten ayrı olarak meydana geldiğini söylemek mümkündür. Şimdi her iki halde de "rü'yet" kelimesinin kullanılması mümkün olsa ve mesela "falan şeyi gördüm" denilmek suretiyle, hem mücerred rü'yet, hem de idrakle birlikte rü'yet kastedilmiş olsa bile; idrak kelimesinin kullanılması ve mesela, "falan şeyi idrak ettim" denilmesi, idrak etmeksizin mücerred rü'yetin kastedilmiş olduğuna delalet etmez.

   Bundan da anlıyoruz ki; rü'yet genel, idrak ise özeldir. Her idrak rü'yettir, fakat her rü'yet idrak değildir.”[24]

     Şunu hemen ifade edelim ki, göz her şeyi göremediği gibi akıl da her şeyi  anlayamaz, idrak edemez. İnsan sesi duyar, kokuyu hisseder, ama göremez. Cenab-ı Hak insanı bunları görecek bir kabiliyette yaratabilirdi, ama bazı şeylerin görülmemesi de büyük bir nimettir. Eğer insan mesela elindeki mikropları görseydi, asla yiyip içemezdi. Karıncanın ayak sesini duysaydı, bu dünya onu daima rahatsız eden gürültülü bir hane haline gelirdi.

   Evet göz  her şeyi göremediği gibi, akıl da her şeyi idrak edemez. Zira akıl da bir mahluktur, mahduttur ve sınırlıdır. İdraki sınırlı olan bir  akıl, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudretini, ilmini, büyüklüğünü ve iradesini hakkıyla kavrayamaz, lâyıkıyla  bilemez. Bediüzzaman Hazretleri’in ifadesiyle; “İki kutbun dairesindeki hesab rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde”[25] olan  şu uçsuz bucaksız  kainatın büyüklüğünü rakamlarla ifade etmek mümkün değildir. Ancak kâinat ne kadar büyük olursa olsun, mahduttur, mahluktur, fakat  Cenab-ı Hakk’ın ilmi, iradesi ve kudreti gibi bütün sıfatları nihayetsizdir.

   Kemal-i azamet ve azamet-i kemaliyle kâmil olan Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğünü idrak etmede akıllar aciz kalır. Nitekim Hz. Ebubekir (ra): “Allah’ı bilmede aczini bilmek, Allah’ı bilmektir.”  diye buyurmuştur.

      Bediüzzaman Hazretleri de bu hakikati şöyle ifade eder, buyurur:

   “Ey Kebir! (Ey büyüklüğünün nihayeti olmayan ulu Allah’ım!) Sen öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki, azametini tavsîf etmekte akıllar âciz, ceberûtunun künhüne  erişmekte fikirler çaresiz kalır.”[26]

    “O’nun vasıflarının sonunu getirmekten diller tutulur. O’nu gereği gibi  tanımaktan akıllar aciz kalır.”[27]

     Cenab-ı Hakk’ın   kudreti nihayetsizdir, ilmi nihayetsizdir, iradesi nihayetsizdir, lütuf ve keremleri nihayetsizdir.  İlmi ezelden ebede her şeyi kuşatmıştır, eşyanın mahiyetini hakkıyla bilir. Yaratılan ve yaratılmayan her mevcut,  semavat ve arz, mazi ve müstakbel O’nun huzurunda ve  ilminde bir nokta kadardır. Cenâb-ı Hakk'ın bütün sıfatları bütün sıfatları  ezelidir,  ebedidir ve mut­laktır. Çünkü o Vacib-ül Vücuddur, yani, varlığı zatındandır, ezelidir, ebedidir, olması vacip, olmaması muhaldir.

     Bütün mahlukat gibi insan ise “mümkin-i vücuttur.” Yani, olup olmaması müsavi; bir zamanlar  yoktuk, bugün varız, yarın ise bu dünyadan ahiret âlemine göçeceğiz.

     Bu bakımdan,  mümkin olan, Cenab-ı Hakk’ın Zat-ı Kibriyasını idrak edemez. Zira; 

“Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez.” [28]

     Üstad Bediüzzaman Hazretleri, "Akıl, ubûdiyyet vazifesini ifâ içindir, esrar-ı Rubûbiyet’i idrâk için değildir,” ifadesiyle, insanın Rubûbiyyet'in sırlarını çözmek için vazifeli olmadığını ve ona gücü yetmeyeceğini  ortaya koymuştur.

  İnsan, kendi  ruhunun, aklının hatta en basit bir bitki hayatının dahi mâhiyetini tam olarak  bilememektedir. Eşyanın mâhiyetini de ancak Allah (c.c) bilir. Çünkü mevcudatın ustası ve yaratıcısı odur.

      İbn Abbas’ın (ra) naklettiğine göre, bazı insanların Allah’ın zatını düşünmek istemeleri üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v): 

“Allah’ın yarattıklarını düşünün. O’nun zatını  düşünmeyin. Allah’ın zatı hakkında düşünmeye güç yetiremezsiniz.” [29] buyurdu.     

     Nitekim akıl ve marifette en ileri, Cenab-ı Hakk’ı tanımada en mükemmel bir bahr-i kemalat, esmâ-i ilahiyenin en mükemmel aynası ve saltanat-ı ilâhiyenin en büyük  dellalı,  ilâhi esrarların membaı ve iki âlemin güneşi  olan  Hazret-i  Peygamber (s.a.v)  bütün mahlukatı okuyup yeryüzündeki mektebini bitirdikten sonra, miraç vasıtasıyla ferşten arşa yükseldi,  yedi kat semayı geçerek Sidret-ül Münteha ve Kab-e Kavsey’ne, yani imkan ve vücub arası olan ilâhi visalin en mahrem bucağına erişti, cenneti ve cehennemi gördü,   sonsuz sırlara vakıf oldu, oradaki harika eserleri ve nice âlemleri  okudu ve zamandan ve mekândan münezzeh olan Cenab-ı Hakk’ı miraçtan baş gözü ile gördü. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir: 

(Peygamberin) gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı. Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.”[30] 

Bu ne ulvi ve büyük bir makam. Beşer bunu anlamada aciz kalır. Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi;

       “Elbette o Zât-ı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, dua neticesi olarak öyle bir makam ve mertebededir ki, bütün ukûl toplansa bir akıl olsalar, o makamın hakikatını tamamıyla ihata edemezler.”[31]

    Buna rağmen, Hz. Peygamber (s.a.v) o ulvi makamda, Allah’ın azameti karşısında acziyetini ifade eden, yerleri ve yedi kat semayı çınlatan, bütün  semavat ehlini, melekleri ve ruhanileri lebbeyk dedirten şöyle  muhteşem  ve ulvi bir ezan  okudu:

    “Subhâneke mâabednâke hakka ibâdetike yâ mabud” ( Ey yaratılanların gerçek ma’bâdu! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim ki, seni hakkıyla tespih edemedim.”

   Subhâneke mâarefnake hakkamarifetike ya maruf”  (Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni tam bir marifetle bilemedim).

   Subhâneke mâabednâke hakka ibadetike yâ me’ruf” (Ey yaratılanların gerçek ma’bûdu! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim ki, seni hakkıyla tespih edemedim.)

   Subhâneke mâzekernâke hakka zikrike yâ mezkür” “Ey bütün yarattıkları tarafından zikredilip anılan! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim ki, seni hakkıyla zikredemedim.”

   Subhâneke mâşekernâke hakka şükrike yâmeşkür” “Ey bütün varlıkların kendisine şükrettiği! Sen’i bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim ki, sana hakkıyla şükredemedim.”

       Hz. Peygamber bu  şekilde acziyetini ifade ederse, elbette bizim bu aklımızla bu meseleyi anlamamız mümkün değildir. Bir ehl-i irfanın ifade ettiği gibi; “Bu küçücük aklımızın terazisiyle o muazzam hakikatlar tartılmaz.

            "İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez.
            Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”
[32]

      Evet, bu dünya gölgeler âlemidir, asıllar ise  ahirette. Gölgede yaşayan bir insan, buradan asılları anlayamaz. Zira Peygamber Efendimiz’in (sav.) ifadesiyle; “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de kalbi beşere hutur etmiş” bir âlem olan cennetin mahiyeti anlaşılamadığı gibi, onun çok ötesinde  büyük bir ikram olan rü’yetin mahiyeti de bir gölge hükmünde olan bu dünyada asla anlaşılmaz, idrak edilmez.   

      Bediüzzaman Hazretlerinin Arapça olarak kaleme aldığı “Tefekkürname” adlı Yirmi Dokuzuncu Lem’anın tercümesinden bazı kısımları dikkatinize sunmak istiyorum:   

     “Ey bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Zat-ı Akdes!

       Biz Seni lâyıkıyla sena edemeyiz, kemal sıfatlarını saymakla bitiremeyiz. Sen öyle bir Zat-ı Zülcelâl’sin ki, ancak Furkan’ında kendi zatını sena, habibinin Sen’in izninle Sen’i sena ve bütün masnuatının Sen’in intakınla Sen’i sena etmektedirler.

      Ey bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Mâruf!

   Biz Sana lâyık bir marifetle Seni tanıyamadık. Sen öyle bir Hakim-i Zülcelâl’sin ki, bütün masnuatının mu’cizatıyla ve bütün mahlukatının tavsifatıyla ve bütün mevcudatının tarifatıyla ancak tarif edebilirsin.

     Ey bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Mezkur!

     Biz Sana lâyık bir zikirle Sen’i zikredemedik. Sen öyle bir Rabb-i Zülcelâl’sin ki, bütün mahlukatının hususi lisanlarıyla ve kitab-ı kâinatın kelimatı olan bütün mevcudatının nefisleriyle ve mahlukatın olan bütün zevilhayatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri tahiyyatıyla, bütün eşcar ve nebatatın da ihtizazla zikreden mevzun yapraklarıyla zikrine layıksın.

     Ey bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Meşkûr!

     Biz Sana olan şükrümüzü hakkıyla eda edemedik. Sen öyle bir Rahim-i Zülcelâl’sin ki, gözler önündeki şehirlerin başları üstündeki ihsan içinde ihsanatının bütün senalarıyla ve kâinat çarşısındaki in’am içindeki bütün ni’metinin ve rahmetinin bütün meyvelerinin manzumatıyla ve eşcar ve nebatatın ince nazik dallarında dizilmiş bütün mevzun ve muntazam çiçek ve salkımlarının tahmidatıyla şükrüne lâyıksın.

      Sen’i her türlü kusur ve noksandan tenzih ederiz, ey nihayet derecede şe’n-i azam, gayet derecede zahir ve bahir burhan-ı müzeyyen sahibi Zat-ı Zülcelâl!

     Ey bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Ma’bud!

     Biz San’a layık bir ibadetle kulluk edemedik. Sen öyle bir Ma’bud-u Cemil-i Zülcelal’sin ki, bütün melaike ve zevilhayatın, bütün anasır ve mahlukatın kemal-i itaat ve imtisal ve intizam ve ittifak ve iştiyakla ettikleri bütün ibadetlere lâyıksın.

      Biz Sana lâyık bir tesbihat ile Sen’i hakkıyla tesbih ve tenzih edemedik. Halbuki, شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَإِن مِّ  ayetinin delaletiyle, bütün semavat ve arz, içindekilerle beraber Seni tespih ederler. Hiçbir şey yoktur ki Sen’i hamd ile tesbih etmesin! Ben dahi onların bütün tesbihatıyla Sen’i takdis ederim.

     Hem sema ve arz, içindeki bütün masnuatın bütün tesbihatıyla ve bütün mahlukatının bütün tahmidatıyla Sen’i tesbih eder. Ben dahi onların bütün tesbihat ve tahmidatıyla Sen’i takdis ederim.

     Hem arz ve sema, Sen’in bütün peygamberlerinin ve bütün velilerinin ve bütün meleklerinin (salat ve selâmın onlar üzerinde olsun) bütün tesbihatıyla Sen’i tahmid ile tesbih eder. Ben dahi onların bütün tesbihat ve tahmidatıyla Sen’i takdis ederim.

     Hem kâinat, Habib-i Ekremin’in (a.s.m.) bütün tesbihatıyla ve Resul-i Azam’ının tahmidatıyla (efdal-i salâvat ve etemm-i teslimatın onun ve âlinin üzerinde olsun) Sen’i tesbih eder. Ben dahi onun bütün tesbihat ve tahmidatıyla Sen’i takdis ederim.

     Ey Zat-ı Zülcelâl!

    Bu kâinat Sen’i Muhammed Aleyhisselatü Vesselamın tesbihatının sadâlarıyla tahmid ile tesbih eder. Sen bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzehsin.

     Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam öyle bir zattır ki, onun tesbihatının sadaları asırlar boyunca milletlerin üzerinde celâl ile temevvüç eder.

     Allah’ım, Muhammed Aleyhisselatü Vesselâmın tesbihatının sadalarını kâinatın sayfaları ve zamanın yaprakları üzerinde kıyamet gününe kadar daim kıl.

     Ey Zat-ı Zülcelâl!

     Dünya Sen’i Muhammed Aleyhisselâtü Vesselamın âsâr-ı şeriatıyla tahmid ile tesbih eder. Sen bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzehsin.”

       Sonuç olarak, Cennet ehlinin, Cenab-ı Hakk’ın rüyetine mazhar olacaklarına şüphe yoktur. Mühim olan,  akıl ve kalp gibi bütün latifelerimizi iman hakikatleri ile nurlandırmak, ubudiyet ile cilalandırmak ve böylece cennete layık bir kıymet alıp, Cenab-ı Hakk’ın en büyük bir nimeti olan  rü’yetullaha mazhar olmaktır.

      Mevzuumuzu  Abdulkadir Geylani Hazretlerinin şu harika duası ile bitirmek istiyorum:

 “Allah’ım, bizi dünyada varlığını (mevcudiyetini) kalb gözüyle görenlerden eyle! Ahirette ise baş gözü ile (cemaline) bakanlardan (temaşa edenlerden) eyle!”[33]

İlave bilgi için tıklayınız: 

RÜ'YETULLAH.

Kaynaklar:

Teftazani, Şerhil  Makasıd,  Alem’ül Kütüp Beyrut
Ömer Nesefi, Akaid-i Nesefi,
İmam-ı Azam,  Fıkhu’l Ekber,
Cevheretü't-Tevhid, Şeyh İbrahim Bacuri
Mehmed Vehbi Efendi, Akaid-i Hayri Tercümesi,  İstanbul, 1340 Ahmet Kâmil Matbaası
Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri,  İstanbul,  Bilmen Yayınevi
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili,
Mehmed Vehbi Efendi, Hulasatul Beyan
Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınevi, İstanbul
el- İbn Muhammed Maruf Bin Hazin, Tefsirü’l Hazin
Prof. Dr. Alaaddin Başar, Risale-i Nur’dan Kelimeler ve Cümleler, Zafer Yay. 2. cilt, s. 73
Ahmet Avni Konuk,   Fusûsül Hikem Tercemesi ve Şerhi, İFAV Yay. İstanbul
Ebusuusd Tefsiri, 1311 Beyrut Baskısı
Konyalı Mehmed Vehbi Efendi, Hulâsat’ül Bey’an, Fi Tefsir’il Kur’an, Üçdal Neşriyat, 1969 İstanbul

Dipnotlar:

[1] Buharî, c.1,s,177, Kitab’ul- Ezan, Bab:75
[2] Şualar
[3] Nursî, B.S Sözler (23. Söz)
[4] A’raf Suresi  7/143
[5] Bilmen, Ömer Nasuhi, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri, cilt 2, sayfa 1087, İstanbul,  Bilmen Yayınevi
[6] Nursî, B.S Mesnevî-i Nuriye (Şemme)
[7] Kıyame Suresi, 75/22-23
[8] Bilmen, Ömer Nasuhi, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri, cilt 8, sayfa 3909, İstanbul,  Bilmen Yayınevi
[9] Yazır, Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, cilt 8, sayfa 5483
[10] Vehbi, Mehmed, Hulâsat’ül Bey’an, Fi Tefsir’il Kur’an, s. 6262 Üçdal Neşriyat, 1969 İstanbul
[11] Yunus Suresi 20/26
[12] (er-Razi, Tefsir-i Kebir, IV, 333).
[13] (Buhari, Mevakitu's-Salat 6, 26, Tefsir, Kaf 1, Tevhid 24; Müslim, Mesacid 211, (633); Ebu Davud)
[14] Nursî B.S. Lem’alar
[15] Nursî, B.S Mesnevî-i Nuriye (Zerre)
[16] Müslim, İman 297, (181); Tirmizi, Cennet 16, (2555)
[17] Yunus Suresi 10/26
[18] Hadîsin nassıyla "O şuhud, bütün lezaiz-i Cennet'in o derece fevkindedir ki, onları unutturur. Ve şuhuddan sonra ehl-i şuhudun hüsn-ü cemali o derece fazlalaşır ki; döndükleri vakit, saraylarındaki aileleri çok dikkat ile zor ile onları tanıyabilirler" hadîste vârid olmuştur.
[19] Nursî, B.S Sözler (32. Söz, 3. Mevkıf, 9. İşaret)
[20] Nursî B.S Sözler ( 31. Söz)
[21] Enâm Suresi 6/103
[22] Şualar 2. Şua, (Birinci Makamın Birinci Meyvesi)
[23] Mülk Suresi 67/13-14
[24] er-Razi, Tefsir-i Kebir, Akçağ Yayınları, Ankara
[25] Nursî, B.S Şualar ( 7. Şua)
[26] Nursî, B.S 29. Lem’a ( Tefekkürname)
[27] İmam-ı Zeynel  Âbidin, Sahîfe-i Seccâdiye, Terceme: Prof. Dr. Abdülaziz Hatip, Nesil Yay. İst.
[28] Nursî, B. S Sözler
[29] Mecmau’z-Zevaid, 1/81, Kenzu’l-Ummal, h. No: 5705-5707
[30] Necm Suresi 53/17-18
[31] Nursî, B.S Mektubat ( 24. Mektup)
[32] Nursî, B.S Sözler (28. Söz)
[33] Fethü’r-Rabbanî, 52. Meclis.

14 İlah ve rab ne demektir, arasındaki farkları açıklar mısınız?

"Er-Rabb" tabiri Yüce Allah'ın güzel isimlerinin en fazla anlam ifade edenlerinden biridir. Sözlükte "Rabb" kelimesi mâlik, yaratıcı, sâhip, bir şeyi ıslâh eden, terbiye eden, efendi anlamlarını ifade etmektedir. Bu isim, birbirini destekleyip kuvvetlendiren en az beş ayrı mânâya işaret etmektedir.

İLÂH: Kendisine ibadet edilen, her şeyden çok sevilen, tazim ve tesbih edilen mutlak varlık. Lügatta, örtünmek, gizlenmek, alışmak ve kulluk anlamında kullanılmakla beraber genelde ibadet edilen, tapınılan nesnelerin ortak adı olmuştur. Ancak İslâmiyet'in saf tevhid akîdesi, tapılacak, ibadet edilecek; kainatın ve eşyanın yaratıcısı ve yoktan var edicisi olarak sadece Allah'ı kabul etmektir. Bu yüzden, Allah lafzı sadece İslâm'ın kabul ettiği tanrı inancının alemi (özel ismi)'dir.

İlave bilgi için tıklayınız:

RABB.

İLÂH

15 Allah için "Tanrı" ifadesi kullanmak caiz midir?

“Allah” lafza-i celal Allah’ın ism-i hassıdır/özel ismidir. Kur’an’da -besmelelerle birlikte- 2800’den fazla “Allah” ismi geçmektedir.

İhlas suresinde yer alan,

“De ki: O Allah’tır, birdir.”

mealindeki ayet, Allah’ın kendine bu ismi taktığını açıkça beyan etmiştir.

“İster Allah diye çağırın, ister Rahman, fark etmez,  güzel isimler onundur...” (İsra, 17/110)

mealindeki ayette de Allah lafza-i celal ile, Rahman ism-i celili arasında bir fark olmadığı, ikisinin de O’nun özel isimleri olduğuna işaret edilmiştir.

Allah isminin “ELH” veya “VLH”den müştak olduğunu söyleyenlerin yanında, İmam Şafii gibi birçok büyük alimlere göre, bu isim mürteceldir / türetilmemiştir, sadece Allah için kullanılan bir özel isimdir.

İlah, mabud manasına gelir. Bu kelime bu açıdan hem batıl ilahlar, putlar için kullanılır hem de hakikî mabud olan Allah için de kullanılır. “La ilahe illellah” sözcüğü bu iki hususu da içinde barındrımıştır.  Fakat, Yüce Yaratıcı'yı sadece mabut vasfıyla değil, bütün sıfatlarını çağrıştıran bir unvanla zikretmek istediğimizde bunu Allah ismiyle yaparız. Çünkü, bu isim ancak böyle kapsamlıdır.

İlah ve tanrı kelimeleri, “Allah” lafza-i celalin yerini tutamaz. Bu sebeple, “tanrı” kelimesi ile “ilah” kelimesi birbirinin yerine kullanılabilir.

Bir âyet-i kerimede,

"En güzel isimler Allah'ındır. Allah'a bu isimlerle dua ediniz" (A'raf, 7/180)

buyurulur. Bu âyet, Cenab-ı Hakk'ın birçok isimlerinin bulunduğuna işaret etmektedir. Her birisi güzel ve ulvî mânâlar ihtiva eden bu yüce isimlere "güzel isimler" mânâsında "esmâ-i hüsnâ" denilmektedir. Bu İlâhî isimlerden bazıları şunlardır:

"Vâhid, Evvel, Âhir, Zahir, Bari, Musavvir, Rahman, Rahîm, Hayy, Kayyum, Halim, Kerîm, Tevvâb, Rezzâk, Muhyî, Mümît."

Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin tamamı kesin olarak bilinmemektedir. Bazı âlimler esmâ-i hüsnânın bin kadar olduğunu beyan ederler. Nitekim, Peygamberimiz (a.s.m.) Cevşenü'l-Kebîr isimli hususî duasında Rabbine bin bir isim ve sıfatla niyaz etmektedir. Yine bazı ulema ise bu isimlerin dört bini bulduğu kanaatindedir. Bu isimlerin ise ekserisini sadece Cenab-ı Hak bilir. Bir kısmını melekler, diğer kısmını da meleklerle birlikte peygamberler bildiği gibi; mü'minler de Peygamberimiz (asm)'den öğrendikleri kadarıyla malûmat sahibidirler.

İbnî Mâce ve Tirmizi gibi hadis kitaplarında esmâ-i hüsnâ hakkında rivayet edilen hadis-i şeriflerde Peygamberimiz (asm) bu isimleri bir bir zikretmekte ve faziletini bildirmektedir. Esmâ-i hüsnânın sayıldığı hadis-i şerifin baş kısmının meali şöyledir:

"Şüphesiz, Allah'ın doksan dokuz, yüzden bir eksik ismi vardır. Muhakkak Allah tektir, tek olanı sever. Kim o doksan dokuz ismi sayarsa veya ezberlerse Cenab-ı Hak onu cennetle mükâfatlandırır." (İbni Mâce, Dua 10; Tirmizî, Dua 83)

Ancak, bu müjdeye mazhar olmak için sadece isimleri sayıp ezberlemek kâfi gelmez. Bu İlâhî isimlerin içinde bulunan ve taşımış oldukları ulvî mânâları düşünüp, kâinat yüzündeki tecellî ve akislerini müşahede etmeyi de unutmamalıdır. Meselâ, Allah'ın Rezzak olduğunu bilip düşünerek rızık için endişeye kapılmamalı. Rızkı helâlinden aramalı, kanaatkar olmalı. Cenab-ı Hakk'ın sadece insanın kendisini değil, en küçük mikroptan file kadar, parmak kadar balıklardan tonlarca ağırlıktaki balinalara kadar milyarlarca canlının ve bitkinin rızıklarını hiç şaşırmadan, ihmal etmeden, en güzel bir şekilde ihsan ettiğini düşünüp tefekkür etmek Rezzâk ismini okumanın bir cihetidir.

Cenab-ı Hakk'ın isimleri tevkîfîdir, yani semavîdir. Bu isimlerin büyük bir kısmı Kur'ân-ı Kerim'de zikredildiği gibi, geriye kalanlarını Peygamberimiz (asm) bildirmektedir.

Peygamberimiz (a.s.m.) de zikretmiş oldukları isimleri Rabbinden öğrenerek bildirdiğine göre, Cenab-ı Hak için bu isimlerin kullanılmasına dikkat edilmesi gerekir. Yani, Allah sadece Kur'ân'ında bildirdiği ve Habib'ine öğrettiği isimleriyle kendisine niyaz edilmesini istemektedir. Başta mealini verdiğimiz âyet-i kerime bu mânâya işaret etmektedir.

Cenab-ı Hakk'ın, söylendiği zaman kalb ve gönülleri dolduran ve kâinatı mânâlandıran "Allah" ismi-i celâli ve doksan dokuz mübarek ismi ve sıfatları bulunuyorken, Onu başka uydurma isimlerle anmak ne kadar yakışıksız bir hareket olduğu açıktır. Bunun yanında ilah kelimesine karşılık gelen farklı dillerdeki isimlerin kullanılması da caizdir. "Ya ilahi" anlamında "Tanrım" ifadesi kullanılabilir.

Buna göre "tanrı" kelimesi "Allah" lafzının yerini tutmaz. Ancak kişi isterse Allah'ı niyet ederek, bir yaratıcıyı kasdederek, İlah ya da Tanrı diyebilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

ALLAH (C.C)

16 Tevhit inancı neyi ifade eder ve kaç kısma ayrılır?

Tevhit inancı: Bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın bir tek ilah olduğuna, onun ne zatında, ne fiillerinde, hiçbir ortağı olmadığına iman etmek anlamına gelir.

Tevhit inancının sağlam bir zemine oturtulması, tevhit anlayışının değişik yönlerden doğru algılanmasına bağlıdır. Aksi takdirde, “Allah’ın zatında şeriki yok” deyip de, ibadete layık tek hak mabut olduğunu ifade eden ilahlığında veya fiilî icraatlarında bu tevhidi zedeleyecek düşünce ve eylemelere girmek hakikî tevhit anlayışıyla bağdaşmaz. Bu tür yanlışların önüne geçmek için, İslam alimleri Kur’an ve Sünnetin ışığında konuyu daha da açmak, detaylandırmak ve açıklamak üzere tevhit hakikatini değişik yönlerden ele almış ve farklı taksimata tabi tutmuşlardır. Bunların bir özetini maddeler halinde sunmaya çalışacağız:

a. Kâinatın Rabbi olmakla onun hak mabudu/İlahı olmak arasındaki bağlantıyı gösteren taksimat:

Tevhid-i Rububiyet:

İlk defa Fatiha Suresi'nde yer alan “Rabbu’l-âlemîn” vasfı, Allah’ın kâinatın tek sahibi, bütün varlıktaki mülkün mutlak maliki, her şeyin tek yaratıcısı, yegâne iradecisi olduğunu ifade etmektedir. Bu anlayış, hakikî tevhit dersini verip, varlıkta ne varsa -deyim yerindeyse- iğneden ipliğe her şeyin yegâne yaratıcısının Allah olduğunu gösterir.

Tevhid-i Uluhiyet:

Bütün varlıkta, ibadet edilmeye layık yegâne mabut ve ilah Allah olduğunu ilan eden bu kavram da ilk defa Fatiha Suresi'nde “İyyake nabudu” ifadesiyle insanlığa ders verilmiştir. “Yalnız sana ibadet/kulluk ederiz” manasına gelen “İyyake nabudu” ifadesindeki hitap, “Rabbu’l-âlemîn” olan Allah’a ait olduğu için, bu iki tevhit bağlantısı da açıkça söz konusu edilmiştir. Bu bağlantının özeti şudur: Tek başına bütün kâinatı yaratan kim ise, bütün varlığın gerçek mabudu da odur. Bunun mefhum-u muhalifi şudur: Tek başına bütün kâinatı yaratamayan gerçek mabut olamaz.

b. Düşünce ve söz planında tevhit inancına sahip olmakla, davranış ve fiiliyat planında tevhit inancına sahip olmak arasındaki zorunlu bağlantıyı gösteren taksimat:

Tevhid-i Akval:

Düşünce/ve sözlü Tevhit anlayışı, İslam Dini'ne girmenin olmazsa olmaz şartıdır. Allah tek yaratıcıdır, yegâne mabuttur. İhlas Suresi, bu tevhidi ders vermektedir.

Tevhid-i Efal:

Diliyle Allah’ın birliğini ilan eden, onun yegâne yaratıcı ve mabut olduğunu savunan kimse, eğer fiil ve davranış biçimiyle de bu inancını pekiştirmezse gerçek muvahhit olamaz. Fiilleriyle sözlerini tekzip eden kimsenin tevhit anlayışında sakatlık var demektir. Bu tevhit anlayışını da Kâfirun Suresi ders vermektedir.

c. Bunların dışında “Tevhid-i Kayyûmiyyet, Tevhid-i Sermedîyet, Tevhid-i Celâl" gibi daha başka tevhit çeşitlerine de yer verilmiştir. Bunların bir özetini Risale-i Nur’da görmekteyiz.

Risale-i Nur'da İhlâs Sûresi'nin tevhid açısından yapılan kısa bir tefsiri özetle şöyledir:

"Sûrenin birinci cümlesinde yer alan 'hüve' deki karinesiz işaretin gösterdiği itlak, bir ta'yini, o da teayyünü gösterir. Bu ise tevhîdin şühûd mertebesine işarettir." (Sözler, Lemeât)

Yani: İhlâs Sûresi'nin ilk cümlesi "Kul hüve" nin anlamı: "De ki: O'dur." şeklindedir. Her zamirin mutlaka bir mercii vardır. Buradaki merci, açık olarak ifade edilmeyip, mutlak bırakılmıştır. Bu makamda mutlak bırakılan zamirin mercii ancak bir mutlak varlık olabilir. Mutlak bir varlık Allah'tan başkası olmadığına göre, buradaki mutlak zamirin mercii de ancak ona ait olup, onu gösterebilir. İtlakta ta'yin ve tayinde de taayyünün manası budur.

"İkinci cümle, Tevhid-i Ülûhiyeti gösteriyor. Üçüncü cümle, Tevhid-i Rubûbiyyet ve Tevhid-i Kayyûmiyyete işaret ediyor. Dördüncü cümle, Tevhid-i Celâli ihtiva etmektedir. Beşinci cümle, Tevhid-i Sermedîye işarettir. Altıncı cümle, Tevhîd-i Câmi'i, ihtiva etmektedir. Ne zâtında nazîri, ne ef'âlinde şerîki ve ne de sıfatında şebîhi vardır." (bk. a.g.e)

Bilindiği gibi İhlâs Sûresi'nin altı cümlesi vardır ve meâlleri şöyledir:

"1. De ki: O, (Allah)'dır.
2. Allah birdir.
3. Allah Sameddir.
4. O doğurmamıştır.
5. Ve doğmamıştır.
6. O'nun hiçbir dengi yoktur."

Bediüzzaman, bir değerlendirmesinde altı cümleden ibaret olan bu İhlâs Sûresi'nin; yedi çeşit şirki (Üzeyirperestlik, İsaprestlik, melekperestlik, akılperestlik, esbabperestlik, yıldızperestlik, sanemperestlik gibi putperestlikleri) reddeden ve tevhid-i şuhud (görünen her şeyde Allah’ın birliğinin görülmekte olduğunu ifade eder), tevhid-i ulûhiyet, tevhid-i rubûbiyyet, tevhid-i kayyûmiyet (her varlık başkasına muhtaç olmasıyla, kendisini ayakta tutan Allah’ın birliğine şahadet etmekte olduğunu ifade eder), tevhid-i celâl (bütün varlıklar, mahiyeti itibariyle âciz, fakir, güçsüz olmasına rağmen taşıdığı güç ve izzet bu tevhide işaret eder), tevhid-i sermediyyet (her şeyinde, her işinde muhtaç olan yaratıkların ihtiyaçlarının giderilmesi, bu tevhide işaret eden bir dildir) ve tevhid-i câmi (gibi, bunun anlamı şudur; Allah’ın ne zâtında nazîri/dengi, ne ef'âlinde şerîki/ne fiillerinde ortağı ve ne de sıfatında şebîhi/benzeri vardır) gibi tevhidin yedi mertebesini gösterdiğini ifade etmiştir. (bk. a.g.e)

İlave bilgi için tıklayınız:

TEVHİD

17 "Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) ve kâinatı yarattım." mealindeki kudsi hadis olduğu söylenen bu sözün kaynağı nedir?

 “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” (Acluni, Keşfü'l-Hafa, II/132)

Bu insanlara göre, Allah’ın bir çok emir ve yasaklarını dolayısıyla -haşa- bir gösteriş, bir tahakküm gibi algılamalar da söz konusudur. Örneğin,

"Ben cinleri ve insanları yalnız beni tanıyıp kulluk etsinler diye yarattım."(Zariyat, 51/56)

mealindeki ayetten de bu tasavvur hezeyanı söz konusu olabilir. “Allah herkesi kendine kul-köle yapmış... Bu bir tahakkümdür, bundan bir gösteriş kokuyor...” diyebilirler. Bu tür anlayışlar, Allah’ı gerçek anlamda tanımamış kimselerin kuruntularıdır.

Acaba, bir insanın kendini diğer bazı insanlara tanıtması, bir padişahın halkına kendini tanıtması, ne zamandan beri bir gösteriş olarak algılanmaya başlamıştır?

Kâinatın yaratılışında, âdeta sonsuz / sayısız olan varlıkların nizam ve intizamında görülen sayısız hikmetler,  gözetilen sayısız gayeler, yüce Yaratıcının takip ettiği veya binler maksadının olduğunu göstermektedir. Bu amaçların başında, hiç şüphesiz Allah’ın kendini tanıtması gelir. Çünkü, insan her an bir gezegenin yurdu olan yerküresine çarpmasından korkan, bir virüsün bulaşmasından endişe eden, en küçük bir mikroba fiilen mağlup olan bir varlık olarak yaratılmıştır. Böyle bir varlık, âciz, güçsüz, zayıf olduğu gibi, muhtaç olduğu hiçbir şeyi yaratamayan, bir sivrisineğin bir kanadını bile yoktan var etmekten çok uzak olan, diğer yandan bir çiçeği istediği gibi, bir haharı da isteyen, bir baharı arzu ettiği gibi, ölümden sonra haşir baharını da aşk derecesinde arzulayan, hayalleri, emelleri ebede kadar uzanan zavallı-perişan bir mahluk, bütün kâinatın yegâne sultanı olan Rabbini tanımazsa, bütün ihtiyaçlarını yerine getirebilen kudrete sahip olan kendi malikini bilmezse, bütün dünyanın sultanı dahi olsa kaç para eder.

Demek ki, insanoğlu için, Allah’ı tanımaktan daha önemli bir mesele yoktur. Kaldı ki, Allah’ın tanınmadığı bir yerde, Allah’a nasıl kulluk edilebilir, nasıl imtihan açılabilir, nasıl imtihanın cennet gibi bir mükâfatı, cehennem gibi bir mücazatı olabilir?

Ayrıca, bunu söyleyenler şunu bilsinler ki gösteriş, bir kimsenin kendi kıymetinden daha fazla bir değer kazanmaya yönelik yapılan bir şovdur. Gösteriş, başkasının, kendi hakkında –asıl değerinden daha fazla- bir değer, daha güzel bir kıymet atfetmesini sağlamaya yönelik bir gösteridir. Yine gösteriş, başkasından -ücret, maaş gibi, makam, mevki gibi- bir menfaat sağlamaya yönelik yapmacık bir  harekettir. Allah’ın bu gibi pespaye tavırlardan sonsuz münezzeh ve uzak olduğunu düşünmeyen bir kimsenin O’nu tanıdığından söz edilebilir mi?

Özetle, Allah’ın kendini tanıtması, Onun bize olan ihtiyacından değil, bizim ona olan ihtiyacımızdan kaynaklanmış ve o da sonsuz rahmetiyle bu fıtrî ihtiyacımızı yerine getirmek için kendini bize tanıtmıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Madem Cenâb-ı Hak hiçbir şeye muhtaç değildir, o halde kâinatı niçin yaratmıştır?..

18 Allah’ı bu dünyada niçin göremiyoruz?

Allah’ın bir ismi Nur’dur. Nuranî varlıklar olan meleklerden, güneş ışığına ve kâinatı doldurmuş bütün ışınlara kadar, her şey bu ismin değişik tecellilerini taşımaktadır. İnsan gözü, bu dünyada, sadece madde alemini görür. Ne kendi ruhunu, ne amellerini yazan melekleri görebilir ne de ışınlar âlemini. 

İnsan gözünün kâinatta mevcut ışınların ancak % 2,5 kadarını görebildiği tespit edilmiştir. Bu göz ile bu alemde bütün nuranî varlıkları yaratan Allah’ın görülmesini beklemek, en azından, fizik kanunlarına zıt bir anlayış olur. Konunun bir başka yönü de insanların bu dünyada imtihan olmalarıdır.

Allah’ın görünmesi bu imtihan sırrına da ters düşer. Bu dünyaya gönderilişimizin gayesi Allah’ı tanımak ve ibadet etmek olduğuna göre ve insanlarda inanıp inanmamak arasında bırakıldıklarına göre, eğer göz ile görme olsaydı o zaman herkes ister istemez inanmak zorunda kalacak ve imtihan sırrı ortadan kalkacaktı. Bediüzzaman’ın ifadesine göre Ebu Cehil gibi kömür ruhlular ile Hz. Ebu Bekir gibi elmas ruhlular aynı seviyede kalacaktı.

Allah’ı gözümüzle görmememizin nedeni, kudret ve ilmiyle her şeyi kapsamasından ve zıddının yokluğundandır. 

Mesela, atmosferin yer küreyi her yandan kuşatması gibi, güneşin de bütün feza âlemini kuşattığını farz etsek, o zaman güneşi göz ile görmek mümkün olmaz. Her yer güneşin ışığıyla kaplandığından güneş görünmez olur. Hem gece gibi bir zıddı da olmadığından güneş görülmez ve mahiyeti anlaşılmaz. Bununla beraber, ışığıyla her yerde bulunan ve her yeri kapsayan güneşin varlığını inkâr etmek de cehalet olur. 

Aynı mantık perspektifi içerisinde, isim ve sıfatlarıyla her şeyi kuşatan ve her yerde hazır olan ve zıddı olmayan Allah’ın da göz ile görülmemesini anlayabiliriz.

 Ahirette ise durum tamamen farklıdır. Cennet ehlinin ruhları bedenlerine galip gelecektir. Burada gölge hükmünde olan varlıklarının aslı orada yaratılacaktır. İnsan her yönüyle cennete layık ve ondaki her türlü ihsanlardan faydalanabilecek bir varlık olarak cennete girecektir. Cennette bile rü’yet hadisesinin sürekli olmayışı üzerinde düşünmek gerekir. 

Demek oluyor ki, cennet ehli, rü’yete mazhar olacakları zaman ayrı bir hâle girecekler ve bu İlâhî ikram kendine mahsus ayrı bir ortamda gerçekleşecektir. Nitekim, rü’yetten döndüklerinde ailelerinin onları tanıyamayacakları yolundaki haberler de bunu göstermektedir.

19 Allah nerededir?

“Nerede?” sorusu, mekân tutan varlıklar için sorulabilir. Bunlar da maddî varlıklardır. Mekân madde olduğu gibi onda yer tutanlar da maddedirler. Mekânı ve maddeyi yaratan ve bir ismi Nur olan Allah hakkında böyle bir şey düşünülemez... Kaldı ki, mahluklar içinde bile, mekânla kayıtlı olmayanlar vardır. Bunun en yakın misali kendi ruhumuzdur.

Organlarımızın yerleri, mekânları vardır. Bunun içindir ki, “Ciğer nerededir?” yahut, “Böbrek nerededir?” gibi sorular sorulabilir. Fakat, ruh ve onun latifeleri, duyguları hakkında bu tip sorular sorulamaz. Mesela, “Ruh nerededir, akıl nerede oturur; sevginin, korkunun, hafızanın mekânları nerelerdir?” şeklinde sorular soramıyoruz.

İnsan, maddî olan ve mekânla bağlı bulunan bedenini ölçü almak yerine, mekândan bir derece bağımsız olan, ruhlar alemini, melekleri ve tabiatta icra edilen kanunları düşünse, böyle bir soruya yer kalmayacaktır...

20 Allah var mı; bunun mantıki delilleri nelerdir?

1. Bir vagonu diğer vagon çekiyorsa en baştakini kim çekiyor? Şu halde bu kainatın icat edeni ve var edeni olmalı değil mi?

2. Bir harf bile katipsiz olmaz iken, insanın ve evrenin sahipsiz olacağını nasıl düşünebiliriz? Ayrıca bir şeyi yapan usta yaptığı o şeyin türünden değildir. Örneğin saati yapan saat türünden, harfi yazan da harf türünden değildir. Şu halde bizi ve evreni yaratan da bizim ve evrenin türünden olmaması gerekir.

3. Allah’ın varlığını inkar etmek bizi rahatlatacak mıdır? Tam tersine bu anlayış bizi bir boşluk içine düşürecektir. Niye, neden, nasıl, kim için yaşayacaksın? Ölümden sonra hayatın ne olacak? Eğer başka hayat yoksa, bize verilen sonsuzluk duygusunun ve ebedi yaşamak arzusunun karşılığını nerede bulacağız? Bu durumda böyle duygular bize niye verildi?

- Fenler, Allah'tan nasıl bahseder?

İslam, hiçbir zaman, hiçbir meselede bilime ters düşmemiş, bilakis onu teşvik etmiştir. Dini kaynaklar, bunun güzel örnekleriyle doludur. Allah'ın iki kitabı vardır: biri Kur'an-ı Kerim' dir ki, "kelam" sıfatından gelir, diğeri kainattır ve “kudret” sıfatının eseridir.

İlim adamları, dine inansalar da, inanmasalar da kainat kitabını okumakta ve yaratanın eserlerini açıklamaktadırlar. Fabrika sahibini tanımadan çalışan işçiler gibi! Her fen, kendine has bir dil ile mütemadiyen Allah’tan bahsediyor. Mesela, botanik ilmi, bize bir ağacın özelliklerini anlatır. Ağacın topraktaki gıdaları nasıl aldığını, yapraklara kadar nasıl taşıdığını, meyvelerin nasıl meydana geldiğini, büyümenin ne şekilde olduğunu gösterir. Böylece, karşımıza hücrelerden oluşan, kökü, gövdesi, dalı, yaprağı, çiçeği ve meyvesiyle mükemmel bir makine çıkar. Üstelik de canlıdır.

Şimdi insafla düşünelim: bu harika makineyi akılsız, şuursuz, ilimden, iradeden ve kudretten mahrum basit bir toprak nasıl yaratır? Bilim adamının teknoloji ile donatılan laboratuarlarda yapamadığı meyveyi bir ağaç, başka bir ifadeyle odun, o harikulade çiçekleri ve meyveleri nasıl yapar? Her bir ağaç, o mucizevi yaratılışıyla isimleri ve sıfatları sonsuz bir zatı ispat etmez mi?

Keza zooloji ilmi, aklımıza bir hayvanın iç dünyasının kapılarını açtı. Her hayvanın harikulade birer fabrika olduğunu anladık. Zehirli sinek bal yapıyor. Elsiz böcek ipek dokuyor, dilsiz koyun süt üretiyor. Basit bir saman ve sudan, latif bir gıda olan sütü yapmak, o akılsız koyunun işi değildir. Koyun, arı, ipek böceği ve benzeri bütün hayvanlar, ressamın fırçası, yazarın kalemi, marangozun çekici gibi birer alettirler. Yaratmak fiilinin faili ise, şüphesiz bu kainatın da ustası olan Rabbimizdir.

Astronomi ilminin penceresinden bakarak, dünyanın uzaydaki halini gördük. Güneşin etrafında mermi hızıyla uçan dev bir tayyare gibi... Kanatsız, motorsuz, pilotsuz, gürültüsüz ve olabildiğince büyük. Üstündeki yolcular ise gayet rahat seyahat etmekteler. Çoğu zaman uçtuklarının bile farkında değiller. Bir yandan da dünya, kendi ekseni etrafında dönüyor. Geceler, gündüzler ve mevsimler bu iki dönüşün ürünü. Yörüngesinden çıkıp Güneşe yaklaşsa tehlike, uzaklaşsa tehlike. Güneşin çevresinde uçan sadece dünya da değil, diğer gezegenler de var. Onlardan birisiyle çarpışması işten bile değil. Fakat hiçbir aksaklık olmuyor, her şey yolunda gidiyor. Bu düzen, milyonlarca seneden beri hiç bozulmuyor.

Astronomi okuyan herkesin düşünmesi ve şu soruları kendi kendine sorması gerekmez mi:

- Bu hassas dengeyi kim kurdu? Dünyayı yaşanacak hale kim getirdi? Bu dev cisimleri çarptırmadan döndüren ve uçuran hangi ilim ve kudrettir?

Hele, yaratıklar içinde biri var ki, o başlı başına bir mucizedir. Adına insan derler. Düşünür, hayal eder, araştırır, anlar, sever, acır, nefret eder... Binlerce kabiliyetle donatılmıştır. Daha da önemlisi kendi varlığının şuurundadır. Kainat onun idrakiyle ışıklanır. Bu muhteşem canlının ruh, kalp, akıl ve hayal gibi manevi cihazları bir yana, maddi yapısı da bir sanat şah eseridir. Gözün en güzeli, elin en kullanışlısı, saçın en latifi, dilin en tatlısı, endamın en mevzunu, boyun en mutedili, uzatmaya ne hacet, her şeyin en iyisi ona verilmiştir.

Tıp ilmiyle anlaşıldı ki, vücudunun dışı gibi, içi de harikalar harikası. Tonlarca kan pompalayan kalbi, yemekleri kolayca sindiren midesi, kan temizleme makinesi olan akciğerleri, kilometrelerce uzunluktaki damarları, daha bilmem nesi ve nesiyle gerçek bir şaheser. Heykel, heykeltıraşını göstersin de, tıp ilmiyle mükemmelliği anlaşılan insan vücudu ustasını tanıtmasın, mümkün mü?

İşte fen ilimleriyle uğraşanlar, bu ilimlerin kaynağını bir yaratıcıya dayandırmasalar bile, her bir fen kendine mahsus bir dille Allah’tan bahsediyor. Öyleyse bu ilimleri dinlemek gerekiyor.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah'ın varlığının delilleri nelerdir?

21 "Cenab" kelimesi ne anlama gelmektedir?

“Cenab” kelimesi lügat manası itibariyle “taraf, cânip ve cihet” demektir. Fakat, dilimizde bu manasıyla kullanılmamaktadır.

Dilimizdeki ifadesi, “Hazret” gibi, tâzim, hürmet ve bir saygıdan ibarettir. Bu kelime genellikle “Allah” için kullanılmaktadır: “Cenab-ı Hak, Cenab-ı Allah” gibi.

Bununla beraber, hürmete layık olan başta peygamberler olmak üzere, sahabî, evliya, ulemâ ve İslâm büyükleri için de kullanılabilir. “Cenab-ı Peygamber, Cenab-ı Ömer” gibi.

Osmanlı devrinde bu sıfat sıkça kullanılırdı. Mesela, Peygamberimiz'den (a.s.m.) bahsederken “Cenab-ı Risâletpenâhî”, bir elçiden bahsederken “sefir cenapları” ifadeleri de kullanılırdı.

Aynı kelimenin “âli, ulvî” kelimeleri ile birlikte kullanılması hâlinde ise bu terkip, “şeref ve haysiyetini muhafaza eden, kötü şeylere tenezzül etmeyen, cömert ve eli açık kimseler” manasını ifade etmektedir: “uluvv-i cenap, âl-i cenab” gibi...

Fakat, bugünkü dilimizde “Cenab” sıfatı sadece “Allah” lafz-ı Celâlinin başına gelmektedir. Diğer büyük zatlar için sadece “Hazret” sıfatı kullanılmaktadır.

22 Marifetullah ne demektir?

Marifet, tanıma, bilme demektir. Marifetullah, Allah’ı Kur’an'ın bildirdiği gibi tanıma, sıfatlarını, isimlerini ve bunların sonsuz kemalde olduğunu bilme, İlâhî hakikatlere vakıf olma, şeklinde özetlenebilir.

Allah’a inanan insanın kalbi imanla nurlanmıştır. Bu, kör gözün açılmasından, işitmeyen kulağın duymaya başlamasından çok ileri bir inkişafla ruhun, Rabbine kavuşması, Ona inanması ve kendini Onun mahlûku bilmesidir. Şimdi sıra, Onu tanıma vadisinde mesafeler almaya gelmiştir.

Kur’an-ı Kerim, mümine daima marifet dersleri verir. Allah’ın adıyla başlar ve hemen Allah’ın Rahman ve Rahim olduğunu bildirir. Bu bir marifettir, yâni Rahman ve Rahim olarak Allah’ı tanımaktır.

“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!”(Alak, 96/1)

emriyle Allah Resulü’ne (asm.) ve O’nun şahsında da bütün ümmetine marifet sahasında mesafeler kat etme emri verilmiştir. Biz bu emirdeki Rab isminden dersimizi alarak, öncelikle kendimizde tecelli eden ilâhî terbiyeyi okuruz. Yüzümüzü gözümüzü; kalbimizi ruhumuzu, kanımızı, hücremizi okuruz. Hepsini en güzel ve en faydalı biçimde terbiye eden Rabbimizin rahmetini, keremini okuruz. Okudukça O’nun terbiye ediciliğine ve O’nun rahmetine olan marifetimiz artar. İhsanını daha güzel, daha net, daha açık seyreder oluruz.

Ayetin devamında geçer, nutfeden yaratıldığımızı ibretle düşünürüz. Bizi her şeyimizle o küçücük şifrede yerleştiren ve onu açıp her organımızı yerli yerine koyan Rabbimizin lütfuna, rahmetine hayran kalırız.

Rab ismi üzerindeki bu düşüncelerimiz, bizi Fatiha Suresine götürür. Rabbimizi, “Rabb-ül-âlemin” olarak tanırız. O, bizim Rabbimiz olduğu gibi, bütün hayvanlar ve bitkiler âleminin de Rabbidir. Sema, arz, Melek ve cin âlemlerinin, Arşın, kürsinin, cennet ve cehennemin de Rabbidir. Bunları düşündükçe, O’nun marifetinde daha da terakki ederiz. 

Rab ismi İlâhî isimlerden sadece birisi. Diğer isimleri ve tecellilerini de aynı şekilde tefekkür ederiz. Allah’ı Rab olarak tanıdığımız gibi, Rezzak, Muhyi (hayat verici), Kerim ve Kadir olarak da tanırız. Böylece marifetimiz daha da artar. Sonra, bütün bu isimlerin İlâhî sıfatlardan geldiğini düşünürüz. Marifetimiz sıfatlar aleminde derinleşir ve genişlenir. Ve sonunda, bütün bu sıfatların bir tek zata ait olduğunu bilmekle tevhit sahasına girer, Allah’ı hiçbir mahlukuna benzemeyen, bütün sıfatları gibi zatıyla da eşi ve benzeri olmayan tek zat olarak biliriz.

Allah’ın yarattığı eşya üzerinde bilim adamlarının dünya yaratıldığından beri kafa yormaları ve her gün yeni keşiflerde bulanmaları, varlık alemini her geçen gün biraz daha tanımaları gösteriyor ki, bu eserlerin tümünü yaratan Allah’ı tanımanın, O’nun marifetinde ilerlemenin sonu yoktur. Peygamber Efendimiz (asm) mi'raç mucizesinin son durağında, “Ben seni hakkıyla tanıyamadım.” buyurmakla, hem bu sahanın sonsuzluğunu hem de marifetimizi kesinlikle yeterli görmeyip ömrümüzün sonuna kadar bu yolda ilerlememiz gerektiğini bize ders vermektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

MÂRİFETULLAH

23 Allah'ın birliğinin delilleri nelerdir? Tevhid delilleri...

ALLAH'IN BİRLİĞİNİN DELİLLERİ:

Bürhan-ı Temanü

İslâm İlâhiyat âlimleri (kelâmcılar) Allah'ın birliğini isbat için çeşitli deliller zikretmişlerdir. Bunların en önemlisi Bürhan-ı temanü' delilidir. Her aklı selim sâhibi bilir ki, ulûhiyet sıfatına sahip olan ve vücudu hariçten bir varlığın değil, zâtının gereği bulunan varlık, tam bir kudret mâliki, mutlak bir hüküm ve galebe sâhibidir. Bu hâl, ulûhiyetin îcabıdır. O halde ilâh olan varlığın kudret ve kuvveti karşısında durabilecek bir rakibi bulunmaması gerekir. Aksi takdirde kudreti noksan, kendisi nâkıs bir varlık olur. Böyle bir varlık da ilâh olamaz. Şimdi her bakımdan birbirine denk iki ilâh bulunduğunu farz edelim. Yaratmakta ve hükmetmekte bağımsız hareket etmeleri ilâhlığın tabiatı icabı bulunduğundan, bu iki ilâhın her zaman ittifak edip anlaşmaları imkânsızdır.

Tam bir kudret ve galebe sahibi olan her bir ilâhın, kendi arzusuna muhalefet edilmesine rıza göstermesi de muhaldir. Şu halde, her bakımdan birbirine eşit iki ilâhın bulunduğunu farzettiğimizde, aralarında ihtilâf ve arzularında çatışma olacağı kesindir. Böyle bir ihtilâf sonunda, meselâ ilâhların biri bir şeyin olmasını, diğeri de olmamasını istese, aklen şu üç ihtimalden biri olacağı muhakkaktır.

1. Ya iki ilâhın da dediği olacaktır.
2. Veya her ikisinin de dediği olmayacaktır.
3. Yahut ilâhlardan birinin istediği olurken, diğerininki olmayacaktır.

Bu ihtimallerden herbiri de aklen muhal ve imkânsızdır. Her ikisinin de istediği olsa, bir anda bir şey'in hem olması, hem de olmaması, yani, vücud ve adem gibi iki zıddın bir araya gelmesi durumu ortaya çıkar ki, bu mantıken imkânsızdır.

Her iki ilâhın da istediklerinin olmaması, bir anda bir şeyin hem vücuddan, hem de ademden mahrum kalması, yani, zıdların ortadan kalkması demektir ki, bu da aklen ve mantıken muhaldir. Bundan başka, istekleri yerine gelmeyen ilâhların acziyete düşmeleri de söz konusudur. Âciz olan varlıklar ise, ilâh olamazlar, bir şey yaratamazlar. Üçüncü ihtimal gereğince, ilâhlardan birisinin arzusu tahakkuk eder, diğerininki tahakkuk etmezse; arzusu yerine gelmeyen ilâh âciz olur, âciz olan ise ilâh olamaz.

Ayrıca ulûhiyet sıfatlarında eşit olduklarını zikrettiğimiz iki ilâhtan birinin âciz olduğu sabit olunca, âciz olana eşit olan diğerinin de âciz olacağı sabit olur. Böylece her iki ilâhın da aczi lâzım gelir. Âciz olan varlıklar da ilâh olamazlar. Bu şekilde bütün ihtimallerin bâtıl olduğu ortaya çıkınca, iki ilâh faraziyesinin bâtıl olduğu da kendiliğinden sabit olur.

Hâkimiyetin Ortak Tanımaması Delili

Hâkimiyetin en esaslı ve vazgeçilmez kanunu, istiklâliyettir. Yani, gayrın müdahalesini ve saltanata ortaklığını reddir. Hâkimiyetin zayıf bir gölgesine ve küçük bir cilvesine mazhar olan âciz insanların bile, istiklâliyetlerini muhafaza için dış müdahaleleri nasıl şiddetle reddettiği ve kendi işine başkalarının karışmasına nasıl müsamahasız davrandığı meydandadır. Hattâ hâkimiyetine karışabilir tevehhümüyle, en dindar padişahlar bile, mâsum çocuklarını ve sevdikleri kardeşlerini öldürtmüşlerdir. Bu da hâkimiyette gayrın müdahalesine yer olmadığı gerçeğinin ne derece kat'î ve esaslı olarak hükmettiğini apaçık göstermektedir.

Acaba âciz ve yardıma muhtaç insanlardaki hâkimiyetin bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddeder, hâkimiyetinde iştirâki kabûl etmez, istiklâliyetini ne pahasına olursa olsun muhafazaya çalışırsa; elbette "rububiyet derecesinde mutlak hâkimiyeti, ulûhiyet derecesinde mutlak âmiriyeti, ehadiyet derecesinde mutlak istiklâliyeti olan" Cenâb-ı Hakk'ın ne derece şerikten, ortaktan, nazîrden, rakipten uzak olacağı anlaşılır. Bu bakımdan istiklâliyet ve infirad (teklik), Allah'ın mutlak hâkimiyetinin zaruri bir neticesidir.

Nizam Delîli

Kâinat yüzünde zerrelerden yıldızlara kadar varlıkların tek tek herbirinde ve umumunda görülen nihayet derecede mükemmel bir nizam ve intizam, tevhide en büyük delil, en parlak bürhandır. Çünkü kâinattaki ilâhî icraat ve îcada, bir tek Sâni'den başkasının müdahalesi olsa, bu gayet hassas nizam ve muvazene bozulacak ve her tarafta intizamsızlık eseri görünecekti.

Vahdette Kolaylık, Kesrette Zorluk Olduğu Delîli

Eşyanın îcadı, bir tek Sâni' ve Hâlika verilirse, bir tek varlık gibi kolay olur. Eğer tabiata, tesadüfe isnad edilirse, bir tek sinek, semâvât kadar; bir çiçek bir bahar kadar; bir meyve bir bahçe kadar, zor ve müşkilâtlı olur. Kâinatta eşyanın îcadında nihayetsiz bir sühûlet ve kolaylık görüldüğüne göre, Sâni'in tek ve vâhid olduğu anlaşılır...

Şirk nedir?

Şirk kelimesi, ortaklık demek olup, tevhid kelimesinin zıddıdır. Şerik ise, ortak demektir. Kur'ân-ı Kerîm insanları tevhide, yani, Allah'ın birliğini kabûle dâvet etmiş, O'na zâtında, sıfat ve fiillerinde başkalarını şerik (ortak) kılmaktan şiddetle men'etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm, ayrıca şirkin pek büyük bir günah ve zulüm olduğunu, Hak Teâlâ'nın kendisine şirk koşulmasını asla afvetmiyeceğini, bundan başka olan günahları -dileyeceği kimseler için- afv edeceğini de bildirmiştir.

Yeryüzündeki her şey kendi emrine ve hizmetine verilmiş ve idaresine terkedilmiş olan insanın, kendi hizmetinde olan bâzı varlıkları ilâh kabûl ederek, Allah'ı bırakıp onlara ibâdet etmesi ve onları Allah'a şerik koşması gerçekten son derece ağır bir günah, büyük bir zulümdür. Şirkin günah ve zulüm oluşu, sadece Allah'ın hukukuna karşı bir tecavüz, iftira ve hakaret oluşu sebebiyle değildir. Şirk aynı zamanda kâinatın ve umum mahlûkatın hukuklarına karşı da büyük bir hakaret ve tecavüzdür.

Şirkin Nevileri

Şirkin başlıca nevileri şunlardır:

1. Allah'ı bırakarak, O'ndan başka canlı veya cansız varlıklara tapmak ve onlara ibâdet etmektir. Hayır ilâhı, şer ilâhı diye iki ayrı ilâha tapan Mecusîlerin şirki bu nevidendir.

2. Allah'a inanmakla beraber, O'na başka varlıkları şerik (ortak) koşmak, yani, Allah'tan başka bâzı varlıkların da ulûhiyet sıfatı ile muttasıf olduğuna inanmaktır. Hristiyanlıktaki teslis akîdesi bu kısma girer...

3. Bu âlemin yaratıcısının bir olduğunu kabûl etmekle birlikte, O'na yakınlığı te'min için, put, heykel gibi cansız eşyaya ibâdet etmektir. Putperestlik bu kısma girer.

4. Şirkin en yaygın görülen bir şekli de insanın kendi heves ve süflî arzularına perestiş edip körü körüne uyması, hevâsını kendine bir nevi ilâh edinmesidir. Kur'an'da:

"Kendi heves ve arzûlarını ilâh ve mâbud edinen kimseyi gördün mü?" (Furkan, 25/43)

buyurulmak suretiyle bu gibiler kötülenmiştir.

5. Bir de gizli şirk vardır ki, bu da riyâdır. Yani ibadeti ve iyilikleri yalnızca Allah rızâsı için yapmak yerine, başkaları görsünler, beğensinler diye yapmak demektir. Böyle yapılan bir ibadette, bir nevi Allah'a şirk koşulmuş olmaktadır. Peygamberimiz bunu şirk-i hafî olarak vasıflandırmıştır. Mü'min gizli - âşikâr, açık - kapalı her türlü şirkten dikkatle kaçınmalıdır. Hakikî tevhide ancak bu şekilde ulaşılır. Kur'ân-ı Kerîm'de şirkin bütün nevileri şiddetle reddedilmiş; hakikî tevhid inancı bütün insanlığa telkin edilmiştir.

TEVHİD DELİLLERİ:

Bu âlem hakkında yapılmış birbirinden güzel teşbihlerden biri: Kâinat Sarayı.

Bu teşbihde tevhid vardır. Bir sarayda iki sultan olmaz. Sarayın tabanı başkasının, tavanı başkasının olmaz. Dış duvarlar sultanın, iç bölmeler vezirin olmaz. Saray ve sultan bir olunca artık ondaki eşyaları başkasına veremez, başkasından bilemezsiniz.

Bu kâinat sarayının halıları, lâmbaları ve diğer eşyaları bir başka âlemden getirilip de buraya monte edilmiş değiller. Saraydaki her şey ve en önemlisi her misafir, saraydan doğuyor. Bir çiçeğe bakalım: Topraktan güneşe kadar sarayın her şeyinin onda bir hissesi vardır. İnsan bedenine nazar edelim: Bu sarayın temel taşları olan elementler onda da mevcut.

Dağlar, ovalara birer koltuk gibi kurulmuş. Ama başka bir yerden getirilerek değil ovanın içinde yükselerek.

Meyveler dallara tutunmuş. Başka bir beldeden ithal edilerek değil, ağacın içinden çıkarılarak.

Yavru, annenin kucağına oturmuş. Bir başka ülkeden gelerek değil, onun rahminde büyüyerek.

Güneş lâmba olmuş bu saraya. Bir başka yerden satın alınarak değil, sema ile birlikte yaratılarak.

İşte tevhid, bu sarayın sultanını bir bilme, birleme ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmama itikadı. Kâinattaki bu birlik her şeyde kendini gösteriyor.

“Her şey de bir birlik var. Birlik ise biri gösterir.”

Kâinat birtek saray olduğu gibi, güneş de birtek lâmba. Her ağaç kendi başına bir müstakil varlık... İnsan da ayrı bir âlem.

İnsan için, âlemin küçük bir misâlidir, buyurulur. Onun elini başka, ayağını başka yaratıcılardan bilemez, içini başkasına, dışını başkasına veremezsiniz.

Allah, bütün varlık âleminin tek sahibi, yegâne mâliki, şeriksiz Hâlıkı.

“…Saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa hiçbir şey hiçbir şeye müdahale edemez.” (Mektubat)

Bu ifadelerden tevhidin iki mertebesini ders alıyoruz: Tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet. Tevhid-i ulûhiyet, Cenâb-ı Hakk’ın zâtını bir bilmek, O’nu her türlü şerikten tenzih etmek. Zaten, tevhid denilince akla hemen gelen de budur. “Lâ ilâhe illâllah” kelâmı, bu tevhidi ifade eder.

Allah ismi zikredildiğinde, bütün kemal sıfatlar ve bütün güzel isimler de birlikte yâd edilmiş olur: Allah ezelîdir, Allah ebedîdir, Allah Rahman’dır, Allah Rahim’dir, gibi…

İşte Allah isminin ifade ettiği bütün mânâları düşünmek, bizi tevhid-i rububiyete götürür. Yâni, her şeyi kademeli olarak terbiye edip bir kemal noktasına erdiren, onu faydalı bir varlık hâline getiren ancak Allah’tır. Bu terbiye fiili, bu rububiyet, bütün İlâhî sıfatlarla ve bütün mukaddes fiillerle icra edilmekte ve üzerinde İlâhî isimlerin okunduğu bir eser çıkmakta ortaya. İşte Allah, bu eserin hem Hâlıkı (yaratıcısı)dır, hem Rabbi (terbiye edicisi)dir.

Dünün yumurtası bugün uçuyor. Dünün çekirdeği bugün meyve veriyor. Ve dünün nutfesi bugün ilim tahsil ediyor. Bu ikinciler bu hâle bir terbiyeden geçerek gelmişler. Hepsi Allah’ın rububiyetiyle.

Bir binayı düşünelim. Temelini birisi atmış, duvarlarını bir başkası örmüş, su ve elektrik tesisatını, sıvasını, boyasını ayrı ustalar yapmışlar ve camlarını bir diğeri takmış. İnsanın yaratılışı böyle değil… Nutfe denilen bir İlâhî şifreye insan binası, bütün tesisatlarıyla, bölümleriyle, her organın yeri ve sayısıyla kaydedilmiş; bir Rabbanî takdir ile. İşte bu noktaya bu kadar bilgiyi kaydeden Zât, bu bedeni her şeyiyle yaratıyor. Nutfeyi yaratan da Allah, o şifreyi açan ve ondan çıkardığı bedeni tanzim eden de. Bütün bu fiiller hep O’nun ve hep O’na mahsus .

İşte bu fiillerin tamamını Allah’tan bilmeye “tevhid-i ef’al” diyoruz. Bu fiiller İlâhî sıfatlarla, yâni aynı ilimle, aynı kudretle, aynı iradeyle icra ediliyorlar. Bilen başka, dileyen başka değil. Gören başka, kudretiyle ören başka değil.

Çekirdekten ağaçları çıkarmak, yumurtalarda balıkları yaratmak, rahimlerden yavruları halketmek, semayı direksiz durdurmak, dünyayı nizamla gezdirmek, rüzgârı estirmek, yağmuru yağdırmak hep aynı kudrete dayanıyor. Bütün bu işlerin irade edilmeleri ve bilinmeleri de aynı irade ve ilim ile.

İşte bütün bu fiil âlemlerinin aynı sıfatlara isnad edilmesine de “tevhid-i sıfat” diyoruz.

Bir de “tevhid-i zât” var. Bütün varlık âlemlerinde aralıksız faaliyet gösteren bu sonsuz ilmi, bu nihayetsiz kudreti, bu mutlak iradeyi ve diğer sıfatları bir tek zâtın sıfatları bilmek ve hepsini O’na isnad etmek.

Kalb gibi akıl da tevhid ile tatmin oluyor. Sizin binanızı bir başkası boyarsa o adam o binaya sahiplik iddiasında bulunabilir mi? Sadece yaptığı işin ücretini ister, o kadar. O adam binanın ne sahibidir, ne mâliki. Sadece yardımcıdır, işçidir, ücretlidir.

Allah’ın yaptığı vücut binasını da bir başka ilâh bezetemez. Böyle bir ilâhın varlığı bir an için farzedilse bile; bu ilâh, o binaya sahip ve mâlik değildir. Sadece bir yardımcıdır. Yardımcı ise ilâh olamaz ve Allah yardımcılara muhtaç değildir.

Öyleyse yaratan da O’dur, hayat veren de. Sûret giydiren de O’dur, rızık veren de. Terbiye eden de O’dur, tanzim eden de. Döndüren de O’dur, durduran da...

Her şeyin dışı da O’na ait, içi de. O halde Allah hem Zâhir’dir hem Bâtın.

Her varlığın başlangıcını da O yaratmış, neticesini de. Öyleyse Allah hem Evvel’dir hem Âhir.

Bütün mahlûkatın sahibi de O, ihtiyaçlarını gören de. Demek ki, Allah hem Mâlik’tir hem Rezzak.

Bütün insanlar insan olmakta birleşirler. Birini yaratan hepsini yaratandır. İnsanlar ve hayvanlar canlı olmakta tevhid ederler. Sineği yaratan, balinanın da yaratıcısıdır. Bütün yıldızlar, yıldız olmakta el eledirler. Birinin Hâlıkı, hepsinin de Hâlıkıdır. Ve nihayet bütün varlıklar mahlûk olmakta birleşir. Hepsi Allah’ın eseri, hepsi O’nun san’atıdırlar.

Cenâb-ı Hak, yaprakları, dalları, gövdeyi ve kökleri tevhid etmiş, bir ağaç çıkmış ortaya. Yetmiş trilyon hücreyi tevhid etmiş, ortaya bir insan bedeni çıkmış. Aklı, hayali, hâfızayı, sevgiyi, korkuyu ve daha nice duyguları ruhda tevhid etmiş.

Ve nihayet ruhla bedeni tevhid etmiş; insan olarak.

İnsan bedeni ile kâinat arasında kuvvetli bağlar kurmuş. Ciğeri havaya bağlamış, mideyi gıdaya. Göz nurunu semalarda gezdirmiş, ayakları zeminde. Böylece insan bir bakıma kâinatla bir olmuş. İşte kalb, bu bir olan âlemin Rabbini bir bilmekle, tevhid etmekle tatmin oluyor.

Bazı âlimlerimiz, tevhidi, “ilmî ve amelî” olmak üzere ikiye ayırırlar. Bu sınıflandırmaya göre bu noktaya kadar yazılanlar hep ilmî tevhiddir. Amelî tevhid ise, bu tevhid inancının insanın amel âleminde tam bir hâkimiyetle hükmetmesi.

Fatiha-i Şerife’nin “iyyake na’büdü ve iyyake nestain” âyet-i kerimesi amelî tevhid dersi verir.

“Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.”

Yalnız senin bildirdiğin yöne döner, yalnız senin huzurunda el bağlar, ancak sana rükû ve secde ederiz.

Aklımızı sadece senin razı olduğun şeylere yorar, kalbimize ancak senin razı olacağın sevgileri koyarız.

“İnnâ lillâh” (biz Allah’ınız) demişiz. Konuşmamız da senin içindir, susmamız da. Oturmamız da senin içindir kalkmamız da.

Yalnız Allah’a ibadet eden bir insan putlara tapma zilletinden kurtulduğu gibi, yalnız ondan yardım dileyen bir kul da sebeplerin ardına düşmekten, hâdiselerin kölesi olmaktan kurtulur. Ve tam bir tevekkül ile Rabbine sığınır. Bu çok ulvî bir haz olmanın yanısıra, çok üstün bir kuvvettir de.

Zaten kâmil mü’min olmanın yolu, hem ilmî hem de amelî tevhidde kemale ermekten geçmiyor mu?

TEVHİD-İ EFAL

Bülbülün şekli, deveninkinden ne kadar farklı. Hurma ağacı da kavağa benzemiyor. Sûretlerin en güzeli insanda. Onun da her ferdine ayrı bir şekil verilmiş. Parmak izleri bile değişik. Semâ ülkesinde birbirinin aynı iki yıldz, denizde birbiriyle yüzde yüz mutabık iki balık bulmak mümkün değil. İşte bu kadar farklı şekillerin hepsi aynı fiilden geliyor: Tasvir.

Tutmak, muhafaza etmek de bir tek fiil. Ama değişik mahlûklarda, farklı şekillerde kendini gösteriyor. Kedi, yavrusunu ağzında götürür; kartal, avını pençesiyle havaya kaldırır; anne, yavrusunu kucağında taşır. Ağacın meyveleri tutuşu hiçbirine benzemez; onları âdetâ kendine yapıştırır. Güneş’in gezegenleri tutuşu bir başkadır, onlara dokunmağa kıyamaz, uzaktan tutar. Bu ve benzeri farklı tecelliler. Aslında bir kanunun değişik icraatları, aynı ziyanın muhtelif aynalarda farklı tecellileridir.

Hayat vermek, öldürmek, şifa bahşetmek, hidayete erdirmek, rızıklandırmak her biri ayrı bir fiil. Sonsuz denecek kadar çok olan bu fiiller aynı sıfatlara dayanıyor. Hayat, ilim, kudret, sem’, basar, irade, kelâm, tekvin. İşte mahlûkat âleminde icra edilen sonsuz fiillerin hepsini bu İlâhî sıfatlardan bilmek, tevhid-i ef’aldir. Bu sıfatları bir tek zâta isnad etmek ise, tevhid-i zât.

24 Erhamerrahimin kelimesinin manası nedir? Errahmanirrahim'e benziyor.

Erham: Çok (en) merhametli

er-Rahimin: Merhametliler

Erhamerrahimin: Merhametlilerin en merhametlisi (olan Allah) demektir.

25 Muhabbetullah nedir? İnsan kime, ne ölçüde muhabbet edecektir?

Muhabbetullah, Allah Teâlâ’nın kemâl ve cemâlini idrak ve takdir oranında kalpte oluşan ilâhî bir nurdur. Bu muhabbet ile insan ruhu, kederlerden ve hüzünlerden kurtulur. Safî neşe ve huzura kavuşur. İnsan ruhunu erdeme ulaştıran sebeplerin en sağlamı, Allah sevgisidir.

Cenâb-ı Hak, insanın kalbine sonsuz bir muhabbet kabiliyeti yerleştirmiştir. Bu sonsuz muhabbet, ancak zât ve sıfatlarıyla sonsuz kemâlde bulunan Allah içindir. Yâni, insana lütfedilen bu sevgi kabiliyeti Allah’ı sevmek içindir.

İnsan bir şeyi ya ondaki kemâl, yahut ondan aldığı lezzet ve gördüğü menfaat için sever. Meselâ, bir Müslüman peygamberleri, evliyaları, irfan ve fazilet sahibi zâtları, onlardaki “kemalât-olgunluk-erdem” için sever. Kendisine ihsan eden kimseleri, onlardan gördüğü lütuf ve ikramları için sever. Yediği yemek ve meyveleri ise lezzetleri için sever. İnsan, aklen ve vicdanen bilir ki, kemâllerini takdir ettiği, ihsanlarından memnun olduğu ve lezzet aldığı bütün bu varlıklar Allah’ındır. Hepsini O yaratmıştır. Bunlarda tecelli eden bütün kemâl, cemâl ve ihsanlar, hep Ondan gelmektedir.

Öyleyse, insan kendindeki bu nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, evvela ve bizzat Allah’a verecek, diğer bütün muhabbete lâyık zâtları, nimetleri ve ihsanları da Allah için sevecektir. Bozulmamış her akıl ve vicdan, bu hakikati kabul eder.

Buna binâen, biz Müslümanlar, başta Peygamberimiz (asm.) olmak üzere, Dört Halifeyi, Âl-i Beyt’i, bütün sahabe-i kirâmı Allah nâmına, “Allah onları sevdiği ve sevmemizi istediği” için seviyoruz. Eğer bu zâtları, Allah için değil de sırf kendi şahsiyetleri için sevsek, o zaman Hristiyanların düştüğü tehlikeye biz de düşmüş oluruz. Zira, onlar Hz. İsa (as.)'ı Allah’ın bir Resulü, elçisi olarak Allah namına değil de - hâşâ - Allah gibi seviyorlar. Onu, Allah’a ortak koşmakla dinden çıkıyorlar.

Her Müslüman, şu konuyu dikkatle göz önüne almalıdır: Kur’ân-ı Kerim, insanların dünyevî ve uhrevî bütün durumlarına ölçü getirmiştir. Konuşmalarına, yiyip içmelerine, ticaretlerine ölçü koyduğu gibi; fikir ve his âlemlerine de ölçüler koymuştur.

Meselâ, konuşmaya ölçü getirmiştir: Müslüman yalan konuşamaz. Düşünce tarzına ölçü getirmiştir: İnsan Cenâb-ı Hakk’ın zâtını, mahiyetini ve nasıl olduğunu düşünemez. Aynı şekilde Allah’ı sevmeye ve Ondan korkmaya da ölçü getirmiştir. Allah sevgisinin ölçüsü, “iyi amel işlemek”, Allah korkusunun ölçüsü ise, “takvâ” yâni günahlardan sakınmaktır.

Konumuzla ilgili olarak “sevgide ölçü” üzerinde biraz durmakta fayda görüyoruz.

Biz Müslümanlar sonsuz ve şartsız olarak ancak Allah’ı severiz. Sonra Peygamberimiz (asm)'ı severiz. Ama, onu (asm.) -hâşâ- ilah gibi değil, Allah’ın kulu ve Resulü olarak severiz. Ondaki bütün kemalâtın kendi zâtından değil, Allah’tan olduğuna iman ederiz. Onun (asm), Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecellisine en geniş bir ayna olduğunu bilir ve bu itibarla kendisini canımızdan, malımızdan ve akrabalarımızdan, kısaca her şeyimizden daha çok severiz.

Allah ve Resulünden sonra diğer peygamberleri, sonra dört halifeyi, sonra diğer sahabeleri severiz. Sonra da derecelerine göre, bütün evliyaları ve müminleri severiz... Sonuç olarak, sevgimizde İslâmîyet’in koyduğu ölçülere dikkat ederiz.

Allah’ı sevmenin nasıl olacağına gelince, bu hususta Kur’ân-ı Kerim şu ölçüyü koymuştur:

“De ki: Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa hemen bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı affetmekle örtsün. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.”(Âl-i İmrân, 3/31)

Yukarıdaki ayet-i kerimenin tefsirinde şöyle buyurulmaktadır:

“Allah’a (c.c.) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seveceksiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. O’na benzemek ise, O’na ittiba etmek (tâbi olmak)tır. Ne vakit O’na ittiba etseniz Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz; tâ ki, Allah da sizleri sevsin.” (Lem’alar, s. 21)

Bu ayet-i kerime ve izahından anlaşıldığı gibi, Allah’ı sevmenin yolu, Peygamber Efendimiz (asm.)'a uymaya çalışmaktır. Bir mümin, itikat, ahlâk ve ibadette Resulüllah’a benzemek ve O’nun getirdiği bütün hükümleri mümkün olduğu kadar uygulamakla Allah’ı sevmiş olur. Ashâb-ı Kirâm'ın büyüklüğü, Resulüllah’a tâbi olmakta en ileri seviyede olmalarındadır. Bu vadide, Hz. Ali (ra.) ve Âl-i Beyt’in de çok özel bir yeri vardır. Öyleyse onları seven her mümin de onlar gibi Peygamberimiz (asm.)'a tâbi olmakla sorumludur.

Sonuç olarak, Peygamberimiz (asm.) Allah’ın sevdiği, razı olduğu insan modelidir. Bir mümin O Rehber-i Ekmel’e benzediği ölçüde, Allah’ı sevmiş ve Onun muhabbetini kazanmış olur.

Peygamberimize benzemek ise, fiilleri, sözleri, ahlakı ve davranışlarıyla Onun bütün Sünnet-i Seniyye’sine tâbi olmakla mümkün olur.

Buna göre, Sünnet-i Seniyye’ye tam uymak isteyen bir mümin, Resulüllah Efendimiz (asm.) gibi -farz, vacip, sünnet- bütün namazlarını kılacak, orucunu tutacak, zengin ise hacca gidecek ve zekât verecek, Kur’an’ı okuyacak, Onun sevdiklerini sevecek, sevmediklerini sevmeyecek. Onun ahlâkına mümkün olduğu kadar uymaya çalışacaktır.

26 Allah'a aşık olmak ne demektir?

Aşk, şiddetli sevginin adıdır. Tasavvuf dilinde, Allah’a muhabbet anlamında kullanılır. (Nursî, Mektubat, s. 450) Allah'ın zatı, sıfatları ve isimleri mahlukatına benzemediği gibi, ona olan sevgi de asla mahlukata olan sevgiye benzemez ve benzememelidir.

İnsan, aşkı ya mecazi kullanır ya da hakiki. Mecazî aşk, fânilere gönül bağlamaktır. Hakiki aşk ise, Allah’ı sevmektir. Bazen mecazî aşk, hakîkî aşka vesile olur. (Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s. 203) Hak aşığı olan zat, her şeyi “Mevla’nın diyarından” gelmiş olarak görür.

Kur'an ve sahih hadislerde aşk kelimesi geçmez. "Sevgi" çoğunlukla "hub" ve "muhabbet", bazan da "meveddet" kelimeleri ve bunların müştaklarıyla ifade edilir. Allah sevgisinden çok Allah korkusuna ağırlık veren ilk zâhidler de aşktan söz etmemişlerdir. İlk defa II. (VIII.M.) yüzyılda Allah ile kul arasındaki sevgiyi anlatmak üzere nadiren de olsa aşk kelimesinin kullanılmaya başlandığını gösteren rivayetler vardır. Nitekim söylendiğine göre Hasan-ı Basrî (ö. 110/728) Allah'ın, "Kulum bana, ben de ona âşık olurum." buyurduğunu belirtmiştir. Abdülvâhid b. Zeyd ise (ö. 177/793) peygamberlerden birinin, "Allah bana, ben de ona âşık oldum." dediğini söyler. Başka bir rivayette buna benzer bir söz Ebü'l-Hüseyin en-Nûri'ye (ö. 295/908] isnat edilmiştir.

Alimler, hatta ilk dönemlerde mutasavvıfların büyük çoğunluğu, Allah sevgisini ifade etmek üzere Kur'an ve Sünnet'te yer alan hub ve muhabbet yerine aşk kelimesinin kullanılmasına karşı çıkmışlar. Râbia el-Adeviyye (ö. 185/801), Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848), Cüneyd-i Bağdadî (ö, 297/909), Hallâc-ı Mansûr (ö. 310/922) gibi sevgi temasını işleyen ilk sûfîler, genellikle aşk, âşık ve maşuk yerine hub, muhabbet, habîb, mahbûb kelimelerini kullanmayı tercih etmişlerdir. Şer'î hükümlere titizlikle bağlı olduğu bilinen İbn Hafîf de [ö. 371/98İ) Allah sevgisinin aşk kelimesiyle ifade edilmesine uzun süre karşı çıkmıştır. Ancak onun Cüneyd-i Bağdâdî'ye isnat edilen aşkın mahiyetine dair bir risaleyi okuduktan sonra görüşünü değiştirdiği, hatta bu konuda bir de risale yazdığı rivayet edilir.

Haris el-Muhâsibî, Hâce Abdullah el-Herevî, Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Hakîm et-Tirmizî, Ebû Nasr es-Serrâc, Muhammed b. İbrahim el-Kelâbâzî, Ebû Nuaym, Abdülkerîm el-Kuşeyrî, Hücvîri, Gazzâlî gibi mutasavvıf yazarlar da eserlerinde aşk kelimesine ya hiç yer vermemişler veya nadiren kullanmışlar; bunun yerine büyük önem verdikleri Allah sevgisi konusunu hub ve muhabbet terimleriyle anlatmayı tercih etmişlerdir. Bunlardan Kuşeyrî'nin naklettiğine göre, Allah ile kul arasındaki sevginin aşk kavramıyla ifade edilmesine karşı olan Şeyh Ebû Ali ed-Dekkâk bu görüşünü şöyle açıklamıştı:

Aşk aşırı sevgi yani sevgide ölçüyü aşma anlamına gelir. Allah için böyle bir aşırılık düşünülemeyeceğinden, onun kuluna olan sevgisine aşk denemez. Öte yandan kulun Allah'a duyduğu sevgi ne kadar güçlü olursa olsun yine de onu yeterince ve lâyık olduğu ölçüde sevemeyeceğinden kulun Allah sevgisi de aşk diye adlandırılamaz (bk. Risale, s. 615). Bununla birlikte Kuşeyrî sûfîlerin Allah sevgisini aşk kelimesiyle ifade etmelerini müsamaha ile karşılamıştır. Nitekim o eserinin "Muhabbet" bölümünü, "Âşıklar söyledikleri sözlerden dolayı kınanmazlar." cümlesiyle bitirir. (bk. a.g.e., s. 625).

Aşk kelimesinin dinî bir terim olarak kullanılmasını caiz gören sûfîlerin dayandıkları bazı âyet ve hadisler vardır. Meselâ onlara göre, "İman edenler Allah'ı daha şiddetle severler." (Bakara 2/165) âyetindeki şiddetli sevgiden maksat aşktır. Diğer bir âyette de (bk. Tevbe, 9/24) müminlerin Allah'ı her şeyden çok sevmeleri gerektiği belirtilmiştir. Hz. Peygamber (sav) Hz. Ömer (ra) 'e. "Ben sana herkesten daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamazsın." demişti. (Buhârî, "îmân", 8-9; Müslim, İmân", 67-70). Mutasavvıflar, bu mânaya gelen âyet ve hadislerden, Allah'a ve Resulü (sav)'a âşık olmanın lüzumu mânasını çıkarmışlardır.

Hücvîrî, meşâyihin aşk konusunda farklı görüşler taşıdıklarını belirterek başlıca görüşleri şöyle açıklar:

Bir zümreye göre aşk, sevgilisinden ayrı düşenin bir niteliğidir. Kul da Allah'tan ayrı kaldığına göre onun Allah sevgisine aşk demek caizdir. Buna karşılık Allah hiçbir şeyden ayrı ve uzak bulunmadığına göre O'nun sevgisi aşk kelimesiyle ifade edilemez. Başka bir görüşe göre aşk, sınırı aşma demek olduğu, Allah da sınırsız varlık olduğu için O'na duyulan sevgi hiçbir şekilde aşırı olamaz, dolayısıyla aşk diye adlandırılamaz.

Hücvîrî, dayandıkları çeşitli gerekçeleri de sıralayarak müteahhirînin, Allah'a duyulan sevginin muhabbet terimiyle ifade edilmesi gerektiği, bunun yerine aşk kelimesini kullanmanın caiz olmadığı görüşünü benimsediklerini belirtir. (Keşfü'l-mahcûb, s. 401).

Gazzâlî İhyayü Ulûmi'd-dîn'in Allah sevgisi konusunu işlediği "Kitâbü’l-Mahabbe ve'ş-Şevk ve'l-Üns ve'r-Rızâ" başlıklı bölümünde aşk kelimesine iltifat etmemiştir. Bununla birlikte o aynı eserin semâ konusu ile ilgili bölümünde Allah'ı seven, O'na âşık olan ve O'na kavuşma iştiyakı duyan kişinin semâından da söz etmekte ve bu semaın kişinin şevk, aşk ve sevgisini coşturacağını belirtmektedir. Gazzâliye göre Allah'ı tanıyan onu sever. Tanıma (marifet) arttıkça sevgi de gelişir ve güçlenir. İşte bu sevgiye aşk denir. Sevginin bu şekilde aşk halini alması, kulun marifette yetkinleşerek ilâhî güzelliği idrak etmesinden ileri gelir; bu idrak arttıkça aşk da güçlenir.

Nitekim Hz. Peygamber (sav)'in Hira'da ibadete kapandığını gören Mekke müşrikleri, "Muhammed Tanrı’sına âşık oldu." demişlerdi. Gerçek âşık kalbindeki Allah sevgisine hiçbir varlığın sevgisini ortak etmez. Bu yüzden başka şeylere karşı duyulan sevgiye ancak mecaz yoluyla aşk denebilir; çünkü ortağı olmayan, dolayısıyla ortaksız sevilebilen tek varlık Allah'tır. (İhyâ,  II/ 279-280; bk. Süleyman Uludağ, TDV. İslam Ansiklopedisi, Aşk md.)

İlave bilgi için tıklayınız:  

Allah korkusu ve Allah sevgisi nedir, nasıl anlaşılmalıdır?

27 Ayetlerde geçen "Allah'a dönme" ne demektir?

"Rücu" kelimesinin sözlük anlamı, geri dönmedir. Rücu ile ilgili âyet-i kerimeler, “Sonunda bize döndürüleceksiniz.” Yahut “Sonra da döndürülüp, Ona götürüleceksiniz,” şeklinde biter. Her işini, Allah’ın kendisine verdiği kuvvet ve kudretle ve diğer imkânlarla gören insanoğlunun, Rabbinin tasarrufu dışına çıktığı bir tek an dahi düşünülemeyeceğine göre, rücuyu nasıl anlayacağız?

Üzerinde en fazla durulan mana, kendisine cüz’i irade verilmekle bu dünyada bir imtihana tabi tutulan insanların, ahirette ömürlerinin hesabını vermek üzere Allah’ın huzuruna çıkmaları şeklindedir.

Ezel aleminde ruhlarımıza bir hitap gelmişti; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye... Bu soruya; “Evet, sen bizim Rabbimizsin.” şeklinde karşılık vermiştik. 

Dünya imtihanına atılınca sebepler âlemiyle karşı karşıya kaldık. Her güneş doğduğunda ortalık aydınlandı, her bahar geldiğinde çiçekler açtı. Buğdayımızı, sebzemizi hep topraktan; meyvemizi, daima ağaçtan aldık. Bu hâl insanların bir kısmına gaflet verirken, diğer kısmını şükre sevk etti.

İmtihan âlemi kapandıktan, kabir safhası geçilerek mahşere çıkıldıktan sonra; bu iki gurup insan da Rablerine döndürülecekler. Yine O’nun huzurunda toplanacaklar. İşte bu içtima, bu toplanma bir rücudur. Bu rücu, irademiz dışında olacaktır. “Döndürülmek” tabiri bize bu dersi verir.

Bize rücu ile ilgili ders veren bir başka âyet-i kerime:

“Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz ki; ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek. Sonra sizleri yine diriltecek. Sonra da döndürülüp O’na götürüleceksiniz.” (Bakara, 2/28).

İnsan ölü iken, yâni maddesi ölü elementler âlemindeyken diriltilerek insan hâline getiriliyor. Sonra yine ölüyor ve beden tekrar aslına rücu ediyor, tümüyle element oluyor. Bu safhayı yeniden diriltilme ve mahşere çıkma takip ediyor. İşte iki ölüm, iki diriliş ve iki ayrı rücu: Biri ölümden ölüme... Diğeri, hayattan hayata…

Rücu ile ilgili bir diğer âyet-i kerime:

“... Biz Allah içiniz ve muhakkak Ona rücu edeceğiz.” (Bakara, 2/156)

İtaat edenler de isyan edenler de öte âlemde yine O’nun huzurunda toplanacak ve O’na rücu edecekler. O’nun kulu olarak yaşayan ve bu imtihan âlemini iman ile terk eden bir kulun, ahirette Rabbine rücuu bir bayramdır. Allah’ın mülkünde O’nu tanımadan ve emirlerine uymadan yaşayan insanlar da Rablerine küfür ve isyan üzere rücu edeceklerdir. O hâlde, rücu denilince, gözümüzde mahşer canlanmalı... Her iki tabloyu da hayalen olsun, nefsimizin önüne koymalıyız. Tâ ki rıza çizgisinden ayrılmasın, dünyanın geçici lezzetlerine kapılmasın ve haramlardan uzak kalsın.

“... O gün emir yalnız Allah ındır.” (İnfitar, 82/19)

âyetinden ders alsın. O günü beklemeden, bugünden O’nun emri altına girsin, hükmüne razı olsun. Peygamber Efendimiz (asm.)'in “Ölmeden evvel ölünüz.” emrine böylece uysun ve Rabbinin gösterdiği istikamet yoluna dünyada rücu etsin. Ta ki, ahiretteki rücuu saadetle sonuçlansın.

Zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah, biz kullarını mekâna yerleştirmiş ve zamana taksim etmiş. Öyle ise insan, hangi mekânda ölürse ölsün, mekândan münezzeh olan Rabbine rücu eder. Keza, hangi zamanda can verirse versin, zamandan münezzeh olan Rabbine kavuşur...

28 Küllî irade ve cüz'i irade ne demektir?

Küllî irade, sonsuz işleri birlikte dileyebilen ilâhî iradedir. Cüz’i irade ise, bir anda ancak bir şey dileyebilen, iki şeye birlikte taallûk edemeyen insan iradesidir.

İnsan bedeninde yüz trilyon kadar hücre olduğu söyleniyor. Her hücrenin de nice fonksiyonları var. İnsan, bir anda iki şey irade edemezken, bedenindeki bu sayısız faaliyetleri nasıl izah edecektir? Demek ki, insan kendine malik değil. O bir kuldur. Bedeni, küllî bir irade ile tanzim ve idare ediliyor.

Gafletten kurtulup gerçeği bulan bahtiyar kullar ise şöyle düşünürler:

“Madem ki, hiçbir organım, hiçbir hücrem başıboş değil, öyle ise ben de başıboş olamam! İç âlemimde cereyan eden bütün işler hikmetli ve faydalı. O halde ben, irademi doğru kullanarak ne dünyama ne de âhiretime fayda sağlamayan boş işlerin peşinde koşmamalıyım. Bedenimdeki her hücre, semadaki her yıldız ve kâinattaki her sistem küllî bir irade ile hareket ettiklerine göre, ben de cüz’i irademi o küllî iradeye uygun olarak kullanmalıyım. Kulluk görevimi aksatmamalı, ibadetimi eksiksiz yerine getirmeliyim.”

Sonra, düşüncesini genelleştirir:

"Ben kendi iç âlemime karışamadığım gibi, ağaç da kendi içinde işleyen fabrikanın gerçek sahibi değil. Ve o tezgahın muntazam çalışması onun kendi hüneri değil. Şu ağacı elma, bunu da armut verecek şekilde programlayan bir hikmet, bir kudret, bir ilim var."

"Ve yine, ben kan nehrimde akan alyuvarlardan ve akyuvarlardan habersiz olduğum gibi, deniz de içindeki balıklardan habersiz. Sema da yıldızlarını tanımıyor. Saçımı kendim yapmadığım gibi, ağaçlar da yapraklarını kendileri takmıyorlar. Ormanlar, dağın hüneri değil. Güneş de gezegenlerine sahip çıkamaz."

İşte kâinatta meydana gelen bu sonsuz işler, birlikte nazara alındığında, küllî ve mutlak bir iradeyi açıkça gösterirler.

Şöyle bir düşünelim: Bu âlemde birbirinden farklı ne kadar çok fiil birlikte icra ediliyor! Her an, mikroplar âleminden, bakterilerden, al ve akyuvarlardan, böceklerden, kuşlara, insanlara varıncaya kadar, nice canlılar ölümü birlikte tadıyorlar. Onların yerleri ise, boş kalmıyor. Bir o kadar, hatta daha fazla varlık dünya ile tanışıyor.

Yine sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok canlı hastalanırken, aynı anda bir o kadarı da şifâ buluyor. Niceleri izzete doğru tırmanırken, niceleri de zillete düşüyolar.

Kimileri henüz yemeklerini yerken, başkaları açlığa yaklaşıyorlar. Her biri bir ilâhî ismin tecellisini gösteren böyle sonsuz ve birbirinden farklı, hatta çoğu zaman birbirine zıt fiilleri birlikte icra etmek, ancak küllî bir iradenin işidir.

İşte insan o cüz’i iradesini ölçü tutarak ve onun aczine, noksanlığına bakarak bu sonsuz icraatları hayret ve hayranlıkla düşünür; imanı kemâle erer.

29 On sekiz bin (18.000) âlem hakkında bilgi verir misiniz?

Kur’an'da geçen “Rabbul âlemin” tabirinde, âlimlerimiz 18.000 âlem demişler. Bu rakam kesretten kinayedir. Yani Arap edebiyatında 7, 70, 700, 7.000, 70.000 veya 18.000, 28.000 gibi sayısal ifadeler, çokluğu ifade etmek içindir. Hâlbuki âlimlerimizin çoğuna göre her bir insan her bir hayvan her bir bitki veya her bir melek her bir cin bir âlemdir.

Hatta her bir hücre, başka hücrelere benzememesi dolayısıyla bir âlemdir. İşte "Allah âlemlerin Rabbidir.” veya “Ey Habibim! Seni âlemlere rahmet olasın diye gönderdik.” gibi Kur’anî ifadeler, tamamıyla tüm kâinatı ve içindeki her bir hayat sahibini, hatta cansızları da içerisine almaktadır...

30 Allah ile ünsiyet kurmak ne demektir?

Ünsiyet kelimesi, birisiyle veya bir şeyle huzur bulmak, onunla kalbi yatışmak, sükunet bulmak, yalnızlıktan kurtulmak, uygun bir arkadaşlık kurmak gibi manalara gelir.

Allah ile ünsiyet kurmak demek, her şeyin anahtarı yanında, her şeyin dizgini elinde, her hazinenin mülkü kendisine ait olan yaratıcısına karşı sevgi ve saygı beslemek, hep onu hatırlamak, onu zikretmektir.

Ünsiyet, Allah'ın sonsuz nimetleri karşısında şükrünü eda etmekten âciz olduğunu idrak etmek ve kendisinde var olan bütün iyilik, güzellik ve nimetlerin sahibi olan Rabbi ile birlikte olmayı arzu etmektir. Böyle bir arzudan bir şevk ve iştiyak hasıl olur. Bu iştiyak vuslata olan hasretin ateşini alevlendirir. Bir an-ı seyyal de olsa, manen bu vuslatı yakaladığında, o iştiyak ateşi likaya, o hasret ateşi vuslata dönüşür. Bu vuslat, insan olan  insana bir ünsiyet verir, bir sükunet ve huzur verir.

ÜNS makamına çıkabilmek için, her şeyde Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini müşahede etmek gerekir. İnsan kendisiyle ilgilenen, iyiliğini isteyen, yardımına koşan kimselere ünsiyet eder, onlarla birlikte olmaktan haz duyar. Kâinatta Allah’tan başka hakikî müessirin olmadığına iman eden kimse de, bütün iyilikleri, nimetlerin sahibi, kendisiyle çok ilgilenen ve himayesine alan Rabbinin yanında, yakınında olmaya can atar. Bu fıtratın gereğidir.

İşte deyim yerinde ise, kim ne kadar “Her şey onundur, ondan gelir yine ona gider.” hakikatine inanırsa, Allah’a olan ünsiyeti o nispette artar. Artık, her yerde onunla birlikte olmayı arzu eder. Bu arzu ise, sürekli onu zikretmeye, hatırlamaya çağırır. Artık bu kişi, Rabbini sadece Kur’an’da değil, mücessem Kur’an olan kâinat kitabında da müşahede eder. Zerreden seyyarelere kadar her şey onun için bir mirat-ı mefiret / marifet aynası olur, bir ünsiyet penceresi olur.

Bazı ehl-i tasavvufa göre, bir insan cehenneme girdiğinde bile eğer Allah’a karşı beslediği sevgi ve saygıda kusur ederse, bu durum bu kimsenin gerçek manada üns / ünsiyet makamından uzak olduğunun göstergesidir.(bk. Kuşeyrî, Risasle)

31 "Cenab-ı Hak", "Hak Teâlâ" kavramları ne anlama geliyor?

"Cenab-ı Hak", "Hak Teâlâ" ifadelerinde kullanılan "cenab" ve "teala" ifadeleri Allah için kullanılan yüceltme ifadeleridir.

CENAB: Büyüklük ifade etmek için, hürmet maksadı ile söylenir. Cenab-ı Hak, Cenab-ı Resül-i Kibriya (asm)... gibi.

TEALA: "Nâmı büyük" meâlinde olup. Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) kudsiyet ve büyüklüğü için hürmeten söylenir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Cenab kelimesi ne anlama gelmektedir?

EL-HAKK.

32 Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna göre, Ona yaklaşmayı nasıl anlamamız gerekiyor?

Soruda geçen “yakın” ve “yaklaşma” ifadelerinin mesafe ve mekânla bir ilgisi yoktur.

"Allah’ın kuluna yakın olması", onun her türlü ihtiyaçlarını bizzat görmesi, bütün hücrelerinde her türlü icraatı kudret ve ilmiyle yapması, ona kendi nefsinden daha merhametli olması gibi manalar taşır.

"Kulun Allah’a yaklaşması" ise, onun razı olduğu bir kul olma vadisinde attığı adımlarla ilgidir. İmanındaki inkişaf, ilmindeki terakki, amelindeki ihlas onu Allah’a yakınlaştıran vasıtalardır.

Uzak, yakın, geçmiş, gelecek gibi ifadeler zaman ve mekânla ilgilidir. Maddî olan ve bir mekânda yer tutan varlıklar birbirlerine göre yakında veya uzakta bulunurlar. Maddeden ve mekândan münezzeh olan Allah, mekânın her yerindeki mahlûkatına onların nefislerinden daha yakındır. Keza, zamandan münezzeh olan Allah, zaman nehrinde akıttığı her bir varlığa onun nefsinden daha yakındır.

Allah’ın, mahlûkatına yakınlığı ve mahlûkatın ondan uzaklığı zaman ve mekân ölçüleriyle izah edilemez.

Bir misal: Siz okuduğunuz kitaba ondan daha yakınsınızdır; o kendisinde nelerin yazıldığını bilmez, siz bilirsiniz... Ve kitap sizden çok uzaktır, yani sizi anlamanın, tanımanın, seyretmenin çok gerilerindedir.

Kitabın ilk sayfasındaki bir kelime ikinci sayfadakine yakındır, onuncu sayfadakine ise uzaktır. Ama onları yazan ve bilen müellif, bunların hepsine aynı derecede, aynı seviyede ve aynı ölçüde yakındır. Hepsi, onun ilminde birlikte bulunurlar.

Yakınlık ve uzaklığın bir başka cihetini bize ders veren bir hadis-i kutsî:

“... Kulum bana nafilelerle yaklaşır...”(Buhârî, Rikak 38.)

Yakınlaşmanın mânevî olduğunu, kalbî ve ruhî olduğunu bu kutsî hadis ders veriyor bize... Nafile; farz ve vacipleri işledikten sonra kulun rabbine daha fazla yakınlaşmak, kalbini ulvî feyizlere daha ziyade açmak ve ömrünü rıza yolunda daha verimli harcamak niyetiyle yaptığı ibadetler, tefekkürler, ilticalar, şükürlerdir.

Böyle bir kul, Rabbine yaklaşma konusunda her gün biraz daha mesafe kat eder... Kat ettiği bu mesafeler de mânevîdir, Rabbine yaklaşması da...

Büyük bir âlim düşünelim. Bu zâtın öğrencilerinin hepsi aynı mekânda bulunsunlar ve sıra ile ondan ders alsınlar. İlme henüz başlamış bir talebe, onun huzurunda oturup dersini aldığı zaman, o yakınlık içinde bir uzaklık vardır. Çünkü o genç adam, o büyük imamı, o dâhi âlimi anlamanın çok ötelerindedir. İlmi ilerledikçe hocasına daha çok yaklaşacak ve ona olan hürmeti, takdiri, hayreti gittikçe artacaktır...

Tahsilinin her safhasında, hocası o talebeye yakındır, onu yetiştirmekte, ilerletmektedir... Burada uzaklık hoca için değil, talebe için söz konusudur. Kâmil bir velîye mürit olmuş noksan bir insan da öyledir... Mânen terakki ettikçe onun ruh dünyasından, gönül âleminden daha fazla istifade edecektir. O büyük velî ise, o müridini mânevî terakkisinin her basamağında takip etmekle ona daima yakındır. Uzaklık mürşit için değil, mürit içindir.

Misallerden hakikate geçelim: Allah, kulunun madde ve mânâ âlemini daima terbiye etmekle, o kuluna onun nefsinden daha yakındır. Kul ise ancak belli sınırlar arasında iş görebilen noksan sıfatlarıyla, bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ı hakkıyla anlamaktan çok uzak...

33 "Allah, insanı Rahman suretinde yarattı." hadis-i şerifi nasıl anlaşılmalıdır?

Cevap 1:

Buharî ve Müslim’de,

 “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı.” (Buhari, İstizan, 1; Müslim, Bir, 115)

mealinde bir hadis-i şerif vardır. Alimlerin bir kısmına göre, “suretihi”deki zamir Allah’a racidir. Hadisin tercümesi bu doğrultuda yapılmıştır. Bir kısım alimlere göre ise, oradaki zamir Âdem’e racidir. Bu takdirde hadisin manası, “Allah Âdem’i, Âdem’in kendi suretinde yarattı.” şeklinde olur. (bk. İbn Hacer, 5/182-183)

İmam Nevevî’nin bildirdiğine göre, alimlerin bir kısmı, bu rivayetleri müteşabih kabul etmiş, manasını tevil etmeden Allah’a havale etmesini daha uygun görmüştür. Hadiste yer alan “Suretihi”deki zamirin Allah’a ait olduğunu kabul eden bazı alimler, “suretihi” yani “kendi sureti / onun sureti” tamlaması, bir teşrif ve tahsis içindir, demişler. Yani, Allah’ın sahip olduğu insan sureti anlamına gelir. “Naketullah” yani “Allah’ın devesi”, “Beytullah” yani “Allah’ın evi” tamlamaları da böyledir. (bk. Nevevî, ilgili hadisin şerhi)

“Allah’ın suretinde” ifadesini, insanların Allah’ın bazı sıfatlarını yansıtacak şekilde var edildiğini anlamak da mümkündür. Nitekim, -insan olarak- biz de görüyoruz, Allah da görüyor; biz de işitiyoruz, Allah da işitiyor... Fakat bu iki görme ve işitme asla aynı değildir. Nitekim Kur’an’da -mealen-:

“Allah’ın benzeri, hiçbir şey yoktur; O, her şeyi hakkıyla işitir, hakkıyla görür.” (Şura, 42/11)

buyurulmuş ve insanların bazı vasıflarının, Allah’ın bazı sıfatlarına muvafık olmasının, gerçek bir benzeşme olmadığına işaret edilmiştir.

“Allah, insanı Rahman suretinde yarattı.” (Buharî, İsti'zân, 1; Müslim, Birr, 115, Cennet, 28)

mealindeki hadis-i şerif penceresinden konuya baktığımızda anlaşılması daha kolay olabilir.

Cevap 2:

 Maddeden münezzeh olan Allah, suretten de münezzehtir. Nitekim, hadis-i şerifte, “Allah insanı kendi suretinde yarattı.” denilmemiştir. Burada esas olan Allah’ın rahmetine dikkatleri çekmek ve İlâhî rahmetin en fazla insanda tecelli ettiğini ders vermektir. İnsan denince hemen bedeni hatırlamak da bizi yanıltıcı sonuçlara götürebilir. İnsanda esas olan ruhtur. Beden o ruhun yardımcısı, elbisesi, hanesi gibidir. Öyle ise bu hadis-i şerifi okurken ruhumuza nazar edecek, akıldan hayale, hafızadan his dünyasına kadar uzanan çok geniş rahmet tecellilerini okuyacak ve bizi bu şekilde yaratan Rahman’ımıza şükredeceğiz.

Yokluk karanlığından kurtulan her varlık, büyük bir rahmete kavuşmuş demektir. Bu mânâsıyla rahmet, canlı-cansız bütün mahlûkatta tecelli ediyor. Semanın yıldızlarından denizin balıklarına, ışınlardan meleklere, yarı canlı bir bitkiden insanoğluna kadar her varlıkta rahmet hâkim; hepsi az veya çok, cüzî veya küllî bir rahmete mazhar olmuşlardır.

Resulullah Efendimiz (asm.), insanın eriştiği bu en ileri rahmet tecellisini bir hâdis-i şeriflerinde şöyle ifade buyurur:

“Şüphe yok ki, Allah, insanı rahman suretinde yarattı.” (Buharî, İsti'zân, 1; Müslim, Birr, 115, Cennet, 28)

Bu hâdis-i şerifin yanlış değerlendirilmemesi için bazı noktaların göz önüne alınması gerekmektedir. Hâdis-i şerifte, Allah ve Rahman isimleri ve bir de yaratma fiili geçiyor.

Cenâb-ı Hak, cisimden ve suretten münezzeh. Ama gel gör ki, insan bu hadisi okurken nefis ve şeytan onun hayalini ifsat eder ve sanki hâdis-i şerif, “Allah, insanı kendi suretine benzer bir şekilde yarattı.” şeklindeymiş gibi yanlış bir anlayışa götürür. Hadiste geçen Rahman ismine bilhassa dikkat etmek ve bu kelâmı, “Allah’ın rahmetinin bütün varlık âlemi içinde, en fazla insanda tecelli ettiği” şeklinde anlamak gerekir.

Suret, madde ve maddî varlıklar içindir. İnsanın maddî olan bedeni ruhun hizmetçisidir. O hâlde insan denilince öncelikle ruh anlaşılmalıdır. İnsan ruhu, Cenab-ı Hakk’ın maddeden ve suretten münezzeh olduğunun en güzel bir göstergesidir. Hâl böyle iken, insan nasıl olur da bu hâdis-i şerifte geçen “suret” kelimesine gerçek dışı bir yorum getirebilir?

Hadiste geçen çok önemli bir kelime de “yarattı” ifadesi. İnsanın bedeni mahlûk olduğu gibi, ruhu da ve o ruhun bütün sıfatları da mahlûktur. Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarına iman etme hususunda bize büyük bir rehber olmak üzere ruhumuzda ilim, irade, kudret gibi sıfatlar yaratılmıştır. Mahlûk olan bu sıfatlar ilâhî sıfatlara elbette hiçbir cihetle benzemezler. Sadece onlardan haber verirler.

Bu sıfatların hiçbiri için suret düşünülemeyeceği gibi, bunların tümü için de yine bir suret, bir şekil hayal etmek mümkün değildir. Bu hâdis-i şerif değerlendirilirken, kâtip yazıya, usta esere benzemediği hâlde, Hâlık’ın mahlûkuna hiç mi hiç benzemeyeceği nazara alınmalıdır. Ancak böylece batıl hayallerden ve aldatıcı vehimlerden kurtulmak mümkün olur.

Risale-i Nur Külliyatı’ndan On Dördüncü Lem’an'ın İkinci Makam'ında, bu noktada çok önemli ipuçları ve çok değerli irşat levhaları mevcut. Lem’alar‘da, “Bir kısım ehl-i aşk, insanın simâ-yı mânevisine bir suret-i rahman nazarıyla bakmışlar.” denilerek, nazarlar insanın ruh, kalp, akıl, hissiyat âlemine çevrilir ve mesele değerlendirilirken bedenin maddî suretinden uzak kalınmasına işaret edilir. Şualar’da, kâinat ağacının meyvesi olan canlılar âleminde, “Sıfat-ı seb’aca mânevî bir simâ-i rahmanî ve temerküz-ü esmaî” tezahür ettiği kaydedilir.

Bu ifadeden sadece insanın değil, diğer canlıların da Allah’ın sıfatlarını göstermeleri ve ilâhî isimlere âyine olmaları cihetiyle bir simâ-i rahmanî taşıdıkları anlaşılıyor. Ancak, bu mânânın en ileri derecesi insanda görülüyor.

Demek ki, insana ibretle bakıldığında Allah’ın bütün sıfatları ve isimleri onda okunabilir. Bütün bu tecellilerin insana, sadece ve sadece ilâhî bir rahmet olarak verildiğini düşündüğümüzde, onda rahmaniyet hakikatini seyreder gibi oluruz. Her varlıkta ilâhî isim ve sıfatlar seyredilebilir ama bu noktada en açık, en berrak delâlet insanda görülür. İlâhî sıfatlara ve isimlere delil olma, onları gösterme, onlara âyna olma hususunda insandan daha ileri bir varlık yaratılmış değil.

Siyah denilince beyazı hatırlamamız gibi, suret kelimesi de bize sireti ve hakikati hatırlatır. Her suret, bir hakikatten haber verir. Bir kelimedeki harflerin şekilleri surettir. Bu suretler bir mânâya delâlet ederler. Meselâ ilim bir mânâdır, bir üstünlük ve fazilettir. İlim kelimesi ise bize bu mânâyı hatırlatan bir suretten ibaret. Yoksa bu kelimenin harflerinde ilim aramak, elbette doğru değildir.

İnsanın mânevî siması da bize rahman mânâsını ders veren bir suret ve bir kelime gibi. Kalbimiz, aklımız, hafızamız, hayalimiz ve top yekûn his dünyamız, hep rahmetten haber verir ve Rahman’ı hatırlatırlar.

Bu tecelli, ruhumuzun hânesi olan cismimize de aksetmiş bulunuyor. Dilimizden dişimize, saçımızdan tırnağımıza, ciğerimizden böbreğimize kadar her neyimiz varsa, hepsi rahmanın birer hediyesi. Bunların her biri bir kelime, bir suret ve hepsinde o Rahman’ın lütuf ve keremi okunur.

Sonuç: Suret-i rahman; Allah’ın rahmetinin en parlak aynası ve en güzel tecellisi diye özetlenebilir.

34 Çevremizde, az da olsa, “Görmediğime inanmam” diyen kişilerle karşılaşıyoruz. Bunlara, bu yanlış düşüncelerinden vazgeçirmek için neler söylemeliyiz?

Şurası bir gerçektir ki; varlık âlemi sadece beş duyu ile hissedilebilenlerden ibaret değildir. İnsan, görme duyusu ile sadece madde alemini görür. Diliyle tatlar âlemini, kulağıyla sesler âlemini, burnuyla kokular âlemini hisseder. Hâlbuki; elektrik, yerçekimi, ışınlar alemi, radyoaktif dalgalar ve nice gerçekler vardır ki, bunlar, ne görülürler ne de işitilirler. Bununla birlikte, bu gerçeklerin varlığı şüphe götürmez.

İşte bu prensibi göz ardı eden bir kısım insanlar, "görmediğime inanmam" diyerek bütün varlık âlemini, sadece gözleriyle gördükleri maddi eşyadan ibaret sanarak, büyük bir hataya düşerler. Hâlbuki bir şeyin gözle görünmemesi onun yokluğuna delil olamaz. Zira bu âlemde, gördüklerimize oranla göremediklerimiz çok daha fazladır. Hatta insan vücudunda akıl, hayal, hafıza gibi görünmeyen varlıklar, görünenden kat kat fazladır.

“Görmediğim şeye inanmam.” sözünün altında, aklın görevini göze yükleme yanılgısı yatmaktadır. Hâlbuki insandaki her bir duyu ayrı bir âlemin kapısını açar; birinin görevi diğerinden beklenmez. Mesela, göz, kulağın; burun, dilin görevini yapamaz. İnsan, gözüyle ne yemeğin tadına ne bülbülün sesine ne de gülün kokusuna bakabilir. Göz bu organların görevlerini yerine getiremezken, elbette aklın fonksiyonunu da icra edemez.

Malumdur ki; herhangi bir eser, göz ile göründüğü hâlde, ustası akıl ile anlaşılır. “Görmediğime inanmam.” diyen bir insan, bu eserin yapıcısını inkâr durumuna düşer. Aynen bu örnekte olduğu gibi, sonsuz bir kuvvet, ilim ve sanat ürünü olan bu muhteşem kainatı seyrettiği hâlde, onun sanatkârını kabul etmeyen insan, ilim ve akıldan uzaklaşmış olur.

Böyle bir insan, bu kâinatta her an tecelli eden ve Allah’ın varlığını güneş gibi gösteren, yaratma, rızk verme, hayat verme gibi sınırsız olayları nasıl açıklayacaktır?

“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.”

35 Allah kelimesi Arapça mıdır; anlamı nedir?

"Allah" kelimesinin kökenini araştıran dil bilimcileri, bu konuda birçok beyanlarda bulunmuşlarsa da en kuvvetli görüş; bu kelimenin Arapça olup herhangi bir kelimeden türetilmeden aynen kullanıldığı ve has bir isim olduğudur.

Kelimenin herhangi bir kökten türemiş olmayıp, sözlük manası taşımadığı ve gerçek mâbudun özel adını teşkil ettiği yahut sözlükte bir anlamı olsa bile gerçek mabuda ad olunca bu anlamı kaybettiği ekseriyetle benimsenmektedir. Hatta bazı alimlere göre Allah, beşeriyet tarihinde her dönemdeki insanlara bu adı ilham ederek onların bu ismi kullanmalarına imkan vermiştir.

Allah ismi, sübhani isimlerin en hususi olanıdır. Rahmân, Rahîm, Rezzâk, vs. gibi isimlerinin manalarında bulunan özellikler "kısmen de olsa" insanlarda bulunduğu için, Allah ismi kadar hususilik taşımazlar. Bilindiği üzere hiçbir fert, bu yüce ismi ne hakikaten, ne de mecazen Cenab-ı Hakk'tan başka hiçbir mevcuda izafe etmemiştir. Hiçbir insanın Cenab-ı Hakk'ın bu mukaddes ismiyle başkasına hitap ettiği, bir kimseye ad verdiği beşer tarihinde duyulmamıştır. Allah ismi ibadette, rububiyette iştirâki redde delâlet eden yegane isimdir.

Allah ismi celili, Cenab-ı Hakk'ın diğer bütün isimlerinin manasını kendinde bulundurmaktadır.

36 Gayretullah nedir, açıklar mısınız? Zulümler, haksızlıklar belli bir raddeden sonra gayretulllah dokunur, deniyor...

Helâk olan eski kavimler için:

“Onlar günah ve isyanda sınırı aştıkları için gayretullaha dokundu. Allah da onları helâk etti.” denilir. Ancak Allah’ın gayreti, insanların gayretine asla benzemez. Cenâb-ı Hakk'ın yüce zâtına yakışır ve kutsiyetine lâyık bir gayreti vardır. Onun bu yüce gayreti, çoğu kez, günah ve isyanda sınırı aşanları cezalandırma şeklinde tecellî eder.

Gayret sahibi bir mü’min de, dine aykırı ve zararlı durumlar, hâdiseler ve tecavüzler karşısında lâkayd ve duygusuz kalamaz, müteessir olur, hamiyeti galeyana gelir. Nitekim Kur’an (Fetih, 48/29) âyetinde sahabelerin yüksek meziyetlerini beyan ederken, “küffar üzerinde çetin ve metin” olduklarını kaydeder.

Buhari’nin 67. Kitabü’n-Nikah l07. babından alınan bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Allah Teala, mü’minler hakkında gayret ve hamiyet gösterir (hayır ve saadet diler). Ve Allah’ın gayreti, haram kıldığı fena şeyleri (günahları) mü’minin işlememesi içindir.”

Allah Teala’ya nisbet olunan gayretle, insanlardaki gayret hiçbir cihetle birbirine benzemez. Allah’ın gayretinden, kullarına merhameti, hayır ve saadet dilemesi anlaşılır.

37 Allah ve Peygamber sevgimi nasıl arttırabilirim?

Allah ve Peygamber'i (asm) sevmenin, bu sevgiyi arttırmanın yolu onları tanımaktan geçer. Marifetullah, Allah'ı bilme tanıma ilmidir. Marifetullahtan hissesi nispetinde insan Allah'ı sever. Allah'ı tanıyıp emirlerine itaat eden Allah'ı sever, Allah da onu sever. Her eksikliğin başı iman zafiyetidir. İmanın artması ölçüsünde Allah ve Resulüne (asm) olan sevgi de artacaktır. İman, sevgi, itaat birbirini takip edecektir.

Allah'ı her şeyden çok sevmek dinimizin emridir. Allah'ı sevmenin yolu ise, onun sevdiği tarzda yaşayan Peygamberimizi (asm) sevmek ve onun yolunda olmaktır.

Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

"Ey Resulüm, de ki: Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir (çok affedicidir, engin merhamet ve ihsan sahibidir)." (Âl-i İmran, 3/31)

Allah’ı sevmek, insanın yaratılışının en yüce hedefidir. Dolayısıyla İslâm’ın insanları kendisine doğru sevkettiği en yüksek gayedir. Bu âyet şu kesin kıyası içeriyor: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, Habîbullaha uyacaksınız. Ona uyulmazsa demek ki Allah’ı sevmiyorsunuz.” Bunun zıddı şudur: “Ben Allah’ı severim, ama emrini dinlemem, O’nun sevdiğini sevmem. O’nu sevenleri, O’nun yolunu gösterenleri, O’nun seçip gönderdiklerini sevmem.” demektir ki, bu da: “Ben, kendimden başka hiçbir şeyi sevmem; tevhid yolunda yürümek istemem.” demektir.

Bu kâinatı kudret, kemâl ve cemâlinin tecellileriyle böylesine güzel yaratan, bunca nimetleriyle kullarına lütuflarda bulunan Allah, elbette onlardan bir teşekkür bekler. Elbette, insanlar içinde en seçkin birini onlara rehber ve mükemmel bir örnek yapar. Böylece ondaki güzelliklerin, öbür insanlara da yansımasını ister.

İnsanın Allah’ı sevmesi iyi bir şeydir. Hususiyle insan, vicdan sistemiyle Allah’ı tam bilebiliyorsa O’nu delice sever. Çünkü sevginin biricik mahalli vicdandır. Vicdanın rükünlerinden biri olan zihin bildirir, latife-i Rabbaniye gösterir, irade O’nun muradına yönlendirir, akıl, sevgi esbabı üzerinde muhakeme eder, yürek ona önemli derinlikler kazandırır.

Bir insan, bütün bütün mecazi aşkla meşbu ve aşk-ı hakikiden mahrumsa, mutlaka bir şeyler yapılarak onun yüzü hakiki aşka döndürülmelidir. Bu, fani mahbubların fena ve zevalini göstermek suretiyle, onların içlerinde Baki-i Hakiki ve beka arzusu uyararak, iman ve marifet hususunda derinleştirerek, sözü-sohbeti hep evirip çevirip O’nunla irtibatlandırarak, kalbin kiri-pası sayılan günahlardan, hatalardan uzak durarak Hak’la alaka kurabilir; alakasını güçlendirerek her şeyden elini eteğini çekip “Lâ uhibbu’l-âfilin - Ben, batıp gidenleri sevmem.” (En’am, 6/76) “Baki bir yâr isterim.” deyip O’na yönelebilir.

Hz. İbrahim (aleyhissalatu vesselam) gibi yıldız, Ay, Güneş hepsini tulû’, gurub ve mahiyetleriyle okur, bunların zeval bulup gitmelerini, bir doğup bir batmalarını ve batıp giden bu şeylerin kalbin alakasına değmediğini haykırır, herkese duyurur. Zaten bunlar, câmid ve cansız nesnelerdir; ne insanı duyar ne dinler ne de ihtiyaçlarına cevap verebilirler.

Oysaki insan, öyle birine yönelmeli ki, her zaman O’nu görsün, duysun, dinlesin ve isteklerine cevap versin. Hatırat-ı kalbimi bilsin, dualarıma icabet etsin, dünyevi-uhrevi taleplerimi yerine getirsin, yalnızlığımı giderip bana enis olsun, ebed arzularıma cevab-ı savap verip gönlümü şad etsin, benim gibi bütün dost, ahbab, yârân ve yakınlarımı da âbâd etsin... Evet, bana işte böyle bir Mabud, Sevgili, Yâr-ı vefâdâr ve her halime nigehban bir Dost lazım. Öyleyse bana aşk u alaka kurmak gerekir.

Molla Cami, bu hususu anlatırken,

“Sadece biri sev, başkaları sevmeye değmez. Çünkü görünmüyorlar.
Biri iste, başkaları istemeye değmez. Çünkü derde derman olamıyorlar.
Biri söyle, başkalarını söylemek fuzulidir. Çünkü senin işine yaramaz.”

demek suretiyle hakiki aşkın Allah’a karşı olan aşk olduğunu, insan Allah’tan gayri neye gönlünü verirse versin, bunların içinde bir burkuntu ve üzüntü bırakıp gideceğini vurgular ki, bu, herkesin meşk edip tekrarlaması icap eden bir husustur.

Hülâsa-i kelam, fâni ve zâil şeyler, gelip gidişi ile kalbin alakasına değmediğini göstermekte ve hakiki mahbub arıyan gönle “Allah sevilmelidir” ihtarını yapmaktadır.

SEVGİ: Sevme duygusu, bir kimseye veya birşeye muhabbet besleme hissi.

Sevgi, insanlarda doğuştan bulunan bir duygudur. Sevgi, topluma huzuru ve kardeşliği getiren birleştirici bir unsurdur. Kur'an, kalplerin sevgi ile birleşmesine önem verir. Mü'minin gönlü sevgi ile doludur. Kin ve düşmanlık kâfirlerin özelliklerindendir. Allah Teâlâ iman edenlerin kalplerini sevgi ile birleştirmiş, onları bu sevgi ve bağlılıkla güçlendirmiştir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Ve kalplerinin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını sevgi ile birleştirdi..." (Enfal, 8/63).

İnsan için en büyük mutluluk, Allah sevgisine ulaşmaktır. Allah Teâlâ, zâlimleri, fesatçıları, kâfirleri, israfçıları, haddi aşanları, kibirlenip böbürlenenleri sevmez. Buna karşılık takvâ sahiplerini, tövbe edenleri, sabredenleri, ihsan sahiplerini, adâletle iş görenleri, ibadetlerini yapanları, tevekkül edenleri sever.

Allah Teâlâ;

"(Rasûlüm) de ki eğer siz Allah'ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Âl-i İmran, 3/31)

buyurmuş ve Allah sevgisine ancak O'nun emirlerine uymak, Peygamberi'nin yolundan gitmekle ulaşılabileceğini haber vermiştir.

Müslümanın görevi, sevgisini iyiye, güzele ve meşrû olana yöneltmektir. Sevdiğini Allah için sevmeli, sevmediğini de yine Allah için sevmemelidir. Allah'ın sevdiklerini sırf Allah rızası için sevmek, sevmediklerinden yine O'nun rızasını umarak kaçınmak gerekir.

Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

"Âllah Teâlâ kıyamet gününde "Benim için birbirlerini sevenler nerede? Onları gölgemden başka gölge bulunmayan bir günde Arşın gölgesinde gölgelendireceğim." buyurur." (Müslim, Birr ve Sıla, 161).

"Bir kimse din kardeşini severse, sevdiğini o kişiye söylesin." (Riyazü's-Salihîn, I / 413).

Hz. Ömer'in oğlu Abdullah (r.a) şöyle demiştir:

"Allah için sev, Allah için buğzet, Allah için dost ol ve yine O'nun için düşman ol. Çünkü Allah'ın dostluğuna ancak bu şekilde erişilir." (Y. Kandehlevî, Hadislerle Müslümanlık, III / 1123).

Şu halde Müslüman, her şeye ve herkese karşı, her türlü çıkar düşüncesinden uzak, sırf Allah rızası için, samimi bir sevgi beslemelidir.

İnsan ruhunu olgunlaştıran manevî gıdalardan biri olan sevgi, özellikle çocuklardan esirgenmez. Çocuk ruhunda her türlü iyiliği filizlendirecek olan şey sevgidir. Sevgiden mahrum olarak yetişen çocuklar katı yürekli ve zalim olmaya daha yatkındırlar. Bu mahrumiyet onların ruhunu kesinlikle olumsuz yönde etkiler.

38 İmam Azam "Allah göktedir" demiş midir?

Bu konuyla ilgili bilgiyi İmam Beyhaki’de görüyoruz. Özeti şudur:

Ebu Hanife kendisine "Allah nerededir?" diye soran kadına: "Allah Subhanehu ve Teala semadadır, yerde değil." cevabını verdi. Bunun üzerine adamın biri: "Peki, Allah'ın: "O bizimle beraberdir." (Hadid, 57/4), sözüne ne dersin?" deyince: "Bu, senin bir kimseye mektup yazıp 'Ben seninle beraberim.' demen gibidir. Halbuki sen onun yanında değilsin." cevabını verdi.(bk. Beyhaki, el-Esma ve's-Sıfat, 2/238).

Konuyu seslendiren Beyhakî’nin bizzat kendisi, İmam Azam'la ilgili bu rivayetin doğruluğundan emin değildir. Bu tereddüdünü “eğer bu rivayet doğru ise...” kaydıyla göstermiştir.(bk. ilgili yer).

Beyhakî’ye göre  şayet bu rivayet doğru olsa bile, bunun anlamı gerçekten gökte olduğu anlamına gelmez. İmam Azam, bu ifadeyi,  Kur’an’da Allah hakkında kullanılan “gökte olan...”(Mülk, 67/16,17) mealindeki  ayetten ötürü kullanmıştır.(bk. ilgili yer). Bu ayetin manası ise, gerçekte Allah’a bir mekan izafe etmek değil, onun yüceler yücesi bir varlık olduğu gerçeğidir. İnsanlara göre gök kavramı,  hâkimiyeti, üstünlüğü ve yüceliği ifade eder.

Kanaatimizce, söz konusu rivayette yer alan “İmam Azam yedi gün sonra ancak kadına cevap verebildi.” ifadesi, bu rivayetin doğru olmadığının açık göstergesidir. Çünkü böyle bir soruya cevap vermek için yedi gün beklemek İmam Azama yakışmaz. Nitekim, Beyhakî’nin aynı yerde diğer bir rivayete dayanarak ifade ettiği gibi, bu konuda İmam Azamın görüşü ehlisünnet görüşüdür.

“Allah vardı, onunla birlikte hiçbir şey yoktu.” (Kenzu’l-ummal, h. No: 29850; bk. Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed'u'l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.)

mealindeki hadisten anlaşılacağı üzere, yer ve göklerin de içinde bulunduğu yaratılmış varlıktan hiç bir eser yokken, Allah vardı ve tabiatıyla gökte değildi. Zaten Ezelî olmanın anlamı da budur.

"Allah zaman ve mekandan münezzehtir." inancı Ehl-i sünnetin temel akidesidir. Bu sözü bir kafirin uydurduğu ve bu sözden dolayı öldürüldüğü, şeklindeki iddia bir uydurmadır. Aslı astarı yoktur.

Mezhep imamlarının ve o mezheplere tabi milyonlarca alimin görüşlerini bir tarafa atarak, kendi düşüncelerini “selef / selefiye” adı altında ümmete dayatmaya çalışan bir zümrenin aktif gayretleri bilinmektedir. Bu düşüncelerini tasdik ettirmek için de İmam Azam gibi büyük müçtehitlerin bazı sözlerini cımbızla alıp, eğip bükerek, kendilerine delil getiriyorlar. Bu cümleden olarak, Hanefî Mezhebi'nin alimleri arasında yer alan Şerhul Akidetul Tahaviye sahibinin görüşüşlerini kendilerine uygun buldukları için oradan bolca istifade ediyorlar. Halbuki, bu kişi, İbn Teymiye’nin fikirlerinin etkisinde kalmış bir kimsedir. Bu sebeple, Tahavî’nin demediği şeyleri de anti parantez olarak kitaba sokuşturarak kendi düşüncelerini yaymaya çalışmıştır.

Bununla beraber, kim söylerse söylesin, ehlisünnet ve cemaatin umumî caddesinin dışına çıkanlar, insanlara yarardan çok zarar veririler.

- Öncelikle şunun altını çizmeliyiz ki, bu zümrenin sık, sık kullandıkları “Selef alimleri şöyle dedi.” şeklindeki kestirip atmaları, isabetli bir tavır değildir. Selef deyince sanki “Selef efendi” adında bir kimseden söz ediliyormuş gibi, bir tek düşünceden bahsediliyor. Oysa ehl-i ilim ve erbab-ı basiret çok iyi bilirler ki, gerek sahabiler, gerek tabiinler ve gerekse  tebe-i tabiin olsun, hepsinin pek çok meselede farklı görüşleri, farklı içtihatları ve ayetlerle ilgili farklı yorumları vardır. Hepsi de selef alimlerinden olan meşhur fıkhî mezheplerin varlığı, bunun açık göstergesidir. Sahabilerin birbirinden farklı içtihat yaptıkları ehl-i ilme gizli değildir. Demek ki, “selef böyle dedi, şöyle dedi” gibi toptancı ifadeler asla doğru değildir. Hatta yanlış bir yönledime olacağından bunu söyleyenlerin sorumlu olacakları da unutulmamalıdır. İslam’ın fikir özgürlüğüne verdiği değer ölçüsüne de aykırıdır. Kur’an ayetlerini tedebbür ve tefekkür etmeyi emreden ayetlerin emirlerine karşı da ciddi bir saygısızlık ifadesidir.

- İkincisi: Selef alimlerinin hiç biri, söz gelişi “Arşa istiva”yı teşbih ve tecsimi andıran bir manaya yorumlamamıştır; dedikleri şey, “Bu tür ifadeler müteşabihtir, iman ederiz, gerçek anlamlarını Allah’a havale ederiz.” şeklindedir. Oların bu görüşlerini özetleyen İmam Malik’in şu sözleri meşhurdur. Adam’ın biri İmam Malik’e “Arşa istiva” konusunu sorduğunda imam cevap olarak: “İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldur, onu sorgulamak bidattir...” demiştir.

- Üçüncüsü: Hz. Ali (ra) “Gerçekleri öyle anlatınız ki, Allah ve Resulü (asm) yalanlanmasın.” demiştir.

Bu kurala göre, daha önceki zamanlarda bu tür müteşabih konuları o dönemin safvetine/insanların duygular açısından arı ve duru olan durumlarına halel vermemek için, onların bilgisini Allah’a havale etmek uygun olabilirdi. Ancak, felsefenin her tarafa yayıldığı, İslam’a aykırı bir çok yanlış düşüncenin zemin bulduğu sonraki devirlerde, aynı metot kullanılsaydı, Hz. Ali’nin bu tavsiyesine, İslam’ın  tebliğ metoduna, evrensel mesajının  hakkıyla anlaşılmasına taban tabana zıt bir hal olurdu.

- Dördüncüsü: İmam Azam dahil, ehlisünnetin ortak akidesine göre, Allah’ın selbî sıfatlarından bir sıfatı da “muhalefetun lil havadis”dir. Yani Allah, yaratıkların hiçbirine benzemez. “Allah’ın benzerinin olmadığını” ifade eden ayette bu husus vurgulanmıştır.

Arşa istiva, bazılarının sandığı gibi bir hakikat olarak telakki edilse, Allah’ın maddi bir varlık olarak tasavvur etmek lazım gelir ki, ehlisünnetin akidesine aykırıdır. Fakat bunu mecaz bir ifade olarak Allah’ın bütün varlıklar üzerindeki saltanatının manevî bir simgesi olarak, kabul etmekte ne dine bir aykırılığı, ne ayetin açık ifadesine bir tezatlığı ve ne de Kur’an’daki Allah tasavvuruna bir zıddiyeti vardır. Ve üstelik böyle bir anlayışın ortaya konmasıyla, bu günkü insanların zihninde yanlış bir Allah tasavvurunun önüne de geçilmiş olur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah'ın her yerde olduğunu ve  Arş'a istiva etmesini nasıl anlamalıyız? 

Mülk Suresi 16 ve 17. ayetlerde, Allah için, "gökteki" ifadesini nasıl anlamalıyız?

39 Bismillah ve "B" harfinin sırrı hakkında detaylı bilgi verir misiniz?

Derinlemesine "besmele"nin manasını incelemek şu anda mümkün değildir. Çünkü bu, gerçekten çok uzun olur. Fakat bazı konuları açıklamaya çalışacağız:

Bismillah, kâinatta nuranî bir satırdır; Ferşi Arşa / zemini semaya / yeri göğe bağlar. Onu söyleyen insanın kalbini Rabbine bağlar. "Besmelenin" çekildiği her konuda ayrı bir bağlantısı vardır. Okuyan, yazan, yemek yiyen, su içen, namaz kılan insanlar, bu yaptıklarıyla paralel olarak, dil ile seslendirilmemiş bir fiili veya bir ismi zihinlerinde takdir etmiş oluyorlar. "Allah'ın adıyla, okuyorum, yazıyorum, yemek yiyorum, namaz kılıyorum veya okumam Allah'ın adıyladır…" gibi. Bizim "Allah'ın adıyla" dememizin arkasında, Arapça gramer bakımından da böyle bir fiilin veya bir ismin olması şarttır. (bk F Râzî tefsiri, I/105-106)

Kur'an'ın ilk inen ayeti "Yaratan Rabbinin adıyla oku." mealindedir. Görüldüğü gibi, ayette "oku" fiili açıkça zikredilmiştir. Bu da besmele ile birlikte uygun bir fiil veya ismin gizli olarak var olduğuna bir işaret olup, bizim için önemli bir derstir

Besmelenin Bazı Sırları:

a. Abdullah b Mesud şöyle diyor: Besmelenin harfleri, cehennem zebanilerinin sayısı kadar olup 19 tanedir. Dolayısıyla, bu 19 zebaniden kurtulmak isteyen, 19 harfli besmeleyi okusun. Bunu okuyan kimse için Allah, bu harflerden her birisini, bir zebaniye karşı bir zırh yapar. Cehennem meleklerinin kendileri de bütün işlerini besmele çekerek yaparlar. Bütün güçlerini de besmeleden alırlar. (Kurtubi, I/92)

Fahreddin Razî de şu görüşlere yer vermiştir:

Besmelenin harf sayısı 19'dur. Bunun iki hikmeti vardır:

Biricisi: Zebanilerin sayısı; 19'dır. Allah Besmelenin 19 harfleriyle insanları bu zebanilerden korur.

İkincisi: Allah gece ve gündüzü 24 saat olarak tayin etmiştir. Sonra da, beş saat alarak beş vakit namazı farz kılmıştır. Namazın saatleri olan beş saat, 24 saatten çıktığında geriye 19 saat kalır. İşte Besmelenin 19 harfi, namaz dışındaki 19 saat içinde meydana gelen günahlara kefaret olur. (Razı Tefsiri, I/175)

b. Besmelede Allah'ın sonsuz rahmetini gösteren Rahman ve Rahim isimlerine yer verildiği için, Müşriklere karşı savaş ilan eden Berae / Tevbe suresinin başında anılmamıştır. Bu açıdan bakıldığında, beş vakit farz namazlarda, günde on yedi defa, insanlara İlahî merhametin adresi olan besmeleyi okumalarını emreden Allah, bununla bize şu dersi veriyor: İnsanların yaratılış gayesi savaşmak, birbirlerini öldürmek değil, birbirlerine karşı merhamet göstermek, yardımcı olmak ve erdemli davranmaktır. (Razı Tefsiri, I/175)

c. İlginçtir, besmelenin başında bulunan "B" harfi hariç, geriye kalan bütün harfler şifreli surelerin başında yer almıştır. Bu harfler 18 adettir, 9 tanesi aslî, 9 tanesi mükerrerdir.

Bu açıdan bakıldığında, besmelenin dokuz nurlu harfinin başında bulunan "b" harfi, bütün Kur'an'da başında besmele bulunmayan tek sure olan Berat suresinin başında ve ilk harfi olarak bulunmuştur. Bu Sure hicrî dokuzuncu yılında inmiş ve Nasr Suresinin dışında, en son inen sure olmasına rağmen, Kur'an'da dokuzuncu sıraya yerleştirilmiştir

d. Besmelenin başındaki "B" harfi, "Mâsiva"yı temsil etmektedir. O bir harf-i cerdir. Cerin manası çekmektir. Cer harfleri başında bulundukları isimlerin sonunu aşağıya çekip esre yaparlar. Ancak "besmele"nin başındaki harf-i cer ise, manevî bir asansör hükmünde kendisine yapışanı Rahman ve Rahim olan Allah'ın mukaddes huzuruna doğru çeker ve yukarı mertebelere çıkartır.

40 Hristiyanların Tanrı anlayışları nasıldır? Günümüzdeki Hristiyanların, İslam dinine ve Müslümanlara bakışları nasıldır?

Hz. İsa (as), çeşitli vesilelerle Allah'ın bir olduğunu, eşi ve benzerinin bulunmadığını ifade etmiş ve O'nun bu sözleri İncil'de aynen yer almıştır. Bu bakımdan gerçek Hristiyanlığın tevhide dayandığını Hristiyanların bile inkâr etmesi mümkün değildir. Hristiyanların bu konudaki yanılgıları, "Allah'ın kelimesi" ve "Allah'ın Ruhu" (Nisa, 4/171) vb. Kur'an ayetlerini yanlış yorumlamalarından kaynaklanmaktadır.

Hristiyan bilginleri "Allah'ın kelimesi"nden Allah'ın kelâm ve nutkunun Hz. İsa'da ifadesini bulduğunu, Allah'ın ruhunun O'na girdiğini, böylece kendisinin bir Tanrı olarak dünyaya geldiğini zannetmişlerdir. Hristiyanlığa böyle önemli bir unsurun girmesi, onların tevhid inançlarını olumsuz yönde etkileyerek onları bir çıkmaza sürüklemiştir. Ne yapacaklarını şaşıran Hristiyanlar kendi elleriyle ördükleri bu düğümü, yüzyıllar geçmesine rağmen hâlâ çözebilmiş değillerdir. Bir yandan Allah'ın tek olduğunu kabul etmek, bir yandan da üç Tanrı bulunduğuna inanmak kolay çözülecek bir problem değildir.

Bu hatalı anlayıştan kurtulabilmek için Hristiyanların yapacakları bir iş vardır:

Hz. İsa (as) ve Rûhu'l-Kudüs'ün uluhiyetini nazar-ı itibara almaksızın Allah'ı tek ilâh kabul etmek, Allah'ın eşi ve benzeri olmadığını, Hz. İsa'nın da sadece O'nun kulu ve peygamberi olduğuna inanmak, Hz. İsa'ya herhangi bir ilâhî sıfat ve isim yakıştırmamak (Mevdudî, Tevhid Mücadelesi, çev. A. Asrar, İstanbul, 1983, I, 548).

Bu konudaki bir başka Hristiyan inancına göre, Allah bir cevherdir. Bu cevherin üç temel rüknü şunlardır: 1. Baba = Allah, 2. Oğul = İsa, 3. Ruhu'l-Kudüs = Hz. Meryem'e Allah tarafından ilkâ edilen ruh. İnançlarına göre bunların üçü de aynı ilâhtır. Hristiyanların bu ilâh anlayışlarını Hz. İsa bizzat Kur'an diliyle şöyle cevaplandırmıştır:

"...Ey İsrailoğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin..." (Mâide, 5/72).

Bilinen bir gerçektir ki Hristiyanlar, Hz. İsa (as)'dan sonra yalnız tevhid inancını terketmekle kalmamışlar, bir çeşit putperestliğe de dinlerinde yer vermişlerdir. Böylece tek Allah yerine üç Tanrı bulunduğunu zanneden Hristiyanlar, şirke saparak azizlere ve mezarlara tapmaya başlamışlardır.

Özellikle Katoliklerde görülen (5. yy.) Hz. İsa (as) ve O'nun Havarilerine tapma hadisesi zamanla kiliselere, başta Hz. Meryem ve Hz. İsa olmak üzere birçok aziz ve azizenin putunun yerleştirilmesine sebep olmuştur. Günümüze kadar gelen hemen bütün Hristiyan kiliselerinde bu çeşitli putlar görülmektedir.

Ancak günümüz Hristiyanlarının kiliselerdeki bu put tasvirlerine ibadet için eskisi kadar şuursuz bir istek taşımadıkları da bilinmektedir. Aynı şekilde fanatik ve cahil olmayan Hristiyanlar, Allah inancı konusunda Teslis'i terketmiş görünüyorlar. Bugün aydın bir Hristiyanın Hz. İsa'ya "Allah'ın Oğlu" nazarıyla bakması ve Allah'ı Baba olarak görmesi nerede ise imkansız bir hâl almıştır. Günümüz Hristiyanları da bizim gibi Allah'ın birliğine inanmakta ve Teslis'i mantıksız bir inanç olarak nitelendirmektedir. Nitekim en önemli ve en büyük buyruğun ne olduğu kendisine sorulduğunda Hz. İsa:

"Dinle ey İsrail, Tanrımız olan Rab tek Rab'tır." (İncil, Markos, XII, 29)

cevabını vermiştir. Pazar âyinlerinde her kilisede topluca söylenen Hristiyan Âmentüsü,

"Tek Allah'a inanıyorum..." cümlesiyle başlamaktadır (Xavier Jakob, Sorabilir miyiz? İstanbul, 1988, 10).

Kur'ân, tanrılaştırılan varlıklar arasında, Hz. İsa'nın annesi Hz. Meryem'i de sayar:

"Hatırla ki, Allah: 'Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara: 'Beni ve annemi, Allah'tan başka iki tanrı olarak benimseyin.' dedin?" diyecek, İsa: 'Seni tenzih ederim, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz.' (...)" diyecektir. (Maide, 5/116)

Şu âyette ise, Meryem'in tanrılaştırıldığına işaret vardır:

"Meryem oğlu Mesih, sadece resuldür, -Ondan önce de resuller geçmiştir-, Onun annesi dosdoğrudur, her ikisi de yemek yerlerdi (...)" (Maide, 5/75).

Hristiyanlar, Meryem'i Allah'tan başka tanrı saydıklarını inkâr etmiş ve etmektedirler. Hristiyanlık tarihine bakılacak olursa, onlar arasında Meryem'i tanrılaştıranların bulunduğu görülür. Collyridiens diye adlandırılan, dördüncü asırda Arabistan'da doğup sonra kaybolan bir Hristiyan cemaati, tekerlekli bir taht üzerinde Meryem'i tazim ediyor, ona pastalar takdim ediyorlardı. Tamamen kadınlara mahsus, Meryem'e ait geniş bir ibadet merasimi vardı.(Duchesne, Historie ancienne de Eglise, II. 622'den Masson, Le Coran et la revelation Judeochreteenne 193-194)

İslâm, reddedilmesi gereken mutlak bir yanlış olup, Hıristiyanlık için, kendisiyle mücadele edilmesi lâzım gelen bir tehlikedir.

Öteki görüş ise, İslâmiyet’te bazı hakikat pırıltıları bulunduğuna ve Hıristiyanlıkla olan benzerliklerini kabul edip, bunların geliştirilmesi gerektiğine kanî idi. Neticede, İslâm ülkelerinde yaşayan bazı piskoposların itirazı sebebiyle, İslâm hakkında âdil bir tutum takib edilmesi meselesi ortaya çıktı. Bundan sonra, konsil çalışmaları içinde çok az bir yer tutmakla beraber, Kilise'nin İslâm'a bakışı bakımından hayli önemli olan iki metin hazırlanıp oylandı.

Konsilin, 1964 yılında oturumlarına ara vermesi sırasında, Hıristiyanlık dışında kalan dinlerle ve bu cümleden olarak İslâmiyet'le ilgili hazırlıklar yapacak komisyonlar kurulmuştu. Neticede, iki sahifeden ibaret olan, "Yahudiler ve Hıristiyan Olmayanlar Hakkında Beyanname" tamamlandı. Beyannamenin birinci sahifesi Yahudilere tahsis edilmişti. İslâm'dan bahseden paragraf ise şöyle idi:

"Kardeşlerimize karşı bu sevgi ile harekete geçerek, -birçok noktada bizimkinden farklı da olsa- bu dünyaya gelen her insanı aydınlatan Hakikatin ("Hakikat" kelimesi, Hıristiyanlıkta, ekseriya Hz. İsa'nın sıfatı olarak kullanılır (Yuhanna, İncili, 14, 6 cümlesi şöyledir: İsa ona dedi: Yol ve Hakikat ve hayat benim) ışığını yansıtan fikir ve doktrinleri de büyük bir saygı ile nazar-ı itibara almaktayız. Bundan ötürü her şeyden önce Tek, Zatî (personnel), işlerin karşılığını verecek olan Tanrı'ya ibadet eden ve bize, dini mânâ ve beşerî kültürün sayısız mübadeleleriyle çok yakın olan Müslümanlara anlayışımızı ifade ediyoruz."

Konsilin birinci döneminden sonra, 20 Haziran 1963 günü papa seçilen VI. Paul, konsile verilen bu ara esnasında "kutsal yerler"! (Kudüs, Amman) ziyaret etti. Orada, Müslümanları dostça selâmladığını ifade etti. 1964 yılında, Hıristiyan olmayanlarla ilgili bir daire başkanlığı kuruldu. Daha sonra, İslâmiyet'i, öbür dinlerle bir tutmanın doğru olmayacağı düşünüldüğünden olacak, bir süre sonra 1 Mart 1965 günü İslâmiyet için, buna bağlı bir "başkan yardımcılığı" ihdas edildi. Bu müessese, konsile bağlı değildi. Ancak, mezkur beyannameyi hazırlayan Birleşik Komisyonun, İslâm için kurulan alt komisyonu konsile bağlı idi. Bu alt komisyonda, Kahire'deki "Şark Tetkikleri Dominiken Enstitüsü" (l'lnstitut dominicain de'etudes orientales) ile Tunus'taki "Papalık Şark Tetkikleri Enstitüsü" mensuplarından bazılarına görev verilmişti.

Hıristiyanların, öteki dinlerin mensuplarıyla münasebetlerini ihtiva eden kısımda (la Consitution sur l'Eglise, Lumen Centium, no: 16) yer almak üzere hazırlanan ilk metinde, Yahudilerden söz edildikten sonra, şöyle deniliyordu:

"(Hz.) İbrahim'i ata olarak kabul eden, aynı zamanda (Hz.) İbrahim'in Tanrısına inanan (Hz.) İsmail oğulları da Atalara (Tevrat’tan önce peygamberler, özellikle Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakub için kullanılır) yapılan Vahye yabancı değildirler."

Mutedil olmasına rağmen, bu metine, yüzlerce konsil üyesi itiraz etti. Zira metin, Hz. İsmail, İslâmiyet ve Hıristiyanlıktaki vahiy anlayışı arasında münasebet kuruyordu. Lumen Centium metninin konsildeki raportörü Mgr. Garrone, anılan metnin reddedilmesinin sebebini şöyle izah ediyordu: "İsmail oğulları" sıfatı münakaşalıdır. Objektif olarak, Müslümanlar, Atalara yapılan Vahye malik değildirler". Bu anlayış, Kur’ân vahyini, Yahudi ve Hıristiyan vahyi dışında görüp, böylece onu kabul etmediğini ortaya koyuyordu.

Daha sonra yapılan değişikliklerle, metin şu şekilde kabul edildi:

"Necat temennisi. Yaratıcıyı kabul edenlere, birinci derecede, (Hz.) İbrahim'in imanına sahib olduklarını ifade eden ve Ahiret'te insanlar hakkında hüküm verecek olan, Tek ve Merhametli Tanrı'ya, bizimle birlikte ibadet eden Müslümanlara da şamildir."

Nihai olarak benimsenen bu metin, Hristiyanlarca tartışmalı konuları (Hz. İsmail ile İslâm arasındaki münasebet, Hz. İbrahim'in Müslümanların atası olması gibi) zikretmekten kaçınmıştır. Müslümanların, "İbrahim'in imanına sahib olduklarını ifade eden" kimseler olduğu belirtilmekte ve bunun, Müslümanların sübjektif bir iddiaları olduğu fikri vurgulanmakta, objektif geçerliliği hakkında herhangi bir şey söylenmemektedir. 

41 Allah'ın kıskanç olduğunu haber veren rivayetleri nasıl anlamak gerekir? Efendimizin kıskançlıkla ilgili hadislerinde insana özgü nitelikler Allah'a verilmiş olmuyor mu?

Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Allah kıskançtır, mü'min de kıskançtır. Allah'ın kıskanması, mü'minin Allah'ın haram ettiği şeyi yapmasıdır."[Buhârî, Nikâh107, Müslim, Tevbe 36, (2761); Tirmizî, Radâ 14, (1168)]

Kıskançlık diye çevirdiğimiz kelime gayret'tir. Dilimizde gayret kelimesi kıskançlık manasına kullanılmaz; çaba veya cehd manasındadır. Kadı İyaz, kıskançlık manasına olan gayretin, kelime olarak tegayyürü'l kalbten inşikak ettiğini söyler ve der ki:

"Bu kendine mahsus olan şeyde müşâreke (ortaklık) sebebiyle öfkenin kabarması, kalbin tegayyürüdür."

Bu hal, en ziyade karıkoca arasında olur. Söylediğimiz bu husus insanlar hakkındaki kıskançlığı açıklar.

Allah'a nisbet edilen kıskançlığa gelince: Bu hususta Hattâbî der ki: "Allah hakkında kıskançlığın ne olduğunu en iyi açıklayan şey meali verilen Ebû Hureyre hadisidir." Çünkü orada; "Allah'ın kıskanması, mü'minin Allah'ın haram ettiği şeyi yapmasıdır." denir. İyaz der ki: "Allah hakkında gayretin, onu yapanın hâlini değiştirdiğine işaret olması da muhtemeldir. Dendi ki, asıl itibariyle gayret, hamiyet ve izzeti nefisdir. Bu tarif, "gayret"i tegayyürün gerektirdiği şeyle tefsir etmektir, böylece gadaba râci olur. Cenâb-ı Hak, Kitab'ında gadab ve rıza'yı kendi nefsine nisbet etmiştir."


İbnu Arabî der ki:

"Tegayyürün Allah hakkında muhal olduğu kat'î delille sabittir. Öyleyse lâzımı ile tevili gerekir. Onun lâzıımı ise "vaîd"dir ve faile ceza verilmesidir."

Aynî, "Allah'ın gayretini (kıskanmasını), fevâhişten (çirkin fiillerden) yasaklaması ve onları haram kılması ve onlardan menetmesi." diye tarif eder ve şöyle açıklar:

"Çünkü gayyur (kıskanç), kıskandığı şeyden başkasını yasaklayan kimsedir. Bu hususu, Resululah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Allah kıskanç olduğu için fevâhişi haram etti." hadisi açıklamıştır. Yani haram etti demek, işlenmesini yasak etti demektir. Yine Aleyhissalâtu vesselâm buyurmuştur ki: "Allah'ın kıskanması, mü'minin Allah'ın haram kıldığı şeyi yapmamasıdır."

Konuyla ilgili başka bir rivayet de şudur: İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim, şöyle diyordu:

"Allah'dan daha kıskanç kimse yoktur. Bu sebeptendir ki fevâhişin açığını da kapalısını da haram kıldı. Medihten Allah kadar hoşlanan bir kimse de yoktur. Bu sebeptendir ki nefsini medhetmiştir." [Buhârî, Nikâh 107, Tefsir, En'âm 7, Tefsir A'raf 1, Tevhid 15; Müslim, Tevbe 33, (2760); Tirmizî, Daâvât 97, (3520)]

1. Fevâhiş kelimesi fahişenin çoğuludur. Fâhişe, gerek söz ve gerekse fiille icra edilen her çeşit çirkin fiildir. Allah'ın bütün haramları fevâhişe girer. İbnu'l-Esir, en-Nihaye'de şöyle açıklar:

"Hadiste fuhş, fâhşe, meâsi ve günahlardan çirkinliği fazla olanlara denmiştir. Çoğu kere de zina manasında gelmiştir."

2. Allah'ın medhi sevmesi hakkında Aynî der ki:

"Bu, kulların faydasına olan bir durumdur. Çünkü kullar, Allah'ı, güzel isimlerle anmak, noksan sıfatlardan tenzih ve kemal sıfatlarıyla tavsif etmek suretiyle, onu övmeleri kendilerine sevap kazandırır ve bundan istifade ederler. Değilse Allah Teâla Hazretleri bütün âlemlerden müstağnidir, hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. İnsanların medhi Ona bir fayda vermediği gibi, medhi terketmeleri de zarar vermez."

Hadiste, Allah'a senâda bulunmanın tesbih, tehlil, tahmid ve diğer zikirlerle Allah'ı anmanın fazileti gözükmektedir." (bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi, 12/287 vd.)

Efendimizin kıskançlıkla ilgili hadislerinde insana özgü nitelikler Allah'a verilmiş olmuyor mu?

Allah'ın zati ve subuti sıfatları olduğu gibi haberi sıfatları da vardır. Allah hiç bir şeye benzemediği gibi sıfatları da hiç bir şeye benzemez.

Haberî Sıfatlar Kur'an-ı Kerim ve hadislerde zahir manaları ile Cenab-ı Hakk'ın tenzih etme esası ile uyuşmayan bir takım sıfatlar varid olmuştur. Sırf nakil ve haberlerde geldiği için bu sıfatlara es-Sıfatül-haberiyye (haberlerde varid olan sıfatlar) denilmiştir.

Selef âlimleri, bu sıfatları, teşbihsiz, tecsimsiz (mahlukatın sıfatlarına benzetmeksizin ve cismiyet vermeksizin) temsilsiz ve keyfiyetini Allah'a havale ederek kabul etmişler ve bunlar hakkında herhangi bir te'vile gitmemişlerdir ve yorum yapmamışlardır.

İmam Eş'arî ile İmam Matüridî bu konuda selefin yoluna uymuşlardır.

Haşeviyye (sahih, zayıf demeyip buldukları her hadisi alıp bunların zahirlerine bağlananlar) ile Şia'dan bazıları haberlerde varid olan bu lafızların zahirine tutunarak teşbih vadisine düştüler. İlk defa Hişâm b. Hakem ve Hişâm b. Salim el-Cevâlikî, Allah Teâlâ'yı insana benzeterek O'na insanların organları gibi bir takım organlar isnad edip Müşebbihe ve Mücessime mezhebini ihdâs ettiler. Kerramiye mezhebinin kurucusu Muhammed b. Kerram da Yüce Allah'ın Arş'ın üzerinde durduğunu ve Arş'a temas ettiğini söylemiştir.

Eş'ariyye ve Matüridiyye kelâmcılarının müteahhirîni "Müslüman halk bu lafızların zahirlerine bağlanarak Allah Teâlâ hakkında teşbihe düşer." korkusuyla haberî sıfatları mecaz manalarına hamlederek te'vil etmişler ve bunlara Cenab-ı Hakk'ın azametine layık olan birer manâ vermişler ve verdikleri manâ da kat'idir dememişler ve "bunların murad edilen gerçek anlamını ve keyfiyetini Allah bilir" demişlerdir.

Kur'an-ı Kerim de geçen haberî sıfatlardan örnekler ve müteahhirine göre anlamları:

1. İstivâ':

"Rahman olan Allah Arş üzerine istiva etmiştir." (Ta-Ha, 20/5).

İstivâ'ya kahr, galebe, istilâ, hüküm, idaresi ve tedbiri altına alma, tasarruf, ulûvv (yücelik) anlamı vermişlerdir.

2. Yed, Yedeyn: Kudret, nimet, teşrif anlamı verilmiştir.

"Rabbi şöyle demişti: "Ey iblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir." (Sad, 38/75).

3. Vech: Zât, vücûd (bk. Rahman, 55/27).

4. Kabza: Kudret, mülk, tasarruf. (bk. Zümer, 39/67).

5- Yemîn: Tastamam kudret ve kuvvet (bk. ez-Zümer, 39/67).

6. Ayn, A'yün: Basar sıfatına irca' olunur (bk. Ta-Ha, 20/39; Hud, 11/37). Nezâret, gözetim, bakım demektir. Muhafaza ve yardım etmeyi de ifade eder.

7. Cenb: Türkçede, yan ve kat anlamına gelen bu kelimeyi emir ve taat olarak yorumlamışlardır:

"Her bir nefsin, Allah cenbinde (katında) işlediğim kusurlardan dolayı vay hasret ve nedametime diyeceği... "(Zümer, 39/56).

8. İstihyâ: Türkçede utanmak anlamına gelen bu kelimeye; terk etmek, çekinmek, sakınmak (istinkaf) anlamını vermişlerdir:

"Gerçekte Allah, bir sivri sineği ve bunun üstündekini (büyüğünü) mesel ve (misal) getirmekten çekinmez..." (Bakara, 2/26).

9. İtyân ve Meci': Bu kelimelerin mahlukat hakkındaki gelmek, bir yerden bir yere intikal etmek anlamlarından Cenab-ı Hakk münezzehtir.

"Ve cae Rabbüke" (Rabbinin emri geldi) (Fecr, 89/22);

"En ye'tiyehümullahü: Allah'ın âyeti ve azabının gelmesi..." (Bakara, 2/210).

Cenab-ı Hak, büyüklüğünü ve kemallerinin sonsuzluğunu kullarına anlatıp tanıtmak ve onların anlamlarını kolaylaştırmak için Kitab-ı Kerim'inde bu kelimeleri mecaz olarak kullanmıştır. Yoksa Cenab-ı Allah, haberî sıfatlardaki geçen bu kelimelerin mahlukâtı hakkında geçerli olan manalarından münezzehtir.

Buna göre, soruya neden olan Hadis'teki "gayret" kelimesini, "Allah'ın razı olmaması, kızması ve haramı işleyenin halini değiştirmesi" diye yorumlamak uygun olacaktır.

Kaynaklar:

(Sa'deddin et-Taftâzânî, Şerhul-Makasıd, İstanbul 1305, II, s. 61-79, 108-111; Şerhul-Akaid, İstanbul 1310, s. 65-84; es-Seyyidü'ş-Şerif el-Cürcânî, Şerhul-Mevakıf, İstanbul 1239, s. 147, 471-479; İmam Zeyneddin Mer'î, Ekavilü's-Sikat Te'vilül-Esma-i ve's-Sıat, Beyrut 1406/1985; Ahmet Asım, Merhu'f-Meâli Şerhul-Emali, İstanbul 1304; Abdüllatif Harput, Tenkihul Kelam, Abdüsselam, b. İbrahim el-Lakkanî, Şerh-ü Cevherati't-Tevhid; İzmirli İsmail Nakkı, Yeni İlm-i Kelam; Şehristanî, el-Milel ve'n Nihal).

42 Allah kullarını niçin seviyor?

Kur'an-ı Kerim'i açtığımızda karşımıza çıkan ilk ayet Bismillahirrahmanirrahim'dir. Rabbimiz ilk olarak Rahman ve Rahim sıfatlarıyla kendisini bizlere tanıtmaktadır. Her iki mübarek isim de Allah’ın sonsuz bir merhamet sahibi olduğunu ifade ederler. Elbette sonsuz merhamet sahibi olan Allah (c.c.) yarattığı en güzel sanatı olan her insanı sever. Ancak onların nankörlüklerini, isyanlarını ve inkarlarını sevmez.

Yokluk aleminin karanlıklarından varlık aleminin nurani tepelerine çıkardığı mahlukunu sevmemesi düşünülebilir mi?

Kendisine verilen nimetlere baktığında Allah'ın kendisini sevdiğini anlayacaktır. Allah Teala'nın kullarına olan sevgisinin tezahürlerinden bazılarını açıklayalım:

1. İnsanı yoktan var etmesi: İnsan bir hiç iken Allah'ın rahmeti sayesinde en güzel bir surette can sahibi olmuştur. Allah insanı yoklukta bırakmayıp, varlık nimetine kavuşturmuştur. Bu, nimetlerin en büyüğüdür. Yine varlık içinde cansız ve camit bırakmayıp, hayat nimetini vermiştir. Hayatlılar içinde ruhsuz bırakmayıp ruh nimetini vermiştir. Ruhlular içinde şuursuz ve akılsız bırakmayıp akıl ve şuur nimetini ihsan etmiştir. Akıl ve şuurlular içinde insaniyet nimetini bahşetmiştir. İnsaniyet içinde hidayet ve iman nimetini vermiştir. Bu sayılan bütün nimetler verilmiş ve sabık nimetlerdir. Bu husus Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıklanmaktadır:

"O değil mi se­ni ya­ra­tan, bü­tün vü­cud sis­te­mi­ni dü­zen­le­yen ve sa­na den­ge­li bir hil­kat ve­ren, ve se­ni di­le­di­ği bir su­ret­te ter­kib eden?" (İnfitar, 82/7-8)

"Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tin, 95/4)

2. İnsana sayısız nimetler vermesi: Nimet, Allah tarafından insanlara her çeşit iyiliğin verilmesi ve her çeşit zararın uzaklaştırılması anlamına gelmektedir. Bu Rahman ve Rahim isimlerinin tecellisidir.

Rahmet ve merhamet; kısaca, ‘hayrı irade etmek ve sonsuz ihsan ve ikramda bulunmak’ mânâsına gelir.

Merhamet için yapılan şu tarif çok güzeldir:

“Merhamet; acıları, afetleri, sıkıntıları gidererek yerlerine hayrı, sürur ve saadeti ikame etme duygusudur.”

Rahmân ismi, ‘insan-hayvan, mü’min-kâfir farkı gözetmeksizin her canlının her türlü rızkını veren ve onları koruyup gözeten” mânâsına gelir.

Rahîm ise, “iradesini doğru kullanan kullarına iman, ibadet, hidayet saadetini kazandıran ve onlara ebedî cennetler hazırlayan” demektir.

Rahmân ismi, ilk yaratılışa bakar. Nitekim, Cenâb-ı Hak, yarattığı her varlığı, onların iradeleri dışında nice ihsanlara mazhar kılar.

Rahîm ismi ise, daha çok, ikinci yaratılışa bakar ve iradelerini hayra, doğruya, güzele yönlendiren bahtiyar kullar için, ikinci yaratılışta, sonsuz lütuflar, nimetler, ikramlar verileceği müjdesini taşır.

"O ki, yeryüzünde ne varsa, hepsini sizin için yarattı." (Bakara, 2/29).

3. Uyarıcı peygamberler göndermesi: Peygamberlerin gönderilmesi Allah Teala'nın merhametinin göstergesidir. Hak ve batıl her ümmetin önüne, bir elçi aracılığı ile serilmiş, Allah emir ve yasaklarını onlara duyurmuştur. Peygamberler aynı zamanda insanların dünyevi işlerinde birer rehberdirler. Medeniyetlerin gelişmesi peygamberlerin rehberliğiyle olmuştur. 

"And olsun ki Allah, inananlara, ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitap ve hikmeti öğreten, kendilerinden bir peygamber göndermekle iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler." (Al-i İmran, 3/164)

4. İslam dininin kolaylık dini olması: İnsanı yoktan var eden Allah, şüphesiz onun nelere ihtiyaç duyacağını, hangi ibadetleri yapmaya güç yetirebileceğini, nasıl sağlıklı, huzurlu ve mutlu olacağını en iyi bilendir. Dolayısıyla Rabbimiz'den bir lütuf olarak İslam dini insanlara çok kolay, çok güzel ve çok rahat bir yaşam sunmaktadır.

"... O, sizi seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kur'an'da, peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için size müslüman adını veren O'dur. Artık, namaz kılın, zekat verin, Allah'a sarılın. O sizin sahibinizdir. Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!" (Hac, 22/78)

5. Dünya hayatında tövbe için muhlet vermesi: Allah isyan eden kullarına hemen ceza vermez. Hatalarını anlayıp tövbe etmeleri için onlara mühlet verir.

"Senden önce de nice peygamberlerle alay edildi. Fakat ben, o kâfirlere akıllarını başlarına toplamaları için bir süre mühlet verdim. Ama onlar akıllanmayınca sonra da onları azabımla kıskıvrak yakaladım, cezam nasılmış, gördüler." (Ra’d 13/32)

6. Kendisine inanan kulları cennetle mükafatlandırması: Cennet Allah’ın bir lütfü ve fazlıdır.

"Tövbe edenler, iyi amel ve harekette bulunanlar öyle değil. Çünkü bunlar hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayarak cennete, çok esirgeyici Allah`ın kullarına gıyâben va`d buyurduğu Adn cennetlerine gireceklerdir. Onun vadi şüphesiz yerini bulacaktır. Orada selâmdan başka boş bir söz işitmeyeceklerdir. Orada sabah, akşam rızıkları da ayaklarına gelecektir. O, öyle cennettir ki biz ona kullarımızdan gerçekten müttakî olanları vâris kılacağız."  (Meryem, 18/60-63).

7. Dualara icabet etmesi: Dua, Rabbimiz'in Rahman ve Rahim isminin üstün tecellilerinden bir diğeridir. En zor şartlarda bile, imanlı bir insan asla ümitsizliğe kapılmadan, Allah'tan kuvvet ve sabır diler. Allah'ın her zaman her şeyin en hayırlısını yarattığını bilerek umutla yalnızca Allah'a yalvarır. Allah'tan istediği her şeyin en hayırlı şekilde son bulacağını bilir. Allah’ın kullarına verdiği bu sınırsız imkan hiç şüphesiz O’nun sonsuz rahmetinin bir tecellisidir. Bütün güç Allah'ın elindedir. Rahman ve Rahim olan Allah, ihtiyaç içinde olan insanların kendisine yöneldikleri takdirde işlerini kolaylaştıracağını şu ayetle bildirir:

"Rabbiniz, şöyle buyurdu: Bana dua edin, size cevap vereyim (duanızı kabul edeyim)." (Mü'minûn, 23/60).

"Kullarım sana beni sorunca, haber ver ki, ben şüphesiz onlara yakınım. Bana dua edenin duasını kabul ederim." (Bakara, 2/186)

8. Kullarının tövbesine sevinmesi: Rabb'imiz gereği gibi tövbe edenlerin tövbesini kabul edip onları mükafatlandıracağını, böyle davrandıkları takdirde yarınlarından emin ve güvenli olacaklarını, yitirdikleri ümitlerini yeniden ele geçireceklerini açıkça haber vermektedir.

"Onların hareketlerinin karşılığı Rablerinden bağışlanma ve içlerinde ırmaklar akan, temelli kalacakları cennetlerdir. Böyle yapıp davrananların mükafatı ne güzeldir." (Âl-i İmrân, 3/136).

"Hiç şüphesiz Allah hem çok tövbe edenleri, hem de çok temizlenenleri sever.” (Bakara, 2/222)

9.  Yaratılanlar içerisinde en üstün kılması: İnsanın üstün yaratıldığına dair bazı ayetler şöyledir:

"Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' dediği vakit onlar: 'Âa!.. Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın? Oysa biz sana devamlı hamd, ibadet yapıp, seni tenzih etmekteyiz.' dediler. Allah: 'Ben, sizin bilmediğiniz pek çok şey bilirim.' buyurdu." (Bakara, 2/30)

"Gerçekten biz Âdem evlatlarını şerefli kıldık, karada ve denizde kendilerini taşıyacak vasıtalar nasib ettik, onlara helâl ve hoş rızıklar verdik ve onları yarattığımız varlıkların çoğuna üstün kıldık." (İsra, 1/70)

"Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik. Ancak, iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır." (Tin, 95/4-6)

Allah, insanı en mükemmel şekilde yaratıp ona tüm mevcudat üzerinde bir üstünlük vermiş ve onu kainatın halifesi kılmıştır. İnsan, bu üstün vasfını iman ve ibadetle muhafaza etmelidir. Aksi takdirde esfeli safiline düşerek bu halifeliğini kaybedecek ve Kur'an'ın ifadesi ile belki hayvandan daha aşağı bir duruma gelecektir. İman insanı meleklerden daha üstün bir nertebeye getirirken, küfür insanı esfeli safiline atıp cehennemin derekelerine düşecek bir hale getirir.

Nitekim Allah Teala insan için "ahsen-i takvim" demektedir. İnsan için "en güzel" denilmesi, mahlukat içinde ondan daha güzelinin olmadığı anlamına gelir.

43 “Allah insana kaldıramayacağı yükü yüklemez.” (Bakara, 2/286) ayetinin ahireti de kapsadığını söyleyemez miyiz?

Ayetten ahiret azabını da çıkarmanın isabetli olduğu kanaatinde değiliz. Çünkü evvela bu ayette söz konusu edilen ve bizim “yük yüklemez” diye tercüme ettiğimiz kelimenin Arapçası “la yükellifu”dur. Teklif kavramı, üstten gelen bir emir doğrultusunda kişinin yapması gereken bir görevdir. İslam’da “Efâl-i mükellefîn” denilen fiiller olarak adlandırılmaktadır. 

O halde ayette söz konusu olan, “tekâlif-i diniye” denilen dinî görevlerdir. Ayetin açık manası şudur:

“Allah hiç kimseye gücünün üstünde bir teklif yapmaz / bir görev yüklemez...” (bk. Bakara, 2/286)

Nitekim İbn Abbas bu ayeti şöyle tefsir etmiştir:

Ayette söz konusu edilen yükümlüler Müslümanlardır. Allah onlara din işlerini kolaylaştırmıştır. 

“Allah sizin hakkınızda kolaylık ister, zorluk istemez.” (Bakara, 2/185),

“Din konusunda, size hiçbir zorluk da yüklemedi.” (Hac, 22/78),

“Onun için gücünüz yettiğince Allah’a karşı gelmekten sakının.” (Tegabun, 64/16)

mealindeki ayetlerden de bu manayı anlamak mümkündür (bk. Taberî, İbnu’l-Münzir, ilgili ayetin tefsiri).

Kaldı ki,

“Girin oraya! (yani cehenneme). İster dayanın, ister dayanamayın, artık hepsi bir! Siz sadece ne yaptıysanız onun karşılığını bulacaksınız.” (Tur, 52/16)

mealindeki ayet ve benzeri ayetlerin ifadeleri bu konuda açıktır.

44 Allah’ın zatını, aklımızla anlayabilir miyiz?

Akıl, Allah’ın zatının varlığını bilir, ancak mahiyetini bilemez. Henüz kendi mahiyetini bilmeyen insan aklının, böyle bir yola girmesi onu ancak şirke düşürür. Çünkü Allah’ın zatı hakkında her ne düşünse, bunlar onun kendi düşüncesinin mahsulüdür. İnsan, ancak Allah’ın yarattığı şu varlık alemini anlamaya çalışabilir, Onun mahlukatını tefekkür edebilir; zatını değil. Onun zatının kutsî mahiyetini ancak kendisi bilir. 

Ne göz her varlığı görür ne kulak her sesi işitir ne de akıl her şeyi anlar. Her şey Allah’ın mülkü ve mahlûku. Akıl ise, o her şeyden sadece bir şey. Ve her mahlûk gibi, o da mahdut yani sınırlı. Henüz bir hücreyi bile tam olarak izah edememiş, genin şifrelerini çözememiş. Öte yandan galaksilere sınır biçememiş, semanın büyüklüğünü rakamlara dökememiş. Kısacası, insan aklı henüz mahlûkat dairesini bütünüyle anlamış değil. Bu hâliyle kalkıyor, hâlıkıyeti anlamaya, Allah’ın mukaddes zatı hakkında tahminler yürütmeye çalışıyor. 

Kaldı ki, akıl henüz kendini anlamaktan âciz. Akıl nedir? Nasıl çalışır? Duyu organlarıyla edindiği bilgileri nasıl yoğurur? Hâfızadan nasıl yardım alır? Elde ettiği neticeleri hâfızaya ne ile gönderir? Bu ve benzeri nice sorulara insanoğlu cevap bulmuş değil. Aslında aklın kendi mahiyetini bilmemesi insan için büyük bir irşat kapısı, büyük bir hidayet vesilesidir. "Henüz kendini layığınca bilmeyen bir âletin öncülüğüne fazla güvenilmez." diye bir ikaz işaretidir. 

Hiçbir akıl kendi mahiyetini bilemez ve yine hiçbir akıl kendi varlığından şüphe etmez. Bu, ilâhi hikmetin bir şifresidir. Bu şifreyi çözebilen insan, ne bu âlemin bir sahibi olduğundan şüphe eder, ne de Onun kutsî zâtını anlamaya zorlanır. 

Her biri değişik özeliklere sahip ve farklı işler gören organlarımızı; "gözümüzü, kulağımızı, kalbimizi, ciğerimizi" bir an için şuurlu farz edelim ve onlara ruhu soralım, "Ruhu nasıl bilirsiniz?" diyelim. Bu organlardan, şuurunu yerinde kullananlar diyeceklerdir ki, o hepimizi idare eden ve hiçbirimize benzemeyen bir başka varlıktır. Onun hakkında ne konuşsak, yalan olur. Onu neye benzetsek hata yaparız. 

İkisi de mahlûk oldukları hâlde, bedenin organları ruhu anlayamıyor. O hâlde, bir mahlûk olan akıl, kendi Hâlikının kutsî mahiyetini nasıl anlayabilir? Onun mukaddes zâtını nasıl kavrayabilir?...

Mahluk ve sınırlı olan insan aklı, bütün sıfatları sonsuz kemalde bulunan Allah’ın zatını elbette idrak edemez. O’nun zatının kutsî mahiyetini ancak kendisi bilir.

Resulullah Efendimiz (asm.), Allah’ın zatı hakkında tefekkür etmenin şirk olduğunu bize haber veriyor. Yani, böyle bir düşünceye dalan insan Allah’a ortak koşma yolundadır. Çünkü, akıl neyi anlarsa, hâfıza neyi alırsa, hayal neye ulaşırsa, bütün bunlar tıpkı, gözün gördüğü, kulağın işittiği, dilin tattığı varlıklar gibi birer mahlûk olurlar. Bu âletlerin hepsi yaratılmıştır ve bu terazilerin tartabildikleri de ancak mahlûk olabilir, hâlık olamaz.

Akıl mahluk olduğu gibi, onun düşündükleri de mahluktur. İnsan, Allah’ın zatı hakkında her ne düşünse, mahlukattan elde ettiği bilgiler ve görgüler çerçevesinde düşünecek ve mutlaka hataya düşecek, yanlış karar verecektir. 

Allah’ı, kendi aklının sınırlı kalıplarıyla değil, Allah kelamı olan Kur’an ile bilen insan hakikate ermiştir. Beşer aklının bu vadide konuşacağı sözler çok sınırlıdır. Allah’ın zatı gibi, sıfatları, fiilleri, isimleri, kullarından istekleri, emir ve yasakları hakkında da bu zayıf aklın kendi gücüyle bize söyleyeceği fazla bir şey yoktur...

45 "Allah Teala zulmün cezasını erteleyebilir, ama kesinlikle ihmal etmez." sözünü açıklar mısınız?

"Allah, (mazlumun) duasını bulutların fevkine çıkarır ve onlara sema kapıları açılır ve Allah Teala Hazretleri: 'İzzetime yemin olsun! Vakti uzasa da, duanı mutlaka kabul edeceğim!' buyurur." (Tirmizî, Cennet 2)

Cenab-ı Hak dualara cevap vereceğini vaad etmektedir. Aleyhissalâtu vesselâm bunu haber vermektedir. Ancak, ne Kur'anî kaynak ne de hadisler "anında, aynıyla" diye bir kayıt getirmezler. Çünkü Cenab-ı Hak, "hakim"dir, her şeyi hikmetle yapar. Dolayısiyle duaların kabulünde de takip edeceği bir hikmet vardır. Anında yerine getirebileceği gibi, on sene, yirmi sene, kırk sene sonra da yerine getirebilir; imhâl eder, fakat ihmal etmez. Öyleyse mana şöyledir:

"Ey mazlum! Ben senin çiğnenen hakkını zayi etmeyeceğim. Uzun zaman geçse de duanı geri çevirmeyeceğim. Çünkü ben Halim'im, kulları cezalandırmada acele etmem. Belki tövbe ederler; mazlumlara da haklarını vererek gönüllerini alarak razı ederler, zulüm ve günahtan vazgeçerler diye mühlet tanırım."

Hadis, böylece, Allah'ın zalime mühlet tanısa da onu asla ihmal etmeyeceğine de işarette bulunmuş olmaktadır.

Kur'an-ı Kerim'de kafirlere mühlet verilmesinin hikmetleri anlatılır. Bunlardan biri onların imana gelmesine fırsat tanımaktır. Nitekim şu ayetler bunu açıklamaktadır:

"O müşrikler kendilerine mühlet verilmesine aldanmasınlar. Daha öncekilere de böyle fırsat verilmişti. Ne zaman ki peygamberler, toplumlarının imana gelmelerinden ümitlerini kesecek raddeye gelirler ve toplumları da peygamberlerinin kendilerini aldattığı zannına kapılırlar, işte o zaman onlara yardımımız ulaşır, inkârcılar helâk olur, dilediğimiz kimseler kurtulur. Çünkü (uzun vâdede) cezamız, suçlu toplumlardan hiçbir surette geri çevirilmez." (Yusuf, 36/110)

"Senden önce de nice peygamberlerle alay edildi. Fakat Ben, o kâfirlere akıllarını başlarına toplamaları için bir süre mühlet verdim. Ama onlar akıllanmayınca sonra da onları azabımla kıskıvrak yakaladım, cezam nasılmış, gördüler." (Ra'd, 13/32)

Bu ayetler kafirlerin imana gelmesi için kendilerine fırsat verildiğini ve hemen cezalandırılmadıklarını açıkça göstermektedir.

Al-i İmran Suresi 178. ayette geçen konuyu öncesiyle beraber değerlendirmek gerekir. Öncelikle kafirlerin yaptıklarının başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere, müminleri üzmemesi gerektiği hatırlatılır. Bundan sonra da onların hakettikleri cezalarını hemen görmemesi, sanmayınki onların lehinedir. Bu onların azabını daha da artırmaktan başka bir şey değildir, denilerek müminler teselli ediliyor. Bu açıdan her ayeti kendi makamında değelendirmek gerekir:

"- Küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar, Allah'a hiç bir şekilde zarar veremezler. Allah onlara ahirette bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır. İman karşılığında inkarı satın alanlar Allah'a hiçbir zarar veremezler. Onlar için acı bir azap vardır. Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin, şahısları için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara bu mühleti, ancak günahlarını artırsınlar diye veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Al-i İmran, 3/176-178)

Bu açıdan kafirlere zaman tanınmasının birden çok hikmeti vardır. Bu sadece onlardan biridir.

Kafirlerin ve zalimlerin işlediği günahlar ve zülümler büyük olmasından dolayı, bu dünyadaki bela ve musibetler onların cezalarına mukabil gelmediği için, cezaları tamamen ahirete bırakılmaktadır. Bu dünyada bile küçük suçlar küçük mahkemelerde verildiği halde büyük suçların cezası büyük mahkemelerde verilmektedir.

Elbette binlerce, milyonlarca insanın ahını alan bir insanın hesabı bu dünyada görülmez. Cehennem gibi bir ceza ancak onların suçlarına mukabil gelir.

46 Allah'ın isimleri hakkında bilgi verir misiniz?

Allah’ın bütün güzel isimleri, ilâhî sıfatlardan birine dayanır. Meselâ, Alîm ismi sıfat-ı sübutiyeden ‘İlim’ sıfatına; ‘Kadîr’ ismi ‘Kudret’ sıfatına, ‘Mütekellim’ ismi ‘Kelam’ sıfatına dayanır.

Keza, Evvel ismi, sıfat-ı selbiyeden ‘Kıdem’ sıfatına; ‘Âhir’ ismi, ‘Beka’ sıfatına dayanır.
Bazı İslâmî kaynaklarda ilâhî isimlerden, sıfat diye söz edildiği görülür. Meselâ, ‘Kerîm’, Allah’ın bir ismidir. Aynı zamanda Allah’ı kerem sahibi olarak vasıflandırması cihetiyle de sıfat vazifesi görür. ‘Kerîm Allah’ dediğimiz zaman Kerîm ismini sıfat makamında kullanmış oluruz.

Allah’ı hangi isimle yâd edersek edelim, o isim aynı zamanda Allah’ın bir vasfını, bir kemâlini, bir cemâlini, yahut ahlâk-ı İlâhiyyesinden birini ifade etmekle sıfat vazifesi görür.

İlâhî isimlerden çoğu, fiilî sıfatlara dayanırlar. Hâlık ismi, yaratma fiiline; Muhyî ismi, ihya (hayatlandırma) fiiline; Musavvir ismi, sûret verme fiiline; Mümit ismi, imâte (ölümü verme) fiiline dayanır.

Cenâb-ı Hakk’ın zâtı birdir ama isimleri yüzlerce, binlercedir. Hatta bazı zâtlara göre ilâhî isimler sonsuzdur. İşte bu isimler arasındaki farklılık, onların tecelligâhı olacak varlıkların da farklı olmalarını zarurî kılmıştır.

Allah’ın bütün isimleri güzeldir. Zâtı güzel olduğu gibi bütün zâtî isimleri de güzeldir.

Sıfatları güzel olduğu gibi, bu sıfatlardan doğan sonsuz fiilleri de güzeldir. Ve bu fiillere dayanan ‘fiilî isimleri’ de güzeldir.

Bu sırra eren kâmil insanlar, “Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” demişlerdir. Zira, Kahhâr ismi de güzeldir, Latîf ismi de.

Bu kısa açıklamadan sonra, "zât, şuunât, sıfat, fiil, isim" münasebetinden de kısaca söz edelim:

Nur Külliyatında bu önemli konu defalarca işlenmiş ve misallerle izah edilmiştir. Bunlardan birisinin sonunda şu hüküm cümlesine yer verilmiştir:

“İşte bütün âlemdeki âsâr-ı sanat ve bütün mahlukat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe’ne ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için; masnuat adedince birtek Sâni’-i Zülcelâl’in vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmuası ile, silsile-i mahlukat kadar kuvvetli bir tarzda bir mi’rac-ı marifettir.” ( Sözler, s.667)

Buna göre, mahlukatı tefekkür ederken takip edeceğimiz sıra şöylece ortaya konulmuş oluyor; eser, fiil, isim, sıfat (vasıf), şe’n, zât.

Allah’ın, bir mahluku yaratmasında ise bu sıra şu şekli alıyor: Zât, şe’n, sıfat, isim, fiil, eser.

Bir hadis-i kutsî de şöyle buyruluyor:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim (bilinmek istedim) de kâinatı yarattım.”(Acluni, Keşfü'l- Hafa, II/132) 

Bu kutsî hadisin ışığında şöyle diyebiliriz: Bu varlık âleminin yaratılmasında ilk safha, Allah’ın bilinmeye muhabbet etmesidir. Bu ise ilâhî şuunâttan bir şe’ndir.

Bu ilâhî istekten sonra, kâinatın yaratılması irade edilmiştir, irade ise bir ilâhî sıfattır. Bu irade ile birlikte kudret, ilim gibi bütün sıfatların, tabiri caizse, faaliyet göstermesi söz konusudur.

Demek ki sıfatları faaliyete geçiren şuunâttır.

Sıfatlar belli sayıda olmakla birlikte bunlardan sonsuz fiiller zuhur etmiştir ve bu fiillerden her birisi, Allah’ın, ezelden beri var olan bir ismine dayanır. Terbiye fiilinin Rab ismine dayanması gibi.

Şu var ki, henüz hiçbir varlığın yaratılmadığı dönemde de, bu isimler var idi, ama tecelli etmemişlerdi.

Mahlukatın yaratılmasıyla tecelli eden isimler, fiilî isimlerdir; Rezzak, Hâlık, Muhyî, Mümit gibi...

Zâtî isimlerin varlığına bu âlemde birçok delil varsa da bu, ‘tecelli’ demek değildir. Meselâ, Kadîm ismi hiçbir şeyde tecelli etmez. Çünkü evveli olmamak ancak Allah’a mahsustur. Ama biz, eşyanın evvellerine bakarak bunları yaratan Allah, Kadîm’dir, ezelîdir diyebiliriz. Yani, Allah’ın Kadîm ismini eşyanın evvellerinde okuyabiliriz, fakat bu bir tecelli değildir.

Şu noktayı da önemle belirtmek isterim:

Tecelli etmek başkadır, ayna olmak daha başkadır. İnsanın ölümünde Allah’ın Mümit (ölümü yaratan) ismi tecelli eder, fakat Bâkî ismi tecelli etmez. Ama, insanların ölümleri Bâki ismine bir ayna olurlar; yani biz, ölümlerde Allah’ın Bâki ismini okuyabiliriz.

Demek oluyor ki, âlemlerin yaratılmasıyla Allah’ın fiilî isimleri tecelli etmiş oldular. Böylece şu gördüğümüz ve göremediğimiz ilâhî eserler vücut buldular.

Allah’ın en mükemmel eseri, insan ruhudur. Bu ilâhî mucizede, nice ilâhî hakikatlerin birtakım işaretleri mevcuttur. Meselâ, insan kendi kudretini tefekkür ederek, ilâhî kudretin varlığını bilebilir; ancak, kudretinin mahluk olduğunu ve ilâhî kudrete işaret ettiğini unutmamak şartıyla...

Mâlûm olduğu gibi, haritadaki bir işaret bir şehri gösterir; ama o işarette şehrin binalarını, caddelerini, büyüklüğünü, şeklini bulamazsınız; sadece o şehrin varlığından haberdar olursunuz o kadar.

İnsanın sıfatları ve şuunâtı da böyledir.

Bu gerçeği göz önüne alarak şöyle diyebiliriz:

İnsan bir fakiri gördüğünde içinde bir merhamet, bir acıma duygusu uyanır. Bu, şuunâta misaldir.

Sonra ona yardım etmeye karar verdiğinde, irade devreye girmiş ve böylece sıfatlara intikal edilmiştir. Elini cebine sokması da yine bir sıfat olan kudretle gerçekleşir.

Fakire sadaka vermek üzere elini uzatması bir fiildir, sadaka verme fiili.

Herkes bir fakiri görebilir, ama sadaka vermeyebilir de. Sadaka vermek, ancak cömert insanların işidir. Demek ki, cömert ismini taşıyan insanlarda, sadaka verme fiili gerçekleşiyor. Yani, bu fiil bu isme dayanıyor.

Sonunda, fakirin eline paranın değmesiyle, olay tamamlanmış oluyor.

İşte insan, bu istidadı, bu kabiliyeti sayesinde, ilâhî şuunâtı, sıfatları ve fiilleri bir derece tefekkür edebiliyor.

Son olarak Nur Külliyatındaki şu hayatî tavsiye üzerinde de kısaca durmak isterim:

“Şeriat ve sünnet-i seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esmâ-i hüsnanın her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmağa çalış...” (bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, s.362)

Buna göre ilâhî isimlere mahzar olmak ve onlardan feyiz almanın en sağlam yolu, Kur’ân’a ve sünnete uymaktır. İnsan, ilâhî emirlere uyduğu, yasaklardan kaçındığı ve bu konuda en büyük rehber olan Allah Resûlü (a.s.m.)'ın sünnetine ittiba ettiği ölçüde, ilâhî isimlerin tecellilerinden feyiz alır.

Nur Müellifi, ‘mazhar-ı câmi’ olmaktan söz ediyor ve bunun için çalışmak gerektiğini söylüyor.

Bir mahluk, ne kadar çok isimden ne ölçüde feyiz alırsa, derecesi, şerefi, rütbesi o nisbette yükselir. Bir misal vermek isterim: Bir âlimde Allah’ın Alîm ismi tecelli etmiştir. Bu âlim fakirleri doyurduğunda Rezzâk isminden de ayrı bir feyiz alır. Kendisine karşı işlenen bir hatayı affettiğinde ise Afüvv ismine mazhar olur. Bütün bunlar kulun kendi cüz’î iradesiyle yapabildiği işlerdir ve ‘mazhar-ı câmi olmaya çalış’, denilmesi de bundandır. Yoksa, bir ilâhî ihsan olarak bizde tecelli eden isimlerde, bizim bir çalışmamız söz konusu değildir.

Nur Külliyatında, ‘insanın esmâ-i ilâhiyeye mazhar olması’ hakkında çok önemli bir bahis var. ‘Herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmayı’ bu bahsin ışığında daha iyi anlayabiliriz:

“İnsan, üç cihetle esmâ-i ilâhiyeye bir âyinedir."

"Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, zaaf ve acziyle, fakr u hacatıyla, naks ve kusuru ile, bir Kadîr-i Zülcelâl’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza pek çok evsaf-ı ilâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor."

...
"İkinci Vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen numuneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder."
...
"Üçüncü Vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i ilâhiyeye âyinedarlık eder.”
(bk. Sözler, Otuz Birinci Pencere, s.686)

İlk iki vecihte, insanın iradesi söz konusudur. Yani, insan kendi iradesini doğru kullanarak, aczini ve fakrını bildiği nisbette Allah’ın Kadîr ve Ğanî isimlerine ayna olur. Noksanını bildiği ölçüde, ilâhî sıfatların ve fiillerin kemâlini idrak eder, bu idrakle birlikte o da kemâl bulur, terakki eder.

Öte yandan, insan kendi mahiyetine konulan sıfatları doğru değerlendirdiğinde, bunlar vasıtasıyla, ilâhî sıfatların varlığını idrak eder. İnsan bu sıfatlara sahip olmasaydı, Allah’ın sıfatları ona meçhul olurdu.

İlâhî sıfatların bir işareti, bir gölgesi insanın mahiyetinde yaratılmış olduğu için, insan, mahluk olan bu sıfatlarını kıyas unsuru olarak kullanıp, ilâhî sıfatları tefekkür edebiliyor.

Üçüncü vecihte, iradeyi kullanma, yahut kıyas yapma söz konusu değildir. Bu kâinat sergisinde Allah’ın nice farklı eserleri sergileniyor ve her birinde ayrı bir sanat ve farklı bir isim tecelli ediyor.

İnsan da bu eserlerden birisi, ama birincisi. O da bir eser olarak kendinde tecelli eden isimleri sergiliyor, seyircilere gösteriyor, fikir erbabına okutturuyor.

Nur Müellifinin, "çalış"tavsiyesi, ilk iki cihet içindir; bu üçüncü cihette kulun bir gayreti söz konusu değildir.

47 İmam Maturidi, Allah mekandan münezzehtir, kim gökte derse kafir olur derken, İmam Ebu Hanife Allah yedi kat semanın üstünde arşına istiva etmiştir, demesi bir zıtlık değil midir?

İmam Azam, içinde bulunduğu dönem itibariyle Selef-i salihin yolunu takip etmiştir. Selef-i salihinden bazıları -prensip olarak- ayet ve hadislerde veya sahabelerin kavillerinde yer alan bazı ifadeleri tevil etmekten çekinmiş ve onları olduğu gibi ifade etmişlerdir.

Örneğin, Ebu Hureyre’nin anlattığına göre; 

"Adamın biri geldi, Peygamberimize (a.s.m) 'Mümin bir cariyeyi azat etme borcum vardır.' diyerek (yanındaki cariyesinin bu şarta haiz olup olmadığını) sordu. Peygamberimiz (a.s.m) kadına dönerek, “Allah nerdedir?” diye sordu. Kadın başı ve işaret parmağıyla semaya işaret etti. Bu defa Peygamberimiz (a.s.m) 'Ben kimim?' diye sordu. Kadın parmağıyla semaya ve Resulallah’a işaret etti. Yani 'Sen Resulallahsın.' demek istedi. Bunun üzerine “(Bu mümindir), bunu azat et.” diye buyurdu." (bk. Mecmau’z-Zevaid, 1/23).

Beyhakî’nin de işaret ettiği gibi, Selef-i salihin tarafından kullanılan bu gibi ifadelerin dayanağı, Kur’an’da Allah hakkında kullanılan “Gökte olan...” (Mülk, 67/16, 17) mealindeki ifadelerdir. (Beyhaki, el-Esma ve's-Sıfat, 2/238). Bu ayetin manası ise, gerçekte Allah’a bir mekan izafe etmek değil, onun yüceler yücesi bir varlık olduğu gerçeğidir. İnsanlara göre gök kavramı, hâkimiyeti, üstünlüğü ve yüceliği ifade eder.

“Göklerde de ilah olan O’dur, yerde de ilah olan O’dur. O, yegâne Hakîm’dir / hüküm ve hikmet sahibidir, yegâne Alîm’dir / her şeyi hakkıyla bilendir.” (Zuhruf, 43/84)

mealindeki ayette, Allah’ın hem göklerde hem de yerde yegâne ilah olduğuna, her iki yerdeki mahlukların yalnız ona ibadet ettiğine vurgu yapılmıştır. Evet, yeryüzü O’nun cemal sıfatlarının tecelligâhı, gök ise O’nun celal sıfatlarının tecilligâhıdır. O halde “Allah’ın gökte” olduğunu söylerken, onun göklerdeki hükümranlığına işaret edilmiştir.

Özetlersek, bu iki alimin ifadelerinin her biri, kendi dönemine ait bir yönü vardır. Tevilin fazlaca söz konusu olmadığı selef devrinde, insanlar ayet ve hadislerin naslarına aynen  katıldıkları için, İmam Azam, o günkü anlayış çerçevesinde ilgili hükmü ortaya koymuştur. Halef alimlerinin bulunduğu dönemde ise, zihinler, akıllar çatallaştığı için, onları tatmin etme adına tevil kaçınılmaz idi. Bu sebeple, Allah’ın gökte olması, onun göklere hâkim olduğu manası seslendirilmiştir. İmam Maturidî böyle bir devirde yaşadığı için “Allah göktedir.” ifadesi, bizzat göklerde oturduğu manasına çekilmesi söz konusu olabileceği için ilgili hükmü benimsemiştir. Her biri kendi asrının idrakine hitap ettiği için ikisi de haklıdır, denilebilir...

İlave bilgiler için tıklayınız:

İmam Azam Ebu Hanife'nin, Allah nerdedir, diye soran birisine, göktedir, diye cevap verdiği iddia ediliyor; bu doğru mudur?

Allah'ın her yerde olduğunu ve  Arş'a istiva etmesini nasıl anlamalıyız? 

Mülk Suresi 16 ve 17. ayetlerde, Allah için, "gökteki" ifadesini nasıl anlamalıyız?

48 Hüda isminin kullanımı caiz midir?

Türkçede -Latin harfleriyle- yazılan Hüda kelimesi, iki kökten gelebilir. Birisi, Arapça asıllı olup Hidayet kökünden; diğeri ise, Farsça kökenli –ilk harfi noktalı “hı”- olup sahip ve İlah manasında kullanılır.

Bayan ismi olarak kullanılan isimler -kuvvetli bir ihtimalle- Arapça kökenli olup hidayet anlamına gelir. Nitekim, bizzat Hidayet ismi de yaygındır.  Şayet Farsça kökenli olup sahip manasında kullanılmışsa, yine de bir sakınca olmaz.

Sonuç olarak Hüda isminin, hidayet ve sahip anlamında kullanılması caizdir, ancak -haşa- ilah ve kendine tapılan anlamında kulanılması caiz değildir.

49 Allah Kur'an'da, "Ahsenü'l-Hâlikîn = Yaratanların en güzeli" demektedir. Bunu nasıl anlamalıyız?

Evvela, bu gibi ifadelerden, başka ilahların varlığını düşünmek tabii ki mümkün değildir. O halde, Kur'an'da böyle bir üslubun kullanılması neyi ifade etmektedir?

İşte bu konuyu Risale-i Nur Külliyatındaki bilgilere göre, birkaç madde halinde açıklamaya çalışacağız:

a. Kur'ân baştanbaşa tevhidi ispat edip göstermektedir. Bu husus, Kur'ân-ı Hakîmde kullanılan bu gibi tabirlerin asla tevhit inancını zedeleyen bir anlam taşımadığının açık bir göstergesidir. Bilindiği üzere, diğer sıfatlar gibi hâlıkıyetin/yaratıcılığın da çok mertebeleri vardır. Kur'an'da "Ahsenü'l-Hâlıkîn" tabirinin kullanılması, başka yaratıcıların varlığını değil, Allah'ın yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde varlığı yaratan bir yaratıcı olduğunu vurgulamak içindir. Yani, Allah, "her şeyi, her şeye lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halk eder bir Hâlıktır/yaratan bir yaratıcıdır." Nitekim bu mânâ "O her şeyi en güzel şekilde yarattı." (Secde, 32/7) mealindeki ayet ve benzerlerinde ifade edilmektedir.

b. "halk"/“yaratma” kelimesi Arapça’da yoktan var etmek anlamında kullanıldığı gibi, "güzelce ölçüp biçmek, yapmak, inşa etmek" anlamında da kullanılır. İkinci anlamıyla yaratma kelimesi hem Allah hem de insanlar için kullanılabilir. Mesela;

"Hamd olsun Allah'a ki, gökleri ve yeri yarattı." (Enam, 6/1)

mealindeki ayette geçen "HLK" fiili, daha önce bir modeli olmaksızın, Allah'ın onları yoktan var ettiği anlamında kullanılmıştır. Bu tür halk/yaratma, Allah'a mahsustur.

"Yaratan ile hiçbir şey yaratamayan bir olur mu? Hiç mi düşünmüyorsunuz?" (Nahl, 16/17)

mealindeki ayette bu gerçeğe vurgu yapılmıştır.

Hz. İsa (as) ile ilgili olan:

"Hani bir vakit sen, benim iznimle, çamurdan/topraktan kuş şekline benzer bir şey halk ediyordun."

mealindeki ayette ise, "HLK" fiili, bir maddeden bir şey yapmak, inşa etmek anlamında, insan için kullanılmıştır. (bk. Isfahanî, Mufredatu'l-Kur'an, "HLK" maddesi).

Buna göre, "Ahsenü'l-Hâlıkîn" gibi tabirler, insan aklının algılamasına yardım eden bir düzeyi göz önünde bulunduran bir ifade tarzıdır. İnsanoğlu, bazen bazı sanatları gözünde öyle büyütür ki, onları yapan ustaları takdis edercesine bir paye verir. İşte Kur'an, kullandığı bu gibi ifadelerle, o gibi insanlara ders veriyor ve Allah'ın yaratması ile insanların ustalığı arasında yerden göğe kadar fark olduğunu bildiriyor ve adeta şöyle buyuruyor:

Allah'ın yarattığı kâinatın mucizeliği, Kur'an'ın mucizeliği gibidir. Değişik elementleri ihtiva eden toprağı insan ele aldığı zaman, ondan kerpiç, tuğla, çömlek, sütun ve benzeri şeyler meydana getirir. Hâlbuki Allah aynı topraktan insan gibi bir mucize varlık yaratıyor. Hayat halk ediyor. Nabzı atan ve kalbi çalışan canlılar yaratıyor.

Kur'an'ın durumu da bundan farklı değildir. Aynı kelime ve harfleri insan kullandığı zaman normal bir söz olur, bir kafiye olur. Ancak Allah'ın kullandığı kelime ve harflerden ise, mucizeli Furkan ve Kur'an meydana gelir.

İşte Kur'an, kendi mucizeliğini gözler önüne sermek için, bir tek suresinin bir benzerini getirmelerini isteyerek, muarızlarına karşı meydan okuduğu gibi, bazen de Allah'ın fiilleri ile insanların fiilleri, Allah'ın kâinattaki dengeleri koruyan çözümleri ile insanın küçük çaptaki çözümleri, Allah'ın bütün varlıklar hakkında gösterdiği merhamet ile, insanların küçük çaptaki merhametlerinin karşılaştırılmasına imkân veren ve mucize derecesindeki Allah'ın yaratışı ve merhametinin gerçeğine insan aklının dikkatini çeken Ahsenü'l-Hâlıkîn / Hayru'l-Fasılin / Erhamu'r-rahimin (iş yapan ustalarını en güzeli/işleri çözüme kavuşturanların en iyisi/merhamet edenlerin en merhametlisi) gibi tabirlerle meydan okuyor.

c. Bazı kâfirler, kendi itikatlarınca Allah'tan başkasının da yoktan var edebildiğini iddia ediyorlardı. Materyalist düşüncede olduğu gibi, tabiatı ve sebepleri bir yaratıcı olarak düşünenlere –kendi dillerinden- cevap vermek gerekiyordu. Kur'an-ı Kerim Ahsenü'l-Hâlıkîn tabiriyle onların akıllarına hitap ediyor ve adeta şöyle diyordu:

"Farz edin ki, sizin kendi hayalinizde tasavvur edip iddia ettiğiniz gibi, bir Allah'tan başka yaratıcılar vardır. Böyle de olsa, Allah'ın yaratmasıyla, onların o mevhum yaratmaları arasında benzerlik bile yoktur. Allah, o mevhum yaratıcıların en güzelidir." (kr. Isfahanî, a.g.e.).

"Yoksa Allah’a onun gibi yaratan bir takım ortaklar mı buldular da yaratmanın kim tarafından olduğunu mu karıştırdılar? De ki: Allah her şeyin yaratıcısıdır. O birdir, her şeye gâliptir." (Rad, 13/16)

mealindeki ayette bu itikattaki insanların durumuna işaret edilmektedir.

d. Ahsenü'l-Hâlıkîn, Allahu ekber, Hayru'l-Fâsılîn, Hayru'l-Muhsinîn (Yaratıcıların en güzeli, Allah en büyüktür, işleri çözüme kavuşturup karara bağlayanların en hayırlısı, iyilik yapanların en iyisi) gibi tabirlerdeki bir muvazene / karşılaştırma, Cenâb-ı Hakk'ın mevcut sıfât ve fiilleri ile, bu sıfat ve fiillerin küçük örneklerine sahip olanlarla bir muvazene/karşılaştırma değildir. Çünkü bütün kâinatta, cinlerde, insanlarda ve meleklerde olan kemaller, Onun kemaline nispeten zayıf bir gölgedir; nasıl muvazeneye gelebilir? Bilakis buradaki muvazene/karşılaştırma, insanların ve bilhassa gaflette olanların nazarına/bakışına göredir.

Meselâ, nasıl ki bir asker, onbaşısına karşı kemâl-i itaat ve hürmeti gösteriyor, bütün iyilikleri ondan biliyor ve öyle görüyor; padişahı ise çok az düşünür. Onu düşünse bile, yine teşekkürlerini onbaşıya veriyor. İşte, böyle bir askere karşı denilir: "Yahu, padişah senin onbaşından daha büyüktür. Yalnız ona teşekkür et." Ve şüphesiz, şu sözle, padişahın bir realite olarak var olan haşmetli hakikî kumandanlığıyla, onbaşısının gerçekte olmayan o görünürdeki küçük kumandanlığı arasında bir karşılaştırma yapılmamıştır. Çünkü böyle karşılaştırma manasızdır. Bilakis yapılan şey, söz konusu askerin bakış açısına göre şekillenen ve onbaşıyı padişahtan daha üstün gören yanlış anlayışını düzeltmektir.

Aynen bu misal gibi, hâlık/yaratıcı ve mün'im/nimetleri veren varlıklar olarak tevehhüm edilen zâhirî sebepler, gaflete dalmış insanların nazarında Mün'im-i Hakikîye/gerçek nimetlerin sahibi olan Allah'a perde olur. Gâfil insanlar onlara yapışır, nimet ve ihsanı onlardan bilir, medih/övgü ve senâlarını onlara verir. İşte Kur'ân bu gibileri gafletten uyandırmak için der ki: "Cenâb-ı Hak daha büyüktür, daha güzel bir Hâlıktır, daha iyi bir Muhsindir. Ona bakınız, Ona teşekkür ediniz."

e. Söz konusu muvazene/karşılaştırma ve üstünlük vasfı, mevcut varlıkların için geçerli olduğu gibi, varlığı mümkün, hattâ farazî eşyalar için dahi olabilir. Nasıl ki, varlıkların çoğunun mahiyetlerinde müteaddit/sayılı mertebeler bulunur. Öyle de, Allah'ın güzel isim ve sıfatlarının mahiyetlerinde de, akıl itibarıyla hadsiz mertebeler bulunabilir. Ancak Cenâb-ı Hak, o sıfât ve isimlerin mümkün ve mutasavver bütün mertebelerinin en ekmelinde, en ahsenindedir. Bütün kâinat, kemâlâtıyla bu hakikate şahittir.

"Lehü'l-Esmâü'l-Hüsnâ = En güzel isimler onundur." (Tâhâ, 20/6)

ayetinde olduğu gibi, Allah'ın bütün isimlerinin "en güzel" olarak vasıflandırılması da bu mânâyı ifade etmektedir.

f. Şu muvazene ve karşılaştırma, Cenâb-ı Hakk ile mâsivâ/diğer varlıklar arasında geçen bir karşılaştırma değil. Bilakis bu karşılaştırma, Allah'ın iki nevi tecellisi arasında yapılmaktadır.

Bu tecellilerden biri, vahidiyettir. Yüce Allah, vahidiyet sırrıyla vasıtalar ve sebepler perdesi altında ve bir genel kanun suretinde kâinatta tasarruf eder.

İkincisi, ehadiyettir. Yüce Allah, bu ehadiyyet sırrıyla, perdesiz, doğrudan doğruya, hususî bir teveccühle kâinatta tasarruf eder. Bu iki tecelli birbirinden farklıdır. Sırr-ı ehadiyet daha parlak, tevhit hakikatini daha açık gösteren bir tecellidir.

İşte, bu karşılaştırmada: "Allah'ın ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya yaptığı ihsanı, ikramı, icadı ve kibriyâsı/azameti/büyüklüğü, vahidiyet sırrıyla vasıtalar gerisinde ve sebepler arakasında ancak görünen ihsanlarından, icatlarından ve bu şekilde görünen kibriyâsından/büyüklüğünden daha büyük, daha güzel, daha yüksek olduğu" hususu vurgulanmıştır.

Meselâ, nasıl bir padişahın -fakat velî bir padişahın- ki, umum memurları ve kumandanları sırf bir perde olup, bütün hüküm ve icraat Onun elinde farz ediyoruz. O padişahın tasarrufları ve icraatı iki çeşittir:

Birisi, umumî bir kanunla, zâhirî memurların ve kumandanların suretine/şekline/durumuna ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlardır.

İkincisi, umumî kanunla değil ve zâhirî memurları da perde yapmayarak, doğrudan doğruya yaptığı şahane ihsân ve harika icraatıdır. Bu ikincisi daha güzel, daha yüksek bir icraat tarzıdır, denilebilir.

İşte bunun gibi, Ezel ve Ebed Sultanı olan Hâlık-ı Kâinat/Kâinatın yaratıcısı, her ne kadar sebep ve vasıtaları icraatına perde yapmak suretiyle, rububiyetinin/yaratıcılık ve yöneticiliğinin haşmetini göstermiş. Fakat, kullarının kalbinde hususî bir telefon bırakmış ki, sebepleri arkada bırakıp, doğrudan doğruya o kalp telefonuyla Ona teveccüh edip yönelsinler. Bu sebepledir ki, onları ubudiyet-i hassa/diğer varlıklardan ayrı olarak, hususî bir kullukla mükellef kılmıştır. Özellikle beş vakit namazda,

"(Rabbimiz!) yalnız sana kulluk ediyor ve yalnız senden yardım diliyoruz."

deyin, diye emredip, kâinattan yüzlerini kendine çevirmeyi hedeflemiştir.

İşte bu karşılaştırmada "Ahsenü'l-Hâlıkîn, Allahu ekber, Hayru'l-Fâsılîn, Hayru'l-Muhsinîn, Erhamu'r-Rahimin (Yaratıcıların en güzeli, Allah en büyüktür, işleri çözüme kavuşturup karara bağlayanların en hayırlısı, iyilik yapanların en iyisi, Merhametlilerin en merhametlisi) tabirleri bu mânâya da bakıyor. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, s. 616-619).

50 Allah mekândan münezzehtir; hâlbuki bazı ayetlerden hareketle Allah'ın göklerde olduğu iddia ediliyor. Bunu nasıl açıklarsınız?

Arap ve İbrani dillerinin temel bir özelliği olan sembolik deyimleri bilmeyen bazı kimseler, Kur'an'da geçen bir kısım ifadelerden yola çıkarak Allah'a mekân isnat etmeye kalkışmışlardır. Söz konusu iddialarına delil olarak sundukları Kur'an ayetlerine kısaca göz atalım:

"Yüceler yücesi olan Allah'ın, sizi yerin dibine geçirmesinden emin mi oldunuz? O zaman bir de bakarsınız yer çalkalanıp duruyor. Yahut O'nun size taş yağdıran bir kasırga göndermesinden emin mi oldunuz? Fakat bu tehdidimin ne demek olduğunu yakında öğrenirsiniz!" (Mülk, 67/16 ve 17)

Ayette geçen "men fissemai" ifadesinden müfessirler farklı anlamlar çıkarmıştır. Fahruddin Razi bu manaları şöyle açıklamıştır:

Razi, Allah’ın semadan rahmetinin tecellisi olan suyu göndermesi gibi, pek çok kavimleri de semadan gelen musibetlerle helak ettiğini örnek vererek ayeti şöyle açıklar:

“Allah'ın, gökten gelecek bir azabı ile sizi yere geçirivermeyeceğinden emin mi oldunuz?”

Yine Razi aynı ayet için yaptığı diğer bir yorumunda ise bu ifadenin “Yüceler Yücesi” manasında da kullanılabileceğine dikkat çekerek ayeti şu şekilde yorumlamıştır:

“Yüceler Yücesi olan Allah’ın sizi yere geçirivermeyeceğinden emin mi oldunuz?” 

Diğer bir yorumunda ise, semavat tabakalarında bulunan ve azap meleği olan Cebrail (as)'ın kastedilebileceği kanaatine göre “Allah’ın semavatda bulunan azab meleği Cebrail’in (as) sizi yere geçirivermeyeceğinden emin mi oldunuz?” manalarına yer vermektedir.(1)

"Onlar istiyorlar ki; Allah ve melekler beyaz buluttan gölgeler içinde gelsin de helaklerine dair emir tamam olsun. Hâlbuki bütün işlerin dönüşü Allah’ adır." (Bakara, 2/210)

Bu ayetteki "Allah'ın gelmesi" deyimi, bütün İslâm düşünürlerince "Allah’ın azabının gelmesi" manasını taşımaktadır.

Bu mana, Nahl sûresi'nin şu iki ayetinde açıkça görülmektedir:

"Onlardan öncekiler de peygamberlerine karşı hileler kurmuşlardı. Derken, Allah'ın emri, onların binalarına temellerinden erişti de tavanları tepelerine göçtü. Böylece azap, onlara hiç farkına varmadıkları bir taraftan geliverdi." (Nahl, 16/26)

"O kâfirler, kendilerine ölüm meleklerinin gelmesinden yahut Rabbinin azap emrinin erişmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?" (Nahl, 16/33)

Görüldüğü gibi, mekândan münezzeh olan Allah'a mekân isnat etmenin, ayet ifadeleriyle bağdaşır bir tarafı yoktur.

(1) Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 22/21-22. bk. İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/513-515.

51 Esmâ-i hüsnâ, Allah'ın bütün isimleri güzeldir. Allah'ın isimleri neye dayanır?

Allah’ın bütün güzel isimleri, ilâhî sıfatlardan birine dayanır. Meselâ, "Alîm" ismi sıfat-ı sübutiyeden "ilim" sıfatına, "Kadîr" ismi "kudret" sıfatına, "Mütekellim" ismi "kelam" sıfatına dayanır.

Keza, Evvel ismi, sıfat-ı selbiyeden "kıdem" sıfatına, "Âhir" ismi, "beka" sıfatına dayanır.

Bazı İslâmî kaynaklarda ilâhî isimlerden, sıfat diye söz edildiği görülür. Meselâ, "Kerîm", Allah’ın bir ismidir. Aynı zamanda Allah’ı kerem sahibi olarak vasıflandırması cihetiyle de sıfat vazifesi görür. "Kerîm Allah" dediğimiz zaman Kerîm ismini sıfat makamında kullanmış oluruz.

Allah’ı hangi isimle yâd edersek edelim, o isim aynı zamanda Allah’ın bir vasfını, bir kemâlini, bir cemâlini, yahut ahlâk-ı ilâhiyyesinden birini ifade etmekle sıfat vazifesi görür.

İlâhî isimlerden çoğu fiilî sıfatlara dayanırlar. Hâlık ismi, yaratma fiiline; Muhyî ismi, ihya (hayatlandırma) fiiline; Musavvir ismi, sûret verme fiiline; Mümit ismi, imâte (ölümü verme) fiiline dayanır.

Cenâb-ı Hakk’ın zâtı birdir ama isimleri yüzlerce, binlercedir. Hatta bazı zâtlara göre ilâhî isimler sonsuzdur. İşte bu isimler arasındaki farklılık, onların tecelligâhı olacak varlıkların da farklı olmalarını zarurî kılmıştır.

Allah’ın bütün isimleri güzeldir. 

Zâtı güzel olduğu gibi bütün zâtî isimleri de güzeldir.

Sıfatları güzel olduğu gibi, bu sıfatlardan doğan sonsuz fiilleri de güzeldir. Ve bu fiillere dayanan "fiilî isimleri" de güzeldir.

Bu sırra eren kâmil insanlar, “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” demişlerdir. Zira, Kahhâr ismi de güzeldir, Latîf ismi de.

Burada, "zât, şuunât, sıfat, fiil, isim" münasebetinden de kısaca söz edelim:

Nur Külliyatında bu önemli konu defalarca işlenmiş ve misallerle izah edilmiştir. Bunlardan birisinin sonunda şu hüküm cümlesine yer verilmiştir:

“İşte bütün âlemdeki âsâr-ı sanat ve bütün mahlukat, her biri birer eser-i mükemmel olduğundan, her biri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe’ne ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için; masnuat adedince bir tek Sâni’-i Zülcelâl’in vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmuası ile silsile-i mahlukat kadar kuvvetli bir tarzda bir mi’rac-ı marifettir.” (Sözler, Otuz Üçüncü Söz, On Sekizinci Pencere)

Buna göre, mahlukatı tefekkür ederken takip edeceğimiz sıra şöylece ortaya konulmuş oluyor: Eser, fiil, isim, sıfat (vasıf), şe’n, zât. 

Allah’ın, bir mahluku yaratmasında ise bu sıra şu şekli alıyor: Zât, şe’n, sıfat, isim, fiil, eser. 

Bir hadis-i kutsî de şöyle buyruluyor:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim (bilinmek istedim) de kâinatı yarattım.” (Acluni, Keşfü'l-Hafa, II/132) 

Bu kutsî hadisin ışığında şöyle diyebiliriz: Bu varlık âleminin yaratılmasında ilk safha, Allah’ın bilinmeye muhabbet etmesidir. Bu ise ilâhî şuunâttan bir şe’ndir.

Bu ilâhî istekten sonra, kâinatın yaratılması irade edilmiştir, irade ise bir ilâhî sıfattır. Bu irade ile birlikte kudret, ilim gibi bütün sıfatların, tabiri caizse, faaliyet göstermesi söz konusudur. Demek ki sıfatları faaliyete geçiren şuunâttır.

Sıfatlar belli sayıda olmakla birlikte bunlardan sonsuz fiiller zuhur etmiştir ve bu fiillerden her birisi, Allah’ın, ezelden beri var olan bir ismine dayanır. Terbiye fiilinin Rab ismine dayanması gibi.

Şu var ki, henüz hiçbir varlığın yaratılmadığı dönemde de bu isimler var idi, ama tecelli etmemişlerdi.

Mahlukatın yaratılmasıyla tecelli eden isimler, fiilî isimlerdir; Rezzak, Hâlık, Muhyî, Mümit gibi...

Zâtî isimlerin varlığına bu âlemde birçok delil varsa da bu, ‘tecelli’ demek değildir. Meselâ, Kadîm ismi hiçbir şeyde tecelli etmez. Çünkü evveli olmamak ancak Allah’a mahsustur. Ama biz, eşyanın evvellerine bakarak bunları yaratan Allah, Kadîm’dir, ezelîdir diyebiliriz. Yani, Allah’ın Kadîm ismini eşyanın evvellerinde okuyabiliriz, fakat bu bir tecelli değildir..

Şu noktayı da önemle belirtmek isteriz:

Tecelli etmek başkadır, ayna olmak daha başkadır. İnsanın ölümünde Allah’ın Mümit (ölümü yaratan) ismi tecelli eder, fakat Bâkî ismi tecelli etmez. Ama, insanların ölümleri Bâki ismine bir ayna olurlar; yani biz, ölümlerde Allah’ın Bâki ismini okuyabiliriz.

Demek oluyor ki, âlemlerin yaratılmasıyla Allah’ın fiilî isimleri tecelli etmiş oldular. Böylece şu gördüğümüz ve göremediğimiz ilâhî eserler vücut buldular.

Allah’ın en mükemmel eseri, insan ruhudur. Bu ilâhî mucizede, nice ilâhî hakikatlerin birtakım işaretleri mevcuttur. Meselâ, insan kendi kudretini tefekkür ederek, ilâhî kudretin varlığını bilebilir; ancak, kudretinin mahluk olduğunu ve ilâhî kudrete işaret ettiğini unutmamak şartıyla...

Mâlûm olduğu gibi, haritadaki bir işaret bir şehri gösterir, ama o işarette şehrin binalarını, caddelerini, büyüklüğünü, şeklini bulamazsınız; sadece o şehrin varlığından haberdar olursunuz o kadar.

İnsanın sıfatları ve şuunâtı da böyledir. Bu gerçeği göz önüne alarak şöyle diyebiliriz:

İnsan bir fakiri gördüğünde içinde bir merhamet, bir acıma duygusu uyanır. Bu, şuunâta misaldir.

Sonra ona yardım etmeye karar verdiğinde, irade devreye girmiş ve böylece sıfatlara intikal edilmiştir. Elini cebine sokması da yine bir sıfat olan kudretle gerçekleşir.

Fakire sadaka vermek üzere elini uzatması bir fiildir, sadaka verme fiili.

Herkes bir fakiri görebilir, ama sadaka vermeyebilir de. Sadaka vermek, ancak cömert insanların işidir. Demek ki, cömert ismini taşıyan insanlarda, sadaka verme fiili gerçekleşiyor. Yani, bu fiil bu isme dayanıyor.

Sonunda, fakirin eline paranın değmesiyle, olay tamamlanmış oluyor.

İşte insan, bu istidadı, bu kabiliyeti sayesinde, ilâhî şuunâtı, sıfatları ve fiilleri bir derece tefekkür edebiliyor.

Son olarak Nur Külliyatındaki şu hayatî tavsiye üzerinde de kısaca durmak isterim:

“Şeriat ve sünnet-i seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esmâ-i hüsnanın her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmağa çalış...” (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal)

Buna göre ilâhî isimlere mahzar olmak ve onlardan feyiz almanın en sağlam yolu, Kur’ân’a ve sünnete uymaktır. İnsan, ilâhî emirlere uyduğu, yasaklardan kaçındığı ve bu konuda en büyük rehber olan Allah Resûlünün (a.s.m.) sünnetine ittiba ettiği ölçüde, ilâhî isimlerin tecellilerinden feyiz alır.

Nur Müellifi, "mazhar-ı câmi" olmaktan söz ediyor ve bunun için çalışmak gerektiğini söylüyor.

Bir mahluk, ne kadar çok isimden ne ölçüde feyiz alırsa, derecesi, şerefi, rütbesi o nisbette yükselir. Bir misal vermek isterim:

Bir âlimde Allah’ın Alîm ismi tecelli etmiştir. Bu âlim fakirleri doyurduğunda Rezzâk isminden de ayrı bir feyiz alır. Kendisine karşı işlenen bir hatayı affettiğinde ise Afüvv ismine mazhar olur. Bütün bunlar kulun kendi cüz’î iradesiyle yapabildiği işlerdir ve "mazhar-ı câmi olmaya çalış", denilmesi de bundandır. Yoksa, bir ilâhî ihsan olarak bizde tecelli eden isimlerde, bizim bir çalışmamız söz konusu değildir.

Nur Külliyatında, "insanın esmâ-i ilâhiyeye mazhar olması" hakkında çok önemli bir bahis var. "Her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmayı..." bu bahsin ışığında daha iyi anlayabiliriz.

"İnsan, üç cihetle esmâ-i ilâhiyeye bir âyinedir.

"Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za’f ve acziyle, fakr u hacatıyla, naks ve kusuru ile, bir Kadîr-i Zülcelâl’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza pek çok evsaf-ı ilâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor."

"İkinci Vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen numuneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder."

"Üçüncü Vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i ilâhiyeye âyinedarlık eder.” (Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere)

İlk iki vecihte, insanın iradesi söz konusudur. Yani, insan kendi iradesini doğru kullanarak, aczini ve fakrını bildiği nisbette Allah’ın Kadîr ve Ğanî isimlerine ayna olur. Noksanını bildiği ölçüde, ilâhî sıfatların ve fiillerin kemâlini idrak eder, bu idrakle birlikte o da kemâl bulur, terakki eder.

Öte yandan, insan kendi mahiyetine konulan sıfatları doğru değerlendirdiğinde, bunlar vasıtasıyla, ilâhî sıfatların varlığını idrak eder. İnsan bu sıfatlara sahip olmasaydı, Allah’ın sıfatları ona meçhul olurdu. İlâhî sıfatların bir işareti, bir gölgesi insanın mahiyetinde yaratılmış olduğu için, insan, mahluk olan bu sıfatlarını kıyas unsuru olarak kullanıp, ilâhî sıfatları tefekkür edebiliyor.

Üçüncü vecihte, iradeyi kullanma, yahut kıyas yapma söz konusu değildir. Bu kâinat sergisinde Allah’ın nice farklı eserleri sergileniyor ve her birinde ayrı bir sanat ve farklı bir isim tecelli ediyor. İnsan da bu eserlerden birisi, ama birincisi. O da bir eser olarak kendinde tecelli eden isimleri sergiliyor, seyircilere gösteriyor, fikir erbabına okutturuyor.

Nur Müellifinin, "çalış" tavsiyesi, ilk iki cihet içindir; bu üçüncü cihette kulun bir gayreti söz konusu değildir.

Cevşen duasında Allah'ın 1001 ismi geçmektedir. Hannan ve Mennan isimleri de bunlardandır.

52 Allah'ta ruh ne demektir?

Allah'ın insana “ruhundan üflemesi” ifadesi, kuşkusuz, ona hayat, bilinç ve duyarlık, yani bir can bahşettiğini dile getiren mecazî bir ifadedir. Diğer mahluklar gibi Allah tarafından yaratılmış olan “RUH”un Allah’a isnat/izafe edilmesiyle, Hz. Âdem (a.s.)'ın şerefli oluşuna, ana unsurunun güzelliğine, ana maddesinin temizliğine işaret edilmektedir.

Bir  padişahın muhatabını şereflendirmek için “Benim kalemimle yaz; benim defterimde yaz” şeklinde kullandığı ifadeden “Kalem ile defterin” padişahın bir paçası olduğu yorumu çıkarılamayacağı gibi, “Ruhumdan üfledim” ifadesinden de ruhun Allah’ın bir parçası olduğunu düşünmemek gerekir.

Nitekim, şu ayette yer alan ve alimlerin ittifakıyla Hz. Cebaril (as)’i ifade eden “Ruh” kelimesi de söz konusu meleği şereflendirmek için Allah’a izafe edilmiştir:

“Onlarla kendisi arasına bir perde gerdi. Biz de ona Ruhumuzu gönderdik de ona kusursuz, mükemmel bir insan şeklinde görünüverdi.” (Meryem, 19/17).

Kur'an-ı Kerim'de Hz. İsa (a.s.) için “Ruhullah” tabiri kullanılır. Bazıları bunu yanlış yorumladıkları için hata ediyorlar. Alimlerimiz "Ruhullah" tabirinin ruha bir iltifat olduğunu söylerler. Yani, Kâbe’ye Beytullah denilmesi, nasıl yeryüzünün o ilk mescidi için bir iltifat ise Hz. İsa’ya (a.s.) "Ruhullah" denilmesi de bir iltifattır.

Bir diğer mana da şu şekilde verilmiştir: Nasıl ceset ruh ile hayat bulursa, onun irşat ve tebliğiyle de ölmüş kalpler imana kavuşmuş, hayat bulmuşlardır.

Ayetlerdeki ruhundan üfleme, Zemahşeri'ye göre "can verme, diriltme" anlamında, mecaz olarak kullanılmış olup, Allah'ın kendi ruhundan bir parçayı insana üflemesi yahut aktarması anlamında olması söz konusu değildir. Üflemenin can vermek/diriltmek anlamında olduğunu Zemahşeri şöyle belirtir:

" 'Ona ruhumdan üfledim.' sözünün anlamı, kendisini diriltmedir. Yoksa ortada ne üfleme vardır, ne de üflenen vardır. Sadece ona can verecek şeyi kendisinde var etmek için yapılan temsili bir anlatımdır."  (Zemahşeri, Keşşaf, Hicr Suresi, 15. ayetin tefsiri)

Yine Buharî'de, "O'ndan bir ruh" ifadesinin "Onu diriltti, böylece ruh sahibi yaptı." anlamında olduğu, bir görüş olarak aktarılır. (Buharî, Ehadisu'l-Enbiya, 47)

Nitekim aynı anlatım, Hz. İsa (as)'ın çamurdan yaptığı kuş maketlerine üfleyerek can vermesi bağlamında da kullanılır.

"... Ben size çamurdan kuş gibi bir şey yapıp ona üfleyeceğim, Allah'ın izniyle, hemen kuş olacaktır..." (Âl-i İmran, 3/49),

"...Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış, ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu..." (Maide, 5/110)

ayetlerinde çamurdan yaptığı kuş maketlerine İsa (as)'ın üfleyerek can verdiği, yani dirilttiği belirtilir. Kuşlara can vermesine bakarak ne Hristiyanlardan ne de başkalarından İsa (as)'ın ruhunun o kuşlara hulul ettiğini, sindiğini, böylece söz konusu kuşların İsalık özelliği taşıdığını veya İsalaştığını bugüne kadar kimse söylememiştir. Oysa İsa (as)'ın Hz. Meryem'den babasız doğmasını emrederek ve ona can vererek yaratması karşısında Hristiyanlar yanılarak, Allah'ın ruhunun Meryem'e ve oğlu İsa'ya hulul ettiğine inanmış, İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söylemiş ve hem kendisini hem annesini tanrılaştırmışlardır. Onun için Baba, Oğul, Allah, İlah, Kutsal Ruh, İnsan-Oğul, Rab gibi isim ve unvanlarla anmışlar ve anmaya devam etmektedirler. (bk. Matta, 28/19, Markos,4/7)

Oysa çamurdan yaptığı kuş maketlerine üfleyerek can vermesi mucizesiyle Hz. İsa (as), bir yandan peygamberliğini kanıtlarken, diğer yandan, Allah'ın babasız olarak yaratıp can verirken, kendisine hulul etmediğini veya kendisinin bununla ilahlaşmadığını da göstermek istiyordu.

Hristiyanların Hz. İsa (as) için düşündükleri ve onların paralelinde düşünenlerin seslendirdikleri gibi insanoğluna can veren, Allah'ın bir parçası ise o zaman insanın ruh boyutunun ilah olması gerekir. Başka bir deyişle, Allah'ın ruhunun bir parçasının insanoğlu olarak somutlaşmış olması söz konusu olur. Bu da gerek Hristiyanların gerekse onların paralelinde düşünenlerin yanılgısından başka bir şey değildir.

Allah, 'ruhumdan, ruhundan, ondan bir ruh' ifadesini sadece Hz. İsa (as) için değil, ondan önce Âdem (as) için de kullanmaktadır.

"Rabbin meleklere, 'Ben, balçıktan, işlenebilen kara çamurdan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın.' demişti." (Hicr, 15/28-29; Sad, 38/72).

"Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra şekillendirip ona ruhundan üfleyen Allah'tır. Size kulaklar, gözler, kalpler verilmiştir. Öyleyken, pek az şükrediyorsunuz." (Secde, 32/7-9)

Aynı şekilde, 'ruh' kelimesi, en yakın akrabaları da olsa, kim olursa olsun Allah'a ve Allah'ın Rasulü (as)'e düşmanlık yapan kişilere sevgi beslemeyen bütün müminler için de kullanarak "ondan bir ruh"la onları desteklediğini şöyle belirtir:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kavmin, babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile, Allah'a ve Peygamber'ine karşı gelenlere sevgi beslediklerini görmezsin. İşte Allah, imanı bunların kalplerine yazmış, ondan bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnut olmuştur. İşte bunlar, Allah'tan yana olanlardır. İyi bilin ki, mutluluğa erecek olanlar, Allah'tan yana olanlardır." (Mücadele, 58/22)

"O'ndan bir ruh" ifadesinden "Allah'ın ruhu" anlamını çıkaran mantığa göre hareket edersek, o zaman "O'ndan bir ruh" ile desteklediği müminler de Allah'ın ruhu, Allah'ın parçası, insanoğul, olması gerekir ki bunun ne kadar saçma olduğu açıktır.

"Rivayete göre Hristiyan büyüklerinden biri, Kur'an okuyan bir kişinin, "İsa, Allah'ın Meryem'e kelimesi ve O'ndan bir ruhtur." (Nisa, 4/171) ayetini okurken dinlemiş, bunun üzerine "Ayet, İsa'nın Allah'ın Meryem'e kelimesi ve Allah'tan bir parça olduğunu gösteriyor." demiştir. Orada bulunanlar arasında olan Hasan b. Ali b. Vafi, Hristiyanın bu iddiasına şu cevabı vermiştir:

"Allah, göklerde olanların, yerde olanların hepsini, kendisinden sizin buyruğunuz altına vermiştir." (Casiye, 45/13)

buyurmuştur. Eğer 'O'ndan bir ruh' sözünden İsa'nın Allah'tan bir parça olması gerekiyorsa, göklerde ve yerde kendisinden olan her şeyin de ondan bir parça olması gerekir, halbuki bunu söyleyen kimse yoktur. Onun için bu sözden maksat, olsa olsa onun yarattığı şeylerdir.' demiştir." (Ahmed Davudoğlu, Sahihi Müslim Tercüme ve Şerhi, 1/218)

"O'ndan bir ruh" ifadesi kullanıldığı veya "O'ndan bir ruh" ile desteklendiği için İsa (as), Allah'ın oğlu veya tanrı olacaksa, o zaman "O'ndan bir ruh" üflediği Âdem'in ve diğer insanların, yukarıda ruh ile desteklendiğini belirttiği bütün müminlerin de Allah'ın oğlu veya tanrı olmaları gerekir. Halbuki bu yanlış bir anlama olup gerek Allah, gerekse bütün peygamberler ve müminler bundan münezzehtir.

Allah'ın İsa'ya ruh vermesi; Hz. İsa'nın Allah'tan bir parça olup Hz. İsa'da ilahlık/tanrılık bulunduğu veya bir yönü ile ilah/tanrı, bir yönü ile iki tabiatlı bir varlık [Pierre Dubois, (Latin Katolik Cemaati Başkanı), Yuhanna'ya Giriş, 244, Ankara 1986] olduğu anlamında değildir. Yani Hz. İsa, Allah, ilah/tanrı veya ilah-oğul, yarı tanrı değil, yalnız ve yalnız Allah'ın "Ol" emri ile yarattığı ve Cebrail/Ruh'un Meryem'e müjdeliği yaratılmış insan bir peygamberdir.

Onun için 'ruh'un Allah'a izafeten "Ruhî = ruhum, ruhihî = ruhu, nuhuna / ruhana / ruhina = ruhumuz" şeklinde tamlama formunda kullanılması, Kur'an'da kullanılan beytullah = Allah'ın evi, nâketullah = Allah'ın devesi, ibâdullah = Allah'ın kulları, eyyâmullah = Allah'ın günleri, azâbullah = Allah'ın azabı, gadabullah = Allah'ın gazabı, arzullah = Allah'ın arzı, rasulullah = Allah'ın elçisi, kitabullah = Allah'ın kitabı, kelâmullah = Allah'ın kelamı, abdullah = Allah'ın kulu vb. kullanışlardan farksızdır. Allah ismi ile tamlama yapan bu şeyler nasıl ki Allah'ın kendisi veya parçası değilse, onun yerini tutan zamirle tamlama formunda kullanılan ruh da Allah'ın kendisi veya parçası değildir. Allah, sahip olduğu diğer şeyleri kendisine nispet ettiği gibi, ruhu da kendisine nispet ederek tamlama şeklinde kullanmaktadır. Bunları Allah verdiği gibi kendisine nispet ettiği ruhu da O vermiştir. Ruhu'l-Kuds/Kutsalın Ruhu tamlaması da aynı şekildedir.

Onun için gerek Kur'an'da gerekse hadislerde kullanılan 'ruh' kelimesi, Allah'ın kendisi anlamında değil, verdiği yahut yarattığı şeylerden 'ruh' adını taşıyan varlık, yahut Cebrail (as) ve vahiy anlamındadır. (bk. Ruh Kavramının Kur’an’daki Karşılığı, İbrahim Sarmış, Haksöz Dergisi - Sayı: 192 - Mart 07)

İlave bilgi için tıklayınız:

Ruh nedir, ruhun mahiyeti anlaşılabilir mi? ...

53 Cenab-ı Hak, hiçbir şeye muhtaç olmadığı hâlde, insanlara ibadeti emretmesi ve bu görevi yerine getirmeyenleri şiddetle tehdit etmesi, nedendir?

Yer ve gökyüzü sayfalarına dikkatle bakan kimse açıkça anlar ki ,sonsuz bir kudret ve zenginlik sahibi birisi var. Kendisinin en küçük kalbî ihtiyacını görmekle beraber, güneş sistemindeki yıldızları da o ayakta tutuyor. Trilyonlarca canlının hemen her gün rızkını o, temin ediyor. Bitkilerin yağmur ihtiyacını o karşılıyor; denizin, derinliğindeki balıkları o besliyor.

Aynı güç ve kudret, yüz sene önce adı bile olmayan bir insanı, yokluktan varlık âlemine çıkarıyor. Dokuz ay, anne karnında terbiye ediyor, ruhuna uygun bir elbise veriyor. Bütün hayat seyri içerisinde, tüm ihtiyaçlarını o karşılıyor. Güneşi gözüne, gıda maddelerini midesine, havayı ciğerlerine göre o terbiye ediyor.

Bütün bu fiiller, bu nimetler inanan ve inanmayan için, itaat ve isyan eden için değişmiyor. Hava, oksijen aracılığı ile hem müminin, hem de kâfirin kanını temizliyor. Bu durum, ilk insanın var olduğu günden bu yana böyle devam ediyor.

Beşerin bütün ihtiyaçlarına cevap veren şu kâinat, insana yaptığı bu kadar yardıma karşılık, onun hiçbir şeyine muhtaç değil. Yani kâinat insandan değil, insan kâinattan istifade etmektedir. Hakikat bu iken, kâinatın yaratıcısı hakkında nasıl böyle bir soru sorulabilir?

Evet, ibadetin anlamı, Allah’ın lütuf ve yardımıyla, rahmet ve cömertliği ile vermiş olduğu sınırsız nimetlere karşı kulun, şükür ve hamt ile karşılık vermesidir. Onu takdis ve tespih etmesidir. Kulun, bu şükür borcunu yerine getirmesine, Allah’ın muhtaç olduğu, nasıl düşünülebilir?

Hem ibadet, kulun Allah’ın dergâhına ihtiyaçlarını arz etmesi, ona dua ile yalvarmasıdır. Bu yakarışla, insan kalbi ve ruhu her türlü elem ve kederden kurtulup, sürura ve rahata kavuşur. Buna ise -haşa- Allah değil kul, muhtaçtır.

Hem ibadet, insanın kişisel olgunluk ve erdemine, ruhunun huzuruna, ulvî hislerinin tatmin ve yücelmesine, nefsin terbiyesine, kalbin tasfiyesine, ahlâkın güzelleşmesine, aile hayatının ahengine ve sosyal hayatta güven ortamının oluşturulmasına son derece gerekli bir unsurdur.

İşte her yönüyle insana dönük olan ibadetin, her şeyin kendisine muhtaç olduğu bir zata; "O zatın ibadete ne ihtiyacı var?" diye sormak; sarayın kapısı önündeki bir dilencinin, "Padişahın, benim kendisine el açmama ne ihtiyacı var?" diye sormasına benzer…

Kaldı ki, Allah insanlara ibadet yapmayı emretmeseydi, kullar, bu kadar nimet ve lütuf karşısında yine hamt ve şükretmeliydi. Dünyada, birtakım sebepler aracılığı ile kendisine ihsanda bulunan Allah’a karşı, sebep perdesini yırtıp, doğrudan doğruya Ona yönelmesi, minnettarlığını ona ifade etmesi, onu yegâne mabut tanıması insanlığının gereğidir.

Daha geniş bilgi için tıklayınız:

İnsan niçin yaratılmıştır, Allah'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı vardır?

Allah ibadeti terk edenleri niçin cehennemle tehdit etmektedir?

54 "Allah hiçbir yerde olmadığı gibi her yerdedir." sözünü nasıl anlamalıyız? "Allah bize gayet yakın, biz ise ona çok uzağız." deniliyor, bu nasıl oluyor?

Allah'ın (cc) mekandan münezzeh olduğunu biliyoruz. Diğer taraftan da bize şah damarımızdan daha yakın. Hem heryerde, hem hiçbir yerde deği,l bu nasıl oluyor?

Bu konuyu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Mesela Güneş ışığı, ısısı ve yedi rengi vasıtası ile, dünyadaki bütün parlak şeylerde bulunur; her yerde sıfatları hükmünde olan ışık, ısı ve yedi renk ile görülür ve vardır. Fakat Güneş kütlesi ve zatı itibariyle parladığı ve ışıklandırdığı hiç bir parlak şeyde bulunmaz. demek Güneş sıfatları ile dünyadaki tüm parlak şeylerde var. Fakat kütlesi ve zatı itibarı ile, dünyadaki hiç bir şeyin içerisinde değildir. işte Güneşe bu özelliği veren Allah'ımızın sıfatları ve mahiyeti elbette aklımızın anlayamadığı kadar mükemmeldir.

Allah sıfatları ile, yani kudreti ilmi ve iradesi ile her yeri kuşatmıştır; fakat zatı itibariyle hiç bir şeyin içerisinde değildir. Demek her yerde hazır olması, sıfatları itibariyledir. Hiçbir mekanda olmaması ise, zatı itibariyledir; çünkü, mekanı yaratan O'dur ve mekana muhtaç değildir.

Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna göre Ona yaklaşmayı nasıl anlamamız gerekiyor?

Soruda geçen “yakın” ve “yaklaşma” ifadelerinin mesafe ve mekânla bir ilgisi yoktur. Allah’ın kuluna yakın olması, onun her türlü ihtiyaçlarını bizzat görmesi, bütün hücrelerinde her türlü icraatı kudret ve ilmiyle yapması, ona kendi nefsinden daha merhametli olması gibi manalar taşır. Kulun Allah’a yaklaşması ise onun razı olduğu bir kul olma vadisinde attığı adımlarla ilgidir. İmanındaki inkişaf, ilmindeki terakki, amelindeki ihlas onu Allah’a yakınlaştıran vasıtalardır.

Uzak, yakın, geçmiş, gelecek gibi ifadeler zaman ve mekânla ilgilidir. Maddî olan ve bir mekânda yer tutan varlıklar, birbirlerine göre yakında veya uzakta bulunurlar. Maddeden ve mekândan münezzeh olan Allah, mekânın her yerindeki mahlûkatına onların nefislerinden daha yakındır. Keza, zamandan münezzeh olan Allah, zaman nehrinde akıttığı her bir varlığa onun nefsinden daha yakındır.

Allah’ın, mahlûkatına yakınlığı ve mahlûkatın ondan uzaklığı zaman ve mekân ölçüleriyle izah edilemez. Bir misal:

Siz okuduğunuz kitaba ondan daha yakınsınızdır; o kendisinde nelerin yazıldığını bilmez, siz bilirsiniz... Ve kitap sizden çok uzaktır, yani sizi anlamanın, tanımanın, seyretmenin çok gerilerindedir. Kitabın ilk sayfasındaki bir kelime ikinci sayfadakine yakındır, onuncu sayfadakine ise uzaktır. Ama onları yazan ve bilen müellif, bunların hepsine aynı derecede, aynı seviyede ve aynı ölçüde yakındır. Hepsi, onun ilminde birlikte bulunurlar.

Yakınlık ve uzaklığın bir başka cihetini bize ders veren bir hadis-i kutsî:

“... Kulum bana nafilelerle yaklaşır...”(Buhârî, Rikak 38.)

Yakınlaşmanın mânevî olduğunu, kalbî ve ruhî olduğunu bu kutsî hadis ders veriyor bize... Nafile; farz ve vacipleri işledikten sonra kulun Rabbine daha fazla yakınlaşmak, kalbini ulvî feyizlere daha ziyade açmak ve ömrünü rıza yolunda daha verimli harcamak niyetiyle yaptığı ibadetler, tefekkürler, ilticalar, şükürlerdir.

Böyle bir kul, Rabbine yaklaşma konusunda her gün biraz daha mesafe kat eder... Kat ettiği bu mesafeler de mânevîdir, Rabbine yaklaşması da...

Büyük bir âlim düşünelim. Bu zâtın öğrencilerinin hepsi aynı mekânda bulunsunlar ve sıra ile ondan ders alsınlar. İlme henüz başlamış bir talebe, onun huzurunda oturup dersini aldığı zaman, o yakınlık içinde bir uzaklık vardır. Çünkü o genç adam, o büyük imamı, o dâhi âlimi anlamanın çok ötelerindedir. İlmi ilerledikçe hocasına daha çok yaklaşacak ve ona olan hürmeti, takdiri, hayreti gittikçe artacaktır...

Tahsilinin her safhasında, hocası o talebeye yakındır, onu yetiştirmekte, ilerletmektedir... Burada uzaklık hoca için değil, talebe için söz konusudur. Kâmil bir velîye mürit olmuş noksan bir insan da öyledir... Mânen terakki ettikçe onun ruh dünyasından, gönül âleminden daha fazla istifade edecektir. O büyük velî ise, o müridini mânevî terakkisinin her basamağında takip etmekle ona daima yakındır. Uzaklık mürşit için değil, mürit içindir.

Misallerden hakikate geçelim: Allah, kulunun madde ve mânâ âlemini daima terbiye etmekle, o kuluna onun nefsinden daha yakındır. Kul ise ancak belli sınırlar arasında iş görebilen noksan sıfatlarıyla, bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ı hakkıyla anlamaktan çok uzak.

Allah her yerde hazır ve nazır olduğu halde, Ona rücu, yani Allah’a dönme ne demektir?

Rücu kelimesinin sözlük anlamı, geri dönmedir. Rücu ile ilgili âyet-i kerimeler, “Sonunda bize döndürüleceksiniz.” Yahut, “Sonra da döndürülüp, Ona götürüleceksiniz,” şeklinde biter. Her işini Allah’ın kendisine verdiği kuvvet ve kudretle ve diğer imkanlarla gören insanoğlunun, Rabbinin tasarrufu dışına çıktığı bir tek an dahi düşünülemeyeceğine göre rücuyu nasıl anlayacağız?

Üzerinde en fazla durulan mana, kendisine cüzi irade verilmekle bu dünyada bir imtihana tabi tutulan insanların, ahirette ömürlerinin hesabını vermek üzere Allah’ın huzuruna çıkmaları şeklindedir.

Ezel aleminde ruhlarımıza bir hitap gelmişti; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye... Bu soruya; “Evet, sen bizim Rabbimizsin.” şeklinde karşılık vermiştik.

Dünya imtihanına atılınca sebepler âlemiyle karşı karşıya kaldık. Hep Güneş doğunca ortalık aydınlandı, hep bahar gelince çiçekler açtı. Buğdayımızı, sebzemizi hep topraktan, meyvemizi daima ağaçtan aldık. Bu hâl insanların bir kısmına gaflet verirken, diğer kısmını şükre sevk etti.

İmtihan âlemi kapandıktan, kabir safhası geçilerek, mahşere çıkıldıktan sonra, bu iki gurup insan da rablerine döndürülecekler. Yine onun huzurunda toplanacaklar. İşte bu içtima, bir rücu dur. Bu rücu, irademiz dışında olacaktır. “Döndürülmek” tabiri bize bu dersi verir. Ve bize bir başka rücuyu ders veren bir âyet-i kerime:

“Allah ı nasıl inkâr ediyorsunuz ki; ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek. Sonra sizleri yine diriltecek. Sonra da döndürülüp Ona götürüleceksiniz.” (Bakara, 2/28)

İnsan ölü iken, yâni maddesi ölü elementler âlemindeyken diriltilerek insan hâline getiriliyor. Sonra yine ölüyor ve beden tekrar aslına rücu ediyor, tümüyle element oluyor. Bu safhayı yeniden diriltilme ve mahşere çıkma takip ediyor. İşte iki ölüm, iki diriliş ve iki ayrı rücu: Biri ölümden ölüme... Diğeri, hayattan hayata rücu.

Rücu ile ilgili diğer bir âyet-i kerime:

“O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz, derler.”(Bakara, 2/156)

İtaat edenler de, isyan edenler de, öte âlemde yine onun huzurunda toplanacak, Ona rücu edecekler. Onun kulu olarak yaşayan ve bu imtihan âlemini iman ile terk eden bir kulun, ahirette Rabbine rücuu bir bayramdır. Allah’ın mülkünde Onu tanımadan ve emirlerine uymadan yaşayan insanlar da Rablerine küfür ve isyan üzere rücu edeceklerdir. O halde, rücu denilince, gözümüzde mahşer canlanmalı...

Her iki tabloyu da, hayalen olsun, nefsimizin önüne koymalıyız. Tâ ki rıza çizgisinden ayrılmasın, dünyanın geçici lezzetlerine kapılmasın ve haramlardan uzak kalsın.

“O gün emir yalnız Allah ındır.” (İnfitar, 82/19)

âyetinden ders alsın, o günü beklemeden bugünden Onun emri altına girsin, hükmüne razı olsun. Peygamber Efendimiz’in (asm.) “Ölmeden evvel ölünüz.” emrine böylece uysun ve Rabbinin gösterdiği istikamet yoluna dünyada rücu etsin. Ta ki, ahiretteki rücuu saadetle sonuçlansın.

Zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah, biz kullarını mekâna yerleştirmiş ve zamana taksim etmiş.

Öyle ise insan, hangi mekânda ölürse ölsün, mekândan münezzeh olan Rabbine rücu eder. Keza, hangi zamanda can verirse versin, zamandan münezzeh olan Rabbine kavuşur...

Uzayın da bir sonu var, kainatın dışında ne var?

VÜCUD: “Varlık.” “Var olmak.” “Bulunmak.”

VACİB: “Varlığı zatından olup, yokluğu muhal olan.”

MÜMKİN: “Var olması da, yok olması da eşit olan. İkisi de imkân dairesinde bulunan.”

MÜMTENİ: “Varlığı muhal olan.” “Var olması mümkün olmayan.”

Etrafımız farklı mahiyette nice varlıklarla sarılı. Bunlar temel olarak üç gruba ayrılıyorlar, ama her birinin de sonsuz mertebeleri var.

Dünya üzerinde bir milyondan fazla hayvan ve bir o kadar da bitki türü hayat sürüyor. Cansızlar âlemi uçsuz bucaksız. Bütün bu varlıklar, İlâhî isim ve sıfatlara tecelligâh olma itibariyle değişik isimlerle yad edilirler:

Halik ismi nazarında mahlûk adını alırlar. Rezzak ismi noktasında merzuk olurlar. Kadim ismine göre hepsi hâdis, Baki ismine göre “fâni”dirler. Musavvir ismine göre her biri birer şekil, Müzeyyin ismine göre birer süs, birer ziynettirler. Muhyi ismine göre, canlı olurlar. Mümit isminin tecellisiyle hayatını kaybedenlere ölü denilir.

Allah’ın varlığının vacip olması noktasında, mahlûkatın ismi mümkinat olur.

“Mümkin”, var olması da yoklukta kalması da imkân dairesinde olan demektir. “İmkân” için Nur Külliyatı'nda şu açıklama getirilir:

“İmkân, müsavi-üt tarafeyn”dir. Yani, vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücud ve ademleri, bir sebeb bulunmazsa müsavidir, farkları yoktur.” (Şualar)

“Vücub”, “imkân” ve “imtina” birer vücut mertebesidir. Bu mertebelere sahip olanlar ise “vacip” “mümkin” ve “mümteni”dirler.

Elimize aldığımız bir kitapta iki ayrı mahiyeti birlikte seyrederiz. Bunlardan birisini göz görür, diğerini ise akıl. Gözün gördüğü, kitabın sayfaları ve ondaki yazılardır. Akıl ise o yazıların bir ilimden aktığını bilir. Kitabı yazan ayrı bir mahiyetin var olduğuna ve kitaptaki bütün bilgilerin ondan geldiğine hükmeder. Bununla birlikte, o mahiyetin kitapla hiçbir ilgisi bulunmadığını, hiçbir harfe, kelimeye yahut cümleye benzemeyeceğini ve bunlar ölçü alınarak o mahiyetin bilinemeyeceğini idrak eder. Ve der ki: Bu kitabın bir yazarı vardır ve o zat yazı cinsinden değildir. Bu kitap onun ilmini bize tanıtır, tarif eder, ama mahiyeti hakkında hiçbir şey söylemez.

Şu varlık âlemine, “kâinat kitabı” denilmesinden hareket ederek, vücut mertebeleri hakkında bir şeyler söylemeye çalışalım:

Bu kitabın bütün harfleri, kelimeleri, cümleleri ve nihayet kitabın tamamı, varlık itibariyle, “mümkin” sınıfına girerler. “İmkân, müsavi-üt tarafeyn”dir, denilmişti. Yani, imkânın iki tarafı birbirine eşittir, müsavidir. Bu taraflardan birisi yokluk diğeri ise varlık. İnsan, eline kalemi aldığında, bir kelimeyi yazmaya da karar verebilir, yazmamaya da. O halde, bir kelime yazılmışsa bunun mânâsı şudur:

Yazar, o kelimenin var olmasını yoklukta kalmasına tercih etmiştir. Yazılmayan bir kelime için bunun aksi söz konusu.

Dün bizler yoktuk; bu dünya sayfasında başka insanlar yazılmışlardı. Bugün ise varız. Demek oluyor ki, bizim yokluğumuz varlığımıza müsavi; her ikisi de mümkün. Dün öyleydi, bugün ise böyle. Şimdi var olduğumuza göre, varlığımız yokluğumuza tercih edilmiş demektir.

Şu varlık âleminde, her şeyin bir başlangıcı ve sonu vardır. Öyleyse, onu yaratan zatın, ezelî ve ebedî olması vaciptir; aksi düşünülemez. Zira, “evveli olmak” ve “sonu bulunmak” mahlûkun sıfatlarındandır. Bir mahlûkun bir başka mahlûku yarattığını iddia etmek ise, kitap misalimizde, bir kelimenin bir başka kelimeyi yazdığını söylemek gibidir.

Kelime, yazılmadan önce kâtibin ilmindedir ve onun irade etmesiyle kâğıda dökülmüştür. Bir kelimenin bir başka kelimeyi yazabilmesi için, onun mahiyetini önceden bilmesi gerekir. Tâ ki, onu bu ilme göre, harflere döksün ve öylece ifade etsin.

Bizi şu kâinat kitabında ve dünya sayfasında yazan Zat, biz daha dünya yüzünde yokken ezelî ilmiyle bizi biliyordu. Sonra bizi var etmeyi irade etti; yokluktan kurtarıp, kudretiyle, varlığa kavuşturdu.

Kısacası, mümkinat dediğimiz bu mahlûkat âlemini ancak varlığı vacip olan bir zat yaratmıştır ve yaratabilir. İşte bu hakikat, Vacib-ül Vücud ile ifade edilir; yani, olması vacip, olmaması mümteni olan bir varlığın sahibi.

“Şu kâinatın Sani’-i Zülcelali, Vâcib-ül Vücud’dur. Yani: Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni’dir, zevali muhaldir.” (Mektûbat)

Nur Külliyatı'ndan naklettiğimiz bu ifadede Vacib-ül Vücud’un sıfatlarından bazıları nazara verilir. Bu yapılırken, mümkin varlıkların da özelliklerine kapılar açılır.

Vacibin sıfatlarından birisi: “Zatî olmak”. Yani bir başkasının var etmesiyle var olmayıp, varlığı kendi zatından olmak. Mümkin sınıfına giren bütün mahlûkatın ise, varlıkları kendi zatlarından değildir.

Vacip olan, ezelî ve ebedîdir. Mümkin, ise sonradan yaratılmıştır ve varlığının bir sonu vardır. Vacibin yokluğu, yani olmaması muhaldir. Mümkinin ise varlığı gibi yokluğu da mümkündür.

Vacip, mutlak ve nihayetsiz bir kemale sahiptir; mümkin ise önceleri bir kemal noktasına doğru durmadan ilerler, o noktaya vardıktan sonra zevale meyleder. Cümlenin devamında, “Allah’ın vacip olan varlığına nispeten diğer varlıkların ancak zayıf bir gölge hükmünde kaldıklarına” dikkat çekilir.

Yine Nur Külliyatı'ndan “Şualar”da, vacip için, “vücut mertebelerinin en kuvvetlisi”, “maddiyattan münezzeh”, “bütün mahiyetlere mübayin” denilir.

Son ifade üzerinde biraz durmak isterim. Vacibin mahiyeti, bütün mahiyetlere mübayindir, yani zıttır. Bu tespit, gerçekten çok önemli. Yine kitap misalimize dönelim:

Katibin mahiyeti, kitaptaki bütün kelime ve cümlelerin mahiyetine zıttır. Çünkü onların mahiyetleri kelime olmak, cümle olmak, yazı olmaktır. Kâtibin mahiyeti ise bunlara tamamen zıt.

“Cenab-ı Hakk, hiçbir mahlûkuna benzemez” demekle bir hakikati ifade etmiş oluruz. Ama “mübayin” kelimesi “benzemez” kelimesinden daha başka mânâlara kapı açar.

Görüp işittiğimiz, koklayıp tattığımız ve nihayet düşünüp hayal ettiğimiz her şey mahlûktur; Allah ise Halik. Bütün bunlar mümkindir; Allah ise vacip. Bunların tamamı hâdis ve fânidirler; Allah ise ezelî ve ebedî.

Bu üç misâlimizde de, benzemezlikten öte, mübayin olmak söz konusudur. Bütün bunlar, mahiyet hakkındadır. Zatı itibariyle Allah’ın ortağı ve benzeri olmadığı gibi zıddı da yoktur.

Bazı kimseler, hem kendilerinin hem de muhatap oldukları her şeyin “mümkin” olduğunu çok iyi bildikleri halde, bunları ölçü tutarak Vacib-ül Vücudu hakkıyla bilme vehmine kapılırlar.

Mümkinler âlemi seyir ve tefekkür edilerek, onları yokluktan varlığa çıkaran vacip bir zatın varlığı bilinebilir; sıfatlarının mevcudiyeti anlaşılabilir. Ama bunlar ölçü tutularak Allah’ın zatının ve sıfatlarının mahiyetleri idrak olunamaz.

Yine Nur Külliyatı'nda Cenab-ı Hakk’ın kutsî mahiyetinin hiçbir varlığın mahiyetine benzemeyeceği ifade edilirken, “ne zatında, ne sıfatında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz” buyrulur.

Allah’ın zatı vacip olduğu için mümkin olan zatlara benzemez. Sıfatları da vacib sıfatlarıdır, onlar da mümkinin sıfatlarına benzemezler. Vaktiyle, bu mânâyı bir derece açıklama niyetiyle, şunları kaleme almıştım:

“Bir insanın resmini çizmek isteseniz, her halde önce kafatasından başlayarak bütün bedenin genel bir profilini ortaya koyarsınız. Sonra kaşları, gözleri, ağzı yerleştirirsiniz.

Ama, Allah bir insanı böyle yaratmıyor. Önce insan bedeninin kaba ve ince bütün hatlarını ve her türlü özelliklerini bir noktada topluyor. Sonra o noktayı açıyor. Bunu yaparken insanın ne başından başlıyor, ne ayaklarından. İçi ve dışıyla bütün bedeni birlikte yazıyor ve çiziyor.

Bir başka örnek:

Evimizdeki eşyadan her birini ayrı bir mağazadan satın almışızdır. Çünkü, bunların her biri ayrı bir sanayi dalının ürünü. Koltuk, avize, bilgisayar, buzdolabı... Bunların imal edilmesi için değişik fabrikalar, farklı tezgâhlar çalışıyor. Ama kâinattaki icraatlar hiç de öyle değil. Kâinat tek bir fabrika... İnsandan tutunuz, milyonlarca nevi hayvan ve bitkiye kadar her varlık bu fabrikada yapılıyor ve bu tezgâhta dokunuyor.

Çiçeklerin yaratılışında, sebep olarak, Güneşe de bir pay verilmiş. Bu, avizenin ışığından halının desenlerinin teşekkül etmesi gibi bir şey. Bir başka misâl:

Güneş, dünyamızdan bir milyon üç yüz bin defa büyük. Demek oluyor ki, lambamız odamızdan bir milyon kat daha büyük... Ve odalar lambanın etrafında dönüp duruyorlar. ”

Şimdi şöyle bir düşünelim:

Allah’ın fiilleri, mümkinatın fiillerinden bu kadar uzak hatta onlara zıt olduğuna göre, elbette, Onun Vacip olan varlığı, mümkin varlıkların mahiyetine benzemeyecek ve onlara zıt olacaktır.

Biraz da “mümteni” üzerinde duralım:

Mümteni, “varlığı imkânsız olan” demektir. Buna örnek olarak, genellikle, “şerikler” verilir. Yani Allah’ın şeriki olması muhaldir ve şeriklerin varlığı mümteni grubuna girer.

Varlık sahasına çıkması mümkün olmayan ne kadar şey, hâdise, fiil, sıfat ve hal var ise bunların hepsi “mümteni” sınıfındadır.

Mümkin olmayan için iki şık söz konusudur, ya vacip olacaktır, yahut mümteni. Buna göre, vacip ve mümkin olmayanlar hep mümtenidirler. Sadece bir misâl vermekle yetineceğim:

“Bir harf katipsiz olmaz” hükmüne bakalım. Bir harfin katipsiz olarak yazılması mümkün değildir. Yani imkân âleminde kâtipsiz bir yazının yeri yoktur. Bir harfin katipsiz yazılmasının vacip olduğu söylenemeyeceğine göre, geriye bir tek şık kalıyor: Mümteni olmak.

ARŞ: “Yüksek yer. Tavan. Dam. Çardak.” “Hükümdarın tahtı. Hükümdarlık. Saltanat.” “Bütün âlemleri kuşatan yüce bir makam.”

Arş, ism-i âzama mazhar. Meleklerle kuşatılmış. Fahreddin-i Râzi Hazretlerinin ifadesine göre, İlâhî emirlerin ilk muhatapları olan meleklerin bulunduğu âlem. Tabiri caizse, bütün varlık âleminin idaresiyle, tanzimiyle ilgili hükümlerin meleklere tebliğ edildiği ulvî makam.

Mahiyetinin bilinemeyeceği konusunda bütün İslâm alimleri ittifak hâlinde. Maddî ve cismanî ne kadar âlem varsa hepsi Kürsînin içinde kalıyor; Arş ise Kürsînin üstünde.

Maddî âlemler Kürsînin içinde kalınca, Arş’ın Kürsiyi kaplaması, içine alması, onun üstünde bulunması, elbette cismen değildir. Bu nasıl bir üstünlük, nasıl bir kaplayıştır; bizim bunu anlamamız mümkün değildir.

Resulûllah Efendimiz (a.s.m.) yedi kat semanın, Kürsînin içinde, bir kalkanın içine atılmış yedi para gibi kaldığını ifade buyurmakla, Kürsîyi ve Arşı anlamamızın mümkün olmadığını bize ders veriyorlar.

Bediüzzaman Hazretleri, “Kalb de bir arştır, fakat ben de Arş gibiyim diyemez.” buyurarak, hem insana haddini bilme dersi veriyor, hem de Arş'la ilgili bazı sırların yine insan kalbinde aranması gerektiğine işaret ediyor. Elbetteki bu sırlar Arş'ın mahiyetiyle ilgili olamaz; ancak varlığıyla ilgili olabilir. Zira Arş'ın mahiyetinin bilinmezliği de kalbden okunmakta. Kalbinin ve ruhunun mahiyetini bilemeyen insan, Arşı kavrama dâvâsına nasıl kalkışabilir!?

Kalbimiz Arşa gösterge. Ruhumuz ruhlar âleminden bir temsilci. Bedenimiz, Kürsînin içindeki maddî âlemlerden süzülmüş bir hülâsa...

Ruhun bir sıfatı olan hayat, bedenin her noktasında mevcut. Demek ki ruh, bu sıfatıyla bedeni kaplamış, kuşatmış, ihata etmiş.

Bir diğer sıfatı ilim. Ruh, saçtan da haberdar, ayak parmağından da. Akciğerin de vazifesini biliyor, akyuvarların da... Demek ki ruh, ilim sıfatıyla da bedeni kuşatmış. Madem ki ruh bedeni böylece kuşatmış durumda, öyleyse ruh ve kalb bedenin fevkinde, onun üstündedir. Fakat, ruhun bu kaplayışı, paltomuzun bedenimizi kaplamasına benzemediği gibi, onun bedenden üstünlüğü de başın gövdeden üstünlüğü gibi değildir.

Kürsînin cismanî âlemi içine alması belki hava unsurunun bedenimizi kaplamasına benzetilebilir. Ama Arş'ın Kürsî'yi kaplaması ve onun üstünde olması maddî hiçbir misâlle ifade edilemez. Onun cüz’î bir misâli ruhun bedeni kaplamasıdır ve bu kaplayış gibi, o kaplayış da insan idrakinin çok ötesindedir ve beşer ifadesinden çok yücedir.

Bedene hâkim olan ruh da İlâhî iradenin emrinde. O ülkede, O’nun hükmettiği kadar kalabiliyor. Onun açtığı pencerelerden bu âlemi seyredebiliyor. Bedeni ayaklarla yürütmeye, tatları dil ile almaya, kokular için burnu kullanmaya mahkûm... Demek ki İlâhî kudret, ilim ve irade de ruhun fevkinde, ona hâkim. İlâhî sıfatların ruhun fevkinde bulunması, onu kaplaması da ruhun bedeni ihatasıyla kıyaslanmayacak kadar yücedir, yüksektir, ulvîdir.

Bu pencereden, “Rahman arşın üzerinde istiva etti.” âyet-i kerimesindeki ince ve derin mânâya bir derece bakabiliriz.

Arş'ın fevkinde, esma ve sıfat-ı ilâhiyye dairesi var. Bu fevkiyetin de maddî olamayacağı açık... Yeryüzünde açan bir çiçekte Allah’ın Müzeyyin (süslendirici), Musavvir (şekil verici) gibi birçok ismi okunuyor. O isimler çiçekte okunduğuna göre onun fevkindedirler, ona hâkimdirler. Arş da ism-i âzama mazhar olması cihetiyle, onun fevkinde esma dairesi, o esmanın fevkinde de İlâhî sıfatlar mevcut.

Nur Külliyatı'ndan Arşa dair şu elmas hakikatları birlikte okuyalım:

“İsm-i âzama mazhar olan Arş-ı Azama uruc yolu, yetmiş bin perdeden geçer.”

“Cennetin sekiz tabakası birbirinden üstün oldukları halde umumunun damı Arş-ı Azamdır.” (Sözler)

“Arş; Zâhir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır.” (Mesnevî-i Nuriye)

Son cümledeki ince mânâya, Elmalılı merhumun,

“O (Allah) her şeyden sezilir Zâhir, hiçbir şeyle bilinmez Bâtın’dır.”

sözünün ışığında baktığımızda, ism-i âzama mazhar olan Arş’ın varlığının, bütün varlıklardan daha âşikâr olduğu, mahiyetinin bilinmesinin ise ruhun mahiyetinin bilinmesinden de çok öte bâtın olduğu anlaşılır.

Arş bütün mahlûkattan evveldir. Bütün âlemler, sistemler onun altında cereyan ederler, parlar sönerler, doğar ölürler. O ise onlardan evvel var olduğu gibi onlardan sonra da varlığını devam ettirir.

İslâm âlimleri, Arş ve Kürsî isimlerinin mecaz ve teşbih yönü olduğunu ifade etmekle birlikte, bu âlemlerin mevcut olduklarına da bilhassa dikkat çekerler. Yâni, tavan mânâsına gelen Arşı, kâinatın maddî bir tavanı gibi düşünmek; taht mânâsına gelen Kürsîye de bir padişahın saltanatını icra ettiği maddî tahtı, yahut bir âlimin ilmini neşrettiği kürsüsü gibi anlamak mümkün olmamakla birlikte, bunları sadece mecaz bilmek de doğru olmaz. Bu hususta şu güzel misali de vererek bizi ikaz ederler.

"Nasıl Kâbe'ye beytullah yâni Allah’ın evi denilmesi mecazdır, ama Kâbe'nin varlığı da bir hakikattir. Arş ve Kürsî'yi de böyle değerlendirmek ve mahiyetlerini de anlaşılmaz olarak bilmek gerekir."

İlave bilgi için tıklayınız:

- Bir olan Allah aynı anda her şeyi nasıl bilir ve yapar?

- Allah’ın sıfatlarının her şeyi kapsadığını nasıl anlayabiliriz?

- Allah nerededir?

55 Kalpte Allah sevgisi ve korkusunun dengesi nasıl kurulmalıdır?

İslâm'a göre, kul, Allah’ı hem sevmeli hem de Ondan korkmalıdır.

Cenab-ı Hak, insan ruhunda korku ve sevgi denilen iki mühim his yaratmıştır. İnsan bu hisleri yaratılış gayesine uygun kullandığı takdirde dünya ve ahiret saadetine nail olur. Cenab-ı Hakk’ın cemal ve rahmeti muhabbeti icap ettiği gibi, celal ve azameti de korkuyu iktiza eder.

Kul, Cenab-ı Hakk’ı sevmekle rahmetine mazhar olduğu gibi, Ondan korkmakla da azabından kurtulur.

Allah’ı sevmenin ölçüsü emirlerine riayet etmek, korkunun ölçüsü ise yasaklarından sakınmaktır. Bunların her ikisi de insanın saadet ve necatına vesile olurlar. Böylece insan ne Allah’ın rahmetinden ümit keser, ne de azabından emin olur.

İnsan Allah’ı sevmekle kalben tatmin olur ve vicdanen huzur bulur. Muhabbetin en önemli üç kaynağı “kemal, cemal ve ihsandır.” Cenab-ı Hakk’ın bütün sıfatları hem sonsuz kemalde hem de nihayet derecede güzeldir; ihsan ve keremi ise sonsuzdur. Buna göre, aklen ve vicdanen, insan muhabbetini ancak Allah’a hasretmelidir. Onun yarattığı mahlukatı sevmek ise Onun namına olduğu takdirde Allah katında makbuldür.

İnsan, korku hissini de ancak Allah’a hasretmelidir. Çünkü Allah nihayetsiz celal, azamet ve kudret sahibidir. Öyle ise Allah’tan korkmak da hem aklın hem de vicdanın gereğidir. Bir insanın kalbinde, Allah korkusu kemaliyle hakim olunca, başka türlü korkulara mahal kalmaz. Zira Allah’tan korkan bir adam, hiçbir zaman başkasının hukukuna tecavüz etmez, hiç kimsenin canına, malına namusuna dokunmaz.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bu konuda şöyle buyururlar:

“Hikmetin başı Allah korkusudur.” (El-Münâvî, Feyzü’l-Kadir, III/574)

Toplum hayatının nizam ve ahengi Allah korkusuyla kaimdir ve onunla devam eder. Hak ve hukuk tanımamanın cezası, dünyada zillet ve ahirette İlâhî azaptır.

56 Sonsuzluk anlaşılabilir mi?

Bir bardağa denizin yerleşmesi mümkün olmadığı gibi, sınırlı olan insan aklının da sonsuzu kavraması mümkün değildir. Şu var ki, insan sonsuzu anlamasa bile onun varlığını bilebilir. Bilmek, inanmak başka, anlamak daha başkadır.

İnsanoğlu her şeyiyle sınırlı. Hayatının bir başlangıcı var. Her başlangıç bir sondan haber verdiği için, bu hayatın da bir sonu olacaktır. İşte, başı ve sonu olan bu kısa hayat içerisinde, insan her yönüyle sınırlı işler görebiliyor. Gözü, mevcut ışınların ancak yüzde iki buçuk kadarını görebiliyor. Kulağı sadece belli bir frekanstaki sesleri işitebiliyor.

Madde aleminde açıkça görünen bu hakikat, ruh aleminde de geçerli. İnsan aklı her şeyi anlayamıyor. Zira, öğrenmeye başlamasının bir başlangıcı var. Başlangıcı olan ilim sonsuz da olamıyor; tıpkı hayat gibi...

İnsan aklının aczinin başlangıç noktası, kendini anlayamamasıdır. Şu sınırlı akıl, henüz kendini anlamış değilken nasıl oluyor da sonsuzu anlamaya kalkışabiliyor?.. Üçün dörtten küçük olduğunu bilen insanoğlu, yine kesinlikle bilir ki, ben üçten dördü çıkarmaya kalkışırsam menfi bir netice ile karşılaşırım. Bunu bildiği hâlde, sınırlı olan aklına sonsuzluğu sıkıştırmaya çabalıyorsa, sonucun eksi sonsuz, yani sonsuz bir menfi olacağını da baştan kabul etmiş demektir.

İnsan sonsuzu anlayamaz, ama sonsuza inanabilir... Bu da insanoğluna büyük bir ilahî lütuftur. Yoksa, bütün sıfatları sonsuz olan Rabbine nasıl iman edecekti?..

Bu vadide insanoğluna bir mukayese imkanı, bir fikir yürütme, istidlalde bulunma gücü verilmiş. O, bu güç sayesinde çok iyi bilir ki, bu alemde benim bir başlangıcım ve sonum olduğu gibi, her şeyin de yine bir ilk ve son noktası var.

Başlangıcı olan her şey, bize şu iki hakikati birden ders verir:

Beni yoktan yaratan bir zat var ve onun varlığı ezelidir. Aynı şekilde her son da bize ebedi bir zattan haber verir. Kendimize şu soruyu soralım: Senin anlayamadığın sadece sonsuzluk mu? Yer çekimini anlayabiliyor musun? Güneşin, gezegenlerini nasıl çekip çevirdiğini kavrayabiliyor musun? Ruhun, aklın, hayalin, hafızanın mahiyetlerini bilebiliyor musun? Elma ağacının içindeki o manevi fabrikayı izah edebilmiş misin? Yumurta nasıl oluyor da, uçan bir kuş oluyor? Nutfe dokuz ay sonra nasıl ağlıyor, görüyor, işitiyor? Bu alemde insanın göremedikleri gördüklerinden, anlayamadıkları anladıklarından, bilmedikleri bildiklerinden çok fazladır.

İnsanın, bu fani eşyayı anlamış gibi, bekayı anlamaya kalkışması onu en azından yorar. En azından diyorum, çünkü bu gibi yersiz arayışların insanı sersem etme ve yoldan çıkarma ihtimali de vardır...

İnsanın sonsuzu anlama gayreti iki ayrı sahada cereyan ediyor. Birisi, ilahi sıfatların sonsuzluğu, diğeri de ahiret hayatının sonsuzluğu... Bu ikisi arasında, gözden kaçmaması gereken önemli bir farklılık var. Ahiretteki sonsuzluktan söz edildiğinde, zihinlerde hemen zaman ve müddet kavramları canlanır. Sonu gelmeyen, tükenmeyen, fani olmayan, arızalanmayan bir hayat... Burada verilen hayatın geri alınmaması, baki kılınması söz konusudur. Bunu aklın almaması için bir sebep olmasa gerek...

Allah ın sıfatlarının sonsuzluğuna gelince: Onun kudreti sonsuzdur, demek, “ne kadar alem yaratırsa yaratsın kudretinde bir noksanlık olmaz” demektir. İlminin sonsuzluğu, onun cehilden münezzeh olduğu manasınadır. Diğer sıfatlar da aynı şekilde, aynı mantık içerisinde değerlendirilmelidir. “Ezeli olan elbette ebedidir.” hakikati, Cenab-ı Hakk'ın zatı için de geçerlidir, sıfatları için de... Yani, onun bütün sıfatları sonsuzdur, ebedidir. Zira, hiçbiri sonradan var olmuş değildir; hepsi ezelidir.

57 Allah Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinde "Ben" veya "Biz" yerine "o" ifadesini, üçüncü tekili kullanıyor. Bunun nedeni nedir?

Cümlenin akışına göre, üçüncü tekil şahsa ait “Hu Ve” (O) zamiri, Kur’an’da sıkça kullanılmıştır. Bunun birçok hikmetleri vardır:

a. Arapça gramer açısından, daha önce geçen Allah lafaza-i celalin tekrar edilmesi yerine, ona ait zamiri kullanmak daha edebîdir.

b. Allah’a ait “Hu Ve” "O", zamiri kullanıldığı zaman, muhatabın hayalinde, mertebece kendisinden ve her şeyden çok yüksek olan bir varlık canlanır ve yaratılmışlık ve yaratıcılık ilişkilerinden başka, onunla –deyim yerindeyse, haşa- bir akrabalık bağının olmadığı gerçeğinden hareketle ona karşı nazlanmayı değil, niyaz ve duayı, kulluk ve ibadeti esas alan bir tutum ve davranış içinde olur.

c. “Hu Ve” zamiri Kur’an’da  kullanılırken, Allah’ın mutlak bir varlık olduğunu gösterir. İhlas suresinin başında yer alan “Kul Hu Ve”de olduğu gibi, başka bir şeye ait olduğunu gösteren bir işaret, bir karine olmadığı zaman, doğrudan Mutlak varlık olan Allah’ı gösterir. Bununla şu hakikati çağrıştırıyor:

“Ey İnsan! Sizin o şunu yaptı, o bunu yaptı... O bana ikramda bulundu, o benim işimi gördü.. vs. diye işaret ettiğiniz bütün 'O'lar, gerçek manada bir tek 'O'ya işaret etmektedir. O da Allah’tır. Çünkü kâinatta O’ndan başka müessir-i hakiki yoktur, O’ndan başka yaratıcı yoktur, O’ndan başka zarar ve yarar dokunduran yoktur."

Bu gerçeğe işaret eden delillerden biri de şudur:

“Allah” ism-i celilin ebced değeri 66’dır. “Hu Ve” zamirinin ebced değeri ise, 11’dir. 1’den 11’e kadarki sayıların toplamı 66’dır. Demek ki, Lafza-i celal bu zamirde şifrelenmiştir. Nitekim, İhlas Suesindeki söz konusu “HuVe” zamiri, sondan itibaren Kur’an’ın 66. kelimesidir.

d. Bu zamir Kur’an’da, özellikle İhlas suresindeki gibi “mutlak” olarak ifadesinde “şuhudî tevhid” vardır. Yani bu ifade “Lâ meşhude illa hu” manasına gelir. Varlıkta her şey Allah’ı göstermektedir. Her şey Onun isim ve sıfatlarının birer yansımasıdır ve onun fiilleridir. Onun için her şey onu gösteriyor, demektir. (bk. Sözler, s.696; ayrıca bk. On Üçüncü Söz, Hüve Nüktesi).

e. Kur’an’da “Ben-Biz" tabirleri kullanıldığı gibi, Allah ve diğer isimleri de kullanılmaktadır. İnsanlar, Allah’ın mahiyetini bilemezler. Onun isim ve sıfatlar gibi unvanlarla tanırlar. Allah lafza-i celal, bütün isim, sıfat ve unvanları içine alan kapsamlı bir ism-i azamdır. Söz gelimi, Halık denildiği zaman, yaratıcı, Gafur denildiği zaman bağışlayan, Rezzak denildiği zaman rızık veren akla gelir. Oysa Allah denildiği zaman hem Rezzak, hem Gafur, hem Halık gibi bütün isim ve sıfatları  akla gelir. Bu sebeple Allah lafza-i celal Kur’an’da iki bin küsur defa zikredilmiştir. İnsanlar ancak Allah lafza-i celalin penceresinden onun isim, sıfat ve zat-i akdesini mülahaza edebilirler. Bu mülahazayı zihinlere yerleştirmek için bu isim sıkça nazara verilmektedir.  Bu ismin üçüncü tekil şahıs gibi kullanılması ayrıca büyüklüğü de ifade etmektedir.

f. Allah kendisini, "Allah, Hakim Rahim" gibi isimlerle de tanıtmıştır. Çünkü Allah, kendisini kullarına tanıtmak istiyor. Allah’ı tanımak ise, onun vasıflarını gösteren unvanlarla mümkündür. Unvan ise, isim ve sıfatlarla ortaya konur. Bu sebeple, Allah Kur’an’da, kullanılan herhangi bir ifadenin manasına uygun olarak belli isim ve sıfatlarını aklın nazarına vermiştir. Yoksa, hiç görmediğimiz, sıfatlarını hiç duymadığımız, mahiyetini hiç idrak etmediğimiz bir varlığın “Ben” diyerek kendini bize tanıtması mümkün mü?

Nitekim, Allah, Hz. Musa (as) ile doğrudan konuşurken bile “Ben” ifadesinin yanında, kendisini yaratıp terbiye eden,  rızkını veren, konuşma ve idrak etme kabiliyetini veren sıfatlarına işaret etmek üzere “Rabb” ismini de kullanmıştır:

“Ateşin yanına varınca birden: 'Mûsâ!' diye nida edildi. 'Haberin olsun: Senin Rabbin benim!' denildi. 'Çıkar pabuçlarını hemen! Çünkü kutsal vâdidesin sen! (Evet, evet) Tûvâ’dasın sen! Peygamberliğe ben seçtim seni, öyleyse iyi dinle sana vahyedileni! Muhakkak ki benim gerçek ilah. Benden başka yoktur ilah. O halde sen de yalnız bana ibadet et! Beni anmak için namaz eda et!'” (Tâhâ, 20/11-14).

İlave bilgi için tıklayınız:

Her şeyi Allah yaratmıştır. Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de -Biz yarattık- buyurmasının hikmeti nedir?

58 Cenâb-ı Hakk'ın, yetmiş bin perde arkasında olması, ne demektir?

Yetmiş bin perde, ilahi sıfatların ve isimlerin tecelli mertebeleri ve mahlukat âleminin tabakaları manasına gelir. Perdenin görünmeye engel olma manası olduğu gibi, görüntü mahalli manası da vardır; evimizin perdeleri birinciye, sinema perdeleri ikinciye misaldir. Soruda geçen perde kelimesi ikinci manada kullanılmıştır. Her varlık bir perdedir, onda Allah’ın Hâlık (yaratıcı, var edici) ismi okunur. Hayatlar bir perdedir Muhyi (hayat verici) ismini gösterirler. İlâhî isim ve sıfatların sonsuz tecelli mertebeleri vardır. Bunların her biri bir perdedir.

Misâl olarak Hakîm ismi üzerinde kısaca duralım:

Hakîm, yani her şeye nice hikmetler takan, nice mânâlar ve faydalar yerleştiren, demektir. Bütün varlık âlemini tümüyle seyredebilmekten çok uzak olduğumuza göre, hiç olmazsa bu kâinatın bir küçük misali olan kendi varlığımıza bakalım. Saçımızdan tırnağımıza, sinir sistemimizden kan şebekemize kadar bütün bedenimiz hikmetlerle, faydalarla âdeta kaynaşıyor. Gözümüz, kulağımız, dişimiz, derimiz, iç organlarımız her biri ayrı bir ihtisas sahası. Her biri için nice tezler yazılmış, nice tebliğler sunulmuş, nice kitaplar telif edilmiş.

Bu kitaplarda ortaya konulan hikmetlerin tamamı, Hakîm isminin insan bedenindeki tecellisinin özlü bir tefsiridir. Buna aklımızı, hafızamızı, his dünyamızı da eklediğimizde maddemiz ve mânâmızla Hakîm ismine en güzel bir ayna olduğumuzu idrak ederiz.

Sadece bir insanda bile Hakîm isminin bu kadar tecelli mertebeleri bulunduğunu görmekle ilâhî sanat ve hikmete hayran oluruz. Ve anlarız ki: “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Düşüncemizi, varlık âleminin diğer birimlerinde ve fertlerinde de dolaştırmaya çalışırız. Hayalimizi semalara ve ötelerine göndeririz. Meleklere, arşa, Levh-i Mahfuza varırız. Hakîm isminin, bu varlıkların her birinde başka tarzlarda ve farklı mertebelerde tecelli ettiğini görür ve yine aynı hakikate varırız: “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Nur Külliyatı'ndan Mi'raç Risalesinde, yetmiş bin perdenin, “berzah-ı esma ve tecelli-i sıfat ve ef’al ve tabakat-ı mevcudat” olduğu ifade edilir. Bir başka bahiste ise, Cenâb-ı Hakk'ın “huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfatî yetmiş binler hicabdan geçmek” gerektiği vurgulanır.

Maddi ve ekvanî şeklinde vasıflanan zulmanî perdeler, şu gördüğümüz madde âlemidir. Bunlar bir önceki vecizede “tabakat-ı mevcudat” şeklinde ifade edilmişlerdir. Nuranî perdeler için “esmaî ve sıfatî” denilmiştir. Bu perdeler, ilâhî isimlerin ve sıfatların farklı mertebelerdeki tecellileridir. Yine bir önceki vecizede berzah-ı esma ve tecelli-i sıfat ve ef’al olarak kaydedilmiştir.

Soframıza dizdiğimiz nimetlerde Allah’ın Rezzak ismini çok küçük bir perdede okuyabiliriz. O anda üç dört nimeti, yine üç dört kişi yemektedir. Şehrimizdeki yüz binlerce insanı, sofraları başında hayal etsek, Rezzak ismini daha geniş bir perdede seyretme imkânı buluruz.

Bu yüz binleri, milyarlara taşıyalım. İnsanlar âlemine, bir milyonu aşkın hayvan türünü de ilâve edelim. İçinde bulunduğumuz zamanı genişletelim; geçmiş asırları düşünelim, gelecek nesillere nazar edelim. Her defasında bu ilâhî ismin tecellilerini daha geniş bir dairede temaşa etmiş oluruz.

Rezzak ismi gibi bütün isimlerin de böyle en küçük daireden, en geniş dairelere kadar nice tecellileri var.

İşte mi'raç mucizesiyle bu tecellilerin tümü seyredilmiş, ilâhî sıfat ve fiillerin bütün icraatları müşahede edilmiş ve mevcudat tabakalarının tamamı çok gerilerde bırakıldıktan sonra, bütün bu mülk âleminin yegâne maliki, tek Hâlıkı ve Hâkimi olan Cenâb-ı Hakk'ın rüyetine mazhar olunmuştur. O en büyük Resulün (asm.) bu en yüksek mucizesi bize en açık bir şekilde ders verir ki: “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındandır.”

Bu kâinat kitabı gibi Kur'an-ı Kerim de perde perde mânâlarla sarılı, iç içe nice sırlar ve hikmetlerle dolu. Bir perde seyredilmeden ikincisine geçilemiyor. O ilâhî fermanın kaynağı olan Kelam sıfatına gerçek mânâda muhatap olmak için, beşerin önünde sayılamayacak kadar perdeler var.

Sahabeleri, müçtehitleri, mücedditleri, bütün evliya ve asfiyayı ve nihayet tüm müminleri aynı Kur’an'ın terbiye ettiği düşünülürse, o İlâhî kelam ile aramızda yetmiş bin perde olduğu açıkça görülür.

Bütün bitkiler aynı güneşe yüzlerini dönerler, ama her biri kendi kabiliyetine göre ondan istifade eder ve feyiz alırlar. Bir bahçedeki her ağaç aynı toprağa dikilmiş, aynı su ile sulanmıştır; ama, her birinin başında ayrı meyveler boy göstermiştir.

Kâinat Kitabı ve Kur’an-ı Kerim... Her ikisinde de yetmiş bin perde var. İnsanoğlu kalp, ruh ve akıl sahasında mesafe kat ettikçe, farklı tecellilere mazhar olacak ve Rabbini tanıma vadisinde her an biraz daha yol alacaktır.

Bu perdelerin aşılması, öncelikle nefisteki engellerin kalkmasına bağlı. Tembelliğimizi ne ölçüde yensek, gayret vadisinde o kadar ileri gideriz. Cehlimizi ne kadar alt edersek, ilimde terakkimiz o nispette fazla olur. Ve gafletten uzaklaştıkça huzura yaklaşırız.

Cenâb-ı Hakk'ın, yetmiş bin perde arkasında olması bize şu dersi de vermiş oluyor: İnsanoğlunun aczi, kusuru, cehli kısacası bütün noksan sıfatları da o yetmiş bin perdenin kısımlarındandır.

59 Allah'a inanmayan insanlara, Allah'ın varlığını nasıl tebliğ edebiliriz?

Her insanın durumuna göre irşâdın yapılması gerekir. Bu bakımdan tebliğ ederken belli kalıplarla sınırlı kalınmamalı, muhatabın durumuna göre tebliğimiz şekillenmelidir.

1. Muhatabın inançsızlığının nasıl bir inançsızlık olduğu; bütüne mi yoksa bazı rükûnlerr mi râcî bulunduğu hususu­nun tespiti lâzımdır ki, etrafında tahşidat yapılması lâzım ge­len meseleye, gereken ehemmiyet verilmiş olsun. Bu arada körü körüne saplantısı olan veya lâubâlî bulunan biriyle de, boşuna uğraşılıp vakit kaybına sebebiyet verilmesin.

2. Muhatabın kültür seviyesinin, içtimâî ufkunun bilin­mesi ve anlayabileceği bir dille kendisiyle konuşulması çok mühim bir unsurdur.

Kültür seviyesi oldukça yüksek birisine, daha az mâlû­matı olan birinin bir şeyler anlatmaya çalışması, umumiyet itibarıyla aksülamelle (reaksiyon) karşılanır. Bilhassa günü­müzde, enâniyeti çok inkişâf etmiş kimselere ve hele biraz da bir şeyler biliyorsa, lâf anlatmak kâbil değildir. Böylelerine, kendi seviyelerinde biri ve doğrudan doğruya onları muha­tap alıyor hissini de vermeden anlatması gerekli olan şeyleri anlatmalıdır ki, maksat hâsıl olsun.

Muhatabın anlayabileceği bir dil kullanma da çok mü­himdir. Günümüzde, düşüncedeki sakatlıklar, dilimize aks ede ede, onu öylesine yıktı ki, aynı vatan sınırları içinde ya­şayan nesillerin, aynı dili kullandıklarını iddia etmek âdeta imkânsızdır. Vâkıâ; matbuât ve televizyonun birleştirici unsur­lar olarak tek dil ve tek stil mevzuunda müsbet bazı şeyler yapabilecekleri düşünülebilir. Ancak, çeşitli ideolojilere gön­lünü kaptırmış, farklı grupların kendilerine göre kitapları, ken­dilerine göre gazete ve mecmuaları bulunduğundan, zavallı nesiller kendi içine kapalı hizipler olarak yaşamaktan kurtu­lamamaktadır. Ayrı ayrı terminolojiler ve ayrı ayrı metodo­lojiler, nesiller arasında aşılmaz uçurumlar meydana getir­mektedir.

Bu itibarla, kendisine bir şeyler anlatılması düşünülen kimsenin, hangi sözlere ve anlatma usûlüne, ne kadar âşina olduğunun çok iyi tespit edilmesi lâzımdır. Yoksa, birbirini tanımayan iki yabancının, şaşkınlık içinde geçen musahabe­lerine benzeyecek ki, çok da faydalı olacağı kanaatinde deği­liz. Maksat ve maksada ışık tutacak terminoloji ve düşüncenin fevkalâde berrak olmasına bilhassa dikkat edilmelidir.

3. Anlatacağımız şeylerin, önceden çok iyi bilinmesi, hatta takdim edeceğimiz hususlar hakkında vârit olabilecek suallere, ikna edici mahiyette cevapların hazırlanması şarttır.

4. Anlatmada, diyalektik ve ilzam yoluna kat’iyen giril­memelidir. Fertte enaniyeti tahrik eden bu usûl, aynı zaman­da neticesizdir. Gönülde inanç nurlarının yayılıp gelişmesi, o imanı yaratacak Zât’la sıkı münasebet içinde olmaya bağlıdır. O’nun hoşnutluğu ve görüp gözetmesi hesaba katılmadan, iddiâlı münakaşalar ve ehl-i gaflet usûlü münazaralar hasmı ilzam etme ve susturmaya yarasa bile, tesiri olabileceği kat’i­yen iddiâ edilemez. Hele böyle bir münakaşa ve münazara zemininin açılacağı baştan biliniyor ve oraya hazırlıklı ve yük­sek gerilimle geliniyorsa,.. böyleleri münazaracıdan daha ziya­de birer hasım hâlinde kinle oturur ve öfke ile ayrılırlar. Kal­karken de, ikna olmamış gönüllerinde, anlatılmak istenen şeylere cevaplar araştırma düşüncesiyle kalkarlar. Ötesi ise mâlûmdur artık... Dostlarına müracaat edecek, kitap karıştıra­cak ve bin yola başvurup, kendisine anlatmaya çalıştığımız şeylerin cevaplarını araştıracaktır. Bu ise, onları inançsızlıkta bir kademe daha ileri götürecektir ki; irşat edenin, asıl yap­mak istediği şeye zıt bir duruma sebebiyet verilmiş olacaktır.

5. Anlatmada, muhatabın gönlüne seslenilmelidir. Her cümle samimiyet ve sevgiyle başlayıp, aynı şekilde sona er­melidir. Karşımızdakine veya düşüncelerine yönelik herhangi bir huşûnet, anlatacağımız şeylerin tesirini bütün bütün kıra­cağı gibi, muhatabı da küstürecektir.

Mürşit, hastasını mutlaka iyi etme kararında olan müşfîk bir hekim gibi, ona eğilen, onu dinleyen ve onun mânevî ız­dıraplarını vicdanında yaşayan, gerçek bir havârî ve hakikat eridir. Ses ve söz, bu anlayış içinde mûsıkîleşir ve tatlı bir zemzeme ile karşıdakinin gönlüne akacak olursa, onu fet­hettiğimizden emin olabiliriz.

Hatta muhatabımızın mimiklerine ve işmîzazlarına dikkat kesilmeli ve kendimizi sık sık akort etmeliyiz. Böylece onu bıktıran, usandıran şeyleri tekrarlamamış oluruz.

Burada; şu nokta da, asla hatırdan çıkarılmamalıdır:

Muhatabımız yanımızdan ayrılırken, samimiyet gamze­den davranışlarımızı, tebessüm eden bakışlarımızı ve vücudu­muzun her tarafından akıp dökülen ihlâs ve inanışımızı alıp götürecek ve hiçbir zaman unutmayacaktır. Bir de buna, ikin­ci bir defa karşılaşma arzusunun duyulduğunu ilâve edecek olursak, anlatılması gerekli olan şeylerin büyük bir kısmını anlatmış sayılırız.

6. Muhatabın yanlış düşünceleri, isabetsiz beyanları, gururuna dokunacak şekilde tenkit edilmemelidir. Hele, baş­kalarının yanında onu küçük düşürecek şeylere asla tevessül edilmemelidir. Maksat, onun gönlüne bir şeyler yerleştirmek­se, icabında bu uğurda bizim onurumuz çiğnenmeli ve bizim gururumuz kırılmalıdır. Kaldı ki, karşımızdakinin “demine-da­marına” dokundurarak, ona bir şey kabul ettirmek de kat’i­yen mümkün değildir. Aksine, onu her örseleyiş, bizden ve düşüncemizden uzaklaştıracaktır.

7. Bazen böyle bir inançsızı, itikadı sağlam, içi aydın, davranışları düzgün arkadaşlarla tanıştırma, bin nasihatten daha tesirli olur. Ancak, böyle bir yol, her inançsız için uygun değildir. Bu itibarla irşat edenin az çok tilmizini tanıyıp ona göre bir metot tatbik etmelidir.

8. Bunun aksi olarak, davranışlarında gayri ciddî; dü­şüncelerinde tutarsız; Yüce Yaratıcı’ya karşı teveccüh ve hu­zuru zayıf kimselerle de asla görüştürülmemelidir. Hele, mü­tedeyyin ve bilgili geçindiği hâlde ibâdet aşkından mahrum, duygu ve düşünceleri bulanık kimselerle tanışıp temasa geç­mesine kat’iyen mâni olunmalıdır.

9. Onu, yer yer dinleyip kendisine konuşma fırsatı veril­melidir. Onun da bir insan olduğu düşünülerek, aziz tutulup fikirlerine müsamaha ile bakılmalıdır.

Bir ferdin inancındaki derinliği, kendi içine dönük olduğu nispette onu olgunlaştırır, faziletli kılar. Dışa ve hususiyle bir şey bilmeyenlere karşı ise onu kaçırma ve nefret hissi verme­den başka bir şeye yaramaz.

Vâkıa, bâtıl fikirleri dinlemek ruhta yara yapar ve sâfi düşünceleri ifsat eder. Ancak, bu türlü ezâya katlanmakla bir gönül kazanılacaksa, dişimizi sıkıp sabretmeliyiz.

Yoksa ona hakk-ı fikir, hakk-ı beyân tanımadan, anlat­mayı daima elde tutacak olursak, meclis soluklarımızla dolsa taşsa bile, muhatabın kafasına bir şey girmeyecektir. Bu hu­susta sevimsizleşen nice kimseler vardır ki; dibi delik kovayla su çekiyor gibi, dünyalar dolusu gayretine rağmen bir ferde istikamet dersi verememiştir.

Veyl olsun, başkalarını dinleme nezâketinden mahrum konuşma hastalarına!

10. Anlatılan şeylerde, anlatanın yalnız olmadığını, ka­dîmden bu yana pek çok kimsenin de aynı şekilde düşündü­ğünü ifade etmek yararlı olur. Hatta günümüzde bir-iki inan­mayana bedel, bir hayli mütefekkirin sağlam inançlı oldu­ğunu mutlaka anlatmak lâzımdır. Hem, kavl-i mücerret ola­rak değil, misalleriyle anlatmak gerekir.

11. Bu çerçeve içinde, anlatmak istediğimiz şeylerin ilki hiç şüphe yok ki: “Kelime-i Tevhid”in iki rüknü olmalıdır. Ancak daha evvelki müktesebatıyla veya o anda verilen şey­lerle, kalben inanç ve iz’âna erdiği hissedilirse, başka hususla­ra geçilebilir.

İnanç babında gönlü sağlama bağlanmadıktan sonra, in­kârcının her zaman tenkidine cür’et gösterebileceği meselele­rin anlatılmasından kat’iyen sakınılmalıdır.

Netice olarak diyebiliriz ki, kişinin durumunu tespit ettikten sonra, zikredilen usûl çerçevesinde birinci derecede anlatılması gerekli olan şeyler iman esasları ve namaz olmalıdır. Bun­larda, gönlün itminana kavuştuğunu hissettikten sonra, diğer meseleleri anlatabilme imkân ve fırsatı doğmuş olur. Aksine, günümüzde olduğu gibi, “ata et, ite ot” vermelere veya ye­mek verme usûlü bilmeyen garson gibi, ilk defa sofraya ho­şafları sıralama nevinden hatalı takdimler olacaktır ki, biz böyle bir takdimi, ne kadar beğenirsek beğenelim karşı taraf üzerinde menfî tesiri büyük olacaktır.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Allah'ın Varlığının Delilleri Nelerdir?

İnanmayanlara Allah'ın varlığını nasıl anlatabiliriz?

Allah var mı? Mantıki delilleri nelerdir?

Allah'ın birliğinin delilleri nelerdir? Tevhid delilleri...

Kur'an-ı Kerim'in Allah kelamı olduğunun delilleri nelerdir?

60 Hiçbir şey yaratılmadan önce, Allah'ın isimlerinin tecellisi nasıldı?

- Muhyiddin İbn Arabî’nin konuyla ilgili görüşü şöyledir:

“Allah mahlukatı yaratmadan önce bir ‘ÂMÂ’da idi. Âmâ'nın altında da hava, üstünde de hava vardı.” (bk. El-Futuhatu’l-Mekkiye, I/148).

- İbn Arabî, bu konuyu bir hadis-i şerife dayanarak açıklamaktadır. Hadiste gelen rivayet şöyledir: Ashap’tan Ebu Rezîn anlatıyor: Ben: “Ey Allah’ın Resulü! Rabbimiz, mahlukatı yaratmadan önce neredeydi?” diye sordum. “Allah, mahlukatı yaratman önce bir ‘AMA’da idi. Amanın altında da hava, üstünde de hava vardı. Sonra Arşını su üzerinde yarattı.” diye cevap verdi.(Ahmed b. Hanbel; IV, 11-12; Tirmizî, Tefsir, 12; İbn Mace, Mukaddime,13)

Alimlerin bildirdiğine göre, ‘Amâ’dan maksat, Allah ile birlikte hiçbir şey yoktu' demektir. (Tirmizî, a. g.y.) İbn Mace’nin rivayetinde yer alan “Onunla birlikte hiçbir yaratık yoktu” ilavesi de bu anlamı pekiştirmektedir.

İbn Esir, “en-Nihaye fi Garibi’i-Hadisi ve’l-Eser” adlı eserinde bu konuda şu bilgileri vermiştir: ‘Amâ’ kelimesi uzatmalı şekliyle bulut demektir. Bazı rivayetlerdeki ‘Amen’ kısaltmalı şekliyle de “Allah ile birlikte hiçbir şeyin olmadığını” ifade etmektedir.

Bunun ‘ince bulut’ anlamında olduğunu söyleyenler de vardır. Bazı âlimlere göre, ‘Amâ’ insan aklının kavrayamayacağı, insan idrak sınırının ötesinde olan bir kavramdır.

Ünlü Dil bilgini, el-Ezherî, “Biz buna iman ederiz, fakat herhangi bir şekilde onu nitelendiremeyiz.” diyerek görüşünü açıklamıştır. (bk. a.g.e, III, 576 -el-Mektebe eş-şamile)

Bazı bilginler, mananın yanlış anlaşılmaması için, hadiste bir muzafın/tamlayan bir kelimenin/Arş kelimesi takdir edilmesinin lüzumuna işaret etmişler. Buna göre, “Ey Allah’ın Resulü! mahlukatı yaratmadan önce Rabbimiz neredeydi?” ifadesi “Rabbimizin Arşı neredeydi?” şeklindedir. Bu kelimenin takdir edilmesi, “Allah’ın Arşı su üzerindeydi.” (Hud, 11/7) mealindeki ayetin ifadesine de uygundur. Nitekim âlimler;

 “Onlar, ancak buluttan gölgeler içinde Allah’ın (emrinin) ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesinden başka bir şey mi beklerler? Halbuki bütün işler sadece Allah’a döndürülür.” (Bakara, 2/210)

mealindeki ayette de “Allah’ın gelmesi” ifadesinde emir kelimesini takdir etmişler ve “Allah’ın emrinin gelmesi...” şeklinde anlamışlardır (a.g.y).

İbn Arabî, ‘Amâ’nın Allah’ın nurunun tecelli ettiği ilk sahne olduğunu ifade etmiştir (bk. Fütuhat, a.g.y).

Hadis-i şerifte geçen ‘Ama’ kelimesinin de yardımıyla bu konuyu -anladığımız kadarıyla- şöyle açıklayabiliriz:

Hadiste geçen ‘Amâ’ kavramı, anlamı ne olursa olsun, bir muammayı ifade etmektedir. Yani varlık yaratılmadan önce Allah’ın isim ve sıfatlarının nasıl olduğu bilinmez bir muamma idi.

Allah’ın varlığı, birliği, yaratıcılığı, ilmi, hikmeti, kudreti, bağışlaması, affı, gazabı, celal ve cemal ve kemal sıfatlarının  olup olmadığı bilinmiyordu. Bu durum ‘Amâ’ olarak ifade edilmiş olabilir.

"Ben gizli bir hazine idim, kendimi tanıtmak istedim, mahlukatı yarattım ki, beni tanısınlar." (Aclunî, II, 132).

Bu hadis, hadis alimlerince, senet bakımından eleştirilmiş olmakla beraber, Aliyyu’l-Karî gibi bazı alimler, bunun manasının doğru ve

“Cinleri ve insanları sırf bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56)

ayetine uygun olduğunu söylemiş ve İbn Abbas’ın bu ayette geçen ‘ibadet / kulluk’tan maksat Allah’ı tanımaktır, şeklindeki açıklamasını delil göstermişlerdir. (bk. a.g.y; Aliyyu’l-Karî, el-Esraru’l-Merfua, s. 273).

Bu açıklama İbn Arabî’nin genel felsefesiyle de uyuşmaktadır. Nitekim, İbn Arabî, söz konusu hadisi şöyle açıklamıştır:

“Mahlukatı  yarattım ki, bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi göreyim.” (bk. İşaratu’l-İ’caz, s.17).

Demek ki, mahlukat yaratılmadan önce, güneşin bulut arkasında gizlendiği gibi, Şems-i Ezelî olan yüce Allah’ın  isim ve sıfatları o mahiyeti bilinmez gizemde bir muamma idi. “Amânın altında hava, üstünde hava vardı”. Yani Onunla birlikte hiçbir varlık yoktu. Kimse onu tanımıyordu. Çünkü varlıktan eser yoktu. Sonra mahlukatı yarattı ve kendisini tanıttı.

"Her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir fuar açsın, içinde sergiler dizsin, ta insanlara ve diğer şuurlu varlıklara saltanatının haşmetini, servetinin şaşaasını, sanatının harikalarını,  kendi maharetini göstersin. Ta ki, manevî cemal ve kemâlini iki yönden müşahede etsin: Birincisi, bizzat kendi kuşatıcı ilmiyle ve bakışıyla görsün. İkincisi ise, diğer şuurlu varlıkların nazarıyla baksın." (bk. Sözler, On Birinci Söz, s. 120).

Bu safha âyân-ı sabitenin teşahhus ettiği varlığın ilk sahnesidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah, kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu?

61 "Allah nazari akılla bilinmez, amelle bilinir." cümlesini izah eder misiniz?

Bu söz hangi makamda, ne maksatla söylenmiş bilemiyoruz. Ancak, genel bir bakışla bu sözden şunu anlamak mümkündür: 

Allah’ın Zat-ı Akdesinin mahiyeti bilinmez ve onu düşünmeye izin de verilmemiştir. O halde burada “Allah”tan maksat onun isim ve sıfatlarının bilinmesidir ki, marifetullah da bu çerçevede değerlendirilir. Allah’ın isim ve sıfatlarının doğru olarak kavranması akılla değil, nakil ile bilinir. Nazarî / felsefî akıl, tek başına bu marifete ulaşamayacağının en büyük delili bu konuyla uğraşan en büyük filozofların bile düşüncelerinde yaptıkları hatalardır. Öyleyse, marıfetullahta en büyük görev kalbe düşer. Nitekim, iman da kalbe ilka edilen bir hakikat cevheridir. Kalbin bu konuda –nakle uygun- doğruyu yansıtabilmesi için, her türlü kirden, pastan ve şüphe şaibesinden arınması gerekir. Bu ise ancak halis amelle mümkündür.

O halde, Allah’ı hakikî manada tanımak sadece fen-felsefe ile uğraşan nazarî akılla mümkün değildir. Bilakis, bu marifet ancak, Allah’ın kitabına ve elçisinin yoluna bağlanmış, Rabbine teslim olmuş, amelle cilalanmış bir kalp sahibinin ulaşabileceği bir penceredir.

62 "Ya Baki entel Baki" ne manaya gelmektedir?

Yâ Bâkî entel Bâkî: "Ey baki olan Allah'ım, ancak (sadece) sen bakisin."

İlave bilgi için tıklayınız:

BÂKΠve EL-BÂKÎ.

63 Allah yarattığı kullarını niçin cehenneme atıyor veya musibetlere maruz bırakıyor?

Risale-i Nur Külliyatı'ndan bir hakikat dersi :

“Bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahr ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücazatı ister. Mükâfat ve mücazat menzilleri ahirettir.” (Mesnevî-i Nuriye, Lâsiyyemalar)

İtaat edenlere mükafat verememek gibi, isyan edenleri cezasız bırakmak da padişahın izzetine yakışmaz; her ikisi de acizlik ve zaaf ifadesidir. Cenab-ı Hak bu gibi noksanlıklardan münezzehtir.

Onun kahrının tecelli etmemesini istemek, iki mânâya gelir:

Birisi, isyankârlara, azgınlara, zalimlere karşı hiçbir ceza tatbik edilmemesi. Bu, Allah’ın izzetiyle, gayretiyle, hikmet ve adaletiyle bağdaşmaz. Bu şık mümkün olmadığına göre, geriye bir tek şık kalıyor: İnsanların isyansız bir yaratılışa sahip olmaları, hep itaat üzere bulunmaları. Bu ise insanın değil, meleğin tarifidir.

64 Allah, kendi katından yeryüzüne yüz parça rahmetinden sadece biri göndermiştir. Bu yüz parça rahmet konusunu açıklar mısınız?

Bu konuda Ebu Hureyre, İbn Abbas ve Hasan-ı Basrî’den nakledilen hadis rivayetleri vardır:

“Allah’ın yüz rahmeti vardır; bunlardan bir rahmeti yeryüzü halkı arasında paylaşmış ki, onların ecelleri gelene kadar (hayatları boyunca) onlara kâfi gelir. Rahmetin doksan dokuz kısmını ise kıyamet günü evliyaları, dostları için saklamıştır.” (bk. Buharî, Rikak,19; Müslim, Tevbe, 18-21)  

“Allah rahmeti yüz parça yaratmış, doksan dokuzunu kendi nezdinde tutmuş, yeryüzüne bir parçasını indirmiştir. İşte mahlûkât bu bir parçadan dolayı birbirlerine merhamet ederler. Hatta at (bazı rivayetlerde “hayvan” geçmektedir), yavrusuna basmamak için tırnağını (ayağını) kaldırır.” (Buhârî, Edeb 19)

Benzer hadislerde Allah’ın, yüz rahmetinin doksan dokuzunu kıyamet günü için ayırdığı, yeryüzüne indirdiği bir rahmetle insanlar, cinler, hayvanlar ve böceklerin birbirlerine merhamet ettiği, bu rahmetle annelerin yavrularına şefkat ettiği, vahşî hayvanların ve kuşların birbirlerine acıdıkları anlatılmaktadır. (Müslim, Tevbe 19-21)

İmam Ahmed b. Hanbelin rivayetlerine de yer veren Heysemî, ilgili hadis rivayetini sahih olarak değerlendirmiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, 10/385)

Bu konuda alimlerin farklı yorumları vardır. Burada bazı noktaları nazara vermekte fayda mülahaza etmekteyiz.

a. Hadiste söz konusu olan rahmetten maksat, Allah’ın ezelî sıfatı olan rahmet değil, kâinatta yarattığı mahluklarına bahşettiği nimetler manasına gelir. Yanî buradaki rahmet zatî rahmet değil, fiilî rahmettir. Bu nimetler küllî manada -taksimatının mahiyetini bilmediğimiz- yüz çeşittir. Dünyadaki bütün nimetler bunlardan sadece bir parçadır, bir çeşittir. Doksan dokuzu ise ahirette cennetlik olan müminlere verilir. Bazı rivayetlerde -meal olarak- yer alan “Allah yüz rahmeti yarattı” ifadesinden bu fiilî rahmeti, nimeti anlamak mümkündür.

b. Buradaki rahmetten maksat Allah’ın sonsuz rahmetidir. “Yüz parça” şeklindeki taksimat ise, insanların anlamalarını kolaylaştırmaya yönelik olup kesretten kinayedir. İnsanların ümit-korku dengesini korumaları için verilmiş bir derstir. Bu dünyada tek bir rahmetin tezahüründen hasıl olan  İslam, Kur’an, namaz ve gönüllerden fışkıran şefkat, merhamet gibi bin bir çeşit nimetleri düşünen bir kimse, yüz rahmetin birden tecelli edeceği ahiret diyarındaki nimetlerin haddi hesabı olamayacağını kolaylıkla anlayabilir. (bk. Nevevî, İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi)

Sahîh-i Müslim şârihlerinden Übbî de, bu taksimin Allah’ın rahmetinin çokluğundan kinâye olduğunu ifade etmiştir. Bununla beraber bu taksimin rahmet çeşitlerinin gerçek taksimi olması da muhtemeldir. Buna göre rahmetin diğer çeşitlerini Allah bilir.

Hadiste hayvanların içerisinden atın seçilmesi, vurgulanmak istenen rahmete en güzel örnek olduğu içindir. Çünkü at, ehlî hayvanlar içinde en sert, en haşin olanıdır; çok hızlı hareket eder. Bununla beraber yavrusuna bir zarar vermemek için ayağını kaldırır. (İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi)

Bu hadislerin birer temsilden ibaret olduğunu söyleyenler de vardır. Zira Allah’ın rahmeti sınırlı değildir. Bu yüzden de taksimi mümkün değildir. Bu hadisler, bize verilen rahmetin azlığını, Allah nezdinde olanın da çokluğunu anlatmaktadır. (bk. Davudoğlu, Ahmet, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul, 1977.XI, s. 101)

Hemen hepsi aynı mânada ve aynı gerçeği gözlerimiz önüne seren bu rivayetler, yeryüzünde varlıklar arasında gördüğümüz şefkat ve merhamet dolu davranışların, Allah Teâlâ’nın nihayetsiz rahmetinin çok küçük bir bölümünün eseri olduğunu ortaya koymaktadır. O’nun hudutsuz rahmetinin böyle yüz parçaya bölünmüş olduğunun bildirilmesi, bize konuya ait bir fikir verebilmek içindir. Aynı zamanda bu ifadeler, yüce Rabbimiz'in rahmetine sınır çizilemeyeceğini anlatır.

O dehşetli kıyamet gününde, ilâhî rahmetin bütünüyle tecelli edeceği müjdesi, bizler için en büyük güvencedir. Öylesine ki, konuyla ilgili Buhârî’deki bir başka rivâyette (Rikak 19), “Eğer kâfir, Allah’ın katındaki rahmeti kavrayabilse, asla cennetten ümidini kesmez” buyurulmaktadır. Böylece konuya ait ümidin sınırları, daha doğru bir ifade ile, sınırsızlığı gözlerimiz önüne serilmektedir.

Buna göre:

1. Allah’ın rahmeti sınırsızdır.

2. Bizlere o sınırsız rahmetten çok küçük bir parçası verilmiştir. Dünya hayatında görülen şefkat ve merhametin kaynağı işte bu yüzde birlik rahmettir.

3. Allah Teâlâ kıyamette kullarına sınırsız rahmetiyle muâmele edecektir.

4. Merhameti böylesine bol Mevlâ'mızın rahmet ve bağışını kazanabilmek için hep ümid içinde yaşamak gerekmektedir

Not: Yusuf Güneş'in "Hadislerde Rahmet Kavramı" isimli şu makalesini de okumanızı tavsiye ederiz:

Rahmet, Rahmân, Rahîm ve Rahim kavramları

Rahmet:

Rahmet, sözlük anlamı olarak incelik, acıma, şefkat etme, merhamet etme, affetme ve mağfiret manalarına gelir. Rahmet kökünden gelen terahhüm ve terhîm, bir kimse için Allah’ın rahmetini dileme demektir. Yine aynı kökten gelen istirham, rahmet dileme, rahmet isteme manalarına gelir (İbn Manzûr, XII, 230).

Anlamı oldukça geniş olan rahmet kelimesinin dilimizde tam olarak karşılığı yoktur. Bununla beraber Arapça’da ifade ettiği manalara yakın olarak “acımak” ve “esirgemek” gibi kelimelerle izah edilmek istenmişse de, eksiktir. Acımak, derinliği olmayan, sadece insanlarda varolan bir histir. “Allah rahmet sahibidir” dediğimizde, affeden, ihtiyaçları gören, şifa veren gibi manalar hemen zihnimize akar. “Acımak” kelimesini Allah hakkında kullanmak caiz ise, acıdığı için affeden, acıdığı için lütfeden, acıdığı için sıhhat veren gibi tamamlayıcı mânâlar rahmetin içerisinde tabiî olarak vardır. Şu halde rahmeti sadece “acımak”la tercüme etmek kesinlikle doğru olmaz. Çünkü bu durumda rahmet kelimesinin mânâsını daraltmış oluruz.

Rahmet’i “esirgemek” kelimesiyle de tercüme etmek doğru değildir. “Benden onu esirgedin” ve “Beni esirgemiyorsun” cümlelerinden de anlaşıldığına göre esirgemek ‘kıskanmak’ ve ‘korumak’ mânâlarına gelir. Bu sebeple “esirgemek” kelimesi rahmetin tercümesi olmak şöyle dursun, takdiren tefsiri dahi olamaz (Elmalılı, I, 32- 33).

Müfessirler, ‘acımak’ ve ‘esirgemek’ gibi zaaf ifade eden bu kelimeleri Allah hakkında kullanmayı uygun görmediklerinden demişlerdir ki: “Nefsin meylinin lâzımı, nimet vermenin sebebi hayır murad etmektir. Öyleyse er-Rahmân, er-Rahîm, insanlar hakkında hayır murad eden Allah demektir.” Fakat bu takdirde Allah’ın diğer sıfatları hakkında da bu şekilde düşünmek gerekir.

Meselâ Allah’ın Basar ve Sem’ sıfatları vardır. Allah Basîr ve Semi’dir. Yani Allah görür ve duyar. Bir kısım vasıtalarla meydana gelen görme ve duyma Allah’a isnad edilemez. Bizdeki görme, güneş şuaları yardımıyla ve bir mesafeye bağlı olarak meydana gelir. Ve bizim gördüğümüz şeyler olduğu gibi, görmediğimiz şeyler de vardır. Duymamız da yine bir kısım sebeplere bağlı olarak meydana gelir. Onun için bu sebeplerle meydana gelen görme ve duyma Allah’a isnad edilemez.

İşte nasıl ki, bu şekildeki görme ve duyma Cenâb-ı Hakk’a isnad edilmez; öyle de, bizde nefsin meyli veya kalb inceliği olarak tezahür eden Rahmaniyet ve Rahimiyet de bu mânâda Allah’a isnad edilemez. Bizdeki nefis meyline ve rikkat-i kalbe mukabil, O’nda mukaddes olarak bu mânâlar vardır. O’nun görme ve işitmesi de tamamen bizimkinden farklıdır. Binaenaleyh, bu sıfatları mecaza verip, te’vil yapma, biraz tekellüflü olur ki, sonra Allah’ın binbir ismini te’vil etme lüzumunu duyarız. Onun içindir ki, biz “Rahmân, Rahîm, Mü’min, Müheymin, Rezzak vs.” derken bunları Allah indindeki mânâlarıyla mütalâa ediyoruz 

İnsanların birbirlerine olan rahmeti, kalbin rikkati ve şefkat etmek şeklinde izah edilebilir. Allah’ın rahmeti ise Allah’ın kullarına acıması, şefkat etmesi, onlara nimetler vererek ihsanda bulunması, bol bol rızıklar göndermesi demektir.

Rahmân, husûsî bir isim olup umûmî bir mana taşımaktadır. Rahmân Allah, ayırım yapmaksızın bütün varlığa ihsanda bulunmaktadır, onları rızıklandırmaktadır. Rahîm, (Allah’tan başkası için de kullanılması yönüyle) umûmî bir isim olup husûsî bir mana taşımaktadır. Rahîm Allah, rahmetini sadece mü’minlere has kılmıştır.

Rahmet kelimesinin anlam çerçevesi çok geniştir. Geçtiği yere göre manalarından biri öne çıkabilir. Mesela, ayet-i kerîmede Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında “İman edenleriniz için bir rahmettir O!” (Tevbe, 9/61) denilmektedir ki, O’na rahmet denilmesi mü’minlerin imanlarına bir vesile, bir sebep olduğu içindir.

“Eğer insana tarafımızdan bir rahmet tattırır, sonra o nimeti geri alırsak o, son derece ümitsiz, son derece nankör olur.” (Hûd, 11/9) ayetinde rahmet, rızık manasına gelmektedir.

“İnsanlara uğradıkları bir dertten sonra bir rahmet (nimet ve âfiyet) tattıracak olursak, bir de bakarsın ki âyetlerimiz hakkında yine birtakım kötü düşüncelere sapmışlar!” (Yûnus, 10/21) ayetinde rahmet, kıtlıktan sonra bir bolluk ve bir canlılığın meydana gelmesini ifade etmektedir.

“Fakat Allah rahmetini, dilediğine seçip ihsan eder.” (Bakara, 2/105) ayetinde rahmetle nübüvvetin ifade edildiğini görüyoruz. (İbn Manzûr, XII, 231, 230.) Resûlullah’a (s.a.s.) hitaben söylenen “Seni, başka değil alemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 21/107) ayet-i kerîmesi de bu manayı destekler mahiyettedir.

Rahmân ve Rahîm:

Rahmân ve Rahîm, rahmet kökünden gelen iki isimdir. Âlimlerin çoğunluğu, Rahmân ismi, rahmet kökünden geldiği; misli, benzeri olmayan rahmet sahibini ifade ettiği konusunda hemfikirdirler (İbn Hacer, XIII, 371) .

Rahmân ismi yalnızca Allah için kullanılan özel bir isimdir. Fakat zat ismi değil, sıfat ismidir. Rahman, dil açısından rahm ve rahmetten türemiş, sürekli ve pek fazla acıma mânâsına gelen bir sıfat-ı müşebbehe kipidir ki çok merhametli, çok rahmet sahibi mânâsına bir sıfattır. Böyle olunca da bu sıfat kimde bulunursa ona er-Rahmân demenin kıyas yoluyla mümkün olması lazım gelir. Hâlbuki hiç böyle kullanılmamış, rahmeti sonsuz, ezelî ve gerçek anlamda nimet veren bir mânâya tahsis edilmiş olduğundan Yüce Allah’tan başkasına Rahmân denilmemiştir ve denilmez.

Rahmân isminin aslında sıfat olması itibariyle, çok rahmet sahibi, pek merhametli, çok merhametli, gayet merhametli veya sonsuz rahmet sahibi diye tefsir edilebilse de husûsiyetinden ve isim olmasından dolayı tercümesi mümkün olmaz. Çünkü özel isim tercüme edilemez. Özel isimlerin tercüme edilmesi onların değiştirilmesi demektir ve dilimizde böyle bir isim yoktur. Özetle Rahmân “pek merhametli” diye eksik bir şekilde tefsir olunabilirse de terceme olunamaz (Elmalılı, I, 31-32). Bu ismi bu şekilde belleriz ve tercemesiyle değil tefsiriyle rahmet mefhumundan anlamaya çalışırız.

Rahîm, sıfat-ı müşebbehe veya mübalağa ile ism-i fâil bir sıfattır. Rahman’a eksik bir tefsir de olsa “pek merhametli” denilebileceğini belirtmiştik. Rahim’e de “merhamet edici” denilebilir. Bu da yüce Allah’ın sıfatlarından biridir. Fakat yalnız sıfat olarak kullanılır, mevsufsuz tek başına kullanılmaz. Bundan dolayı Rahmân gibi sıfât-ı gâlibe (genellikle sıfat olarak kullanılan kelime) ve özel isim olmayıp Allah’tan başkası için de kullanılabilir (İbnü’l-Esîr, II, 210) .

Rahmân ve Rahîm isimleri arasında bazı nüanslar bulunmaktadır. Rahmân ismi daha şumûllü ve geniştir. Rahmân, Allah Teâlâ’nın canlı-cansız, büyük-küçük, melek-şeytan, insan-hayvan, mü’min-kafir, müttakî-fâsık her mahlûka karşı olan rahmetini ifade eder. Bütün mahlûkât O’nun rahmetiyle çepeçevri kuşatılmıştır. Yokluktan varlığa çıkışları, ilk yaratılışları Rahmân’ın rahmetinin tecellisiyle olmuştur. Öyle ise hiçbir varlık bu rahmetin tecellîsine mazhar olmaktan hariç değildir. Bu rahmetten mahrum kalmış hiçbir varlık düşünülemez. Aksi takdirde vücud libası giyip varlık sahasına çıkamazlardı. Öyle ise Rahmâniyet ezele yani başlangıcı olmayan geçmişe ve dünyaya bakar (Elmalılı, I, 34-35) .

Rahîm ismi husûsîdir, mü’minlere hastır. “Allah mü’minlere karşı rahîmdir.” (Ahzab, 33/43) ayeti de bunu ifade eder. Bu hususî rahmetin tecellî yeri de ahirettir. Bir başka ifade ile dünya hayatında mü’min ve kâfire Rahmân ismiyle rahmetini umûmî olarak tecellî ettiren Cenâb-ı Hakk, ahirette, rahmetini Rahîm ismiyle mü’minlere has olarak tecellî ettirecektir. Şu halde Rahmâniyet ezele bakmasına mukabil, Rahimiyyet, ebedî olan ahirete bakar. Bu farklılıktan dolayı alimlerimiz Allah’ı “Dünyanın Rahmânı, ahiretin Rahîm’i” diye ifade etmişlerdir (Canan, VI, 272).

Rahîm ismi husûsîdir, mü’minlere hastır. “Allah mü’minlere karşı rahîmdir.” ayeti de bunu ifade eder. Bu hususî rahmetin tecellî yeri de ahirettir. Bir başka ifade ile dünya hayatında mü’min ve kâfire Rahmân ismiyle rahmetini umûmî olarak tecellî ettiren Cenâb-ı Hakk, ahirette, rahmetini Rahîm ismiyle mü’minlere has olarak tecellî ettirecektir.

Özetleyecek olursak Rahmân, (Allah’tan başkası için kullanılmaması yönüyle) husûsî bir isim olup umûmî bir mana taşımaktadır. Rahmân Allah, ayırım yapmaksızın bütün varlığa ihsanda bulunmaktadır, onları rızıklandırmaktadır. Rahîm, (Allah’tan başkası için de kullanılması yönüyle) umûmî bir isim olup husûsî bir mana taşımaktadır. Rahîm Allah, rahmetini sadece mü’minlere has kılmıştır (Ahmet Şerbâsî, I, 37) .

Rahim

Rahim, çocuğun içinde yetiştiği, kadınlara ve dişi hayvanlara mahsus organa denir. Dilimizde buna ‘dölyatağı’ deriz. Çoğulu “erham”dır. Rahim, aynı dölyatağında yetişip dünyaya gelen insanlar arasındaki akrabalık bağını da ifade eder. Zevu’r-rahim, akrabalar için kullanılan diğer bir isimdir. Aralarında neseb bağı olan herkesi kapsar.

Hadislerde “Rahmet”

Rahmetle ilgili hadislere genel olarak baktığımızda rahmetin, yukarda temas ettiğimiz lügat manaları çerçevesinde kullanıldığını görürüz. Bu hadislerde rahmet, Allah’ın rahmetinin genişliği ve sınırsızlığı, kalp inceliği, şefkat etme, merhamet etme, acıma, yağmur, bol rızık, bol nimet manalarında kullanılmıştır. Bu hadislerden bazı örnekleri aşağıda ele alacak ve izah etmeye çalışacağız.

Allah’ın Rahmetinin Enginliği:

Peygamberimiz (s.a.s.) “Allah mahlûkâtı yarattığı vakit, kendi nezdinde arşın üstünde bulunan kitabına kendisi için ‘Muhakkak benim rahmetim gazabıma galip gelmiştir.’ yazmıştır.” buyurmaktadır. (Buhârî, Tevhid 15, 55.) Aynı manayı ifade eden farklı lafızdaki başka bir hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) “Allah mahlûkâtı yaratmadan evvel rahmetinin gazabına sebkat ettiği, onun önünde olduğu yazılıydı.” buyurmuştur (Buhârî, Tevhid 55; Müslim, Tevbe 15).

Hadislerde ifade edilen rahmetin gazaba galebe çalması veya rahmetin gazabı geçmesi, Allah’ın rahmetinin taalluku itibariyledir. Herhangi bir şeye Allah’ın rahmetinin taalluku, gazabının taallukundan öncedir. Çünkü rahmet Allah Teâlâ’nın zâtının şanıdır. Gazaba gelince o kulun işlemiş olduğu bir cürüme binâen gelir.

Resulü Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah rahmeti yüz parça yaratmış, doksan dokuzunu kendi nezdinde tutmuş, yeryüzüne bir parçasını indirmiştir. İşte mahlûkât bu bir parçadan dolayı birbirlerine merhamet ederler. Hatta at (bazı rivayetlerde “hayvan” geçmektedir), yavrusuna basmamak için tırnağını (ayağını) kaldırır.”

Nevevî (v. 676 h.) bu hadislerle ilgili şunları söylemiştir: Alimler Allah’ın gazabıyla rızasının irâde sıfatına râci olduğunu söylemişlerdir. İtaat eden kuluna sevap vermek dilerse buna rıza; isyan eden kuluna azap vermeyi dilerse buna da gazap denilmiştir. Buradaki öncelik ve galebe çalmaktan murad, Allah’ın rahmetinin çokluğu ve şumûludur. (Nevevî, XIIV, 74).

Merhametli Olmaya Teşvik:

Resulüllah (s.a.s.) mü’minleri, bir çok hadis-i şeriflerinde kâinattaki canlı-cansız her varlığa karşı merhametli olmaya teşvik etmiştir. Bunlardan birisinde şöyle buyurulmuştur:

“Allah merhametli olanlara rahmetle muamelede bulunur. Öyleyse sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size merhamet etsinler...” (Tirmizî, Birr 16) .

Hadiste “merhametli olanlar” ve “merhamet edin” ifadelerinin mutlak bırakıldığı dikkat çekmektedir. Kime veya kimlere merhametli olanlar diye bir kayıt getirilmemiştir. Demek ki bütün mahlûkâta karşı merhametli olma tavsiye edilmektedir. Yeryüzünde bulunan sâlih-fâcir bütün insanlara, ehlî-vahşî bütün hayvanlara, canlı-cansız bütün varlığa merhamet söz konusudur ki, bütün mahlukata merhametle muamele edenlere, Allah’ın rahmet edeceği vurgulanmaktadır. Allah’ın rahmetle muamelesi, bol bol ihsanda ve ikramda bulunma ve afvetme, mağfiret etme şeklinde anlaşılmalıdır. Ancak burada merhamet etme Kitap ve Sünnet’le kayıtlıdır. Kitab’a ve Sünnet’e aykırı davrananlara, cezayı gerektirecek cürüm işleyenlere merhamet edilmez. Onlara cezalarının verilmesi rahmete ters değildir. Aksine toplumun selameti ve haksızlığa uğrayanların haklarının iadesi için bunların yapılması gerekir.

Hadiste ifade edilen göktekilerden maksat meleklerdir. Çünkü onlar mü’minlere istiğfar eder. Nitekim ayet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır:

“Arşı taşıyan ve etrafında bulunanlar, Rablerini hamd ile tesbih ederler. O’na iman edenler, mü’minler için de; ‘Rabbimiz Senin ilmin ve rahmetin her şeyi kuşatmıştır, tevbe edip Senin yolunda gidenlere mağfiret et, bağışla, onları cehennem azabından koru!’ diyerek mağfiret talep ederler.” (Mü’min, 40/7).

Hadis şârihleri, kişinin şefkat ve merhamet duyacağı şeyler arasında kendi nefsini de zikrederler ve en başta kendi nefsinin yer aldığını, diğerlerinden önce nefsine merhamet etmesi gerektiğini belirtirler. Hatta kişinin başkalarına göstereceği merhamet de kendisine dönmektedir. Zira ayet-i kerîmede “İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz.” (İsrâ, 17/7) buyurulmaktadır (İbn Hacer, X, 455).

Merhamete teşvik konusunda yine Resûlullah (s.a.s.) “Allah, insanlara merhamet etmeyene rahmetiyle muamele etmez.” (Buhârî, Edeb 27) ve  “Merhamet, ancak şakînin (ebedî hüsrana uğramış) kalbinden çıkarılır.” buyurmaktadır. (Ebû Dâvûd, Edeb 66).

Şakî, ebedî hüsrana uğrayan, uhrevî saadetini kaybedendir. Şakî hükmü, ancak imandan mahrum olan kimse hakkında verilebileceğine göre, burada şakî ile küfre düşen kimse kastedilmiş olmalıdır. Tîbî (v. 743 h.) konuyla alakalı şunları söylemektedir: Çünkü mahlûkâta karşı merhamet, kalbin bir rikkatidir. Kalpteki rikkat imanın alâmetidir. Öyleyse kim bu rikkatten nasipsiz ise şakîdir. (Canan, VI, 279).

Resûlullah (s.a.s.)’ı, torunlarından birini öperken gören Akra’ ibn Hâris “Benim on tane çocuğum var, hiçbirini de öpmemişimdir.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) Akra’ ibn Hâris’e “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fedâil 65.) Başka bir rivayette de bir bedevî (bu şahsın da Akra’ ibn Hârîs olabileceği söylenmektedir, bk. İbn Hacer, X, 444) Resûlullah (s.a.s.)’a “Sizler çocuklarınızı öpüyorsunuz, bizler ise çocuklarımızı öpmeyiz.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) “Senin kalbinden merhamet alınmışsa ben ne yapabilirim!” diyerek taaccübünü ifade etmiştir (Buhârî, Edeb 18) .

İbnu Ebî Cemre (v. 695 h.) bu hadisi “Başkasına herhangi bir iyilik yapmayan kimseye hiç sevap hasıl olmayacaktır” şeklinde yorumlamıştır. Zira ayet-i kerîmede “İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir!?” (Rahmân, 55/60) buyurulmaktadır. Öyleyse hadisten şu manaları çıkarabiliriz: “Kimde dünyada iken imanın merhameti yoksa, ona rahmet edilmez.” veya “Kim Allah’ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçmak suretiyle nefsine merhamet etmezse, Allah da ona rahmet etmez, çünkü Allah nezdinde ona verilmiş bir vaad, bir garanti mevcut değildir.”

İbn Mes’ud’dan gelen bir rivayette merhametli olmanın, kâmil imanın rüknü sayıldığını görmekteyiz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Ashabına “Merhametli olmadıkça iman etmiş sayılmazsınız.” Ashab “Bizler merhametli insanlarız.” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) “Bu (dediğiniz) merhamet, birinizin kendi arkadaşına gösterdiği merhamet değildir. Şüphesiz (benim kastettiğim) merhamet, bütün insanlara ve her şeye karşı merhametli olmaktır.” buyurdular (Heysemî, VIII, 187) .

Çocuklara merhamet etmenin önemi konusunda Resûlullah (s.a.s.)’ın buyurduğu “Küçüklerimize (çocuklarımıza) merhamet etmeyen bizden değildir.” (Tirmizî, Birr 15) sözü, her zaman için olduğu gibi, çocukların büyüklerinden yeterince ilgi ve alaka görmediği çağımızda daha bir önem arzetmektedir.

Allah’ın Yüz Rahmet Yaratması:

Resulü Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Allah rahmeti yüz parça yaratmış, doksan dokuzunu kendi nezdinde tutmuş, yeryüzüne bir parçasını indirmiştir. İşte mahlûkât bu bir parçadan dolayı birbirlerine merhamet ederler. Hatta at (bazı rivayetlerde “hayvan” geçmektedir), yavrusuna basmamak için tırnağını (ayağını) kaldırır.” (Buhârî, Edeb 19).

Benzer hadislerde Allah’ın, yüz rahmetinin doksan dokuzunu kıyamet günü için ayırdığı, yeryüzüne indirdiği bir rahmetle insanlar, cinler, hayvanlar ve böceklerin birbirlerine merhamet ettiği, bu rahmetle annelerin yavrularına şefkat ettiği, vahşî hayvanların ve kuşların birbirlerine acıdıkları anlatılmaktadır (Müslim, Tevbe 19-21).

Nevevî (v. 676 h.) bu tür hadislerin Müslümanlar için ümit ve müjde veren hadisler olduğunu vurgulamaktadır. Alimler, şu imtihan dünyasında yeryüzüne indirilen bir parça rahmetten insanlara hidayet kaynağı olacak Kur’ân, hayat istikameti kazandıracak namaz ve kalplerine rahmet gibi nimetler verilirse, karâr ve mükâfât diyârı olan ahiretteki Allah’ın yüz rahmetini bir düşünmeli, demişlerdir (Nevevî, XIIV, 74).

Sahîh-i Müslim şârihlerinden Übbî, bu taksimin Allah’ın rahmetinin çokluğundan kinâye olduğunu ifade etmiştir. Bununla beraber bu taksimin rahmet çeşitlerinin gerçek taksimi olması da muhtemeldir. Buna göre rahmetin diğer çeşitlerini Allah bilir.

Bu hadislerin birer temsilden ibaret olduğunu söyleyenler de vardır. Zira Allah’ın rahmeti sınırlı değildir. Bu yüzden de taksimi kabil olmaz. Bu hadisler, bize verilen rahmetin azlığını, Allah nezdinde olanın da çokluğunu anlatmaktadır (Davudoğlu, XI, 101).

Hadiste hayvanların içerisinden atın seçilmesi, vurgulanmak istenen rahmete en güzel örnek olduğu içindir. Çünkü at, ehlî hayvanlar içinde en sert, en haşin olanıdır; çok hızlı hareket eder. Bununla beraber yavrusuna bir zarar vermemek için ayağını kaldırır (İbn Hacer, X, 447).

Sıla-i Rahimle İlgili Hadisler:

Sıla; atıyye, şefkat ve merhamet manalarına gelir. O, Allah Teâlâ’nın kullarına bir ihsanı ve bir rahmetidir. Sıla-i rahim ise, akrabayı ziyaret ederek hallerini sormak, gerekirse yardımlarına koşmak, uzakta iseler iletişim vasıtaları ile onlarla görüşmek, selam göndermek suretiyle aradaki bağların kopmamasına dikkat etmektir. Akrabalarla alakayı koparmak manasına gelen kat-i rahim ise büyük günahtır. (Aynî, XVIII, 129)

Konuyla ilgili hadislere geçmeden önce sıla-i rahimin ehemmiyetini ifade eden ayet-i kerîmeye temas etmekte fayda var. Nisâ Sûresi’nde geçen ayette Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar dünyaya getiren Rabbinizden korkun; kendi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözeticidir.” (Nisâ, 4/1)

Rahim kelimesi sevgi, merhamet, şefkat ve acıma mânâsını anlatır ve bunlar, kadınlığın yaratılışının temel taşlarıdır. Bundan dolayı kadınlara acımak, şefkatle muamele etmek, şeref ve haysiyetlerini yaratılışları gereğince korumak; tecavüzden, evlenme gayesini bozacak yakışıksız şeylerden korumak; aile fertleri, çocukları; genel olarak akraba ve hısımlar hakkında da akrabalık inceliğine yaraşan nazik ve çekici bir sevgi beslemek gerekmektedir. Bütün bunlarda Allah korkusu esas kabul edilip iyi ve kötüyü bu açıdan düşünmek ve bundan dolayı bu ilişkilerde ne erkeğin ne kadının yaratılış hikmetine ve neslini devam ettirme gayesine aykırı olan hırs ve nefse ait kibir, ne de akrabaların Allah'ın emrine aykırı arzu ve meyiller göz önüne alınmalıdır. Her hususta Allah’ın hükmünün yerine getirilmesi lüzumuna göre hareket edilmelidir. “Rabbinizden korkun” ifadesi, genel olarak insanlar arasındaki umumi kardeşliğin bozulmasından ve erkekle kadın arasındaki cinsel meyillerin kötüye kullanılmasından; “Allah’tan korkun” ifadesi de aile ve akraba haklarının ve ilişkilerinin bozulmasından sakınmayı kapsamaktadır (Elmalılı, II, 1276-1278). Bu konuda pek çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan bazılarını ele alacak ve açıklamaya çalışacağız.

Ebû Hureyre’nin (r.a.) rivayet ettiği bir hadiste Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Allah mahlûkâtı yarattıktan sonra rahim ayağa kalkıp (Allah’a yönelerek) şöyle demiştir: Bu makam, sıla-i rahimi kesenlerden Sana sığınanın makamıdır. Allah Teâlâ: “Evet, istemez misin sıla-i rahimi yapanlara ihsan edeyim, sıla-i rahimi kesenlere de ihsanımı keseyim. Rahim, evet yâ Rabbî öyle yap dedi. Allah Teâlâ, senin bu dileğin yerine getirilecek buyurdu.” Resûlullah (s.a.s.) bundan sonra (Ashaba yönelerek): İsterseniz şu ayeti okuyunuz:

“Demek ki ey münafıklar! Siz işbaşına geçecek olursanız, ülkede fesat çıkaracak, nizamı bozacak, akrabalık bağlarını parçalayacaksınız!” (Muhammed, 47/22) buyurdu (Buhârî, Edeb 13; Müslim, Birr 16).

Diğer bazı hadislerde de rahimin arşa tutunduğu ve “Beni gözetene (sıla-i rahimi yapana) Allah ihsanda bulunsun, beni gözetmeyip sıla-ı rahimi kesene Allah ihsanlarını kessin.” (Müslim, Birr 17) dediği rivayet edilmektedir.

Sıla-i rahim, akrabalık bağı yanında komşuluk bağı, arkadaşlık bağı, insaniyet bağı gibi beşerî bağları da ifade eder. Şu halde hadis bu bağın, rahmet eseri olarak insanlar arasına konmuş, rahmetle kenetlenmiş şekilde irtibatlı olan bir bağ bulunduğunu, dolayısıyla rahmetin asıl sahibi Rahmân’la bağlı olduğunu ifade ediyor. Resûlullah (s.a.s.)’ın buradaki beyanına göre, gereğini yerine getirerek bu bağı koruyan, Allah’ın rahmetiyle irtibatını koruyor demektir; gereğini yapmayarak, bu sıla-i rahmi koparan da Allah’ın rahmetinden kopmuş olmaktadır (Canan, VI, 279).

İbn Ebî Cemre’ye (v. 695 h.) göre sıla, malla yardım etme, ihtiyaçları giderme, zararlardan koruma, güleryüz ve dua etmekle olur. Kısacası sıla, akrabaya imkan olduğu nispette hayırda bulunma, güç yetirebildiği ölçüde kötülükleri onlardan uzak tutmadır. Akraba, mü’min ise böyle yapılır. Akraba eğer başka bir dinden ise veya dinsiz ise o kimseye nasihat etme, dini anlatma maksadıyla sıla yapılabilir. Eğer kabul etmezse gıyabında dua etmekle onunla bağlar korunmuş olur (İbn Hacer, X, 432). Zira dinimiz mü’min olmayan yakınlarımızla bile irtibatın devam ettirilmesini istemektedir.

Esmâ binti Ebî Bekr’in müşrik olan annesi, kendisini ziyarete gelmişti. O da Resûlullah (s.a.s.)’a, annesiyle görüşüp-görüşmeme konusunu sormuş, Resûlullah (s.a.s.) da annesiyle görüşebileceğini ifade etmişti. (Buhârî, Edeb 7) .

Süfyan ibn Uyeyne, dinimizden olmayan yakınlarla alakayı devam ettirme konusunda “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kafirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmekten, adalet ve insaf gözetmekten menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever.” (Mümtahine, 60/8) ayetini delil olarak göstermiştir (Buhârî, Edeb 7). Yine Hz. Ömer, Resûlullah (s.a.s.)’ın, bir başkasına hediye etmesi için gönderdiği elbiseyi henüz Müslüman olmamış kardeşine hediye etmiştir. (Buhârî, Edeb 9) . Bu durum onun müşrik kardeşiyle beşerî münasebetlerini devam ettirdiğini gösterir.

Hadiste geçen “sicne”, ağaçlarda, diğerleriyle kenetlenmiş damara veya vadilerdeki ince yola denir. Hadiste, insanlar ve yakınları arasındaki beşerî-manevî bağlara Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar ehemmiyet verdiği, husûsen Rahmân vasfıyla Rahimin nasıl yakın bir ilgi ve alaka içinde bulunduğu ifade edilmektedir. Hadis, sanki rahim, Rahmân’dan ayrılmadır, Rahmân’ın bir parçasıdır manasında bir tefhim ile onun ehemmiyetini belirtmeye çalışmıştır. Hadis, Rahim kelimesinin Rahmân kelimesiyle aynı kökten geldiğini belirtmiş, bu müşterekliğin de, rahimin ehemmiyetini kavramada yardımcı olabileceğine dikkat çekmiştir (İbn Hacer, X, 431-432) .

Şârihler, rahimin arşa tutunması ve Allah Teâlâ ile konuşmasının bir darb-ı mesel ve istiâre-i temsîliye olduğunu söylerler (Aynî, XVIII, 129). Kâdi Iyaz’a (v. 544 h.) göre rahim, hısımlık ve nesepten ibarettir, bunları ana rahmi bir araya toplar ve birbirine ekler. Rahimden ayağa kalkmak ve konuşmak beklenemez. Bu hadislerden maksat, akrabalarını ziyaret edip onlarla alakayı koparmayanların şanını yüceltmek ve faziletlerini ifade etmek; akrabayla alakayı kesenlerin işledikleri günahın ne kadar büyük olduğunu anlatmaktır (Nevevî, XIV, 347-348).

Yukarıda verdiğimiz hadislerden başka Resûlullah (s.a.s.)’ın ifade buyurduğu bazı sözleri de sıla-i rahimin ehemmiyetini ifade etmektedir. “Sıla-i rahimi kesen cennete giremez.” (Buhârî, Edeb 11), “Her kim rızkının bollaştırılmasını ve ecelinin geciktirilmesini isterse sıla-i rahimini yapsın.” (Buhârî, Edeb 12) bu hadislerden bazılarıdır.

Akraba ziyaretini kesenin cennete girememesi, bunu helal sayması itibariyledir. Akrabayla alakayı koparmayı helal itikad eden kimse kafir olur ve ebediyyen cennete giremez. Bir kimse böyle bir itikadda bulunmuyor, fakat akrabayı da ziyaret etmiyorsa bu kimse, cennete ilk girenlerle beraber giremeyecek, cehennemde cezasını çektikten sonra cennete girecektir (Davudoğlu, X, 498).

Rahmetle Nitelendirilen Bazı Hususlar:

Allah Teâlâ, nübüvveti (Bakara, 2/105) ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’i (Enbiyâ, 21/107) rahmetle tavsif etmiştir.

Hz. Aişe (r.anha) Resûlullah’tan tâûnu sorunca O (s.a.s.): “Tâûn, Allah’ın dilediği kullarına gönderdiği bir azabıdır. Mü’minler için ise Allah onu bir rahmet yapmıştır. Tâûn bölgesinde olan bir kimse, Allah’ın yazdığından başka bir şeyin (hastalık, musîbet, ‘tâûn’) kendisine bir zarar vermeyeceğini bilerek sabredip o yerde kalırsa, Allah ona (öldüğü takdirde) şehid sevabı verir.” (Buhârî, Tıb 31) şeklinde izah etmiştir.

Hadisten de anlaşıldığı gibi tâûn bölgesinde hastalığın yayılmaması için Resûlullah (s.a.s.)’ın belirttiği şekilde kalıp, sonra ölen kimseye şehit sevabı verilmektedir. Bu mü’minler için geçerlidir. Allah’ı inkar edenlere gelince onlar için tâûn bir azaptır, ahiretteki azaplarından önce bu dünyada verilmiş bir azap. Mü’minlerden isyankâr kullara gelince İbn Hacer, “Yoksa o kötülükleri işleyip duranlar, iman edip güzel ve makbul işler yapanlara yaptığımız muameleyi, kendilerine de göstereceğimizi, hayatlarında ve ölümlerinde onları bir tutacağımızı mı sanıyorlar? Ne kötü, ne yanlış bir muhakeme!” (Câsiye, 45/21) ayet-i kerîmesinden hareketle (İbn Hacer, X, 203) tâûnun onlar hakkında şehâdet hükmüne geçmeyeceği görüşündedir.

Resûlullah’ın (s.a.s.) beyanlarında cennet (Buhârî, Tevhid 25), yağmur (Müslim, İstiskâ 14), cemaat olma (toplumun birlik ve beraberlik içinde bulunması) (Müsned, IV, 278, 375) ve birinin ölümü üzerine akan gözyaşının (Buhârî, Cenâiz 32, 43) rahmetle nitelendirildiğini görmekteyiz.

Rahmetle nitelenen bu hususlardan bazıları neticesi itibariyle rahmettir. Meselâ yağmur, bitkilerin yetişmesi, toprağın sulanması, barajların suyla dolması v.s. gibi neticeleri itibariyle rahmettir. Bu konuya Râzî (v. 606 h.) temas eder ve şunları söyler:

Hadiseler iki kısımdır. Birincisi, rahmet olmadığı halde rahmet sanılan, fakat hakikatte bir azap ve belâ olan hadiselerdir. İkincisi, hakikatte bir lütuf, ihsan ve rahmet olduğu halde bir azap ve ceza olduğu sanılan hadiselerdir (Râzî, I, 233).

KAYNAKLAR:

1. Ahmed b. Hanbel, Müsned.
2. Ahmed Şerbâsî, Mevsûatü lehü’l-esmâü’l-hüsnâ, Beyrut, 1402/1981.
3. Aynî, Ebû Muhammed Bedruddîn Mahmûd b. Ahmed, Umdetü’l-kârî, 1392/1972.
4. Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahih-i Buhârî.
5. Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, İstanbul.
6. Davudoğlu, Ahmet, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul, 1977.
7. Ebû Davud, Süleymân b. el-Eş‘as es-Sicistânî, Sünen-i Ebî Davud.
8. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul.
9. El-Heysemî, Ali b. Ebî Bekr Nurettin, Mecmau’z-zevâid ve menbau’l-fevâid, Beyrut, 1967.
10. İbnü’l-Esîr, Mecdüddîn el-Cezerî, en-Nihâye fî garîbi’l-hadîs ve’l-eser, Beyrut.
11. İbn Hacer, Ahmed b. Ali el-Askalânî, Fethu’l-Bârî, Kahire, 1409/1988.
12. İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Muhammed b. Necîbiddîn, Lisânü’l-Arab, Beyrut, 1414/1994.
13. Müslim, Ebu’l-Hüseyin Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî, Sahih-i Müslim.
14. En-Nevevî, Ebû Zekeriyâ Yahya b. Şeref, Şerhu Sahîh-i Müslim, Beyrut, 1408/1987.
15. Er-Râğıb el-İsfahânî, Müfredâtü elfâzı’l-Kur’ân, Beyrut, Dımaşk, 1412/1992.
16. Er-Râzî, Ebû Abdillah Fahruddîn Muhammed b. Ömer, et-Tefsîrü’l-kebîr, Beyrut.
17. Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa, Sünen-i Tirmizî.

65 Bir olan Allah aynı anda her şeyi nasıl bilir ve yapar?

İnsan bir anda iki yöne bakamayan gözlerini, iki ayrı konuyu birlikte düşünemeyen aklını, bir anda iki şey dileyemeyen iradesini, kısacası hepsi noksan ve cüz’î olan kendi sıfatlarını ölçü aldığında, bütün sıfatları sonsuz, küllî ve mutlak olan Allah’ın icraatlarını elbette anlayamaz. Bu noktada hayret etmesi gerekirken, nefis ve şeytanın birlikte gayretleriyle bazen inkâr yoluna saptığı olur.

Halbuki insan kendini ölçü alacağına, Allah’ın yarattığı ve Onun izni ile bir anda sayısız işler yapan mahlukatı düşünse böyle bir soruyu sormasına gerek kalmaz.

Bir anda bütün gözlere birlikte giren güneş ışığını, bütün canlıların kanlarını birlikte temizleyen havayı, üzerindeki her varlığı beraber çeken yer çekimini, bir anda bütün kulaklara birlikte giren sesi, bütün yapraklara, meyvelere birlikte rızık gönderen ağaçtaki kanunu, her bedenin her hücresinde birlikte bulunan ruhtaki hayat sıfatını düşünebilse, bu mahlukatına bu kabiliyetleri veren Allah, elbette sonsuz işleri birlikte yapabilir ve bilebilir der. Bu konuda hiçbir şüphesi kalmaz.

Bir tek zat çeşitli aynalar vasıtasıyla külliyet kazanabilir. Bütün aynalarda birlikte bulunabilir ve iş görebilir. Bir anda çok yerlerde birlikte iş görmenin çok harika bir misalini Cenab-ı Hak, görüntü kanunuyla bizim nazarımıza sunmuştur.

İnsan binlerce aynada birden görünür. Mesela, kolunu kaldırsa binlerce kol birden kalkar. Mektup yazsa bütün aynalarda da birer mektup yazılır. Aynı insanın televizyondaki görüntüsü aynadakinden çok ileri bir seviyededir. Ekranlarda sadece sureti değil, sesi de görüntülenir. Ve o insan bir anda milyonlara hitap eder. Bu da Allah’ın bu kainatta koyduğu bir kanundan beşerin faydalanabilmesinin bir sonucudur.

Aynalarda görüntülenen varlıkları üç kısma ayırabiliriz. Birincisi, "katı, maddî ve ışıksız" şeylerdir. Bunların görüntüleri bir suretten, bir resim olmaktan öteye geçmez. O şeyin mahiyetini yansıtmaz. Mesela, bir kimse yüz aynalı bir odaya girse, yüz tane görüntü meydana gelir. Fakat o suretler ölüdürler. Görmezler, işitmezler, konuşmazlar, yemezler, içmezler.

İkincisi, güneş gibi  "maddî nuranî" varlıklardır. Aynasını güneşe çeviren bin tane adam düşünelim. Güneş, bütün aynalarda görünür. O görüntüler güneşin aynısı değildir, ancak güneşin bazı özelliklerine sahiptir. Aynadaki güneş akisleri de asıl güneş gibi ışık, ısı ve yedi renk sahibidir. Gökteki güneş şuurlu olsaydı, aynamız vasıtasıyla bizimle konuşabilir, çeşitli işler yapabilirdi. Bir iş başka bir işe engel olmazdı.

Üçüncü kısım, "nuranî ruhlar"dır. Bunların görüntüleri, o ruhanî varlıkların özelliklerine sahiptir. Diridirler, görürler, işitirler, konuşurlar, bilirler. Bu noktada aynaların gösterebilme kabiliyeti önem taşır.

Muteber hadis kitaplarında temessülün birçok misalini görmek mümkündür. Mesela, "Hame" isimli bir cin, ihtiyar bir adam hâlinde temessül ederek Peygamber Efendimizin (asm) yanına gelmiş, şahadet getirerek İslâm’ı kabul etmiştir. Hazret-i Ömer’in (ra) anlattığı bu hadise, cinlerin temessülüne güzel bir misaldir.

Hazret-i Cebrail (as) ise, Dıhye isimli bir sahabe suretinde Peygamber Efendimizin (asm) huzuruna gelmiş, “İman nedir, İslâm nedir?” diye sorular sormuştur. Sahabelerin huzurunda meydana gelen bu hadise, meleklerin temessülü hakkında meşhur bir misaldir. O büyük melek, aynı anda sayısız yerlerde bulunur, çeşitli işler yapar, bir iş başka bir işe mani olmazdı. Hem ruhu hem de cesediyle, aynı anda birçok yerde bulunabilen bir kısım evliya da vardır ki, bunlara “abdal” namı verilir. Ruhu gibi, cesedi de nuraniyet kazanan bu zatların hâli hakikaten harikadır.

Temessül kanununu gereğince değerlendirebilen bir insan, Allah Teala’nın, “bir” olduğu hâlde her şeyi aynı anda nasıl bildiğini, nasıl yarattığını, nasıl idare ettiğini, bir işin başka işlere nasıl mani olmadığını hiçbir şüpheye yer kalmayacak şekilde anlar, tasdik eder.

66 Allah niye var? Neden değil, niye var?

Varlıklar prensip olarak iki kısımda mütalaa edilir:

Başlangıcı olmayan, üzerinden yokluğun geçmediği ezelî varlık; Allah.

Bir başlangıcı olan, üzerinden yokluğun geçtiği hâdis / sonradan var olan varlık; Allah’tan başka her şey...

Mantık açısından baktığımız zaman, başlangıcı olan varlıkların varlığı, bir dış etkene, bir sebebe ihtiyaç duymaktadır. Çünkü, bu varlıklar önceden yoktu, var olduklarına göre, onların varlığını yokluğuna tercih eden bir nedenin, bir vesilenin, bir gerekçenin olması gerekir. Onun için diyoruz ki, kâinatın yokluktan varlığa çıkması için bir yaratıcıya ihtiyacı vardır. Bu yaratıcının da bunları var etmek için bir / veya birkaç amacı olması gerekir.

Kur’an’da Allah’ın varlığı ve birliğini ispat için kullanılan en önemli delillerinden biri, bu gaye delilidir. Mesela:

- Bitkilerin yetişmesi için yağmurun yağdırıldığı,
- Rızka muhtaç canlıların bu ihtiyacını gidermek için her türlü rızkın var edildiği,
- Canlıların hayat şartlarının oluşturulması için, güneş, deniz, atmosfer vs.şartların var edildiği,
- Neslin çoğalması için insanların kadın-erkek olarak, diğer bütün varlıkların bu kanuna tabi olarak dişil-eril statüsüne tabi kılındığına dair Kur’anî bilgiler, bu gaye deliline işaret etmektedir.

Bütün kâinatı içine alan kapsamlı, adeta sınırsız bir projesi, bir gayesi, bir amacı olan bir varlığın, her şeyden önce kendisinin ezelî ve ebedî bir hayata sahip olması, sonsuz ilim ve kudret sahibi, sonsuzu kuşatıcı görme ve işitme sahibi, sonsuz tekvinî ve teşriî kelam sahibi olmak gibi kuşatıcı sıfatlara sahip olması gerekir. Bu ise Allah’tan başka bütün varlıkların yaratıcılık vasfına haiz olmadıklarını tescil eder.

Aynı mantık prensibi gereğince, varlığı kendinden olan, varlığı ezelî olan, varlığı ebedî ve sermedî olan Allah’ın varlığının bir nedeni, bir gerekçesi olamaz. Çünkü, nedenler, gerekçeler bir şeyin varlığını gerektiren sebeplerdir. Allah’ın varlığı sonradan olmadığına göre onun herhangi bir nedeni olamaz. Çünkü, neden, sebep bir şeyin varlığına etki eden ve dolayısıyla ondan önce var olan bir gerçektir. Allah’tan önce bir varlık söz konusu olmadığına göre, O’nun varlığına etki edecek bir nedenin / sebebin olması da söz konusu değildir, olamaz da..

İlave bilgiler için tıklayınız:

Allah'ın ezeli ve ebedi oluşunu nasıl anlamak gerekir?

Bütün varlıkları Allah yarattı. Öyleyse Allah'ı kim yarattı?

ALLAH (c.c.) hakkında aklımıza gelen sorular...

67 Allah'ın, kullarına karşı olan şefkat ve merhametini anlatır mısınız?

Hiç düşündünüz mü; Hazreti Allah (cc) kullarını ne kadar seviyor, cehenneme gitmemelerini ne kadar istiyor?

İsterseniz sözü uzatmadan bir kudsî hadisin hatırlatmasına bir göz atalım, sonra diğer misallere geçebiliriz.

Kudsî hadiste şöyle bildiriliyor:

– Rabbimiz kulunun işlediği amelleri içinde en çok tövbesini sever.

– Neden?

– Çünkü tövbe eden kul cehennemden kurtulur da ondan. Rabbimiz de kulunu cehennemden kurtaran ameli çok sever. Hatta bir ana, yavrusunu ateşe atmayı nasıl istemezse, Rabbimiz de kulunu cehenneme atmayı ondan çok daha fazla istemez.

Nitekim bir defasında ashabdan biri bir çocukluk hatırasını anlatırken demişti ki:

– Çalılıkta dolaşırken, bulduğum bir kuş yuvasından yavruları alıp koynuma koymuştum. Tam bu sırada yavrunun anası başımda dolaşmaya başladı, acıdım, yavruları bırakmak için ihramımı açmaya çalıştığım sırada kuş hemen koynumdaki yavrusunun yanına daldı, kanatlarını yavruları üzerine gerip kollamaya başladı.

Efendimiz (asm)'in buna sorusu şöyle oldu:

– Bu annenin yavrusuna bu kadar acıması sizi hayrete mi düşürdü?

Efendimiz (sav) şunu ilave etti:

– Hiç şüpheniz olmasın, Allah (cc)'ın kullarına acıması, bu annenin acımasından (kıyas kabul etmeyecek derecede) fazladır.

Bir defasında kadının biri çocuğunu kaybetmiş, deli gibi bir oraya bir buraya koşuyor, yavrusunu arıyor, bulduğu yabancı çocukları da bağrına basıp hemen oracıkta emdiriyordu.

Kadının bu heyecanını gören Efendimiz (asm) yanındakilere sordu:

– Böylesine şefkatli şu kadın hiç yavrusunu ateşe atar mı?

– Atmaz, dediler.

Efendimiz (asm) de tasdik etti;

– Ben de öyle biliyorum, atmaz, dedikten sonra buyurdu ki:

– İşte Allah (cc) da bu kadından çok fazla merhametlidir. Kullarını ateşe atmaz, onlar kendilerini ateşlik amelin içine atmadıkça!

Evet, evet. Allah (cc) kullarını ateşe atmaz, kullar kendilerini ateşlik işin içine atmadıkça!

Bir yolculuktan dönülüyordu. Mola verilmiş, bir kadın da ateş yakarak hazırlık yapmaya başlamıştı. Ateşin alevleri yükselince kadın koşuşturan çocuğunun ateşe düşmesinden korktuğu için hemen onu bağrına bastı ve ateşe düşmesi halindeki dehşeti de tasavvur ederek buna gönlünün dayanamayacağını hayal edip orada bulunan Efendimiz (asm)'e dönerek sordu:

– Sen Allah (cc)'ın peygamberisin değil mi? Efendimiz (asm) de

– Hiç şüphen olmasın, buyurdu.

Bunun üzerine kadın şöyle dedi:

– Allah (cc)'ın kullarına merhameti bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok değil mi?

Efendimiz (asm):

– Hiç şüphen olmasın öyledir, buyurunca kadın:

– Öyle ise bir ana yavrusunu ateşe atmaz, diye sızlandı.

Efendimiz (asm)'in gözleri yaşardı da buyurdu ki:

– Yüce Allah (cc) ancak kendisine isyan edenleri ateşe atar. Müstahak olmayanları asla!..

Demek oluyor ki, Allah (cc) kullarını ateşe atmayı asla istemiyor, sonsuz merhamet ve şefkati ateşi gerektirmiyor. Ancak kullar dürüst hareket etmiyor, ille de ateşlik işler yapıyor, birilerine zulmediyor, haksızlıkta bulunuyor, Yaradan'ına da isyandan geri kalmıyor. Böylece kendi amelleriyle kendilerini ateşe attırıyorlarsa, bu da kulların kendi tercihleri...

Sözün özü bu olsa gerektir!..

İlave bilgi için tıklayınız:

- Sonsuz merhamet sahibi olan Allah, niçin kullarını cennet için sınava tabi tutuyor da direkt cennete koymuyor? O zaman dünyadaki zulüm ve haksızlıklar da olmazdı?

68 Allah bu dünyadaki kötülüklere neden müsade ediyor?

Allah bir şeyi yaratırken, hayırlı neticeler vermesi için yaratmaktadır. Kainattaki düzene baktığımızda hiçbir eksikliğe ve başıbozukluğa rastlanmamakta ve kainattaki düzeni gören her akıl sahibi Allah'ın büyüklüğünü tesbih etmekten kendisini alamamaktadır.

Ancak insanlar kainatta yaratılan bu hayırlı şeyleri kendi iradeleriyle şerre çevirebilmektedirler.

Mesela ateşin yaratılması hayırdır. Ancak bir insan gidip elini ateşin içine sokarsa, ateş o insan hakkında şer olmuş olur. Halbuki Allah ateşi, insanlar onunla ihtiyaçlarını görebilsinler diye yaratmıştır. Ancak o insan kendi iradesiyle elini ateşe sokmuşsa artık Allah neden bu ateşi yaratmış, neden bu ateş benim elimi yaktı, Allah neden buna müsade etti gibi bir iddiada bulunmaz. Çünkü Allah'ın kainatta koymuş olduğu kanunlar vardır. Ona riayet edersen menfaat elde edersin, riayet etmezsen zarar görürsün. Bu misaller çoğaltılabilir.

İnsana gelince, Kur'an-ı Kerim'in ifadesi ile Allah insanları kendisine ibadet etsinler diye yaratmış ve kötülüklerden, fuhşiyattan, azgınlıklardan uzak durmasını emretmiş ve buna uymayanları şiddetli bir azabla cezalandıracağını buyurmuş ve yüz binden fazla peygamber göndererek insanları her hususta ikaz etmişlerdir.

Ancak vazifesini yapmayıp ve bu emirleri dinlemeyip hiçe sayan insanlar, elbette bu yapıklarının cezasını çekecektir.

Allah'ın bu dünyada kötülüklere direkt engel olmaması ise, imtihan dünyasında olmamızdandır. Bu dünya bir imtihan salonudur ve yanlış yapana da doğru yapana da müsade edilmiştir. Eğer yanlış yapanlara müdahale olsaydı bu imtihan salonunun bir anlamı olmazdı.

Sevap işleyenlerin başına güller saçılsaydı ve günah işleyenlerin başına da dikenler atılsaydı, artık bu dünya bir imtihan salonu olmaktan çıkacaktı.

Musibete uğrayan kişiye gelince, bu musibet netice itibariyle o insan hakkında rahmet olacaktır. Eğer günahları varsa onlara kefaret olacaktır. Günahı yoksa gelecekte işleyeceği günahlara kefaret olacaktır. Ayrıca başına gelen bu musibetler belki de onun Cennete gitmesine vesile olacaktır. Yani Allah o musibetzede kuluna rahmetiyle muamele edecek, vereceği mükafatlar o musibeti hiçe indirecektir.

Bizler olayların içyüzünü bilemediğimiz için, zahiren kötü olan bir olayı hemen kötüye yorumlayıp neden bu böyle oldu, neden şöyle oldu diye itiraz etmekteyiz. Elbette bela ve musibet istenilmez. Ancak geldiği zamanda isyan değil sabredip şükretmek ve mükafatını düşünüp "Kahrında hoş, lütfunda hoş." diyebilmektir. Bu kulluğun üst mertebesidir.

Her musibet kahır değildir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

“Belaların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir.” (bk. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1/519, no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/343)

Bela, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, mesela kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.

Konuyla ilgili harika bir tespit:

“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.” (bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz)

İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş? Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o âlem için de sürdürmeli: Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?

Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor. İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız hiçbir fonksiyon icra edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiçbir şeyden zevk alamaz.

İşte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “Bedihi kader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hadiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “Manevi kader” denilmekte. Bedihi kader, manevi kaderden haber veriyor. Her ikisinin de her şeyi güzel... Elbette ki, cüz’i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç.

Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında, aciz bir kul olarak, ne yapacağımızı şaşırdığımız, bocaladığımız zaman, hemen bedihî kadere ve ondaki sonsuz hikmetlere nazar etmeliyiz. Meselâ, anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlamalıyız: O dönemde İlâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik.

Şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz.

“Allah’a karşı hüsnüzan ibadettir.” (bk. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, III/263)

hadisinden dersimizi tam alarak, bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat etmeliyiz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız. İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı yanılır. Bir gencin nefsi, okula gitmemek ve oyun oynamaktan yanadır. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makamları, yahut çekeceği sıkıntıları gösterir, onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.

Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hâdiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir.” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada.

“Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” diyenler, bu makama varmış bahtiyar insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.

Nur Küllayatı'nda, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye. Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz: Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. İkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?

Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzel.

İnsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana aczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.

“Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celal ve cemal” tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, gözün karası ve akı, kanın al ve akyuvarları gibi daha nice halkalar var. İç dünyamızda ve dış âlemde bu ikililerle kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.

Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir:

“Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” (Bakara, 2/216)

Âyet-i kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh. Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiğinde harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmete boğulur. Cihatta şehit olanlar ise bir anda velayet makamına çıkarlar ve kaybettikleri dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi kalır.

Ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi? Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş olmuyor mu?

Bir hadis-i kutsî:

“Rahmetim gazabımı geçti.” (bk. Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, 1/448)

Bu hadis-i kutsîye şöyle bir mânâ verilmiştir: “Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”

Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen yılın ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmıyor mu?

Ama insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir. Az önce de değindiğimiz gibi, her musibet mutlaka “kahır” değildir. Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar: Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir. Veya günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz. Yahut insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.

Öte yandan, musibetler insan için sabır imtihanıdır; bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.

Son olarak, bunlar İlâhî bir tokat, bir kahırdır. Umumî musibetlerde bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret...

Münferit belâlarda ise, bize göre en selâmetli yol, şu olsa gerek:

Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim. Böylece hem nefis terbiyesinde yol katetmiş hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz.

69 Allah isminin etimolojisi nedir? Türemiş bir kelime midir?

Allah isminin etimolojisi üzerinde İslam bilginleri ve Arap Dili uzmanları tarafından farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kelimenin herhangi bir kökten türemiş olmayıp, sözlük manası taşımadığı ve gerçek mâbudun özel adını teşkil ettiği, yahut sözlükte bir anlamı olsa bile gerçek mâbuda ad olunca bu anlamı kaybettiği çoğunluk tarafından benimsenmektedir.

Hatta bazı alimlere göre Allah, beşeriyet tarihinde her dönemdeki insanlara bu adı ilham ederek onların bu ismi kullanmalarına imkan vermiştir. (bk. Topaloğlu, Bekir, İslam Ansiklopedisi “Allah” maddesi)

Arapça’daki “ilah” isminin, Süryanice olduğu söylenen “Laha” veya Aramice “alâha” kelimesiyle, “lahumme”nin ise İbranice’de “tanrılar” anlamına gelen “Elahim” ile ilgili olacağı üzerinde duranlar olmuştur. Şunu iyice hatırda tutmak gerekir ki, Allah lafzının, Arapça asıllı olmayıp yabancı bir dilden gelmiş (muarreb) olacağını gösteren hiçbir belirti yoktur. Bir aile teşkil eden dillerin, ortak köklere sahip olmaları tabiidir. Birçok durumda, hangisinin hangisinden aldığı gösterilemeyeceği gibi, esasen böyle bir menşe’ aramanın da pek anlamı yoktur.

Kaldı ki, lafız benzerliğinin farklı dillerde aynı lafza aynı manaları yüklemeyi gerektirmediğinin misalleri de pek çoktur. Şu halde önemli olan o lafzın belirli bir dildeki kullanılışı ve taşıdığı anlam yüküdür. Ad ve Semud hikayelerinde ve daha önce yaşamış olan peygamberlerin dillerinde de yalnız anlamının değil, bizzat bu özel ismin dönüp dolaştığını anlıyoruz. İbranî ve Süryanî dillerinin de mutlak surette Arapça’dan daha eski bir dil olduğunu da bilmiyoruz. (Yazır,  Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1992, 1/ 45; er- Razî, Fahreddîn, Mefatihu’l- Gayb, Beyrut, 1990,c.1 s. 228)

Büyük İslam alimlerinden İmam Şafii, Ebu’l- Meâlî, el- Hattâbî, el- Gazzali ve meşhur dilcilerden Halil b. Ahmet’le Sibeveyh, Allah isminin başındaki “el”in marifelik için getirilmiş lam-ı tarif olduğunu da kabul etmezler. Onlara göre bu takı kelimenin aslındandır. Bunun isbatını şöyle yapmışlardır: Eğer Allah isminin başındaki “el” lam-ı tarif olsaydı, başına direk nida harfi getirilemezdi. يالرحيم, يالرحمن diyemediğimiz gibi. Halbuki bu ismin başına direk nida edatı getirilip يَااَللهُ denmektedir. Bu söyleyişe göre “el” lam-ı tarif olmadığından başındaki hemze de, hemze-i vasıl değildir. Çok kullanıldığı için cümle ortasında bulununca -nida edatıyla kullanılışı hariç- dile kolaylık olması için, hemze-i vasıl muamelesi görmüştür. (bk. el- Kurtûbî, Muhammet, b. Ahmet, el- Cami’ li ‘Ahkâmi’l- Kur’an, Beyrut, 1985, c.1, s. 103; el- Vasitî, Muhammet Murtezâ, Tacu’l-‘Arûs, Beyrut, 1994, c.19, ELH maddesi)

Bazı Arap Dili  uzmanları الله özel isminin aslının اَلاِلَهُ olduğunu “ibadet etmek” manasına gelen اَلَهَ- يَأْلَهُ - اِلاَهَةً fiilinden türetildiğini, çok kullanılan bir kelime oluşundan dolayı ortadaki elifin tahfif için hazfedildiğini, sonra da “lâm” “lâma” idğam edilerek الله şeklini aldığını ileri sürmektedirler. Bu görüşe göre ismin başındaki “el” lam-ı tarif olup, başındaki hemzenin cümle içinde diğer hemze-i vasıllarda olduğu gibi yazılıp okunmadığı, ortada hazfedilen elif yerine kullanıldığına işaret olması için de nida harfinden sonra hemze-i katı’ gibi düşürülmeden okunduğu benimsenmiştir.

Mesela:  “قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ – De ki: O Allah birdir ayetindeki Allah ismi cümle ortasında bulunduğu için, başındaki hemze yazılıp okunmamakta; “يَا اَللهُ اغْفِرْلِي” misalinde de hemze, hemze-i katı’ gibi okunmaktadır. Çünkü bu görüşün sahiplerine göre الله isminin aslı اَلاِلَهُ olup, ortadaki elif tahfif için hazfedilince, baştaki hemze de onun yerine gelmiş gibi kabul edildiğinden, hemze-i katı’ muamelesi görmektedir. (İbn Manzur, Cemaleddin Muhammet, Lisanu’l- ‘Arab, Beyrut, 1990, ELH Maddesi; el- Vasitî, Tacu’l- ‘Arûs, ELH Maddesi; el- Kurtubî, a.g.e., 1/102; Mahmut Sâfî, İ’rabu’l- Kur’an, Beyrut, 1995, 1/21; Behcet Abdulvahit Salih, el- İrabu’l- Mufassal, Umman, 1993, 1/ 7)

Allah isminin kökü “ilah” sözcüğü olduğundan Araplar tarafından  “Hakkıyla Mabud, Hakiki ilah, Gerçek Tanrı” manalarında kullanılmıştır. Bu manalardan dolayı Allah yüce ismiyle yine Allah’tan başka hiçbir ilah ve hiçbir kimse anılmamıştır. “ هَلْ تَعْلَمُ لَهُ سَمِيًّاSen O’nun bir adaşı olduğunu biliyor musun? (Meryem, 19/65) ayetinde görüldüğü gibi, O’nun adaşı yoktur. Bunun için Allah isminin tesniyesi (ikili), cemisi (çoğulu) yoktur. Meşhur dillerde buna eş anlamlı bir isim de bilmiyoruz. Mesela, dilimizdeki “tanrı”, Farsça’daki “hüdâ” kelimeleri, Allah ismi gibi birer özel isim değildir. Arapça’da “ilahın” çoğulu “alihe”, “rabbın” çoğulu “erbab” olduğu gibi, Farsça’da “hüdânın” çoğulu “hüdâyân” ve dilimizde tanrılar, mabudlar, ilahlar, rablar denilir. Çünkü bunlar hem gerçek, hem de gerçek olmayan ilahlar için kullanılır. Halbuki “Allah’lar” denilmemiştir ve denilemez.

Allah isminin, Cenab-ı Hakk’ın diğer isimlerinde bulunmayan bazı özellikleri de vardır. Mesela الله kelimesindeki “elif”i kaldırsak geriye لله kalır. Bunun manası “Allah’a mahsustur.” demektir. وَللهِ خَزَائِنُ السَّمَاوَاتِ وَالأرْضِ  “Göklerin ve yerin hazineleri ancak Allah’a aittir." (Münafikûn,  63/7) ayetinde olduğu gibi. Eğer لله lafzından birinci “lâm” harfini kaldırırsak, geriye لَهُ lafzı kalır. “O’nun” yani Allah’ın veya “O’na” yani Allah’a manasını taşır. لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ “Mülk O’nundur, hamd O’nadır.” (Teğabün, 64/7) ayetinde görüldüğü gibi. Eğer لَهُ lafzından “lâm” harfini kaldıracak olursak geriye هُوَ  kalır ki, bu da Cenab-ı Hakk’a delalet eder. هُوَ الْحَيُّ لاَاِلَهَ اِلاَّ هُوَ “O, hayat sahibidir, O’ndan başka ilah yoktur.” (Mü’min 40/65) ayetinde görüldüğü gibi. هو  lafzındaki “vav” harfi , tesniye ve cemi yapılınca düşer. “Vav” zaittir. Nitekim tesniyesinde هما, cemisinde هم deriz.

Bu da göstermektedir ki bu özellik Cenab-ı Hakk’ın isimleri içinde sadece “Allah” isminde bulunur. (bk. Selahattin Yılmaz, Arapça’da Allah (الله) İsminin Etimolojisi ve O’nunla  Yapılan Deyimlerin Filolojik Yapısı, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt: VII / 2, s. 201-207, Aralık-2003-Sivas)

İlave bilgiler için tıklayınız:

ALLAH (cc)

Allah ismi yerine Tanrı ifadesini kullanmak caiz midir?

70 Allah’ın, küçük çocuklara tecavüz edilmesine izin vermesi nasıl açıklanabilir?

Cevap 1:

Allah insanları imtihan etmek üzere yaratmıştır. Bu imtihanın adalet anlayışına uygun olması için, imtihana tabi tuttuğu herkese iyi ile kötüyü fark edecek bir akıl, istediğini yapabilecek bir özgür irade vermiştir. Delilerin, çocukların ve iradesi dışında zorlanarak bir kötülüğü yapan kimselerin sorumlu tutulmamasının anlamı da budur.

Eğer Allah adam öldürmek isteyenin elinden tutup engellese, bir kız çocuğuna tecavüz edip öldüren kimseye mani olsa, ortada imtihan diye bir şey kalmaz. O zaman imtihanı kaybedecek kimse kalmaz. Bu durumda imtihanın bir anlamı kalmaz.

Bu sebeple, ortada aklı başında insanların özgür iradeleriyle yaptıkları kötülüklerin faturasını Allah’a çıkarmak yerden göğe bir haksızlık ve adaletsizliktir.

Adalet demek, aynı zamanda her şeyi dengede tutmak demektir. Evrenin milyarlarca bölümü, ünitesi, sisteminin harika bir düzen içinde, harika bir dengede varlıklarını sürdürmekte olduklarına göre, ortada Allah’ın sonsuz bir adaleti vardır.

Ayrıca, Hz. Âdem’den beri bir çok zalimi tokatlayan bir adaletin, bir çok masumu kurtaran bir merhametin varlığını gösteren binlerce olay tarihçe sabittir. Ancak bu dünyadaki imtihan sebebiyle ve bu dünyanın adaletin tamamen tecellisine kabiliyeti olmadığı için, bunun başka bir yerde tecelli etmesi gerekir.

Bu sebeple, haşrin varlığına en büyük delillerden biri olan Allah’ın adaletine saldırmak, pek yakında bizi de yakalayacak olan ölümden sonra o adaletin peçesinden kimse bizi kurtaramaz.

Haksızlığa uğrayanlara cennet gibi bir mükâfatın verilmesi bile onlar için bir bir huzur temin etmez manasına gelen itiraz ise ne ilmen ne aklen kabul edilen bir şey değildir.

Çünkü bugün haksızlığa uğrayan yüzlerce insan tıbbi bir terapi sonucunda iyileşiyorlar. Keza, bilerek veya bilmeyerek bir kimsenin sakat kalmasına sebep olan insanlar tarafından maddi bazı imkanlar sağlanmak suretiyle bir derece onların huzuruna katkı sağlandığı kabul edilmektedir.

Şimdi hiçbir yönüyle kıyaslanamaz bir farkla ebedi bir cennet hayatını vermek, her türlü manevi yarayı iyileştirecektir. Bir saat içinde işkence yapılarak zalimce öldürülmesine mukabil, milyarlar sene en mutlu bir hayatı temin etmek, ölümsüz bir yerde sonsuza dek sürecek bir mutluluk temin etmek, şüphesiz bütün dünyadaki sıkıntıları unutturacak bir mükâfattır.

Kaldı ki, her şeye gücü yeten Allah cennete koyduğu insanlardan sıkıntı verecek bütün hatıraları silebilecektir. Bütün yaraları tedavi edebilecektir. Huzurun yeri olan cennette huzursuzluk unsurlarına asla yer vermeyecektir. Bu konuda bir çok ayet ve hadis vardır.

Cevap 2:

İmtihan geniş bir yelpazede sürmektedir. Bazen doğrudan kişi imtihana tabi tutulur ve ona göre başına bazı şeyler gelir. Bazen de başkasının imtihanından dolayı o da o imtihanın içinde bir figür olarak yer alır.

- Örneğin, bir adam bir adamı öldürse, buradaki imtihan yalnız katil olan adama yöneliktir. Çünkü öldürülen maktulün imtihanı diye bir şey söz konusu olamaz.

Bunun gibi, küçük yaşta, daha sorumluluk çağına gelmemiş bir kızın tecavüze uğraması onun imtihanı değil, mütecaviz olan o şerefsiz kimsenin imtihanıdır.

- Önemle vurgulanması gereken bir hakikat da şudur ki: hiç bir günah bizzat Allah tarafından imtihana konu edilmez. Çünkü Allah, küfre razı olmadığı gibi, günahların işlenmesine de razı değildir.

“Eğer inkâr edecek olursanız bilin ki Allah sizden müstağnidir, hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ama kullarının küfre / inkâra sapmalarına razı olmaz.” (Zümer, 39/7)

mealindeki ayet ve benzerlerinde bu gerçeğe işaret edilmiştir.

Peki imtihan nasıl olur?

İmtihan iyi insanlarla kötü insanları birbirinden ayırt etmek için yapılır. Bu sebeple, imtihanın eşit şartlarda adil bir şekilde cereyan etmesi için, imtihana tabi tutulan bütün insanlara akıl ve özgür bir irade verilmiştir. Bu özgür iradenin kullanılması insanın kendi sorumluluğundadır. Ancak imtihanın olabilmesi için onun olumlu ve olumsuz yanlarının olması gerekir. Çünkü kazananların yanında kazanmayanlarında olması gerekir. Bunun için Allah, örneğin konumuzda olduğu gibi, insanlarda şehvet duygusunu yaratmış ve onlara “sakın gayrımeşru yolda bunu kullanmayın” diye emretmiştir. İmtihanın malzemesi: şehvet duygusu ve karşı cinslerin varlığıdır. Gayr-ı meşru bir şekilde bu şehveti tatmin etmek ise, bu imtihanın bir sonucudur.

Bu sebeple, diyebiliriz ki, bir küçük kıza tecavüz etmek imtihan değildir. İmtihanın malzemesi olan şehvet duygusunu yanlış kullanan bir kimsenin elde ettiği olumsuz imtihan sonucudur.

- Tabii ki bu konuda erkek için söz konusu olan bu “şehvet imtihanı” olumsuzlukla sonuçlanmış ve o adam imtihanı kaybetmiştir. Ancak, bu imtihanın olumsuz yan etkilerinden o kız çocuk da etkilenmiş olabilir ve hayatında bazı zihinsel sıkıntılar çekebilir. Fakat, o da şunu düşünmelidir ki, rızası dışında başına gelen hiç bir günahtan dolayı kendisi sorumlu değildir. Ve başkasının kaybettiği bu imtihanın yan etkilerinden dolayı kendisine sevaplar yazılır. Belki bu olumsuzluk hayatının geri kalan kısmında daha dikkatli olmasını ve  bazı günahlardan daha fazla uzak durmaya gayret etmesini sağlar. Bu da onu “bazı şerlerde hayır var” düsturuna mazhar eder.

- Bu incelikler bilinmediği için -örneğin- küçük bir kıza yapılan tecavüz, o çocuğun bir imtihanı gibi algılama yanlışına düşülmektedir. Bu defa: “Küçük bir çocuğun ne suçu var, ne diye imtihana tutulmuş?” gibi altından çıkılmaz sorulara zemin hazırlanır. Oysa bizim söylediğimiz hakikat anlaşılırsa, bu gibi olumsuz sorular zihnimizde yer etmez, olanlar da gider.

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocukların başına gelen musibetlere neden engel olunmuyor?...

Çocukların başına gelen musibetlerin hikmeti nedir?

Çocukların başına gelen sıkıntı, hastalık gibi musibetler, onlara keffaret olur mu?

71 "Her şeyin melekûtu Allah'ın elindedir." ayeti nasıl anlaşılmalıdır?

Risale-i Nur eserlerinde geçen “Her şeyin dışına mülk, içine ise melekût denir.” ibaresinden öğrendiğimize göre, şu görünen şehadet âlemi, aynı zamanda mülk âlemidir. Görünmeyen emir âlemi, melâike âlemi, âhiret âlemi gibi bütün âlemler de melekût ile ifade edilirler.

Bazı âlimlerimiz insan bedeninin mülk, ruhunun ise melekût olduğunu ifade ederken, diğer bir kısmı bedenin görünmeyen kısımlarını da gayb, dolayısıyla melekût olarak kabul ederler.

Buna göre,

“Her şeyin melekûtu Onun elindedir...(Müminün, 23/88; Yasin, 36/83)

mealindeki âyet-i kerimeyi iki şekilde anlayabiliyoruz:

Birincisi; her şeyi idare eden görünmez kanunlar, sistemler, emirler hep Allah’ın kudretindedir ve Onun takdiriyle vazife görürler. Bedeni idare eden ruh gibi.

İkincisi; hiçbir mahlûk kendi iç cihetine el ulaştıramaz, güç yetiremez. Bizim içimizi de hayvanın içini de ağacın içini de denizin içini de hep Allah idare etmektedir...

72 Allah'ın her yerde olduğunu ve arşa istiva ettiğini nasıl anlamalıyız?

1. Bu tür meselelerin, soruların hepsinde olduğu gibi bunda da basit bir sistematik tahlil konuyu temelden ele almayı gerektirir. Temel (eğer soru şüpheden kaynaklanıyorsa, yani tereddüt Allah'ın bir mekanının olması gerektiği ise), Allah'ı mekan, zaman, ihtiyaç, sebep-netice gibi insani ve mahlukata dair şartlarla sınırlandırılmış olarak, bu şartlarda tahayyül ve tasavvur etme icraatından ibarettir. Halbu- ki, zat-ı Uluhiyet'le ilgili meselelere gelince durum içinden çıkılmaz bir hal alıyor, çünkü akıl tek başına evin mekan ve zaman bahçesinden mekansızlık ve zamansızlığa doğru bir adım bile atamıyor, ancak bahçe kapısından bakakalıyor. Belki veli zatlarda olduğu gibi ruhi ve vicdani müşahedeler bu alanlarda kanat olabiliyor. Velhasıl şairin dediği gibi,

"İdraki meali bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez."(1)

Yaratan, yaratılana zatıyla, sıfatlarıyla tamamen benzemez. Ancak belki onda yaratanın tecellileri görülebilir. Aynen öyle de Allah'ın aynı insan gibi olması düşünülemez. İşte sorumuzun bir çıkış noktası da Allah'a bizde olduğu gibi mekan tayin etme çabasıdır. Allah'ı hacmi ve kütlesi olan maddi bir varlık gibi düşünmek faaliyeti bu çabayı doğuruyor.

“Bizi yanıltan nokta şu: Aklımız, her varlığın mutlaka mekanda olması gerektiğini düşünüyor. Çünkü, daima bir mekanda olan, yer tutan varlıklarla karşılaşmış. Mekanı olmayan bir varlığı tasavvur edemiyor. Allah tasavvurunda da bildiklerinden yola çıkıyor, mekandan münezzeh olan Allah Teala'nın da bir mekanı olması gerektiğini düşünüyor. Bu sebeple kainatın içinde veya dışında bir yer arıyor. Kainatın içinde veya dışında olmak, yaradılanlar için söz konusudur. Nerede, diye sorduğun zaman, daha suali sorarkan Allah'ın bir yeri olmalı, diye bir kabulle yola çıkıyorsun.”(2)

Hani bir kozmonot Üstad Necip Fazıl'ın şiirinde tasvir ettiği feza pilotunu oynarcasına uzaya çıktığında mealen “Uzayda Allah'ı göremedim.” demiş... İşte bu da bizim meselemizin yerlerde sürünen versiyonu. Mekandan münezzeh olmayı çıplak akıl ile hayallerde canlandırmak zor olabilir; ama bu durum yukarıda da görüldüğü gibi mekansızlığın kabul edilemez olduğuna dair en ufak bir kanıt hükmünde dahi değildir. Biz mekan içinde doğduk, mekan içinde yaşadık. Bu yüzden mekana şu an için bağlıyız ve mekandan ayrı bir şey düşünmek beyin için yorucu olabiliyor. Ama Allah mekanın zaten yaratıcısı, mekan onunla birlikte yoktu, sonradan var oldu. Dolayısıyla mekana muhtaç değildir. Maddenin dışına salt akıl zaten vakıf olamıyor. Lakin vicdan, tecrübe, ruh vasıtasıyla bir şeyler çıkarabiliyor. Yine de bazı misallerle mesele akla biraz yakınlaşabilir:

“Ruh bize misal olabilir. Çünkü, ruh için de mekan tahayyülü söz konusu olamıyor. Ruh bedenin içindedir, diyemeyiz, ama dışında da değildir. Ruh için, uzun mu, kısa mı, ağır mı, hafif mi, rengi ne şeklinde sorular sorulamayacağı gibi, nerede suali de sorulamaz. Çünkü, bir yerde olmak ruhun değil, bedenin ve maddenin lazımıdır. Ruh hiç bir yerde olmamakla beraber tesirleriyle bedenin her yerindedir...”(3)

Bütün bunlarla beraber biz Allah'ın her an, her yerde hazır ve nazır olduğunu vicdanımızın derinliklerinde ya da basit müşahedelerle anlayabiliriz.

“Evet, Cenab-ı Hak 'Biz insana şah damarından daha yakınız.' (Kaf, 50/16) buyuruyor. Bana şah damarımdan daha yakın olan Allah, demek ki keyfiyetsiz, kemmiyetsiz olarak her yerde hazır ve nazırdır. O, 'İnsanla kalbi arasına girer.'(Enfal,8/24). Demek ki bana kalbimden de yakın. Eğer ben desem ki, 'Kalbimde Allah vardır' doğrudur. Çünkü O beni benden daha iyi bilir. Ben kendi kalbimi anlayamamış olabilirim. Ve yine: 'Attığın zaman sen atmadın, attığını Allah attı.' (Enfal, 8/17) buyurulduğuna göre, demek ki Bedir'de ve daha başka yerlerde Efendimiz (asm) attığını atan da Allah (cc) idi. Öyleyse atmaya varıncaya kadar her şeye doğrudan tesir ediyor. Öyleyse Allah her yerde... Bu ve benzeri ayetler, Rabbimizin, Rahmaniyet ve Rahimiyetiyle, Cemaliyle, Celaliyle, Kemaliyle, Kudretiyle, İlmiyle, İradesiyle ve diğer sıfat ve isimleriyle her yerde hazır ve nazır olduğunu gösteriyor.”

Evet, Allah her varlığın her duasına karşılık verir, her yerde cereyan eden her hadiseyi ilmiyle,kudretiyle, isimleriyle kuşatır, ne düşündüğümüzü ne dilediğimizi bilir. Bir bakterinin kendine has diliyle (mesela lisan-ı hal ile) yaptığı duayı bilir ve duyar. Öyleyse Allah, madde, zaman ve mekandan münezzeh olarak her zaman, bildiğimiz, bilmediğimiz her yerde esmasıyla, fiilleriyle, Rahmaniyeti ve Rahimiyeti ile ise hazır ve nazırdır, sıfatlarıyla her yerdedir. Bize, bizden yakındır; öyleyse öze doğru kısa bir kulaç, anlamlı bir iniş de bunu hissettirmeye yeter...

“Fakat biz, bize ait hususiyetlerimizle O'ndan çok uzağız...”

Mesela Güneş ışığı, ısısı ve yedi rengi vasıtası ile, dünyadaki bütün parlak şeylerde bulunur. Her yerde sıfatları hükmünde olan ışık, ısı ve yedi renk ile görülür ve vardır. Fakat güneş kütlesi ve zatı itibariyle parladığı ve ışıklandırdığı hiç bir parlak şeyde bulunmaz. Demek güneş sıfatları ile dünyadaki tüm parlak şeylerde var. Fakat kütlesi ve zatı itibarı ile, dünyadaki hiç bir şeyin içerisinde değildir. İşte güneşe bu özelliği veren Allah'ımızın sıfatları ve mahiyeti elbette aklımızın anlayamadığı kadar mükemmeldir. Allah sıfatları ile, yani kudreti ilmi ve iradesi ile her yeri kuşatmıştır. Fakat zatı itibariyle hiç bir şeyin içerisinde değildir. Demek her yerde hazır olması, sıfatları itibariyledir. Fakat hiç bir mekanda olmaması ise, zatı itibariyledir. Çünkü, mekanı yaratan O'dur ve mekana muhtaç değildir.

Kaldı ki, öte yandan melekler, bazı Allah'ın veli kulları, cinler aynı anda birkaç yerde birden olabiliyor ya da görülebiliyor. Ya da -Allah bunlardan kat kat yücedir- bir balık için su, bizim için kısmen hava veya toprak, televizyondaki görüntü aynı anda birkaç yerde veya her yerde olabiliyor da bütün bunların yaratıcısı, sonsuz ilim ve kudret sahibi.

“...bunları var eden, varlıklarını devam ettiren, O Hayy-u Kayyum olan Allah (c.c.), isim ve sıfat tecellileriyle her yerde hazır ve nazır olamaz mı?”

Netice-i kelam; bizim dairemiz gördüklerimizle ya da tahmin edebildiklerimizle sınırlı. Ama bunların ötesinde de bir şeyler mevcut. Hayatında hiç balık görmemiş adama balıkların suda yaşayabildiğini anlatsanız inanmayacaktır... Balığın keyfiyeti ise tamamen farklıdır, farklı mekanda yaşayabilir. İşte Allah'ın da bizim gibi olmayacağı açıktır. O mekansızlıkta da var olabilir... Her ne kadar Allah'ı direkt görmesek de, tahayyül edemesek de Allah'ın sıfatları hakkında bazı bilgilere ulaşabiliriz, tam olarak kavramayadıklarımızı ise kabul etmekle beraber aslında oralarda bir yerde, bir şekilde, herhangi bir nimetle, belki kalp gözüyle, belki bildiğimiz gözle, belki de vicdan gözüyle görebiliriz de... Çünkü “Akıl görmek için, göze muhtaç değildir.”(4) Vicdan da, ruh da öyle... En doğrusunu Allah (cc) bilir.

Dipnotlar:

1. İlimlerin Diliyle Allah, Şaban Döğen, Gençlik Yayınları (9.Baskı, Eylül 2000)-Montaj, Baskı ve Cilt: Bayrak Matbaası), s.273.
2. Deprem Nasıl Önlenir? Zafer Araştırma Grubu, Zafer Yayınları, s.157.
3. a.g.e., s.157
4. Özdeyişler, Ali Suad, Zafer Yayınları, Kasım 1998, s.72.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Ayette geçen "Allah'ın arşı istivası" nasıl anlaşılmalıdır?..

73 Cenâb-ı Hak bu âlemi kendisini tanıtmak için yarattığına göre, bu dünya hayatında hiç hastalık ve musibet olmasaydı, Allah'ı tanımamız yine gerçekleşmez miydi?

Bir hadis-i kutsîde şöyle buyruluyor:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) ve kâinatı yarattım.” (Acluni, Keşfü'l-Hafa, II/132)

Kâinatın ömrü milyarlarca yıl ile ifade ediliyor; insanlık âleminin ömrü ise on binlerce seneyle. Henüz insan nevi yaratılmadan, bu hadis-i kutsîde verilen haber, öncelikle melekler âlemine bakıyordu. Allah’ı bilen, eserlerini temaşa ve tefekkür eden, Ona isyandan uzak bu mübarek varlıklar, hadis-i kutsîde verilen haberi ibadetleriyle, tesbihleriyle, itaatleriyle, marifet ve muhabbetleriyle tahakkuk ettirmiş oluyorlardı. Hayvanlar âlemi de yaratılış gayelerine tam uygun bir hayat sürmekle, ruhları yönüyle, melekleri andırıyorlardı. Bitkiler âlemi ve cansız varlıklar da mükemmel bir itaat ile vazife görüyorlardı.

“Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı tespih ve ona hamd etmesin.” (İsra, 17/44)

mealindeki âyet-i kerimede geçen “şey” tabiri, canlı-cansız her varlığı içine alır. Her şey Onu tespih eder ve Ona medih ve senada bulunur.

Cenab-ı Hak, bütün bu tesbih ve ibadetlerin çok daha ileri derecesini icra etmeye kabiliyetli bir başka mahiyet daha yaratmayı irade buyurdu: İşte bu ulvi mahiyet, arzın halifesi olacak olan insandı. Cenab-ı Hak, topraktan bir insan yaratacağını meleklere haber verdiğinde, yukarıdakine benzer bir soru, meleklerden de gelmiş ve onlara cevaben, “Siz benim bildiklerimi bilemezsiniz.” buyrulmuştu.

İmtihana tabi tutulan ve kazanmaları halinde melekleri geçecek olan bu yeni misafirler, âyet-i kerimede de haber verildiği gibi, ancak Allah’a ibadet için yaratılmışlardı.

“Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)

Âyette geçen “ibadet” kelimesine bir çok tefsir âliminin “marifet” mânâsı verdiği dikkate alındığında, bu insanın, Allah’ı tanımak, varlığını, birliğini bilmek, sıfatlarının sonsuzluğuna inanmak, mahlûkat âlemini de hikmet ve ibret nazarıyla temaşa ve tefekkür etmekle vazifeli olduğu anlaşılıyordu.

Bu mümtaz mahlûk, sadece cemal tecellilerine muhatap olmayacak, Cenab-ı Hakk’ın hem cemal hem de celal tecellileri ile ayrı ayrı imtihanlara tabi tutulacaktı.

Nitekim öyle oldu ve öylece devam ediyor. Nimetler, ihsanlar, ikramlar, güzellikler, sıhhat, afiyet, ferah gibi haller hep cemal tecellileridir. Ve insanoğlu bunlara karşı şükredip etmeme şıklarından birini tercihle karşı karşıya bulunur. Maalesef, nefis ve şeytanın galebesiyle çoğu insan, cemal tecellileriyle sarhoş olup bu imtihanı kazanamıyorlar.

İmtihanın diğer yönü, hastalık, musibet, bela, afet, ölüm gibi celal tecellileridir. Bunlarla insan, sabır, tevekkül, teslim, rıza imtihanına tabi tutulur. Akıl aksini düşünse de gerçek şu ki, bu imtihanı kazananlar, birincilere nispetle çok daha fazladır.

Bundaki hikmet şu olsa gerek: Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor, ders veriyorlar. Nur Külliyat'ından konumuza ışık tutacak cümle:

Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi’ geniş bir âyine olsun.” (bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas)

İbadet ve marifet için yaratılan insan, bu vadide mertebe kat edebilmek için aczini ve fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve Ondan medet dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya çalışacaktır. Bunlar ise dünya hayatında insanı, medet dilemeye ve sığınmaya götüren her türlü musibet, hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla mümkün.

Çaresizlik içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını kazanma noktasında müspet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat ve saadet gibi tecellilerde insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara meftun olup, kul olduğunu unutup, gaflete dalabiliyor. 

Konunun çok önemli bir yanı da şu: Marifetullah, yani Allah’ı tanıma denilince, bütün isim ve sıfatları dikkate almak gerekiyor; sadece cemalî isimleri değil.

Allah, Rahman olduğu gibi Kahhar’dır da. İzzeti tattıran da Odur zilleti çektiren de. Bu dünyada sadece cemalî isimler tecelli etse ve insan sadece bunlara muhatap olsa idi marifeti noksan kalırdı. Bu imtihan meydanında, insanoğlu Allah’ı hem celal hem de cemal sıfatlarıyla tanımak durumundadır. Ahirette ise, yollar ayrılacak. İnsanların bir kısmı ibadet, ihlas, salih amel ve güzel ahlâklarına mükâfat olarak, cennete girecek ve lütuf, kerem, ihsan gibi nice cemal tecellilerine, azamî ölçüde ve ebediyen muhatap olacaklar. Küfür ve şirk yolunu tutarak dalalet ve sefahate düşenler ise celal, izzet ve kahır tecellileriyle karşılaşacaklar.

Böylece, ahiret yurdunda, Allah’ın hem cemalî hem de celalî isimleri en ileri mânâda tecelli etmiş olacak.

74 Allah'a imanın maddi ve manevi faydaları nelerdir?

Şirk, Allah'a eş ve ortak koşma manasına gelir. Allah'ın birliğine ortak kabul etmek şirk olduğu gibi, kudret ve tasarrufunda O'na ortak kabul etmek de şirktir. Şirk'in diğer bir çeşidi de, yalnız Allah'tan beklenmesi gereken sonuçları, Allah'tan başka güç ve kişilerden beklemektir.

Şirk'in zıddı tevhiddir. O da, Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmekle beraber, O'nun tasarruflarında tek kudret sahibi olduğunu, hüküm ve irâdesinin her şeyin üstünde bulunduğunu kabul etmektir. İslâm dininde tevhid esastır. Hemen hemen bütün ibâdetlerin ana gayesi çeşitli konularda Müslümanların arasında birliği sağlamaktır. Dünyanın her yerindeki Müslümanların aynı ezanı okumaları, ibadetlerinde aynı kıbleye dönmeleri, tevhidin birer göstergesidir. Şirk bunun tam zıddıdır. Tevhid'in ana gayesi ve esas hedefi olan Allah'ın birliği hususundaki inancı zedelemek, O'na ortak kabul etmek, büyük şirk kabul edilmiştir.

Yüce Allah'ın şirke bakışını ve şirkin Kur'an'daki tanımını sergileyen bazı âyetlerin meâli şöyledir:

"Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. O'ndan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa, büsbütün sapıtmıştır." (Nisa, 4/116).

"Onlar (müşrikler, şirk koşanlar insanları) ateşe çağırır. Allah ise izniyle Cennete (girmeye) ve mağfirete çağırır." (Bakara, 2/221).

"Kitâb ehlinden ve (Allah'a) şirk koşanlardan kâfir olanlar, Cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar, halkın en şerlileridir." (Beyyine, 98/6).

Tevhide aykırı olan, Allah'ın ve Peygamber (s.a.s)'in emirlerine ters düşen şirke, kimden gelirse gelsin, itâat etmemek gerekir. İslâm dini anne babaya son derece itâat etmeyi, onlara saygıda bulunmayı emrettiği halde, şirk olan hususlarda, onların sözünü dinlememeyi ve onlara tabi olmamayı istemektedir. Konu ile ilgili bazı âyetlerin meâli şöyledir:

"Biz insana anne-babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Eğer onlar seni, (gerçekliği) hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi, bana ortak koşmanı için zorlarlarsa, (bu hususta) onlara itâat etme. Dönüşünüz banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber veririm." (Ankebût, 29/8).

Allah'a imanın insanlara kazandırdığı maddi ve manevi faydalar:

Bir insanın imansız ve ibadetsiz huzurlu olması mümkün değildir. Nasıl ki, vücudumuz için, A, B, C, D, gibi vitaminlere ihtiyacımız vardır. Bunları temin eden bir insan, maddi vücudunu sağlığa ve huzura kavuşturur. Aynen öylede Rabbimizin ruh ve kalp huzuru için bize sunmuş olduğu bir vitamin reçetesi vardır. Bunların başında iman geliyor. Allah’a imanı olup her yerde hazır ve nazır olduğunun keyfiyetini ruh ve kalbinde yaşayan bir insanın nazarında, dünya küçülür, ehemmiyetsizleşir. Bundan sonra namaz başta olmak üzere ibadetler vitamin vazifesini görür. Size bu hususta ışık tutacak bir yazıyı gönderiyoruz. Selam ve dua ile.

İNANÇ İYİLEŞTİRİR

İNANCIN VE İBADETİN sağlığımız üzerinde olumlu etki yaptığı, daha uzun ve sağlıklı yaşamamıza katkıda bulunduğu artık kanıtlanmış durumda.

Özellikle Batıda, tıp bilimi ‘sağlık ve maneviyat’ birleşimiyle gitgide daha fazla ilgileniyor. Amerika’da yüz yirmi beş tıp fakültesinin sekseninden fazlası ‘din ve tıp’a dair kurslar veriyor. Kanada’da ise Toronto Üniversitesi’nde Ekim ayında “Maneviyat ve Sağlık” konulu büyük bir konferans düzenleniyor.

Araştırmalar, dinî, manevî bir yolu takip eden insanların daha uzun ve güçlü bir sağlığa sahip olma ihtimallerinin etmeyenlere oranla, belirgin ölçüde fazla olduğunu gösteriyor. Dua, meditasyon, ibadet ve diğer ‘zihin-beden’ yaklaşımları tedavi etme süreçlerinde yararlı gözüküyor.

Kanada, Amerika ve sair Batı ülkelerinde yapılan dört yüz röportaj ve 1.200’den fazla çalışma şunları gösterdi: İbadetine sık sık devam edenlerde, seyrek eden veya hiç etmeyenlere oranla gözle görünür oranda daha az hastalık karşılaşılıyor.

Kuzey Amerika’da ölümlere yol açan üç önemli hastalık —kalp rahatsızlığı, kanser ve hipertansiyon— dinî eğilimleri olan insanlarda düşük oranda görülüyor.

Özel veya bir cemaat içinde ibadet eden daha yaşlı yetişkinlerde ise az sayıda hastalık belirtisi, daha az sakatlık, daha az depresyona rastlanıyor. Bu hastalarda müzmin anksiyete (endişe hali) ve bunaklık oranının da aynı yaştaki sair insanlara göre daha az olduğu tesbit edilmiş bulunuyor.

Yine, dindar insanlar, dindar olmayanlara oranla daha uzun hayat sürüyorlar. Bu sonuç dindar insanların sigara ve içkiden uzak durmaları ve çarpık cinsel alışkanlıklarının olmayışından dolayı sağlık risklerinin düşük oluşuna bağlanıyor.

Meditasyon ve duanın hastaların iyileşme gücünü arttırdığı artık biliniyor. Üstelik, bu tedavi yöntemlerinin yan etkisi yok ve acı vermiyor.

International Journal of Psychiatry in Medicine’ın Şubat 2002’de yayınladığı yeni araştırmaya göre ise, inananların beraberce yaptığı ibadetlere sık sık devam etmeyenlerin kanser-dışı sindirim hastalıklarına yakalanma ihtimalleri iki kat daha fazla. Damar rahatsızlıklarından (kalp krizi ve felç dahil) ölme oranları yüzde yirmi bir, solunum hastalıklarından ölme oranları ise yüzde altmış altı daha fazla.

Bunların dışında, bu araştırma bir noktaya parmak basıyor: Dinin psikolojik faydaları giderek daha çok anlaşılıyor. Daha yüksek seviyelerdeki dinî inanç ve maneviyat strese karşı daha çok dayanıklılık, daha düşük seviyelerde anksiyete, daha iyi yetenekler, güçlü sahiplenme duygusu ve genellikle daha berrak, aydınlık bir hayat veriyor.

Hangi Din Sağlığa Daha Faydalı?

Burada şöyle bir soru akla geliyor: Daha iyi bir sağlığı garanti etmek için hangi din seçilmeli? Araştırma sonuçlarına göre, şu prensipler rahatlıkla söylenebilir: Cinsel sapkınlığı ve zararlı maddeleri kullanmayı yasaklamalı. Kendisine tâbi olan insanlara zorluklar karşısında teselli verebilmeli. İbadet ve dua içeriyor olmalı. Cemaat ruhuna sahip bulunmalı.

İnancın Sağlığa Faydaları

Bu konu hakkında ise iki temel giriş kitabı var: The Handbook of Religion and Health (Din ve Sağlık El kitabı) dinî pratik ve sağlığın bağlantısını araştıran çalışmalar arasında seçilmiş yedi yüz on iki sayfalık bir eser. God, Belief and Health (Allah, İman ve Sağlık) ibe hastalık ve ölüm noktasında inançlı grupların diğerlerine göre daha iyi durumda olduğunu söyleyen uzmanların belki de en önde geleni olan Dr. Jeff Levin tarafından yazılmış.

Dr. Levin, araştırmasında şunu vurguluyor: Kendilerini bazı davranışlarından kısıtlayan ve sağlıklı bir hayat tarzını destekleyen dinî grup üyeleri daha az kalp krizi, hipertansiyon ve kanser riski taşırlar. Daha iyi, uzun bir ömre sahip olurlar. Alkol ve sigarayı yasaklayan, kısıtlı diyet uygulatan, evlilik dışı cinsel hayata müsaade etmeyen dinler, bu konularda avantajlıdır. Yine, ibadet için bir yere devam etmeden ve ibadet olarak birtakım bedensel aktiviteler yapmadan bu yarar sağlanamaz.

Dr. Levin, ‘Kuzey Amerika katilleri’ olarak bilinen üç hastalığı -kalp, kanser ve hipertansiyon- inançlı insanlarda inanmayanlara oranla daha düşük oranda rastlandığını tekrarlıyor. Meselâ, Yahudi kadınların, eşlerinin sünnetli olmalarından dolayı, rahim kanserine daha az yakalandıklarını söylüyor. Keza, sünnet olmayan Hindular arasında, rahim kanserinin, böyle bir hastalığa yakalandıkları hemen hiç duyulmayan Hint Müslümanlarına oranla oldukça fazla görüldüğünü belirtiyor.

Benzer şekilde, sabırlı, aceleci ve saldırgan olmayan, alkol kullanmayan, ibadet yerlerine düzenli biçimde giden mü’minlerde hipertansiyona bağlı ölümler yüzde kırk daha az görülüyor.

Bütün bunlarla birlikte, biliyoruz ki, iman ve ibadetin asıl gayesi, bizi Yaratan Rabbimize olan bağlılığımızı göstermektir. Bu araştırmalar ise gösteriyor ki, Rabbimiz bunun mükâfatı bu dünyada gönlümüze coşku, kalbimize huzur vermekle kalmıyor; aynı zamanda sağlığımıza sağlık katıyor!

(bk. Sefa Saygılı, Zafer Dergisi, Sayı: 308, Ağustos-2002)

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah'a ve onun sıfatlarına iman etmenin hayatımıza yaptığı olumlu etkileri örneklerle açıklar mısınız?

75 Allah'ın ilminin nihayetsizliğini nasıl anlarız?

Kainatta bulunan bir tek varlığı yaratmak da sonsuz ilimle olur.

Evvela, Allah’ın sonsuz ilim sahibi olduğunu bizzat Kur’an’dan öğreniyoruz.

Söz gelimi, “Allah ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.” (Talak, 65/12) mealindeki ayette açıkça her şeyi kuşatan, yani sonsuz olan bir ilimden söz edilmektedir.

İkincisi: İnsan aklına göre, sonsuz olan kâinatın yaratılması, yönetilmesi, ayakta durması ancak Allah’ın ilim, kudret ve iradesiyle mümkündür. Sonsuzu yöneten bir ilim ve kudret de sonsuz olur.

Üçüncü olarak: Biliyoruz ki, Ehl-i sünnet akidesine göre, Allah’ın bütün sıfatları sonsuzdur. Varlığı sonsuz olan Allah’ın diğer sıfatları gibi ilminin de sonsuz olmasını gerektirmektedir.

Dördüncüsü: Çok iyi biliyoruz ki, bütün varlıklar bütün keyfiyetleriyle, Allah’ın ilmi ve kudretiyle ayaktadır. Var olmaları Allah’ın ilim, kudret ve iradesine bağlı olduğu gibi, var olduktan sonra da varlıkta devam etmeleri için yine de bu sıfatlara ihtiyaçları vardır. Bir tek insanın trilyonlarla ifade edilen hücreleri vardır. Bütün bu hücrelerin her birisinin varlığı ve varlıkta kalması, Allah’ın sonsuz ilmi ve kudreti sayesinde mümkün olmuştur. Bütün insanların toplam hücreleri, bütün kainatın toplam elementleri, atomları sonsuzlukla ifade edilebilir. Bu sonsuz varlıkların varlıkta kalması için -her an- sonsuz bir ilim ve kudret gerekir. Bu "Kayyumiyet sırrı" olarak ifade edilir. Bir tek anda bu sırr-ı Kayyumiyet varlıktan yüz çevirse, her şey yokluğa mahkum olur.  Demek ki, varlığımız, Allah’ın sonsuz ilminin göstergesidir.

Ayrıca Allah ebedi alemlerde, cennet ve cehennemde ebedi varlıklarını sonsuz olarak devam ettirecektir. Bu da Allah’ın zatı, sıfat, isim ve fillerinin de sonsuz olacağını gösterir. Allah’ın zatı, sıfatları ve isimleri hem ezelidir hem de ebedi.

Sonsuzluğu Anlamak Mümkün müdür?

Sonsuzluğu anlatabilmek için anlamak gerek... Sonsuzluğu anlamak ise bir fani için mümkün değildir...

Ama ne var ki, anlamak başka, inanmak daha başkadır. Zaten biz, varlığını aklen kabul ve kalben tasdik ettiğimiz, ancak mahiyetini idrakten aciz bulunduğumuz hakikatlere iman getiririz. Varlığını da mahiyetini de kavrayabildiğimiz hakikatler için iman etmekten değil, bilmekten söz ederiz.

“Ezeli olan elbette ebedidir. Kadim olan elbette bakidir. Vacib-ül vücut olan elbette sermedidir.”

İnsanoğlu her şeyiyle sınırlı. Hayatının bir başlangıcı var. Her başlangıç bir sondan haber verdiği için bu hayatın bir de sonu olacaktır. İşte, başı ve sonu olan bu kısa hayat içerisinde, insan her yönüyle sınırlı işler görebiliyor. Kulağı belli bir frekansta işitmeye başlıyor ve yine belli bir noktada takatten düşüyor, ondan ötesini işitemez oluyor. Ağzından çıkan kelime de öyle. Belli bir mesafeden sonra artık işitilmez oluyor. Madde aleminde açıkça görünen bu hakikat, ruh aleminde de geçerli...

İnsan aklı her şeyi anlayamıyor. Zira, öğrenmeye başlamasının bir başlangıcı var... Başlangıcı olan ilim sonsuz da olamıyor; tıpkı hayat gibi...

Sonu olmayan, ancak ezeli olan Allah...

İnsan aklının aczinde başlangıç noktası, kendini anlayamaması... Şu sınırlı akıl, henüz kendini anlamış değilken nasıl oluyor da sonsuzu anlamaya kalkışabiliyor?..

Üçün dörtten küçük olduğunu bilen insanoğlu, yine kesinlikle bilir ki, ben üçden dördü çıkarmaya kalkışırsam menfi bir netice ile karşılaşırım. Bunu bildiği halde, sınırlı olan aklına sonsuzluğu sıkıştırmaya çabalıyorsa, sonucun eksi sonsuz, yani sonsuz bir menfi olacağını da baştan kabul etmiş demektir.

İnsan sonsuzu anlayamaz, ama sonsuza inanabilir... Bu da insanoğluna büyük bir ilahi lütuf... Yoksa, bütün sıfatları sonsuz olan Rabbine nasıl iman edecekti?..

Bu vadide insanoğluna bir mukayese imkanı, bir fikir yürütme, istidlalde bulunma gücü verilmiş. O, bu güç sayesinde çok iyi bilir ki, bu alemde benim bir başlangıcım ve sonum olduğu gibi, her şeyin de yine bir ilk ve son noktası var.

Ölüm kanunu sadece insan için geçerli değil. Mahluk, sonradan var edilen demektir ve her mahluk fanidir. Kur'an'ın haberiyle, “Her nefis ölümü tadacaktır.” (bk. Âl-i İmran, 3/185; Enbiyâ: 21/35; Ankebut, 29/57)

Başlangıcı olan her şey, bize şu iki hakikati birden ders verir: Beni yoktan yaratan bir zat var ve o, başlangıcı olmayan bir zat-ı ezeli... Aynı şekilde her son da bize bir zat-ı ebedi'den haber verir.

“Ben yere göğe sığmadım, ancak mü'minin kalbine sığdım.” hadis-i kutsisi, başlangıcı ve sonu olmayan Allah'a, insan kalbinin iman edebilmesindeki sonsuz lütfu ders verir bize.

Yeri gelmişken, sonsuzluğu anlayamadığını söyleyen insanoğluna şunu soralım:

- Senin anlayamadığın sadece bu kadar mı?

Mesela, yerin eşyayı nasıl çektiğini anlayabiliyor musun? Güneşin, gezegenlerini nasıl çekip çevirdiğini kavrayabiliyor musun? Ruhunun, aklının, hayalinin, hafızanın mahiyetlerini bilebiliyor musun? Elma ağacının içindeki o çamuru elma yapan faaliyeti, izah edebilmiş misin? Yumurta nasıl oluyor da uçan bir kuş oluyor? Nutfe dokuz ay sonra nasıl ağlıyor, görüyor, işitiyor?

Bu alemde insanın göremedikleri gördüklerinden, anlayamadıkları anladıklarından, bilmedikleri bildiklerinden çok fazla. İnsanın, bu fani eşyayı anlamış gibi, bekayı anlamaya kalkışması onu en azından yorar. En azından diyorum, çünkü bu gibi yersiz arayışların insanı sersem etme ve yoldan çıkarma ihtimali de vardır...

İnsanın sonsuzu anlama gayreti iki ayrı sahada cereyan ediyor. Birisi, ilahi sıfatların sonsuzluğu, diğeri de ahiret hayatının sonsuzluğu... Bu ikisi arasında, gözden kaçmaması gereken önemli bir farklılık var.

Ahiretteki sonsuzluktan söz edildiğinde, zihinlerde hemen zaman ve müddet kavramları canlanır. Sonu gelmeyen, tükenmeyen, fani olmayan, arızalanmayan bir hayat... Burada ibka hakikati karşımıza çıkar... Yani, Cenab-ı Hakk'ın bir şeyi sonsuz kılması... Ona verdiği hayatı, ebediyen onun elinde bırakması... Bunu aklın almaması için bir sebep olmasa gerek... Bu dünya hayatını fani kılan Allah, ahiret hayatını da baki kılmış...

Şimdi şöyle bir düşünelim: Kıyamet kopmasa, dünyada ebediyen insan yaratılacaktır değil mi? Bunu her akıl kabul eder. Kimsenin aklına günün birinde insan neslinin tükeneceği gelmez. Aksine, artacak olan bu nüfusun getireceği problemler zihinleri meşgul eder.

Şimdi soralım: Bu dünyada ebediyen insan yaratılmasına akıl erdiren insan, nasıl oluyor da ahiretteki sayılı insanın ebedi kalmasını anlayamıyor. Buna ne mani olabilir? Allah'ın sıfatlarının sonsuzluğuna gelince, bu sonsuzluğun zaman ve mekanla alakası yoktur...

Zamandan ve mekandan münezzeh olan Allah'ın sıfatlarının sonsuzluğu da bu mefhumlarla açıklanamaz. O'nun kudreti sonsuzdur, demek, “Ne kadar alem yaratırsa yaratsın kudretinde bir noksanlık olmaz.” demektir. İlminin sonsuzluğu o'nun cehilden münezzeh olduğu manasınadır. İradesinin sonsuzluğu, onun mutlak iradesine karşı çıkacak bir başka iradenin düşünülemeyeceğini ifade eder. Diğer sıfatlar da aynı şekilde, aynı mantık içerisinde değerlendirilmelidir.

“Ezeli olan elbette ebedidir.” hakikati, Cenab-ı Hakk'ın zatı için de geçerlidir, sıfatları için de... Yani, o'nun bütün sıfatları sonsuzdur, ebedidir. Zira, hiçbiri sonradan var olmuş değildir; hepsi ezelidir.

76 Şuunât-ı İlahiye ne demektir?

Şuunât, şe’nin çoğuludur. Şe’n için ‘hal, kabiliyet, istidat’ gibi mânâlar veriliyorsa da bunları İlâhî hakikatlere aynen uygulamak, insanı yanlış düşüncelere ve bâtıl hayallere götürebilir.

Nur Külliyatında, şuunât konusunda iki önemli açıklama görüyoruz.

Birisi: Hâlıkiyet, hâkimiyet, mâlikiyet... için şuunât denilmiştir. Yani, Allah, hâlıkiyet, mâlikiyet, rububiyet, rahîmiyet, rahmâniyet sahibi bir zâttır. Bütün bunlar Allah’ın şuunâtındandır.

Hâlıkiyeti misal alarak şöyle söyleyebiliriz:

Halk (yaratmak) bir fiildir. Hâlık (yaratıcı) isimdir. Hâlıkiyet (yaratıcılık) ise şe’ndir. “Allah vardı ve hiçbir şey yoktu.” (Buhârî, Megâzî, 67, 74; Tirmizî, Menâkıb, 3946.) hadisini düşünelim. Henüz hiçbir mahluk yokken, yine Allah’ın Hâlıkiyeti, yani yaratıcılık vasfı var idi. Ama Hâlık ismi, ancak mahlukatın yaratılmasıyla tecelli etmiş oldu.

Kâinat yaratılmadan da Allah bütün esmâya sahipti. Yani Rezzâk’tı, Muhyî idi, Mümît idi. Ama bu isimlerini kâinatı yaratmakla tecelli ettirdi.

Meselâ, Rezzak ismini düşünelim: Cenâb-ı Hak, daha sonra yaratacağı hayvanlara rızık olmak üzere bitkileri yarattı, sonra bu rızka muhtaç mahlukları yarattı ve bu ikincilerin, birincilerle beslenmelerinde Rezzak ismi tecelli etmiş oldu. Sadece bitkileri yaratsaydı da hayvanları yaratmasaydı, o ilk yaratılanlara rızık denilmezdi. Onlarda Hâlık, Mâlik, Musavvir gibi isimler yine tecelli ederdi ama Rezzak ismi tecelli etmezdi. Nitekim dünyamız böyle bir devir yaşadı. Bitkiler yeryüzünü kaplamıştı ama ortada bunları yiyecek hayvanlar yoktu. İşte o devirdeki bitkiler rızık değildiler, sadece ilâhî birer eserdiler.

Nur Risalelerinde, şuunâtla ilgili diğer önemli bilgi, ‘lezzet-i mukaddese, sürur-u münezzeh’ gibi ifadelerle dikkatimize sunulur. Bu ince ve derin hakikatleri, insan aklına bir derece yaklaştırmak için de bir misal verilir: Bir sultanın bütün muhtaç ve fakir raiyetini bir gemiye bindirdiği ve onları o gemide seyahat ettirerek her türlü ihtiyaçlarını gördüğü, yedirdiği, içirdiği anlatılır. Ve o sultanın, o muhtaç raiyetinin sevinmelerinden de bir haz duyduğu ifade edilir. Ve Allah’ın bütün canlıları bu dünya gemisinde yedirip içirmekten ve her türlü ihtiyaçlarını görmekten kendine has ve mahlukatın her türlü lezzet telakkilerinden münezzeh bir ‘lezzet-i mukaddesesi’ olduğu nazara verilir. İşte bu lezzet-i mukaddese ilâhî şuunâttandır.

“Allah muhsinleri sever.” (Bakara, 2/195)

“Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmran, 3/32)

“Allah zalimleri sevmez.” (Âl-i İmran, 3/57)

gibi âyet-i kerîmeler de bize bu ilâhî şuunâtı ders verirler.

77 Allah bu dünyayı neden adalet üzerine yaratmadı, tam tersi savaş ve adaletsizlik üzerine yarattı?

Adalet, genel kavramı itibariyle varlıkların muhtaç oldukları hak ve ödevlerini, konumlarına uygun bir şekilde verip tevzi etmektir.

Karıncadan bir deve yükünü taşımasını, bir inekten kuş gibi uçmasını, bir insandan tavşan gibi koşmasını istemek adaletsizliktir.

Kâinat çapında var olan dengelerin hepsi, Allah’ın sonsuz adaletinin birer yansımasıdır. Derin çukurlardan su içmesi, yüksek yerlerden otlaması için devenin boynunun uzun olması ve sıcak çöllerde uzun süre susuzluğa dayanacak şekilde bir donanıma sahip kılınması; inine rahatça girmesi için yılanın elsiz-kolsuz yaratılması; filin geçimini rahat temin etmesi için çok muhtaç olduğu uzun bir hortumun kendisine verilmesi ve benzeri binlerce konu, ilahî adaletin hikmet dolu bir tezahürüdür.

Keza, ekolojik dengeler, astronomik, jeolojik, biyolojik, ontolojik, bütün kozmik dengeler Allah’ın sonsuz adaletinin birer belgesidir.

Kopernik tarafından keşfedilen Güneş sistemindeki milimetrik hesaplarla ortaya konan çok yönlü dengeler, Allah’ın sonsuz adaletini Güneş gibi ortaya koymaktadır.

İnsanın görme, işitme, nefes alma, kirli kanı temizleme gibi hayatî önem taşıyan fonksiyonlarının yerine gelmesi için, güneşin ışığını, havanın frekansını, oksijen ve hidrojenin dozajını uygun bir dengede tutmak, sonsuz bir ilim, kudret, hikmet yanında mutlak bir adaletin göstergesi de değil mi?

Bu hakikatler gün gibi ortada olduğu halde, “Dünyanın tamamen adaletsizlik üzerine kurulduğuna inanıyorum.” diyen kimseye bütün dünyadan -ontolojik noter tasdikli- tekzipler, yalanlamalar gelmez mi?

Şimdi, Merhum Mimar Sinan gibi harika bir mimarın çok harika nakışlarla yaptığı bir binanın bir köşesinde farklı bir nakış yaptığını gören bir kimsenin, bunu Mimar Sinan’ın hatası olarak mı, yoksa hikmetini bilmediği bir hikmete binaen yaptığını mı düşünmesi daha makuldür?

Bunun gibi, evrenin her tarafında Güneş parlaklığında görünen ilahî adaleti gördüğümüz hâlde, imtihana tabi tutulduğu için özgür iradesiyle baş başa bırakılan insanların ikamet ettiği şu dünyamızdaki bazı yanlışları -haşa- Allah’a vermek mümkün mü?

Bilakis yeryüzündeki mevcut hataların, zulümlerin hepsinin yegâne müsebbibi insandır.

“Allah’ın buyruklarını umursamayan şu insanların kendi elleriyle / tercihleri ile yaptıkları işler yüzünden karada ve denizde (bütün dünyada) bozukluk ortaya çıktı, nizam bozuldu. Doğru yola ve isabetli tutuma dönme fırsatı vermek için, Allah, yaptıklarının bazı kötü neticelerini onlara tattırır.” (Rum, 30/41)

mealindeki ayette insanın bu hatalı durumuna vurgu yapılmıştır.

Dünyada ve -güncel olduğu için özellikle söz konusu olan- Afrika ve Somali’deki durumların da en büyük müsebbibi insanların kendisidir. Medya’da takip ettiğimiz gibi, Emperyalist dış güçlerin zulümleri bir tarafa, Somali’deki insanların yıllardır takip ettikleri yanlış politikalar, iç savaşlara sebebiyet vermiştir. İç savaş sebebiyle de insanlar yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalmıştır. Bu da sefaleti beraberinde getirmiştir.

Şüphesiz, insanların ülke çapında -iman kardeşliğini hiçe sayarak, Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyerek- sebebiyet verdikleri bu sıkıntıların araksında kaderin de bir hikmeti vardır. Zira müminlerin cezaları genellikle dünyada verilir. Hem de çoğunluğun işlediği suçlardan dolayı gelen musibetler sadece zalimleri değil, mazlumları da yakar. Bu bir imtihan sırrıdır. Ancak, insanların zulüm ettiği aynı yerde kader adalet eder...

Şunu unutmayalım ki, Allah’ın en büyük isimlerinden biri ADL / ÂDİL’dir.

"Allah kullarına asla zulmedici değildir." (Âl-i İmrân, 3/182; Enfâl 8/51; Hac 22/10)

 "... Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır ve hiç kimse kıl payı kadar haksızlık görmez." (Nisa, 4/49)

gibi birçok ayette, Allah’ın kullarına asla zulmetmeyeceği vurgulanmaktadır:

Bu sebeple, adaletsizlik kavramıyla Allah’a zulüm isnat etmek imanla bağdaşmaz. Bundan derhal tövbe etmek gerekir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

İnsanın iradesini de Allah yarattığına göre Allah insanın günah işlemesine neden müsade etmektedir?
Kusursuz bir eğitimin hapishanelere gerek bırakmayacağı gibi, insan da kusursuz, günah işleme özelliği olmadan ... 

Musibetlerin günahlara keffaret olduğu söyleniyor. Peki musibetlerde masum ve günahsız ...
İnsanlar günah işleme özelliğinde yaratıldığı halde, neden cehenneme atılıyor?

78 Allah sevdiği kuluna, dünyanın fani olduğunu anlamasını, üstün bir ilim elde etmesini ve hatalarını görme imkanını verirmiş?

1. Dünyanın fani yüzü, Allah’ı düşünmeye, ona kulluk etmeye mani olan yönüdür. Rivayetlerde “Dünya sevgisi bütün günahların başıdır.” denilmiştir. Onun geçici olduğunu, hiç kimseye sonuna kadar yâr olmadığını görmek, ondan vazgeçmenin bir yoludur. Ondan vazgeçmek ise, kalben sevmemektir. Yoksa, çalışmayı bırakmak demek değildir. Abdulkadir Geylanî Hazretleri “Dünyayı kalbinden çıkarıp, eline  alırsan, sana zarar vermez.” der.

“Lezzetleri acılaştıran ölümü çokça hatırınıza getirin.”

mealindeki hadis, bize bu dersi veriyor. Dünyanın fani olduğunu düşünen kimse, ahirete ciddi çalışır...

2. İlk emri “Oku” olan bir dinin ilme verdiği önem izaha ihtiyaç duymayacak kadar açıktır. Ancak, ilmin başı Allah’ı tanımaktır. Hikmetin başı ise Allah korkusudur.

“Allah’tan gerçek anlamda korkanlar ancak alim olanlardır.”(Fatır, 35/28)

mealindeki ayette, ilmin neden önemli olduğuna işaret edilmiştir. Allah’a götürmeyen bir ilim sadece insanın aleyhine delil olamaya yarar. Bu yüzdendir ki, Efendimiz: “Allah’ım! Faydasız ilimden sana sığınırım.” diye Rabbine yalvarmıştır.

3. Kusurlarını görmek fazilettir.

“Allah, bir kuluna iyilik murat ederse, onu kendi kusurlarını görmeye muvaffak eder.”

hadisi, konumuza ışık tutmaktadır. Özetle:

- Dünyanın faniliğini kalbine yerleştiren, sevgisini kalbinden çıkarır. Onun yerine Allah’ın sevgisini kalbine yerleştirir. Allah’ı seven ona karşı gelmekten sakınır.

“Allah, takva sahiplerini / Allah’a karşı gelmekten sakınanları sever.”(Al-i İmran, 3/76)

mealindeki ayeti sırrına mahzar olur.

- Gerçek ilim sahipleri, gerçekten Allah’a karışı saygılı olurlar, takvayı esas alırlar ve hayatlarında iyi davranışları sergilemeyi prensip edinirler. Ve;

“Takva sahipleri bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar. Kızdıklarında öfkelerini içlerine atıp yutarlar. İnsanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyi davrananları sever.”(Al-i İmran, 3/134)

mealindeki ayetin sırrına ererler.

- Kusurunu gören tövbe istiğfar eder. İstiğfar eden affedilmeyi hak eder. Sonsuz rahmete iltica eden rahmetten mahrum kalmaz. Ve

“Allah tövbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.”(Bakar, 2/222)

ayetinin sırrına mazhar olur.

Ve son bir not: İnsanın kendi iç muhasebesinde, kendi nefsine daima suizan etmesi, onu şımartmaması, ama ümitsizliğe de düşmemesi gerekir. Bu sebeple “Allah’ın sizi ne kadar sevdiğini öğrenmek istiyorsanız, sizin onu ne kadar sevdiğinize bakın.” formülünü sağlam tutmak gerekir. Her mümin, Allah’ı mutlaka sever. Fakat sevgi çekirdeğinin ağaç olması, dal-budak salması, çiçek açması, meyve vermesi için, onu gönlün en derin toprağına ekmek, İman ışığıyla enerji vermek, İslam suyu ile sulamak ve güzel ahlak meltemiyle havalandırmak gerekir.

79 Sonsuz merhamet sahibi olan Allah, niçin kullarını cennet için sınava tabi tutuyor da direkt cennete koymuyor?

Canlı varlıklar arasında sadece akıl sahibi olan meleklerin yanında, sadece nefis sahipleri olan hayvanlar vardır. İmtihan zıtların varlığını istediği için bu iki grup varlık imtihana tabi değildir. Eğer imtihana tabi tutulmayan varlıklar söz konusu ise bu iki varlık zaten vardı. Ancak Allah, hem meleklerin aklını, hem de hayvanların nefsini (öfke, iştiha ve kuvvetini) barındıran insanların da varlığını murat etmiştir.

İşte, insanlarda akıl, öfke ve iştiha kuvvetleri olduğundandır ki, imtihana tabi tutulmuştur. Ta ki, meleklerden üstün olacak kimselerle hayvanlardan aşağı düşecek kimselerin durumu görülüp tespit edilsin.

Bu sebepledir ki, insanlık camiasında, bir yandan melek gibi insanlar, diğer taraftan el-hannas gibi insanlar vardır. Böyle zıtlarla örülü bir ortam olmasaydı, ne Hz. Ebu Bekir (ra) gibi -insanlık camiasını şereflendiren- bir sadakat ve dürüstlük timsali, ne de Müseyleme-i Kezzap gibi -insanlığın yüz karası- bir yalan makinesi ortaya çıkabilirdi.

Ayrıca bilinmesi gereken bir husus da şudur ki, cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değildir. Gerçekten, Allah’ın bütün işlerinin adalet ve merhamet dolu olduğuna tam iman etmeden, O’na güvenmeden, O’na teslim olmadan cennete girmek zordur. Cehennemin lüzumsuz olmadığını gösteren unsurlar ise binlercedir. Her gün insanlık camiasında yapılan zulümler, işlenen cinayetler, inkâr ve isyanlar “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağırıyorlar.

Keza, Allah’ın cemalî sıfatları yanında celalî sıfatları da vardır. Cemal sıfatları kendine boyun eğen, itaatkâr, saygılı kimselerin mükâfatını istediği gibi, celal sıfatları da zalim isyankâr eşkıyaların cezasını ister. Örneğin, Allah’ın Âdil ismi, adaleti istediği gibi, Hak ismi de hakkı-hukuku muhafaza etmek ister. Bu iki çeşit sıfatın farklı tecelli etmeleri farklı kulvarda yer alan insanların imtihanını iktiza eder. Demek ki, cennet  adam istediği gibi, cehennem de adam ister.

İmtihanın en büyük maksadı, bilenlerle bilmeyenleri, çalışkanlarla tembel olanları, aklını kullananlarla kullanmayanları birbirinden ayırt etmektir. Buna göre, eğer gök yüzünde yıldızlarla “la ilahe illallah” yazılarak, aklın iradesini elinden alacak şekilde insanları Allah’a iman etmeye zorlayan açıklıkta bir imtihan olsaydı, Hz. Ali (ra) gibi ilmin zirvesinde olan bir kimse ile cehaletin sembolü haline gelmiş Ebu Cehil aynı seviyede kalmış olacaklardı. Hz. Ebu Bekir (ra) gibi dürüstlük ve samimiyetin simgesi olan bir kimse ile, yalancılıkla ün yapmış Müseyleme-i Kezzap gibi bir yalancı aynı noktayı paylaşmış olacaklardı. Bu ise, imtihan sırrına aykırıdır.

Demek ki, İlahî imtihanda eşitlik ve adalet anlayışı bakımından bazı noktaların biz insanlara açık olmaması da bir imtihan sırrıdır. Çünkü insanoğlu her zaman, her an bir çeşit imtihana tabi tutulmaktadır.

Unutmamak gerekir ki, imtihanın en önemli özelliği, herkes tarafından hemen anlaşılmayan bir kısım sorular ihtiva ediyor olmasıdır. Size müşkül gelen hususlar da sizin için kapalı bir soru olabilir ve teslimiyetiniz test edilmiş olabilir. İmtihanların bazı noktalarının kapalı olması imtihanın bir gereğidir. Yani akla kapı açılır, fakat aklın iradesi elinden alınmaz. Bir imtihanın bütün soruları basit ve herkes tarafından hemen anında anlaşılabilir bir şekilde ise, bu imtihan yapmacık ve ciddiyetten yoksun demektir.

Öğretmen, öğrencilerin aklını karıştırmak için:
-  Çocuklar, demiş. Allah hepimizin cennete gitmesini istediği halde, neden bizi dünyaya göndermiş?
Çocuklardan biri, soruya karşılık vermiş:
- Öğretmenim, demiş. Şüphesiz ki siz bizim sınıf geçmemizi istiyorsunuz. O halde neden hepimize birer on vermeyip imtihan ediyorsunuz?..

İlave bilgiler için tıklayınız:

Yüce Rabbimiz insanların belki de çoğunun günah işleyip bedel olarak ...

Hz. Adem, neden ilk olarak dünyaya değil de cennete gitmiştir? ...

Allah, insanların nefislerine ve şeytana yenik düşeceğini biliyordu. Neden imtihan ediyor?

Neden yaratılmak veya yaratılmamak bizim seçimimiz değildir? ...

 - İnsan niçin yaratılmıştır? Allah'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı vardır?

Yaratılışımız bizim tercihimiz olmamasına rağmen imtihan olmamızın sebebi nedir? ...

80 Allah'ın kudretine göre, bir atom yaratmakla bütün bir kâinatı yaratmak arasında fark olmadığı konusunda, aklı tatmin edecek bir açıklama yapar mısınız?

Allah’ın varlığı vaciptir, sıfatları sonsuzdur ve bütün eşyayı kaplamış, ihata etmiştir. Yaratıklar ise varlık mertebesi itibariyle "mümkin" grubuna girerler ve her şeyleriyle sınırlıdırlar. Vacibin mümkini, sonsuzun sınırlıyı yaratması son derece kolaydır. Burada az ile çoğun, büyükle küçüğün farkı yoktur. Hem, Allah’ın sıfatları muhittir, yani tecelli yönüyle her şeyi ihata etmiş, kaplamıştır. Bu kaplama sahası içinde az ile çok, büyük ile küçük fark etmezler.

Allah’ın varlığı vacip, mahlûkatın ki ise mümkindir. Bu mahiyet farklılığı kolaylığın en büyük bir sebebidir. Vacibin varlığı kendi zâtındandır, ezelî ve ebedîdir. Mümkin ise Allah’ın yaratmasıyla varlık sahasına çıkar, bu yaratma olmazsa yoklukta kalır. Bunun için mümkini “varlığıyla yokluğu eşit olan” şeklinde tarif ederler. Mümkinle Vacip arasındaki bu mahiyet farklılığının kolaylığa nasıl sebep olduğunu bir örnekle açıklamaya çalışalım:

“İnsan” ile “yazı” arasında sonsuz denecek kadar büyük bir mahiyet farklılığı vardır. Bundandır ki, insan bir yazıyı rahatlıkla yazar ve siler.

Birisi size, “Dağ yazmak mı daha kolaydır, taş yazmak mı?”, yahut “Güneş yazmak mı daha rahattır, lâmba yazmak mı?” diye sorsa, bu soruyu saçma bulursunuz. Ve soru sahibine dersiniz ki: "Güneş lâmbadan büyüktür, ama benim ilmime göre değil; ben ikisini de aynı kolaylıkla bilirim ve yazarım."

Eşyanın büyüklükleri, küçüklükleri, az ve çok oluşları birbirlerine göredir ve kendi aralarında geçerlidir. İlâhî ilim azla çoğu, büyükle küçüğü bir bildiği gibi, ilâhî kudret de bunları aynı kolaylıkla yaratır, vücuda getirir.

Allah’ın bütün sıfatları sonsuzdur. Sonsuza göre az ile çoğun farkı olmaz. Matematikte, sonsuzdan biri de bir milyarı da çıkarsanız geriye yine sonsuz kalır. Bu kavram için bir ile milyar fark etmez.

Ve Allah’ın sıfatları muhittir, yani tecellileriyle bütün eşyayı kaplamıştır. Güneş bir şehrin tamamını aydınlattıktan sonra artık onun için gökdelenle gecekondunun, sinekle kartalın, karıncayla insanın bir farkı kalmaz. Işığıyla hepsini ihata ettiği, kapladığı için hepsini aynı kolaylıkla aydınlatır. Bütün insanları o şehirden göç ettirseniz güneşin işi kolaylaşmayacağı gibi, mevcut nüfusun yüz katı kadar insanı başka illerden misafir getirseniz onu yoramazsınız. Çünkü onun ışığı şehrin tamamını kaplamış, içine almıştır.

Problemler birbirine göre kolay ve zor olabilirler. Ama bir insan bunların tümünün çözümünü biliyorsa, onun için kolay ve zor kavramları ortadan kalkmış demektir. Çarpım tablosunun tümünü bilen bir insan, “iki kere ikinin dört olduğunu” da “dokuz kere dokuzun seksen bir olduğunu” da aynı kolaylıkla bilir. Dokuzun ikiden büyük olması onun ilmi için bir zorluk getirmez. Kudreti için de dokuz yazmak, iki yazmaktan zor değildir. Bu rakamlar birbirlerine göre büyük veya küçüktürler. Katibin kuvvetine ve ilmine göre değil.

Cenâb-ı Hakk’ın da bütün sıfatları umum eşyayı ihata etmiştir. Ne kudreti ne ilmi ne de diğer sıfatları için eşyanın tümü ile bir ferdi, azı ile çoğu, uzağı ile yakını arasında fark düşünülemez. Hepsini aynı kolaylıkla bilir ve aynı kolaylıkla yaratır.

81 Allah'ın ezeli ve ebedi oluşunu nasıl anlamak gerekir?

"Allah", denildi mi ezelî ve ebedî olan, bütün sıfatları sonsuz kemalde bulunan Ehad ve Samed bir zat anlaşılır. Böyle bir zat ise yaratılmaktan münezzehtir. Zira yaratılan her şey hadistir (sonradan olmuştur), fanidir (varlığının bir sonu vardır) ve bütün sıfatları sınırlıdır.

Allah doğmak ve doğrulmak gibi mahluklara ait sıfatlardan uzaktır. Çünkü onun ne başlangıcı, ne de sonu vardır. Evet o, vardı ve ondan başka hiçbir şey yoktu. Ezelî ve ebedî olan Allah'ın bir başkasının tesiriyle vücuda geldiği nasıl düşünülebilir?

Allah Ehat'tir. Zat ve mahiyeti varlıklara benzemekten, mekan ve zamandan, değişip başkalaşmaktan uzak olan tek ve yekta varlık odur. O Samet'tir. Bütün varlıklar, yaratılmasında ve yaşatılmasında, kısaca her hâl ve keyfiyetlerinde ona muhtaçtırlar, o ise hiçbir şeye muhtaç değildir.

Onun eşi, benzeri, dengi yoktur. Ne yaratıcılığında, ne idaresinde, ne terbiye ediciliğinde, ne de hakimiyetinde; ona denk olabilecek hiçbir mevcut düşünülemez. Zerre kadar aklı olan kimse böyle bir zat hakkında, bu çelişkili sorunun sorulamayacağını bilir.

Evet yaratıcı olan, yaratılan olamaz. Kuvvet ve kudreti sonsuz olan, bir başkasının tesiriyle vücuda gelemez. Başlangıcı olmayan, sonradan olamaz. Kısaca hem yaratıcılığın sonsuz kemal sıfatlarıyla donatılmış, hem de mahluk olmanın gereği olarak sınırsız eksikliklere sahip bir konumda olamaz.

Bir de konunun devir-teselsül ile ilgili bir yönü vardır ki o da şudur:

- Art arda bağlı hadiseler zincirinde mutlaka bir ilk halka olmalıdır ki diğer halkalar ona bağlı olsun. Mesela, on beş vagonlu bir trende, her bir vagonu bir önceki vagon çeker. Sonuçta iş, lokomotife dayandığında, "Lokomotifi kim çekiyor?" diye sorulmaz. Çekme gücü olan, fakat çekilmeye ihtiyacı olmayan bir araç olmalı ki -o da lokomotiftir- tren sağlıklı olarak hareket edebilsin.

- Aynı şekilde, bir şekerin nasıl yapıldığını sorsak, bize cevaben, şeker fabrikasında yapıldığı söylenecektir. Şeker fabrikasındaki aletlerin nerede yapıldığını sorduğumuzda onların da tezgahlardı gösterilecektir. Neticede problem bir ilme, bir iradeye dayandırılmazsa, tezgahın da tezgahı sorulacak ve kısır döngüye düşülecektir.

- Bir er, emri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve nihayet başkomutan da padişahtan alır. Peki, padişah kimden emir alıyor, diye sorulmaz, zira o emir alan değil emir veren konumundadır. Eğer birinden emir alacak olursa, o da emredilenler sınıfına girer ona emir veren kimse padişah olur.

Buraya kadar yapılan açıklamalardan açıkça anlaşılıyor ki, bu kainatın varlığı, zatı, isimleri ve sıfatlarıyla ezelî olan bir yaratıcıya dayanmaktadır. Böyle bir zatı kimin yarattığı sormak aklen mümkün değildir.

* * *

- Ezel, önsüz, başlangıcı olmayan, geçmiş zamanın bir ucu olarak tasavvur edilmeyen ve dolayısıyla, bir zaman dilimi olarak mütalaa edilemeyen nev-i şahsına münhasır bir kavramdır. Onu, geçmişle bağlantılı olarak düşündüğümüz için,ister istemez kavram olarak da onu zamanla ilişkili olarak değerlendiririz. Aslında, hiçbir zaman ve mekân ve varlık yokken Allah vardı. O hep vardı... İşte bu ezeldir. Yani bir varlığın başlangıç noktasının olmaması, onun ezelî olduğu anlamına gelir.

“Allah vardı, onunla birlikte hiçbir şey yoktu.” (Kenzu’l-Ummal, Hadis No: 29850)

mealindeki hadisten anlaşılacağı üzere, yer ve göklerin de içinde bulunduğu yaratılmış varlıktan hiç bir eser yokken, Allah vardı. Zaten Ezelî olmanın anlamı da budur.

- Hadiselerin akışı, Allah’ın ezelî ilminde belli bir sıralamaya tabi değildir. Alimler, kader konusunda bu husus anlatırken, “Kader / Allah’ın ezelî ilmi, sebebe ayrı müsebbebe ayrı olarak taalluk etmez. Bilakis her ikisine birden taalluk eder.” diyorlar. Bunu bir misal olarak şöyle açıklayabiliriz:

Elinizdeki bir ayna düşünün, sağında A, solunda B nesneleri vardır. Aynayı sağa çevirdiğinizde, A nesnesini gösterir, fakat B nesnesini göstermez. Şayet onu sola çevirirseniz, bu kez B nesnesini gösterir, fakat A nesnesini gösteremez. Çünkü, aynanın görüş sahası, gösterim alanı, sınırlıdır. Bir tarafa döndüğünde diğer tarafı bakış/görüş açısına aşlamaz.

Şimdi, bir aynanın elinizde değil, tavana asılmış yüksek bir yerde olduğunu düşünün. Bu ayna, sağa-sola çevirme ihtiyacını duymaksızın, bir anda hem sağ taraftaki nesneleri, hem sol taraftaki nesneleri birden gösterir. Çünkü, bu aynanın bulunduğu konumu itibariyle, belli bir tertibe/bir sıralamaya ihtiyaç duymadan geniş perspektifiyle oradaki bütün nesneleri birden görüntüler ve gösterir.

İşte bütün varlıklar, olaylar, Allah’ın her şeyi birden kuşatan ezelî ilminde, geçmiş-gelecek zaman dilimlerine göre,  parçalar halinde değil, o ilmin kuşatıcı ve ezelî konumuna uygun olarak bir bütün halinde yansımaktadır. Olan, olmakta olan ve olacak olan her şey -güneşin, karşısındaki bütün nesneleri birden  aydınlatması gibi- Allah’ın ezelî ilminin güneşi karşısında bir anda toptan yansıma imkânını bulmaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Allah'ın ezeliyeti nasıl oluyor; akla tefhim ve takrib edecek bir misali var mıdır? 

- Sonsuzluk anlaşılabilir mi?

82 Cansız varlıklar da Allah'ı zikir ve tesbih eder mi?

Dua kulluğun simgesi ve başlı başına bir ibadet olduğuna göre, sadece insana has bir olgu değildir. Bu yönüyle kainattaki bütün mahlukat onunla ilgilidir. Toprağın bağrına atılan bir tohum, çatlamak, başını topraktan çıkarmak ve güneşe doğru filizlenmek için dua eder. Ama biz onun dilini anlamayız. Yumurtaları üzerinde yatan kuş, yavruları için dua eder. Ama kendi lisanında. Ağaçlar, mevsimi geldiğinde meyve vermek için dua ederler. Ama insan bunun farkında değildir.

İşte müminin kainata bakışı budur. Kur'an-ı Kerim'de buyurulur ki;

"Kainatta hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah'ı tesbih etmesin, Onu anmasın, Ona dua etmesin. Fakat siz onların bu tesbihlerini, zikirlerini, dualarını fark etmiyorsunuz." (İsra, 17/44)

“Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı tespih ve Ona hamd etmesin,”  mealindeki âyet-i kerimede geçen “şey” tabiri, canlı-cansız her varlığı içine alır. Her şey Onu tespih eder ve Ona medih ve senada bulunur.

Yine Kur'an'da Allah korkusundan yarılan, dağlardan yuvarlanan taşlardan bahsedilir. Gök gürültüsünün hamd ile Allah'ı tesbih ettiğinden bahsedilir. Peygamber Efendimiz (asm)

"Bu dağ Uhud'dur. O bizi sever biz de onu severiz."

buyurur. Yine Peygamberimiz (asm) hayvanların kendi dillerince Allah'ı andığını söyler. Evet Allah'tan korkan taşlar, insanları seven dağlar, Allah'ı zikreden canlı veya cansız mahluklar. Müminin kainata bakışı budur. Biz bu mahlukatın dillerini anlasaydık fırtınalı denizin "Ya Celil, Ya Celil" diye zikrettiğini duyacaktık. Dillerini anlasaydık, kedilerin "Ya Rahim, Ya Rahim" diye dua ettiğini işitecektik. Yani sözün kısası sadece insanlar dua etmez. Bütün mevcudat, bütün varlık kendi dilinde dua eder.

Yeryüzünde insan dışındaki canlılara baktığımız zaman esas olarak üç şekilde görürüz:

- Dik olarak ayakta duranlar: Bitkilerin çoğunluğu ile iki ayaklı hayvanlar gibi.

- Yarı ayakta, yani, eğik olarak duranlar: Dört ayaklı hayvanlar gibi.

- Yerde sürünenler: Sürüngen hayvanlarla bâzı bitki çeşitleri gibi.

Bu saydığımız mahlûklar, yukarıdaki âyetin ifade ettiği ibâdetlerini, bulundukları şekilleriyle yapmaktadırlar.

Kur'an'ın bildirdiğine göre kainatta canlı cansız her şey Allah'ı zikir ve tesbih eder. Kur'an'da, yerde ve gökte bulunan her şeyin Allah'ı tesbih ettiği haber verilmiştir:

"Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tesbih etmiştir. O, Aziz'dir, Hakîm'dir." (Hadîd, 57/1).

Ayetteki "Her şey Allah'ı tesbih etmiştir" ifâdesi, çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Canlı varlıkların Allah'ı tesbih etmeleri, O'nun her çeşit noksanlıklardan ve yüce şanına yakışmayan şeylerden berî olduğunu dil ile ifade etmeleridir. Bütün alimler, canlı varlıkların Allah'ı bu şekilde tesbih ettiklerini söylemişlerdir. Fakat, canlı olmayan varlıkların Allah'ı tesbih etmeleri hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı alimlere göre, canlı olmayan varlıkların Allah'ı tesbih etmeleri, O'nun yaratıcılığına, gücünün her şeye yettiğine delil olarak gösterilmeleridir. Bu şeylerin varlığı, Allah'ın yüceliğini göstermektedir. Onların bu hali, tesbihleridir. Bazı alimler de, cansız varlıkların canlı varlıklar gibi Allah'ı zikrettiklerini söylemişler ve bu hususta delil olarak da yukarıda geçen şu ayeti göstermişlerdir:

"Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu tesbih ederler. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, Halîm'dir, çok bağışlayandır." (İsrâ, 17/44).

Bu görüşü savunan alimlere göre, cansız sanılan her şeyde, insanların fark edemedikleri bir canlılık vardır. Bütün eşya, atomlardan meydana gelmiştir. Atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar, akla şaşkınlık verecek bir hızla dönmektedir.

Diğer bazı âlimlere göre ise, kâinattaki her şey, canlı ve cansız bütün varlıklar, Allah'ın emrindedirler. Yüce Allah, dilediği gibi bu varlıklarda tasarrufta bulunur. Her şey onun emrinin karşısında teslimiyet içerisindedir. Onların tesbihleri, bu teslimiyetleridir (Muhammed Ali es-Sabûnı, Safvetü't-Tefâsîr, İstanbul 1987, III/319 vd.).

83 Allah'ın mahiyeti, insan aklıyla kavranabilir mi?

Öncelikle, şurası iyi anlaşılmalıdır ki, bir şeyin varlığını bilmek ayrıdır, mahiyetini bilmek ayrıdır. Kâinatta bir çok şey vardır ki; akıl onların varlıklarını apaçık bildiği hâlde mahiyetlerini kavrayamamaktadır.

Mesela insan, bir fizik kanunu olan yerçekimini bildiği ve hatta o kanuna tabi olduğu hâlde, onun mahiyeti hakkında hiçbir fikir sahibi değildir. Annenin, evladına sarılmasıyla varlığını anladığımız şefkat hissinin, nasıl bir his olduğu konusunda yine hiç kimse bir fikir sahibi değildir. Ruh, elektrik, hayal gibi hususların varlığı nasıl apaçık bir hakikat ise onların mahiyetlerinin bilinmemesi de aynı derecede açık bir hakikattir.

Akıl ile anlaşılamayacak konuları anlamaya, izaha zorlanmak; demagojidir, cehalettir. Bu davranışıyla insan, doğru düşünce kulvarından sapar ve altından kalkamayacağı ve sonuçta kendisinin helâkine sebep olacak ağır bir yükün altına girer.

Eser ustasını idrak edip anlayamayacağı gibi, akıl da kendisini yaratanın mahiyetini anlamaktan acizdir. Çünkü akıl, yaratılmış bir sanat eseridir ve sınırlıdır. Görmenin, işitmenin kısaca beş duyunun sınırlı bir algılama sahası olduğu gibi, aklında belirli bir anlama sahası, sınırlı bir algılama gücü vardır. Cenab-ı Hakk’ın kudsî mahiyetini anlamak, idrak etmek, aklın idrak ve intikal sahasının dışındadır.

Şurası bilinen bir gerçektir ki; insan, değil Allah’ın zatını, kendi ruhunun, hayalinin, vicdanının mahiyetini dahi kavrayamaz. Çünkü saydığımız bu özellikler cismanî olmadığından dolayı, akıl onlara bir suret giydiremez, bir şekil veremez. Mesela, hayal için; uzunluk-kısalık, büyüklük-küçüklük, söz konusu olmadığından, akıl onlara bir şekil veremez ve bir sınır çizemez. Bununla birlikte hiçbir insan, mahiyeti bilinmeyen bu duyguyu inkâr da edemez.

Kendi mahiyetini bilmekten aciz olan insanın, bütün akılların, hayallerin, ruhların, hislerin, vicdanların, hafızaların ve meleklerin yaratıcısı olan Allah’ın kutsi mahiyetini anlamaya zorlanması, en büyük bir cehalet ve demagojidir.

Allah’ın bütün sıfatları, sonsuzdur, sınırsızdır ezelî ve ebedîdir. Akıl, ise sınırlıdır ve sonradan yaratılmıştır. Sınırlı olan sınırsız olanı, başlangıcı ve sonu olan, ezelî ve ebedî olanı elbette kavrayamaz. İşte gerçek anlamda idrak ve doğru algılama, insanın Allah’ın mahiyetini algılamaktan aciz olduğunu anlaması, idrak etmesidir.

İnsan aklı, bilinmeyene bilinenden, soyuta somuttan, zora kolaydan, genele özelden gitme eğilimindedir. Yüce Allah’ın, eşi, benzeri, ortağı, dengi yoktur ki; insan, kıyas ve temsil yoluyla; deney ve tecrübe vasıtasıyla, düşünce ve hayal aracılığıyla onun kutsi hakikatini anlamaya yol bulabilsin.

Aklın, Allah’ın mahiyetini idraki, mantıksal olarak da çelişkiyi gerektirir. Çünkü o hâlde sınırlı, sınırsızı; sonradan olanın başlangıcı olmayanı kapsaması gerekir. Bu ise imkânsızdır. Akıl, Allah’ı varlığı zorunlu, kudreti sınırsız, iradesi sonsuz, ilmi her şeyi kuşatan olarak bilmekle sorumludur. Zaten yaratılış amacı da budur. Şu hâlde Allah’ın kutsal mahiyeti, ne idrak edilebilir ne hayal edilebilir ne de hissedilebilir. Akılla anlaşılan ve duygularla algılanan her şey mahluktur. Allah’ın varlığı bu dünyada, ancak aklın nuruyla görülür, kalbin sezgisiyle sezilir.

Evet, aklın görevi, Allah’ın kâinatta yansıyan büyüklük ve yüceliğini, kudret ve hakimiyetini ve yarattıklarında ortaya koyduğu sınırsız estetik dizaynı ve kulları için yaptığı lütuf ve yardımları gözlemlemek, derinden derine düşünmektir.

84 Zat-ı İlahi, Lafza-i Celal, şuunat, sıfât, esma ve ef'al kavramlarını örneklerle açıklar mısınız?

Zât-ı İlâhi: “Cenâb-ı Hakk’ın, bütün sıfatları, fiilleri, isimleri sonsuz kemalde bulunan ve her türlü noksanlıktan münezzeh bulunan Zâtı.”

“İzzet sahibi Rabbin onların isnad etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir.” (Saffat, 37/180)

Bazı kimseler Cenâb-ı Hakk’ın kudsî zâtı hakkında bir takım sorular ortaya atıyor, asılsız ve temelsiz tahminler yürütüyorlar. Bunu yapanlar, daha çok, itikadı zayıf, fikri sönük, kul olduğundan gafil ve ameli noksan kimseler. Bunlar sorumluluktan korkuyor, âhiretten ürküyor, ibadetten kaçıyorlar. Kendi vehimleriyle öyle bir ilâh arıyorlar ki, O’nun mülkünde diledikleri gibi hareket edebilsinler. Ölümle hiçliğe gömülüp bir daha dirilmesin, hesaba çekilmesinler. O bâtıl mabudun, emir ve yasakları olmasın. Her işlerinde kendi başlarına buyruk olsunlar. Nefisleri nereyi isterse oraya koşabilsin, nereden hoşlanmazsa oradan kaçabilsinler.

Onlara Asr-ı Saadet öncesini hatırlatıp deseniz ki, “O günün insanları kendi yaptıkları putlara taparlarmış.”, “Böyle saçmalık mı olur?” derler. Gel gör ki, kendi yaptıkları onlarınkinden pek farklı değil. Onların elleriyle yaptıklarını, bunlar hayalleriyle yahut vehimleriyle yapmaya çabalıyorlar. Bir de, onların gayesi tapınmak imiş, bunların ki ise ibadetten kaçmak.

Biz bu adamları kendi kuruntularıyla başbaşa bırakıp, insan aklının bu vadideki güçsüzlüğünü şöyle bir düşünelim:

Ne göz her varlığı görür, ne kulak her sesi işitir, ne de akıl her şeyi anlar. Her şey Allah’ın mülkü ve mahlûku. Akıl ise o her şeyden sadece bir şey. Ve her mahlûk gibi, o da mahdut, sınırlı. Henüz bir hücreyi bile tam olarak izah edememiş, genin şifrelerini çözememiş. Öte yandan galaksilere sınır biçememiş, semanın azametini rakamlara dökememiş. Kısacası, insan aklı henüz mahlûkat dairesini bütünüyle anlamış değil. Bu hâliyle kalkıyor, hâlikıyeti anlamaya, bu mukaddes sahada tahminler yürütmeye zorlanıyor. Kaldı ki, akıl henüz kendi mahiyetinin cahili. Nasıl bir mahlûk olduğunu hakkıyla anlamaktan âciz.

Akıl nedir? Nasıl çalışır? Duyu organlarıyla edindiği bilgileri nasıl yoğurur? Hâfızadan nasıl yardım alır? Elde ettiği neticeleri hâfızaya ne ile gönderir? Bu ve benzeri nice sorulara insanoğlu cevap bulamamakta.

Aslında aklın kendi mahiyetini bilmemesi, insan için büyük bir irşad kapısı, büyük bir hidayet vesilesi. “Henüz kendini lâyıkınca bilmeyen bir âletin öncülüğüne fazla güvenilmez” diye bir ikaz işareti.

Hiçbir akıl kendi mahiyetini bilemez ve yine hiçbir akıl kendi varlığından şüphe etmez. Bu, İlâhi hikmetin bir şifresidir. İnsan bu şifreyi çözerse, ne bu âlemin bir sahibi olduğundan şüphe eder, ne de O’nun kudsî zâtını anlamaya zorlanır.

Cenâb-ı Hakk’ın mukaddes Zâtı hakkında ortaya atılan bütün hayaller ve vehimler, “Akıl mahlûktur, Hâlıkını ihata edemez.” hakikatına göz kapamanın birer acı neticesi.

Evet, “Akıl mahlûktur, Hâlıkını ihata edemez.” yâni, hakkıyla kavrayamaz, lâyıkıyla bilemez.

Çevremizdeki varlıklara şöyle bir göz atalım. Bahçelerde boy gösteren ağaçlar, kırlarda otlayan koyunlar, üzerimizde uçuşan kuşlar, her an emdiğimiz hava, dünyamızı aydınlatan Güneş, gece yolumuzu gösteren Ay... Hepsi Hakk’ın mahlûku... Herbirine ayrı bir mahiyet verilmiş, farklı özellikler takılmış, değişik vazifeler yüklenmiş. Arı, Güneşe benzemediği gibi, bal vermesi de ışık saçmaya benzemiyor.

Kuş, ceylan, balık ve şu yerküre... Herbiri ayrı bir varlık. Ne zâtları birbirine benziyor, ne sıfatları, ne de fiilleri... Biri uçar, diğeri koşar, beriki yüzer, bu ise döner... Herbiri ayrı bir âlem.

Misâlleri çoğaltabiliriz.

Şimdi düşünelim: Bu ayrı ayrı mahiyetler kimin hazinesinden geliyor? Bu sıfatları bu varlıklara kim taktı? Hiçbiri kendi zâtını, fiillerini ve sıfatlarını kendisi arayıp bulmadığına, beğenip almadığına göre, bu kadar farklı varlıklar kimin kaderiyle takdir edildi ve kimin kudretiyle icad edildiler?

Bozulmamış her akıl idrak eder ki, bu varlıkları yaratan elbette hiçbir cihetle onlara benzemez. Ve bu mahlûklar, akıllı olsalar, hiçbiri Hâlıkını kavrayamaz; O’nun kudsî Zâtını anlayamaz.

Bir de kendi varlığımızı düşünelim. Herbiri değişik özeliklere sahip ve farklı işler gören organlarımızı; “gözümüzü, kulağımızı, kalbimizi, ciğerimizi” bir an için şuurlu farzedelim ve onlara ruhu soralım, “Ruhu nasıl bilirsiniz?” diyelim. Bu organlardan, şuurunu yerinde kullananlar diyeceklerdir ki, o hepimizi idare eden ve hiçbirimize benzemeyen bir başka varlıktır. Onun hakkında ne konuşsak, yalan olur. O’nu neye benzetsek saçmalarız, gülünç düşer ve rezil oluruz.

İkisi de mahlûk oldukları halde, bedenin organları ruhu anlayamıyor. O halde, bir mahlûk olan akıl, kendi Hâlıkının kudsî mahiyetini nasıl anlayabilir? O’nun mukaddes Zâtını nasıl kavrayabilir?...

Zaten, akıl neyi anlarsa, hâfıza neyi alır, hayal neye ulaşırsa, bütün bunlar tıpkı, gözün gördüğü, kulağın işittiği, dilin tattığı varlıklar gibi birer mahlûk olurlar. Bu âletlerin hepsi yaratılmış... Elbette, bu terazilerin tartabildikleri de ancak mahlûk olabilir, Hâlık olamaz...

Lâfza-i Celâl, Allah...

Semayı direksiz durduran Kayyum. Küreleri muntazam döndüren Hâkim. Bütün hayatları bahşeden Muhyi. Bütün kuvvetleri lütfeden Kâdir. Sonsuzluk, zâtına has olan Bâki. Evveli olmaktan münezzeh Kadîm. Tüm sesleri birden işiten Semi’. Gizli-âşikârı bir gören Basîr. Varlığı her şeyden âşikâr Zâhir. Ne his, ne akılla bilinmez Bâtın. Allah...

Varlık O’nun varlığını gösterir. Birlik O’nun vahdetini bildirir.

Şu bütün çekirdekler, yumurtalar, kökler ve nihayet varlık âleminin ilk mahlûku Nur-u Muhammedî, bize O’nun evveli olmaktan münezzeh bir ezelî olduğunu ders verirler.

Şu varlık âleminde bir süre kendini gösterip sonra gözden kaybolan hadsiz eşya, onları terhis edip yerlerine yenilerini getiren bir ebedî kudreti durmadan ilân ederler.

Nurların Muazzez Müellifi'nin pak gönlünden coşarak satırlara dökülen şu hikmet çağlayanını birlikte dinleyelim:

“Şu mevcudat İrade-i İlâhiyye ile seyyaledir. Şu kâinat emr-i Rabbanî ile seyyaredir. Şu mahlûkat, İzn-i İlâhî ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor. Âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zahirî giydiriliyor. Sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbanî ile mütemadiyen istikbalden gelip hâle uğrayarak teneffüs eder, mâziye dökülür.” (Mektubat)

Allah, başlangıcına hiçbir hayalin erişemeyeceği o zaman nehrini akıtan Zât. Onda akıttığı nice maddelerden şu gökkubbeyi çatan Zât. Bu kâinat sarayını bir süre boş olarak o nehirde akıttıktan sonra, rahmet hazinelerinden, o akıcı âleme, fâni mahlûkatını döken Zât. Bitkileri o arz sahrasında yaratan, hayvanları o tarlada otlatan ve öldüren, insanları o gezici imtihan meydanına getiren ve götüren Zât. Herkes ve her şey O’nun zaman nehrinde akmağa ve sonunda zevâl ve ölümü tatmağa mahkûm. Hâkim ancak O. Rahîm ancak O. Bâki ancak O. Kadîm ancak O...

O’nun yarattığı, zaman içinde yüzdürdüğü ve dünyasında gezdirdiği bir kul olarak, O’nun kemalini nasıl idrak edebiliriz!..

Mahlûk ve sınırlı olan aklımızla, bütün sıfatları sonsuz kemalde bulunan Allah’ın zâtını elbette idrak edemeyiz.

Evet, O’nun zâtının kutsî mahiyetini ancak kendisi bilir.

Allah, bizleri imana, marifete, muhabbete götürecek pekçok duygularla, lâtifelerle donatmış. Bu yaratılışımız sayesinde, pekçok hakikatlara muhatab olabiliyoruz. Bunlardan birisi de, Allah’ın zâtının bilinmezliği.

Allah’ın zâtı hakkında tefekkür etmek insanı şirke götürür. Yâni, böyle bir düşünceye dalan insan Allah’a ortak koşma yolundadır. İnsan, Allah hakkında her ne düşünse, o kendi fikrinin bir mahsulü olmaktan ileri gidemez. Akıl mahlûk olduğu gibi, onun düşündükleri de mahlûk. İnsan, Allah’ın zâtı hakkında her ne düşünse, mahlûkattan elde ettiği bilgiler ve görgüler çerçevesinde düşünecek ve mutlaka hataya düşecek, yanlış karar verecektir.

İşte bu noktada, kalbimizi nurlandıran, aklımızı kamaştıran, fikrimize ufuklar kazandıran büyük bir lütufla karşı karşıyayız: Kur’an. Allah’ı, o Allah kelâmı ile bilen insan, hakikata ermiştir. Beşer aklının bu vadide konuşacağı sözler çok sınırlı.

Allah’ın sıfatları, fiilleri, isimleri, şuunatı hakkında da bu zaif aklın bize söyleyeceği çok az şey vardır.

“Rabbimizin bizden razı olması için neler yapmalıyız?” sorusu ise aklın hiç yanaşamayacağı bir umman.

Akılla sahiline erişilmez nice sahalarda Kur’an sayesinde rahatlıkla dolaşıyor, fikrin takatini aşan nice hakikatleri kolaylıkla anlıyoruz.

Şuunat:

Şuunat, "Şe’n"in çoğuludur. Şe’n: “Şan. Tavır. Hâl. Kabiliyet. Emir. Kasıt”

Allah’ın zâtı mukaddes olduğu gibi, şuunatı da mukaddes. Yâni, beşer aklı bu hususta ne düşünse, ne tahmin etse, ne hayaller kursa Allah’ın zâtı ve şuunatı bunların hiçbirine benzemez; hepsine benzemekten münezzehtir.

Şuunat, şe’n’in çoğulu. Şe’n için Türkçe'mizde tam bir karşılık bulamıyoruz. En yakın mânâ olarak “hal, kabiliyet” deniliyor.

Hâlık (yaratıcı) Allah’ın bir ismidir. Hâlıkıyet ise şe’nidir. Yâni, yaratıcı olmak Allah’ın şânındandır. Bu hâlıkıyetini icra etmek diledi mi bu dilemeği, yâni bu iradeyi, ilim, kudret gibi sıfatlar takib ediyor ve halk (yaratma) fiili icra ediliyor. Böylece yaratılan o mahlûkta Hâlık ismi tecelli ediyor.

Rab da Cenâb-ı Hakk’ın bir başka ismi, Rab, yâni terbiye edici. Rububiyet (terbiye edici olmak) ise Allah’ın bir şe’ni.

Bütün İlâhî isimler böylece düşünüldüğünde herbirinin şuunât-ı ilâhiyyeden bir şe’n’e dayandığı anlaşılır.

Sevmek, lezzet almak, hoşlanmak insan için birer şe’n. Allah da mahlûkatını sever ama, bizim bir eserimizi sevmemiz gibi değil. İşte bu İlâhî muhabbeti, mahlûkatın sevgilerinden ayırmak için “mukaddes” kelimesi kullanılır. Allah da kulunun ibadetinden memnun olur. Ama, bu memnuniyet bir padişahın kendisine itaat eden bir askerinden memnuniyeti cinsinden değildir. İşte bunu zihinlere yerleştirmek için “memnuniyet-i mukaddese” tabiri kullanılıyor.

Allah’ın bütün mahlûkatının ihtiyaçlarını görmekte bir lezzet-i mukaddesesi vardır. Ama bu lezzet, bizim bir fakiri giydirmekten yahut doyurmaktan aldığımız lezzet gibi değildir.

“Her bir faaliyette bir lezzet nev’i vardır” hakikatından hareket ederek kâinata nazar ettiğimizde, Cenâb-ı Hakk’ın herbir fiilini icra etmekte, herbir ismini tecelli ettirmekte bir lezzet-i mukaddesesi olduğu aklımıza görünür. Bu lezzetin keyfiyetini ise akıl idrak edemez. Zira, akıl ancak mahlûkat sahasında düşünebilir. Hâlık, düşünme sahasına -hâşâ- girmez. O’nun zâtına ve şuunatına akıl değil kalp teveccüh edebilir; iman ile, marifet ile, muhabbet ile, haşyet ile...

Esma-i İlâhîyeden sadece Rab ismiyle meselemize bir derece ışık tutmağa çalışalım:

Her mahlûku O terbiye ediyor. Bunların herbirisiyle hususî alâkadar oluyor; bir lezzet-i mukaddese ile.

Güneşi yandırmak, arzı döndürmek, yumurtayı uçurmak, nutfeyi gezdirmek birbirinden çok ayrı harika birer terbiye. Hayvan nev’ilerinin herbirinin de nice cinsleri var. Her nev ve her cins değişik özelliklere sahip. Herbirinin bütün ihtiyaçlarını gözeterek terbiyesine bakmak Allah’a mahsus.

Şu dünya kafesindeki kuş nevilerine bakalım. Ruhunda tereddüt ve korkunun hükmettiği serçeden, heybet ve ihtiras timsali kartala kadar bütün kuşları aynı kafeste ne kadar mükemmel besliyor. Herbirinin ihtiyaçlarını ne kadar muntazam görüyor.

Bir kuş nev’inde birbirinden bu kadar farklı terbiyeleri birlikte icra eden Allah, aynı anda, denizlerde ve okyanuslarda o kadar farklı balık çeşitlerini ayrı ayrı terbiyeden geçiriyor, besliyor, büyütüyor, idare ediyor. Herbirinin hertürlü ihtiyacını görüyor. Ömrü dolan bir balık başkasına yem oluyor. Böylece sanki, “Ne zamandan beri rızıklanarak Rabbimin Rezzak ismine ayine oldum, şimdi de aynı vazifeyi rızık olarak göreyim ve bu dünyadaki son tesbihimi de böylece yapayım.” diyor.

Orman ayrı bir âlem... Nice farklı terbiyeler de orada birlikte ve aynı anda gerçekleşiyor. Arslanın, kaplanın, parsın, sincabın, ceylanın, tilkinin, tavşanın terbiyeleri hep ayrı ayrı veriliyor. Rızıkları ayrı ayrı hazırlanıyor.

Bütün bu milyonu aşan hayvan nev’inin terbiyesi yanında, aynı anda yine milyonu aşkın da bitki nev’i terbiye görmekte. Yoncasından kavağına, domatesinden baklasına, gülünden lâlesine, goncasına kadar...

İşte Rabb-ül Âlemin, melekler âlemini, sema âlemini, arz âlemini ve onlardaki bu milyonlarca ayrı âlemi birlikte tanzim ve idare etmekten, onlarda san’atını, ilmini, kudretini, ihsanını, keremini sergilemekten, beşerî ölçülere gelmez ulvî bir lezzet alır. İşte bu İlâhî lezzet, “lezzet-i mukaddese” tabiriyle ifade ediliyor.

“İnsanın bir ferdi sair hayvanatın bir nev’i gibidir.” (Mesnevî-i Nuriye’den) hakikatının penceresinden meselemize nazar ettiğimizde bambaşka bir tabloyla karşılaşırız.

İmanın, ihlâsın, havfın, muhabbetin, güzel ahlâkın sonsuz dereceleri, muhtelif fertlerde ve ayrı ayrı mertebelerde, kendilerini gösteriyorlar. Her peygamber (a.s.), her sahabi, her veli ve nihayet her mü’min ayrı bir âlem.

Büyük insanların hepsinde her güzel ahlâk mevcut. Ama, farklı derecelerde, ayrı seviyelerde. Kimi muhabbette daha ileri, kimi Allah korkusunda, kimi ilimde umman, kimi cömertlikte. Biri cihatta önder, beriki tefekkürde.

Bütün bu güzelliklere, insanlar arasında, en ileri seviyeyle sahip olan bir tek zât var: Resulûllah (a.s.m.) Efendimiz. Allah’ın, insan terbiyesinden aldığı lezzet-i mukaddesenin en ileri seviyesi de Habibullah’ın terbiyesinde saklı.

“Kulum bana adım adım gelirse, ben ona koşarak gelirim.” Hadis-i Kudsîsini bu yönüyle şöyle anlayabiliriz: Biz Allah’ı sevme vadisinde bir adımlık yol alsak, Allah’ın bize göstereceği mukaddes sevgi bunun on, yüz, bin, milyon katı kadar olacaktır. Çünkü, biz O’nun kuluyuz, O’nun san’atı, O’nun mahlûkuyuz.

Bir baba bile evlâdından gördüğü bir sevgiye on belki yüz katıyla karşılık verirse, Hâlık’ın, kendini seven bir mahlûkuna muhabbeti nasıl olur?

Ve Cenetteki sonsuz ihsanlar lezzet-i mukaddesesinin en ileri mertebesi.

Ve Cennet... Allah’ın saadet yurdu olarak yarattığı mukaddes belde... Sevdiği kullarını ebediyyen sevindirmenin İlâhî sürûru ve mukaddes lezzetleriyle Rabbimiz o âlemde mü’minlere sonsuz ikramlarda bulunacak.

Diğer Esma-i İlâhiyyenin tecellileri de Rab ismiyle birlikte düşünüldüğünde, Allah’ın lezzet-i mukaddesesinin de ilmi ve kudreti gibi sonsuz olduğuna bir derece bakılabilir.

İlâhi Sıfatlar

Sıfat: “Vasıf. Hâl. Keyfiyet. Nişan. Alâmet” “Zâtın bazı ahvâline delâlet eden bir isim.”

Cenâb-ı Hakk’ın zâtı bilinmez; ama zâtının varlığına mahlûkat adedince şahitler mevcut. O’nun mukaddes sıfatları da kemaliyle idrak edilemez; ancak o sıfatların varlıkları ve sonsuz oldukları bilinebilir.

İlâhî sıfatlar, “sübutî” ve “selbî” olmak üzere iki gruba ayrılıyor.

Sübutî sıfatlar, “hayat, ilim, irade, kudret, sem (işitme), basar (görme), kelâm ve tekvin.” Bu sıfatların hepsi ezelî, hepsi ebedî, hepsi sonsuz ve yine hepsi mutlak.

Bu sıfatlarda ne bir azalma ne de artma düşünülebilir.

Hayat, Allah’ın bir sıfatı. Ezelde ne ise ebedde de aynı. Bu hayatta ne bir azalma olur, ne de artma. Bizlere hayat bahşetmesi, O’nun ihya (hayat verme) fiiliyledir. Bizde hayat yaratmakla O’nun hayatında bir noksanlık olmaz. Malûmdur ki, Allah maddeden münezzehdir; maddenin sıfatlarından da münezzehdir. Allah bir maddî mahlûkuna ağırlık, boy, en, hacim gibi sıfatlar takmış. Bu sıfatlardan O’nun zâtı münezzeh. Bunların hepsini yoktan yaratıyor. O halde bu eşya ne kadar çok yaratılırsa yaratılsın Allah’ın zâtı için ve zâtî sıfatları için bir değişme söz konusu olamaz. İnsan bile, eserine benzemezken, eserinde yaptığı değişiklikler onun zâtında bir değişme meydana getirmezken, mahlûkattaki değişmelerin İlâhî sıfatlarda bir değişiklik yapması nasıl düşünülebilir?!..

Allah’ın bir sıfatı da ilim. Ne kadar varlık yaratırsa yaratsın, onlara ne kadar hikmetler, mânâlar, faydalar takarsa taksın Onun ilim sıfatında bir değişme düşünülemez.

Allah’ın kudreti de öyle. Ağaca elma takmakla, insan koluna kuvvet takmak arasında Allah için bir fark yoktur. Elma da O’nun mahlûku, kuvvet de. Mahlûkun artıp azalması ise, Hâlikde hiçbir değişme meydana getiremez.

İlâhî sıfatlardan bir diğeri “Basar” yâni görme, biri de “Sem’ ”, yâni işitme. Maddeden münezzeh olan Allah’ın görmesi gözden, işitmesi de kulaktan münezzeh. İlmi ve kudreti gibi görmesi ve işitmesi de sonsuz. Bir anda sonsuz işleri kudretiyle gördüğü gibi, sonsuz sesleri de işitmekte ve sonsuz eşyayı görmekte.

Bu eşyadan birisi kendi nefsimiz, kendi vücudumuz, kendi ruhumuz. 

Bizim ne hücrelerimizi değiştirmeğe gücümüz yeter, ne de mevsimleri. Dünyamızı gece ile örten de O, gözümüzü uyku ile kapatan da. Diğer varlıklar da bizim gibi. Meseleyi böyle değerlendirirsek Rabbimizin, sonsuz sıfatlarıyla bütün eşyayı ihata ettiğini ve herbir mahlûkunun yanında hazır olup, onun bütün ihtiyaçlarını bizzat gördüğünü daha iyi anlarız.

Sübutî sıfatlarının varlığını bilelim diye, Rabbimiz ruhumuzda bir sıfatlar âlemi yaratmış. Bizim de hayatımız, ilmimiz, irademiz, kudretimiz, işitme ve görmemiz var. Ama bunların hepsi mahlûk, hepsi sınırlı, hepsi kula münasip. Allah da hayat sahibidir ama kulunun hayatı gibi değil. O da görür, işitir fakat kulun görmesi, işitmesi gibi değil. Onun da iradesi var, ama cüz’î değil. O da kudret sahibi, lâkin bu kudret sınırlı değil.

Biz bu mahlûk sıfatlarımızı iyi değerlendirebilirsek Allah’ın mutlak ve sonsuz sıfatlarının var olduğunu bilir, onları sonsuz olarak tanırız.

“Kalem-i Kudret” tabirinden ilham alarak şöyle düşünebiliriz: Şuursuz kalemden yine şuursuz mürekkep akıyor. Ama, kâğıda ilim saçan bir cümle dökülüyor. Ve biz bu yazıyı ilim sahibi, gören, işiten bir zâtın irade ettiğini hemen anlıyoruz. Bir çocuğa bile, sahifedeki resimleri kalemin çizdiğine inandıramazsınız.

Yeryüzü bir sahife. Bütün çiçekler, ağaçlar, böcekler, kuşlar ve nihayet bütün bir insanlık âlemi bu sahifede yazılıyor. Allah’ın kudret kalemiyle, ilmiyle, iradesiyle.

Allah bütün bu mahlûklarını görüyor, ihtiyaçlarını biliyor, seslerini işitiyor ve onlarla kelâm ediyor; vahiy ve ilham ile. Sübutî sıfatların varlığını böylece tasdik eden insan, bunlardan selbî sıfatlara intikal eder.

Vücut sıfatı hakkında şöyle düşünür: Her isim bir varın alâmeti, simgesi. Ağaç diyorsam, bu isme sahip bir varlık olduğu içindir. Toprak, su, deniz, ova, gök, yer, melek, insan hep varlık isimleri... Bu varlıkların var edilmelerini yokluğa veremeyeceğime göre, bütün bunlar Allah’ın varlığına birer delil, birer alâmet. Ve O’nun vücut sıfatına birer şâhit.

Sonra her varlığın bir başlangıcı olduğunu düşünür; başlangıcı olmaktan münezzeh olan Allah’ın “kıdem” sıfatını onlarda okur. Keza her varlığın bir sonu olduğunu dikkate alır ve sonu olmaktan münezzeh olan Allah’ın “beka” sıfatını bütün kalbiyle tasdik eder.

Bir eseri yazan zâtın eserdeki hiçbir kelimeye, hiçbir cümleye benzemeyeceğini, zira kâtibin yazı cinsinden olmayacağını dikkate alır ve elementlerden kürelere, ruhlardan meleklere, çiçeklerden  yıldızlara kadar bütün varlık âleminin yaratıcısı olan Allah elbette hiçbir mahlûka benzemeyecektir der ve O’nun “Muhalefetün-lil-havadis (zâtının hiçbir varlığa benzememesi) sıfatına iman eder.

Hiçbir varlığın kendi varlığını kendi iradesiyle ayakta tutmadığını, hepsinin bir İlâhî lütufla varlıklarını sürdürdüğünü düşünür ve Allah’ın “Kıyam-binefsihi” sıfatına bütün ruhuyla iman eder.

İlahi İsimler

Bazı İslâmî kaynaklarda İlâhî isimlerden de sıfat diye söz edildiği görülür. Meselâ, “Kerim”, Allah’ın bir ismidir. Aynı zamanda Allah’ı kerem sahibi olarak vasıflandırması cihetiyle de sıfat vazifesi görür. “Kerim Allah” dediğimiz zaman Kerim ismini sıfat makamında kullanmış oluruz.

Yine bu kaynaklarda Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları üç grupta mütalâa edilir: “Zâtî sıfatlar” (bunlar sübutî ve selbî olarak iki kısma ayrılırlar), “fiilî sıfatlar”, bir de “manevî sıfatlar.” Allah’ın bütün güzel isimleri bu sıfatlardan birine dayanır. Meselâ, Âlim ismi sıfat-ı sübutiyeden “İlim” sıfatına, “Kadîr” ismi “Kudret” sıfatına, “Mütekellim” ismi “Kelâm” sıfatına dayanır.

Keza, Evvel ismi, sıfat-ı selbiyeden “Kıdem” sıfatına, “Âhir” ismi, “Bekâ” sıfatına dayanır.

İlâhî isimlerden çoğu fiilî sıfatlara dayanmaktadır. Hâlik ismi, yaratma fiiline; Muhyi ismi ihya (hayatlandırma) fiiline; Musavvir ismi “tasvir”, yâni sûret verme fiiline; Mümit (ölümü verici) ismi, imate (ölümü verme) fiiline dayanır.

Bazı isimler de manevî sıfatlara istinad ederler. Hakîm ismi Cenâb-ı Hakk’ın hikmet sahibi olması sıfatına; “Kebir” ismi, kibriya sahibi olma vasfına; Cemil ismi, cemal sahibi olmasına dayanır.

Buna göre biz Rabbimizi hangi isimle yâd edersek edelim, o isim aynı zamanda Rabbimizin bir vasfını, bir kemalini, bir cemalini, yahut ahlâk-ı ilâhiyyesinden bir ahlâkını ifade etmekle sıfat vazifesi görür.

Cenâb-ı Hakk’ın zâtı birdir ama isimleri yüzlerce, binlercedir. Hatta bazı zâtlara göre ilâhî isimler sonsuzdur. İşte bu isimler arasındaki farklılık, onların tecelligâhı olacak varlıkların da farklı olmalarını zarurî kılmıştır.

Allah’ın bütün isimleri güzeldir.

Zâtı güzel olduğu gibi bütün zâtî isimleri de güzeldir.

Sıfatları güzel olduğu gibi, bu sıfatlardan doğan sonsuz fiilleri de güzeldir. Ve bu fiillere dayanan ‘fiilî isimleri’ de güzeldir.

Bu sırra eren kâmil insanlar, “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” demişlerdir. Zira, Kahhâr ismi de güzeldir, Latîf ismi de.

Bu kısa açıklamadan sonra, ‘zât, şuunât, sıfat, fiil, isim’ münasebetinden de kısaca söz edelim:

Nur Külliyatı'nda bu önemli konu defalarca işlenmiş ve misallerle izah edilmiştir. Bunlardan birisinin sonunda şu hüküm cümlesine yer verilmiştir:

“İşte bütün âlemdeki âsâr-ı sanat ve bütün mahlukat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe’ne ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için; masnuat adedince birtek Sâni’-i Zülcelâl’in vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmuası ile, silsile-i mahlukat kadar kuvvetli bir tarzda bir mi’rac-ı marifettir.” (bk. Bediüzzaman, Sözler)

Buna göre, mahlukatı tefekkür ederken takip edeceğimiz sıra şöylece ortaya konulmuş oluyor: eser, fiil, isim, sıfat (vasıf), şe’n, zât.

Allah’ın, bir mahluku yaratmasında ise bu sıra şu şekli alıyor: zât, şe’n, sıfat, isim, fiil, eser.

Bir hadis-i kutsî de şöyle buyruluyor:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim (bilinmek istedim) de kâinatı yarattım.”

Bu kutsî hadisin ışığında şöyle diyebiliriz: Bu varlık âleminin yaratılmasında ilk safha, Allah’ın bilinmeye muhabbet etmesidir. Bu ise ilâhî şuunâttan bir şe’ndir.

Bu ilâhî istekten sonra, kâinatın yaratılması irade edilmiştir, irade ise bir ilâhî sıfattır. Bu irade ile birlikte kudret, ilim gibi bütün sıfatların, tabiri caizse, faaliyet göstermesi söz konusudur. Demek ki sıfatları faaliyete geçiren şuunâttır.

Sıfatlar belli sayıda olmakla birlikte, bunlardan sonsuz fiiller zuhur etmiştir ve bu fiillerden her birisi, Allah’ın, ezelden beri var olan bir ismine dayanır. Terbiye fiilinin Rab ismine dayanması gibi.

Şu var ki, henüz hiçbir varlığın yaratılmadığı dönemde de, bu isimler var idi, ama tecelli etmemişlerdi.

Mahlukatın yaratılmasıyla tecelli eden isimler, fiilî isimlerdir; Rezzak, Hâlık, Muhyî, Mümit gibi...

Zâtî isimlerin varlığına bu âlemde birçok delil varsa da bu, ‘tecelli’ demek değildir. Meselâ, Kadîm ismi hiçbir şeyde tecelli etmez. Çünkü evveli olmamak ancak Allah’a mahsustur. Ama biz, eşyanın evvellerine bakarak bunları yaratan Allah, Kadîm’dir, ezelîdir diyebiliriz. Yani, Allah’ın Kadîm ismini eşyanın evvellerinde okuyabiliriz, fakat bu bir tecelli değildir.

Şu noktayı da önemle belirtmek isteriz:

Tecelli etmek başkadır, ayna olmak daha başkadır. İnsanın ölümünde Allah’ın Mümit (ölümü yaratan) ismi tecelli eder, fakat Bâkî ismi tecelli etmez. Ama, insanların ölümleri Bâki ismine bir ayna olurlar; yani biz, ölümlerde Allah’ın Bâki ismini okuyabiliriz.

Demek oluyor ki, âlemlerin yaratılmasıyla Allah’ın fiilî isimleri tecelli etmiş oldular. Böylece şu gördüğümüz ve göremediğimiz ilâhî eserler vücut buldular.

Allah’ın en mükemmel eseri, insan ruhudur. Bu ilâhî mucizede, nice ilâhî hakikatlerin birtakım işaretleri mevcuttur. Meselâ, insan kendi kudretini tefekkür ederek, ilâhî kudretin varlığını bilebilir; ancak, kudretinin mahluk olduğunu ve ilâhî kudrete işaret ettiğini unutmamak şartıyla...

Mâlûm olduğu gibi, haritadaki bir işaret bir şehri gösterir, ama o işarette şehrin binalarını, caddelerini, büyüklüğünü, şeklini bulamazsınız; sadece o şehrin varlığından haberdar olursunuz o kadar.

İnsanın sıfatları ve şuunâtı da böyledir.

Bu gerçeği göz önüne alarak şöyle diyebiliriz:

İnsan bir fakiri gördüğünde içinde bir merhamet, bir acıma duygusu uyanır. Bu, şuunâta misaldir.

Sonra ona yardım etmeye karar verdiğinde, irade devreye girmiş ve böylece sıfatlara intikal edilmiştir. Elini cebine sokması da yine bir sıfat olan kudretle gerçekleşir.

Fakire sadaka vermek üzere elini uzatması bir fiildir, sadaka verme fiili.

Herkes bir fakiri görebilir, ama sadaka vermeyebilir de. Sadaka vermek, ancak cömert insanların işidir. Demek ki, cömert ismini taşıyan insanlarda, sadaka verme fiili gerçekleşiyor. Yani, bu fiil bu isme dayanıyor.

Sonunda, fakirin eline paranın değmesiyle, olay tamamlanmış oluyor.

İşte insan, bu istidadı, bu kabiliyeti sayesinde, ilâhî şuunâtı, sıfatları ve fiilleri bir derece tefekkür edebiliyor.

Son olarak Nur Külliyatı'ndaki şu hayatî tavsiye üzerinde de kısaca durmak isterim:

“Şeriat ve sünnet-i seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esmâ-i hüsnanın herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmağa çalış...” (bk. Bediüzzaman, Sözler)

Buna göre ilâhî isimlere mahzar olmak ve onlardan feyiz almanın en sağlam yolu, Kur’ân’a ve sünnete uymaktır. İnsan, ilâhî emirlere uyduğu, yasaklardan kaçındığı ve bu konuda en büyük rehber olan Allah Resûlünün (a.s.m.) sünnetine ittiba ettiği ölçüde, ilâhî isimlerin tecellilerinden feyiz alır.

Nur Müellifi, ‘mazhar-ı câmi’ olmaktan söz ediyor ve bunun için çalışmak gerektiğini söylüyor.

Bir mahluk, ne kadar çok isimden ne ölçüde feyiz alırsa, derecesi, şerefi, rütbesi o nisbette yükselir. Bir misal vermek isterim:

Bir âlimde Allah’ın Alîm ismi tecelli etmiştir. Bu âlim fakirleri doyurduğunda Rezzâk isminden de ayrı bir feyiz alır. Kendisine karşı işlenen bir hatayı affettiğinde ise Afüvv ismine mazhar olur. Bütün bunlar kulun kendi cüz’î iradesiyle yapabildiği işlerdir ve ‘mazhar-ı câmi olmaya çalış’, denilmesi de bundandır. Yoksa, bir ilâhî ihsan olarak bizde tecelli eden isimlerde, bizim bir çalışmamız söz konusu değildir.

Nur Külliyatı'nda, ‘insanın esmâ-i ilâhiyeye mazhar olması’ hakkında çok önemli bir bahis var. ‘Herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmayı’ bu bahsin ışığında daha iyi anlayabiliriz:

“İnsan, üç cihetle esmâ-i ilâhiyeye bir âyinedir."

"Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za’f ve acziyle, fakr u hacatıyla, naks ve kusuru ile, bir Kadîr-i Zülcelâl’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza pek çok evsaf-ı ilâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor."

"İkinci Vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen numuneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder."

"Üçüncü Vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i ilâhiyeye âyinedarlık eder.” (bk. Bediüzzaman, Sözler)

İlk iki vecihte, insanın iradesi söz konusudur. Yani, insan kendi iradesini doğru kullanarak, aczini ve fakrını bildiği nisbette Allah’ın Kadîr ve Ğanî isimlerine ayna olur. Noksanını bildiği ölçüde, ilâhî sıfatların ve fiillerin kemâlini idrak eder, bu idrakle birlikte o da kemâl bulur, terakki eder.

Öte yandan, insan kendi mahiyetine konulan sıfatları doğru değerlendirdiğinde, bunlar vasıtasıyla, ilâhî sıfatların varlığını idrak eder. İnsan bu sıfatlara sahip olmasaydı, Allah’ın sıfatları ona meçhul olurdu. İlâhî sıfatların bir işareti, bir gölgesi insanın mahiyetinde yaratılmış olduğu için, insan, mahluk olan bu sıfatlarını kıyas unsuru olarak kullanıp, ilâhî sıfatları tefekkür edebiliyor.

Üçüncü vecihte, iradeyi kullanma, yahut kıyas yapma söz konusu değildir. Bu kâinat sergisinde Allah’ın nice farklı eserleri sergileniyor ve her birinde ayrı bir sanat ve farklı bir isim tecelli ediyor. İnsan da bu eserlerden birisi, ama birincisi. O da bir eser olarak kendinde tecelli eden isimleri sergiliyor, seyircilere gösteriyor, fikir erbabına okutturuyor.

Nur Müellifinin, "çalış" tavsiyesi, ilk iki cihet içindir; bu üçüncü cihette kulun bir gayreti söz konusu değildir.

Cevşen duasında Allah'ın 1001 ismi geçmektedir. Hannan ve Mennan isimleri de bunlardandır.

85 "Allah affedicidir" diyerek günah işlesek ve ardından tövbe etsek yeterli midir?

Bazı kimseler, alenen, sıkılmadan ve daha kötüsü, seve seve günah işlemekte ve sırası geldiğinde de kendilerini teselli sadedinde, “Allah Gafur ve Rahîm değil mi?” demekteler. Halbuki, Gafur ve Rahîm olan Allah’a isyandan sıkılmak gerekmez mi? İsterse hiç de azap etmesin, cehennemine atmasın. Kaldı ki, bir kulun af ve mağfirete ermesi için birtakım şartlara uyması gerek.

Gafur ve Rahîm isimleri, isyanını alenen ve severek işleyenlerden çok, yaptığı günahtan vicdanen rahatsız olan, sıkılan ve kötü hâlinden kurtulmak isteyenlerin iltica edecekleri isimler. Bu isimler, mü’mini yeisten kurtarır. Yoksa -haşa- âsinin isyanını devam ettirmez.

Bu sözü sarf edenler, Allah’ın sadece Gaffar ve Settar değil, aynı zamanda Kahhar ve Cebbar da olduğunu hatırlarından çıkarmasalar, böyle bir hataya düşmezlerdi... Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor:

“İçinizde Allah’ı en çok seveniniz benim, O’ndan en çok da ben korkarım.” (Buhari, İman 13)

Kur’an-ı Kerim’de bir kısım âyetler, mü’mini cennetle müjdelerken, bir kısmı da âsileri cehennemle tehdit ediyor. Kalbin bir atıp bir sessiz kalması gibi, insanı bir havfa bir recaya sevk etmekle hoş bir âhenk meydana getiriyorlar.

Fatiha Kur’an-ı Kerim’in fihristesi, hülâsası. Onda da havf ve reca dersi birlikte veriliyor. “Hamd”de medih ve sena hâkim.
“Mâliki yevmiddin”, havf dersi verir.
“İbadet” recaya, “istiane” havfa işaret ederler.
“Sırat-ı müstakime hidayet talebi”: Reca
“Mağdup ve dallinden olma korkusu”: Havf

Fatiha’yı okuyan bir mü’minin ruhu, o hissetmese de havf ve reca dalgaları arasında seyran eder.

86 Deistler ve deizm nedir?

Deizm, Yaratanın varlığını ve âlemin ilk sebebi olduğunu kabul etmekle birlikte, akla dayalı bir tabii din anlayışı çerçevesinde peygamberliği, ahireti şüphe ile karşılayan veya inkâr eden felsefî ekolün adıdır. Bu düşünceye sahip olanlara da deist denilmektedir.

Soruda geçen konunun anlaşılması için ciddi bir altyapıya ihtiyaç vardır. Bu sebeple konuyu kısa birkaç satırda özetlemek gibi bir imkânımız yoktur. Çünkü bu konunun anlaşılması, Allah’ı bütün isim ve sıfatları ile tanımak, bu sıfatların neyi gerekli gördüklerini kavramak, ölümden sonraki hayatın varlığına inanmakla mümkündür. Burada birkaç noktaya işaret etmekle yetineceğiz.

Şimdi birkaç noktaya şöyle işaret edebiliriz:

Her konunun kendine has bir uzmanlık alanı vardır. Uzaktan bakmakla bazen bir yıldız, bir yıldız böceği görülebilir. Konuyu yakından bilmeyen kimselerin bir matematik, kimya, fizik formülünü saçma olarak görmesi normaldir. Semavî dinlerin hikmetlerini yakından bilmeyenlerin de bunların saçma olarak değerlendirmeleri kaçınılmazdır.

Bizzat gözümüzün önünde cereyan eden insanların yaratılması, mevsimlerin değişmesi, gece-gündüzün nöbetleşe yer değiştirmeleri, çekirdeklerin meyve veren ağaçlar olması, bir tane mısırdan bin tane alan mısır başaklarının bitirilmesi gibi binlerce olaylar -birer realite olarak- ortadadır. Bu olayların nasıl meydana geldiğini bilimsel olarak anlayıp kavrayan kaç insan vardır. Özellikle üç yüz yıl önce bunların mahiyetini bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Şu var ki, bu olayların, bu gerçeklerin çoğu insanlar tarafından bilinmemesi, bunların gerçekliğine zerre kadar tesir etmemiş ve bu gerçekler yollarına devam etmişlerdir. Dinî konuların bazı kimseler tarafından anlaşılamaması, akıl erdirilememesi, bu gerçeklerin durumunu değiştirmez.

Her devletin, her saltanatın, her sultanın yurttaşlarını -devlete itaat eden ve isyan edenler- diye ikiye ayırması, adalet ve merhametin bir gereği ve sosyolojik bir zorunluluktur. Çünkü, itaakâr vatandaşlar ile isyankâr vatandaşları aynı kefeye koymak büyük haksızlıktır. İnsanları öldüren bir seri katil ile, öksüzleri, yoksulları doyuran, huzurevleri inşa eden vatansever bir hayır sahibini aynı kefede değerlendirmek ne adalete, ne insanlığa, ne de büyüklüğe sığacak bir tarafı vardır. Din olmazsa, iyi ile kötü insanı birbirinden kim ayıracak? Ahiret hayatı olmazsa, zalime kim ceza verecek, mazlumun hakkını kim alacak?

Her padişahın, her sultanın, her hükümdarın kendine itaat eden, nimetlerine karşı teşekkür eden raiyelerini mükâfatlandırması, memurlarına maaş vermesi, yurttaşlarını himaye etmesi, bunun aksine davranışlarda bulunan canileri, katilleri, zalimleri, hırsızları cezalandırması, onları hapse atması, toplumda anarşinin olmaması, otoritenin sağlanması için elbette çok gereklidir. Mevcut otoritenin masumları himaye etmesi onun şefkat ve merhametinin bir gereği olduğu gibi, zalimleri cezalandırması da bu otoritenin izzet ve haysiyetinin korunmasının gereğidir.

Ezelî sultan, ebedî padişah olan yüce Allah’ın sonsuz merhametini göstermek için mahluklarına bin bir çeşit nimet verdiği gibi, otoritesinin haysiyetini muhafaza etmek için de edepsizlere hakkettiği cezayı vermesi de o kadar önemlidir. Hz. Âdem (as)’den beri genel prensip olarak kendisine itaat eden peygamberleri ve onlara iman edenleri koruyup kollayan, onların davalarını üstün kılan, kendisine itaat etmeyen inkârcı nankörleri helak eden Allah’ın bu prensibinin varlığı, dinlerin bir vaka olarak var olduklarını göstermektedir.

Eğer ölüm zalim ile mazlumu eşitliyorsa, katil ile maktulü aynı akıbete yolluyorsa, her ikisi de ölmekle ebedi olarak yok oluyorlarsa, hiçliğe gidiyorlarsa, o zaman dünyada numunelerini dünyada gözle gördüğümüz Allah’ın sonsuz adaletini, merhametini bile bile inkâr etmek gerekir.

Adalet, dengelerin gözetilmesi manasına gelir. Gökleri ve yeri, atomları ve molekülleri, yıldızları  ve sistemleri ve galaksileri harika bir düzen ve denge üzerine kurmakla sonsuz adaletini gösteren Allah’ın, öbür dünya hayatını  yaratmayıp, zalim ile mazlumu aynı kefeye koyması mümkün müdür? Elbette her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı olduğu gibi, ölüm gecesinin de bir mahşer sabahı ve kıyamet kışının da bir haşir baharı olacaktır. Bu da hak dinlerin doğruluğunun en açık kanıtıdır.

Diğer taraftan, kâinatın yaratıldıktan sonra kurulmuş bir saat gibi çalıştığını iddia etmek de yersizdir.

Güneşin ışıklarını gösteren bir ayna bu ışıkları sürekli göstermesi için her an güneşin ışığına, ısısına ve renklerine muhtaçtır. Güneş ışıklarını keser kesmez aynanın kendisi karanlığa gömülecektir. Bunun gibi Allah, bizde ve kâinatta tecelli eden isimlerini çekse kâinat yok olacaktır. Bu nedenle her şey her anında Ona muhtaçtır.

Buna bilimsel bir örnek olarak kendimizi verebiliriz:

Vücudumuz, bir ilaç gibi bir defa yapılan ve sonra öylece bırakılan bir şey değil, daima yenilenen bir terkiptir. Bir sene boyunca bağırsaklarımızda ölen ortalama toplam hücre ağırlığı 90 kg’dır. Ölen deri hücrelerimizin ağırlığı ise 45 kg’dır. Her gün vücudumuzda 200 milyar alyuvar ölür ve saniyede 10.000 alyuvar yaratılır. Vücudumuz altı ayda bir tamamen yenilenen harika bir terkiptir. İnsandaki bu muazzam derecedeki faaliyetin bir salise bile çekilmesi insan hayatının bitmesi için yeterlidir.

Acaba Allah bu kâinatı bir kere yapsın ve bütün işleri şuursuz, kör ve sağır sebeplere havale edip çekilmesi mi daha mantıklıdır.

Yoksa bu kâinatı sonsuz gücü ile yaratması ve her an tecelli edip kullarını duyması, görmesi ve cevap vermesi mi yaratılış maksadına daha uygundur. Zaten deizmin yaratılış gayesi konusunda bir fikri olmadığı da bilinmektedir. Örneğin, görmeyen, duymayan, aklı olmayan, bir kimseye bir bisikleti bisikletin bir milini bile yaptırmak bile mümkün değildir. Akıllı olan bir kimse, akılsız, kör ve sağır bir kimseye bu işi yaptırabilir mi?

Aynen öyle de Külli bir Şuur sahibi olan Allah, kâinattaki bu muazzam derecede cereyan eden düzeni, akılsız, şuursuz ve kör sebeplere havale eder mi?

Bulutlar, denizler, yıldızlar, balıklar, arılar, ağaçlar, havadaki oksijen dengesi, karbon dengesi vücudumuzdaki bu muazzam sistem ve bunları meydana getiren  atomlar, akılsız, kör ve sağır oldukları halde bu işi nasıl yapabilsinler?

Kısacası, her şeyi her an yaratan, bilen, gören, varlılarına devam ettiren ve devam etmeleri için her türlü ihtiyaçlarını her an karşılayan bir Allah’ı kabul etmemek, bütün bunların akılsız, kör, sağır, merhamet duygusu olmayan sebepler yapıyor anlamına gelir ki; buna şeytan bile inanmaz.

Ayrıca, Kur’an-ı Kerim'in Allah kelamı olduğunu ispat eden binlerce delil deizm fikrini çürütür.

Çünkü deizm dinleri kabul etmiyor. 40 yönle mucize olan Kur’an’ın, sadece bir yönü olan gaybdan haber vermesi ile ilgili 100’den fazla delil vardır. Bunların bir kısmını www.seyrangah.tv sitemizdeki Kur’an’ın gaybi haberleri başlığı altında izleyebilirsiniz.

Örneğin, Kur’an, Lut gölünün dünyanın en alçak yeri olduğunu yaklaşık 1.400 sene önce söylüyor ve bunu bilim dünyası son yüzyılda teknolojinin gelişmesiyle ancak keşfedebiliyor.

Bunun gibi yüzlerce delil, deizmi çürütür..

Sonuç:

İslâm'a göre alem­deki kanunilik, Allah'ın isterse değiştire­bileceği "meşîet"inden ibaret olduğu için gerek mikro gerekse makro planda mut­lak olarak Allah'ın yaratıcı gücüne ba­ğımlıdır. Dolayısıyla Allah ile âlem ara­sındaki yaratan-yaratılan ilişkisi, deiz­min bir defa olup bitmiş ve artık söz ko­nusu edilmemesi gereken bir yaratan-yaratılan ilişkisi değildir.

Allah'ı âlemden ve insandan uzaklaştıran yanlış bir aşkınlık anlayışına sahip deist iddianın ak­sine Allah "yerin ve göklerin nurudur" (Nur, 24/35) ve İnsana "şah damarın­dan daha yakındır". (Kaf, 50/16)

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah kâinatı yaratıp kenara çekilmiş deniyor. Bu konuda (deizm) bilgi verir misiniz?

87 Allah'ın fiili isimleri nelerdir, örnek verebilir misiniz?

İlâhî isimlerden bir kısmı, fiilî isimlerdir. Yani, bu isimler bir fiile dayanırlar. Bazıları ise fiilî değildirler. Meselâ, Vahid ismi Allah’ın birliğini ifade eden bir isimdir ve herhangi bir ilâhî fiile dayanmaz. Kadîm ismi de öyle, o da Allah’ın evveli olmadığını ifade eder ve hiçbir fiile dayanmaz. Fakat, meselâ, Müzeyyin ismi tezyin (süsleme) fiilinden gelmektedir. Keza Musavvir ismi de tasvir (suret verme, şekillendirme) fiiline dayanır.

Cenâb-ı Hakk’ın fiilleri sonsuzdur. Bu fiillerden bazıları şunlardır: Halk (yaratma), tanzim (nizama, düzene koyma), tekmil (kemâle erdirme), tenvîr (nurlandırma), terzîk (rızıklandırma), imâte (ölümü verme), ihya (hayat verme), ba’s (öldürdükten sonra tekrar diriltme), in’am (nimetlendirme)...

Bu umumî fiillerin, tabiri caizse, bir de alt şubeleri vardır. Bunlara bakıldığında, ilâhî fiillerin sonsuzluğu daha iyi anlaşılır. Meselâ, terbiye bir tek fiildir, ama sayısız denilecek kadar çok şubeleri vardır. Bütün âlemlerin terbiyesinden, semanın terbiyesine, arzın terbiyesine, insanın terbiyesine, gözün, kulağın, ağzın, midenin terbiyelerine, alyuvarların, akyuvarların, bakterilerin, mikropların terbiyelerine kadar nice farklı terbiye tarzları vardır.

Diğer fiiller de bu şekilde düşünülebilir...

88 "Allah’ın varlığı, zatının icabıdır." sözü ne demektir?

“ALLAH'ın varlığı zatının icabıdır." demek, Allah’ın varlığının dışarıdan herhangi bir sebebe ihtiyaç duymamasıdır. Örneğin bir çocuğun varlığı anne-babaya muhtaçtır. Bir ağacın varlığı bir çekirdeğe muhtaçtır. Fakat Allah’ın varlığı, ezelîdir; önü yoktur. Onun olmadığı bir zaman düşünülemez. Zaman ve mekânı da o yarattığına göre, onun varlığı zaman ve mekân üstüdür ki, bunun manasını,

 “Allah vardı, onunla birlikte hiç bir şey yoktu.” (Buharî, Bed’u’l-halk, 1)

hadisin ifadesinden de anlamak mümkündür.

Varlık iki kısımdır, biri sonradan var olanların varlığıdır... Bütün yaratıkların varlığı bu türdendir. Sonradan var olanların hepsi, var olmak için başka bir varlığa muhtaçtır. Hiçbir yaratık kendinden var olmamıştır, olamaz da.

Diğer varlık mutlak varlıktır ki, Allah’ın varlığıdır. Allah’ın varlığı kendindendir, varlığı zatının icabıdır, yani ezelîdir...

Allah'ın varlığı için Vacibü'l-Vücut denilir. Yani, varlığı kendinden, zatının icabı olup ve başka bir varlığa muhtaç olmadan, varlığını ezeli ve abedi olarak devam ettiren demektir ki, bu sıfat da yalnızca Allah’a mahsustur. Allah zat, sıfat, isim ve icraat noktasında eşi benzeri, zıddı yoktur ve mahiyet noktasında mümkinata, yani yaratılmış hiçbir mahlukata da benzemez.

Mümkün tabiri ise, yaratılmışlar için kullanılır. Vacibü'l-Vücut tabiri ise sadece yaratıcı olan Allah için kullanılır. Yaratıcı olan Allah, mümkün olan mahlukata hiçbir yönden benzemez ve onun vasıfları ile vasıflandırılamaz.

Mesela mahlukat, zaman ve mekân içindedir. Allah zaman ve mekândan münezzehtir. Mahlukat fanidir, Allah bakidir. Mahlukat muhtaçtır, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. Mahlukat boy, en ve derinlik gibi ölçüler içindedir, Allah ise bu ölçülerden münezzehtir. Mahlukat yaratılmıştır, Allah ise yaratılmamıştır vs.

İşte Vâcibü'l-Vücud Allah'ın kudsi mahiyeti, mükinat olan bütün mahlukatının mahiyetine benzemez ve onların cinsinden değildir. Yani Allah yaratılmışların cinsinden değildir. Bu yüzden mahlukat için gerekli ve geçerli olan kural ve kayıtlar, Allah için gerekli geçerli değildir.

Çünkü, Vacib'in sıfatlarından birisi, zatî olmak, yani bir başkasının var etmesiyle var olmayıp, varlığı kendi zatından olmaktır. Mümkinin ise, varlığı kendi zatından değildir; Allah’ın var etmesiyle var olmuştur.

Vacip olan, ezelî ve ebedîdir. Mümkin, ise sonradan yaratılmıştır ve varlığının bir sonu vardır.

Vacibin yokluğu, yani olmaması muhaldir. Mümkinin ise varlığı gibi yokluğu da mümkündür.

Vacip, mutlak ve sonsuz bir kemale sahiptir; mümkin ise önceleri bir kemal noktasına doğru durmadan ilerler, o noktaya vardıktan sonra zevale meyleder.

Allah’ın zatı vacip olduğu için, mümkin olan zatlara benzemez; sıfatları da Vacib sıfatlarıdır, onlar da mümkinin sıfatlarına benzemezler.

Diğer taraftan, bir tek harf yazarsız, bir iğne  ustasız olmadığına göre, elbette şu varlıkların da bir yazarı, bir ustası vardır.

Eğer -haşa- Allah’ın varlığı zatının gereği olmasaydı, başka bir sebebe dayanmaksızın, başka bir yaratıcıya muhtaç olmaksızın var olmasaydı, bu takdirde Allah olmazdı. Çünkü başkasına muhtaç olan ilah olamaz. Kaldı ki, muhal farz bizi yaratanın bir yaratıcıya ihtiyacı varsa, o yaratıcının da başka bir yaratıcıya ihtiyacı var, bu ihtiyaç silsilesi sonsuza dek gidemez, mutlak bir yerde kendiliğinden var olan bir yaratıcının olması aklen de zaruridir.

Diğer bir ifadeyle, bizim varlığımız -sebep olarak- anne ve babamıza muhtaçtır, onların da ebeveynlerine ihtiyaçları vardır. Bu silsile ta Hz. Âdem’e kadar uzanır. Peki ya Hz. Âdem’in annesi ve babası kim? Onlar olmadığına göre, onu topraktan yaratan bir yaratıcı var demektir.

"Allah(c.c.) -haşa- yok, varsa da başlangıcı var, bize benziyor!" gibi vesveseler şeytanın telkinleridir. Şeytanın bu gibi telkinlerde bulunmasına izin verilmesinin hikmeti, insanları teyakkuza, sevketmek, gafletten uyandırmak, imtihanın ciddi olduğunu hatırlatmak, daha fazla bilgi öğrenmeye, imanını tahkiki yapmaya, kuvvetlendirmeye sevk etmek içindir.

Bu vesveselerin kişinin kalbinden gelmediğine delil, onun kalbinin bundan rahatsız olmasıdır. Eğer kalbi isteyerek bunları kabul etseydi, bundan sıkıntı duymazdı.

Şeytan kişinin imanını zedeleyecek başka argümanları kullanmadığı zaman, bu gibi vesveseleri telkin eder, sonra da bunların küfür olduğunu hatırlatır ki, kişiyi tereddütlere düşürsün ve sıkıntı versin.

Bu konuda en iyi çare, vesveseyi düşünmemek, ilgilenmemek, göz ardı etmektir. Arılara ilişildiği zaman, onlara karşı savunmaya geçildiği zaman daha fazla insanın başına musallat oldukları gibi, şeytanın vesveseleri de ilgilendikçe tasallutları artar, göz ardı edilince dağılır giderler. Bu konuda sitemizdeki vesveseyle ilgili cevapları okumanızı tavsiye ederiz. Bir de fırsat buldukça Nas-Felak surelerinin on bir defa okumaktan şifa hasıl olur inşallah.

Şunu da unutmamak gerekir ki, insanın akıl ve idraki de onu tasavvur etmekten âcizdir. Kendi öz benliğini teşkil eden ruhunun mahiyetini anlamaktan âciz olan insanın, kendi yaratıcısının mahiyetini anlamasına elbette imkân yoktur. Nitekim Peygamberimiz (a.s.m) de şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın yaratıklarını, sanatını düşünün, fakat onun zat-ı akdesini düşünmeyin, çünkü siz onu hakkıyla değerlendirip anlayamazsınız.” (Aclûnî, 1/311).

“Allah’a benzer hiç bir şey yoktur, o her şeyi hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”(Şura, 42/11)

mealindeki ayette Allah’ın bir benzerinin olmadığı açıkça ifade edilmiştir. Ayette aynı zamanda Allah’ın görüp işittiği de vurgulanmıştır. Bu iki cümlenin bir araya gelmesinin hikmetlerinden biri de şunu ders vermektir  ki; Allah’ın sıfatları isim ve unvanda bizimkine benzer olabilir, fakat mahiyetleri itibariyle asla benzemez. Allah da görür, işitir, fakat bizim gibi bir göze bir kulağa ihtiyacı yoktur. Allah da bizim gibi vardır, fakat varlığı bizim varlığımız gibi başka bir varlığa/yaratıcıya muhtaç değildir.

Sinsi şeytan, kulağımıza söz konusu vesveseyi fısıldadığı zaman, -defolup gitmesi için- biz de onun kulağına şunu fısıldayalım:

“İdrak-i meali şu küçük akla gerekmez,
 Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.”

İlave bilgiler için tıklayınız:

Allah'ın varlığının delilleri nelerdir?

Bütün varlıkları Allah yarattı; öyleyse -haşa- Allah'ı kim yarattı?

Allah, kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu?

Allah’ın zatını, aklımızla anlayabilir miyiz?

Allah’ı bu dünyada niçin göremiyoruz?

Bir olan Allah aynı anda her şeyi nasıl bilir ve yapar?

- Aklıma küfrü gerektiren vesveseler geliyor, bundan nasıl kurtulabilrim?

- Kalbe gelen evham, vesvese ve küfür sözler konusunda bilgi verir misiniz; bundan nasıl kurtulabilirim?

89 Allah'a şirk koşmak neden yedi büyük günah içinde zikredilmiştir?

Şirk, yedi helak edici günahların başına konulmuş bir günah olmakla beraber, o bir küfürdür. Bu sebeple, “Bu yedi günah insanı dinden çıkarmaz, ama fasık olur.” ifadesi isabetli değildir. Bu ifade daha çok şirkin dışındaki günahlar için kullanılır.

“Büyük günah işleyenler imandan çıkmaz.” şeklindeki Ehl-i sünnetin kabul ettiği prensip, şirk yani küfrün dışındaki büyük günahlar için geçerlidir. Küfür ve şirk de bir günahtır, ama “günah” kavramı bunları tanıtmaya yetersiz kalacağı için, bunlar kendi özel kavramlarıyla anılır.

“Allah kendisine şirk koşulmasını asla affetmez.” mealindeki ayet,  şirkin bir büyük günah gibi değil, bir küfür gibi muamele göreceğini göstermektedir.

"Şirk, karıncanın ayak sesinden bile gizlidir." mealindeki hadiste gösteriş ve riyakârlığa dikkat çekilmektedir. Şirk iki çeşittir; biri şirk-i celî / açık şirk, diğeri şirk-i hafî / gizli şirktir.

Açık şirk, insanların dış dünyada herhangi bir nesneyi Allah’a açıkça ortak koşmak manasına gelir. Gizli şirk ise, insanların iç dünyalarında -küfür manasında olmazsa da- yine de ona benzeyen hissî bir ortak koşmak manasına gelir. İbadetlerde gösteriş yapmak, başkasının iltifatını arzu etmek, başka dünyevî menfaatleri gözetmek, maddî-manevî makamları kazanmayı hedefleme gibi hususlar bu tür gizli şirklerdendir.

Söz konusu hadiste “nefs-i emmarenin gizli hilelerine, şeytanın gizli tuzaklarına” dikkat çekilmiştir.

90 Allah'ın zamandan münezzeh olması ne demektir?

Allah’ın hem zâtı ezelî hem de sıfatları... Bizim ise zâtımız ve sıfatlarımız sonradan yaratılmış... Elbette biz onun ne zâtını ne de sıfatlarını lâyıkıyla bilemeyiz, ezelî ve zamandan münezzeh oluşunu hakkıyla kavrayamayız... Nasıl kavrayabiliriz ki, henüz zamanın ne olduğunu bile anlamış değiliz!..

Zaman nedir? Nasıl bir şeydir? Aynı anda o nehir içinde her şey akıyor, ama niçin her birine farklı tesirleri oluyor?.. Çocukları gençliğe tırmandırırken, olgunları ihtiyarlığa, ihtiyarları da ölüme sürüklüyor. Bu nehir aşağı doğru mu akıyor, yukarı doğru mu?

Şair, haklı olarak soruyor:

"Nedir zaman nedir?
Bir su mu, bir kuş mu?
Nedir zaman, nedir?
İniş mi, yokuş mu?"

Biz zamanla kayıtlıyız. Dünümüz var, yarınımız var. Bunlar, ömür denilen hayat süresinin safhaları... Lâkin, bu safhalar hep nispî, yâni birbirine göre bu isimleri alıyorlar... Bugünümüz, yirmi-otuz saat kadar önce, “yarın” diye yâd ediliyordu. Sabaha çıktığımızda ondan söz ederken, “dün” diyeceğiz. Geçmiş ve gelecek zaman da dün ve yarından farklı değil. Her gün, her saat, hatta her an ayrı bir âlem... Belli bir anda kâinatta cereyan eden bütün hâdiseler, bir an öncesine ve bir an sonrasına göre farklı tablolar meydana getiriyorlar. Öyleyse, her an bu âlemde ayrı bir levha sergileniyor...

İşte zaman, sıra sıra dizilen bu tablolarda okunuyor, yahut, bu tablolar zamanın içinde dokunuyor. Zaman hakkında çok şeyler söylenmiş. Mâhiyeti ne olursa olsun, gerçek şu ki, varlıkların hareketleriyle, seyirleriyle, konup göçmeleriyle ilgili bir kavram olan zaman, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlıkı için söz konusu olamaz. O, yaratılmış ve yaratılacak bütün eşyayı, ezelî ilmiyle bilir.

Âyet-i Kerime’de ne güzel buyurulur: 

“Yaratan bilmez olur mu? O lâtiftir, her şeyden haberdardır.” (Mülk, 67/14)

Bir kitaba bakan insan düşünmeli ki, bu kitaptaki her kelime her satır her harf yazılmış. O hâlde bunları yazan zât, yazı cinsinden olmayan, kelimeye, harfe benzemekten münezzeh birisi olmalı!..

Şu dünyamız, şu bütün insanlar, hayvanlar, bitkiler zaman nehrinde durmadan akıyorlar... Ölüme, kıyamete doğru yol alıyorlar. Bu nehri akıtan zât, elbette zamandan münezzehtir. Yâni, onunla bağlı ve kayıtlı değildir. Ve bu nehirde akanların hiçbiri, zamandan münezzeh olmayı lâyıkıyla bilemez.

91  Yüce Allah hakkında, neşe, sevinç, ferah, memnuniyet gibi isimler söyleyebilir miyiz?

- Allah’ın isim ve sıfatları, Kur’an ve hadislerde belirtilmiştir. Neşe kelimesini çağrıştıracak bir isim ve sıfat söz konusu değildir. 

“En güzel isimler Allah’ındır, o halde bu isimlerle onu çağırın, ona dua edin. O’nun isimleri konusunda haktan sapanları terk edin. Onlar işledikleri suçun cezasını çekeceklerdir.” (A'raf, 7/180)

mealindeki ayetten alınacak önemli dersler vardır.

- Neşe, sevinç anlamına gelen ferah / ferahlık sözcüğü, hadislerde kullanılmıştır.

Hz. Abdullah b. Mesut anlatıyor; Hz. Peygamber (a.s.m.) şöyle buyurdu:

“Muhakkak ki, Allah’ın, mümin kulunun tövbesinden (tekrar geri gelip sonsuz rahmetinin kapısına sığınmasından) duyduğu sevinç, şöyle bir adamın duyduğu sevinçten çok daha fazladır: Üzerinde yiyecek ve içeceği bulunan devesi de yanında olan bir adam, hayat tehlikesi bulunan kurak bir çölde, biraz uyur. Uyandığında, devesinin kaybolduğunu görür. Aramaya koyulur, fakat bir ara öyle bir susar ki (takati kesilir). İçinden der ki: artık daha önce bulunduğum yerime dönüp, gelecek ölümü beklemek üzere uyuyayım! Derken, başını kolunun üzerine koyup ölümü beklemeye başlar. Uykudan uyandıktan sonra, üzerinde azığı, yiyecek ve içeceği bulunduğu hâlde, devesinin yanı başında durduğunu görür. İşte, Allah’ın, mümin kulunun tövbesinden duyduğu sevinç, bu adamın devesini ve azığını bulmaktan duyduğu sevinçten daha fazladır.” (Müslim, Tevbe, 3)

- Bu gibi manalar taşıyan kelimeler -sırf anlaşılsın diye- Allah hakkında kullanılmıştır. Ancak ona ait isim ve sıfatlar asla mahlukata benzemez. Nasıl ki O'nun Zatı hiçbir şeye benzemez, isim, sıfat ve şuunatı da hiçbir şeye benzemez. Çünkü, mahlukattaki sevinç, neşe gibi hususlar, sonradan meydana gelen arızî ve hâdis şeylerdir ve bu manasıyla, Kadim, Ezelî olan Allah’ın değişmez sıfatlarına uygun düşmez. Örneğin neşe, bir insanın elde ettiği sevinçli bir durumun sonucudur. İçinde bulunduğu durum, arzusuna, keyfine uygun düşmüştür. Bunların zıddı ise, arzusunun hilafına olan, ıstıraplı durumlardır. Yani neşeli olan aynı zamanda kederli olur. Bunlar, Allah’ın makam-ı muallasına yakışmayan hususlardır.

Bu nedenle Allah’ın isimlerini kendine layık ve mukaddes olarak kabul etmek gerekir. Bu isimlerin varlığına inanırız, ancak keyfiyetini bilemeyiz. Bunun için ona ait isimler, onun şanına layık, mukaddes ve ulvidirler. Nasıl ki Allah’ın merhametinin varlığını biliriz, ancak mahiyetini anlayamayız. Onun gibi, ferah, sevgi, neşe, memnuniyet gibi özelliklerinin varlığını anlasak bile, mahiyet ve keyfiyetlerini bilemeyiz.

Örneğin Cenâb-ı Hakk'ın rahmetindeki cemâl, merhametine muhtaç olanlara bakar. Merhametine erenlerin, özellikle Cennet-i Bâkiyede sonsuz rahmet ve şefkatinin her türüne mazhar olanların saadet, sevinç ve nîmetlenme derecelerine göre, o Zât-ı Rahmânü’r-Rahîmin, kendi zâtına lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, ona lâyık tabirlerle ifade edilmesi gereken ulvî, kudsî, güzel, yüksek ve nezih mânâları vardır. “Mukaddes bir lezzet, münezzeh bir ferâh, kudsî bir mesrûriyet” şeklinde tabir edilen bu nezih ve kudsî keyfiyetleri, bizce bilinen aşk, sevinç ve muhabbetten sonsuz derece daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes ve daha münezzehtir.

Konunun daha iyi anlaşılması için şu açıklamaları da faydalı görüyoruz:

Bir şeyin lezzeti, hüsnü, cemâli, benzer ve zıtlarından ziyade o güzelliğin, üzerinde görüldüğü şeylerle anlaşılır.

Meselâ: Kerem, güzel ve hoş bir sıfattır. Kerîm olan Zat, başka mükrimlere üstünlüğü cihetiyle aldığı nisbî lezzetten bin def'a daha hoş bir lezzeti, ikram ettiği adamların o lezzeti tatmaları ve gönüllerinin inşirahla coşmasıyla alır.

Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlûkların istirahatları derecesinde hakikî bir lezzet alır.

Meselâ: Bir annenin, evlâdının saadetlerinden ve istirahatlarından, şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet, o derece kuvvetlidir ki, onların rahatı için ruhunu fedâ edecek dereceye getirir. Hattâ o şefkatin lezzeti, tavuğu civcivlerini himaye etmek için arslana saldırtır.

İşte, madem ulvî vasıflardaki hakikî lezzet, hüsün, saâdet ve kemâl; akran ve zıtlara bakmıyor. Aksine o vasıfların sergilendiği ve ilgili olduğu şeylere bakıyor. Elbette Hayy-ı Kayyûm ve Hannân-ı Mennân ve Rahîm-i Rahmân olan Zât-ı Zülcemâl ve Kemâl'in rahmetindeki cemâl ise, merhametine mazhar olanlara bakar. Onların, hususan ebedî cennetlerde, nihayetsiz ve sınırsız merhamet ve şefkatine mazhar olanların saâdetlerinin derecelerine, o nimetlerden aldıkları zevklere ve hoşnutluklarına göre o Zât-ı Rahmânu'r-Rahîm'in, kendine lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi -keyfiyeti bizce meçhul ve O'na lâyık bir sevgi diyebileceğimiz- ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. "Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye" tabir edilen tecellileri vardır ki, her birinin, kâinatta gördüğümüz, yaratılanlar arasında hissettiğimiz; aşk, ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde isbat etmişiz. O ma'nâların birer lem'asına bakmak istersen gelecek misallerin dürbünü ile bak:

Meselâ: Çok cömert, âlicenap, müşfik bir zât, güzel bir ziyafeti, gayet fakir, aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine doldurur, yükler ve teşhir eder. Kendi de üstünde beraber gider. O fukarânın verilen ziyafet karşısındaki minnet duyguları, o açların ziyafetten sonraki teşekkürleri, o muhtaç olanların memnuniyetlerini izhar etmeleri; ne derece o kerîm zâtı memnun eder ve sevindirir, onun ne kadar hoşuna gider, anlarsın.

İşte küçücük bir sofranın hakikî mâliki olmayan ve ancak bir dağıtım me'muru hükmünde olan bir insanın sevinci böyle ise, insanlık âlemini ve hayvanları, şu fezâ denizinde seyahat ettiren ve Rabbânî bir gemi olan koca zeminimizin üstüne bindirip, yeryüzünde hadsiz çeşitte yiyeceklere sahip bir sofrayı serip, bütün canlıları küçük bir kahvaltı nev'inde o ziyafete dâvet etmiştir. Bunun da ötesinde, gayet mükemmel ve her çeşit lezzetli yiyecekleri câmi, sermedî ve ebedî bekâ yurdunda; cennetleri, her birisini birer nimet sofrası ederek hadsiz lezzet ve lütufları toplar bir tarzda, ebedî bir zamanda, sayısız muhtaç, nihayetsiz müştak kullarına, asıl yemek için ziyafet açan bir Rahmân-ı Rahîm'e ait  -tâbirinden âciz olduğumuz- İlahî sevgiyi ve rahmetin neticelerini kıyas edebilirsin.

Hem meselâ: Mâhir ve san'atperver, maharetini göstermeyi seven bir usta; güzel, plâksız konuşan bir fonograf (radyo veya video) gibi bir âleti îcad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor, gösteriyor. O âlet, sanatkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse, mucidi, o âletle ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider. Kendi kendine "Bârekallah" der.

İşte küçücük bir insan, yaratma gücü de olmadan, sırf basit san'atı ile, fonoğrafın (radyo veya videonun) güzel çalışmasıyla böyle memnun olursa, acaba bir Sâni-ı Zülcelâl, koca kâinatı, ilâhî bir orkestra, bir radyo veya video hükmünde îcad ettiği gibi, zemini ve zemin üzerindeki bütün canlıları ve bilhassa insanın başını öyle bir Rabbânî fonograf ve ilâhî bir orkestra tarzında yaratmış ki; beşer tekniği, o san'at karşısında hayretinden parmağını ısırır.

İşte bütün yaratılanlar, kendilerinden beklenen neticeleri, nihayet derecede ve gayet güzel bir surette gösterdiklerinden ve kendilerine has ibadetleri, hususî zikirleri ve belli dualar da denilebilen, yaratmaya mahsus emirlere karşı onların itaatları ve onlardan beklenen Rabbânî gâyelerin yerine getirilmesinden hasıl olan, iftihar, memnuniyet ve ferah tâbir edeceğimiz "maâni-i mukaddese ve şuûn-u münezzeh", o derece âli ve mukaddesdir ki; beşerin bütün aklı birleşip bir akıl olsa, yine özüne yetişemez ve ihâta edemez.

Hem meselâ; adâletperver, hakkı yerine getirmeyi sever ve ondan zevk alır bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten, mazlumların şükranlarından, zalimleri cezalandırmakla mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır.

İşte "Hâkim-i Mutlak ve Âdil-i bi'l-Hak ve Kahhâr-ı Zülcelâl", değil yalnız cinler ve insanlık âleminde belki bütün mevcudatta hakkı yerine getirmekten, yani; herşeye var olmanın hakkını ve hakk-ı hayatı vermekten ve vücut ve hayatını mütecavizlerden muhafaza etmekten ve dehşetli mevcutları, tecavüzlerden vazgeçirmekten, hususan mahşerde ve dâr-ı ahirette cin ve insan muhakemesinden başka bütün zihayata karşı büyük ilâhî adâletin ortaya çıkması, gelen "maâni-i mukaddese"yi kıyas edebilirsin.

İşte şu üç misal gibi, binbir Esmâ-i İlâhiyyenin herbirinde pek çok fazl ve kemâl ve güzellik mertebeleri bulunduğu gibi, pek çok sevgi mertebeleri, iftihar, izzet ve kibriya vardır. İşte bundandır ki: "Vedûd" ismine mazhar olan evliyanın uluları, 

 "Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcutadın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki cezbe ve cazibe kanunları, muhabbettendir."

demişler. Onlardan birisi demiş:

"Felek mest, melek mest, yıldızlar mest, gökler mest. Bütün canlılar baştan başa mest. Bütün varlıkların zerreleri beraber ve iç içe mesttirler. "

Muhabbet-i İlâhiyyenin tecellisinde ve o muhabbet şarabından herkes istidadına göre mestdir. Malûmdur ki: Her kalb, kendine ihsan edeni sever ve hakikî kemâle muhabbet eder ve ulvî cemale meftun olur. Kendisiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zatlara dahi ihsan edeni daha çok sever, acaba, -yukarıda beyan ettiğimiz gibi- herbir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatiyle mes'ud eden ve binler kemalâtın menbaı, binler tabakat-ı cemâlin medârı, binbir güzel ismin sahibi olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbub-u Zülkemâl, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat, onun muhabbetiyle mest ve hayran olmaya lâyık bulunduğu anlaşılmaz mı?

İşte şu sırdandır ki: "Vedûd" ismine mazhar bir kısım evliya: "Cenneti istemiyoruz. İlâhî muhabbetin anlık bir parıltısı, ebeden bize kâfidir." demişler.

Hem ondandır ki; hadiste geldiği gibi:

"Cennette bir dakika Rabbimizin ilâhî cemâlinin görülmesi, cennetin bütün lezzetine tercih edilir."

İşte şu nihayetsiz sevgilerin kemâli, "Vâhidiyyet ve Ehadiyyet" dairesinde, Zât-ı Zülcelâl'in isimleriyle ve yarattıklarında hâsıl olur. Demek o daire haricinde var zannedilen kemalât, kemalât değildir. (bk. Nursi, Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf)