Yirminci yüzyılın başında Anadolu’da din-bilim tartışmalarını izah eder misiniz?

Tarih: 11.05.2020 - 15:09 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Nursi, 1911 yılında telif ettiği Muhâkemât adlı eserinde din-bilim arasındaki çatışmaların bir sonucu olarak, İslam güneşinin tutulduğunu; Müslümanların geri kalarak “dünya rahatından” olduklarını; ecnebilerin [Batılıların] ise İslam’dan uzak durarak “âhiret saadetinden” mahrum kaldıklarını belirtir. Bu duraklama ve gerilemenin ana sebebi ise, “yanlış anlama (su-i tefehhüm)” sonucu din-bilim arasında çatışma olduğu zannıdır.

“Köle efendisine, hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? İslâmiyet fünunun [ilimlerin] seyyidi, mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir." (Nursi, B. S. (1995). Muhâkemât, İstanbul: Envar Neşriyat, s. 8.).

Din-bilim tartışmaları ile ilgili gelişmeler üzerine Nursi’nin sorduğu soru çok dikkat çekicidir. O şöyle der:

Ona göre, bu yanlış anlama ve geçersiz vehim şimdiye kadar (1910/1911) hükmünü icra etmiş; topluma ye'si ve ümitsizlik  aşılayıp Müslüman toplumlara medeniyet ve modern eğitimin kapısını kapatmıştır. Din-Bilim tartışmalarının görünürdeki bir sebebini, din ulemasının; “Bazı zevahir-i diniyeyi fünunun bazı mesailine muarız tahayyül ederek ürkmesidir.” (Nursî, B.S.Muhâkemât, s. 10.).

 O, din âlimlerinin, dinin bazı meseleleri ile fennin bazı meselelerini birbirine zıt zannetmelerinin yanlışlığına dikkat çektikten sonra şu açıklamayı yapar:

 “İslamiyet’in mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Sü-i fehm ve sûi edep ile İslamiyet’in hakkını ve müstehak olduğu hürmeti ifa edemedik, ta ki o bizden nefret ederek evham ve hayalatın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi…”

 “Hem de hakkı var zira biz israiliyyatı usulüne ve hikayatı akaidine ve mecazatı hakikatına karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada tedip için zillet ve sefalat içinde bıraktı. Bizi kurtaracak onun merhametidir.” (Nursî, B.S. Muhâkemât, s. 9.).

Demek bazı âlimler, İslâmiyetin özünü anlayamadılar. Sadece şekilde kalıp, hakikatine ve manasına nüfuz edememekle aldandılar. Bu yanlış anlamadan dolayı İslamiyetin müstahak olduğu hürmeti yerine getiremediler. İslâmiyet de bu yanlış anlamalardan nefret ederek evham ve hayal bulutlarıyla gizlendi.

Bu gizlenmenin haklı sebebi ise, âlimlerin İsrail oğullarından kalma, asılsız ve uydurma bilgiler ve hikâyeleri; İslâmiyetin esaslarına ve hakikatlerine; mecazları, yani kendi manası dışında kullanılan kelimeleri hakikatlarıyla karıştırdılar, böylece İslamiyetin kıymetini takdir edemediler. O da ceza olarak dünyada terbiye etmek için Müslümanları zillet ve sefalet içinde bıraktı. Onları kurtaracak yine onun merhametidir. Yani, onun kopmaz ipine, hakikatlerine sımsıkı sarılarak, doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu fiilen yaşamaktır. O zaman, darılıp gizlenen İslamiyet neşv-ü nema bulacak ve böylece beşerde sulh-u umumi ve terakki hüküm ferma olacaktır. Bilim-din tartışmalarına gerek kalmayacaktır.

Fen ve felsefenin ayet ve hadislerdeki bazı teşbih ve benzetmeleri yanlış manalandırmadan kaynaklanan İslamiyete karşı çıkışlara Nursi eserlerinde geniş yer vermiştir. Bunlardan en çok tenkide ve hücuma sebep olanlardan bir tanesi, dünyanın öküz ve balık üzerinde durduğu meselesidir.

O, bu öküz balık meselesiyle ilgili bir soruya şöyle cevap verir:

 “Bu defaki sualinizde diyorsunuz ki: "Hocalar diyorlar: Arz öküz ve balık üstünde duruyor. Hâlbuki arz, muallâkta bir yıldız gibi gezdiğini coğrafya görüyor. Ne öküz var, ne de balık!"

 “El ardu ale's-sevr  vel hût" (Arz öküz ve balık üzerindedir)

Bir rivayette, bir defa ale's-sevr demiş, diğer defada ale'l-hût demiştir. Muhaddislerin bir kısmı, İsrailiyattan alınma ve eskiden beri nakledilen hurafevâri hikâyelere bu hadisi tatbik etmişler. Hususan Benî İsrail âlimlerinin Müslüman olanlarından bir kısmı, kütüb-ü sabıkada sevr ve hût hakkında gördükleri hikâyeleri hadise tatbik edip, hadisin mânâsını acip bir tarza çevirmişler.

Şimdilik bu sualinize dair gayet mücmel Üç Esas ve Üç Vecih söylenecek.

Birinci Esas: Benî İsrail ulemasının bir kısmı Müslüman olduktan sonra, eski malûmatları dahi onlarla beraber Müslüman olmuş, İslâmiyete mal olmuş. Hâlbuki o eski malûmatlarda yanlışlar var. O yanlışlar elbette onlara aittir, İslâmiyete ait değildir.

İkinci Esas: Teşbih ve temsiller, havastan avâma geçtikçe, yani, ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürur-u zamanla hakikat telâkki edilir. Meselâ, küçüklüğümde kamer tutuldu. Ben valideme dedim:

"Neden ay böyle oldu?"
Dedi: "Yılan yutmuş."
Dedim: "Daha görünüyor."
Dedi: "Yukarıda yılanlar cam gibi olup içlerinde bulunan şeyi gösterirler."

Bu çocukluk hatırasını çok zaman tahattur ediyordum. Ve derdim ki: "Bu kadar hakikatsiz bir hurafe, validem gibi ciddî zatların lisanında nasıl geziyor?" diye düşünürdüm. Tâ, felekiyat fennini mütalâa ettiğim vakit gördüm ki, validem gibi öyle diyenler bir teşbihi hakikat telâkki etmişler. Çünkü, derecât-ı şemsiyenin medârı olan "mıntıkatü'l-burûc" tabir ettikleri daire-i azîme, menâzil-i kameriyenin medârı bulunan mâil-i kamer dairesi birbiri üstüne geçmekle, o iki daire, herbiri iki kavis şeklini vermiş. O iki kavise felekiyun uleması, lâtif bir teşbihle, büyük iki yılan namı olan "tinnîneyn" namını vermişler. İşte, o iki dairenin tekatu' noktasına, "baş" mânâsına "re's," diğerine "kuyruk" mânâsına "zeneb" demişler. Kamer re'se ve şems zenebe geldiği vakit, felekiyun ıstılahınca "haylûlet-i arz" vuku bulur. Yani, küre-i arz, tam ikisinin ortasına düşer. O vakit kamer hasf olur. Sabık teşbihle, "Kamer tinnînin ağzına girdi" denilir. İşte bu ulvî ve ilmî teşbih, avâmın lisanına girdikçe, mürur-u zamanla, kameri yutacak koca bir yılan şeklini almış.

İşte, Sevr ve Hût namıyla iki büyük melek, bir teşbih-i lâtif-i kudsî ile ve mânidar bir işaretle, Sevr ve Hût namıyla tesmiye edilmişler. Kudsî, ulvî lisan-ı Nübüvvetten umumun lisanına girdikçe, o teşbih hakikate inkılâp etmiş, adeta gayet büyük bir öküz ve dehşetli bir balık suretini almışlar.

Üçüncü Esas: Nasıl ki Kur'ân'ın müteşabihâtı var; gayet derin meseleleri temsilâtla ve teşbihatla avâma ders veriyor. Öyle de, hadisin müteşabihâtı var; gayet derin hakikatleri me'nûs teşbihatla ifade eder. Meselâ, bir iki risalede beyan ettiğimiz gibi, bir vakit huzur-u Nebevîde gayet derin bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Yetmiş senedir yuvarlanıp bu dakikada cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür." Birkaç dakika sonra birisi geldi, dedi: "Yetmiş yaşındaki meşhur münafık öldü." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın gayet beliğ temsilinin hakikatini ilân etti.

Senin sualin cevabına şimdilik Üç Vecih söylenecek.

Birincisi: Hamele-i Arş ve Semâvat denilen melâikenin birinin ismi "Nesir" ve diğerinin ismi "Sevr" olarak dört melâikeyi Cenâb-ı Hak Arş ve semâvâta, saltanat-ı rububiyetine nezaret etmek için tayin ettiği gibi, semâvâtın bir küçük kardeşi ve seyyarelerin bir arkadaşı olan küre-i arza dahi iki melek, nâzır ve hamele olarak tayin etmiştir. O meleklerin birinin ismi "Sevr" ve diğerinin ismi "Hût"tur. Ve o namı vermesinin sırrı şudur ki:

Arz iki kısımdır: biri su, biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren, insanların medar-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır. Küre-i arza müekkel iki melek, hem kumandan, hem nâzır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nev'ine bir cihet-i münasebetleri bulunmak lâzımdır. Belki, ve'l-ilmü indallah, o iki meleğin âlem-i melekût ve âlem-i misalde sevr ve hût suretinde temessülleri var. İşte bu münasebete ve o nezarete işareten ve küre-i arzın o iki mühim nevi mahlûkatına imâen, lisan-ı mu'cizü'l-beyân-ı Nebevî, el-ardu ale's-sevri ve'l-hût demiş, gayet derin ve geniş, bir sayfa kadar meseleleri hâvi olan bir hakikati gayet güzel ve kısa birtek cümleyle ifade etmiş.

İkinci Vecih: Meselâ, nasıl ki denilse, "Bu devlet ve saltanat hangi şey üzerinde duruyor?" Cevabında "Ale's-seyfi ve'l-kalem" denilir. Yani, "Asker kılıcının şecaatine, kuvvetine ve memur kaleminin dirayetine ve adaletine istinad eder." Öyle de küre-i arz madem zîhayatın meskenidir ve zîhayatın kumandanları da insandır ve insanın ehl-i sevâhil kısmının kısm-ı âzamının medar-ı taayyüşleri balıktır ve ehl-i sevâhil olmayan kısmının medar-ı taayyüşleri, ziraatle, öküzün omuzundadır ve mühim bir medar-ı ticareti de balıktır. Elbette, devlet seyf ve kalem üstünde durduğu gibi, küre-i arz da öküz ve balık üstünde duruyor, denilir. Zira, ne vakit öküz çalışmazsa ve balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o vakit insan yaşayamaz, hayat sukut eder, Hâlık-ı Hakîm de arzı harap eder.

İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayet mucizâne ve gayet ulvî ve gayet hikmetli bir cevapla, el-ardu ale's-sevri ve'l-hût demiş. Nev-i insanînin hayatı, ne kadar cins-i hayvânînin hayatıyla alâkadar olduğuna dair geniş bir hakikati iki kelimeyle ders vermiş (Nursi, B. S. Lem’alar, Sözler Neşriyat, İstanbul, 2009, s. 91-93.).

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Okunma sayısı : 100+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun