İlim - Bilim - Teknoloji konusunda en çok merak edilenler

1 CD kopyalayıp kullanmak, internetten ilahi, program indirmek caiz midir? Korsan CD almak caiz midir?

Ticaret kastı olmaksızın bir tane kopyalamak dinen haram değildir. Ancak kanunlara göre yasaklanmışsa kanunlara uymak gerekir. Bu sebebten tavsiye etmiyoruz.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Ticaret kastı olmaksızın CD, VCD ve benzerini kopyalamak neden caiz görülüyor? Biz korsan CD almakla bunun ticaretini yapanlara destek olup suçlarına ortak olmuyor muyuz?..

2 Hicri takvime göre Ramazan ayı başlama tarihi, her yıl on gün önce midir? Ay takvimi kaç gündür?

Hz. Ömer (ra) zamanında Hicretin 17. yılında alınan bir kararla Hicretin olduğu sene Hicri Takvimin 1. yılı ve o yılın Muharrem ayı da Hicri Kameri takvimin yılbaşısı kabul edilmek suretiyle, o yıl 1 Muharrem'in rastladığı 16 Temmuz 622 tarihi de Hicri Kameri Takvimin başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Uygulamada Hicri Takvim olarak bu bilinmektedir.

İslam ülkelerinde kullanılan Hicri takvim Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in M.S. 622'de Mekke'den Medine'ye hicretiyle başlar. Hicri - Kameri takvim, ayın dünyanın etrafında dönüşüne göre tanımlanır.

Bir yıl Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülahir, Cemaziyelevvel, Cemaziyelahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce adı verilen 12 aydan oluşur. Her bir Kameri ay yaklaşık 29.5 gün sürer ve bir Kameri yıl 354 gün olarak elde edilir. Bu nedenle Kameri takvimde 6 adet 29 günlük 6 adet 30 günlük ay bulunur. Hangi ayların 29 ya da 30 gün süreceği ayın fazı göz önünde bulundurularak hesap edilir.

Ancak gerçek Kameri ay 29.5 günden 44 dakika 3 saniye daha uzun olduğundan 12 Kameri ayın belirlediği 354 günlük kuramsal Kameri yıldan 8 saat 48 dakika 36 saniye daha uzundur. 30 yılda bu zaman 11 gün 0 saat 18 dakika 0 saniye olacağından eşzamanlılığı sağlamak için 30 yıl boyunca 19 adet 354 gün süreli ve 11 adet 355 gün süreli sene oluşturulur. 355 günlük seneler son aya bir gün ilave edilerek gerçeklenir. Böylece eşzamanlık sağlanır ve ancak 2400 senede bir takvime tekrar 1 gün ilave etmek gerekir.

Kameri yılın ortalama süresi günlerin yıllara göre dağılımından (19x354+11 x 355) / 30=354 gün 8 saat 48 dakika olarak hesaplanır. Bugün kullanılan güneş yılı yaklaşık 365 gün 5 saat 48 dakika olduğundan Kameri yıl güneş yılından yaklaşık 10 gün 21 saat daha kısadır. Buna göre, 1 Kameri yıl güneş yılının 0.9702 katına, 1 güneş yılı Kameri yılın 1.0307 katına karşı düşer.

Ayrıca hicret 15 Temmuz 622'de gerçekleştiğinden, kameri takvimin miladi takvimine göre 621.536 yıl kadar faz farkı bulunur. Eğer örneğin 1 Ocak 1993'ün hicri takvimdeki karşılığını bulmak istersek, yukarıdaki değerlerden (1992-621.536) x l.0307=1412.5372 buluruz. Hicri takvime göre 1412 yıl geçmiş olduğundan bu tarih hicri 1413 yılına karşı düşer.

Hicri takvimin haricinde Osmanlı devletinde 1678'den sonra maliye ile ilgili işlerde Rumi takvim de kullanılmaya başlanmıştır. Mali yılın başlangıcı 1 Mart olarak kabul edilir. Rumi yıl 365 gün olup güneş yılına karşı düşen miladi seneyle eş uzunluktadır. Rumi sene her 33 yılda 354 gün olan hicri seneyi bir yıl geçer. Bu farkı gidermek için Rumi seneden her 33 yılda bir hicret yılı düşülür; buna "sıvış senesi" denir. Her iki takvim arasında ayrıca 13 günlük bir fark bulunur.

Ayrıca Rumi sene miladi 584'te başlatıldığından, Rumi seneyi bulmak için Miladi seneden 584 çıkarmak gerekir. Aylar Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Teşrini-evvel, Teşrini-sani, Kanuni-evvel, Kanuni-sani, Şubat olarak adlandırılır. Örneğin Miladi 1 Ocak 1993 tarihi Rumi 19 Kanuni-evvel 1408 tarihine karşı düşer. Osmanlı devletinin sonuna kadar mali işlemlerde kullanılan Rumi sene 1925'te Miladi takvim yılının kabul edilmesi üzerine terk edilmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

HİCRİ TAKVİM

3 Firavun'un cesedinin, ünlü bir İngiliz bilim adamı (müzeci) tarafından yalanlanması söz konusu, bu konuda ne dersiniz?

Kur'an-ı Kerim'de Firavun'un cesedinin ibret için korunacağı bildiriliyor:

"(Ey Firavun!) Senden sonra geleceklere ibret olması için, bugün senin bedenini (cansız olarak) kurtaracağız. İşte insanlardan birçoğu, hakikaten ayetlerimizden gafildirler." (Yunus, 10/92)

Bu nedenle bulunan cesedin Firavun'a ait olma ihtimali güçlüdür. Firavun'un suda boğulurken secdeye kapandığı Kur'an-ı Kerim'de bildirilmektedir. Bu nedenle eğer ceset Firavun'a ait ise secde halinde olmalıdır. Bazı resimlerde secde halinde, bazılarında ise oturur şekilde görünüyor. Aradaki farka gelince, aldığımız haberlere göre ceset ilk bulunduğunda secde halindeymiş. Sonradan Kur'an'ın verdiği haber anlaşılmasın diye sırt üstü yatırıldığı söyleniyor. Eğer her iki resimdeki ceset de Firavun'a ait ise, biri secde halindeyken çekilen resmi, diğeri de sırt üstü yatırılmışken çekilen resmidir. Ellerindeki bezlerin ise değişik nedenlerle bulunduktan sonra yapılmış olması mümkündür. Secde halinde çekilmiş olan resmi yıllar önce Zafer Dergisinde yayınlanmıştı.

Firavun’un cesedini ilk defa İngiltere’de görüp, fotoğrafını çekerek Zafer Dergisine gönderen yakından tanıdığımız çok değerli bir arkadaşımız, bir üniversitede halen görev yapan profesör bir hocamızdır. Bizzat bu olayı kendisinden dinledik. O zaman aynen Dergide çıktığı gibi secde halindeydi. Daha sonra bu şeklini değiştirmiş olabilirler. Eğer bu değişiklik, teknik bir zorunluluk olarak gerçekleştirilmemişse, kuvvetli bir ihtimalle Kur’an’ın bir i’caz parıltısına hizmet ettiğini görenlerin çabaları sonucu olmuştur.

O dönemlerde, ceset üzerinde yapılmış testler sonucunda, tespit edilen yaşının tarihi itibariyle Hz. Musa (as) dönemine ait olabilecek (2.500-3.000 yıl önce) tarihlere işaret ettiği ve cesedin de Firavun’a ait olduğu uzmanlarca rapor edilmişti. Ayrıca çıkarıldığı yer de Firavun’un boğulduğu Kızıldenizdi.

Bütün bunların yanında, bu ceset daha meşhur olmadan çok önce, İslam dünyasının yetiştirdiği ender alim ve velilerden biri olan Bediüzaman Said Nursi tarafından çok kesin bir ifadeyle, onun bizzat Hz. Musa (as) dönemindeki Firavun'a ait olduğunun ifade edilmiş olması, bize kesin kanaat vermektedir. Özellikle, aynı dönemde yaşayan büyük müfessir Elmalılı Hamdi Yazır ve bizzat Mısır’da yaşamış olan değerli müfessir Seyyid Kutub’un -Yunus Suresinin ilgili  92. ayetini tefsir ederken- bu olaydan söz etmemeleri, Bediüzaman’ın kesin tavrının manevî boyutunu bir kat daha önemli kılmıştır.

Hz. Musa (as) İ.Ö. 1200 yıllarında yaşamış ve hayır ile şer arasındaki mücadele onun zamanında da devam etmiştir. Hz. Musa (a.s.) peygamberlikle vazifelendirildikten sonra Firavun ile mücadele etmiş ve Hz.Musa (as)'a iman eden İsrailoğlu kabilelerine eza ve cefa uygulanmıştı. Bunu üzerinede Allah Hz. Musa (as) ve ona tabi olanların Mısır'dan çıkmalarına müsade etti. Bundan haberdar olan Firavun güçlü bir ordu ile bunları takibe başladı. Hz. Musa (as) bu takipten kurtulmak için Cenab-ı Hakk'ın izniyle Kızıldeniz kıyısına kadar gelmişti. Önlerinde deniz ve arkalarında Firavun'un ordusu vardı. İşte bu dehşetli durumdayken Allah'ın emriyle Hz. Musa (as)'ın bir mucizesi olarak deniz yarıldı ve açılan yoldan geçerek selamet sahiline ulaştılar.

Firavun ve askerleri İsrailoğullarını takip ederken denizin ayrılmış olan sularını dehşetle görmüşler, fakat kin ve düşmalıklarından dolayı bir anlık tereddütden sonra onlarda denizden açılan yola girerek takibe geçmişlerdir. Ancak denizin açılan suların tekrar birleşmeye başlamış ve sonunda Firavun ile bütün ordusu tek bir kişi bile kurtulamadan sulara gömülmüştür.

Cesed Kızıldeniz'in kenarında Cebelein mevkiinde bulunmuş ve onu kızgın kumlar arasından 1881 senesinde çıkaran İngiliz araştırma ekibi tarafından müzeye götürülmüştür. Secde vaziyetinde duran cesedin tüm organlarının tam olduğu, hatta başındaki sararmış saçları ile sakallarının var olduğu görülmüştür. Cesedin en hayret verici özelliği ise mumyalanmamış olmasıdır. Bilindiği gibi mumyalanmış cesedlerin iç organlarının bazıları çıkarılmış ve ilaçlanmış durumdadır. Fakat bu cesede hiçbir işlem yapılmaış ve kimyevi madde kullanılmamıştır. Karbon 14 denen yöntemle en az 3000 yıllık olduğu kanıtlanmıştır.

Söz konusu ceset, Süveyş Kanalı açılırken denizin kenarında küçük bir tepecikte bulunmuş ve Londra'ya getirilmiştir.

ALLAH (c.c), Resulu Hz. Musa (as)'ın zamanında ilahlık iddasında bulunan Firavun'un cesedini, ölümünden üç bin sene geçmesine rağmen, ibret olması için çürütmemiştir.

4 Kaysı, kiraz, elma gibi meyve kurtları nasıl oluşur?

Şekli ne olursa olsun, şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, o canlıyı o meyvelerde yaratan Allah’tır. Onun bu yaratması, normal telkih yoluyla da olabilir, Hz. Âdem (as) ve Hz. İsa (as)’ın yaratılışında olduğu gibi telkih yolunun dışında da olabilir. Çünkü Allah hakim isminin tecellisiyle işlerini genellikle sebepler perdesi altında yapmakla beraber, bazen de kudretinin bir tecellisi olarak sebepler dışındaki bir yolla da yaratır.

Kâinattaki hiçbir canlı, tesadüf ve gelişigüzelliğin sonucu değildir. Bütün varlıklar ve bunların ortaya çıkışı, gelişmesi ve farklılaşması, tamamen Allah’ın kudret, irade ve ilminin eseridir. Ancak, varlıkların ortaya çıkmasında bir takım sebepler rol almaktadır. Çocuk için, anne ve baba bir sebeptir. Elma meyvesinin sebebi de elma ağacıdır.

Aynı şekilde, meyve iç kurtlarının meydana gelmesinde de, bazı sebepler görev almaktadır. Bunların nasıl oluştuğunu bilmeyen kimseler, bunların meyvenin kendisinden geldiğini, ya da kendiliğinden ortaya çıktığını zannetmektedirler. Bu konuda en çok insanı yanıltan kiraz meyvesindeki iç kurtlardır. İlk bakışta, dışarıdan meyvenin içine hiçbir girişin olmadığı görülmektedir. Öyleyse meyve iç kurdu burada nasıl teşekkül etmiştir?

Şimdi bunu anlamak için kiraz meyvesinin ilk teşekkülüne dönerek gelişmeleri adım adım takip edelim.  Kiraz meyvesi, kiraz çiçeğinin gelişmesi ve farklılaşmasıyla  meydana gelir. Başlangıçta çiçekte dişi organ denen ve meyveyi verecek olan taslak vardır. Aynı çiçekte, çiçek tozlarını taşıyan erkek organlar da mevcuttur. Çiçekteki organlar belli bir olgunluğa ulaşınca, çiçek tozları tarafından tozlaşma olur ve böylece döllenen ve meyve taslağı denen yumurtalık gelişmeye başlar. Henüz taç yapraklar düşmeden bu safhada, kiraz iç kurdu kelebeği tarafından, bu meyve taslağına, yani çekirdekle zar arasına  yumurta bırakılır. Bu yumurta, zamanla gelişen meyvenin dış kabuğunun içinde kalır. Bırakılan yumurtadan kurtçuk çıkar ve meyve ile beslenir. Her kiraz meyvesinde ancak bir tane meyve iç kurdu bulunabilir. Bunun sebebi de şudur:

Döllenmiş  meyve taslağına yumurtayı bırakan kelebek, bu meyve taslağının etrafını bir sıvı ile sıvar veya bir koku bırakır. Tıpkı bir elmanın etrafının elma şekeri tarafından sarıldığı gibi. Dolayısıyla, daha sonra buraya gelen kelebekler, bu meyveye kurt bırakıldığını anlarlar ve ona yumurta bırakmazlar.

Her meyvedeki iç kurdun gelişmesi ve yumurta bırakılma devreleri ile bu yumurtaları bırakan canlılar farklılık gösterir. Mesela, elma iç kurdu yumurtaları, genelde elma meyvesi fındık büyüklüğüne ulaşınca bırakılmaktadır. Meyvelerin cinsine göre yumurta genelde sineğin yumurta hortumuyla meyvenin içine bırakılmaktadır. Bu hortumun açtığı delik, zamanla meyvenin gelişmesi esnasında kapatılmaktadır. Biz de, o kurtçuğun meyvenin içine nasıl girdiğini çözememekteyiz. Zamanla meyvenin içinde yumurtadan çıkan kurtçuk, meyve içi ile beslenir ve meyve iç kurdu şeklini alır.

Sonuç olarak; meyve kurtları değişik şekillerde teşekkül etmektedirler. Ancak hepsinde ortak nokta, mutlaka bir canlının ürünü olmalarıdır. Kelebek veya sinekler, yumurtalarını, doğrudan çiçek teşekkülü esnasında bırakmakta ya da belli bir olgunluğa ulaşmış meyvelerin içerisine hortumlarıyla koymaktadırlar. Meyvenin içerisinde bu yumurtalardan kurtçuklar çıkmakta ve gelişerek meyve iç kurdunu hasıl etmektedirler.

5 Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva'da aynı kan grubu olduğu hâlde, bugünkü dört kan grubu nasıl oraya çıktı?

Bu soruyu ortaya atan, Hz. Âdem ile Hz. Havva'da aynı kan grubu olduğunu nereden biliyor? Onların kanını mı tetkik etmiş?

Her insanda, her bir karakter bir gen çifti, yani iki gen tarafından kontrol edilir. Bu genlerden birisi anadan, diğeri babadan gelmiştir.

Kan grubunu tayin eden genler; A, B ve 0 genleridir. Her bir fertte bu genler şu şekillerden biri durumunda bulunabilir: AA, A0, BB, B0, AB ve 00. 0 geni, A ve B genlerine göre çekinik (resessif) bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla AA genleri A kan grubunu verdiği gibi, A0 genleri de A kan grubunu verecektir. Aynı şekilde BB ve B0 genleri, B, BB genleri AB ve 00 genleri de 0 kan grubunu hasıl edecektir. Bir başka ifade ile; A kan grubunda olan bir kimsede bu kan grubunu tayin eden genler, ya AA veya A0 şeklindedirler. Hz. Âdem'de A0 ve Hz. Havva'da B0 genleri olması hâlinde aşağıdaki durum ortaya çıkar:

Şemada görüldüğü gibi, Hz. Âdem'de A, Hz. Havva'da da B kan grubu heterozigot genetik yapıda olması hâlinde, günümüzdeki dört kan grubu da meydana gelebilecektir.

Burada açıklanması gereken husus, Hz. Âdem'e ait A0 genetik yapıdaki kan grubunun, Hz. Havva'ya B0 olarak nasıl geçmiş olduğudur. Dikkat edilirse, gerek Hz. Âdem ve gerekse Hz. Havva'nın yaratılışı, normal anne ve babalı üreme kanununa uymamaktadır.

Bu yaratılışta bildiğimiz manada anne ve babanın olmayışı, buraya Mendel kanunlarının tatbikini imkânsız kılar. Dolayısıyla Hz. Âdem'deki A kan grubunun Hz. Havva'ya B kan grubu olarak geçmesinin Mendel kanununa uymayışını normal kabul etmek gerekir. Çünkü burada ilk yaratılış söz konusudur.

Kâinatta cereyan eden hadiseleri tesadüf ve tabiatın yaptığı vehmedildiği sürece, bu tip soruların ardı arkası kesilmeyecektir. Halbuki olayların meydana gelmesi veya gelmemesine Cenab-ı Hakk'ın sonsuz kudret ve nihayetsiz ilmi noktasından bakmak gerekir. O zaman, kan gruplarının veya bütün insanlığın ortaya çıkarılmasının bir insan veya kan grubunun yaratılması kadar kolay olduğu görülecektir.

6 Dünya çapında Müslüman bilim adamları var mıdır?

Bilim, Allah'ın sanatını, yaratışındaki üstünlüğü, kusursuzluğu ve mucizevi özellikleri görebilmenin bir yoludur. Herhangi bir bilim dalında araştırmalar yapan bir insan, eğer birtakım önyargılara veya körü körüne bağlı olduğu bir ideolojiye sahip değilse, gördüğü her ayrıntıda mükemmel bir tasarımın varolduğunu görür ve bu tasarımın ancak sonsuz bir aklın eseri olabileceğini rahatlıkla anlayabilir. İşte bu nedenle tarih boyunca büyük keşifler yapmış, bilimsel gelişmenin öncüsü olmuş bilim adamlarının büyük bir çoğunluğu Allah'a yönelmiştir.

Okuyacağınız bu cevapta, bilim ve dinin çeliştiğini, bir bilim adamının dindar veya dindar bir insanın bilim adamı olamayacağını savunanların ne kadar önemli bir yanılgı içinde bulundukları gözler önüne serilecektir. İki ayrı bölümden oluşan bu yazının ilk bölümünde, İslam dininin hakim olduğu bir ortamda yetişmiş, Allah'a olan inancı ile tanınıp övülen, aynı zamanda bilimde pek çok ilke imza atarak tarihe geçen bilim adamlarından bahsedilecektir. İkinci bölüm ise, tarih boyunca keşifleri ve bilimsel alandaki çalışmaları ile tanınmış ve şahit oldukları bilimsel gerçekler karşısında iman etmiş Batılı bilim adamları ile ilgilidir.

İlim Öncüsü İslam Alimlerinden Bazıları:

İbn-i Sina

İbn-i Sina 980 senesinde Buhara yakınlarında doğmuş bir İslam filozofu ve tıp bilginidir. Önce babasından daha sonra da dönemin ünlü bilginlerinden mantık, matematik ve gökbilim öğrenimi görmüş, tıp alanında gösterdiği başarılar nedeni ile de II. Nuh'un özel hekimi olarak görevlendirilmiştir.

Ünlü eseri "el-Kanun", yaklaşık bir milyon kelimelik büyük bir tıp ansiklopedisidir. Bütün eski tıp ve Müslüman tıp ilmini ihtiva eder. Bu eser gerek içeriği gerekse hazırlanış tarzı bakımından asırlarca dünya tıp literatürüne hakim olmuştur. Kendisinden sonra, yeni tıbbın doğuşuna kadar Türkçe, Arapça, Farsça ve Batı dillerinde yazılmış eserlere kaynaklık etmiştir.

Tıp ilminin kaideleri, ilaçlar ve çeşitli hastalıklarla ilgili detaylı bilgiler veren İbn-i Sina'nın bu eseri, gerek Anadolu Selçukluları ve gerekse Osmanlılar devrinde temel bir başvuru kitabı olarak kullanılıp tercih edilmiştir.

Tıp ilminde büyük bir çığır açmış olan İbn-i Sina, felsefe alanında da gerek Doğu gerekse Batı filozoflarını etkilemiştir. Yapıtları XII. yüzyılda Latinceye çevrilmiş ve bunun ardından da tüm dünyaya yayılmıştır.

Kadızade Rumi

XVI. yüzyılın sonlarında Osmanlılarda müspet ilim konusunda bir isim dikkat çekmektedir. Bu kişi, Musa Paşa b. Mahmut b. Mehmet Salahaddin olarak anılan Kadızade Rumi adıyla ün kazanmış olan Türk matematikçisi ve astronomudur. Çeşitli önemli kitaplar hakkında "şerh" adı verilen yorumlar yazmış ve bu konuda ünlenmiştir. Bunlardan bir tanesi Osmanlı Medreselerinde okutulan el-Harezmi'nin "Mülahhas fi'l-hey'e" adlı astronomi kitabına yazdığı şerhdir. İkinci olarak da Şemseddin-i Semerkandi'nin geometri ve üçgenlerin niteliklerine dair kaleme aldığı "Eşkalü't-te'sis"i şerh etmiştir. Bir de Muhtasar "fi'l-hisab" adında bir Arapça eseri vardır ki, birinci kısım aritmetik, ikinci kısım cebir ve denklemler, üçüncü kısım ise ölçmelerden ibarettir.

Kadızade'nin en önemli eseri ise, Gıyaseddin Cemşid'in "Risale fi'istihraci'l-ceyb-i derece vahide" eseri için yazdığı şerhdir. Sadece kitap hakkındaki yorumlarını belirtmesine rağmen Kadızade burada bir derecelik yay sinüs hesabı usulünü yazardan daha iyi ve daha basit bir şekilde açıklamıştır. Kadızade'den zamanın en ciddi ve gerçek astronomu olarak bahsedilir. Tüm bu sebeplerden dolayı Kadızade'yi Osmanlı Türklerinin birinci gerçek astronomu ve matematikçisi olarak kabul edebiliriz.

Mahmut Şirvani

Şirvani, XV. yüzyılın ilk yarısında yaşamış Osmanlı tıbbının en önemli hekimlerinden biri, belki de birincisidir. Şirvan doğumlu bir ailenin oğlu olarak Anadolu'da doğmuştur. Yaşadığı dönem boyunca on bir tane eser vermiş ve tüm eserlerini dönemin devlet büyüklerine ithaf etmiştir. Fatih Sultan Mehmet'e ithaf edilen son eseri ve eserleri arasında en önemlisi olan "Mürşid", Osmanlı tıbbında göz hastalıklarına ait en hacimli eser olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yazdığı bir başka eser olan "Tuhfe-i Muradi" ise, içerdiği bilgiler nedeni ile Anadolu'da yazılan ilk tıp eserleri listesine alınmıştır. Konu, temelinde kıymetli taşlara dayansa da bu taşların tıpta kullanımının da anlatılmasından dolayı tarihçiler tarafından bir tıp kitabı olarak kabul edilmektedir.

Şirvani'nin eserlerinin dördü Arapça, altısı ise Türkçe olarak kaleme alınmıştır. İlk devir Osmanlı tıbbında bu kadar üretken ikinci bir tıp yazarı yoktur. Eserlerinin, döneminin ilmi zihniyetini en açık şekilde yansıtmasının yanında, şu an bile herkesin anlayabileceği sade bir Türkçe ile yazılmış olması da son derece önemlidir.

Mukbilzade Mümin

Osmanlı döneminde önemli ilim adamlarından bir diğeri de II. Murat döneminde yetişmiş ve iki önemli eser bırakmış olan Mukbilzade Mümin'dir. Mümin, göz hastalıkları konusuna özel ilgi göstermiş olan Şirvani ile birlikte ilk Osmanlı hekimlerindendir.

Yazarın ilk eseri padişaha ithaf edilmiş olan "Zahire-i Muradiye"dir. İkinci eseri "Miftahü'n-nur ve hazainü's-sürur" da aynı şekilde padişaha ithaf edilmiş önemli bir tıp kitabıdır. Kitapta teşhis ve sağlık bilgisinden genel olarak bahsedildikten sonra, göz hastalıklarına dair ayrıntılar anlatılmaktadır. Bu önemli eserde, baş ve kafatası yapısı ve hastalıkları, göz hastalıkları, göz kapağı rahatsızlıkları, konjoktiva ve kornea hastalıkları detaylı olarak tarif edilmekte, hastalıklara karşı önlemler ve çözümler anlatılmaktadır.

Osmanlılarda bütün Darüşşifa vakıflarındaki hekim listelerinde Mukbilzade Mümin'in isminin mutlaka bulunması, dönemin son derece önemli bir hekimi olduğunu kanıtlamakta, aynı zamanda o dönemde göz hastalıklarına verilen önemi de yansıtmaktadır.

Ali Kuşçu

Türk-İslam Dünyası astronomi ve matematik alimleri arasında, ortaya koyduğu eserleriyle haklı bir şöhrete sahip Ali Kuşçu, Osmanlı Türkleri'nde, astronominin önde gelen bilgini sayılır. Batı ve Doğu Bilim dünyası onu XV. yüzyılda yetişen müstesna bir alim olarak tanır. Kuşçu, Uluğ Bey ve Kadızade'den matematik dersleri almıştır. Bir dönem Azerbeycan'a gitmiş, orada Akkoyunlular padişahı Uzun Hasan'ın emrinde elçilik görevini yerine getirmiş, daha sonra da Fatih'in sarayında bilim adamı olarak görev yapmıştır.

Bilimsel tartışmalarda bulunan, Fatih Külliyesinde bir güneş saati yapan Ali Kuşçu, İstanbul'un enlem ve boylam derecesini belirlemiştir. Ay'ın ilk haritasını çıkaran Ali Kuşçu'nun adı bugün Ay'ın bir bölgesine verilmiştir. Ali Kuşçu'nun çalışmaları başlıca iki bölüme ayrılabilir. Bunlardan ilki din ve filoloji ile ilgilidir. Diğeri ise matematik ve astronomi ile ilgili eserlerdir. Bu eserler arasında en önemlisi "Risale fi'l-hey'e"dir. Zafer günü tamamlandığı için "Fethiye" adıyla Fatih'e takdim edilmiştir. Matematik ve astronomi alanında büyük bir çığır açan bu eser içinde gök cisimlerinin dünyamızdan uzaklıklarına kadar tüm bilimsel detaylar bulunmaktadır. Farsça yazılmış daha sonra Arapçaya çevrilmiş, Batı ilminin Türkiye'ye girmesinden sonra bile astronomi alanında tercih edilen bir kitap olmuştur.

Mirim Çelebi

Mirim Çelebi, asıl adı Mahmud b. Mehmed olan ve XVI. yüzyıl Osmanlı Türkiye'sinin en ileri gelen astronom ve matematikçilerindendir. İstanbul'da doğmuş, medreselerde okumuş ve Beyazıd'ın şehzadeliği zamanında hocalık yapmış ve önemli makamlarda görev almıştır.

Kadızade ve Ali Kuşçu'nun torunu olan Çelebi'nin en önemli eserlerinden biri Uluğ Bey'in Zic'ine Farsça olarak "Düstürü'l-amel ve tashihü'l-cedvel" adında yazdığı bir şerhdir. Yazar eserde konuları çok çeşitli şekillerde anlatmış, örneğin bir derecelik yayın sinüsünü hesaplamak için gayet anlaşılır biçimde beş ayrı çözüm yolu göstermiştir.

Mirim Çelebi, aynı zamanda kendisini çok seven Yavuz Sultan Selim'in ısrarları sonucunda, dedesi Ali Kuşçu'nun astronomi ile ilgili Fethiye eserini de şerh etmiştir. Matematik ve astronomi ile ilgili yedi sekiz risalesi bulunmaktadır. Mirim Çelebi, Osmanlı ülkesinde astronomi ve matematik ilimlerinin ilerlemesi için kuşkusuz en çok çalışan Müslüman bilim insanlarındandır.

Takiyüddin Efendi

XVI. yüzyılın en önemli astronomlarından biridir. Devletten görev almak üzere Kahire'den İstanbul'a gelmiş, matematik bilimindeki ustalığı nedeniyle hoş karşılanıp Sultan'a tanıtılmış ve onun yüksek yardımlarıyla rasathane hazırlanmıştır. Kurduğu rasathane o zaman için dönemin en önemli astronomi aletleriyle donatılmıştır. Yapılan gözlem, kullanılan araçlar ve çalışan astronomları ile son derece önemli bir mekandır.

Takiyüddin'in en önemli eseri "Sidretü'l-Münteha"dır. Bu eserde güneş parametreleri üç gözlem noktası yöntemi uygulanarak hesaplanmıştır. Takiyüddin, Tycho Brahe ve Copernicus dışında dünyada bu yöntemi kullanan üçüncü kişidir. Benzer sonuçlara ulaşmalarına rağmen, Takiyüddin'in güneş parametreleri konusunda yaptığı hesaplamalar XVI. yüzyılda en doğru hesaplamalar olarak tarihe geçmiştir.

Takiyüddin, eserlerinde "saatlerden" bir astronomik araç gibi bahsetmiştir. Bu saatlerin en önemli özelliği dakik olarak, dakika ve saniyeyi verebilmesidir. Avrupa'da dakika ve saniye bulunan bir saatin yapılma tarihi ile Takiyüddin'in bu mekanizmadan bahsetmesi aynı döneme rastlar.

Takiyüddin, "Haridetü'd-Dürer ve Feridetü'l-Fikr" adlı küçük bir zic'inde ondalı kesirleri kullanmış ve bu konu hakkında bilgi vermiştir. Bir başka deyişle, ondalı kesirler Avrupa'da tanınmasından çok daha önce Takiyüddin tarafından sadece tanıtılmamış, kullanılmıştır da. Bütün bunlara bakarak, Takiyüddin'in, dünyada "ilk"leri gerçekleştiren bilginlerden biri olduğu açıkça görülmektedir.

Seydi Ali b. Hüseyin

Seydi Ali b. Hüseyin, birçok deniz seferine, özellikle savaşlara katılmış, sonra da Barbaros Hayrettin Paşa'nın hizmetinde çalışmış, astronomi konusunda uzman büyük bir denizcidir.

Hüseyin'in deniz astronomisi ve coğrafyayı gerçekten çok iyi bilen bir bilgin olduğunu gösteren en önemli eseri "Muhit"dir. Eserin içinde, yön bulma, zaman hesabı, takvim, güneş ve ay zamanlamaları, pusula bölümleri, çeşitli adaların ve meşhur limanların kutup yıldızına yükseltileri, astronomiye ait bazı bilgiler, rüzgarlar, ulaşım yolları, büyük fırtınalar ve bunlara karşı alınacak tedbirler gibi önemli konular yeralmaktadır. Konulardan da anlaşıldığı kadarıyla Muhit, son derece ilmi ve önemli bir eserdir.

Hüseyin aynı zamanda Ali Kuşçu'nun "Fethiye"sini çevirmiş ve eklemeler de yapmıştır. Gökleri sayarken astronomi terimleri katmış, alemin merkezinin yerin merkezi olduğunu ve ağır cisimlerin yerin merkezine doğru düştüklerini ilave etmiştir.

Yazar, bir diğer eseri "Mir'at-i Kainat"da ise güneşin yükseltisi ve yıldızların yerleri, kıblenin ve öğle vaktinin belirtilmesi, daire çemberlerinin, sinüs, kiriş ve tanjantların bulunması ve karşı tarafa geçilemeyen bir nehrin genişliğini ölçmek usulü gibi konularda bilgi vermektedir. Konusunda çok önemli bilgiler vermiş ve geride çok değerli eserler bırakmış üstün bir denizci ve astronomdur.

Katip Çelebi

XVII. yüzyılda yaşamış büyük bir bilim adamıdır. On dört yaşına geldiğinde Anadolu Muhasebesi Kalemi'ne alınmış ve buradaki halifelerden birinden hesap kaidelerini öğrenmiştir. Bundan sonra çeşitli hocalarla çalışmış ve bilgilerini genişletmiştir.

Katip Çelebi'nin yirmi dolayındaki eseri arasında belki de en önemlisi "Keşfü'z-Zünün an esami'l-Kütüb ve'l-Fünün"dur. Eserde, üç yüze yakın müstakil ilimin konuları ve amaçları hakkında bilgi verilmekte çeşitli araştırmalara yer verilmektedir.

İkinci önemli eseri ise "Cihannüma"dır. Coğrafya ve kosmografyaya ait olan eserde yazar, dünya üzerindeki beş kıtayı altıya bölmüş ve hepsi hakkında genel bilgi vermiştir. (Avrupa, Asya, Afrika, Amerika, Macellenike/Avustralya ve Kutup bölgeleri). Eserde yeryüzünün yuvarlaklığını ispat için çeşitli deliller verilmiş ve Japonya'dan Erzurum'a kadar mevcut olan bütün bitkiler ve hayvanlar tanıtılmıştır. "Cihannüma" aynı zamanda Osmanlıların üç kıtadaki hakimiyeti, şehir ve kasabaları hakkında hiçbir yerde bulunmayan değerli bilgileri de ihtiva eden ilk ve yegane sistematik coğrafya kitabıdır.

Katip Çelebi dönemin durgunlaşmış ve yeniliklere kapalı havası içinde Osmanlı toplumunda büyük atılımlar yapan bir aydındır. Batı'daki astronomi eserlerini çevirmeye yönelmiş bir alimdir. Çelebi, döneminin koşullarını aşan bir bilim anlayışının ilk mimarlarından biri olarak kabul edilir.

İbn Nefis

XIII. yüzyılda bilim adına önemli gelişmelere damgasını vurmuş olan bir başka isim de İbn Nefis adıyla tanınan Alaeddin Ali ebi'l-Hazam el-Kureyşi'dir. "Mu'cezü'l-Kanun" adlı ünlü eserinde İbn Nefis, pekçok tıbbi açıklamada bulunmuş ve oldukça rağbet görmüştür. Eserin en önemli özelliği, İbn Nefis'in küçük kan dolaşımını tıpkı XVI. yüzyılda bu dolaşımı Harvey'den önce tarif eden Michel Servetus gibi tarif etmesidir.

Servetus'un, İbn Nefis'ten yaklaşık üç yüzyıl sonra küçük dolaşımı açıklaması ve onunla aynı anatomik yapıyı tarif etmesi son derece önemli bir konudur. Çünkü o döneme kadar klasik inanç, anatomide septumun (bir organın iki ayrı bölümünü birbirinden ayıran ayırıcı zar veya duvar) geçirgen olduğu yönündedir. Oysa İbn Nefis, herhangi bir gözleme dayanmadan septumun geçirgen olmadığından yola çıkmış ve bu sonuçlara varmıştır. Nitekim sonraki yüzyıllarda septumun geçirgen olmadığı gözlemlerle ispatlanmıştır.

İbn Nefis, kuşkusuz bu önemli keşfi ile tıp tarihinin en önemli isimlerinden biridir. Yaptığı keşfin önemi ve değeri kendisinden üç yüzyıl sonra ortaya çıksa da Osmanlı dönemine büyük faydaları dokunmuş önemli tıp adamı vasfını korumuştur.

Akşemseddin

Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza'dır. Ancak sakal ve bıyığının ak olması ve beyaz elbiseler giymesinden dolayı Akşemseddin olarak anılmaktadır. Şam'da doğmuş ve küçük yaşta Anadolu'ya gelerek Amasya'nın bir kazasına yerleşmiştir. Genç yaşta çeşitli ilimler konusunda başarılar elde etmiş ve iyi bir tıp tahsili yapmıştır.

Tıp alanında derin araştırmalar yapmış olan Akşemseddin, "Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülmeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur." diyerek bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yapmıştır. Onun bu açıklamaları yaptığı dönem, mikropları ilk olarak tanıtan İtalyan hekim Fracastor'dan yaklaşık yüz sene öncedir. Böyle bir ilke imza atan Akşemseddin, tıp tarihinde önemli bir yere sahiptir. Sultan II. Murat ve II. Mehmet'e çok yakın olan Akşemseddin, yaptığı ilaçlarla saray ve çevresinde birçok hastayı iyileştirmesiyle de bilinmektedir.

Akşemseddin'in pek çok dini eserinin yanı sıra son derece büyük önemi olan iki de büyük tıbbi eseri bulunmaktadır. Eserler halen tıp literatüründe önemlerini korumaktadır.

El-Battani

868 yılında Harran'da doğmuş olan el-Battani ilk eğitimini ünlü bir bilim adamı olan babası Cabir bin San'an el-Battani'den almıştır. Daha sonra eğitimini devam ettirmiş ve çok çeşitli konularda uzmanlık elde etmiştir.

Battani ünlü bir astronom, matematikçi ve astrologdur. Astronomi konusunda pek çok önemli keşfi vardır. Bunlardan en önemlisi bir güneş yılının 365 gün, 5 saat, 46 dakika ve 24 saniyeden oluştuğunu bulmasıdır. Bu keşif günümüz ölçümlerine son derece yakındır. Güneşin doruk noktasındaki boylamın Ptolemy'nin keşfinden beri 160 47' arttığını da keşfetmiştir. Bu durum, güneşin yörünge hareketlerini ve eşzamanlılıkta küçük farklılıkların meydana geldiğini gösteren önemli bir keşiftir.

El-Battani'nin getirdiği yenilikler, ekliptik düzlemde dikkate değer bir eğrilik olduğunu, mevsimlerin uzunluklarını ve güneşin yörüngesini de kesin değerlerle ortaya koymaktadır. Ay ve güneşle ilgili gözlemleri, 1749 yılında Dunthorne tarafından ayın hareketlerinin anlaşılması konusu ile ilgili olarak kullanılmıştır. Matematik alanında Yunan kirişi yerine sinüsleri kullanan ilk kişidir. Ayrıca ilk olarak kotanjant kavramını getirmiş ve dereceli bir tablo oluşturmuştur. Astronomi ve trigonometri ile ilgili sayısız eseri vardır. Astronomi konusundaki çalışmaları Rönesansa kadar Avrupa'da etkili olmuş, astronomi ve trigonometrideki keşifleri bu bilimlerin gelişimine öncülük etmiştir.

El-Harezmi

Ebu Abdullah Muhammed bin Musa El-Harezmi tahmini olarak MS 770 yılında Özbekistan'da doğmuştur. Batı bilim dünyasına en sürekli ve en derin etkiler bırakmış matematikçi olarak tanınmaktadır.

Harezmi, doğu bilim dünyasında cebir ilmine ilişkin ilk eser yazan kişidir. Bu bilim dalı daha önceleri az çok işlenmiş ve geometriden farklı bir ilim olarak görülmeye başlamıştır. Birinci dereceden denklemler çözülebilmiş ama ikinci derece denklemlerin kökeni konusu henüz anlaşılamamıştır. Harezmi, ikinci kitabı olan "El Cebr ve'l Mukabele" ile ikinci derece denklemlerin çözüm yolunu sistemli olarak belirleyen ilk kişidir. Harezmi eserinde belirttiği yöntemleri bir öğretmen yeteneğiyle açıklamış ve bu kuralları geometrik olarak ispatlamıştır.

Harezmi'nin bu eseri, matematik tarihi bakımından çok önemli gelişmelere başlangıç olmuş ve altı yüz yıldan fazla süre boyunca matematik öğrenimi için temel sayılmıştır. Roger Bacon, Fibonacci gibi bilim adamları eseri hayranlıkla incelemişler ve kendi öğretilerinde bu eserden faydalanmışlardır. 1598-1599 yıllarında hala cebir ilminde tek kaynak Harezmi'nin bu eseridir.

Matematiğin yanısıra astronomi ve coğrafya ilimlerinde de eserler vermiştir. Güneş saatleri ve saatler üzerinde yazılmış eserleri bulunmaktadır.

Sabit Bin Kurra

Sabit bin Kurra, matematik, astronomi ve tıp konularında uzman İslam bilginlerinden biridir. Döneminde tüm bu alanlarda çok büyük gelişmelere öncü olmuş, özellikle geometri ve cebir konusunda yeniliklere imza atmıştır. Sabit bin Kurra'nın geometrideki yeri hakkında oryantalist Georges Rivoire şunları yazar:

"Cebirin geometriye uygulanmasını, Müslümanlara borçluyuz. Bu da 900 yılında vefat etmiş olan Sabit bin Kurra'nın eseridir."

Matematik, astronomi, astroloji, tıp ve çeviri ile uğraşan Sabit'in yetmiş dokuz eseri olduğu bilinmektedir. Bunlardan yirmi biri tıp, ikisi müzikle, geri kalan yirmi beş eser ise matematik ve felsefe ile ilgilidir.

Sabit, Oaklides'in bilgilerini kullanarak cebir konusunda çok daha genel denklemlerin çözümlerini göstermeyi başarmıştır. O da Harezmi gibi pozitif köklü ikinci derece denklemlerin çözümü ile uğraşmıştır. Üçüncü derece denklemlerin çözümü iki yüzyıl sonra Ömer Hayyam'a nasip olacaktır. C. B. Boyer, bu usta matematikçi için şunları söylemektedir:

"MS IX. yüzyıl Müslüman matematikçilerin altın çağı oldu. Yüzyılın ilk yarısında Harzemli, ikinci yarısında Sabit bin Kurra damgasını vurdular. Harzemli ile Oaklides 'temelciler' olarak benzeşir. Sabit ise, Pappus gibi, yüksek matematik yorumcusudur." [Boyer, C. B. (1968). A History of Mathematics, John Wiley and Sons, New York, s. 258]

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an-ı Kerim' de bilimsel keşiflerden bahsediliyor mu? 
İslam'ın bilime bakışı nasıldır? Müslümanlar bilimde neden geri kalmışlardır?

7 Madde nedir; onu nasıl anlamamız ve nasıl değerlendirmemiz gerekir? Madde mi aklı yönetir, yoksa akıl mı maddeyi yönetir?

Maddenin en yaygın tarifi; “uzayda yer kaplayan, bölünüp parçalanabilen, tartılabilen ve duyu organlarıyla idrak edilebilen şeyler”, şeklindedir. Madde hakkında asrımızın fizik alimlerinin yaptıkları bir başka tarif de şöyledir: “Madde, enerjinin kesifleşmiş şeklidir.”

Eskiden, bir kısım insanlar putlara taparlardı. Şimdi ise putların maddesine tapıyorlar. Bu yeni putperestlere materyalist deniliyor. Ama arada önemli bir fark var: Puta tapanlar onu İlâh biliyor ve ona karşı kendi akıllarınca, yahut dedelerine uyarak bir takım mükellefiyetler ihdas ediyor ve onları yerine getirmeye hassasiyetle çalışıyorlardı. Maddecilerde, materyalistlerde ise maddeye tapma, sorumluluktan kaçmaya dayanıyor. Çünkü maddeye karşı hiçbir sorumluluk altına girmiş olmuyorlar.

Çok iyi biliyorlar ki, madde bize hizmet ediyor. Bedenimiz ruhumuzun emrinde. Ve madde ancak bedenimiz için söz konusu. Ruhun maddeye tapması, bir insanın kendi evine tapması gibi bir şey. Böyle bir saçmalığı vicdanları kabul etmediğinden, inançsız ve sorumsuz yaşama yolunu tutuyorlar. Bu yol ise nefsin hoşuna gidiyor.

Nur Külliyatı'nda maddenin özellikleri sıralanır ve her biri için güzel açıklamalar yapılarak, dikkatler maddenin yaratıcısına çevrilir. Bunlardan birisinde şöyle buyrulur:

“Bilmüşahede madde, mahdum değil ki her şey ona irca’ edilsin. Belki hâdimdir, bir hakikatın tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatın esası da ruhtur.” (Sözler)

Maddenin hayata hizmet ettiğinden kimsenin şüphesi yok. Kendi hayatımızda bunun nice misâllerini görüyor, görmekten öte bizzat yaşıyoruz. En basitinden, ellerimiz kalemi tutuyorsa, ruhumuzun isteğine uyarak tutuyor. Ruh ve ondaki hayat sıfatı “efendi” makamında, madde ise “hizmetçi”. Yani mahdum olan, kendisine hizmet edilen hayattır, ruhtur. Hadim, yani hizmet eden ise beden. O hâlde ruh ve ona bağlı bütün fonksiyonlar bu hizmetçiye verilemez ve onunla izah edilemez. Aksi hâlde, her biri diğerinden saçma, bir çok batıl fikirleri kabul etmemiz gerekir.

Namaza giden bir insan düşününüz. Namazın İlâhî bir emir olduğunu ve bu emre uyulması gerektiğini bilen ruhtur. Ve ayaklar, ruhun emrine uyarak, caminin yolunu tutar. Aksi olsa, iman ve marifeti, ibadet etme şuurunu bedene vermek, ondan bilmek gerekir. Yani, “Beden iman etmiştir, beden camiye gitmek istemiştir, beden namaz kılmış, dua etmiş ve niyazda bulunmuştur.” gibi nice akıl dışı iddiaları kabul etmek gerekir.

Bedenimiz kâinatın maddesinden bir özet, ruhumuz ise ondaki her çeşit hayata bir misâl. Bu kâinat, mesela, bir meyve ağacının imdadına koşturuluyorsa, bunu madde ile izah etmeye kalkıştığımızda, “rızk” mânâsını, “açlık” mânâsını, “rahmet” ve “merhamet” mânâlarını kâinatın maddesine vermemiz gerekecektir. Buna ihtimal vermeyen salim ve müstakim akıllar, bu madde âlemini hayata hizmet ettiren Allah’ı tanır ve bütün bu işleri Onun rahmetinden, ihsanından, kereminden bilirler.

Böylece hizmetçiye, hizmeti kadar değer verir ve nazarlarını Onu hizmet ettirene çevirirler. Şükürlerini Ona verirler, ibadetlerini Ona yaparlar. Gerçeği bu şekilde tespit etmeyen ve doğruyu bulamayan insanlar, her şeyi madde ile açıklamaya kalkışır, hayatı, ruhu, his âlemini ve duyguları madde ile açıklamak için hayli zorlanırlar. Görmeyen maddeye göz takmaya çalışırlar. İşitmelerini madde ile açıklamak için maddeye kulak takarlar. Sevgilerini, endişelerini, meraklarını, şefkatlerini, korkularını ve daha nice hislerini maddeye vermekle mahiyet itibariyle eşsiz bir komedi, ama insanlık adına korkunç bir trajedi sergilerler.

Bunların hâli Nur Külliyatı'nda şöyle nazara verilir:

“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” (Mektubat)

Aklı başında her insan kabul eder ki, ilim eserden öncedir. Sanatkârlık da sanat eserinden önce. Bir cümle, önce zihinde şekillenir de sonra kâğıda dökülür. O cümleyi okuyan her insan hemen anlar ki, bu cümle, yazılmadan önce birinin ilminde şekillenmişti ve onun irade ve kudretiyle bu kâğıda döküldü. Bunu anlayabilecek kadar bir akla sahip olan herkes, şu kâinat kitabındaki bütün yazıların, İlâhî ilimde şekillendiğini ve İlâhî kudretle yaratıldığını, yazıldığını hemen anlar. İşte bu yazma sırasında madde istimal edilir. Yoksa, madde o yazıdaki mânâları önceden bilemez ki, ona göre şekil alsın ve cümleler öylece vücut bulsunlar.

Bir irfan ehli şöyle diyor:

“Madem ki madde enerjiye dönüşüyor, ‘Her şey aslına rücu eder.’ kaidesince maddenin aslının da enerji olduğunu söyleyebiliriz.”

Günümüzde fizik ilmi bu gerçeği keşfetmiş bulunuyor:

“Madde, uzayda (mekanda) yer tutan; eni, boyu ve yüksekliği olan, zaman boyutuna bağlı ve tartılabilen şeye denir. Bir cismin ihtiva ettiği madde miktarına kütle denir. Bir cismin kütlesi yerde 1 kg. ise, Ayda ve gezegenlerde de yine 1 kg. dır."

"Maddeyi enerji, enerjiyi de kuantlar oluşturur. Madde, çok yoğun enerji, enerji de çok seyrek (seyreltilmiş) maddedir. Madde ve enerjinin temel yapısı, kuantla tanımlanır. Kuant enerjinin en küçük miktarı, yani en küçük enerji birimidir. Kuantın sözlük anlamı da, miktar, birim, sayım demektir. Buradan hareketle, maddenin enerjiye, enerjinin de maddeye dönüşebileceğini söyleyebiliriz. Ve kuantlar için, ‘maddenin temeli olan enerji birimleri’ diyebiliriz."

"Işık, ışınlardan oluşur. Bu ışınlar da tespih taneleri gibi ardada dizilen fotonlardan (kuantlardan) meydana gelir. Yani, ışığın en küçük enerji birimi, fotondur."

"Madde, enerjiye dönüştüğünde elde edilen bu enerjiyle çok büyük işler başarılabilir. Meselâ, beş harfli bir tek kelimeyi yazmak için kullanılan mürekkep enerjiye çevrilebilse, bu enerji ile on tonluk bir yükü bir kilometre havaya fırlatmak mümkün olabilecektir."

"Enerji ortadan kalkarsa madde ortaya çıkar. Madde yok edildiğinde ise enerji meydana gelir. Nükleer fizikte verilen reaksiyonlarda şunu görebiliriz: Birbirinin antimaddeleri olan bir elektronla (madde) bir pozitron (madde) bir araya getirildiğinde, çok kısa bir süre içinde, bunlar birbirinin etrafında dönerek pozitranyum atomunu (madde) kurarlar. Fakat, saniyenin on milyonda biri kadar olan bu kısa sürenin sonunda, her ikisi de madde âleminden çıkar ve yerlerini enerjiye terk ederler.”

Biz bu enerjiyi İlâhî kudretin bir tecellisi biliyor ve bu âlemdeki her şeyin sadece sonsuz bir kudretle değil, yine sonsuz bir ilimle, mutlak bir iradeyle vücut bulduğuna inanıyoruz.

Biz bu inançla âlemdeki Rabbanî sanatları hayran hayran seyrederken, kapımız çoğu kez bir materyalist tarafından çalınıyor ve az önce sözünü ettiğim saçma ifadelerin çok daha katmerlisi sürülüyor önümüze:

“Maddenin aslı ispat edilmedikçe ben bu eserlerin bir yaratıcısı olduğuna inanmam!..”

Bazen insan kendi kendine soruyor: "Bu adamlar inanmazlarsa ne olur?" Ve cevabını şöyle veriyor: “Bir kitap kalkıp da ‘Mürekkebimin aslı açıklanmadıkça yazarıma inanmam!’ dediğinde ne olursa, ona benzer bir şey olur.”

8 Bir atadan geldiğimiz hâlde, farklı renkler ve ırklar nasıl ortaya çıktı?

"Ey insanlar!.. Muhakkak ki, biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve sizleri kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız..." (Hucurat, 49/13).

Bu soruya, bir başka soru ile cevap verilebilir: Tek atadan farklı renk ve ırkların ortaya çıkmasına engel nedir? Hem tek atadan gelinir hem de farklı renk ve ırklar ortaya çıkar.

Aslında bu tip sorular, daha ziyade biyolojiyle alakası olmayanlardan gelmektedir. Çünkü, bir biyolog bilir ki, her anne, baba, büyük anne ve büyük babaların karakterleri belli oranlarda yavrularına geçer. Bu oranlar, "Mendel Kanunları" adı altında meşhurdur. Cenab-ı Hakk'ın koyduğu bu kanunlara göre; mesela bir fert boy bakımından % 50 ihtimalle annesine, yüzde % 50 ihtimalle babasına benzeyecektir.

Ferdin hemen hemen bütün özelliklerinde, bu veya buna yakın oranları görmek mümkündür. Lakin, bazı karakterler vardır ki, ortaya çıkmaları, yani bir fertte tesir göstermeleri, bazı şartlara bağlıdır. Nasıl ki, yıldızların görünmesi gecenin gelmesine bağlıdır. Güneş onların görünmelerine mani olur. Bazı çekinik (resessif) karakterler de baskın (dominant) karakterlerin etkisi altındadır. Çekinik karakterler bu tesirlerden kurtulduğu zaman etkisini gösterecektir. Bu, belki de nesiller sonra mümkün olur.

Günümüzdeki ırkların hepsi ortak bir atadan gelir. Saf ırk mevcut değildir. Söz gelimi, beyaz ırkın bir ferdinden, bir zenci gibi koyu deri rengine sahip fert hasıl olabilir. Ya da bir Çinli'den, bir Kafkaslı kadar beyaz deriye sahip yavru meydana gelebilir.

Bazıları, zenci ırkın tropiklerdeki yoğun ultraviyole ışınlarına uyum sağlayarak meydana geldiğini iddia ederler. Halbuki bu görüş, Kuzey ve Güney Amerika'da aynı ışınlara maruz kalanların, niçin siyahlaşmadıkları meselesini izah edememektedir. Son yapılan çalışmalar, deri rengindeki bu farklılığın irsi olduğunu ortaya koymuştur.

Dolayısı ile ırkların teşekkülünde ortaya çıkan siyahlar, kendileri için zararlı olmayan ışınların bulunduğu sahaya göç etmiştir. Diğer taraftan açık renkli ve mavi gözlü İskandinav ırkı ise, ekvator yakınındaki yoğun ultraviyole ışığından kurtulmak için kuzeye gitmiştir.

Dışarıya kapalı bir kabile düşünün. Çevredeki diğer kabilelerle hiçbir irtibatı olmayan bir grup. Buradaki genetik özellikler, kabile fertlerinin sahip olduğu irsi karakterlerin toplamına eşittir. Belli sınırlar içinde yer alan böyle bir bölge "gen havuzu" olarak da adlandırılabilir. Bu gen havuzunda, çekinik karakterler, zamanla melezleme sonucu birbiriyle karışarak, yeni ve değişik karakterler hasıl eder.

Değişik renk ve ırk karakterlerine bu açıdan bakmak gerekir. Kuvvetle muhtemeldir ki, ilk insan Hz. Âdem (as)'in genetik yapısında da çok farklı renk ve ırk özellikleri vardı. Tıpkı bir gen havuzu gibi, muhtelif karakterleri ihtiva ediyordu. Bütün bu karakterlerin bir anda ortaya çıkması elbette mümkün değildi. Zamanla bazı genetik açılımlar sonucu, değişik karakterler meydana geldi. Neticede günümüzdeki farklı fertler hasıl oldu.

9 İlim ile bilim arasındaki fark nedir?

Her şeyden önce belirtmeliyiz ki, din-ilim tenakuzunu iddia eden kişilerin bahsini ettiği şey, ‘ilim’ değil, ‘bilim’dir. İlim, ‘aydınlık’ kokan ‘din’ kokan bir kelimedir; hakikat soluyan ve kişiyi Sırat-ı Müstakîm’e götüren bir ışık kaynağı, bir gerçekler manzumesidir. ‘Bilim’ denilen şey ise, kendisine biçilen elbise, yüklenen fonksiyon ve kazandırılan manâ ile karanlıklar, kaos ve karadelikler manzumesidir.

İlim, bizde doğup büyümüş, aslını ve çekirdeğini bizden almışken, bilim, rasyonalizmiyle, pozitivizmiyle Batının mahsulüdür. Bu bilim, hakikatı ve bütün hakikatlerin kaynağı mutlak hakikatı inkârla işe başlar ve hatalar, yanlışlar, ihtimaller üzerinde gide gide güya doğruya varmaya çalışır. Oysa, elde bütün yanlışların vurulacağı, bütün gerçek dışıların tartılacağı bir hakikat olmadan, doğruya nasıl varılabilir? Her şeyi değişir gören bilim, bir ‘Değişmez’in varlığını kabul etmeden, değişmeler ve değişenler üzerinde nasıl çalışabilir? Değişmez kaideler ve sabit hakikatler olmadan deneyin, tecrübenin ve gözlemin halledeceği hiçbir şey yoktur. Onlarla insanın dünyasını aydınlatmak mümkün değildir.

Bilimin el yordamıyla üzerinde çalıştığı kâinat, esasen Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve iradesiyle yazdığı ve bir plân, program, ölçü ve dengeye göre tanzim ettiği eşya ve hâdiseler kitabı; gerçek ilimler ise, Allah’ın kâinattaki icraatından, kâinattaki İlâhî kanunlarla eşya ve hâdiselerin münasebetinden süzülmüş raporlardan ibarettir. Bundan başka, Allah’ın bir de Kelâm sıfatından gelen Kur’ân kitabı vardır ki, Allah (cc), bu Kitabı’yla kâinatı anlatır, kâinattaki eşya ve hâdiselere ışık tutar.

Kâinatı bir düzen ve ahenk içinde kuran Yaratıcı, kurduğu bu düzeni Kur’ân’la ifade eder. İnsan da, bu iki kitabın bir başka biçimde yazılmış şeklidir. Kur’ân, kâinat ve insan, bu şekilde Allah’ın isim ve sıfatlarının değişik şekillerde tecelligâhı olarak, birbirleriyle fevkalâde bir iç bağlantı halinde, birbirlerini şerh ve izah eden ve neticede Allah’ı tanıtan üç küllî muarrif, üç küllî kitaptır. Şimdi, bu üçü nasıl birbirine ters olabilir, nasıl birbirini nakzeder ve nasıl birbirinden ayrı düşünülebilir?

İnsan gerçek ilmi, kâinatı ve Kur’ân’ı okuyarak elde eder; elde ettiği bu ilim neticesinde kendini tanır veya değişik bir yolla önce kendini tanır, sonra da kâinatı ve Kur’ân’ı okur. Kâinat, ilimler ve Kur’ân, tıpkı bir insanın iki gözüyle bakışı gibi ilerde bir noktada birleşirler. Nasıl bir insanın iki gözü farklı bakmaz ve farklı bakışa sahip değilse, Kur’ân ve gerçek ilimler de, aynı şekilde birbirinden farklı değillerdir. Bu mevzûda ileri sürülen farklılık, sadece bunu ileri sürenin bakışındaki şaşılığı ele verir. Öyleyse ilk düzeltilmesi gereken, bu tür bakış çarpıklıklarıdır. Laboratuarlarda kâinata, eşya ve hâdiselere Kur'ân’ın adesesiyle bakabilen mana ve ışık insanları, ilimleri gerçek yerine oturtacak, ilimleri ve insanlığı ‘bilim’ in götürüp bıraktığı çıkmazdan kurtaracak ve Yahudi maddeciliğiyle, hristiyan spiritualizmine son vereceklerdir. Biz, sadece Kur’ân’ı okuyup kâinat kitabını bir yana bırakamayacağımız gibi, Kur’ân’ı bırakıp, akılları kâinatta boğarak kaba, katı ve soğuk materyalizme de yol açamayız.

İslâm’ın hayata hayat veren sentezi budur. Bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellilerine birer tercüman olan bütün ilim dallarını kucaklamak, diğer taraftan da dünya ve ahiret saadetine götürücü bütün yolları hidayet tayflarıyla aydınlatan Kur’ân’a sarılmak... İşte İslâm’ın insanlığa kazandırmak istediği yüce idealin en basit ve en kısa hülâsası bu terkiptir.

Batıda din, hiçbir zaman bütünüyle hayatı kuşatamamış ve hayata hayat olamamıştır. Dün de bugün de kiliseden çıkan, yine kendi küfür, küfran ve bataklık dünyasına dalmaktadır. Üç asırlık safvet döneminden sonra Hristiyanlığın Konstantin tarafından kilisenin loş ve sevimsiz duvarları arasına hapsedilmesi ve esasen tahrife uğrayan İncil’in yanısıra yine muharref Tevrat’ın da ‘Kitab-ı Mukaddes’ olarak kabul edilmesi neticesinde, günlük birkaç ahlâkî kaide dışında Din’in Avrupa insanına vereceği bir şey kalmamıştır. Bu sebeple, Batılı ilmi bizden alırken, manâsından ve gerçek muhtevasından tecerrüd ettirerek almış ve Rönesans’la birlikte tamamen maddî bir dünyanın dar ve katı kalıpları içine hapsetmiştir.

Evet, dün inkâr etmekle beraber, bugün Maurice Bucaille, Alexis Carrel, Karlyle ve Garaudy gibi mütefekkir ve ilim adamlarının da itirafıyla ilmi bizden aldığını kabul eden Batılı, onun gerçek yönünü, Allah’a götüren bir ışık oluş keyfiyetini bir yana bırakıp, bütünüyle maddî ve karanlık bir hayatı yaşamada soğuk bir vâsıta haline getirmiştir onu. Dolayısıyla, gerçek manâ ve muhtevasından uzaklaştırılmış dinle, maddî tutkulara esir edilmiş bir ilmin, yani ‘bilim’ in çatışması gayet tabiî ve normaldir.

Meselenin bir yönü daha var. Muharref Tevrat ve İncil, İlâhî Söz olma adına kendilerinde pek çok yanlışı barındırmaktaydı. Daha çok kendi zamanlarındaki dinî meselelere çözüm getirmek ve ‘dindar’lara hitap etmek için ‘din adamları’nca kaleme alınan ‘Kitab-ı Mukaddes’, her zamana, her seviyeye ve her mekâna hitap edici vasfıyla İlâhî dilini kaybedince, kâinatta değişmekten ve tahriften masun İlâhî hakikatlerin keşfi karşısında şüphe gubarına ve inkâr rüzgârına maruz kaldı. Meselâ, Kitab-ı Mukaddes, dünyanın yaratılışına ve insanın yeryüzüne gelişine belli ve kesin seneler biçiyor, kâinatın altı günde yaratılışını pazartesi, salı...larla ifade ediyor ve Allah-insan münasebetini Hz. Âdem (as)’in Cennet’ten çıkarılışı kıssasında -hâşâ- rakip iki kralın münasebeti gibi takdim ediyordu. Böyle bir kitabın esasen, kâinatın keşfine yönelen insana verebileceği fazla bir şey de yoktu.

Sonra, Batılı, ahlâkî bakımdan da olsa Din’in hayatına müdahalesine fazla mütehammil değildi. İşte, böylesi sebepler, Batı'da Din’le ilmi birbirine hasım ve muhalif iki ayrı istikamete ve iki ayrı kutba çekti. Hristiyanlık, gelişen hayat şartları ve ‘bilim’ adına kaydedilen ilerlemeler karşısında, taşın altında kalıp solmaya ve çürümeğe yüz tutmuş ve ısı, ışık ve su gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaktan mahrum bırakılmış bir yaprak misali kendi varlığını, kırpık ve eksik mevcûdiyetini kabul ettirme imkânı bulamıyordu. Gün yüzüne çıkmak istediğinde ise, artık vakit çok geçti; bilim, almış başını gidiyor, eşya ve hâdiseler kendisini refüze ediyordu. Elinde kala kala tek bir kuvvet unsuru kalmıştı Hristiyanlığın: Afaroz! Buna karşılık, zamanında yine kendi elleriyle taşın altına koyup hayattan tecrid ettiği ve neticede soldurduğu Hristiyanlığı, Batılı bu defa reformuyla yine bizzat kendisi idam sehpasına çıkardı... Bu, afaroza bir misillemeydi.

- Fakat, aynı sehpada İslâm’ı idam etme düşüncesi de neden?

- Hiç İslâm tarihinde, dünya dönüyor dediği için bir insan afaroz edilmiş midir?

- İslâm’dan başka hayata nasıl hayat olduğunu 11-12 asır insanlığa gösteren bir ikinci sistem gelmiş midir?

- İlimler adına bütün dünyaya asırlarca muallimlik yapan İslâm’ı, ilme karşı ve gelişmeye mâni diye idam sehpasına çıkarmak, düşmanca bir garaz ve insafsızlık değildir de nedir?

- Yoksa bunun sebebi, İslâm’ı hayatımızdan tecridle, heva ve hevesimiz istikâmetinde bir hayat sürmek midir; veya, Batı'nın kendi menfaatleri uğruna kasden attığı bir çelmeye alet mi oluyoruz?

Evet, biz ilim adına hiç bir zaman imanımızdan, ibadetimizden, Allah’a (cc) ve Resûlü’ne (sav) olan bağlılığımızdan kıl kadar sapmadık; tam aksine ilim, îmanımıza, ibadetimize, Allah (cc) ve Resûlü’ne (sav) olan bağlılığımıza güç kattı. Aydınlık çıkış noktalarımız vardı; Cenâb-ı Hakk adına kâinatı keşfetme düşüncesiyle hareket ediyorduk. Her yeni keşif, ruhlarımızda yeni bir îman, aşk ve heyecan meydana getiriyor, hamle ruhumuzu yeniden kamçılıyor ve “Daha yok mu?” diyerek daldıkça dalıyorduk. İnci, mercandı hep çıkardığımız; hem secdeye varıyor, hem rasathaneye koşuyor; din ve ilim diyerek salih dâireler meydana getiriyorduk. Okumayı, yazmayı, çizmeyi ve araştırmayı ibâdet neşvesiyle yapıyorduk; kaos, karadelik ve tıkanıklıklar yoktu ilim semâmızda. Bilim kurgunun çok ötesinde Mi’râc’a inanıyor, aynı yolda yolculuk yapmaya çalışıyor, namazı bunun esası sayıyor, mu’cizeleri bilip kabul ediyor ve hep Allah’a (cc) yaklaşma gayesi güdüyorduk. Evet, bizde bu esaslar üzerinde gelişen ilimlerin gayesi Ma’rifet-i İlâhî, neticesi de Muhabbet-i İlâhî ve zevk-i ruhanî idi.

Kur’ân ve ilimler münasebeti mevzuunda düşülen vahim hatalardan birisi de, Kur’ân’ı mevcut ilimlerin peşinden koşturmak ve onlara tâbi kılmaktır. İlimleri Kur’ân’dan, Din’den ve îmandan ayrı ve müstakil görmek bir tefrit, Kur’ân’ı müspet ilimlerin peşinden koşturmak ve onu âdeta bir fizik, kimya, tıp, matematik, astronomi kitabı saymak da bir ifrattır.

- Çok büyük ve enerji yüklü Güneş’i küçücük ve soluk bir meteora nasıl uydu yapabilirsiniz?

- Kâinat ve insanı, tâ başlangıçtan Kıyamet’e bütün yönleriyle ele alıp inceleyen ve haritasını çizen Kur’ân’ı nasıl küçük bir dünya haritasından, hatta bir dağ silsilesi resminden ibaret görebilirsiniz?

Kıvrım kıvrım akıp geçtiği, akıp geçerken de suladığı vadileri, ovaları, hayat verdiği bağ ve bahçeleri, şelâleler hâlinde döküldüğü dağları, tepeleri ve deltalar meydana getirerek ulaştığı ummanları hiç hesaba katmadan, sadece çıktığı yere bakarak “işte nehir” demek ve o nehrin hikmetini, faydasını ve şümul sahasını, sulayıp geçtiği bir bahçeden veya yatağının bir yerindeki altın mâdeninden ibâret görmek ne derece yanlışsa, aynı şekilde Kur’ân’ı, değişip duran ilimlerin bugünkü seviyesiyle bir görmek, hatta henüz ispatlanamamış ilimleri, Kur’ân’a şahit yapmak ve Kur’ân âyetlerini bu ilmî buluş ve nazariyelere tatbik etmek aynı derecede, hatta daha büyük bir yanlıştır. Kur’ân âyetleri, yeni ilmî gelişme ve nazariyelerle te’life çalışılmamalıdır.

Evet, Kurân’ın hakkaniyeti için hemen ilmî mesned ve takviyeler, payanda ve koltuk değnekleri aramaya kalkışmak, O’nu küçültmek olur. Yine, XX. asrın herhangi bir diliminde tespit edilen ilmî bir meseleye, “Kur’ân bunu anlatıyordu” deyip Kur’ân’dan delil bulmaya çalışmak, ille de pozitif ilimlere Kur’ân’ı teyid ettirmek ve her yeni tespit karşısında “Kur’ân’da bu da vardı; şu âyet bununla ilgiliydi” gibi iddialarda bulunmak, ilimler karşısında içine düşülen bir kompleksin ve Kur’ân’ı ikinci derecede görmenin ifâdesidir. İlim ve fenler devamlı değişmekte, bugün doğru kabul edilen çok şeyin, yarın yanlış olduğu ortaya çıkmakta.. sürekli yeni nazariyeler üretilmekte ve bir ilim adamının hakikat diye takdim ettiğini bir başkası pekâlâ çürütebilmektedir. Halbuki, Kurân’ın ifade ettiği hakikatler sabit, değişmez, yanılmaz ve ebedîdir...

Nâzil olduğu günden bu yana tam on dört asır geçmiş olmasına rağmen, Kur’ân’da öyle bâkir ve emsâlsiz meseleler vardır ki, bunların hakikatına henüz ilimlerin elleri ulaşamadığı gibi, ilmî seviye de fersah fersah onların gerisinde bulunmaktadır. Pozitif ilimler, Kur'ân’ın gösterdiği ufuklara ulaşıncaya kadar, kim bilir daha kaç defa sarsılacak, kaç defa değişecektir. Beşer tarihinde kendini kabul ettirmiş nice nazariyeler vardır ki, zamanla hepsi de unutulmuş ve onların yerlerini yenileri almıştır. Bir gün gelecek, mutlaka ilim yuvalarından kapı dışarı edilecek ve bu şekilde ilimler sarsıla sarsıla Allah’ın (cc) sarsılmaz ve değişmez Kelâmı’nın ihtiva ettiği hakikatlere ulaşacaktır. Bu sebeple, sürekli sarsılan ve değişen müsbet ilimlerin arkasından, sarsıntı ve değişme nedir bilmeyen o muallâ beyanı koşturmamalı ve onu ilimlere uydurmaya çalışmamalıyız.

- Nedir öyleyse yapılması gereken?

Kurân’ın ilmî gelişmelere değil, ilmî gelişmelerin Kur’ân’a tevfikini takip etmeliyiz.

İlmî gelişme ve buluşları Kur'ân’ın arkasından koşturmalıyız.

İlmî gelişme ve buluşların karşısına Kur’ân’ı bir endam aynası olarak koymalıyız, yani: “Ey ilimler, işte bakın, siz esas ve özünüzü bu Kur’ân’da bulacaksınız. Zira, Kur’ân sizin nihaî şeklinizi ve varacağınız hakikatı haber vermekte ve kaderinizi çizmektedir. Bakın da gerçek şekil ve mahiyetinizle bu Kur’ân’da kendinizi görün. Eğer, daha henüz bu seviyeye gelememişseniz, haydi çalışıp-çabalayın ve Kur’ân’daki nihaî şeklinizi ve gerçek mahiyetinizi kazanmaya bakın.” demeliyiz.

10 Genetik kopyalama ve çeşitli bilimsel gelişmeler ile ilim, dinin yerini alabilir mi?

Allah'a, dine, madde ötesine inanmayan veya inancı zayıf olanlar, devamlı bir bekleyiş içinde oluyorlar ve Auguste Comteun yıllar önce ileri sürdüğü kehanetinin; yani "dinin yerini bilimin alacağı" günün gelmesini bekliyorlar. İlim adamları bir buluş yaptıklarında veya ilim ile teknoloji el ele vererek "insanın aya ayak basması" gibi bir olayı gerçekleştirdiklerinde, heyecana kapılıyor ve “Acaba o gün geldi mi, artık dinden kurtulmanın kesin bir kanıtını bulduk mu?” diye sormaya, bazıları da “bulduk, bulduk” diye çığlıklar atmaya başlıyorlar.

Son günlerde genetik kopyalama usulü ile bir koyunun ve bir de maymunun benzerleri dünyaya gelince, buna benzer psikolojik hâller ve heyecanların yaşandığı görüldü. Feminist geçinen bir bayan yazar da “Artık kadınların çocuk sahibi olabilmek için erkeklere ihtiyaçlarının kalmadığını, tam özgürlük ve eşitliği yakalamanın bir aşamasını daha gerçekleştirdiklerini” ilan etti. Bu baylara ve bayanlara göre mevcut, yaratılmış bir hücre ile genetik özellikleri taşıyan DNA'dan temizlenmiş bir yumurtanın özel ortamlarda döllendirilmesi sonucu bir benzer koyunun elde edilmesi, -haşa- “yaratma” sayılıyor. Keza çocuk için erkeğin spermine ihtiyaç kalmayınca, aile hayatına da gerek kalmıyor.

Allah'ın yaratması ile boy ölçüşmek cüretini gösteren insanın: Yarattığını var olanlardan değil yoktan yaratması gerekir. Çünkü var olanın fiziki, biyolojik, kimyevi yapısını değiştirmek, yaratmak değildir. Kendilerinin de ifade ettikleri gibi, bu ancak bir kopyalamadır.

Bazı kadınlar istisna tutulursa, bütün dünyanın kadınları; erkeklere insanlıkta kendilerine eşit, fert ve cemiyet hayatını, kültür ve medeniyeti gerçekleştirmede kendini tamamlayan karşı cins olarak bakmaktadırlar. Kadınlar ve erkekler, insanın iki cinsi olarak birbirlerine sevgi ve saygı duymakta, her biri diğerini, mutlu bir hayat için, yerine başkası konamaz bir şart olan aile hayatının temel unsurları olarak görmektedirler.

Genetik kopyalama yoluyla bir hayvanın, aynı özellikleri taşıyan bir eşini, bir kopyasını elde etmekte sakınca olmayabilir -yine de düşünülmesi ve tartışılması gerekir- ancak, bunu insana uygulamaya kalkışırlarsa, ortaya çok sayıda sakınca çıkar:

İnsanın beynine bağlı, beyni ile ilgisi bulunan zekâsı başta olmak üzere, insanî özelliklerine genetik kopyalamanın nasıl tesir edeceğini şimdiden bilmek de tahmin etmek de -ilmen- mümkün değildir. Çünkü deneyler hayvan üzerinde yapılmaktadır ve insan, hayvan değildir.

Bu işlemin insana uygulanmasının sonuçlarını görmenin tek yolu, insan üzerinde deneyler yapmaktır; böyle bir deneye ne ahlak ne din ne de hukuk izin verir.

Allah isterse insanı, bir erkeğin spermi ve bir kadının yumurtası olmadan da yaratabilir; nitekim Hz. Âdemi böyle yaratmıştır. O isterse bir kadının yumurtası olmadan bir kadın yaratabilir; nitekim Hz. Havva annemizi böyle yaratmıştır. O isterse bir erkeğin spermi olmadan bir erkek yaratabilir; nitekim Hz. İsa'yı böyle yaratmıştır. O isterse yaşlandıkları için sperm ve yumurtadan mahrum bulunan yaşlı bir çifte (Hz. Zekeriya peygambere) bir çocuk verebilir; nitekim Hz.Yahya'yı böyle vermiştir.

Not:

İslam dininin akla önem vermesi ve insanı düşünmeye sevk etmesi, arıdan sivrisineğe, insanın ana rahmimde geçirdiği safhalardan, ağaçların her baharda yeniden dirilmesine kadar birçok fiziki olay üzerinde tefekküre teşvik etmesi gösteriyor ki, hak din fenne karşı olamaz. Fennin en ileri hududunun peygamber mucizeleriyle çizilmiş olması da bize ders veriyor ki, hak din insanoğlunu bu yolda ilerlemeye teşvik eder. Mesela, Hz. İsa (as)'nın  bir mucizesi ölüleri diriltmesidir. İnsanoğlu tıp ilminde bu noktayı yakalayamasa da buna yaklaşmaya çalışmalıdır.

Konunun bir başka boyutu da şöyle düşünülmelidir:

Diğer hayvanları belli görevleri yapacak şekilde yaratan, onların beden yapısından ruh dünyalarına kadar her şeylerini buna göre tanzim ve takdir eden Allah, insanoğlunu arza halife yaratmış ve ona cüzi irade vermekle sadece bir sahada değil, dilediği her sahada çalışmaya, yeni şeyler ortaya koymaya onu teşvik etmiştir. İnsan fen sahasında her ne ortaya koyuyorsa, kendisine ihsan edilen bu kabiliyet ve hürriyet sayesindedir. Onun fen sahasındaki her buluşu yahut ilerlemesi bu İlâhî takdire dayanır. Böyle bir insanın kalkıp, ulaştığı bir fenni buluşu öne sürerek dine meydan okuması nankörlüktür ve haddini bilmezliktir.

11 Peygamber Efendimiz, "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım." buyuruyor; faydasız ilim nedir?

İlmin zekâtı, öğrendiğimiz ilmi önce kendi hayatımızda yaşayıp daha sonra bu ilmi inanlara anlatmakla olur. Bildiğimiz iyi ve doğru şeyleri, bilmeyenlere, en güzel tarzda öğretmek gerekir. Çünkü ilmin zekâtı, bilmeyenlere ilmi öğretmekle ödenir. Emr-i maruf ve nehy-i münker yapan, tavsiye ettiği iyi şeyleri kendi yapmalı, kötü olarak bildirdiği şeyleri kendisi işlememelidir! İşlerse sözü tesirli olmaz. Kur’an-ı kerim'de mealen buyuruluyor ki:

"İnsanlara iyiliği emreder de, kendinizi unutur musunuz?!." (Bakara, 2/44)

Övünmek ve başkalarına karşı üstünlük taslamak için ilim öğrenmek ise mekruhtur.

İslâm kadar ilme önem veren başka bir din yoktur. Kur'an-ı Kerim'de sadece ilim kelimesi yüz beş defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı sekiz yüz elli dokuzu bulur. Ayrıca "akıl, fikir, zikr" gibi kelimeler Kur'an-ı Kerim'de çok zikredilir.

İslâm'a göre ilim ve hikmet müminin kaybolmuş malıdır; mümin, yerine ve söyleyene bakmaksızın onu nerede bulursa alır. Her fenalığın, hatta küfür ve şirkin de başı bilgisizlik ve cehalettir. Küfrün ne demek olduğunu bilen bir kimse kâfir olmaz. şirkin ne demek olduğunu bilen, başkalarını Allah'a ortak koşmaz, Allah'tan başkasına ibadet etmez. Bunun içindir ki Kur'an-ı Kerim'de

"Sakın ha cahillerden olma." (En'âm, 5/35)

buyurulmuştur. Kur'an-ı Kerîm'in açıkça ifade ettiğine göre

"Kulları içerisinde Allah'tan ancak âlimler korkar." (Fâtır, 35/28).

Kur'an-ı Kerîm'de ilmin her çeşidi övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacağı açıkça belirtilmiştir:

"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?.."(Zümer, 39/9).

İslâm ilmin, âlimin ve ilim yolcusunun değerini yükseltmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de

"Allah, içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir." (Mücadele, 58/15) buyurulur.

Peygamber Efendimiz (asm) de hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

"İlim tahsil etmek maksadıyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ cennet yollarından açar. Melekler, ilim ve tahsil edene karşı memnuniyetleri ve tevâzûleri sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan her şey, hatta su içindeki balıklar, âlim için Allah'tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibadet eden kimseye üstünlüğü, on dördündeki ayın, görünen diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne altın ne de gümüş bırakmışlardır, onlar miras olarak sadece ilmi bırakmışlardır. Kim ilmi almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir." (Ebû Davud, İlm, 1).

"Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yurdundan) çıkarsa, geri dönünceye kadar Allah yolundadır." (Tirmizî, İlm, 2).

"Alimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir." (Keşfü'l Hafâ, H. No: 751).

İslâm'da ilim, Allah'ın rızasını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir. Peygamber Efendimiz (asm), dualarında;

"Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır." (Tirmizî, Daavât, 128);

"Faydasız ilimden Allah'a sığınırım." (Tirmizî, Daavât, 68) buyurururdu.

Görülüyor ki, dünya ve ahiret saadetinin anahtarı ilimdir. İlim amellerin en faziletlisidir. Yukarıdaki emir ve sözlerin ışığında İslâmiyet'le ilim birbirinden ayrılmaz iki şeydir, demek mümkündür.

Dünya, ahiretin tarlası ve Allah'a giden yolun başlangıcıdır. Dünya düzenini ayakta tutmak için bildirilen bir takım düsturlar vardır. İşte bu dünyada insanların ekonomik, sosyal, dinî ve dünyevî bütün durumlarını düzenleyici ve insanları birleştirici kuvvet sadece ilim yoluyla kazanılır.

İlim, nefisleri helâk edici ahlaksızlıklardan temizler; insanları aydınlatarak güzel ahlâka kavuşturur ve ahiret yolunun aydınlanmasını öğretir. İlim, Allah Teâlâ'nın kemâl sıfatıdır. Peygamberlerin ve meleklerin şerefi ilimden gelmektedir. Allah'ın huzuruna ilimle gidilir. İlim tek başına faziletin de kendisidir.

Âlim ise, bilmeyen kalabalığa gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından

"Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir."(Maide, 5/67)

ilâhi emrine muhatap olan peygamberin izindedir.

İlmi Gizlemek:

Âlimler sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? Başka bir deyimle, ilmi gizlemek, kınanan ve suç sayıları bir iş midir?

Kur'an-ı Kerîm'de bu konuda Yahudi ve Hristiyanlarla ilgili olmak ve hükmü Müslümanları da kapsamak üzere bazı âyetler nazil olmuştur. İmam Suyûtî "ed-Dürrü'l-Mensûr" isimli eserinde, İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Muâz b. Cebel ve bazı sahabiler Yahudi bilginlerinden bir gruba Tevrat'taki bazı hükümleri sordular. Yahudiler bu bilgileri gizlediler ve haber vermekten kaçındılar. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:

"İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti biz kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak tövbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Onları bağışlarım; çünkü ben tövbeyi çok kabul edenim, çok esirgeyenim."(Bakara, 2/159-160).

Yahudilerin gizlediği bilgiler arasında recim cezası bulunduğu gibi, Hz. Peygamber (asm)'in geleceğini bildiren haberler de bulunmaktadır. Nitekim bir âyette şöyle buyurulur;

"Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de (vasıflarını) yazılı buldukları o elçiye, o ümmi Peygambere uyarlar." (A'râf, 7/157).

Ancak İslâmî hükümleri gizlemekten vazgeçip de tövbe eden, Hz. Peygamber (asm)'e iman ederek gidişini düzelten ve Allah'ın peygamberlerine vahyettiği şeyleri insanlara açıklayanlar müstesnadır. Bunlar İslâmî hükümleri gizlemekten vazgeçtikleri takdirde Allah onların tövbesini kabul eder. Onları rahmet ve mağfiretine kavuşturur.

Ayet-i Kerime'nin hükmü yalnız Ehl-i kitaba değil; Allah'ın ayetlerini gizleyen ve şer'î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü âyetin ifade tarzı usul âlimlerinin de dediği gibi, özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam ifade eder.

Ebû Hayyân şöyle demiştir: "Açıkça anlaşılıyor ki, özel nüzul sebebi olsa bile âyetin umum manası, Ehl-i kitap olsun, başkaları olsun ilmi gizleyen herkes hakkındadır. Âyet, Allah'ın dininden olup da yayılmasına ve duyurulmasına ihtiyaç duyulan herhangi bir ilmi gizleyen herkesi içine alır. Aşağıdaki hadis bu âyeti tefsir eder:

“Her kime öğrendiği dini ilim sorulursa o da çeşitli sebeplerden dolayı o bilgisini gizlerse kıyamet günü o kimseye ateşten bir gem vurulacaktır.” (İbn Mace, Mukaddime 24; Ebû Davûd, İlim, 17; Tirmizi, İlim 3)

Sahabiler de bu âyeti aynı şekilde anlamıştır. Ebû Hureyre'nin, şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Eğer Allah'ın kitabındaki bir âyet olmasaydı, size hiç bir hadis rivayet etmezdim." Ebû Hureyre bundan ilmi gizleyenlerle ilgili olan âyeti okumuştur (Ebû Hayyân, el-Bahru'l Muhit, I/454).

Diğer yandan bazı âlimler ilmi gizlemeye yol açacağı endişesiyle, yukarıdaki âyete dayanarak, Kur'an okuma karşılığında para almanın caiz olmadığını söylemişlerdir. Onlara göre âyet, hükümleri açığa vurmayı, yaymayı ve gizlememeyi emrediyor. Bir kimse edası kendisine gerekli olan bir amel için ücret almaz. Namaz kıldığı için ücrete hak kazanamaması gibi. Çünkü namaz, Allah'a yaklaşmak için yapılan bir ibadettir. Bu yüzden namazı öğretmek karşılığında alınacak ücret caiz olmaz.

Ancak, sonraki (Müteahhirûn) âlimleri, ücret veya maaş alınmadığı takdirde dini görev ve çalışmaların ihmal edileceğini, dini tebliğin yaygınlaşamayacağını, ilmin giderek yok olacağını düşündüler ve dinî ilimlerin eğitim öğretim ve tebliğinde görev yapanların, bu hizmetleri karşılığında ücret alabileceklerine dair fetva verdiler.

12 İnternet cafe işletmek / çalıştırmak caiz midir?

1. Herhangi bir aletin kendisi haram değildir. Örneğin televizyon gibi. Bu alet iyiye kullanılırsa helal, kötüya kullanılırsa haram olur. Bunun gibi internetin kullanılmasına göre hüküm değişir.

2. İmamı Azam'a göre bir iş yerini içki satıcısına kiraya vermek caizdir. Kiraya veren değil, onu kötüye kullanan sorumludur. Buna göre internet cafenin açılması niyeti önemlidir. Eğer bu "insanları yoldan çıkaracak şeyler yapayım" düşüncesi varsa, elbette haramdır. Ancak bu bir ticarettir. Bu vesile ile "internetin güzelliklerinden insanları faydalandırayım ve ben de ticaret yapayım" fikriyle olursa, buna haram diyemeyiz.

3. İnterneti kötüde ve haramda kullananlara da engel olunmalıdır. Çünkü iş yerimizde bilerek harama göz yummak bizi de sorumlu kılar. Ancak uyardığımız hâlde kötüye kullanan olursa, o kişiler mesul olur.

4. İnternet yoluyla İslam'a hizmet eden bir çok site vardır. Bizlerin bunlara vesile olması da bir hayırdır.

5. Özetle: bir şeyin ismi veya kendisi değil, nerede ve nasıl kullanıldığı önemlidir. Bununla beraber sizin izniniz olmadığı hâlde gizlice kötüya kullananlar olursa, sorumluluk ona aittir.

13 "Erkeğin suyu beyaz, kadının suyu ise sarıdır…" hadisini nasıl anlamalıyız?

“...Erkeğin menisi kadının menisine üstün gelirse çocuk erkek olur. Kadının menisi erkeğin menisine üstün gelirse çocuk kız olur.”

mealindeki hadis Buharî ve Ahmed b. Hanbel, 3/108 de geçmektedir. Görüldüğü gibi, hadisin kaynağı sahihtir.

Ancak, bu hadisi modern embriyoloji bilgileriyle desteklemek hususunda işin uzmanlarının görüşünü almak, en son kabul gören görüşler ışığında derin bilgisi olan uzmanlarla istişare etmek gerekir.  Uzmanların konuyla ilgili görüşlerini şöyle özetleyebiliriz:

- Kadı‎n organizması‎ tarla mahiyetindedir. Yani nِötrdür. Yani hangi tohum onu dِöllerse çocuğun cinsiyeti, ona göre mahsul verecektir.

Erkeğin tohumuna gelince, kesin olarak bilinen bir ‏şey var ki, erkeğin yumurta say‎s‎ı ne kadar olursa olsun ister iki milyon, ister iki yüz milyon; bu sayının tamamı erkek ve diş‏i olarak ikiye bölünmektedir. Tabir caiz ise erkek menisinin yarısı erkek ve diğer yarısı ise dişi şeklindedir. Bilimsel bir ifadeyle, erkek yumurta hücrelerinin cinsiyeti X ve Y olarak karşımıza çıkmaktadır.

Buradaki en öِnemli nirengi noktası ise ‏şudur:

Neden X veya neden Y hücresi gelip tarlayı, yani kadın organizması‎nda üretilen nöِtr özellikteki yumurta hücresini döِllemektedir?

Bugün için t‎ıp biliminin bu konudaki kanaati kesin değildir. Bilemiyoruz.Yumurtlamanı‎n zamanı‎, kadı‎n‎ın beslenme tarzı‎, erkeğin işi, meşgalesinin özellikleri, uyku, fizik ve phsi‏şik ِ özellikleri, genetik faktöِrler, coğrafi özellikler ve daha pek çok husus sebebiyle, iki kiş‏i arası‎ndaki diyalog ilgi ve diğer pek çok faktِör X ve Y kromozomlu hücrenin hangisinin dölleme iş‏lemini gerçekle‏tireceği kestirilemiyor.

Kesin olan, erkekten gelen hücrelerin, bir kısmı‎n‎ı X yani (döِllenme neticesinde) k‎ız ve diğer yar‎ısını Y yani (döِllenme sonucunda) erkek olma ş‏ansını‎‎ ortaya çı‎karmas‎ıdı‎r.

- Bu bilimsel açıklamanın ışığında denilebilir ki;

“Kadınlarınız / eşleriniz sizin tarlalarınızdır...” (Bakara, 2/223)

mealindeki ayette söz konusu olan “tarla” kavramı, kadın organizmasının nötr halde olduğuna işaret etmektedir. Bu benzetme şunu gösteriyor ki, bir tarla, dışarıdan ekilen tohumların şekline göre ürün bitirdiği gibi, kadın organizması da dışarıdan ekilen X veya Y tabiatındaki tohumun şekline göre erkek veya kız ürünü/neslini bitirecektir.

“İnsan neden yaratıldığını bir düşünsün. O, bel ve göğüs nahiyesinden çıkan, atılgan / fışkıran bir sudan yaratıldı.” (Tarık, 86/5-7)

mealindeki ayette yer alan “atılgan/fışkıran bir sudan yaratıldı” cümlesinin işaretiyle, döllenme hususunda etkin görev erkek suyuna verilmiştir. Demek ki ayette, insan erkek ve kız olarak erkeğin bel ve göğüs nahiyesinden çıkan, atılgan/fışkıran bir sudan yaratıldığına işaret, hatta delalet etmektedir.

- Bu bilgiler ışığında, soruda söz konusu edilen “Erkeğin menisi kadının menisine üstün gelirse çocuk erkek olur. Kadının menisi erkeğin menisine üstün gelirse çocuk kız olur.” mealindeki hadisi şöyle yorumlamak mümkündür:

Söz konusu edilen “erkek ve kadın suyu”ndan maksat, erkeğin suyunda bulunan erkek ve kız (Y, X) hücreleri demektir.

XV asır önceki insanlara, doğrudan bu gerçeği olduğu gibi anlatmak, irşat prensibine aykırıdır. Çünkü, irşatta muhatabın aklını, fikrini şaşırtmamak esastır. Onların basit fikirlerinin seviyesini göz önünde bulundurmak gerekir ki, buna mümaşat denir.

İşte hadiste, “erkekte bulunan eril ve dişil hücreler” tabiri yerine, muhatabın basit seviyesine riayet edilerek “erkek ve dişi suyu” tabiri tercih edilmiştir.

14 Dünya mı dönüyor yoksa güneş mi?

Dünyanın güneş etrafında dönmesi, müsbet ilmin verileriyle isbatlanmış ve herkese malum olmuştur. Dünya güneş etrafında döndüğü gibi, güneşin de daha geniş bir dairede dönüşü ve seyahatı vardır. Kainatta hareket halinde olmayan hiç bir cisim yoktur. Dünyanın güneş etrafında dönmesini "tavaf etmek" olarak değerlendirmenin ilimi ve dini bir dayanağı yoktur.

"Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Her şeyi 'sapasağlam ve yerli yerinde yapan' Allah'ın sanatı (yapısı)dır (bu). Şüphesiz O, işlediklerinizden haberdardır." (Neml, 27/88)

Neml suresindeki ayette Dünya'nın sadece döndüğü değil, dönüş yönü de vurgulanmaktadır. 3.500-4.000 metre yükseklikteki ana bulut kümelerinin hareket yönü daima batıdan doğuya doğrudur. Hava durumu tahminleri için çoğunlukla batıdaki duruma bakılmasının sebebi de budur.

Bulut kümelerinin batıdan doğuya doğru sürüklenmesinin asıl sebebi Dünya’nın dönüş yönüdür. Günümüzde bilindiği gibi, Dünyamız da batıdan doğuya doğru dönmektedir. Bilimin yakın tarihlerde tespit ettiği bu bilimsel gerçek, Kur'an’da yüzyıllar öncesinden -Dünya'nın bir düzlem olduğu, bir öküzün başının üstünde sabit durduğu sanılan 14. yüzyılda- haber verilmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Güneşin dünyanın etrafında döndüğüne dair bir ayet var mı?

15 21 Aralık 2012 tarihi neden büyütülüyor?

Kıyametin ne zaman kopacağını kesin olarak Allah’tan başka kimse bilemez. Belki yarın, belki yarından da yakındır. Bu açıdan bakıldığında, söz konusu iddiaların hepsi birer fantastik kurgu, birer hayal mahsulüdür. Hiçbir ciddi veriye dayanmamaktadır.

Daha önce de bir kuyruklu yıldızın dünyaya çarpacağı iddiası yayılmış ve kimi insanlar evlerini terketmiş dışarılarda beklemişlerdi. Bu gibi iddilara çok fazla itibar etmemek gerekir.

Daha geniş bilgi için tıklayınız:

Kıyametin Kopma Tarihi Hakkında.

16 Karadelik, Akdelik, Mecerra yahut, Şemsü'ş-Şumus hakkında Kur'an'da ve hadislerde bilgi var mıdır?

Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor. Verdiği haberler ve koyduğu hükümler daha iyi anlaşılıyor.

Sorunuzda geçen konularda da Kur'an ayetlerinden ve Hadislerden işaretler olabilir. Ancak bunlardan anlaşılanların birer kanaat olduğu ve zamanla daha iyi anlaşılacağı da unutulmamalıdır. Konuya açıklık getireceği ümidiyle sahalarında uzman iki ilim adamının yazılarını ekliyoruz:

Karadelikler Bir Gök Kapısı mı?

Kur'an-ı Kerim'de "semanın görünmez kapıları"na dikkatimiz çekilir. Kapılar geçit yerleri olduğuna göre, "sema kapıları" ifadesini; başka uzay-zamana, farklı boyut ve kâinatlara geçit noktaları olarak anlamak mümkün müdür? Kur'an-ı Kerim'de yer alan "sema" teriminin, bugünkü mânâsı ile "uzay-zamana" karşılık geldiğini söyleyebiliriz.

Bir türlü çıkamadığımız kâinatın dışına nihayet çıkabilecek bir kapı bulduklarını düşünen astrofizikçilere göre de, karadelikler bir uzay-zaman kapısıdır. Kur'an'ın rehberliğinde kâinattaki sırlara yorum ve açıklama getiren Bediüzzaman'a göre gökteki yıldızların bir kısmı Ahiret âlemlerine bakmaktadır.

Paralel Evrenler ve Karadelikler

Uzay gerilmiş bir ağa benzetilebilir.

"Çevir de gözünü semaya bak, bir çatlak, kusur görecek misin?" (Mülk, 67/3)

âyeti uzay-zaman ağının son derece sağlam örüldüğünün de işareti olsa gerek.

Ağ, üzerine konan ağır cisimlerce eğip bükülüyorsa, adına sema dediğimiz uzay-zaman ağı da içine "oturmuş" bulunan büyük kütleli gök cisimlerince öylesine eğilip bükülür. Karadelik sonsuz bir ağırlık anlamına gelmektedir. O bölgede uzay-zaman ağı eğilip bükülmekle kalmaz, âdeta yırtılıp çatlamakta, daha uygun bir tabirle delinmektedir. Delinmenin anlamı fizik kanunlarının geçerliliğinin kaybedilmesi, o yörede fizik ötesi âleme kapı açılmasıdır.

Karadeliklerin tesir sahasını bir "huni" şeklinde tasvir edebiliriz. Bu bölgenin en geniş sınırı "olay ufku"dur. Bir de çekim tesirinin olağanüstü arttığı, âdeta sonsuz hale geldiği bir bölge vardır ki, burası "huninin" inceldiği uç kısmı teşkil eder ve "tekillik" (singularite)" adını alır. Tekilliğin ötesi farklı kanunların geçerli olduğu bir bölgedir. Bir kısım bilim adamının kanaatine göre karadelikler, kendi varlığı ve öz hacmi ile kendi "dışına" taşmakta; "uzay-zamanı" da beraberinde götürerek bizim âlemimize benzemeyen "farklı" bir âleme geçiş kapısı görevi görmektedir.

Kozmoloji ile ilgili eserlerinden tanıdığımız ünlü fizikçi Paul Davies bu konuda: "Uzay, çok karmaşık bir şekilde 'zamana' bağımlıdır. Uzayın 'gerildiği ve büküldüğü' gibi, zaman da 'gerilir ve bükülür." demektedir.

Zamanın 'donarak' ebediyen durması, karadeliklerdeki tekilliğin (singularite) en belirgin özelliğidir. Zamanın durması, zamanın "sabit" kalması; fizik kanunlarının geçerliliğini kaybederek; uzayın bütün öz ve özelliğini yitirmesi ve yepyeni bir başka kâinat'ın içine girilmesi demektir. "Orası" bizim evrenimize hiç benzemeyecek, zaman, madde ve boyutlar farklı keyfiyete bürünecektir. Alıştığımız değer birimlerine sığmayacak özelliklere, fiziğin dar kalıpları ile açıklama getirmek zor görünüyor.

Kâinat dışına açılan "kapı" arayan astrofizikçiler için karadelikler umut kapısı olmuştur. Esasen paralel evrenler, "karşı" âlemlerin yani ahirete ait dünyaların varlığına işaret eden ilgi çekici bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bizim dışımızdaki evrenleri tasavvur etmek kolayca mümkün olmadığından, başka kâinatlar konusuna önceleri şüphe ile bakılmıştı. Ama bazı fizikçilerin kozmik ışınlar üzerinde sürdürdükleri çalışmalar ışıktan hızlı ışınların varlığını gösterdi. Üstelik matematikî denklemler de mücerret kâinatlara işaret ediyor, mücerret uzayları kabul etmeden ve dikkate almadan yapılan hesaplamaları yanlış çıkarıyordu.

Gelişen olaylar gittikçe ışık hızından binlerce ve milyonlarca daha hızlı mücerret elemanlardan kurulu ve örülü evrenlerin varlığına destek veriyor ve konuya sıcak bakan uzmanların sayısını artırıyordu.

Gelişen bilim, madde ve uzay konusunda yepyeni kavramlar getirdi. Önceleri maddenin bu kadar kısa ömürlü olacağı kimsenin hatırına gelmemişti. Madde gibi zaman dediğimiz sürecin karadelik çekimiyle başka bir akışa girmesinin sonsuz ve farklı boyutta dünyaları gündeme getireceği tahmin edilemezdi. Eskiden değişmez ve dokunulmaz ilân edilen ve âdeta ilahlaştırılan fizikî prensiplerinin karadeliklerde alt üst olacağı tahmin edilemezdi.

- Bu kâinat niçin yaratıldı ve niye yok ediliyor?
- Beklenen karadelik kıyametinden sonra yeni bir yaratılış var mı?

Bu konular günümüzde sadece dinî sohbetlerde yer almakla kalmıyor, en modern astronomi merkezlerinde de yer alan tartışmalar arasında bulunuyor.

Mecerra yahut, Şemsü'ş-Şumus: Karadeliklerin ötesi

Uzayın dışına çıkabilecek tüneller olarak vasıflandırılabilen karadelikler kıyametle ilgili bazı hadislerin yorumunda bizlere ipuçları vermektedir. Bu ipuçlarıyla "Mecerra ve Şemsü'ş-Şumus" konusuna bazı yaklaşımlarda bulunabiliriz. Ayrıca uzay ve kozmos ile ilgili âyet ve hadislerin üzerinde de bu çerçevede bazı yorumlarda bulunmak mümkündür.

İlk hadis müellifi olarak kabul edilen San'ani'nin kayıtlarında Peygamberimiz'in (sas) şu sözlerine rastlıyoruz:

"Bana günler sunuldu. Cuma gününü gördüm; onun güzelliği ve nuru hoşuma gitti. Orada siyah nokta şeklinde bir şey gördüm. 'Bu nedir?' diye sordum. 'Kıyamet onun içinde kopacaktır' denildi." Hadisin diğer bir geliş şeklinde, "Cuma günü bir aynada bana gösterildi." denmektedir. (Abdürrezzak San'ani, Musannef, III/256, No. 5559, 5560).

Hadiste yer alan ve kıyametin onun içinde kopacağı belirtilen "kara nokta" ile anlatılmak istenen nedir? İslamî literatürde yer alan "Mecerra" ve "Şemsü'ş-Şumus" tabirleri ile ne anlatılmak istendiği konusunda âlimler çeşitli yorumlar yapmışlardır. Kıyamet sırasında göğün yarılacağını, kapı kapı açılacağını ifade eden âyetin (Gök yarıldığı zaman -ve hep yapageldiği gibi- Rabb'inin buyruğunu dinlediği zaman) tefsirinde Hz. Ali (ra)'nin göğün "Mecerra"dan çatlayıp yarılacağı, açıklaması hayli dikkat çekmektedir. (Kadı Beyzavi, II/592; âyet için bkz. İnşikak. 84/1-2). Astrofizikteki gelişmeler çerçevesinde şimdi bu haberleri daha kolay kavrama imkânına sahibiz. Bilindiği gibi karadelikler için en belirgin özellik ağ şeklinde ve sağlam bir surette tesis edilen uzayın "çatlayıp delinmesidir." Mevcut bilgilerimize göre âyetlerin vurguladığı "sema yarılmasını" şehadet âlemi olarak idrak ettiğimiz fizik dünyanın, yani uzay-zamanın değişerek farklı boyutlara kapı açılması olarak yorumlayabiliriz.

Kur'an bize her zaman ipuçları vermekte ve birçok yerde de bunların "anlayan, akıl sahibi ve bilgili kimselere misâl, âyet (ipucu, delil)" olduğunu tekrarlamaktadır. Enbiya-32'de "Göğü de dengesizliğe düşmekten korunmuş bir tavan durumunda yarattık." ilâhî fermanı bu gök tavanının arkasında başka dünyaların varlığına akla kapı açmaktadır. Semanın yani uzay-zaman denen fizikî kâinatın sağlam bir yapıda olduğu yanında, "çatlaksız" olduğu da (Mülk-3) açıkça anlatılmaktadır. "Gözünü bir çevir göğe bak, bir çatlak görebilir misin?" buyurulmaktadır. Ancak kıyametle ilgili ayetlerde, semada çatlamanın vuku bulacağı sürekli vurgulanır. "Gün gelir, yeryüzü başka bir yere, gökler de başka göklere çevrilir." (İbrahim, 14/48) âyeti de kıyamet esnasında bu "çatlaklarla" ahiret âlemlerine kapı açılacağı açıkça belirtmektedir.

Şemsü'ş-Şumus

Çok hassas ve ileri bir çekim ölçme cihazı olan Weber dedektörünü kendi galaksimiz olan Samanyolu'nun merkezine yönelttiğimizde belli şiddette bir karadeliğin bize ulaşan çekim ışımasını kaydederiz. Bu, galaksimizin tam merkezinde bir karadeliğin bulunduğuna işaret etmektedir.

Gerçekten de galaksimizin merkezinde çok şiddetli kozmik hadiseler cereyan etmektedir. Oradan alınan ışınlar merkeze yerleşmiş dev bir karadeliğin bulunduğunu göstermektedir.

Galaksimizin güneşi diyebileceğimiz bu karadeliğin tahminen üç milyon Güneş'e eşit kütlede ve birkaç ışık saniyesi (bir ışık saniyesi 300.000 km) çapında olduğu tahmin edilmektedir. Onun çekim gücünün büyüklüğünü anlamak için Güneş'in Neptün gezegenine yaptığı çekim tesirini ta on ışık yılı uzaktaki bir gök cismine uyguladığı söylenir. Karadeliklerin ağırlığını yani çekiminin şiddetini ise bir çay kaşığı kadar miktarı 40 milyar ton gelen nötron yıldızları ile kıyaslayabiliriz. Karadelikler, nötron yıldızlarından yüz binlerce defa daha ağırdır. Her karadelik gibi Samanyolu merkezindeki karadelik de durmadan yutmaya devam etmekte, gitgide büyümekte ve güçlenmektedir. Yani tesir sahası gittikçe artmaktadır. Uzun kırmızı ötesi (infrared) astronomisinin tesbitleri, her saniye Güneş Sistemi'nin 50 km hızla onun yutulma sahiline yaklaştığımıza göre, dünyanın sonu bu karadelik yoluyla mı olacak? sorusu gündeme gelmektedir.

Son yıllarda ortaya çıkan tesbitlere göre de dünyayı kendisine çekip götüren sadece galaksi merkezindeki karadelik değildir. Sürdürülen seri hesaplamalar ve hassas gözlem ve araştırmalarla, Güneş'in de kendi- ne has bir hareketi olduğu anlaşılınca, bilim dünyası büyük bir şok daha geçirdi. Güneş, Herkül Burcu yakınlarındaki ve ismine VEGA denen bir yıldıza doğru hareket halindedir. Güneş'in bu hareketinin, Kuzey Kutup Ekseni ile 37 derecelik bir açı yapacak şekilde gerçekleştiği ortaya çıkmış ve bu açıya bilimciler, "solar apex" adını vermişlerdir. Güneş, işte bu Vega yıldızına doğru her saniyede 20 kilometrelik bir hızla hareket halindedir.

Güneş'in bu hareketine, çekim gücü sebebiyle sisteme dahil bütün gezegenler gibi üzerinde yaşadığımız yaşlı ve yorgun Dünya da iştirak etmekte; böylece Güneş Sistemi belli bir doğrultu boyunca, hiç şaşmadan, şaşırmadan yoluna devam etmektedir.

Güneş Sistemi galaksi merkezine doğru hareket etmekle birlikte bir miktar sapma göstermektedir. Acaba Güneş'imiz galaksi merkezine doğru olan rotasındaki aykırılığın kaynağı ne olabilir? Aykırılığı telâfi etmek için bizi çeken başka bir merkez daha olmalıdır. Bu eğer beyaz cüce veya pulsar olsaydı görülürdü. Eğer bu bir kara cüce yahut nötron yıldızı olsaydı, uzun süreçler gerektirirdi. Bu çok zayıf ihtimal göz ardı edilirse, tek bir açıklama kalıyor geriye... Bu bir karadelik olmalıdır.

Bir karadelik veya mini mini bir kara nokta, her zaman her yerde birden karşımıza çıkabilir. Aniden burnumuzun dibinde veya yanı başımızda bitebilir. Karadeliklerin ışıyan yıldızları itip-kakma örneği, evrende çok yaygın olup, şimdi tahmin ettiğimizin on ile yüz katı daha çok olması beklenmektedir: Karadelik uzmanı Kipp Thorne'a göre en ihtiyatlı bir ölçümle, yalnız Samanyolu kollarında bir milyon karadelik bulunmaktadır. Kısacası evren, tasavvurumuzun çok üstünde karadelik barındırmaktadır.

Güneş'imiz diğer güneşlere göre istisna olarak tektir. Güneş'imizin bir ikizi nin olması gerektiğini gök bilimciler kabul etmişlerdir. Güneş'imizin yakınlarında bir yıldız ışıması olmadığına göre "Güneş'in eşinin" erkenden bir karadeliğe dönüştüğü üzerinde durulmaktadır. Uranüs, Neptün, Plüton gezegenlerinde de çekim dengesizliğinden söz edilmektedir.

Güneş Sistemi'mizde kaç tane gezegen olduğunu dahi doğru dürüst bilmemekteyiz. Plüton gezegeninden sonrasını göremiyoruz. Güneş Sistemi'mizde bugün bilinen dokuz gezegen vardır. Ancak bu çok eski bir bilgidir. Bazı uzmanlara göre Güneş Sistemi, on iki gezegenden ibarettir. Bunlardan birisinin parçalandığı tahmin edilmektedir. Tietz-Bode, Güneş Sistemi'nin çapını Dünya ile Güneş arasını bir birim kabul ederek 374,8 birim olarak hesaplamıştır. Plüton gezegeninden sonraki mesafeye tam üç gezegen sığmaktadır.

Meselenin başka bir boyutuna gelince, Güneş Sistemi'nde on iki gezegenden söz eden Bediüzzaman, Güneş'in manzumesiyle beraber Şemsü'ş-Şumus'a hareket ettiğini Kur'an'ın işareti olarak dile getirmektedir.

Şemsü'ş-Şumus'u çok daha büyük bir yıldız olarak kabul ettiğimizde erken ölüme mahkum olmuş ve karadeliğe dönüşmüş Güneş'in ikizi olacaktır. Büyük yıldızların yakıtlarını küçüklere nisbetle çabucak bitirdiğini bu yüzden de "ölüme" erken gittiğini burada belirtelim. Hatırlatacağımız diğer bir nokta ise, büyük yıldızların sonunun karadelik haline gelmektir.

"Veşşemsu tecri limüstekarrin leha" (Yasin, 36/38) âyeti (Güneş de bir delildir onlara, akar gider yörüngesinde) Güneş'in manzumesiyle beraber Şemsü'ş-Şumus'a doğru hareketine işaret eder."

Diğer açıklamalara da göz atalım:

"...Ta Şemsü'ş-Şumus'un mihveri üstündeki elli bin seneden ibaret bir tek yevmine kadar eyyam-ı Rabbaniye vardır." (Barla Lahikası, s. 325):

"Dünyanın ömrü ise Şemsü'ş-Şumus'un hareket-i mihveriyesi ile hâsıl olan eyyam iledir." (Barla Lahikası, s. 326):

"Ve Şemsü'ş-Şumus'a tâbi ve âlem-i bekadan ayrılıp küremize bakan dünyaların ömrü, Şemsü'ş-Şumus'un işarat-ı Kur'anîyede ile her bir günü 50.000 (elli bin) sene olmasıyla..."

"Şemsü'ş-Şumus'a tâbi dünyaların bekâ âleminden olduğu ve dünyamıza baktığı..."

Bu ifadelerden çıkardığımız sonuçları şu şekilde özetleyebiliriz:

- Güneş sistemi topluca Şemsü'ş-Şumus'a doğru yol almaktadır.

- Şemsü'ş-Şumus ahiret ve bekâ âlemlerindendir. Yaşadığımız fizikî dünyadan farklı bir âlemdir ve önemli görevler yüklenmişlerdir.

- Şemsü'ş-Şumus'ta geçerli zaman akışında bir gün, bizim ölçülerimize göre elli bin seneye eşittir. Buralarda zaman olağanüstü genişlemiştir. Bu zaman ölçüsü başka ayetlerde meselâ meleklerin sürati için dile getirilmektedir. Bu hızın, bekâ âlemlerinin, nurun hız ve zaman akışı olduğunu düşünebiliriz.

Tarihî kayıtlarda Rabbü'ş-Şıra adlı bir güneşten söz edilir. Eğer gerçekten böyle bir güneş var idiyse, şu anda böyle bir güneşin görünmemesini, onun karadelik haline gelmesi ile açıklayabiliriz. Bilindiği gibi fezada bütün yıldızlar çift olarak bulunurlar. Güneş neden istisna olarak tek yıldız halinde bulunuyor? Eğer Güneş bir istisna olarak yaratılmamışsa onun da bir eşi olmalıdır ve Güneş'ten daha büyük bu ikiz şimdi karadelik olarak yerini almış olabilir. Uzayda birçok örneği görüldüğü gibi, daha önce karadelik haline gelen yıldız, zamanla eşini kendine doğru çeker ve sonunda onu bütünüyle yutar.

Galaksi merkezindeki karadelikten başka, 6.000 ışık yılı uzaklıkta bulunan Cygnus X-1 çift yıldız sistemindeki mavi dev HDE-226868 en yakınımızdaki karadelik olup, dünyada görebildiğimiz ikizinden devamlı surette madde yutmaktadır. Bu karadeliğin ikizinin yuttuğu maddenin içeri girerken sıkışarak ısınması sonunda dışarı çıkardığı âdeta ölüm çığlığı niteliğindeki röntgen ışınları, dünyadan kolaylıkla gözlenebilmektedir.

Yakın zamanlarda ortaya çıkarılan bir diğer gerçek ise çok daha şaşırtıcıdır. 1987 yılının bir sabahında, dünyanın önde gelen yedi bilim adamı, Washington' da bir araya geldi. Tartıştıkları konu şuydu:

İçinde Güneş gibi 200 milyar yıldız barındıran Samanyolu, tarifi imkânsız bir hızla uzayda nereye gidiyordu?

Astrofizik alanında isim yapmış bu yedi uzman, kısa süren bir tartışmadan sonra çalışmalarını ortak bir raporla bilim dünyasına duyurmaya karar verdiler. Samanyolu yıldız adası, saniyede 700 kilometrelik bir hızla, 300 milyon ışık yılı uzaktaki Hydra-Cenaurus adı verilen bir galaksinin de ötesinde bir bölgeye doğru büyük bir hızla sürükleniyordu. Bu bölgede, on binlerce galaksiyi içine alacak büyüklükte, şimdiye kadar görülmemiş olağanüstü çekim gücüne sahip bir cisim vardı. Sonraki yıllarda yapılan çalışmalarda bu çekim sebebinin bir karadelikten kaynaklandığı anlaşıldı. Bu karadeliğin adına Büyük Çekici mânâsında "Great Attractor" adı verildi. Samanyolu'nun bu hareketine ise Garip Özel Hareket manasında "Peculiar Motion" dendi. Takip eden birkaç sene içindeki çalışmalar en az 900 galaksinin bu Büyük Çekici'nin tesiri altına girdiği- ni ve korkunç hızlarla ona doğru sürüklendiğini ortaya çıkardı.

Mecerra

"Gökler kapı kapı açılır, her tarafı kapı haline gelen gökten melaike orduları birden indirme yapar." (Nebe, 78/19)

âyetine göre açık kapısı olmayan ve geçit vermeyen uzay-zaman dört boyutlusunun kıyamet günü açılacağı ilk etapta akla gelmektedir.

Nebe-19'da, "Gök kapı kapı açılacaktır." ayetinin kozmik izahını nasıl yapabiliriz? "Gök kapılarının" ne olduğu konusunda tefsirleri incelediğimizde birçok müfessir, açık ve yakın manalardan ziyade uzak manalara yer verir. Peygamberimize atfedilen "mecerra" ifadesi üzerinde yoğunlaştığımızda bazı ipuçlarına ulaşabiliyoruz. Tefsir yorumcularından bazılarına göre "mecerra" ile Samanyolu kastedilmektedir. Yaptığımız araştırmada, Kur'an'ın ilk yorumcularından ve bizzat Peygamberimiz'den (sas) ders almış olan İbn-i Abbas'ın açıklamalarını konumuz açısından dikkat çekici buluyoruz. Peygamberimiz'in (sas) ifadelerine göre "Mecerra" sema kapısıdır ki, sema buradan yarılacaktır. Taberani'nin eserinde bulunan bir sözü ise şöyledir: "Gökte bulunan mecerra, arşın altındaki yılanın teridir (salyası)."

Peygamberimiz (sas) o gün anlaşılmasında zorluk bulunan ince ve yüksek hakikatları çoğu kere teşbih ve mecazlar yoluyla anlatmıştır. Karadelikler için yapılacak en uygun benzetmelerden birisi de "yılan" lâfzıdır. İki uzayı birbirine bir tünel-hortum şeklinde bağlama özelliği sebebiyle karadelikler için bilim dünyasında "Worm hole" yani "solucan deliği" tabiri kullanılmaktadır. Yılan bünyesine göre iri şeyleri yutabilmekte ve yutulan şeyi "dar ve uzun bir tünelden" geçirmektedir. Karadeliklerin Şehadet Alemi'ni Arş'a bağlayan tünel olduğu ihbarı da bu hadisin ifadesinden sezilebilir.

Geometrik çekim dengesinin bozulmasıyla -Genel Relativite'nin de ispatladığı üzere- göklerin uzay-zaman düzlüğü Kuran'a ait ifadeyle, dürülebilir ve bir kâğıt gibi buruşturulabilir, yıldızlar yerinden düşer. Çünkü gök cisimleri cazibe ipleri ile hassas bir şekilde birbirine bağlanmıştır. Karadeliklerin müthiş çekimi bu dengeleri alt üst edebilecek kuvvettedir. Karadelikler konusunda dünyada ileri derecede uzmanlaşmış birkaç kişiden birisi olan Stephen Hawking Zamanın Kısa Tarihi adlı eserinde, kâinatımızda "görülen" yıldızlardan daha fazla karadeliğin mevcut olduğunu belirtir. Hatırlayalım ki, sadece bizim galaksimizde 200 milyar görünen yıldız var! Bu durum tabii ki, ilim adamlarını "Acaba kıyamete bir adımlık mesafe mi kaldı? Siyah deliklerde kaybolan madde, ısı ışık nereye gidiyor? Bunlar gerçekte yokluğa mı gidiyor?" diye de sormak mecburiyetinde bırakıyor.

Nitekim astrofizikçiler, bir türlü dışına çıkamadığımız kâinatın, belki de dışına çıkabileceğimiz bir kapı bulduk diyorlar. Meselâ Kur'an'da geçen "göğün görünmez kapıları" siyah delikler ise, o zaman ahiret âlemleri fazla uzağımızda bulunmuyor demektir.

"Karadeliğin tekilliğinden sonra ne vardır?" sorusuna, "Hiçbir şey yoktur." şeklinde verilen bir cevap herhalde hiç kimseyi tatmin etmez. İspatı şimdilik yapılamayan ancak ağırlıklı desteklemelerle ileri sürülen ve çok sayıdaki bilim adamının inandığı "Akdelikler" (White Holes) gündemin ilk maddesini oluşturuyor. Tartışmalar şu noktada odaklaşıyor. Diyorlar ki, karadeliğin tekilliği bir başka evrenin bir başka tekilliği ile dar bir tünel şeklinde, kum saati gibi birleşmiştir. Bir başka evrenin tekilliği, o evrenin akdeliğidir. Akdelikler, karadelikler gibi çevresindeki her şeyi yutmazlar. Aksine onlar, kendisine ulaşan her şeyi dışarı püskürtüp fırlatır. Karadeliğin aksine çok aydınlık olan bu bölgelerde çekme yerine itme ve kaldırma söz konusudur. Buradaki çekime gravitasyon diyorduk. "Oradaki" özellik çekiş değil itiştir (levitasyon).

Akdelikler aslında Big-Bang gibi yeniden doğuşu temsil etmektedir. Ayet-i Kerime, âlemin toplanıp dürüldükten sonra tekrar ilk haline iade edileceğini bildirmektedir.

"Gün gelir, gök sahifesini, tıpkı kâtibin yazdığı kâğıdı dürüp rulo yapması gibi düreriz. Biz ilkin yaratmaya nasıl başladıysak, diriltmeyi de Biz gerçekleştiririz. Bu, üzerimize aldığımız bir vaaddır. Bunu gerçekleştirecek olan da Biziz." (Enbiya, 21/104)

(Prof. Dr. Osman Çakmak)

Gökadalar-Aknoktalar ve Karanoktalar

Zamanımızda ortaya çıkarılan Ak ve Kara Noktalara Kur'an-ı Ke-rîm'de ve Hz. Muhammed (571-632 m) aleyhissalatü vesselamın sözlerinde açık bir şekilde değinilip değinilmediğini bilemiyoruz. Fakat bir kısım âyet ve hadislerin içerdikleri anlamların bir nebze de olsa bu konuda anlatılanlara uygun düştüğünü söyleyebiliriz. Yahut Kur'an ve Peygamber (S)'den gelen bazı hadisler ak ve kara noktalara açıkça değiniyorlar da biz bilgi eksikliğimizden bu açıklığı göremiyoruz. Bu ancak uzay bilginlerinin açıklığa kavuşturacağı bir iştir. Biz sâdece onlara yardımcı olacağız. Nitekim onlar da, bizim varlık ve gökler hakkındaki Kur'an âyetlerini ve Peygamberin ilgili sözlerini doğru bir şekilde anlamamıza yardımcı oluyorlar.

Günümüzde bilginlerin söylediklerine göre, gökada yani galaksilerin veya göklerin derinliklerinde, bir ayak topu kadar yahut daha küçük, siyah ve bunun gibi de beyaz ve fakat akıl almaz güçlere erişmiş nokta cisimler ve diğer adlarıyla ak ve kara delikler vardır. Bunlar, dünyamızdan yüz binlerce daha büyük bir gezegeni ve milyonlarca kere daha büyük yıldızları yutup yok edebilmekte ve yok olanı da yeniden varlık hayatına döndürebilmektedirler. Bunlardan yıldızlan yok edenlere Karanokta veya Kara delik, yok olanı yeni bir varlık hayatına döndürenlere de Aknokta denilmektedir. Veyahut ta aynı nokta her iki tarafıyla iki ayrı işlemi yapabilmektedir. Eğer verilen bilgiler doğruysa bu kadar küçük bir nokta cisim, sayısız denecek kadar çok yıldızı kendi deliğinden geçirip onları imha ve yok etme gücüne sahip olabilmektedir. Buna göre, dünyanın, bir iğne deliğinden geçirilişine inanmak gerekecektir. Biz şimdi bazı âyetlerin ve sonra da bazı hadislerin bu anlatılan hususa muhtemel temaslarına yer vereceğiz. Şimdi şu âyetlere bakalım:

"And ederim o geri dönen (yıldız)lara. Akıp akıp yuvalarına giden (yıldız)lara. Kararmaya yüz tuttuğunda geceye. Nefeslendiği zaman sabaha"(1)

Bir kısım müfessirler, bu âyetlerde, isimleri belli bazı büyük ve parlak yıldızlardan söz edildiği görüşündedirler. (2) Başta Hz. Ali (ra.) olmak üzere diğer bir kısımları da burada tüm yıldızların sözkonusu olduğunu, savunurlar. İlk âyette geçen "el-Hunnes” kelimesine; genellikle, gündüz gözden kaybolup gece ortaya çıkan yıldızlar, anlamı verilirken, ikinci âyetteki "künnes” kelimesine de; yuvalarında gizlenen yıldızlar anlamı verilmiştir. Aynı kökten gelip vahşi hayvanların ve özellikle de ceylanların yuvaları anlamına gelen "kinâs" içinde bu hayvanların saklanmaları ile yıldızların bu durumları arasında bir benzerlik kurulmuş gibidir, "el-hunnes" belli yıldızlardan ibaret görenler, onların yeniden kendi seyir yerlerine dönmeleri sebebiyle bu isimle anıldıklarını, söylerler. Çünkü bu kelimenin geriye dönme gibi bir anlamı da vardır. Bu meyanda İbn Kuteybe (ö. 276 h/889 m) gibi eski bir müellif, yıldızların da güneş ve ay gibi, burç ve menzillerde dolaşıp en sondan da gene geriye döndüklerinden söz eder. "hunnes " gecikme anlamını da taşır. Bunun için ona; şaşkın bir şekilde dolaştıktan sonra dönüp yolunu doğrultan ve bu yüzden geciken yıldızlar, anlamını verenler de çıkmıştır ki İslâmî ilk asır bilginlerinden İbn Zeyd bunlardandır. Bu şaşkınlık dolayısıyla yıldızın doğuşunda her yıl gecikmeler olur. İkinci âyette geçen ve akıp gidenler anlamında ki "el-cevârî” kelimesinden hareketle dilci müfessir Zemahşerî (467-538 h/1074-1143 m) bu yıldızların sabit değil de gezegen oldukları hükmüne varmıştır. (3)

Söz konusu olan yıldızlara âyetlerde özel bir yer verilişinin elbet bir sebebi olmalıdır. Burada onların İbret verici durumlarına dikkatimizin çekildiği açıktır. Yıldızlar bu isimlerim kendi durumlarından veya sıfatlarından almışlardır. Yıldızların gündüz görünmez olup gece ortaya çıkmaları biçimindeki yorumun olduğu da bilinmektedir. Yıldızların da bir güneş gibi battığına ilişkin görüşe gelince bu, konumuz açısından olmasa da onların da gezegenlere sahip bulunmaları bakımından önem taşır. Çünkü bir güneş kendi gezegenleri üzerinden batar. Müfessirlerin pîri sayılan İbn Abbas (ö. 68 h/687 m) ise bir görüşünde bu yıldızların gökada’yı (mecerras) katletmelerinden ötürü böyle anıldıklarını söyler(4) ki bu onların çok büyük bir gökada yörüngesini dolaşmaları açısından önem taşır.

Yıldızların açıklandığı biçimde bir duruma gelişlerinden sonra gece ve gündüzden, diğer bir ifâdeyle karanlık ve aydınlıktan bahsedilmesi, bunların yeryüzü gecesi ve sabahı olup olmayacağı konusunda bir şüphe uyandırmaktadır. Ayette, nefes alıp veren bir sabahtan söz edilişi, üzerinde sabah cereyan eden kürenin âdeta bir rahatlığa kavuştuğunu anlatmaktadır. Nitekim Neysabûrî (ö. 728 h/1328 m) bunu, sıkışıp darda kalan bir kişinin daha sonra rahatlamasına benzetmiştir. (5) Karanlığa gömülme tarzında tercüme ettiğimiz fiili ve türevlerinin ise; bir şeyin dolum hâline gelmesi ve gece avlanması gibi anlamları da vardır".(6)

Bu âyetlerin bulunduğu sürenin baş tarafında: "Güneş dürülüp söndürüldüğü zaman. Yıldızlar kararıp düştüğü zaman... Gök yerinden soyulup koparıldığı zaman" (7) ifadeleriyle gelen âyetler yer almaktadır. Bu tür olaylar, Hunnes ve Künnes durumundaki yıldızlarla ilgili olabilir. Burada güneş ve yıldızlar ışıklarını kaybedip kararmakta ve gökteki her şey yerinden koparılıp alınmaktadır. Bunun için de ne kadar büyük güçlere ihtiyaç olacağını söylemeğe gerek yoktur.

Konumuz açısından önem taşıyan âyetlerden biri de Vakıa sûresinde geçmektedir: " Hayır (gerçekler, inkarcıların dedikleri gibi değildir.) İşte Ben yıldızların düştüğü yerlere yemin ediyorum. Bilseniz bu, gerçekten büyük bir yemindir"(8)

Yıldızların düştükleri yerlere yemin edilmesi, oraların Allah'ın varlığını belgeleyen çok düşündürücü yerler olmasından kaynaklanmıştır. Nitekim ondan sonra gelen âyette bu yeminin büyüklüğüne dikkat çekilmiş ve bunun da ancak bilenlerce anlaşılabileceği vurgulanmıştır. Yıldızın düştüğü yer uzayın boşlukları olmayabilir. Fakat bu, bir yıldızın, doğrudan dağılıp parçalanması ve böyle bir dağılma ânı mânasına da gelebilir ki bu takdirde bir boşluktan söz edebiliriz. Meselâ ünlü bilginlerden Hasan el-Basrî (ö. 110 h/728 m) bu âyeti, kıyamet sırasında yıldızların kararıp dağılmasıyla ilgili görmüştür. (9) Diğer müfessirler ise genellikle; yıldızların düştüğü, yahut battığı veya düşüp doğduğu yerler, şeklinde bir anlayışa yönelirlerken bazıları da bunu, seyir sırasında yıldızların izledikleri menzilleriyle açıklamışlardır. (10) Söz konusu âyet, yıldızların dağılması anlamını ifâde edebileceği gibi bunun tersi, oluşmakta olan yıldızların oluşum yerlerini de ifâde edebilir. Yıldızlar bu yerlerde, bir canlının ana rahmine düştüğü gibi varlık dünyasına düşmüş olabilirler. Bir yıldız dağılıp yerinden gitmişse biz onun son ışığının bize gelmesine kadar geçen sürede onu hâla yerindeymiş gibi görürüz ki burada böyle bir durum da anlatılmış olabilir.

Her yere bir giriş ve geçiş yeri olduğu gibi göklerde de kapılardan bahsedilmesi onların da böylesi geçiş yerlerine sahip oldukları anlamına gelir. Fakat buralardan ne tür geçişler olacağını bütünüyle bilemiyoruz. İçinde bulunduğumuz âlemin çöküşü anlamına gelen kıyamet koptuğunda, gezegenimizin gelmiş geçmiş bütün insanları ve muhtemelen diğer bazı canlıları yeni bir âlemde yerlerini almak için göklerin kapılarından geçiş yapacaklardır. Kur' an'da insanlığın bu yeni âleme geçişi şöyle anlatılır:

"O gün sûra üfürülecek de hepiniz bölük bölük geleceksiniz. (O gün) gök açılacak da bir çok kapılar oluşacaktır." (11)

Gökte neden kapılar oluşacaktır? Bu oradaki yeni bir hayata yapılacak sevkıyatı ifade eden bir kinaye olabileceği gibi maddî ve fizikî geçiş yerlerini de ifâde edebilir. Bu olayı açıklamaya çalışan müfessirlerden kimi bunu, göğün parçalanmasına yorumlarlarken, kimi de bu kapılardan maksadın göğün yolları olduğunu söylerler. Bir kısımları da bundan; göğün çözülüp dağılacağı ve oralarda bir kısım kapıların oluşacağı, anlamını çıkarırlar.. Kimileri de bu konuyu; kişinin yaptığı ibâdet ve iyi işlerin, gökte kabul görüp görmeyeceği yâni kapıdan geçiş izni alıp almayacağı durumuyla açıklarlar. (12) Özellikle bu son görüşün dayandığı bir başka âyet vardır ki bu âyette olay şöyle anlatılır:

"Bizim âyetlerimizi yalan sayıp da onlara karşı büyüklük taslayanlar (yok mu?) onlar için gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir. Biz günahkârları böyle cezalandırırız.(13)

Bu âyette geçen gök kapılarını, cennete açılan kapılar olarak anlayanlar olduğu gibi, hak dinde olmayanların yaptıkları ibâdet ve duaların, iyi ve faydalı işlerin gök kapılarında kabul görmeyeceği, şeklinde anlayanlar da vardır. (14) Meseleyi, kötü insanların göklerdeki kapılardan geri çevrilmesi olarak görenler de olmuştur ki sonuçta hepsi aynı noktaya varmaktadır. (15) Bu yaklaşımlara uygun olarak Peygamber (S) bir öğle namazını kıldıktan sonra şöyle demiştir:

"Şüphesiz gök kapıları, güneş tepe noktasından batıya yönelince açılır"(16)

Bu, bize o vakitten önce kılınacak.namazın kabul görmeyeceğini anlatır. Bu anlayışlar doğrultusunda gök kapılarını, sırf iyilikler ve güzellikler âlemine açılan manevî kabul yerleri olarak düşündüğümüzde buraların pek çoklarına geçit vermeyeceği açıktır. Devenin, bu dünyada, iğne deliğinden geçmesi mümkün olmadığı gibi, onlar da yükseklere geçemeyip aşağılara itileceklerdir. Gök kapılarını maddî çerçevede ele aldığımızda buraları, sonu gelen dünyalar, yıldız ve âlemler için başkalaşım geçirme yerleri olarak düşünebiliriz. Ak ve Kara Noktalar hakkında anlatılanlar doğruysa o takdirde deve, içindeki dünya ile beraber iğne deliği kadar küçük bir nokta delikten bir başka âleme geçip gidecektir. Ayetteki, devenin iğne deliğinden geçmesi, ibaresi gerçekte bu olayın imkânsızlığını mı ortaya koyuyor, yoksa "deve iğne deliğinden geçecek ve fakat onlar gene de cennete giremeyecekler" gibi birinci şık itibariyle olumlu bir anlama mı geliyor? Âyetin bu şekilde tercümesi için Arapça bakımından bir engel bulunmamaktadır.

Konumuz açısından üzerinde duracağımız bir diğer husus da Peygamber (S)'e atfedilen bazı açıklamalarda ve sahabeden gelen bazı sözlerde yer alan ve Arap sözlüklerinde gökada (galaksi) ve saman yolu anlamında gösterilen "mecerra” sözcüğüdür. Gerçekte bu kelime, sâdece dünyamızın da dahil bulunduğu gökadayı veya onun belirgin parlaklıktaki Samanyolu’nu mu ifâde ediyor, yoksa bununla ayrıca, gökadada veya gökte bulunduğu söylenen Ak ve Kara Noktalar da kastediliyor mu? Bana kalırsa bu çok kere gökada ve özelliklede Samanyolu anlamında kullanılsa bile bazen de Ak ve Kara Noktalar anlamında kullanılmıştır. Hadislerdeki garip kelimeleri açıklayan ünlü bilgin İbnü'1-Esîr (544-606 h/l144-1209 m) bunu Samanyolu olarak açıklamıştır. (17)

Hz. Peygamber'den gelen hadislere gelince, sağlamlık bakımından ikinci derecedeki bir kısım hadis kaynaklarında, onun, mecerralar (el-Mecerrât)ı, gök kapıları olarak, tanımladığı bildirilmektedir. (18) En çok hadis toplamış olan Taberânî (260-360 h/874-971 m)'nin anlattıklarına göre, Bizans genel valisi Herakliyus; mecerre, kavs ve güneşin bir saat vurduğu kara parçası hakkında Hz. Muhammed'den gelen bir haber olup olmadığını, bir yazıyla Muaviye'ye sorar. O da mektubu, cevaplandırması için, İbn Abbas (r.)'a gönderir. İbn Abbas, bu soruya, Peygamberin adını anmadan ve fakat yukarıdaki isteğe bakılırsa ondan öğrenmiş olması gereken, şu cevabı verir:

"Kavs; yeryüzü halkının batıp boğulmaya karşı bir güvencesidir. Mecerra; gök kapısıdır ki gök buradan yarılacaktır. Güneşin tek bir saat vurduğu kara parçasına gelince, burası İsrail Oğulları için açılan denizdir."(19)

Kavs bir eğrilik ifâde eder. Fakat burada ondan maksat dünyanın eğikliği midir, yoksa ayın, yeryüzü etrafındaki yörünge eğriliği midir veya başka bir şey midir? Bunu bilemiyorum. Fakat bunun, ayın durumu ile ilgili olması, akla daha yakındır. Çünkü onun, yeryüzüne yaklaşması, karaları istilâ edecek biçimde denizlere etki edecektir. Hadislerde geçen ve İbnü'l-Esîr'in Samanyolu olarak tanıttığı "mecerra" anlam olarak; çekmek, sürükleme ve çekme yeri gibi anlamlara geliyor. O bu anlamı ile Kara ve Ak Noktaların (yahut deliklerin) anlatılan durumlarına çok uygun düşmektedir. Bu noktalar, gökadaların içinde veya merkezlerindedir. Bu bakımdan "mecerra" kelimesi, hem gökadayı ve hem de Karadelik-Akdelik nokta ve geçişlerini ifâde edebilir. Eğer Peygambere atfedilen hadislerde sözü edilen "mecerra" dan doğrudan Ak ve Kara Noktalar kastedilmişse bunların bir gökada veya daha üst düzeydeki göğün en üst noktasında yahut merkezde olmaları düşünülür. Hz. Peygamberin devletinde çok yönlü hizmetlerde bulunan Muaz b. Cebel (r.)'den nakledilen ve aslı Taberânî'nin eserinde bulunan ve daha sonra bazı kaynaklarda da yer alan bir sözlerinde Peygamber şöyle der:

"Gökte bulunan mecerra, Arşın altındaki yılanın teridir." Hadisin başka bir geliş şekli biraz değişiktir. Bu hadiste anlatıldığına göre Peygamber (S)Muaz'ı Yemen'e (genel vali) olarak gönderdiği zaman ona; "Seni inat bir topluluğa gönderiyorum. Eğer gökteki mecerradan sorulursa, o; Arşın altındaki yılanın salyasıdır, diye cevaplandır." demiştir. Bu iki sözün Peygamber (S)e âidiyyeti bazı hadis bilginlerince zayıf ve hatta bazılarınca da uydurma olarak görülmüştür. (20) Bu iki hadiste, mecerra ile ilgili diğer hadislerde olduğu gibi gök kapılarından bahsedilmez. Gerek vali veya halîfe bulunduğu sırada Muaviye'ye yapılan muracât ve gerek Yemenlilerin muhtemel sorularına karşı verilecek cevabın hazırlanışı o günlerde gökada veya Samanyolu bulutsu kısmının bir merak ve hatta bu yeni dini imtihan etme konusu olduğunu gösterir. Biz hadisleri sahih kabul edenler yanında yer alsak bile gene de bunlarda geçen yılandan ve onun ter ve salyasından ne kastedildiğini bilemeyiz. Ancak bildiğimiz bir şey varsa o da öteden beriye bir kısım yıldız topluluklarının bazı hayvan isimleriyle anılmış olduğudur. Mecerra burada yılan başına veya onun küçük başıyla büyük bir avını tümüyle içine çekip yutması olayına benzetilmiş olabilir. Peygamber'den geldiği söylenen bu cevap da kasdın saman yolu ötesinde bir şey olduğu açıktır.

İlk hadis müelliflerinden biri sayılan San'anî (126-211 h/744-826 m)'nin kaydettiği bir hadis Ak ve Kara Noktalar açısından ilginç görünmektedir. Burada Hz. Peygamber şöyle diyor:

"Bana günler sunuldu. Cuma gününü gördüm, onun güzelliği ve nuru hoşuma gitti. Orada siyah nokta şeklinde bir şey gördüm. Bu nedir, diye sordum. Kıyamet onun içinde kopacaktır, denildi."

Hadisin diğer bir geliş şeklinde; "Cuma günü, bir aynada bana gösterildi" ( denilmektedir(21). Peygamber (S) gökleri ve onların geleceğini, uzaya tutulmuş bir aynada görmüş gibidir. Hz. Peygamberin bu sözlerinde geçen ve bizim tercümeye "siyah nokta" diye aldığımız "nükte" kelimesine gelince bu, arap dilinde; beyazlık ortasında siyah nokta, veya siyahlık ortasında beyaz nokta, gibi iki ayrı anlama gelmektedir. Bu anlamlarıyla o, beyaz nokta anlamına da gelebilmektedir. Şu kadar var ki hadiste bunun özellikle siyah olduğu ifâde edilmiştir. Ancak ne var ki onun çevresi nurlu bir ortamdır. Bundan şu anlaşılıyor ki içinde bulunduğumuz âlemin yıkılışı bu nokta içerisinde olacaktır. Kıyamet sırasında göğün yarılacağını, ifâde eden âyetin tefsirinde Hz.  Ali (r.)'nin; göğün, "Mecerra"dan çatlayıp yarılacağı, bildiriminde bulunması da konumuz açısından ayrıca önem taşımaktadır. (22) Ayrıca yakıp delen yıldızların (en-necmü 's-sâkıb) bu konu ile bir ilgilerinin olup olmadığını da biz bilemiyoruz.

Muhtemelen her gökadanın içine, milyarlarca yıldız ve gezegeniyle onu imha edip daha sonra, başka bir yaratılışla yeniden varlık hayatına döndürecek olan akıl almaz güçlü noktalar yerleştirilmiştir. Bunların ne kadar büyük güçlerle ve ne gibi kabiliyetlerle donatıldığını kavramak kolay bir iş değildir. Ancak onları donatan ve onlara güç veren tek İlâhî Güç onlara hükmeder ve onları yönlendirir. İlimde ilerleyip kesin neticeler alındıktan sonra Kur'an âyetlerini kimin daha doğru açıkladığı ortaya çıkacaktır. Bu arada bilimsel araştırma yapanlar, taassubu bırakarak Kur'an'dan da bilgi alma yoluna gitmelidirler. (23)

(Prof. Dr. Celal Yeniçeri)

Dipnotlar:

1. Tekvîr, 81/15-18.
2. Bunlar; zühal, müşterî, mirrîh, zuhre ve ütârid'dir.
3. Bütün bu görüşler için bak. İbn Kuteybe, 517; Taberî, XXX/47-48; Zemahşerî, Vl/213; Kurtubî, XIX/236-237; İbnu'l-Cevzi, IX/42; Neysabûrî, XXX/35; Nesefî, IV/336.
4. Kurtubî, XlX/236.
5. Neysabûrî, XXX/36.
6. Kurtubî, XIX/239.
7. Tekvîr, 81/1-2, 11.
8. Vakıa, 56/75.
9. Taberî, XXVII/117; Kurtubî, XVII/222; İbnu'l-Cevzî, VIII/151.
10. bk. Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları.
11. Nebe', 78/18-19.
12. bk. Kurtubî, XIX/176.
13. Â'raf, 7/40.
14. Kurtubî, VI1/206; ibnü'l-Cevzî, II/97.
15. İbnKesîr, 11/18-19.
16. İbn Mâce, ikamet, 105.
17. İbnü'1-Esîr, 1/259.   
18. Îbnü'l-Esîr, 1/259.
19. Taberânî, el-Mu'cem el-Kebîr, X/299, No. 10591; İbn Abbas'ın "mecerra gök kapısıdır ki gök oradan (veya ondan dolayı çatlar)" sözü için ayrıca bak. Suyûtî, el-Hey'e, v. 21/a.
20. Zehebî ve İbnu'l-Cevzî, ravîlerden birine dayanarak, farklı rivayeti bulunan bu hadisi uydurma olarak görürler. el-Heysemî'nin eserinde ise hadisler sadece zayıf olarak nitelendirilir. Bak. Taberânî, el-Mu'cem el-Kebîr. XX/67. No. 123; Suyûtî, el-Hey'e es-Seniyye, v. 20/b; el-Heysemî, VIII/135; el-Hindî, Kenzu'l-'Ummâl, VI/1519I, 15248.
21. San"anî, Musannef, IH/256, No. 5559, 5560.
22. Kadi Beydavî, H/592; Âyet İçin bak. İnşikak, 84/1 –2.
23. Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 127-133.

 

17 Kör barsak (appendiks) vazifesiz mi?

Kör barsak da denilen Appendiks, ince ve kalın bağırsakların birleştikleri yerde bir çıkıntı gibi duran, takriben bir kurşun kalem kalınlığında ve işaret parmağımızın uzunluğunda olan bir organımızın adıdır.

Appendiksin iltihaplanmasına "apandisit" adı verilir ve sık rastlanır. Belirtileri tipiktir, teşhisi kolaydır ve ameliyatı gerektirir. Basit bir ameliyatla apendiks çıkarılarak (apendektomi) mesele halledilmiş olur. Tehlikesi yok denecek kadar az olan bu ameliyatı, hepimizin yakınlarından bazılarının geçirdiğine şahit olmuşuzdur.

Appendiks, sindirim organlarında yer aldığı halde sindirim hâdisesine iştirak etmez. İltihaplanması halinde ameliyatla çıkarıldığı zaman, kişi yine normal hayatını sürer ve bir eksiklik hissedilmez. Bu yüzden bazı kişiler son zamanlara kadar appendiksin “bir fazlalık” olduğunu ileri sürmekteydiler. Şöyle düşünüyorlardı: “Çıkarılması insana zarar vermeyen bu organ niçin vardır? Bir vazifesi olması gerekmez mi?”

Zaman ve tıbbın ilerleyişi, bu kişilerin yanıldığını ortaya çıkardı.

Appendiksin fonksiyonu tonsillalara (bademcik) benzer. Bilindiği gibi ağız, sindirim sistemimizin başlangıç noktasıdır. Vücudumuzda en yoğun şekilde mikrop (hastalık etkeni mikro-organizmalar) burada barınır. Yine kalın bağırsaklar da ağız gibi bol mikrop barındıran bir organımızdır. Bademcikler nasıl ağızdaki mikroplara karşı vücudumuzun bir sigortası ve bekçisi ise; appendiks de kalın bağırsaklardaki mikroplara karşı aynı şekilde vücudumuzun bir sigortası ve bekçisidir. Yani kalın bağırsaklardaki bademciğimizdir.(1).

Yine son zamanlarda yapılan araştırmalara göre; appendiksi alınan şahıslarda normal şahıslara oranla daha sık kalın barsak kanseri görüldüğü bildirilmektedir.(2).

Appendiksin vazifeleri hakkında araştırmalar henüz sürmektedir ve ispatlanmamış bir halde birçok iddia mevcuttur.

Dipnotlar:

(1) Sindirim Sistemi Cerrahisi, Cilt II, Prof.Dr. Orhan Bumin, 1976.
(2) Human Appendix and Neoplasma, Canser H.R. Dierman, 1968.

18 Bütün canlıların çift yaratıldığı belirtilmişken, tek hücreli hermafrodit canlıların varlığını nasıl düşünmeliyiz?

Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın, zaman üstü haber verdiği ilmî hakikatlerinden biri de, her şeyin çift yaratılması hususudur.

"Her şeyi çift (erkek-dişi) yarattık ki düşünüp ders alasınız." (Zâriyât, 51/49)

ayeti, bu gerçeği ifade adına fevkalâde önemlidir. Öyle ki, zerrelerden kürrelere, oradan sistem ve galaksilere kadar her yerde ve her şeyde bu gerçeği görmek mümkündür: İnsanlar ve hayvanlar çift çift olarak yaratılmıştır. Bitkilerin yaratılışı da aynı şekildedir.

Erkeği-dişisi, ilkah-telakkuhu ile her yerde aynı durum söz konusudur. Bitkilerde tozlaşma olsa da, erkek tohum, dişisiyle buluşmadığı müddetçe onların hayatlarını ve nesillerini devam ettirmeleri mümkün değildir. Keza, insanın vücuduna bakıldığında da aynı kanunun cârî olduğu müşahede edilmektedir; zira vücuttaki hücrelerin temel yapısı olan atomlar, eksi-artı yüklü bir kısım temel taşlardan müteşekkildirler.

İnsanla alakalı bu bedîhî hakikati Kur'an da şöyle ifade eder:

"Ondan erkek ve dişi olarak her iki cinsi yarattı." (Kıyâme, 75/39)

"Orada (yeryüzünde) bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O (Allah)'dur." (Ra'd, 13/3)

ayet-i kerimesi ise, meyvelerin de çifter çifter (dişili-erkekli) yaratıldığını hatırlatır. Bu ayette "küll" kelimesi, Türkçede, "Her, bütün, her şey" manalarına gelmektedir. Bu kelime, kendisinden sonra gelen kelimeye muzâf olur. Arapçada buna "izafet terkibi", Türkçede ise "tamlama" denilmektedir. Terkipteki ikinci kelime, ya marife (bilinen) veya nekire (bilinmeyen) olur. Eğer bu kelime marife olursa, bir varlığın bütün parçalarına şâmil olur. Şayet nekire olursa, bu defa da o nesnenin umum efradını içine alır. Ayet-i kerimede "şey" nekreye izafe edilmiştir. Dolayısıyla, bundan ne kadar "şey" (nesne) varsa, hepsinin çift olarak yaratılmış olduğu anlaşılmaktadır.

Yâsîn sûre-i celilesinde ise,

"Ne yücedir O Allah ki, toprağın bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeyleri hep çift yaratmıştır." (Yâsîn, 36/36)

buyrularak, daha önce icmâlî verilen "çift yarattık" sözü, burada biraz daha tafsil edilmiştir. Bu ayette evvela her şeyin çift yaratıldığına dikkat çekilmiş, sonra da yerin bitirdiği, ot, çiçek, ağaç vs.. gibi varlıkların hepsi dişi ve erkek olmak üzere bu umumi kanunun şümulüne dahil oldukları vurgulanmıştır.

"Ve nefislerinizden de..." Yani sizin nefislerinizde bulunan şeyler de çifttir. Siz, kadın-erkek olarak çift yaratıldığınız gibi, vücudunuz da bu kaidenin dışında değildir. Orada da artı-eksi değerler mevcuttur.

Kur'an, "Daha bilmedikleri nice şeyleri de hep çift olarak yaratmıştır." ifadesiyle ise muhataplarına şu hususu hatırlatmaktadır:

"İnsanlar ve hayvanlar dişi ve erkek olmak üzere çift çift yaratıldığı gibi, bitkiler de çifter çifter yaratılmıştır. Dolayısıyla aralarında aşılama olmadıkça üreme olmayacaktır. Ancak sizin bilmediğiniz daha nice çiftler vardır ki, onları da ileride göreceksiniz. Şu andaki ilim ufkunuz, araştırma imkanlarınız bunu tespite kâfi değildir. Ne var ki ileride ilim ve fen inkişaf edecek ve siz daha bir sürü varlığın çift yaratıldığını görebileceksiniz. Biz, en büyük sistem ve galaksilerden, yıldızlar ile güneş arasındaki itme-çekmeye oradan da en küçük âleme, insan, hayvan, ot, tohum ve atomun içindeki temel unsurlara kadar her şeyi çift olarak yarattık."

Maurice Dirac, elementer parçacık pozitronun keşfedilmesiyle çift yaratılma temel ilkesini kurmuştur. Elektron, atomu meydana getiren temel elemanlardan biridir. O, negatif olarak, en küçük elektrik yük birimine sahiptir. Pozitron da elektronun kütlesi kadar kütleye sahip olmakla birlikte onunkinin aksine pozitif elektrik yükü taşıyan elementer bir taneciktir.

Fiziğin temel yapılarından biri olan 'çift yaratılma' kuralına göre, kâinatın herhangi bir noktasında bir partikül yaratılınca, onunla birlikte otomatik olarak ikizi, yani zıt olanı da meydana gelmektedir. Bunların en meşhurlarını şöylece sıralayabiliriz:

1) Elektronun zıt ikizi pozitron.
2) Protonun zıt ikizi antiproton.
3) Nötronun zıt ikizi antinötron
4) Nötrinonun zıt ikizi antinötrino.

Maddenin daha da derinliklerine inildiğinde yine çiftlerle karşılaşılmaktadır. Bilindiği gibi hemen her madde atomlardan, atomlar da proton, nötron ve elektronlardan oluşmaktadır. Protonlar ve nötronlar da 'kuark' denilen partiküllerden meydana gelmektedir. Bunlar da çiftler halindedirler. Şöyle ki:

Yukarı (up), aşağı (down);
Tuhaf (strange), tılsım (charm);
Üst (top), alt (bottom).

En son bulunan üst kuarkın varlığı sadece teorik olarak biliniyordu. Standart modele göre partiküller de çiftler halinde olmalıydı. Bulunan beş kuarkı altıya tamamlayacak bir kuarkın bulunması gerekiyordu. 440 ilim adamı bu gerçekten hareket ederek 17 yıl süren hummalı bir çalışmanın sonunda 1995'te üst kuarkı da bularak maddenin sırlarını keşfetme adına büyük ilerlemeler kaydettiler.

Atomun pozitif yükü çekirdeğinde, negatif yükü ise diğer kısımlarındadır. Öyle ise çekirdeği negatif, elektronları da pozitif olan atomlar niçin olmasın! Yani maddenin zıt eşi niçin olmasın! Bu sahanın mütehassısları, yıldızlar, güneş, gaz ve tozlardan meydana gelen galaksimizde anti maddenin varlığını kabul etmektedirler. Belki de astronomların teleskoplarla gördüğü yıldız sistemlerinin bazıları tamamen anti maddeden ibarettir. Kâinatın yaratılışında ve işleyişinde temel rol oynayan elektriğin de pozitif ve negatif olmak üzere iki cinsinin bulunduğu ilk defa 1733 yılında keşfedilmiştir. Aynı cins elektrik yükleri birbirini iterken zıt yükler de birbirini çekmektedirler.

Ayrıca bir mıknatısın iki ucunda güney ve kuzey olmak üzere birbirine zıt iki kutbu olduğu bilinmektedir. Öyle ki bir mıknatıs ne kadar küçük parçacıklara ayrılırsa ayrılsın her seferinde iki ayrı kutup meydana gelir. Yani tek kutuplu bir mıknatıs meydana getirilemez. Tıpkı elektrikte olduğu gibi aynı kutuplar birbirini iter, zıt kutuplar da birbirini çekerler. Dünyamız da dev bir mıknatıs gibidir ve kuzey ve güney olmak üzere iki zıt kutba sahiptir.

Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın, asırlarca önce söylediklerini yukarıda gördük; ilmin söyledikleri de bunlar. Aradan bunca asır geçmesine ve ilim, her geçen gün baş döndürücü bir şekilde inkişaf etmesine rağmen, değişen fazla bir şey yoktur. Kur'an'ın o gün söyledikleri, o günün ilim ve mantalitesi için ne kadar geçerli ise, bugünün ilim ve mantalitesi için de aynen geçerlidir. İşte bütün bunlar, Kur'an'ın, ezel ve ebed sultanı Allah'ın (cc), mu'ciz bir kelâmı olduğunu göstermektedir.

Hermafrodit canlılar da içerisinde çift hücre bulunmaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

"Düşünüp ibret alırsınız diye her şeyden çiftler yarattık." ayetine göre atom, bakteri, virüs, salyangozun da çifti var mıdır?

19 Kur'an'daki melekut kelimesine denk gelen Cern / Tanrı Parçacığı ile insanların uğraşmasının bir sakıncası var mıdır?

Cern deneyinde kullanılan “Tanrı Parçacığı” sözcüğü, materyalist bir görüşü yansıtmakta ve kâinatın yaratıcısını maddî bir varlık gibi algılamayı öngörmektedir. Bu ise, ateist Mısır Firavunlarının hezeyanlarını çağrıştırmaktadır.

Konuyu Kur’an’dan dinleyelim:

"Firavun: 'Haman! Benim için bir kule inşa et, dedi. Umarım ki böylece yükselebilir, göklere yol bulur da Mûsâ’nın Tanrısına ulaşırım. Gerçi ben onun yalancı olduğunu zannediyorum ya, (neyse!).’ İşte böylece, Firavun’un kötü gidişatı kendisine cazip göründü ve yoldan çıkarıldı. Sonuç itibariyle Firavun'un hilesi ve düzeni de tamamen boşa çıktı.” (Mümin, 40/36-37).

“Her şeyin dışına mülk, içine ise melekût denir.” Şu görünen şehadet âlemi, aynı zamanda mülk âlemidir. Görünmeyen emir âlemi, melâike âlemi, âhiret âlemi gibi bütün âlemler de melekût ile ifade edilirler.

Bazı âlimlerimiz insan bedeninin mülk, ruhunun ise melekût olduğunu ifade ederken, diğer bir kısmı bedenin görünmeyen kısımlarını da gayb, dolayısıyla melekût olarak kabul ederler.

Buna göre, “Her şeyin melekûtu onun elindedir.” (Müminün, 23/88; Yasin, 36/83) mealindeki âyet-i kerimeyi iki şekilde anlayabiliyoruz:

Birincisi; her şeyi idare eden görünmez kanunlar, sistemler, emirler hep Allah’ın kudretindedir ve Onun takdiriyle vazife görürler. Bedeni idare eden ruh gibi.

İkincisi; hiçbir mahlûk kendi iç cihetine el ulaştıramaz, güç yetiremez. Bizim içimizi de, hayvanın içini de, ağacın içini de, denizin içini de, hep Allah idare etmektedir...

"Diğer taraftan, her şeyin biri mülk, diğeri melekût, yani biri dış, diğeri iç olmak üzere iki yönü vardır. Mülk ciheti, bazı şeylerde güzeldir, bazı şeylerde de çirkin görünür: Aynanın arka yüzü gibi. Melekût ciheti ise, her şeyde güzeldir ve şeffaftır: Aynanın dış yüzü gibi. Öyleyse, çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Ve aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaratılışı, güzellikleri ikmal etmek içindir." (İşaratu’l-İ’caz, s.159).

Allah’ın ezelî kudreti, en evvel eşyanın melekût, yani içyüzüne taallûk eder. Bu yüz ise, genellikle güzel ve şeffaftır. Evet, şems ve kamerin/güneş ve ayın yüzleri parlak olduğu gibi, gecenin ve bulutların da iç yüzleri ziyadardır/aydınlıktır. (bk. a.g.e, s. 87).

“Melekût” kavramı, kâinatın ilahî kudretin dışarıya ilk yansımasını gösteren  ve bu yansımaların ilk merhalesini teşkil eden yönüdür. Bu merhalenin arka planında değişik safhalar vardır.

Geriye doğru giderek sayabileceğimiz bu safhalarda atomlar, atom altı parçacıkları, kozmik çorba, esir maddesi söz konusu olabilir. Bu safhalar arasında yaratılışa ilk konu olan ilk cevherdir. Bu ilk cevher esîr maddesi ve esir maddesinin en küçük parçacıkları olabilir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Melekut Âlemi...

Esir Maddesi...

Not: Konuyla ilgili, Prof. Dr Osman Çakmak’ın, "Bilim Tarihi Dönüşümün Eşiğinde mi?" isimli aşağıdaki makalesini okumanızı tavsiye ederiz:

Keşfedilmeyi Bekleyen Sırlar

Fiziğin beklenen keşifleri ya da problemleri neler?  Başrolde günümüzün geçerli madde kuramının keşfedilmemiş tek parçası olan HİGGS parçacığı var. Bu parçacık keşfedilirse, bağlantılı olarak kozmosla ilgili bir çok paradoks ve probleme çözüm bulunacak. Dahası dört temel kuvvetten ikisi olan elektromanyetizma ile zayıf nükleer kuvvetleri farklı kılanın ne olduğunun aydınlanacak. Bu iki kuvvet neden birbirinden farklı?  Evet tüm bu keşifler günlük hayatımızda çok şeyi değiştirecek.   

Bununla bağlantılı olarak evrene bakışımız farklılaşacak.   

Deneylerde ulaşılacak noktayı ve deneyin temelini bir de CERN’de çalışan Bilgisayar Mühendisi Osman Zorba’dan dinleyelim:

" 'Dev Parçacık Hızlandırıcı´ adlı cihazda, ışık hızıyla hareket eden protonlar 800 milyon kez çarpıştırılacak. Böylece Kâinatın var olduğu büyük patlama (Big Bang) yeniden oluşturulacak. Patlamanın sonunda ´Higgs Bosson´a yani ´Tanrı’nın Zerrecikleri´ne ulaşılacağı umuluyor."

Zorba, deneyde ulaşılmak istenen noktayı şu şekilde dile getiriyor:

" Higgs Bosson yani Tanrı’nın Zerrecikleri, bugüne kadar keşfedilmemiş ancak teorik olarak var olması gereken bir parçacıktır. En azından hesaplamalar bunu gösteriyor. Cisimlerin birbirini çekmesinin kaynağının bu parçacık olduğu düşünülüyor. Tanrı’nın Zerrecikleri, ’Neden Dünya ve Ay’ın ya da Güneş’in çekim gücü vardır?’ sorusuna cevaptır. Bu deney bunu ortaya koyacak ve bilimde yeni açılımlar sağlayacaktır."  Ayrıca şunları ekliyor: "Müthiş heyecanlı bir döneme girdik." 

Evet görüldüğü gibi eğer Higgs Bossonları bulunursa sadece çekim gücünün değil karanlık maddenin sırrı da çözülecek.  

Bu çalışmanın sonuçları neden böylesine önemseniyor? Çünkü bilim adamları varlığın ve yaratılışın sırlarının açıklığa kavuşacağına inanıyorlar bu çalışmalarla. Niye atomlar var? Kimyanın gereği ne? Kararlı atom yapılarını mümkün kılan nedir? Görüldüğü gibi en temel sorulara cevap aranacak CERN’deki deneylerde.  Öyle görünüyor ki elde ettiğimiz sonuçlar evrene ve varlığa yüklediğimiz manayı değiştirecek.  Hatta öyle beklentiler var ki ortaya çıkacak sonuçlar nereden gelip nereye gittiğimiz ve ne amaçla yaratıldığımız gibi yaratılış sırlarına açıklık getirebilir;   din ile bilimi buluşturacak sonuçlara götürebilir.

Dünya Büyük Bir Tehlike ile Karşı Karşıya mı?

CERN , Dan Brown’un çok satan romanı ´Melekler ve Şeytanlar ´a da konu oldu. Romanda, CERN ´in başarılı fizikçilerinden Leonardo Vetra cinayete kurban gider. Vetra ´nın tek gözü oyulmuş ve göğsü ´Illuminati ´ sembolüyle dağlanmıştır. Ancak CERN ´in tek kaybı Vetra değildir. Ünlü fizikçinin son derece tehlikeli buluşu ´anti madde´ çalınır.

Cinayeti gizleyen CERN direktörü, Harvard Üniversitesi  Simgebilim Profesörü Robert Langdon ´u İsviçre ´ye çağırır. Dr. Vetra ´nın kızı Vittoria ile Langdon, Roma sokaklarında soluk soluğa, Illuminati’nin 400 yıllık izini sürerek cinayetleri önlemeye çalışacaklardır.

Dan Brown´un kitabında iddia ettiği gibi bu deneylerden  sonra Dünya´yı büyük bir tehlike mi bekliyor? Kimi bilim adamına göre Brown meşhur olmak için yapıyor tüm bunları.  Evet burada  küçük bir ´Big Bang´ örneği yaşanacak.  Prof. Dr. Rössler, bütün insanlığın büyük bir tehlike altında olduğunu söylüyor ve ekliyor:    ´Eğer kara delik dengede tutulamazsa, hesaplamalarıma göre 50 ay içinde dünyamızı yutacak.  Dünyanın ağırlığı minicik bir noktada yoğunlaşacak´  Bu fikre katılan başka araştırmacılar da bulunuyor: Walter Wagner ve Luis Sancho , oluşacak kara deliğin dünyanın, hatta evrenin sonunu getirebileceğini savunuyor. Amerika ’da bu deneylere karşı dava bile açıldı.   CERN yetkilileri ise  “Dev kara delik teorisini saçmalık ” olarak değerlendiriyorlar. Çünkü bu deney doğrudan Big Bang Yaratılış Patlaması esnasında neler olduğuna yönelik değil. Atomaltı parçacıkları çarpıştırarak bir bilgi birikimi elde etmek ve bu bilgi birikimini kullanarak Big Bang ve evrenin yaratılışı ile ilgili yeni teoriler geliştirmek…

TeV Ölçeği

Bu deneylerle dünyada erişilmiş en yüksek çarpışma enerjisi olacak.  Bilim tarihinin  en büyük en güçlü mikroskobunda  1 trilyon elektronvolt  (kısaca 1 TeV) enerji üretecek   bir sistemi tasarlıyorsunuz.   İşte bir kısım çevreler, ilk defa çıkılacak olağanüstü şiddetteki bu elektrik potansiyelini  korkutucu buluyorlar.  Bir parçacığın bu kadar elektrikle yüklenmesi durumunda orada bir karadelik oluşabileceğini ihtimalinden söz ediyorlar. Ama çoğu bilim adamına göre tüm bunlar saçma düşünceler.

(Trilyon elektron volt) ölçeğini keşiflere açmak, yepyeni bir deneysel fizik dünyasına girmek anlamına geliyor. Önceki deney düzeneklerinde ancak milyar elektron volt düzeyine çıkılabiliyordu.

Elektrozayıf simetri kırılması, hiyerarşi problemi ve karanlık maddenin sırrı  gibi konular,  bu problemlerin ancak TeV ölçeğinde çözülebileceğine inanıyorlar. Şimdiye kadar bir türlü bulunamayan Higgs parçacıklarının ancak  bu enerjilerde ulaşılabileceğine inanılıyor.  Kim bilir belki de  evrendeki maddenin çok büyük bölümünü oluşturan “karanlık madde”  dediğimiz şeyin aslının Higgs Bossonları olduğunu anlayacağız.  Belki de hatta 19 yüzyılın sonlarında (ve 20. Yüzyılın başlarında) bilim dünyasının yoğun bir şekilde tartıştığı “esir maddesi”nin “karanlık madde” ile ilişkili olduğu, hatta ondan ibaret olduğu ortaya çıkacak.

Deneyin temelini kısaca anlatmaya çalışırsak; dev parçacık hızlandırıcısında önce parçacık demetleri oluşturulacak. Parçacıklar önce tek yönde hızlandırılacak. Daha sonra ters yönlerde hızlandırma ve sonunda çarpıştırma duraklarından geçilecek. Önce düşük enerji düzeyleri, sonra tera ölçeği... Nisbi zayıf deney yoğunluklarından, kontrolü daha zor olan yüksek yoğunluklara geçilecek. Sonra?.. Yol üzerindeki her adımda, görev alan binlerce  bilim insanı, mühendis ve öğrenci sonuçları yorumlayacak.    

Dünya parçacık fizik camiası da LHC den gelecek ilk sonuçları heyecanla bekliyor. MIT dan Fransk Wiczek, LHC nin Fizikte bir altın çağ başlatacağı yolundaki sözleriyle fizik camiasının ortak duygularına tercüman oluyor. Bilimciler yeni bir dönemin bereketli buluşlarının  eşiğine geldiklerini ve  sağanak  sağanak buluşlarla gündemin sarsılacağını ifade ediyorlar.

Karanlık Madde

Evren, gerçekte evrende olması gereken maddenin yüzde onu kadardır.  Bu evren, yüzde doksan, ne olduğunu bilmediğimiz,  hakkında hiçbir fikrimizin bulunmadığı, ´Karanlık Madde´den oluşmaktadır.  Bu demektir ki uzay “boş” olmayıp, gözlenen maddenin dokuz katı kadar ağırlıkta görünmeyen kütle bulunmaktadır.  Görünmediğinden ve doğrudan belirlenemediğinden karanlık unvanı verilen “kayıp kütle” ya da “karanlık madde"dir. Karanlık maddenin ve “kara enerji”nin varlığını gerektiren bir çok gözlem bulunuyor.  Sürekli genişleyen evreni ivmeli olarak genişleten etkinin bu “kara enerji” olduğu bildiriliyor. Tüm evrene hâkim olan bu kuvvet beraberinde yıldızları ve galaksileri de bir düzen içinde tutuyor, dengeyi sağlamada    “aracı” ve “vasıta”  bir madde ve enerji olduğu anlaşılıyor.    

İşte Dünyanın en büyük süper iletken mıknatısı, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi CERN’in yeraltı laboratuarındaki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı ile parçacık çarpıştırma deneyinde bu karanlık maddenin temsilcisi Higg Bossonlarına ulaşılması bekleniyor.

Varlığın Düğümlendiği Noktalar

Bilim insanları hep daha da küçük parçacıklara ulaşmanın hayalini kurarken, fiziğin o tuhaf yasası karşımız çıkıyor: Parçacıklar küçüldükçe, ağırlıkları artıyor, öyle ki bütün evreni tartabilecek bir nokta çıkıyor karşımıza. Bu parçacıklardan bir tanesinin parçalanması, yeni bir büyük patlamaya yol açıp evrenin yeniden şekillenmesine neden olabilir?

Varlığın düğümlendiği noktalara baktığımızda karşımıza süper sicimler çıkıyor: Yaşamın en küçük yapı taşı nokta şeklinde değil, iç içe geçmiş titreşen sicimler (strings) şeklindeki yapılardan ibaret. Sicimlerin en şaşırtıcı yanlarından birisi sadece bilinen boyutlara (zaman ve uzay) değil, on ya da hatta on bir boyuta sahip olması. Bu haliyle sicimler madde ve madde ötesi tüm varlıkların temeli olabilir.  Bir yerlerde, görünmez bir şekilde, yumak halinde sarılı olduğu için bu boyutları göremiyoruz.

Bu nesnelerin (tabii söz konusu olanın nesne olup olmadığı da bilinmiyor) tarif edilmesi imkânsız. Princeton´daki Elite Üniversitesi´nde görevli bir fizik dahisi sayılan Edward Witten bile, süper sicimler söz konusu olunca, büyülendiğini ve onları çok garip bulduğunu ifade ediyor. Witten, bazen saatlerce koltuğuna uzanıyor ve gözlerini tavana dikerek evrenin yapısını açıklamayı amaçlayan "M-Teorisi" üzerine düşünüyor. Teoriyi henüz tek bir formül haline getiremiyor. Daha, M harfinin anlamını bile çözmüş değil. Süper sicim teorisini irdeleyen bilim insanları M kelimesinin sır, gizem anlamına gelen ´Mysterium´dan geldiğini düşünüyorlar. Tariflerin fiziki anlamdan ziyade dini bir nitelik taşıması karşısında şaşkın… Bilgi ve akılcı  araçlarla analiz yapan yöntemlerden farklı  bir sır ile mi karşı karşıyayız acaba? Tüm çabalara rağmen varlığın  en merkezinde yer alan şeye ulaşılamayacağı bir nokta mı var?

Varlığın derinliklerine iniyorsunuz.  Ama her araştırma, karşımıza yeni sorular çıkarıyor. "Karanlık enerjiyi" keşfetmiş bulunuyoruz. Ama nereden geldiğini bilmiyoruz. Üstelik evrende bulunan kütlelerin yüzde 90´ı karanlık maddeden ibaret. Düşünebiliyor musunuz? Evrenin çoğunluğunu neyin teşkil ettiğini hala bilemiyoruz.   Varlığın  şahit olduğumuz kısmı devede kulak mesabesinde... Tüm bunlar perdenin arkasında daha nice alemler ve evrenler bulunduğu düşüncesine götürüyor zihinleri. İşte CERN’deki deneyler karanlık maddeden süper sicimlere kadar teorilere destekleyici bulgular getirebilir.

Maddenin Temeli

Maddenin çekirdeğini, temelini bulmak için  yüzyıllardır süren arayışların içine girdik. Maddenin derinliklerine daldık. Önce atomları, sonra  ondan yüzbinlerce  daha   küçük olan atom çekirdeğini, ardından da atom çekirdeğindeki alt yapılar olan protonları, nötronları ve diğer yüzlerce "temel parçacıklar"ı keşfettik... Hayvanat bahçesini andırıyordu parçacıkların dünyası. "Standart Teori" adını taşıyan karmaşık bir teoriyle düzenlemeye çalıştık bunları. Ama gördük ki bu o kadar kolay değil. .

“Standart Teoriye” göre maddenin temeli kuark, gluon ve leptonlardan ibarettir. Bunlara parçacık demek de zor. Bazen madde, bazen enerji yapısında olan ve aniden kaybolan tuhaf parçacıklar... Bu yapı taşları hareketlidir. Kuarklar sadece ikili ya da üçlü gruplar halinde bulunuyor; gluonlar ise proton ve nötron gibi parçacıkların içinde yaşıyorlar, kuarkları bir arada tutuyorlar. Onları birbirine sıkı sıkıya bağlıyor. Hepsi bir araya geldiğinde ise sanki bir şeyleri gizlemek istercesinde kılık ve yapı değiştiriyorlar... İlginçtir ki insan onu gözlediğini fark edince yapı değiştiriyorlar farklı bir keyfiyete bürünüyorlar.

Evet, her şey gibi zerrelerin de kendi ortamlarında hususi âlemlerinde pek çok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri olduğu aşikar. Sürekli hareketleri ve vazifeleri ile varlığın dokusunu ve esasını teşkil ediyorlar. Yaratanın kendilerine yüklediği vazifeyi kendi çaplarında ifa ediyorlar.   

Tek başına Genel İzafiyet Teorisi düşünce sınırlarımızı zorluyor. Teori, uzay ve zamanın, evrende bulunan büyük kütlelerin etkisiyle büküldüğünü ifade ediyor. Kuantum mekaniğini anlayabilmek daha da zor... Bu teori de elektronların atom çekirdeğinin çevresinde bulunan sağlam yörüngeler etrafında dönmediğini, hatta bunların parçacık bile olmayıp, parçacık ve dalgadan oluşan tuhaf, çift türlü yapılar olduğunu; bu nedenle elektronların atom içindeki yerini tam olarak belirlemenin imkânsızlığını söylüyor. Formüller karmaşıklaştıkça, ileri sürülen teoriler de varsayım düzeyinde kalıyor. Belki de maddenin içinde bulunan en küçük parçacıklar, nokta biçiminden çok, muhallebi tarzında yapılardır. İncelemeye kalkışıldığında kayboluyorlar. Uzaydaki yeri belirsiz; bir burada, bir orada; ama her zaman tam olarak insanların gözlem yapmadığı bir yerde bulunuyorlar.

Son Söz

Yaratanın biz insanlara bahşettiği her şeyi anlama ve çözme merakı ile varlığın sırrını anlama konusunda hayli bir mesafe alacağız ve belki de varlığın sınırlarına ulaşacağız. Gelinen noktada Evrenin % 90’ını teşkil eden “karanlık madde” ve “karanlık enerji” “madde” ve “enerji” dışında bir mahiyet olduğu ortaya çıkarsa madde-fizik ötesi (mana) esaslı bir kâinat tablosu ile karşılaşacağız demektir: Sonuçta her şeyin kaynağının “madde” ve “enerji” olduğu ön kabulünden sıyrılacağımızı bekleyebiliriz...

20 Fen ve Teknolojik Gelişmeler İnsanı Ne Kadar Mutlu Eder?

Kalbi, vicdanı ve his dünyası, iman ve Kur'an ile nurlanmamış bir insan karanlıklar içindedir. Vicdan, iman ile aydınlığa kavuşacaktır ki, aklın mahsulü olan fenler de nurlansınlar ve her bir fen, insana ayrı bir marifet penceresi açsın.

İnsan, hikmetlerle dolup taşan şu kâinat kitabını yazan bir alîm ve hakîmi tanımadığı takdirde, kazandığı ilimler onun cehlini artırmaktan öte bir işe yaramaz.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Lemaat adlı eserinde, "kalbin ziyası olmaksızın akıl ve fikrin nurlanamayacağını" tatlı bir üslûpla izah eder ve sözünü: “Basiretsiz basar da para etmez.” diye noktalar. O harika parçadan birkaç satırı aynen nakledeyim:

“Ziya-yı kalpsiz olmaz nur-u fikir münevver.
O nur ile bu ziya mezc olmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır.
Gözünde bir nehar var; lâkin ebyaz ve muzlim.
İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver...” (Sözler, Lemaat)

Vicdan için “ziya”, akıl için “nur” kelimelerinin kullanılmasında ayrı bir incelik var. Cenâb-ı Hak, Yûnus sûresinde şöyle buyurur:

“Güneşi ziyalı (ışıklı), ayı da nurlu (parlak) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (aya) menziller tayin eden Odur.” (Yunus, 10/5)

Güneşten ziya almasa, ayda nur ne gezer. O, güneş sayesinde karanlık gecelere nur olur ve insanlar da ondan istifade ederler.

Ay, feyzini güneşten aldığı gibi, şu kâinata ait fenler de Kur2an ile nurlanır ve insanlığa faydalı hâle gelirler. Aksi hâlde, fen ve teknik, insanlığın huzurunu kaçırmaktan, zulme ve sefahate hizmet etmekten öte bir işe yaramaz. Bunlar ise beşerin dünyasını karartır ve insanlığı o dehşetli azap diyarı olan cehenneme sevk ederler.

Cehennemin de nursuz hararet olduğu düşünülürse, bu mânâ daha da önem kazanır.

21 Var yok, yok da var edilemez mi?

Fizik ve kimya derslerinde sık sık karşılaştığımız bir söz vardır:

"Var olan şey yok, yok olan da var edilemez."

 "Maddenin veya kütlenin korunumu kanunu" olarak bilinen bu ifade, Fransız kimyacısı A. L. de Lavoisier'e aittir.

Sorunun cevabına geçmeden önce, bir hususu açıklamakta fayda görüyoruz. Bazı kimseler, bu kanun üzerinde demagoji yapmakta ve kanunu yanlış yorumlayarak meseleyi ideolojik bir atmosfere çekmek istemektedirler. Bunların düşünce yapılarını şöyle bir misalle açıklayabiliriz:

Karşımızda sanatkarane yazılmış güzel bir hat bulunsun. Bu hattın elbette bir hattatı olacağı, az bir düşünce ile hemen anlaşılır. O yazının hattatını inkâr gayesi güden bir kimse, kalkıyor, nazarları o hattan, ondaki ince sanattan ve ifade ettiği manadan uzaklaştırmak için, dikkatleri yazının mürekkebine çekiyor. "Bu yazı, yoktan mı yazıldı, yoksa mevcut mürekkepten mi?" diye bir soru ortaya atıyor. Ve mürekkep üzerinde yapılan bu münakaşayı yayarak ve derinleştirerek, hattatı bütün nazarlardan gizlemeye çalışıyor.

Lavoisier kanununu sık sık gündeme getirenler de buna benzer bir demagoji yapıyorlar. Sanki bu kâinattaki harika eserlerin yaratıcısı olduğunun kabul edilmesi için, o eserin mevcut elementlerden değil de yoktan yaratılmaları şartmış gibi. Halbuki, kanunun mahiyeti ve kapsamını incelediğimiz zaman, bu kanunun hiç de inkâra kapı açmadığını, bilakis kâinattaki düzeni netice veren İlahi kanunlardan birisi olduğunu açıkça görürüz.

Hepimiz biliriz ki, devletin çıkardığı kanunların uygulandığı ve geçerli olduğu bir saha vardır. Muhatabı bazen suç işleyenler, bazen vergi mükellefleri, bazen de mirasçılar teşkil eder. Bunun gibi, kütlenin korunumu kanununun da geçerli olduğu ve olmadığı sahalar vardır. Özellikle fizik ve kimya deneyleri ile bunların problemlerini çözmede maddenin korunumu kullanılmaktadır. Şimdi bunu bir misalle daha anlaşılır hale getirelim:

Karbon ve oksijenden karbondioksidin teşekkülünü gösteren; C + O2 = CO2 reaksiyon denklemine kütlenin korunumu kanununu uygulayalım. Daha işin başında, bu denklemi yazmakla sistemimizi tespit etmiş oluyoruz. Diyoruz ki, "Bizi yalnız karbon, oksijen ve karbondioksit ilgilendirir. Sadece onların ağırlıkları arasında bir hesaplama yaparız." Eğer karbon ve oksijen ağırlıkları uygun oranda ise, meydana gelecek olan karbondioksit ağırlığı, karbon ve oksijen ağırlıkları toplamına eşit olacaktır. Yani, kütle korunacaktır. Çünkü, daha başlangıçta sistemimizi çerçevelemiş, başka madde çeşitlerinin giriş ve çıkışını yok farz etmiştik.

Şimdi her tarafı kapalı bir kap düşünelim. İçinde yüzlerce çeşit bileşik bulunsun. Kabımızı tartalım ve ateşin üzerine koyalım. Bunun sonucu olarak da kabın içinde çok sayıda reaksiyon olduğunu ve bir çok yeni bileşiklerin de teşekkül ettiğini farz edelim. Deney sonunda kabımızı tekrar tarttığımız zaman, ağırlığının aynı kaldığını görürüz. Çünkü, kabımız kapalı olduğundan dışarı madde çıkışı olmamış, yani, mevcut kütle kaybolmamıştır. Dışarıdan da herhangi bir madde girişi olmadığından, yoktan yeni bir kütle meydana gelmemiştir. Dışarıdan içeriye bir şey koysaydık veya içinden bir şeyler alsaydık, kutunun ağırlığında mutlaka bir değişme olacaktı.

Aynen öyle de içinde yaşadığımız ve kapalı bir kutuyu andıran madde aleminde, çeşitli değişim ve dönüşümlere ya bizzat şahit oluyor veya ilmen vakıf bulunuyoruz. Yine çok iyi biliyoruz ki, bu alemin kütlesi ne artıyor ne de azalıyor. Çünkü dışarıdan bir müdahale olmadıkça ne varlıktan yokluğa, yani, kutunun dışına bir kaçış ne de yokluktan bir madde yağışı vuku bulmamaktadır. Bu müdahale de ancak ve ancak, madde ile kayıtlı olmayan ve mekândan münezzeh olan Cenab-ı Allah tarafından yapılabilir. Kudret ve iradesiyle yaratır ve alemimize sokar veya yok eder ve alemimizi eksiltir.

Kısaca, kütlenin korunumu, çerçevesi tespit edilmiş bir kapalı sisteme uygulanan ve maddenin dönüşümleri esnasındaki ağırlıkla ilgili münasebetleri gösteren bir kanundur. Ansiklopedilerden Lavoisier'in biyografisini okuduğumuz zaman, O'nun, kimyada teraziyi ilk kullanan ilim adamı olduğu görülür. Buradan da o kimyacının, söz konusu ifade ile maksadının ne olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yoksa, hiçbir zaman Allah (c.c.)'ın kudret ve iradesine ters düşen bir düşünce tarzının başlatıcısı olmamıştır. Hatta Avrupa ve Amerika'da ders kitabı olarak okutulan bazı kimya kitaplarında, kütlenin korunumu ifadesinin hemen ardından; "...but the God" sözleri yer almaktadır. Kısacası, "ancak Allah (c.c.) bu hükmün dışındadır" denilmektedir. Böylece, zihinlerde ortaya çıkması muhtemel şüpheler de başlangıçta hemen izale edilmektedir.

Sohbetimizin başında, kanunların belirli bir alanda geçerli olduğunu söylemiştik. Kütlenin korunumu prensibinin geçerli olmadığı bazı gerçek fiziki olaylar da mevcuttur. Mesela, bu gün maddenin enerjiye dönüştüğü bilinmektedir. Einstein'ın en önemli buluşu olan E = mc2 formülünden, m kütlesi kadar azalmanın enerji karşılığı, c ışık hızının karesiyle çarpılması sonucu bulunmaktadır. Bu uygulamaya misal olarak bir atomun çekirdeğini teşkil etmek üzere bir araya gelen nötron ve protonların toplam kütlelerinin azalmasını verebiliriz. 35/17 CI şeklinde gösterilen klor atomu çekirdeği kütlesinin, 18 nötron ve 17 protonun toplam kütlesine, yani 17X1.007277+ 18X1.008665 = 35.289005 atomik kütle birimine eşit olması gerekir. Burada 1.007277 bir protunun, 1.008665 de bir nötronun kütlesidir. Fakat çok hassas deneyler sonucunda bir klor atomu çekirdeğinin 34.96885 atomik kütle birimi olarak, yani, 0.32016 daha az bulunmuştur. Aradaki kütle farkı, enerjiye dönüşmüş, madde aleminden yok olmuştur.

Maddenin yok olabildiğine dair bir başka gerçek hadiseyi de astronomi alimleri gözlemişlerdir. Son yıllarda yapılan araştırmalar, her birinin kütlesi dünyanınkinden defalarca büyük olan bazı yıldızların "kara delik" adı verilen ve mahiyeti bilinmeyen yerlere girerek kaybolduğunu göstermiştir.

İşte izah etmeye çalıştığımız bu iki hadisenin, kütlenin korunumu prensibiyle açıklanması mümkün değildir. Yani, söz konusu prensip, mutlak bir değer taşımamaktadır. Uygulandığı belirli şartlar ve durumlar vardır.

Sonuç olarak; bu kütlenin korunumu prensibinin, Allah'ın yaratma ve yok etme fiilleriyle çatışan ve o fiillere ters düşen hiçbir yönü yoktur.

22 Yaşadığımız alemde içi içe girmiş başka alemler var mıdır?

- Aslında, insan oğlunun vücudunda bulunan elementler, evrendeki elementlerin aynısı olduğu gibi, onun bünyesinde var olan maddî-manevî cihazlar da  kâinattaki bazı alemlerden haber vermektedir. Örneğin; insandaki kalp, Arş’ın bir numunesi olduğu gibi, kuvve-i hafızası da Levh-i Mahfuzdan haber vermektedir. Yine, insandaki hayal dünyası, misal aleminden, ruhu, alem-i ervahdan haber vermektedir.

İnsana hizmet edecek şekilde düzenlenen kâinatın kapıları zahiren açık görünse de, gerçekte kapalıdır. Onların anahtarı ise, insanın “ene”sine, öz benliğine bağlanmıştır. Allah’a kulluk görevini yerine getirdiği nispette insanın, öz benliğindeki anahtarlar işlemeye başlar ve o anahtarlar gizli alemlerin kapılarını açarlar (bk. Sözler, Otuzuncu Söz, s. 536).

Misal alemine seyahat eden velilerin verdikleri haberler, bunun açık delilidir. Öyle anlaşılıyor ki, şu görmekte olduğumuz şahadet alemi, Berzah, Misal, CeberutMelekut alemleri gibi gaybî alemlerinin üzerinde serilmiş tenteneli bir perdedir.

- Bu gözlerimiz, bir çok hikmete binaen, gaybî alemleri göremez. Çünkü, gaybî ilimlerin ve alemlerin gizli kalmasında; insanlar için sayısız faydalar vardır. Düşünün, bir insan Levh-i Mahfuz'da yazılı olan kendi ecelinin zamanını, kendisiyle birlikte candan sevdiği ailesinin onlarca ferdinin ölüm zamanını görse, öğrense, hayattan nasıl lezzet alabilir?

- Allah, insanların gözlerinde, cinleri görecek bir idrak, bir algılama kabiliyeti vermemiştir. Onun için insanlar onları göremiyorlar. Cinlerin gözlerinde ise, insanları görebilecek bir algılama kabiliyeti yaratmıştır. Bu sebeple cinler insanları görebiliyorlar.

- İnsanın hem maddi bir bedeni hem de manevi boyutu olan ruhu vardır. Maddi bedeni gördüğümüz halde manevi yönlerini göremiyoruz. Gözü, kulağı görüyoruz, ama görmeyi ve duymayı göremiyoruz. Bedeni görüyoruz ama, sevgi, endişe, öfke, merak gibi binlerce hissiyatımızı göremiyoruz. Fakat görmüyoruz veya göremiyoruz diye onların varlığını da inkar edemiyoruz. Bunun gibi kainatta iç içe olan o alemleri de göremeyişimiz, onların olmadığı anlamına gelmez.

Demek ki, kainatın da büyüklüğe göre, maddi ve manevi; görünen ve görülmeyen alemleri vardır. Bunu açıklarken kullandığımız ifadeler farklı bile olsa, işin özü aynı şeye dayanır. Aynı şeyden bahsedilir.

23 Tüp bebek konusunda açıklama yapar mısınız?

1978 Temmuzuydu. Bir tüp bebeğin meydana geldiği haberi, kısa zamanda dünyanın her tarafına ulaştı. Bu hadisenin aslı neydi acaba?

"Bir anne adayının yumurta hücresi, babadan alınan sperm hücreleriyle tüp içinde biraraya getirilir. Böylece, yumurta hücresinin döllenmesi sağlanır. Vücut dışında döllenen bu yumurta, 60-70 saat tüp içinde bırakıldıktan sonra anne rahmine yerleştirilir. İşte, hadisenin esası bundan ibaret. Yani bir bebek adayının, bu tüpdeki takriben üç günlük misafirliği..."

Niçin Tüp Bebek?

Acaba, böyle bir şeye niçin gerek duyuluyor?

Kadınların, rahimle yumurtalıkları arasında uzanan fallop tüplerindeki tıkanıklık, iltihap, gelişme bozukluğu veya bunların çıkarılmış olması gibi durumlarda bu yola başvurulur. Ayrıca annede, babanın üreme hücreleri olan spermleri öldürücü maddelerin (antikor) mevcudiyetinden dolayı ortaya çıkan kısırlıklarda da kullanılan bir metoddur.

Tüp İçinde Hayat!

Bu canlı, üç gün de olsa tüp içinde nasıl muhafaza edilecektir?

Tüpte döllenmeyi sağlamak için, öncelikle üreme hücrelerinin vücut dışında yaşamlarını sağlamak gerekecektir. Bunun için, hazırlanan ortamda embriyonun (cenin) hücreleri yaşayabilmeli, döllenme olabilmeli ve daha sonra da bu embriyo tüp içinde gelişme gösterebilmelidir. Hücrelere hiç zarar vermemesi gereken bu ortamın, devamlı kontrol altında tutulması gereklidir.

Aslında, vücut dışı üreme olayı çok değişkendir. Kültür ortamı, diğer şartlar ve çevre şartları sabit tutulsa bile, yumurta hücresinin nitelikleri devamlı değişebilmektedir. Şunu hemen ilave edelim ki, bugüne kadar ideal manada, yani anne karnındaki gibi kültür ortamı hazırlanamamıştır.

Bu işlemin sağlıklı yürütülebilmesi için, gerekli teçhizat ile donatılmış embriyo laboratuarı olmalıdır. Tabii bu da yeterli değil.

Bunun hemen yanında, anneden yumurtanın alınması için bir operasyon odası gereklidir. İş yine bitmemiştir. Tüpte üç gün misafir edilen embriyonun, tekrar anneye transfer edilmesi gerekmektedir.

Yumurtalama zamanından hemen önce, genel anestezi altında bir operasyon yapılır. Kadının karın boşluğuna girilerek, olgun yumurta hücresi yumurtalıktan alınır. Vücuttaki şartlar, bir kültür ortamında taklid edilir. Bu sayede, yumurta hücresi ile babadan alınan üreme hücresinin birleşerek döllenmesi sağlanır.

Bebeği meydana getirecek embriyo bu dış ortamda, yani tüp içinde döllenmeye başlar. 60-70 saat sonra da rahimde yuvalanacak olgunluğa erişmiş olur.

Embriyo eğer ölmezse, sonraki gelişmesini daha emniyetli şartlar altında sürdürecek, gebelik süresi sonunda da normal bir bebek olarak doğacaktır.

Ana Rahmi ve Tüp

Embriyonun tüpte döllenmesi; çeşitli branşlarda yetişmiş uzmanlara, modern laboratuarlara ve fevkalade masraflara ihtiyaç gösterir.

Sağlıklı bir annenin hamileliği sırasındaysa, bu olaylar sessizce gerçekleşir. Bu durumdaki embriyo, diğerinden daha emniyetli bir şekilde gelişme gösterir. Ana rahmine yerleştirilmeyen bir tüp bebek ise, bütün ihtimamlara rağmen tüpte ancak 8-9 gün yaşayabilmektedir.

Bu uygulama ile elde edilen yumurtaların vücut dışında döllenme şansı yaklaşık yüzde yetmiş, gebelik meydana gelme oranı ise yüzde 25-30 civarındadır. Üstelik böyle bir gebelikte düşük, dış gebelik ve çocukta anormallik nispeti de oldukça artmaktadır.

İnsanın Yaptığı!..

Burada insan sadece, bir engel dolayısıyla birleşemeyen yumurta ve spermin karşılaşmasını sağlıyor. Halbuki embriyo tek bir hücreyken, 60.000.000.000.000 (altmış trilyon) hücreli bir insan hâline geliyor. Geçirdiği gelişme safhalarının önemli bir kısmıysa, ilim için henüz meçhul!..

Bu kadar sıkıntı, telaş ve teknik hazırlık, istikbalin bebeğini üç gün misafir etmek için yapılıyor.

Bu süre içinde, onun hücrelerinin çoğalmasını biz mi sağlıyoruz? Hayır. Onları yerlerine ve görevlerine göre farklılaştırıp yerleştiren biz miyiz? Hayır. O hâlde yaptığımız, anne-babadan aldığımız tohumları -buğday gibi- tüpün içine ekmekten başka nedir?!.

Şartların Tesiri ve Terbiye Faktörü

Kur'an-ı Kerim, ana rahminde geçen safhayı da hayata dahil eder. Hadislerde bu devrin terbiye yönünden önemine dikkat çekilerek, çocuğun ahlakına iyi veya kötü tesirlerinin olacağından bahsedilir.

Peygamberimiz (asm) bir hadislerinde; cenin hâlindeki çocuğun her yönüyle anneden etkileneceğini; birtakım huy, karakter, sıhhat - hastalık benzemeleri olacağını belirtmiştir.

Bugün ilim de irsiyetin genlerle tayin ve nakledildiğini ortaya koymuştur. Dolayısıyla ceninin rahimde, annenin psikolojik ve fizyolojik durumundan etkilendiğini o da teyit etmiş oluyor.

Pek kısa da olsa, ceninin dışarıdaki bu hayatının, onun ruhu ve bedeni üzerindeki tesirleri de ele alınması gereken önemli bir konudur.

Tüpe konan bu yumurta ve sperm evli çiftlerden alınabildiği gibi, böyle bir alaka bulunmaksızın gerçekleştirildiği de görülmektedir. Bitki ve hayvanlar üzerinde yapılan suni döllenme çalışmaları, ıslah ve soylulaştırma gayesine hizmet eder. Aynı usulün insanlarda tatbiki, pek çok açıdan, altından kalkılamayacak pek çok problemi beraberinde getirecektir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Tüp bebekle çocuk sahibi olmak caiz midir, şartları nelerdir? Cinsiyet belirleme yöntemleri caiz midir?

24 İslam dini ile bilim arasında nasıl bir ilişki vardır? Darvin'in teorilerini bilim kabul ettiği halde din neden kabul etmez?

Din bilimle ters düşmez. Çünkü bilimin gerçekçi olarak ifade ettiği konularda dinle tamamen ittifak etmektedir. Bu bakımdan dinimiz mutlak doğru olan bilimsel çalışmaları hiç bir zaman reddetmediği gibi aksine kabul etmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de geçen bir çok bilimsel ayetler mevcuttur ve bu gün bilim de bunu teyid etmektedir.

Bilimin her yaptığı çalışma doğru sonuçlar vermeyebilir. Mesela bu gün bilim tarafından doğru kabul edilen bir olgu yarın reddedilebilir ve ona zıt bir olgu kabul edilebilir. Ancak Kur'an-ı Kerim'de geçen ifadelerin hiç birisinin aksi isbat edilememektedir. Demek ki bilimsel çalışmalarımızda Kur'an-ı Kerimi kendimize klavuz edinmeliyiz ki doğru neticelere varabilelim. Aksi takdirde Kur'an-ı Kerim'e zıt düşen hiç bir çalışma bilim tarafından geçerlilik kazanamayacaktır.

Bilim, değişik yollarla elde ettiği bilgileri zamanla değiştirebilmektedir.
Bu nedenle dini kaynakların verilerine uygun olan bilimsel gelişmelerden istifade etmek gerekli olmakla beraber, dini kaynaklara uymayan verilerin zamanla değişebileceğini düşünerek dikkatli olmak gerekir. Ancak kesinlike dini kaynaklarla uyum içinde olan bilgileri almanın bir sakıncası olmadığı gib, dinin de tavsiye ettiği unutulmamalıdır. Bu nedenle her bilimsel gelişmeye karşı çıkmak nasıl yanlış ise, yine her bilimsel gelişme denilen bilgileri almak da o derece yanlışıtr. Bilgilerin dini kaynaklara uygunluğuna göre karar vermek en güzelidir. Dini kaynak dediğimizde Kur'an ve hadisten anlaşılanlar değil, onların kendileridir. Kur'an ve hadisten anlaşılanlar alimlerin içtihatlarıdır.

Açıkça belirtmeliyiz ki, din-ilim tenakuzunu iddia eden kişilerin bahsini ettiği şey, 'ilim' değil, 'bilim'dir. İlim, 'aydınlık' kokan 'din' kokan bir kelimedir; hakikat soluyan ve kişiyi Sırat-ı Müstakîm'e götüren bir ışık kaynağı, bir gerçekler manzumesidir. 'Bilim' denilen şey ise, kendisine biçilen elbise, yüklenen fonksiyon ve kazandırılan manâ ile karanlıklar, kaos ve karadelikler manzumesidir. İlim, bizde doğup büyümüş, aslını ve çekirdeğini bizden almışken, bilim, rasyonalizmiyle, pozitivizmiyle Batı'nın mahsulüdür. Bu bilim, hakikatı ve bütün hakikatlerin kaynağı mutlak hakikatı inkârla işe başlar ve hatalar, yanlışlar, ihtimaller üzerinde gide gide güya doğruya varmaya çalışır. Oysa, elde bütün yanlışların vurulacağı, bütün gerçekdışıların tartılacağı bir hakikat olmadan, doğruya nasıl varılabilir? Her şeyi değişir gören bilim, bir 'Değişmez'in varlığını kabul etmeden, değişmeler ve değişenler üzerinde nasıl çalışabilir? Değişmez kaideler ve sabit hakikatler olmadan deneyin, tecrübenin ve gözlemin halledeceği hiçbir şey yoktur. Onlarla insanın dünyasını aydınlatmak mümkün değildir.

Bilimin el yordamıyla üzerinde çalıştığı kâinat, esasen Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve irade'siyle yazdığı ve bir plân, program, ölçü ve dengeye göre tanzim ettiği eşya ve hâdiseler kitabı; gerçek ilimler ise, Allah'ın kâinattaki icraatından, kâinattaki İlâhî kanunlarla eşya ve hâdiselerin münasebetinden süzülmüş raporlardan ibarettir. Bundan başka, Allah'ın bir de Kelâm sıfatından gelen Kur'ân kitabı vardır ki, Allah (cc), bu Kitabı ile kâinatı anlatır, kâinattaki eşya ve hâdiselere ışık tutar. Kâinatı bir düzen ve ahenk içinde kuran Yaratıcı, kurduğu bu düzeni Kur'ân'la ifade eder. İnsan da, bu iki kitabın bir başka biçimde yazılmış şeklidir. Kur'ân, kâinat ve insan, bu şekilde Allah'ın isim ve sıfatlarının değişik şekillerde tecelligâhı olarak, birbirleriyle fevkalâde bir iç bağlantı halinde, birbirlerini şerh ve izah eden ve neticede Allah'ı tanıtan üç küllî muarrif, üç küllî kitaptır. Şimdi, bu üçü nasıl birbirine ters olabilir, nasıl birbirini nakzeder ve nasıl birbirinden ayrı düşünülebilir?

İnsan gerçek ilmi, kâinatı ve Kur'ân'ı okuyarak elde eder; elde ettiği bu ilim neticesinde kendini tanır veya değişik bir yolla önce kendini tanır, sonra da kâinatı ve Kur'ân'ı okur. Kâinat, ilimler ve Kur'ân, tıpkı bir insanın iki gözüyle bakışı gibi ilerde bir noktada birleşirler. Nasıl bir insanın iki gözü farklı bakmaz ve farklı bakışa sahip değilse, Kur'ân ve gerçek ilimler de, aynı şekilde birbirinden farklı değillerdir. Bu mevzûda ileri sürülen farklılık, sadece bunu ileri sürenin bakışındaki şaşılığı ele verir. Öyleyse ilk düzeltilmesi gereken, bu tür bakış çarpıklıklarıdır. Laboratuarlarda kâinata, eşya ve hâdiselere Kur'ân'ın adesesiyle bakabilen manâ ve ışık insanları, ilimleri gerçek yerine oturtacak, ilimleri ve insanlığı 'bilim' in götürüp bıraktığı çıkmazdan kurtaracak ve Yahudi maddeciliğiyle, hristiyan spiritualizmine son vereceklerdir. Biz, sadece Kur'ân'ı okuyup kâinat kitabını bir yana bırakamayacağımız gibi, Kur'ân'ı bırakıp, akılları kâinatta boğarak kaba, katı ve soğuk materyalizme de yol açamayız.

İslâm'ın hayata hayat veren sentezi budur. Bir taraftan Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin tecellilerine birer tercüman olan bütün ilim dallarını kucaklamak, diğer taraftan da dünya ve ahiret saadetine götürücü bütün yolları hidayet tayflarıyla aydınlatan Kur'ân'a sarılmak,.. işte İslâm'ın insanlığa kazandırmak istediği yüce idealin en basit ve en kısa hülâsası bu terkiptir.

Batı'da din, hiç bir zaman bütünüyle hayatı kuşatamamış ve hayata hayat olamamıştır. Dün de bugün de kiliseden çıkan, yine kendi küfür, küfran ve bataklık dünyasına dalmaktadır. Üç asırlık safvet döneminden sonra Hristiyanlığın Konstantin tarafından kilisenin loş ve sevimsiz duvarları arasına hapsedilmesi ve esasen tahrife uğrayan İncil'in yanısıra yine muharref Tevrat'ın da 'Kitab-ı Mukaddes' olarak kabul edilmesi neticesinde, günlük birkaç ahlâkî kaide dışında dinin Avrupa insanına vereceği bir şey kalmamıştır. Bu sebeple, Batılı ilmi bizden alırken, manâsından ve gerçek muhtevasından tecerrüd ettirerek almış ve Rönesans'la birlikte tamamen maddî bir dünyanın dar ve katı kalıpları içine hapsetmiştir. Evet, dün inkâr etmekle beraber, bugün Maurice Bucaille, Alexis Carrel, Karlyle ve Garaudy gibi mütefekkir ve ilim adamlarının da itirafıyla, ilmi bizden aldığını kabul eden batılı, onun gerçek yönünü, Allah'a götüren bir ışık oluş keyfiyetini bir yana bırakıp, bütünüyle maddî ve karanlık bir hayatı yaşamada soğuk bir vâsıta haline getirmiştir onu. Dolayısıyla, gerçek manâ ve muhtevasından uzaklaştırılmış dinle, maddî tutkulara esir edilmiş bir ilmin, yani 'bilim' in çatışması gayet tabiî ve normaldir.

Mes'elenin bir yönü daha var. Muharref Tevrat ve İncil, İlâhî Söz olma adına kendilerinde pek çok yanlışı barındırmaktaydı. Daha çok kendi zamanlarındaki dinî mes'elelere çözüm getirmek ve 'dindar'lara hitap etmek için 'din adamları'nca kaleme alınan 'Kitab-ı Mukaddes', her zamana, her seviyeye ve her mekâna hitap edici vasfıyla İlâhî dilini kaybedince, kâinatta değişmekten ve tahriften masun İlâhî hakikatlerin keşfi karşısında şüphe gubarına ve inkâr rüzgârına maruz kaldı.

Meselâ, Kitab-ı Mukaddes, dünyanın yaratılışına ve insanın yeryüzüne gelişine belli ve kesin seneler biçiyor, kâinatın altı günde yaratılışını pazartesi, salı...larla ifade ediyor ve Allah-insan münasebetini Hz. Âdem (as)'in Cennet'ten çıkarılışı kıssasında -hâşâ- rakip iki kralın münasebeti gibi takdim ediyordu. Böyle bir kitabın esasen, kâinatın keşfine yönelen insana verebileceği fazla bir şey de yoktu. Sonra, batılı, ahlâkî bakımdan da olsa dinin hayatına müdahalesine fazla mütehammil değildi.

İşte, böylesi sebepler, batıda dinle ilmi birbirine hasım ve muhalif iki ayrı istikamete ve iki ayrı kutba çekti. Hristiyanlık, gelişen hayat şartları ve 'bilim' adına kaydedilen ilerlemeler karşısında, taşın altında kalıp solmaya ve çürümeğe yüz tutmuş ve ısı, ışık ve su gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaktan mahrum bırakılmış bir yaprak misali kendi varlığını, kırpık ve eksik mevcûdiyetini kabul ettirme imkânı bulamıyordu. Gün yüzüne çıkmak istediğinde ise, artık vakit çok geçti; bilim, almış başını gidiyor, eşya ve hâdiseler kendisini refüze ediyordu. Elinde kala kala tek bir kuvvet unsuru kalmıştı Hristiyanlığın: Afaroz! Buna karşılık, zamanında yine kendi elleriyle taşın altına koyup hayattan tecrid ettiği ve neticede soldurduğu Hristiyanlığı, batılı bu defa reformuyla yine bizzat kendisi idam sehpasına çıkardı... Bu, afaroza bir misillemeydi.

Fakat, aynı sehpada İslâm'ı idam etme düşüncesi de neden? Hiç İslâm tarihinde, dünya dönüyor dediği için bir insan afaroz edilmiş midir? İslâm'dan başka hayata nasıl hayat olduğunu 11-12 asır insanlığa gösteren bir ikinci sistem gelmiş midir? İlimler adına bütün dünyaya asırlarca muallimlik yapan İslâm'ı, ilme karşı ve gelişmeye mâni diye idam sehpasına çıkarmak, düşmanca bir garaz ve insafsızlık değildir de nedir? Yoksa bunun sebebi, İslâm'ı hayatımızdan tecridle, heva ve hevesimiz istikâmetinde bir hayat sürmek midir; veya, batının kendi menfaatleri uğruna kasden attığı bir çelmeye alet mi oluyoruz?

Evet, biz ilim adına hiç bir zaman imanımızdan, ibadetimizden, Allah'a (cc) ve Resûlü'ne (sav) olan bağlılığımızdan kıl kadar sapmadık; tam aksine ilim, îmanımıza, ibadetimize, Allah (cc) ve Resûlü'ne (sav) olan bağlılığımıza güç kattı. Aydınlık çıkış noktalarımız vardı; Cenâb-ı Hakk adına kâinatı keşfetme düşüncesiyle hareket ediyorduk. Her yeni keşif, ruhlarımızda yeni bir îman, aşk ve heyecan meydana getiriyor, hamle ruhumuzu yeniden kamçılıyor ve "Daha yok mu?" diyerek daldıkça dalıyorduk. İnci, mercandı hep çıkardığımız; hem secdeye varıyor, hem rasathaneye koşuyor; din ve ilim diyerek salih dâireler meydana getiriyorduk. Okumayı, yazmayı, çizmeyi ve araştırmayı ibâdet neşvesiyle yapıyorduk; kaos, karadelik ve tıkanıklıklar yoktu ilim semâmızda. Bilim kurgunun çok ötesinde Mi'râc'a inanıyor, aynı yolda yolculuk yapmaya çalışıyor, namazı bunun esası sayıyor, mu'cizeleri bilip kabul ediyor ve hep Allah'a (cc) yaklaşma gayesi güdüyorduk. Evet, bizde bu esaslar üzerinde gelişen ilimlerin gayesi Ma'rifet-i İlâhî, neticesi de Muhabbet-i İlâhî ve zevk-i ruhanî idi.

Kur'ân ve ilimler münasebeti mevzuunda düşülen vahim hatalardan birisi de, Kur'ân'ı mevcut ilimlerin peşinden koşturmak ve onlara tâbi kılmaktır. İlimleri Kur'ân'dan, di'den ve îmandan ayrı ve müstakil görmek bir tefrit, Kur'ân'ı müspet ilimlerin peşinden koşturmak ve onu âdeta bir fizik, kimya, tıp, matematik, astronomi kitabı saymak da bir ifrattır.

Çok büyük ve enerji yüklü Güneş'i küçücük ve soluk bir meteora nasıl uydu yapabilirsiniz? Kâinat ve insanı, tâ başlangıçtan Kıyamet'e bütün yönleriyle ele alıp inceleyen ve haritasını çizen Kur'ân'ı nasıl küçük bir dünya haritasından, hatta bir dağ silsilesi resminden ibaret görebilirsiniz? Kıvrım kıvrım akıp geçtiği, akıp geçerken de suladığı vadileri, ovaları, hayat verdiği bağ ve bahçeleri, şelâleler hâlinde döküldüğü dağları, tepeleri ve deltalar meydana getirerek ulaştığı ummanları hiç hesaba katmadan, sadece çıktığı yere bakarak "işte nehir" demek ve o nehrin hikmetini, faydasını ve şümul sahasını, sulayıp geçtiği bir bahçeden veya yatağının bir yerindeki altın mâdeninden ibâret görmek ne derece yanlışsa, aynı şekilde Kur'ân'ı, değişip duran ilimlerin bugünkü seviyesiyle bir görmek, hatta henüz ispatlanamamış ilimleri, Kur'ân'a şahit yapmak ve Kur'ân âyetlerini bu ilmî buluş ve nazariyelere tatbik etmek aynı derecede, hatta daha büyük bir yanlıştır. Kur'ân âyetleri, yeni ilmî gelişme ve nazariyelerle te'life çalışılmamalıdır.

Evet, Kur'ân'ın hakkaniyeti için hemen ilmî mesned ve takviyeler, payanda ve koltuk değnekleri aramaya kalkışmak, O'nu küçültmek olur. Yine, XX. asrın herhangi bir diliminde tespit edilen ilmî bir mes'eleye, "Kur'ân bunu anlatıyordu." deyip Kur'ân'dan delil bulmaya çalışmak, ille de pozitif ilimlere Kur'ân'ı teyid ettirmek ve her yeni tespit karşısında "Kur'ân'da bu da vardı; şu âyet bununla ilgiliydi." gibi iddialarda bulunmak, ilimler karşısında içine düşülen bir kompleksin ve Kur'ân'ı ikinci derecede görmenin ifâdesidir. İlim ve fenler devamlı değişmekte, bugün doğru kabul edilen çok şeyin, yarın yanlış olduğu ortaya çıkmakta.. sürekli yeni nazariyeler üretilmekte ve bir ilim adamının hakikat diye takdim ettiğini bir başkası pekâlâ çürütebilmektedir. Halbuki, Kur'ân'ın ifade ettiği hakikatler sabit, değişmez, yanılmaz ve ebedîdir...

Nâzil olduğu günden bu yana tam on dört asır geçmiş olmasına rağmen, Kur'ân'da öyle bâkir ve emsâlsiz mes'eleler vardır ki, bunların hakikatına henüz ilimlerin elleri ulaşamadığı gibi, ilmî seviye de fersah fersah onların gerisinde bulunmaktadır. Pozitif ilimler, Kur'ân'ın gösterdiği ufuklara ulaşıncaya kadar, kim bilir daha kaç defa sarsılacak, kaç defa değişecektir. Beşer tarihinde kendini kabul ettirmiş nice nazariyeler vardır ki, zamanla hepsi de unutulmuş ve onların yerlerini yenileri almıştır. Bir gün gelecek, mutlaka ilim yuvalarından kapı dışarı edilecek ve bu şekilde ilimler sarsıla sarsıla Allah'ın (cc) sarsılmaz ve değişmez Kelâmı'nın ihtiva ettiği hakikatlere ulaşacaktır. Bu sebeple, sürekli sarsılan ve değişen müsbet ilimlerin arkasından, sarsıntı ve değişme nedir bilmeyen o muallâ beyanı koşturmamalı ve onu ilimlere uydurmaya çalışmamalıyız. Nedir öyleyse yapılması gereken?

Kur'ân'ın ilmî gelişmelere değil, ilmî gelişmelerin Kur'ân'a tevfikini takip etmeliyiz. İlmî gelişme ve buluşları Kur'ân'ın arkasından koşturmalıyız.

İlmî gelişme ve buluşların karşısına Kur'ân'ı bir endam aynası olarak koymalıyız, yani: "Ey ilimler, işte bakın, siz esas ve özünüzü bu Kur'ân'da bulacaksınız. Zira, Kur'ân sizin nihaî şeklinizi ve varacağınız hakikatı haber vermekte ve kaderinizi çizmektedir. Bakın da, gerçek şekil ve mahiyetinizle bu Kur'ân'da kendinizi görün. Eğer, daha henüz bu seviyeye gelememişseniz, haydi çalışıp-çabalayın ve Kur'ân'daki nihaî şeklinizi ve gerçek mahiyetinizi kazanmaya bakın." demeliyiz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Varlıkların yaratılması evrimle açıklanabilir mi? Biyoloji sahasında evrim karşıtı çok faydalı yazılar okudum. Sizden yaratılışla ilgili aklî deliller vermenizi rica edeceğim...

25 Kur'an'da, insanın, erkeğin spermi ile kadının yumurtasından yaratıldığı geçiyor mu?

“Biz insanı katışık bir nutfeden / meniden yarattık.” (İnsan, 76/2)

mealindeki ayetin tefsirinde, alimler şu görüşlere yer vermişlerdir. Katışık sözcüğü; insanın, erkekteki spermin kadındaki dişi yumurtayı döllemesiyle erkek ve dişi unsurların katıştığı hücreden yaratıldığını ifade etmektedir.(bk. Taberî, Razî, Alusî, Şevkânî,  ilgili ayetin tefsiri).

“Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. Atılan bir sudan yaratıldı. O su, erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar.(Târık, 86/5-7) 

mealindeki ayet metninde geçen “sulb ve teraib bölgesi/nahiyesi”nden maksat, erkek ve kadının üreme hücrelerinin yer aldığı bel ile göğüs/belkemiği/kaburga kemiğinin bulunduğu bölge demektir. Bu ifadeden de insanın, dişi yumurtası ile erkek sperminin telkihiyle/birleşmesiyle insanın yaratıldığını anlayabiliriz.(krş. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

- Tarık Suresinin 6. ayetindeki atılgan su nedir?

Ayetlerin meali:

“İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Atılıp dökülen bir sudan yaratıldı. O su, erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar. İşte Allah (başlangıçta bu şekilde yarattığı) insanı tekrar yaratmaya da kadirdir.” "(Târık, 86/5-8)

Ayet metninde sulb ve teraib arasındaki nahiyeden çıkan bir sıvıdan söz edilir. Normalde sulb; belkemiği, teraib ise kaburga kemiğidir. Erkek ile kadının üreme hücreleri bu bölgede yer aldığı için böyle ifade buyurulmuştur. Yoksa maksat, bu sıvının tamtamına nereden çıktığını bildirmek değildir.

İlgili ayetlerin ve kelimelerin açıklaması şöyledir:

"Onun için yaratılışının başlangıcında bir erlik suyu halinde iken bile rahime geçmek için bir tür gayret ve çaba demek olan dıfk, yani "atma" özelliği açıkça belirtilerek cevabında buyruluyor ki: Atan bir sudan yaratıldı.

Dıfk fiili, dökmek, atmak gibi geçişli olduğu için suyun niteliği "atılan" veya "dökülen" olması gerekirken "atan" denilmesi kuşkusuz çok dikkat çekicidir. Bunun izahını üç şekilde yapmışlardır.

Birincisi, Zeccac'ın Sibeveyh'ten naklettiği üzere hurmalı ve sütlü gibi nisbet mânâsıyla "dıfıklı" demek olarak yine atılan mânâsından olmasıdır.

İkincisi, "Razı olunmuş hayat."(Kâria, 101/7) âyetinde olduğu gibi isnad-ı mecazî yoluyla ism-i mef'ul yerine ism-i fâil kullanılmış olmasıdır. Ferrâ: "Sıfat yerinde bunu Hicazlılar diğerlerinden daha çok yapar. 'Gizlenmiş sır' , 'Yorgun düşmüş dikkat' ve 'Uyanan gece' tabirlerinde olduğu gibi" demiştir.

Üçüncüsü, İmam Halil ve Kutrub'tan dıfk ve dufuk kelimelerinin dökülme mânâsına da geldiği nakledilmiştir. Fakat hangisi de olsa bunun bu şekilde anlatılmasında bir nükte olmalıdır. Bu ise, suda bir çaba tasavvur ettirmek üzere atma işinin onun tarafından yapıldığının söylenmesidir.

"Mâ" kelimesinin başındaki "min" başlangıç ifade eder. "Bir kısım" manasına gelmesi de "Suyun hepsinden çocuk olmaz." (Müsned, III, 49, 59, 93) sahih hadisinin mânâsına uygun olur ki, "atan bir suyun bir kısmından yaratıldı" demek olur. "Mâ" kelimesinin sonundaki tenvin de küçümseme, değersizlik, âdilik ifade eder. Değersiz, basit bir sudan mânâsındadır.

Ama rastgele atılan her sudan değil şu nitelikteki atan sudan ki erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar.

Sulb, sulüb, saleb sâlib; başın arka dibinden kuyruk sokumuna kadar arka kemiğine denir ki omurga kemiği, amûdi fikarî ve bel kelimeleri ile ifade edilir. Dimağdan inen ve "nuha-ı şevki= omurilik" denilen ve sinir sisteminin ana hattı olan "korkar ilik" onun içinden iner. Beden şekillenme ve oluşumunun sertlik ve sağlamlık ekseni demek olan bir temel direğidir.

Teraib de "teribe"nin çoğuludur. Göğüs kemiklerine denir ki "göğüs tahtası" tabir edilir. İki meme ile boyun halkası kemiklerinin aralığına veya göğsün sağ tarafından dört ve sol tarafından da dört kaburgaya veya iki el, iki ayak ve iki göze de denilir. Özellikle göğüste gerdanlık takılan yere denir. Demek ki sırttaki omurların karşılığı olarak göğüs kemiğinin sağ ve sol kaburgalara doğru dallanan her boğumu bir teribe olup hepsine birden terib ve teraib denilmiştir. Bu durumuda asıl terâib, göğüs tahtasının eksenini teşkil eden ve boyundan memeler arasına doğru inen kemikler olup etrafı itibarıyla sinenin gerdanlık takılan bölümüne ve hepsine denir. Nitekim İmriu'l-Kays'ın:

"Beli ince, bembeyaz, göbekli değil, sinesi ayna gibi parlaktır." beytinde ayna gibi cilalanmış diye nitelediği terâib, kemikler değil, sinenin kendisidir.

Sulb ile terâib bedenin arkadan ve önden iki duvarını bel ve bağır gibi esaslı iki temel direğiyle ifade etmiş oluyor ki bunların arası üreme aygıtını kapsar. Şu halde "sulb ile terâib arası", bedenin bütün şekliyle ilgili olup ortasında bulunan üreme aygıtlarından kinâye olur.

Aynı zamanda sulb erkeğe, terâib de kadına işaret olarak aralarının birleşmesinden kinâye olmak da sulbün erkek, sinenin kadın hakkında daha meşhur ve açık olması itibarıyla herkes tarafından bilinmiş olmaya daha yakındır. Gerçi "çıkan" kelimesi "ma-i dâfik" (atan su)in sıfatı olmak daha yakın bulunduğu için, altında gizli olan "o" zamirinin bunun yerini tutmuş olacağına nazaran dâfık kelimesinden açıkça erkeğin suyu anlaşılabileceği gibi; "sulb ve terâib arasından" ifadesinden de ilk akla gelen erkeğin sulbü ile erkeğin göğüs kemikleri arası olur ise de birleşme halinde erkek ve kadından her birinin sulb ve teraibi arasına, yahut sulb erkeğe teraib kadına ait olarak ikisinin de sebep oluşuna işaret olmak daha uygundur. Çünkü bu şekilde bu vasfın faydası daha kapsamlı olur.

Tefsircilerin burada başlıca iki görüşü vardır:

Birisi, ilk söylediğimiz gibi "atan su" erkeğin suyu, "sulb ve terâib arası" da erkeğin sulbü ve göğüs kemikleri arası olmaktır. Bununla bu işte kadın yönü yok sayılmış değil, ancak açıkça ifade edilmeyip "Allah onu hangi şeyden yarattı? Bir erlik suyundan, onu yarattı."(Abese, 80/18-19) âyetinde olduğu gibi en önemli olanına işaretle yetinilmiş olur.

İkincisi, erkeğin sulbünden ve kadının göğüs kemiklerinden, yahut ikisinin de sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkan iki suyun toplamına işaret olmaktır. Çünkü Hz. Peygamber (asm) 'den "Erkek ve kadının her ikisinin de suyunun olduğu” (Müslim, Hayız, 33) rivayet olunduğuna göre çocuk, erkekle kadın suyunun birleşmesinden meydana gelir.

Bunun iki su olduğu halde sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkan "atan bir su" diye ifade olunmasının sebebi de şöyle açıklanmıştır.

Birincisi: Erkekle kadın ikisi birleşme halinde bir tek şey gibi olduklarından dolayı burada bu ifade güzel olmuştur.

İkincisi: Bir şeyin iki sebebi olduğu zaman, "bu, şununla şunun arasında oldu" demek uygun olur. O halde "dâfik" (atan) denilmesi de, bir şeyin bir kısmının vasfıyla o şeyin tamamını nitelemek kabilinden olur. Bir kısmı "atan" vasfını taşıması sebebiyle tamamına da bu vasıf verilmiştir. Yahut kadının suyu da rahime dökülmesi nedeniyle onda da bu sıfat düşünülebilir.

Bu iki görüş üzerine burada kadının da menisi var mıdır, yok mudur? Varsa, çocuğun doğmasında asıl olan hangisidir? tarzında bazı tartışmalar olmuştur. Kadının da bir suyu bulunduğunu ve buna şer'an onun menisi denildiğini ve embriyonun meydana gelmesi için döllenmede iki tarafın da ilgili olduğunu tartışmaya gerek yoktur. Fakat kadının suyu erkeğin menisi gibi hayati maddeyi içeriyor mu, yoksa mezi gibi bir yardımcı hizmeti yapmakla kalıyor mu? Çocuğun yaratılmasında ikisi birlikte etken birer unsur mudur? Yoksa biri işi yapan, öbürü bunu kabullenen durumunda mıdır? Bu yönler aranmıştır.

Kur'ân âyetlerinin toprak, çamur, kupkuru çamur, şekillenmiş balçık, çamur hülâsasından sonra başlangıç olarak gösterdiği değersiz su, meni, atan su hep erkeğin menisinde olduğu bilinmesini ve kadın menisi hakkında bir açıklık bulunmamasını göz önüne alan bir kısım âlimler, çocuğun oluşumunda asıl unsurun erkeğin suyu olduğu görüşüne varmışlar ve kadının suyunu bir hayat unsuru değil, bir yardımcı mahiyetinde düşünerek ilk görüşü tercih etmişlerdir.

Öte yandan ulûkun yani döllenmenin meydana gelmesinde kadından da bir maddenin iştirak edip katıldığı daha sonra çocuğun anaya da benzemesi durumlarının ortaya çıkmasından da anlaşılmasına ve hadiste de bunun kadın menisinin katılıp üstün gelmesinden olduğunun söylenmesine dayanılarak katılan etkili veya etkiyi kabul eden bir unsurun dahi nazar-ı itibara alınması gerekmiştir ki bu unsur kadının bezr (tohum) veya büyeyza (yumurtacık) tabir olunan ve döllenen yumurtacığıdır. Kadının suyunun bir meni gibi sayılması rahmin üstünde "mebiz" denilen yumurtalıktan çıkan bu yumurtacıklar dolayısıyladır. "Suyun tamamından çocuk olmaz." (Müsned, III, 49, 59, 93) hadisi gereğince çocuk erkek suyunun tamamından değil bir kısmından olduğu gibi, kadın suyunun da hepsinden değil, bu yumurtacığındandır." (Elmalılı, İlgili ayetlerin tefsiri)

İlave bilgi için tıklayınız:

Kuran-ı Kerim'de Tarık Süresi 7. Ayette mealen şöyle buyruluyor: “O ...

26 Freudçuluk Nedir ? İlmi Geçerliliği Var mıdır ?

Freud, 1856 yılında Avusturya'da doğdu. Tüccar olan babası, iki çocuğunun olduğu ilk evliliğinden sonra, 40 yaşındayken 20 yaşındaki bir kızla ikinci evliliğini yapmıştı. Freud, Yahudi idi. Siyonizme inanıyordu. Çocukluğu ve gençliği, Yahudilere karşı o zamanki aşağılayıcı muamelelerle geçti. Babası da kendisine yapılan küçültücü hareketleri oğluna anlatıyor ve onu kinlendiriyordu. Freud bu telkinlerle, Yahudi olmayanlara karşı intikam hırsı ile büyüdü.

Nörotik (bir çeşit ruh hastası) bir annenin baskısı altında yaşayan bir genç kızla nişanlandı. Nişanlı geçirdiği beş yıl gibi uzun bir süre boyunca, ailevî ve dinî baskı neticesi, cinsî eziklik ve durgunluk acıları çekti.

Evliliği sırasında ise mutsuzdu, cinsî yönden tatminsizdi. Kendisini yalnız hissediyordu. Evliliğini bitirmek istiyor, fakat durumu, Yahudi oluşu ve başka sebepler, buna mâni oluyordu.

Freud, önce ruhî hastalıkların çocuklukta tecavüze uğramakla ortaya çıktığını iddia etti. Sonradan bu şahısların hastalıklarından dolayı hayal gördüklerini farkedince, bu ilk teorisinden vazgeçti.

Doktorluğu sırasında, Anna adındaki nörotik bir kızı teferruatlı bir şekilde tetkik etti. Bu kızın eziklik duyduğu bir takım cinsî meseleleri vardı.

Freud'un yüksek zekâsı ve Yahudi tabiatı, aşağılanma içinde şekillenen ruhî yapısı; insanlardan intikam alma arzusu ve tatminsizliği ile birleşince, kızın cinsî kaynaklı hasta olduğunu iddia etti ve bu görüşünü bütün nörozlara (bir çeşit ruhî hastalık) uyguladı.

Daha sonra bu mekanizmanın pisikozlarda ve normal insanlarda da geçerli olduğunu ileri sürdü. Kurduğu teoriye psikanaliz adını verdi. Bu teoriye göre; insanların bütün davranışları, hattâ çocuğun annesine bağlılığı ve sevgisi, hep cinsî hazza yönelikti. Nöroz, psikoz gibi ruhî hastalıklar, cinsî isteklerin doyurulmamasına ve bastırılmasına bağlanıyordu.

Freud, tesbitlerini küçük bir hasta grubuna dayandırıyordu ve çalışmalarında ilmîlikten uzak, kontrollü olmayan gözlem metodlarını kullanmıştı. En basit bir işi gereksiz ayrıntılarıyla karmaşık bir şekilde ele alıyor, mevcut olmayan problem ve sırları keşfediyordu. Kendi teorisini desteklemek için en ince ve en garip ayrıntılar üzerinde duruyordu.

Sosyal ilimler, spekülasyonlara (uydurma fikirler) açıktır. Tabiî ilimlerdeki gibi katı kâideler yoktur. Sosyal bir hâdise, birkaç türlü izah edilebilir. Belki hepsi yanlıştır, belki hepsinin doğru olan bir yanı vardır. Doğru olanı ispatlamak da, yanlış olanı çürütmek de çoğu zaman mümkün olmaz. Bu yüzden tarih boyunca her felsefeci, kendi şahsiyet, hayat tarzı, kompleks ve saplantılarına göre bir görüş ortaya atabilmiştir.

Neslin devamı için zarurî olan cinsîliğin, muhakkak ki önemi vardır ve bozukluğu da, bazı rahatsızlıklara sebep olabilir. Fakat Freud, cinsîliği kendi ruhî yapısı, tatminsizliği ve Yahudi tabiatıyla bütün ruhî hastalıklara ve giderek normal insanlara tatbik etmiştir.

Freud'un teorisine göre çocuk, tam bir cinsî sapıktır. Dünyada bilinen bütün sapıklıkları; devre devre çocuğa mâletmiştir. Bu teoride çocuk ilk yaşında meme emerken cinsî haz duyar (oral safha). Sonra cinsî hazzı (1-3 yaş) dışkı yapmaya kayar (anal faz). Daha sonraki dönemde ise cinsiyetinin farkına varır. Erkekse annesine aşık olur. Babasını râkip sayarak düşman olur. Babasının ona zarar verebileceğinden (iğdiş) korkarak bu sefer babasına saygı ve hayranlık duymağa başlar. Buna Oedipus kompleksi adını verir. Bütün insanların şahsiyetlerinin teşekkülünde bu kompleksi tesirli görür. Ruh hastalıklarının, ahlâkın ve dinin, bu kompleksin saplantısından ortaya çıktığını iddia eder. Fakat bu takılmanın niçin ve nasıl olduğunu ve bazı kimselerde neden meydana geldiğini izah edemez.

Freud, bu garip ve mantık dışı iddialarını bir Yunan efsanesine dayandırır. Bu efsanede bilmeden babasını öldüren Oedipus, yine bilmeden annesi ile evlenir ve kral olur. Annesi olduğunu öğrenince de üzüntüsünden gözlerini oyar ve o diyârı terkeder.

İşin dikkat çekici yanı, bu sapık efsanenin kahramanı Oedipus'un gerçeği öğrendiğinde kendisini cezalandırmasına rağmen, Freud'un bunu kendi görüşleri doğrultusunda saptırıp yorumlaması ve bu sapıklığı bütün insanlığa mâlederek âdeta insanlardan intikam almasıdır.

Freud, sadece iptidai insanları ruh sağlığı yerinde olarak görüyordu. Çünkü bu insanlar içgüdü dürtülerini bastırma, engelleme ve yüceltme gereği duymadan doyurabilmekteydi. Çağdaş antropologlar bunun böyle olmadığını göstermişler ve Freud'un bu iddiasında da isabet etmediğini ispatlamışlardır.

Freud'un ölümünden sonra bir çok kişi başıboş ve hayvanca yaşamak için bu hurafelere sarıldılar. O zamanki bozulmuş Hristiyanlığı hakir gören fikir de, bunu kolaylaştırdı. Böylelikle suçluluk hissi ve vicdan azaplarından kendilerini kurtarıyorlardı. Üstelik bütün bunları medenî olmak için yaptıklarını söyleyerek kendi kendilerini de aldatıyorlardı. Bu kişilerin psikanaliz teorisinin yayılmasında büyük rolleri oldu ve giderek Freud'un fikirleri ve cinsî serbestlik cereyanları kitlelere mâloldu.

Freud, bu sapık mekanizmanın kızlarda nasıl olduğunu açıklayamaz.

Freud'dan sonra, bu kompleksin meydana gelme yaşından çok önce küçük çocuğun güçlü bir şekilde annesine bağlı olduğu ve bu temel bağın kız ve erkek çocuklarında ortak görüldüğü, ilim adamlarınca anlaşılmıştır. Erkek çocuk daha doğmadan önce bir ceninken, anne onun dünyasıdır. Onu sarar korur ve besler, doğumdan sonra bile durum aynıdır. Annenin yardımı olmadan hayatta kalması imkânsızdır. Onun şefkât dolu alâkası eksilse, ruh sağlığı bozuk olur. Çocuğu hayata bağlayan ve ona canlılık veren yine annedir. Freud, çocuğun annesine duyduğu bu haklı bağlılığı, cinsî hazla izah etmeye kalktı. Üstelik kız çocuklarının da anneye bağlı oluşuna gözlerini kapadı.

Freud, Oedipus kompleksi teorisini Hans isimli bir çocukta ispat (!) ettiğini ileri sürer. Fakat sonradan yapılan tarafsız incelemeler, Hans'ın anne ve babasının Freud'un müridi olduğunu ve çocuğa bazı şeylerin zorla telkin ettirildiği ve yorumu Freud'un kendi görüşleri doğrultusunda saptırdığı anlaşılmıştır. Çocuk Freud'un iddiasının aksine babasından değil annesinden korkmaktadır. Freud, birçok çocuğun başına gelebilecek ve tedavi gerektirmeyecek hafif bir ürkmeyi, teorisi doğrultusunda saptırmıştır.

Freud, hayatının diğer bölümünde insanın her davranışını cinsî haz prensibiyle izaha (!) devam etti. Tâ ki, Birinci Dünya Harbi başlayıncaya kadar. Bu sıralar, her yanı savaş heyecanı kaplamıştı. İnsanlar acımasızca birbirini öldürüyor, gözler kandan başka şey görmüyordu. Freud, bu durumu cinsî hazla bir türlü açıklayamadı ve bu sefer cinsî hazzın yanına, "saldırganlık dürtüsünü" ekledi. Yâni insan davranışlarının kaynağı (!) olan şuuraltında, cinsî haz ve saldırganlık (yıkıcılık) dürtüsü bir aradaydı.

Freud'a göre yıkıcılık, insanlarda değişmez bir oranda vardı, ya içe (intihara kadar varabilir) veya dışa (cinayete gidecek şekilde) dönerdi. Fakat daha sonra yapılan istatistikler incelendiğinde, bazı toplumlarda intihar ve cinayetlerin yüksek, bazılarında düşük oluşu göze çarpmış ve Freud'un bu hipotezini de çürütmüştür. Çünkü bu dürtü her insanda olsaydı, bütün toplumlarda bu iki fiilin sayıca birbirine yakın olması gerekecekti.

Freud, insanı yıkıcı içgüdüleri denetim altında tutulması gereken bir varlık olarak tanıtıyordu. İnsan bencildi, her hareketinin altında cinsîlik yatıyordu.

Bütün nevrotik eğilimler çocukluk döneminden kaynaklanıyordu. Freud insanı, cinsî enerjinin (libido) harekete geçirdiği ve çalıştırdığı bir makine, bir robot olarak görüyordu. Hiç şuurlu hareketi yoktu. Şuurlu gibi görünen davranışları, şuur altının bir ürünüydü. İrade, aldatmacaydı. İşin enteresan yanı, insanın tasarruflarında hür olmadığına, yegâne hâkimin Allah olduğuna inanmayan, mistik diyerek karşı çıkanların, bu saçma düşünceyi sahiplenmeleridir.

Freud'un bu fikirlerinde, uzun yıllar kokain alışkanlığının da tesirli olduğu ileri sürülmüştür. Freud kokain adlı uyuşturucu maddeyi uzun yıllar kullanmıştır. Bu konuda inceleme yapan İngiliz tıp tarihçisi E.M. Thornton 1983'de İngiltere'de, bir yıl sonra da ABD'de yayınlanan "Freudçu Safsata" adlı kitabında, kokainin insana canlı hayaller gördürdüğünü, bu yüzden de Freud'un rüyâlara önem verdiğini belirtir. Bu araştırmacı, Freud'un meslek hayatı boyunca gösterdiği kıskançlıkları, hırçınlıkları, başkalarını kendine düşman görmesini, âni bayılmalarını, kalp atışı düzensizliklerini, hâfıza yanılmalarını, âni ve aşırı his değişmelerini hep kokain iptilâsının sonucu olarak görür.

Freud hayatının son dönemlerinde, bir fikr-i sabit gibi ölüm düşüncesi ile ilgilenme illetine tutuldu. 40 yaşına girdikten sonra, her gün ölümü düşünür oldu. Ölümden korkusu o kadar büyüktü ki, başkasından ayrılırken (yeniden görüşmek üzere) dedikten sonra (belki de bir daha görmeyeceksiniz) diye ekler olmuştu. Sanki dilinin bir cezası olarak çene kanserine yakalanınca, bu ölüm korkusu daha da arttı. Bu sefer ölüm içgüdüsünden bahsetmeye başladı. Artık ona göre hayatın gizli gâyesi ölümdü ve bu sebeple insanın ölmek zorunda olma düşüncesi de, ölüm korkusunu hafifletmeye çalışan bir teselli şekliydi. Derken 1939 yılında Londra'da hesap âlemine göçtü.

Freud' un Teorisi Psikanaliz İflas mı Etti ?

Freud'un teorisi, çeşitli ruh hastalıklarında tedavi gayesiyle de kullanılmıştır. Bu tedaviye psikanaliz, yapana ise psikanalist adı verilir. Zaten Freud'un ilk gayesi tedaviydi.

Teorinin ortaya atıldığı yıllarda ruhî hastalıklar için geliştirilmiş tedavi teknikleri yoktu. Bu boşlukta psikanaliz hızla yaygınlaştı. Tıbbın dışında sosyal ilimler tarafından da benimsendi; akademik ve entellektüel hayatta güçlendi, batıda halk arasında da yayıldı ve popüler oldu. O kadar ki, psikanalistler kendilerinden yardım isteyen hastalarına yetişemediler, arz ile talep arasındaki dengesizlik, meslekî gelir ve îtibar yönünden, psikanalizi en muteber meslekler arasına soktu.

Zamanla ruhî bozuklukların sebepleri aydınlatılmaya ve tedavi neticeleri ortaya çıkmaya başlayınca, yeni tedavi metodları ortaya atıldı ve psikanaliz hemen hemen terkedildi.

Freud'a Karşı Çıkan Bilim Adamları Kimler

Görüşlerini yaydığı yıllarda Freud'un pekçok talebesi oldu. Fakat bunlardan bir kısmı, onun ateist (din tanımaz) görüşleri ve cinsiyeti ön plâna alması sebebiyle şiddetle saldırarak ondan ayrılmış, diğer bir kısmı ise, "cinsi haz" prensibini reddederek yeni teoriler kurmuşlardır. Freud'un görüşlerini devam ettirenler azınlıktadır.

Psikolojide ekol meydana getirmiş talebelerinin teorileri incelendiğinde, çoğunun Freud'u reddettiği görülür.

Alfred Adler (1870-1937), psikanaliz teorisinin hepsini ve şuurdışı ile ilgili görüşleri geçersiz saydı. "Aşağılık duygusu"nu esas alarak "ferdi psikoloji"yi kurdu ve hastayı, çevresinin bir parçası olarak gördü. Adler'in teorisinde şahsiyet, cinsiyetle değil; ferdin kendisine, diğer insanlara ve topluma karşı geliştirdiği davranışların mahsulü olarak gelişir.

Freud'un insanı yıkıcı bir varlık olarak tarif eden, içgüdülerin esiri olarak sayan görüşlerine ve karamsarlığına karşılık, Adler, insanı çeşitli durumlara uyabilme kabiliyeti olan, olağanüstü işleri başarabilen, insanların yücelmesi için yapıcı gayretler gösteren, iyi veya kötü olmayı kendi iradesiyle seçen ve çevreye istediği şekli verebilen bir varlık olarak tarif etmiştir.

Freud gelişme teorisini, çocukları müşahede etmeden, yetişkinlerin serbest konuşmalarından edindiği bilgilerle ortaya atmıştır. Oysaki Adler; çocukları ailede, okulda ve diğer eğitim merkezlerinde doğrudan incelemiştir.

Carl Gustav Jung (1871-1961) hayat enerjisini cinsi hazza inhisar ettirmeye karşı çıktı ve psikolojiye "ortak alt şuur" kavramını getirerek, "Analitik psikoloji" adlı teorisini kurdu. Jung'un "kişilik teorisi", Freud'çu psikanalizden daha az kötümser ve daha fazla mistik ve dinî temayüllüdür. İnsanın cinsiyet ve saldırganlık rollerine çok daha az önem verir.

Otto Rank (1884-1939), "İnsanın doğarken dölyatağından ayrılması"nı ruhî çatışmaların çekirdeği olarak kabul etti. Ona göre insan, anne karnında pek mutludur ve hayatı boyunca da bu anlara hasretlik duyar.

Harry Stack Sullivan (1892-1949) göre nörozlar, güvensizlik hisleri ve şahıslararası münasebetlerde saygı kazanamamaktan ileri gelir. Erginlik öncesi çağda cinsiyetin önemli bir rolü yoktur.

Karen Horney (1885-1952) ise; şahsiyetin, davranışların ve davranış bozukluklarının teşekkülünde çevreye ve kültüre öncelik verdi. Çocuğun doğduğu andan itibaren yabancı, düşman bir dünya karşısında yalnız, yardımcısız, çaresiz olduğunu, bu durumdan ruhî çatışma duyduğunu ileri sürdü. "Temel anksiete" adını verdiği bu çatışmayı, nörotik belirtilerin kaynağı olarak gördü. Libido teorisini şiddetle reddetti.

Freud, yetişkinlere ait davranışları, "çocukluk döneminde geliştirilen tepkilerin tekrarlanarak yaşanması ve onların değişik şekildeki ifadeleri" olarak açıklıyordu. Horney ise, yaşanan zaman içinde davranışların ortaya çıkış şeklinin mânâ ve önem taşıdığı görüşünü savundu.

Erich Fromm (1900-1980) kişilik gelişmesinde davranışa ve davranış bozukluklarında kültüre büyük önem verdi. Fromm'a göre; sevgi ve kin, güçlü olma tutkusu ve boyun eğme isteği gibi insanlardaki karakter farklılıklarına sebep olan faktörlerin hepsi, sosyal münasebetlerin neticeleriydi. Freud ise, bunları, çocukluktaki cinsî saplantılarla açıklıyordu.

Gordon Allport, Abraham Maslow, Carl Rogers gibi psikologların kurduğu "hümanistik (insanî) psikoloji", beden ve ruh olarak ele aldığı insanı, dinî görüşe yakın mânâda değerlendiriyordu. Hümanistik model, müsbet bir insan tabiatı kavramına sahipti. İnsan tabiatı esasta iyiliğe yönelikti. İnsan, "Freud'un iddia ettiği gibi içgüdülerinin yönettiği bir robot olmayıp, alınyazısını çizmekte, tercih hürriyetine sahip aktif bir iştirakçi ve kendi kendisinin arkadaşıdır."

Martin Heidegger, Jean-Paul Sartre, Edmund Husserl gibi öncüler ise, "eksistansiyel (varoluşçu) psikoloji"yi savundular. Bu psikoloji, insanın kendisini, yaşamakta olduğu zaman içinde var edebileceği ve değiştirebileceği prensibinden kaynaklandı. Bu ekole göre; insan hayatı, geçmişi ve içgüdüleri ile sınırlanamaz.

Wilhelm Reich (1897-1957) Freud'un hayata iken reddettiği ve çatıştığı talebelerindendi. Marksistir. Freud'un cinsî haz prensibini, diğerlerin aksine aşırıya kaçan görüşlerle savunmuştur. Öyle ki, Freud'u, teoriyi sulandırmak ve bozmakla itham etmiştir.

Reich'e göre, bütün ruh hastalıklarının sebebi cinsî bozukluklardır ve düzelmeleri, bu bozuklukların iyileşmesine bağlıdır. Bu yüzden, cinsiyet üzerindeki bütün kısıtlamalar kalkmalı ve cinsî münasebetler, serbest bırakılarak açıkta dahi yapılabilmelidir.

Reich, hekimliği sırasında, birtakım ahlâk ve tıpdışı uygulamaları sebebiyle şarlatanlık ve sahtekârlıktan tutuklundı. Mahkemede "libido" adlı hayat enerjisini bulduğunu iddia etti. Mikroskopta gösterebileceğini söyledi. Kimse birşey göremeyince ruh hekimlerinden teşekkül eden bilirkişi heyetine muayene ettirildi. Akıl hastası olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine yatırıldığı akıl hastanesinde ölünceye kadar kaldı.

Kısacası, talebeleri arasında Reich dışında cinsî hazza Freud'un yüklediği fonksiyonu veren yoktur. Herbiri kendine göre bir teori geliştirmiş, sayıları kadar görüş ortaya çıkmıştır. Hepsi de birbirlerini reddetmişlerdir.

Cenab Şehabettin'in bir sözünü hatırlayarak yazımızı bitiriyoruz:

"Körler elele de tutuşsalar, sonu ya bir uçurum, ya da bir çukurdur."

KAYNAKLAR

1. Reich Freud Anlatıyor, W. Reich, Payel Yayınları, 1982, İst.
2. Psikalaniz ve Psikoterapi, Prof Dr. Orhan Öztürk, 1985, Ankara
3. Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları, Erich Fromm, 1983, İst.
4. Psikalanizin Bunalımı, Erich Fromm, Dost Yay., 1982, İst.
5. Psikanalizin Babası Freud Kokainmandı, Bilim Dergisi, Nisan, 1985
6. The Effects of Psychotherapy, R.S. Rachman Pergamon Press, 1971
3. Müslüman Psikologların Çıkmazı. Malik Babikir Bedrî, İnsan Yayınları, 1984
4. Psikanaliz ve Sonrası. Prof. Dr. Engin Geçtan. Hür Yayınları. 1981
5. Medikal Psikoloji, Prof. Dr. Rasim Adasal, Minnetoğlu Yayınları, 1977.
6. Rûhî Bunalımlar ve İslâm Rûhiyatı. Dr. Mehmed Tevfik, 1985.
7. Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları. Erich Fromm. Arıtan Yayınevi. 1983

27 Arap alfabesinde sadece dört sesli harf var, geçmişte nasıl okuyorlardı?

Bu iddianın aksine -med harfi olan “elif, sakin vav, sakin ya” hariç- Arap harflerinin hepsi seslidir. Türkçe’deki sesli harfler olmadan sesiz harflere başlamak mümkün olmaz. Halbuki Arap harflerinden -elif, vav ve ya hariç- her harfle söze başlayabilirsiniz.  Örneğin, Arapça’da “NSR” harflerinin hepsi seslidir, Fakat Türkçe’de bu harfler sesli harfler olmadan kullanılamaz. Bunun için bu kelimeyi “Na Sa Ra” şeklinde yazarız.

Bunun farklılığı şundan kaynaklanıyor. Arapça’da, mazi-muzari, mastar, fiil isim gibi her kelimenin kendine mahsus bir kalıbı vardır. Ve o kalıba göre kelimeyi telaffuz edersiniz.

Bütün dillerde olduğu gibi Arapça’da da asıl fonetik şifahîdir. Tarih boyunca Araplar bu kelimeleri belli kalıplara göre kullanıyorlardı. Kur’an’ın inmesinden sonra, özellikle Kur’an’da yanlış telaffuzlar olmasın diye, söz konusu isim-fiil kalıplarında yer alan harflerin harekelerini belirleyen “zamme = ötre, fetha = üstün, kesre = esre” hareketlerine işaret eden belli alametler vazedildi. Bunlar da sesli harf sayılmaz, sadece sesli olan harflerin ses yönünü daha açık hale getiren simgelerdir. Med harfleri de -sakin olmakla beraber- bulundukları kelimelerde bu ses yönünü tayinde önemli rol oynarlar.

28 ADSL ile bir hattan birden fazla bilgisayarın bağlanması caiz midir?

Bu konu, hem ilgili kurumu hem de bu kurumdan hizmet alan şahsı ilgilendirmektedir.

Söz konusu internet bağlantısına ilgili kurum izin veriyorsa ve şahıs da razı ise bir sakıncası olmaz. Her ikisinden biri bile razı olmazsa caiz değildir; kul hakkına girer.

29 7 kat cehennem, 7 kat gökyüzü, 7 kat yeryüzü, 7 gün gibi, böyle periyodik oluşumun bir hikmeti var mıdır?

- Yedi sayısının birçok hikmeti olabilir. Ancak -kanaatimizce- en önemli bir hikmeti, onun Cenab-ı Hakk'ın 7 sıfat-ı subutiyesine işaret eden bir sayı olmasıdır.

Bilindiği üzere, Eş'ari’ye göre, Allah’ın ilim, kudret, kelam, sem’ (işitme) basar (görme), hayat, irade adlı 7 subûtî sıfatı vardır. Bu sıfatlar hem kâinat hem de insanlık âleminin nizam ve intizamına bakar. Teşbihte hata olmasın, Güneş'in 7 renkli ışığı her tarafta parladığı gibi, Şems-i Ezelî'nin de yedi sıfatı her tarafta parlayıp durmaktadır. 

Yedi sayısının bu genel hikmeti yanında daha bir çok özel spesifik/bulunduğu yere göre kendini gösteren hikmetleri vardır.

Örneğin, Kur’an’ın başlangıç suresi olan Fatiha Suresi'nin ayet sayısı 7’dir. Başlamak kelimesinin kök harfleri olan “B-D-E”nin ebced değeri de 7’dir. Ayrıca Kur’an ezelden gelmiş ebede gidecek bir kitaptır. “E-B-D” harflerinin ebced değeri de 7’dir. Ve Kur’an miladî 7. asırda inmiştir.

30 Bilim gerçegi - din ilişkisi - evrim teorisi... Bilimsel çalışmalarda hata ya da taraflılık olamaz mı?

İnsanların ortaya koyduğu her bilgi doğrudur anlamını taşımaz. Ancak Kur'an ayetleri evrensel olup, her zaman için doğrudur ve geçerliliği vardır. Darwin'in evrimle ilgili çalışmaları bilimsel gerçekliği yoktur.

Din bilimle ters düşmez. Çünkü bilimin gerçekçi olarak ifade ettiği konularda dinle tamamen ittifak etmektedir. Bu bakımdan dinimiz mutlak doğru olan bilimsel çalışmaları hiç bir zaman reddetmediği gibi aksine kabul etmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de geçen bir çok bilimsel ayetler mevcuttur ve bu gün bilim de bunu teyid etmektedir.

Bilimin her yaptığı çalışma doğru sonuçlar vermeyebilir. Mesela, bugün bilim tarafından doğru kabul edilen bir olgu yarın reddedilebilir ve ona zıt bir olgu kabul edilebilir. Ancak Kur'an-ı Kerim'de geçen ifadelerin hiç birisinin aksi isbat edilememektedir. Demek ki bilimsel açlışmalarımızda Kur'an-ı Kerim'i kendimize klavuz edinmeliyiz ki doğru neticelere varabilelim. Aksi takdirde Kur'an-ı Kerim'e zıt düşen hiç bir çalışma bilim tarafından geçerlilik kazanamayacaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Varlıkların yaratılması evrimle açıklanabilir mi? Biyoloji sahasında evrim karşıtı çok faydalı yazılar okudum. Sizden yaratılışla ilgili aklî deliller vermenizi rica edeceğim.

- Sorularla Evrim.

31 Zamanın göreceliği nedir? Zaman hakkında detaylı bilgi verir misiniz?

Zaman vardır, ancak zamanın işleyişi farklılık gösterebilir. Dünyamızda zaman farklı bir hızla işlerken, uzayda farklı bir hızla işlemektedir. Dünyamızın bir yılı güneşin bir anına denk gelebilmektedir. Ayrıca bizim bir günümüz bazı mahlUklar için bir ömür demektir

Zaman, adına ömür dediğimiz doğumdan ölüme kadar geçen ve bir nabız gibi atan “anların" arka arkaya dizilmesi mi? Veya saat ve takvim cinsinden bir şey mi? Her ne anlama gelirse gelsin, bizleri ihtiyarlatan ve ölüme doğru sürükleyen zamanın taşıdığı sırlar en fazla ilgimizi çeken konulardan birisi olmaya devam ediyor.

Mekânı, oturduğumuz oda; zamanı ise saat cinsinden bir nesne olarak tanıyor, kütle ve zamanı değişmez mutlak varlıklar zannediyorduk. Geçen yüzyıla kadar zamanın akıl almaz bir hıza sahip olduğundan haberdar değildik. Cisimler hızlandıkça zamanları yavaşlayacağını ve “genişleyeceğini” bilmiyorduk. Tam ışık hızıyla eşleşildiğinde ise “zamanın akışı” da duracaktı. Evet gelişmeler, ses duvarı gibi bir de “ışık duvarını” gösteriyordu. Işık hızına ulaşıldığında zaman ile eşleşilmiş olacak ve artık zaman durmuş olacaktı. Işığın hızı (saniyede 300.000 kilometre) aynı zamanda “zamanın” da hızı idi.

Zamanın sadece hıza bağlı olarak değil “çekim gücü” ile de değişikliğe uğradığı ortaya çıkmıştı (genel izafiyet). Geçen yüzyılın başlarında gelişen "Genel İzafiyet Teorisine" göre, mevcut üç mekân boyutuna (en, boy, yükseklik) bir de dördüncü boyut olarak "zaman" eklenmeliydi.

Boyut bir yöne uzanımın ifadesiydi. Nokta bir yöne uzanamadığına göre boyutsuzdu. Çizginin tek boyut alanın ise, iki boyuta sahip olduğu mâlûmdu. Üç boyut hacimle ifade ediliyordu. Bu üçünü cetvelle ölçebiliyor, bunlara mekân -yer koordinatları- diyorduk. Ama dördüncü boyut olan zamanı nasıl ölçecektik?

Zamanı Anlamaya Götüren Çalışmalar

Zamanın mesafeler gibi bir mekân çizgisi olduğunun tesbiti 12. asra kadar uzanır. Bu gerçeğin ilk tesbiti ilk yapanın Cebir ilminin kurucusu Cabir olduğunu söyleyebiliriz. 

Âlemde bazı şeylerin mutlak değer taşırken, bazılarının ise îzâfî olduğunu biliriz. Büyük-küçük, kısa-uzun, acı-tatlı ve hızlı-yavaş işte îzâfî değerlerden bazılarıdır. Varlıklar, İsaac Newton’la birlikte iki sınıfta bilimsel anlamda da ele alınmaya başlanmıştı. Newton’un ardından, iki bilim adamı Michelson ve Morley adlı ilim adamları “Esir” denen ortamı araştırdılar. Işık hızının ölçümüyle ilgili bir dizi deneyle uğraştılar.

Bunlar, "ışık hızının değişik” olduğunu düşünüyorlardı. Bu çalışmalar sonucunda, ışığın her yönde sabit ve değişmez bir değere, saniyede 300.000 kilometre hıza sahip olduğu ortaya çıkmıştı...

İşte bu, Newton’un aradığı sabitti ama, ne varki, Newton hayatta değildi. Newton’la birlikte fizikî dünyada büyük cisimlerin tabî olduğu kanun ve nizamname ortaya çıkarılmış madde gibi hareket ve kuvvetlerin de başıboş olmadığı apaçık kendini belli etmişti.

Newton’un zamanında ışığın değişmez bir hızla hareket ettiği bilinmiyordu. Işık sabit bir hıza sahip olduğuna göre artık her hareket ışık hızına göre değerlendirilebilir, ölçülebilirdi. Aynı şey zaman için de geçerli olmalıydı. Çünkü, zamanı ölçebilecek bir dayanak vardı artık. Işığın sabit bir hızda olması fırsatını yakalayan Einstein aradığı ele geçirmişti.

Evren devasa boyutlarda mücerret bir yapı. Bu gerçek Alman bilim adamı meşhur matematikci Gauss tarafından ele alındı... Soyut evrenin nasıl bir yapı arzettiğini ise modellerle bir ölçüde başaran kişi ise, Gauss'un öğrencisi Riemann oldu.

Riemann’ın mücerret mekân boyutlarının zamana uygulanmasını ise Avusturyalı Hermann Minkowski yapacaktı. Matematikte hayalî sayılar dediğimiz “Mücerret ya da Kompleks” sayılardan olan ?-1'i kullanan Minkowski zamanın yeni ve dördüncü bir boyut olduğunu matematiksel olarak da ortaya koydu. Minkowski Einstein’in lisedeki matematik öğretmeniydi.

Uzay kavramını Riemann’dan zaman kavramını da Lorenz ve Minkowski'den derleyen Einstein bunları uzlaştırdı. Sonuçta meşhur izafiyet teorisi doğdu. Evrendeki bütün hadiseler bu değişmez ışık hızına göre ölçüldüğü için teorinin adı izafiyet olmuştu.

Uzay ve zaman boyutlarını birbirine dönüştürmek yerine bir arada düşünmek fikrinden yola çıkan Einstein, evren denilen ortamın bir uzay-zaman örgüsü olduğunu ileri sürüyordu. Neticede ortaya çıkan Einstein’in uzay-zaman dört boyutlusuydu. Einstein'ın "Genel Görecelik Teorisi"nin bilimsel olarak ortaya koyduğu bir husus şudur: Zamanın hızı, bir cismin hızına ve çekim merkezine olan uzaklığına göre değişir. Hız arttıkça zaman kısalır, yani daha ağır daha yavaş işleyerek sanki "durma" noktasına gelir.

Lorentz dönüşüm formülleri, bugün zamanı mekâna bağlayan asıl izafiyet formülleridir. Zaman ve mekân bütünlüğünü Einstein’in öğretmeni Hermann Minkowski gösterdi ve mücerret boyut olan zamanı buldu. Minkowski, evrenin dört boyutlu olduğunu, zamanın doğrusal bir sürekliliğe sahip bulunduğunu, geçmiş, şimdi ve geleceğin insan zihni tarafından ortaya konulduğunu açıklıyordu. Bu durumda, şuur dediğimiz insan idraki beşinci boyut olarak talep edildi. Buna göre şuur, bir mekân çizgisini izleyerek idrak edilen zaman diliminin bir gözlemcisidir. Evrenin esasını zihin-akıl-şuur dediğimiz beşinci bir boyut belirler, kavrar ve karar verir.

Zaman, beyinde saklanan birtakım hayaller arasında kıyas yapılmasıyla anlaşılmaktadır. Eğer insan hafızası olmasa, beyin bu tür yorumlar yapamayacak ve dolayısıyla da zaman idraki oluşmayacaktı. İnsan şuuru “uzay ve zamanı” kavramakta onlardan ayrılamamaktadır. Zaman algılayana bağlı, yani, îzâfî bir kavram olmaktadır. Zamanın îzâfîliğilini, rüyada yaşadıklarımızdan bir derece kavrayabiliriz. Rüyada gördüklerimizi, saatler sürmüş gibi hissetsek de, gerçekte her şey bir kaç saniye sürmüştür.

Kâinat’taki tüm olaylar arasında yer alan ve onları birbirine bağlayan “zaman” adlı etki olmasaydı, hayatı idrak edemez, kâinat dediğimiz büyük mekânı anlayamaz ve anlatamazdık. Uzay-zaman dört boyutlusu, ortak bir ölçme sistemi olarak beliriyor, et ve tırnak gibi birbirinden ayrılamıyordu. Anlamakta zorlanmadığımız husus ise onun ömür ile birlikte, kaza - kader olayını da yürütüyor, bir kader cetvelini andırıyor olmasıdır. Dolayısıyle kaderi gösteren bir ekran yada olayların dizildiği bir ip, şerit olarak karşımıza çıkıyordu zaman.

Boyut Olarak Zaman

Çevremizdeki mekânı görür, dokunur, ölçer biçeriz de ve "içinde" bizzat yaşadığımız halde zamanı neden görüp dokunamayız? Bu iki hadisenin farklı tarafı ise me¬kan denen yer koordinatlarının hareketsiz ve durgun olmasına karşı, zamanın "akıcı", hareketli ve "görünmez" oluşudur. Bu yüzden olsa gerek zamanı kolayca idrak edemiyoruz.

Zamanı kolayca kavrayamayışımızın bir nedeni de mekân boyutlarının sabit ve müşahhas olmasına karşılık zaman boyutunun bildiğimiz fizikî varlık (madde) sınıfına dahil olmamasıdır.

Zamanın bir boyut olduğunu basitçe nasıl kavrayabilirdik? Bir yerde buluşacağımız kişiye “zaman” randevusu vermezsek, sadece mekânı belirtmemiz yeterli olmayacaktır.

Havada giden bir uzay aracında meselâ bir helikopterde olduğunuzu düşünelim. Yer koordinatlarını yani enlem, boylam ve yüksekliğini belirterek, konumunuzu bildirirsiniz. Ancak o anki zamanınızı, tarih ve saatinizi de belirtmek zorunda kalırsınız. Aksi halde bu bildirimi pratik hayata sokmak mümkün olmaz. Bunun için, uzay-zaman dört boyutlusu ortak bir ölçüm sistemidir. Et ve tırnak gibi birbirinden ayrılamazlar.

Şu hâlde zaman bir saat meselesi değildi. Aksine; boy, en, derinlik gibi bir boyuttu. Neden zamanı idrakte zorlanıyorduk? Bunu göz idrakimizin üç boyuta hassas olması ve diğer boyutlara hassas olmaması ile açıklayabiliyorduk. Bizler 4. boyut olan zamanı idrak edemiyorduk. Tıpkı bir çok canlının derinlik boyutunu algılayamamaları gibi. Bazı hayvanlar çevrelerini fotoğraf gibi, iki boyutlu görüyorlardı. Hatta bir çoklarının âlemi siyah beyaz görmeleri gibi biz de diğer boyutları kavramakta zorluk çekiyorduk. İnsanlar duyguların en gelişmişi ile donatılmış olmalarına rağmen duyguları ve duyuları sınırlı dır. Bu durumda her şeyi idrak ettiğimizi nasıl idrak edebilir, her şeyi duygularımızın müşahedeleri ile sınırlandırabiliriz.

Zamanın öteki boyutlara uyumu,yani onlarla orantılı olması ise onun boyut olduğunun başka bir göstergesidir.

Zaman, uzay boyutlarına paralel olarak süreç itibariyle büyür ya da küçülür. Balinalar ortalama beş asır, İnsanlar 60-70 yıl, mikroskobik böcekler iki gün yaşarlar. Güneş ve evrenin ömrü ise milyar yıllarla ifade edilir. Bunlar makro alemdir. Nihayet derecede küçük olan atomaltı parçacıkların dünyasında ise milyarlarca yıl yerine milyarda-bir saniyeler “ömür” oluverir.

Atom altı taneciklerin bir kısmının ömrü gözlenemeyecek kadar küçüktür ve bu sebepler onların parçacık değil, rezonans olduklarına hükmederiz. Atomaltı ölçekte mekân küçülmesiyle birlikte buna uyum gösteren bir “zaman küçülmesi” doğar. Bu da zamanın bir boyut olduğunun bir başka ispatıdır.

Evren uzay-zaman örgüsüdür. Uzay bize üç boyutlu gibi gözükür. Zamanı bir kenara bırakalım; halbuki uzay denen mekânın da 3’den fazla boyutu vardır. Mekânın dördüncü boyutu ne anlama gelir? Bunu anlatmak bir yana, sezgiyle, hayalde canlandırmak bile çok zordur. En, boy, ve yükseklik mekânın üç boyutunu teşkil eder dördüncü bir boyut ne olabilir? “Tünel” diyoruz ama bu üst mekân boyutunu kavramak kolay olmayacaktır. Bir şeyin a (uzunluğu) a2 (alanı), a3 (hacmi) ise, a4 nedir?

Uzayı bir düz kağıt gibi kabul edersek, bu kağıdın derinliği yoktur. Yani kağıdın sadece yüzeyi vardır. O esnek kağıdı isterseniz külah yaparsınız “Schwarzschild Hunisi” oluşturursunuz, isterseniz küre yüzeyi gibi yuvarlatırsınız “Riemann Uzayını” elde edersiniz. Daima kağıda yapışık bulunduğuna göre bu kağıt daima iki boyutlu kalır. 3. boyutu ancak bir derinlik oluşturduğunuzda, yani kağıdın altına ya da üstüne inip-çıktığınızda oluşur. Yoksa kağıt istediği kadar külah ya da başka bir şey olsun, siz onun yüzeyinde olduğunuz sürece “iki boyutludur.”

4. mekân koordinatı olan tüneli anlamak zor olacağından, kavramayı kolaylaştırmak için, evrenimizi “iki boyutlu” yani düz bir levha, kağıt olarak düşünelim. Bu yüzey üzerinde kalınlığı olmayan fotoğraflar biçiminde insanlar olalım. Tıpkı bir gazete üzerindeki derinliği olmayan resimler gibi. Biz bu kağıt üzerinde her yöne gitmekte serbestiz; yani dört yön duygumuz vardır.

Fakat bu kağıt yüzeyinden hiç dışarı çıkamayacağımız için biz alt ve üst (yukarı ve aşağı) terimlerini hiç bilmeyeceğiz. Zaten söyleseler de bize inanılmaz gelecektir. Böylece 3. boyut diye hiç bir şeyden haberimiz olmayacaktır, sözlüklerimizde de “Yukarı, Aşağı” terimi bulunmayacaktır. Şimdi bizim 4. boyuttan haberimizin olmayışı da bunun gibidir.

Bizim kağıt evrenimizden yukarıda üç boyutlu bir cisim olsa, bu cisim, bizim kağıdımızı yararak geçip gitse bile biz onu yine üç boyutlu olarak görmez, sadece bizim evrenimizle kesiştiği şeyi görürüz. Örneğin bu bir küre ise, bir daire olan izdüşümünü onun, kesiti ya da gölgesi olarak görürüz.

Böyle üç boyutlu bir cisim, kesitini gördüğümüz için bize “iki boyutlu gelir. Hem de şaşırırız. Çünkü birden “var” olmuş olur. Eğer bizim kağıt evrenimizden geçen bir küre ise, onun enlemlerinin kesitleri kutuplardan itibaren giderek büyür ekvatorda en geniş daire olur ve sonra yeniden küçülen halka biçimi de öteki kutup noktasında kaybolup” aşağı geçer. Bizim biçimlerimiz sabit olduğu için, onun birden görünmesine, büyümesine-küçülmesine ve yok olmasına akıl almaz bir olay olarak bakarız. Tıpkı dünyamızda inanılmaz saydığımız bir çok paranormal olaylarda gibi...

Bizim dışımızdaki dört boyutlu bir cismin “üç boyutlu” gölgesi üç boyutlu mekânımıza düşer. Tıpkı bir kürenin çember görünmesi gibi, tünellerin uzunluğunu değil; kesitini görürüz.

Küre basit bir cisim olmasına rağmen bizi şaşırttığına göre, şimdi daha karışık bir biçim düşünelim. Örneğin bir vazonun gölgesini duvara vurduralım ve vazoyu çevirerek, değişik ve anlaşılmaz gölgeler oluşturalım. Duvarda yaşayan bir vesikalık fotoğraf, kendisiyle aynı düzleme düşen bu gölgeye ve onun değişmelerine hayretle bakacaktır, ürkecektir. Çünkü o boysuz insan, bizi ve vazoyu değil; sadece duvarın üzerine düşeni görmektedir. Onun için duvarı evrenidir, duvarın dışı ve arkası yoktur. söylesek de inandıramayız.

Bizler, tek bir uzay-zaman konusu içine sıkıştığımızdan hadiseleri, mekânın dar kalıpları içinde ve belli boyutlarda değerlendiriyoruz. Mesela en, boy ve yükseklikle anlatılmak istenen hacim-uzay kavramı, anlaşılır bir husustur. Fakat dördüncü boyut olan zaman, fizik ve relativite içinde yer aldığı halde boyut (mücerret) bir uzunluktur, madde ötesindendir. Beşinci boyut denen ve takyonlar teorisiyle açıklanan akıl-şuur ise, zaman gibi mücerrettir, maddi değildir.

Tünel süreci de bize böyle inanılmaz bir boyut görünmektedir. Evrende gördüğümüz her şey, çok boyutluların, üç boyutlu bir gölgesi ve izdüşümüdür. Aslında paranormal ve parapsikolojik terimleri ile ifade etmeye çalıştığımız fizik ötesi olay ve varlıklardan bize yansıyanlar böyle görünmektedir. Tünellerde ise (bizim üç boyutumuz dışındaki dördüncü boyutta saklı olan) yaratıklar, varlıklar vardır. Bunlar, ruha ve ruha ait duygular, yada melek ve cin gibi şuurlu varlıklardan bize ulaşanları bu kategoride değerlendirebiliriz. Eşyaların yerçekimine ters olarak havalanması ve meleklerin uçması gibi olaylar bize şayan-ı hayret görünür. Çünkü bunlar bizim tabi olduğumuz fizik kanunlarının dışında kalmaktadır. Oysa o nesneler beşinci boyuta (ya da evrenin dördüncü mekân boyutuna veya üçüncü düzlemine) havalanmaktadır.

İzafiyet Teorisi ve Zaman

Zamanın akış hızı, onu ölçerken kullandığımız referanslara göre değişir. Çünkü insanın bedeninde zamanın akış hızını mutlak bir doğrulukla gösterecek tabiî bir saat yoktur. Onun için değişik zaman tipleri söz konusudur. Rengi ayırt edecek bir beyin ve göz yoksa, renk diye bir şey olamayacağı gibi, zamanı gösterecek bir olay veya hareket olmadıkça bir an, bir saat ya da bir gün diye bir şey söz konusu olamaz. Nitekim bir çok hayvanın beyninde renk ayırma yeteneği bulunmadığından renksiz bir dünyada yaşar, bir çok hayvan da derinlik algılama yeteneği olmadığından iki boyutlu algılar.

Tek bir hâdisenin uzaklığımıza göre “ayrı ayrı” idrakini ele alalım. Meselâ Güneş’te vuku bulan bir patlama olayı, dünyada 8 dakika sonra, komşu yıldızda 4 yıl 4 ay sonra, uzak bir yıldızda 1400 yıl sonra ve komşu galakside yaklaşık üç milyon yıl sonra gözlenir. Astronomi biliminde, gök cisimlerinden gelen ışınlar yoluyla haber aldığımıza göre biz kainatın geçmişine bakıyoruz.

Görüldüğü gibi tek olay binlerce mücerret olay haline gelebiliyor. Bu da zamanın müşahhas değil; mücerret bir boyut olduğu konusunda aklımıza bir pencere açmaktadır. Işık hızı karşısında başka şeyler îzâfî kalır. İşte îzâfîyet teorisinin bir anlamı budur.

Bir de cisimler hızlandığında mutlak sandığımız değerlerin değişikliğe uğraması meselesi vardır. Bir cismi meselâ bir insanı ışık hızının %99.9 u kadar bir hızlandırdığımızı düşünelim. Bunlar doğum tarihleri aynı olan, meşhur misâliyle ikiz iki kişi ile anlatılır genelde. Bu iki kişiden biri yerde, diğeri de bir uzay aracı ile ışık hızına yakın bir hızla yol almaktadır. Bu sonuncusu zamanı bizim zamanımıza göre 14 defa daha yavaş akacaktır. Bu demektir ki, o bir yıl yaşlandığında biz 14 yaş almış olacağız.

Değişiklik sadece bununla sınırlı kalmayacaktır. Işık hızına yakın bir hızla giden ikizin boyu yarı yarıya kısalmış olacaktır. Elindeki nesne bir metre iken 50 santimetreye inecektir. Ağırlığı üç misli artacak, 70 kilo ise 210 kiloya ulaşacaktır. Aslında sistem içindeki şahsa göre kendi halinde bir değişiklik yoktur. Her şey normal seyrinde gitmektedir. Çünkü içinde bulunduğu sistem de kendisi ile orantılı olarak parelel bir değişime uğramıştır. Evet olanlar budur ve gerçekten şaşkınlık vericidir.

Sistemi oluşturan atomların da boyları kısalmakta, kütleleri büyümekte ve zamanları yavaş geçmektedir, astronotumuz herhangi bir olağanüstülük sezmemektedir. Çünkü her sistem öteki sistemi kendi değerleriyle ölçmektedir. “İkizlerin çelişmesi” ni îzâfîyet teorisi “Bütün gözlemcilerin gördüğü gerçektir” biçiminde bir aksiyom ile uzlaştırmaya çalışır.

Özel izafiyetin bu aksiyomu tek bir olayın mesafeye ve hıza bağlı olarak her gözlemciye göre ayrı ayrı göründüğünü, gözlemcilerin çeliştiğini ve her gözlemcinin haklı olduğunu göstermektedir. Görüldüğü gibi zaman mutlak bir değer olmayıp, meydana gelen olaylara göre farklı algılanan îzâfî bir kavramdır.

Bununla birlikte zamanın îzâfî oluşu, saatlerin yavaşlaması veya hızlanmasından değil; tüm madde sisteminin atomaltı seviyesindeki parçacıklara kadar farklı hızlarda çalışmasından ileri gelir. Zamanın kısaldığı böyle bir ortamda insan vücudundaki kalp atışları, hücre bölünmesi, beyin faaliyetleri gibi işlemler daha ağır işleyecektir. Böylelikle kişi zamanın yavaşlamasını hiç fark etmeden günlük hayatını sürdürür.

Beynimiz belirli bir sıralama yöntemine göre işlediği için zamanın hep ileri aktığını düşünmekteyiz. Oysa bu, beynimizin içinde verilen bir karardır ve dolayısıyla tamamen izâfîdir. Eğer hafızamızdaki bilgiler geriye doğru oynatılan filmlerdeki gibi dizilse, zamanın akışı da bizim için geriye doğru oynatılan filmlerdeki gibi olacaktır. Böyle bir durumda, geçmişi gelecek, geleceği de geçmiş olarak algılamaya başlar, hayatı şimdikinin tam tersi bir düzen ortaya çıkacaktır.

Nasıl uzay maddî varlıkların muhtemel bir sırası, düzeni ise, zaman da bir bakıma olayların muhtemel bir sırasıdır. Ferdin yaşadıkları bize bir olaylar dizisi içinde düzenlenmiş görünür. Bu diziden hatırladığımız olaylar 'daha önce' ve 'daha sonra' ölçüsüne göre sıralanmış gibidir. Bu nedenle insan için bir “ben” zamanı vardır. Bu zaman kendi içinde ölçülemez. Olaylarla sayılar arasında öyle bir ilgi kurabiliriz ki, büyük bir sayı önceki bir olayla değil de, sonraki bir olayla ilgili olur.

Nobel ödüllü genetik profesörü ve düşünür François Jacob, “Mümkünlerin Oyunu” adlı kitabında, zamanın geriye akışı ile ilgili şunları anlatır:

“Tersinden gösterilen filmler, zamanın tersine doğru akacağı bir dünyanın neye benzeyeceğini tasarlamamıza imkân vermektedir. Sütün fincandaki kahveden ayrılacağı ve süt kabına ulaşmak için havaya fırlayacağı bir dünya; ışık demetlerinin bir kaynaktan fışkıracak yerde bir tuzağın (çekim merkezinin) içinde toplanmak üzere duvarlardan çıkacağı bir dünya; sayısız damlacıkların hayret verici işbirliğiyle suyun dışına doğru fırlatılan bir taşın bir insanın avucuna konmak için bir eğri çizeceği bir dünya. Ama zamanın tersine çevrildiği böyle bir dünyada, beynimizin süreçleri ve belleğimizin oluşması da aynı şekilde tersine çevrilmiş olacaktır. Geçmiş ve gelecek için de aynı şey olacaktır ve dünya tastamam bize göründüğü gibi görünecektir.”(François Jacob, Mümkünlerin Oyunu, Kesit Yayınları, 1996, s. 111)

Zamanın Değişkenliği

Yarı-ömür değişmez bir fiziko-matematik kaide olduğuna göre ömürü saniyenin milyarda biri gibi (oluşmasıyla yok olması bir) bir takım hiperon kuantları, kozmik primer, sekonderler gibi kozmik ışınlar ya da parçacıklar Güneş ya da Ay’dan bize nasıl gelebiliyorlardı?

Böyle bir parçacığın uzaydan dünyaya hiç ulaşmaması gerekirken, dünyada bu parçacıklara rastlanıyor ve gözlenebiliyor!

İnanılmaz gibi gelen bu gerçek karşısında ilim adamları olayı “zamanın uzaması ya da kısalması” katogorisinde değerlendiremeye başladılar. Yani “yarı ömür” matematikî bir gerçek olduğuna göre, değişen mekân dilimlerindeki zamanın akışı olmalıydı. Bundan da zamanın her yerde aynı hızla akmadığı anlamı çıkıyordu. Bu da zamanın mekânların katlarında farklı tesir ve yansımalara sahip olduğu, varlıkların ömürlerinin mekânın çeşitli taraflarında değişik olduğunun ifadesiydi.

Bazı ışın-parçacık türü nesneler vardır alemde. Bunların ömürleri belirlidir, sınırlıdır. Bunların yarı ömürleri o kadar kısadır ki onların ömürleri bir yıldızdan diğerine gitmeye vefa etmez. Mesela bir tür ağır elektron olan Pİ ve ETA mezonları bunlardan bazılarıdır. Yarı ömürleri öylesine kısadır ki milyonda bir saniye kadardır. Böylesine minnacık ömürlerine göre ancak birkaç yüz metre yol alabilirler. Peki bunlar güneş ya da diğer yıldızlardan dünyamıza kadar nasıl gelebiliyorlardı Bunun tek bir izahı görülüyordu: “zaman genişlemesi.” Eskilerin deyimi ile “bast-ı zaman”.İzafiyet teorisinden biliyorduk ki hızlanan nesnelerde zaman “genişleme” gösteriyordu. İlgili nesne daha “genç” kalmış oluyordu. “Zaman genişlemesi” roket ya da hızlı jetlerde de teyit edildi. Zamanın daha yavaş geçtiği, “ proton ve nötronların ivmelendirilmesiyle ve hassas ölçmelerle de (laser saatleriyle) doğrulanıyordu. İzafiyet teorisinin doğrulanmasında bunlardan daha iyi delil olamazdı.

Bu tür delilleri veren parçacıklardan birisi Muon adlı parçacıktır. Atmosfere giren kozmik primer türü ışınların, atmosferdeki oksijen, azot çekirdekleri ile çarpışmalarından hasıl olan bir yan üründür. Atmosferimizin yerden 30-60 kilometre yukarılarında oluşan muonlar, saniyenin milyonda biri kadar bir zamanda elektrona dönüşür aslında. Bu süre zarfında ışınlar (saniyenin milyonda biri) ancak 300 metre yol alabilir. Halbuki söz konusu muonlar bütün atmosferi boydan boya geçtikten başka denizlerin de üç metre kadar altında kendilerine rastlanmaktadır. Bu demektir ki muonlar ışığa çok yakın hızları nedeniyle zamanları genişlemekte, ömürleri 30 kilometre yol alacak kadar uzamaktadır.

“İkizler çelişkisi” adıyla anlattığımız idealize deneyde, hiçbir laboratuvar bize ışık hızına yakın hızları sağlayamadığından, zihnimizde yapacağımız bir fikir jimnastiği ile öz zaman kısalmasını daha iyi anlatabiliriz. Burada ikiz kardeşler söz konusudur. Bunlardan biri bizlerle birlikte dünyada kalacak, öteki ikiz ise ışık hızına yakın hızlarda giden bir uzay aracında astronotdur. Olanları birlikte izleyelim: Bu ikincisi yerdeki ikizinin “şimdisini” aşacak ve onun geleceğine geçecektir. Bu çelişki, ışık hızına yakın hızlarda saatin yavaşlamasından ve tam ışık hızında ise saatin temelli durmasından doğmaktadır. Esasen saatimizde mekânik ve elektronik bir arıza söz konusu değildir. Olay doğrudan öz zaman kısalmasıdır. Zamanın kısalmasına ilişkin matematikî anlatım, Lorentz’in dönüşüm formülünü uyguladığımızda daha da belirginleşir. Işık hızının % 87’si kadar bir hızla giden bir taşıt içindeki astronot ikiz, dışarıdan bakan bir gözlemciye göre iki kat daha yavaşlamıştır. Böylece yerdeki ikizin iki yıl yaşlanmasına karşın, astronot ikiz bir yıl yaşlanmış olacaktır.

Şimdi bu formülü ışık hızının %90’ı hızla giden bir taşıt sistemine uyarlayalım. Astronot ikizin zamanı yerdeki ikizinin zamanına göre on kat daha yavaşladığını görecektir. Böylece yerdeki ikizin her on yılına veya yaşına karşılık astronot ikiz, bir yıl yaşlanmış olacaktır. Aynı formülü ışık hızının % 99, 99’u bir hız için uyguladığımızda ise yerdeki ikizin her 18 yaşına karşın, astronot ikiz sadece bir yıl yaşlanmış olacaktır. Eğer bu yolculuk süresini bir güne, ya da bir aya çıkarırsak, dönüşte, astronot ikiz kendi ikizinin öldüğünü ve onun kuşağından torunlarının bile kendinden yaşlı olduğunu hayretle görecektir. Böyle bir yolculuğa çıkan astronot ikiz, asla kendi çağına dönemeyecektir. Yaşlanmanın yavaşlaması, bütün biyolojiyi de etkiler. Çünkü astronot ikizin kalp atışları, solunum ve öteki organizma mekânizmaları , yerdeki ikizine öre 70.000 faktör daha az işlemektedir.

Zamanın "Minkowski" matematiği göstermiştir ki zamanın uzayıp-kısalması; ömrün büyüyüp küçülmesi, boy-en-derinlik boyutlarına aynı oranda uyarlılık gösterir. Zamana ait ivme belli olmayıp, zaman akışı yeryüzünde, atomda, uzayda, farklı değişken ve esnektir; farklılık arz edebilir.

Bu gerçekle birlikte ortaya çıkan bir durum ise, çağ hesaplarımızın yeniden gözden geçirilmesi ihtiyacıdır. Esasen gök cisimleri ve yeryüzünün, canlıların ve insanlığın tarihi îzâfî ve kaba hesaplamalara, genelde basit ısı kurallarına dayandırıldığından (mesela galaksi ve süpernova soğuma süreleri gibi) ifade edilen sürelere inanmak zordur. İlk çağlarda canlıların devasa boyutları bize o çağlarda zamanın akışının farklı olabileceğini ihsas etmektedir. Boyutlar büyüdükçe zaman boyutunun da diğer boyutlara uyum göstermesi biyogeometri kanunu olarak de belirlenir. Buna göre, o çağlarda canlıların uzun ömürlü olmaları kadar daha yavaş akan bir zaman keyfiyeti hem elde edilen bazı bilimsel ipuçları, hem de semavî kitapların işaretleri ile teyit edilmektedir.

Öklid’in vektör uzayında üç boyutlu uzay ile eş boyutlu zaman aynı şeyler olarak algılandmış, zaman için ayrı bir fonksiyon düşünülmemiş ve evren kararlı durağan olmaya zorlanmıştı. Oysa evren izafiyet uyarınca dinamik ve hareket halindedir. İzâfiyet yalnızca zamanın değil; kütle, uzunluk ise mekân kavramlarının da sabit olmadığını, sistemin ölçü değerine göre değiştiğini ortaya koydu. Böylece, zamanın mutlak olduğu ve evrenin her tarafında özdeş aktığı, tüm yaratıklar ve birimler için aynı ve yalın bir kavram olduğu anlayışı kökten değişikliğe uğradı. Ve zihnimizde kalıplaşmış düşüncelerde inkılablara yol açtı. Bu öylesine önemli bir dönüşümdü ki sonsuz uzayları ve farklı yaşama biçimlerini gündeme getirdi.

Zamanın mutlak olmadığı, onun da yaratılmış olduğu ve özellikle de değişkenliği yüce kitabımız Kur'an’da sözü edilen sonsuz yaşama biçimini (ebedi hayat) daha iyi anlama imkânı sunmaktadır. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak daha iyi kavrama imkânı bulduğumuz diğer bir nokta ise, zamanı bir ip ve şerit gibi yaratıp ona hadiseleri dizen ve her şey gibi zamanın da yaratıcı olan Allah’ın zaman kaydından bağımsız olacağı ve O’nun için bir başlangıç ve son düşünülemiyeceğidir.

32 Evrende bulunan ak delik hakkında bilgi verir misiniz?

KARA DELİKLER, gök cisimlerini yutarak gitgide devleşiyor ve güçleniyor. Daha büyük bir iştahla yutmaya başlıyor. Merak edilen ise bu yutuşun ve büyümenin nereye kadar varacağıdır. Nihayette bütün kâinat bir kara delik olabilir mi? Karadeliklerin bir "kıyamet makinası" gibi çalışması karşısında, uzmanlar "Her an kopabiilir mi?" sorusunu ister istemez gündeme getirmektedir.

Yıldızlar büyüklüklerine göre farklı bir sona muhatap olurlar ve ecelleri büyüklüklerine bağlı değişir. Merkezi kütlesi, Güneş kütlesinin yaklaşık 1,5 katından aşağı olan yıldızlarda yakıt konumundaki hidrojen önce helyuma sonra da helyumun tamamı karbon ve oksijene dönüşür. Bu füzyon dönüşümleri sonucunda yıldızın tüm enerjisi biter ve yıldız beyaz cüce haline gelir. Beyaz cüceler oluşurken, atomlar öyle büyük kuvvetlerle sıkışır ki, çekirdeğin etrafında dolanan elektronlar, çekirdeklerinden ayrılırlar. Yıldız, dünyamız kadar küçüldüğünde, elektronlar uygulanan yüksek basınca karşı çıkar. Yıldız da artık daha ileri büzüşemez. Dünyamızı aydınlatan Güneş zamanı gelince böyle bir ecele muhatap olacak.

Merkezi kütlesi Güneş kütlesinin 1,5 katından büyük kütleli yıldızlara gelince; onların nasıl bir sona muhatap olacağı uzun süren araştırmalardan sonra cevap buldu.

1928 yılında, fizik doktorasını yapmak için İngiltere'ye doğru yola çıkan Hintli bilim adamı Chandresekhar, bir ay süren gemi yolculuğu süresince kamarasına kapanmış, harıl harıl çalışıyor, yıldızların nasıl öleceğine kafa yoruyordu. Bu esnada çok ilginç bir şey keşfetti. Eğer bir yıldızın kütlesi, Güneş'in yaklaşık 1.5 katı ve daha fazlasıysa bu yıldız büzülmeye başladıktan sonra beyaz cüce safhasında kalamazdı. Daha da küçülürdü. Genç araştırmacının fikirlerini kabul ettirebilmesi zordu o zaman. Nitekim Sir Eddington, yıldızın bu kadar küçülmesine evrendeki kanunlarının izin vermeyeceğini söyleyerek Chandresekhar'ın çalışmasını geri çevirdi. Ne varki zaman Chandreskhar'ı haklı çıkaracak ve reddedilen bu çalışmasıyla Nobel ödülü kazanacaktı.

Aynı yıllarda Amerikalı Openheinmer, öğrencisiyle hazırladığı "Sürekli Kütle Çekimsel Büzülme" adlı makalesinde problemin üstesinden geldi. Buna göre sözü edilen kütlede bir yıldız, ömrünün sonuna gelirken, beyaz cücelerin elektron basıncı sonucu yakamadığı karbon-oksijen zengini tabakayı da tepkimeye sokabilir. Çünkü bu denli büyük kütle nedeniyle oluşan basınç, yıldızın sıcaklığını 700 milyon dereceye kadar yükseltebilir.

Ard arda oluşan diğer tepkimeler sonunda; yıldız silisyum ve demir zengini bir kütleye dönüşür. Artık demir, merkezdeki sıcaklık ve basınç ne olursa olsun termonükleer tepkimeye giremez. Bu halde, yıldız atomlarındaki eksi yüklü elektronlarla, artı yüklü protonlar birleşerek yüksüz nötronları oluştururlar. Oluşan nötronlar daha az yer kapladıklarından yıldız, çok çok güçlü ışın yayan âni bir çökme ânı yaşar. Bu çökme ânında yayılan enerji o kadar fazladır ki; yıldızın doğumundan o âna kadarki yaydığı toplam enerjiye denk gelir. Şiddetli bir patlama vuku bulur. Bu bir süpernova patlamasıdır. Süpernova patlamasından arta kalan nötronca zengin bir 'nötron yıldızı'dır.

Oppheimer, nötron yıldızının özellikleri üzerinde çalışırken bir an, incelediği yıldızın merkezi kütlesinin Güneş kütlesine göre 2.5 katı ve fazlası olduğu durumu hayal etti. Hiçbir kuvvetin, böyle bir yıldızın basıncını dengeleyemeyeceğini düşündü. Saniyeler içinde: elektronlar, nötronlar ve protonların birbiriyle karışması sonucu, yıldız daha fazla küçülüp, uzayı diğer gök cisimlerinden daha çok eğip bükerdi. Bunun sonunda, küçülme o kadar anlamsızlaşır ki artık ortada ne nötron, elektron, kuark ne de madde kalırdı. Sadece, boyutsuz bir noktaydı kalan; 'tekillik' ve karadelikler...

Çökme sonucu uzay-zamandaki 'eğriliğe' baktığımızda artık yıldıza ilişkin hiçbir şeyi algılayamadığımız an; yıldızın, 'olay ufkunun' altında kaldığını kabul ederiz. Olay ufku bizim, hiçbir fiziksel incelemede bulunamadığımız uzay parçasıdır. Çünkü olay ufkundan ötesini, bizim yasalarımızla açıklayamayız. Adeta başka bir evrendir orası ve orada ne olup bittiğini bilmenin bir yolunu henüz bilinmiyor. Bir yıldızın olay ufku, yıldızın çökmeden önceki kütlesiyle yakından ilişkilidir. Örneğin, kütlesi. Güneş'in kütlesinin 10 katı olan bir yıldız, çapı 60 km olan bir olay ufkuna sahiptir. Kütle arttıkça, olay ufku da genişler.

Bu anlattıklarımıza bakılırsa, aslında bir karadeliğin oldukça basit bir yapıda olduğunu anlamak zor değil. Olay ufkuyla çevrelenmiş bir tekillik... Hepsi bu kadar! Orada, ne atomları, ne kayalar ne de uzaydaki gaz ve toz bulutları vardır! Yıldızı oluşturan tüm madde; karadeliğin merkezindeki tekillik noktasında yok olmuştur. Elimizde kalan tek şey, sonsuz eğilmiş uzay-zaman'dır. Arkası meçhul!.

Bildiğimiz oraya girdiğimizde başımıza gelenlerden bazıları karadeliğin çevresindeki olay ufkunun içinde ise "zaman içinde" hareket etme özgürlüğü kazanacağımız.

Einstein-Rosen Köprüsü

Bir kağıt parçasının yüzeyi iki boyuttan ibarettir. Kağıt düzleminin üzerinde yaşayan iki boyutlu insanların yaşadığını farzedelim. Bunlar, Edwin A. Abbott'un meşhur romanı Flatland'deki (yassı ülke) iki boyutlu evrenin sakinlerinden başkası olmayacaktır. Yassı ülkeliler yalnızca iki boyutlu; sağdan sola ve önden arkaya hareketleri fark edebilirler. Yukarı aşağı gibi kavramları hayal bile edemezler. Kağıt düzleminin altında ve üstünde ne olup bittiğini, üçüncü boyutta bir uzay-mekanın bulunduğunun farkında değillerdir. "Parelel sayfaların" bulunduğunun da.

İşte dördüncü beşinci üst boyutların ve mekanların varlığını idrakte niçin zorlandığımızı bu örneğin dürbünü ile bakabiliriz. Bir yassı ülke sakinin üçüncü boyutu anlayamaması gibi, insan aklı da böyle bir şeyi sezgisel olarak kavrayabilse de anlamakta güçlük çeker. Kur'an'ın haber verdiği ahiret alemleri ile ilgili anlatılanları iman etmekle birlikte kavramakta zorlanmamız, onların üst boyutlarla ilgili olmasıdır.

Einstein'ın genel izafiyet teorisi, paralel evrenleri birbirine bağlayan 'köprülerin' olabileceğini kabul eder. Genel İzafiyet, çekim gücü yanında uzay ve zamanı içine alan, bunların iç içe geçmiş olduğunu gösteren anlaşılması kolay da olmayan bir teori. Bu teoriye göre bir çekim alanı, uzayda bir bükülme-eğilme oluşturur (Einstein'ın genel izafiyet teorisine göre, kütlesi olan her cisim uzay-zamanın eğilmesine yol açar.) Üç boyutlu uzay, dördüncü boyuta doğru eğilir.

Yassı ülke benzetmesine dönelim ve yassı ülkeyi kağıt düzlemi yerine çok ince ve kolayca gerilebilen lastik tabakadan oluşturalım. Çekim gücüne sahip ve ağırlığı olan bir nesnenin bulunduğu bir yerde, bu tabaka aşağıya, yani üçüncü boyuta doğru gerilecektir. Böyle bir durumda lastik tabaka çukurlaşacaktır. Ama bu eğrilik ve onu oluşturan kütle, yassı ülkeyle tamamen bağları koparmaz yine yassı ülke'nin boyutsal çerçevesine bağlıdır. Bundan dolayı yassı ülkeliler de bu eğimden aşağıya inebilirler.

Bir karadelik o kadar ağırdır ki, üzerinde durabileceği hiçbir yüzey yoktur. Çekim gücüyle, herhangi bir cismi sürekli içeriye doğru çeker. Bu yüzden karadeliğin içindeki kıvrılma da çok şiddetlidir. Öyle ki "lastik tabaka" "delinerek", yassı ülkeden üçüncü boyuta açılan bir 'tünele' dönüşür. Karadeliğe düşen yassı ülkeliler de, bu tünelden aşağıya doğru çekilecekler ve kendi evrenlerinden ayrılmak zorunda kalacaklardır.

1930'larda, Einstein ve Rosen, uzay-zaman eğilmesinin, karadeliklerde zirvede olması gerektiğini söylediler. Onlara göre; oluşan bu "uzay eğriliği" başka bir evrene açılmalıdır. Durağan karadeliklerin bu özelliğine "Einstein-Rosen Köprüsü" denir. Bir düşünceye göre karadeliğin açıldığı ikinci evren, bizim evrenimizin uzak bir köşesidir. Eğer uzayın düz olduğu kabul edilirse, bu durumda oluşan delik bir elmanın içindeki kurdun yolunu andırır. O halde karadelikler başka evrenleri-uzayları birbirine bağlayan 'kurt delikleri' olabilir. Evrenimizde, çok sayıda karadelik bulunduğuna göre uzay, birbiri içine geçmiş sayısız tünellerle birbirine bağlanmış durumdadır.

Albert Einstein ve Nathan Rosen, karadelik tünellerini matematiksel olarak incelemişler ve ilginç bir sonuca varmışlardı: Tünel, sonsuza uzayıp gitmez. Bir noktadan itibaren yeniden genişleyerek, başka bir evrenin parçası haline gelir. Bu demektir ki birbirinden çok uzak iki ayrı 'yassı ülke' evreni, bir Einstein-Rosen Köprüsü'yle birleştirilebilir. Bu köprü bir evrenden bir karadelik halinde düşmektedir. Burada uzayın biçimi bozulmakta ve bir huniye benzemektedir. Sonra da ters dönmüş bir huni halinde başka bir evrene açılmaktadır. Sonuçta, iki evren dar bir tünelle birbirine bağlanmış olmaktadır. Yassı ülkeli bir astronot bir karadeliğe düşerse, beyaz delikten geçerek başka bir evrene ulaşacaktır.

Einstein ve Rosen'ın hesapları, bizim üç boyutlu evrenimizdeki bir karadeliğin içinde neler olacağını da bazı açıklamalar getirmektedir. Burası dördüncü boyuta açılan tünel olduğundan, bir karadeliğe düşen bir astronot, sonunda başka bir evrene çıkabilir.

Bazı bilim adamlarına göre dönen ve (tercihen) elektrik yükü olan karadeliğin içi, kendine karşı gelen bir ak delikle birleşik durumdadır. Bu tür bir karadeliğin içine girdiğimizi düşünelim. Atomlara parçalanmadan, kuanta dönüşmeden, burnumuz bile kanamadan, kara ve ak delikleri birleştiren kurt deliği tünelinden geçer, ak delikten fırlayıp başka bir evrene geçebiliriz. Ya da başka bir fizik dünyaya tekrar dönebiliriz. Ak delik kâinatın çok başka yerlerinde, hatta başka bir evrende ya da zaman içinde geçmişte ya da gelecekte yer alabilir. Bu delikler vasıtasıyla zaman içinde de yolculuk yapmış oluyorsunuz. Üstelik ışık hızıyla bile milyonlarca hatta milyarlarca yılda gidebileceğiniz bir yere, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir sürede.

Karadeliklerin Arkası

Uzay demek 'mekan' demektir ki, yıldızın kendi mekanını yutması bilim dünyasınca ilk defa karşılaşılan bir olay. Zamanın 'donarak', durması, kara deliklerdeki tekilliğin en belirgin ve şaşırtıcı özelliklerinden birisi. Düşünün ki, bir yıldız, kendini, kendi ışığını, kendi hacim, yer ve zamanını yutmakta, bambaşka bir keyfiyetle ortaya çıkmaktadır.. Bundan daha şaşırtıcı ne olabilir ki? Yıldız kendini ve yuttuklarını belki de bir başka alana; Parelel Evrenlere atıyorsa, karşımıza fizik ötesi farklı boyut ve evrenler bilimin gündemine girmiş demektir. Bu fizik ötesi boyut ve uzayları Kur'an'da sözü edilen ahiret alemleri olamaz mı?

Birer "yıldız yerleri" olan karadelikler sonsuza yaklaşan çekim güçleri ve mevcut fizik yasalarına ters gelen özellikleri ile herkesi şaşırtıyor. Öylesine küçük noktalar nasıl olup da böylesine akıl almaz çekim gücüne ulaşabiliyor? Karadeliklerin teorik bir fanteziden ibaret zannedilmişti önceleri. Gelişen gözlem araçları, karadeliklerin varlığını doğrulamaya başlayınca, evren'in bu enerji santraları ve görünmez kuyuları, gökbilim ve kozmolojinin en gözde konuları arasına giriyor ve günlük konuşulanlar sırasına yükseliyordu. Gün geçmiyor ki madde yoğunluğunun ve uzay eğriliğinin zirveleştiği hatta sonsuza ulaştığı bu noktalarla ilgili yeni özellikler keşfedilmesin, yeni haberler duymamış olalım.

Karadeliklerde zamanın durması, ya da farklı bir keyfiyete bürünmesi ebediyet kavramını hatıra getirmekte, sonsuz uzayları, ya da ahiret alemlerini gündemimize sokmaktadır. Vâkıa sûresinin 75. ayetinde "yıldızların mevkileri ve yerleri" üzerine yemin edilir. Yıldızın kendisine değil "yıldız yerlerine" vurgu yapılmasından ayetin bir yorumunun karadeliklerle ilgili olduğunu düşündürmektedir. İzleyen ayette "bunun ne büyük bir yemin olduğuna" dikkat çekilmesi "Karadelikler öteki dünyalara açılan "gök kapıları" mı? sorusunu akla getirmektedir Zira karadelikler gibi fiziğin ötesini ilgilendiren ve sonsuzluğu gündemimize taşıyan keşifler, en azından mevcut fizik yasalarının ördüğü "hapishane" ile sınırlı olmadığımızı ve kainatın sadece fizik dünyalardan ibaret kalmadığını göstermektedir?..

33 Biyoenerji diye bir şey var mı?

- Her insanın -hatta biyolojik bünyeye sahip her canlının- vücudunda biyoenerji vardır. Fakat, bu potansiyel enerjinin bir tedavi aracı olarak kullanılması konusunda sağlam bir bilgiye sahip değiliz.

- “Göz değmesi” gibi olumsuz bir enerji potansiyelinin varlığı, olumlu bir enerjinin varlığının bir göstergesi gibidir. Şekli ne olursa olsun, bazı kimselerin bu konuyu para kazanma yolunda istismar ettiğini ve de şarlatanlık yaptığını düşünüyoruz.

- Bu işin doğruluğunu gösteren tecrübelerdir. Bu metotla gerçekten hastaların şifa bulmasına vesile olan kimseler varsa, bu iyi bir deneyim olur. On kişiden biri iyileşiyorsa, bu bir rastlantı olarak değerlendirilebilir.

34 Hangi bilim dallarını tahsil etmek farzdır; sadece dini ilimleri mi?

En büyük ilim Allah'ın varlığını ve birliğini bilmektir. Bu konuda imanını arttıracak ilimleri okuması gerekir. Ayrıca farz olan ibadetleri yerine getirecek kadar ilim öğrenmek de farzdır.

İnsanlığa faydalı olan mesleklerde ilim tahsil etmek de farzı kifaye nevindendir. Bu bakımdan kişi kendi mesleği ile ilgili ilimleri öğrenmesi gerekir.

İlim tahsil etmek Allah'ın kesin emridir. O halde ilim öğrenmek farzdır. İlim tahsil etme yükümlülüğü (farz oluşu) aynî farz ve kifayî farz olmak üzere ikiye ayrılır.

Aynî farz olan ilim; Müslümanların her biri tarafından öğrenilmesi istenilen ilimdir. Kişi; itikat, ibadet ve ahlâkî görevlerini en güzel bir şekilde ifa edebilmesi için gereken bilgileri elde etmek ile yükümlüdür. Herkesin temel ilmihal bilgilerini öğrenmesi farzı ayındır.

Kifayî farz olan ilim; toplumun her ferdi tarafından değil de bazı fertleri tarafından, toplumun ihtiyacı nispetinde elde edilmesi ile sorumluluğun diğerlerinden düştüğü ilimdir.

Matematik, fizik, kimya, astronomi vb. insanların yararına olan ilimler bu gruptandır. Bu gibi ilimler, toplumun yararını esas alan bilimler olduğundan, toplumun ihtiyaç hissettiği her ilim ve sanatı (ihtiyaç nispetinde) toplumun bazı fertleri tarafından öğrenilmesi gereken ilimlerdir. Meselâ; bir kentte hastaları tedavi edecek doktor yoksa, o toplumun bazı fertlerinin tıp ilmini tahsil etmesi kaçınılmaz olur. Aksi halde tıp ilmini tahsil edebilecek durumda olan herkesi sorumlu kılmaktadır.

- Hangi bilim dallarını tahsil etmek farzdır? Sadece dini ilimleri mi?

Önce şunu hatırlatalım ki, "dinî ilimler" denilince, sadece fıkıh, tefsir ve hadis hatıra gelmemelidir. Allah ve Rasûlü'nün isteği ve rızası doğrultusunda insanların yararına tahsil edilen matematik, fizik, kimya, astronomi vb. ilimler de dinidir. Dinimiz bu ilimleri teşvik etmiştir. Örneğin;

* İslâm, insanın ibadet hayatında birçok vecibeleri vakit kavramıyla irtibatlandırmıştır. (Oruç, hac, zekâtın yılda bir verilmesi, imsak, iftar, bayram, cuma, sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı gibi vakitleri). Vakitle irtibatlı olan vecibeleri ifa vakitlerinin bilinmesi; ancak Ay, Güneş gibi gezegenlerin sayı, hareket ve özellikleriyle ilgili bilgilere sahip olmakla olur. Yani astronomi ve matematik dallarını tahsil etmek veya bu dalda ihtisas görenlerden istifade etmekle olur. Böylece dinimizde astronomi âlimine ihtiyaç kaçınılmazdır.

* Kur'an-i Kerim yeryüzünün; insanların faydalanmalarına hazır ve uygun bir durumda yaratıldığını ifade etmiş,

"...yeryüzünde dolaşın ve Allah'ın rızkından yeyin..." (Mülk, 67/15)

emrini vermiştir. Bu da ancak ziraat vb. ilimlerde ihtisas görmekle olur. Öyle ise ziraat ilmini tahsil etmek de dini ilimdir.

*Cenâb- Hak düşmana üstünlük sağlayacak her çeşit kuvveti hazırlamamızı emretmektedir. (Enfal, 8/60) Bu kuvveti hazırlamak ancak iktisad, fizik, matematik, kimya gibi ilimleri iyi bilmekle mümkündür.

Bu örneklerden anlaşıldığına göre dinimiz, insanların yararına olan bütün ilimleri teşvik etmiş ve öğrenilmesini farz kılmıştır.

35 "İlmi dünyevî menfaat elde etmek için öğrenenler cennetin kokusunu dahi duyamayacaklar.” ve “Riya için ilim öğrenen yüzüstü cehenneme sürüklenecek.” hadislerine göre, bilim ve teknoloji ile ilgilenenler cennet kokusu görmeyecek midir?

İlgili hadisin tam tercümesi şöyledir:

“Allah’ın rızasını elde etmek için öğrenilmesi gereken bir ilmi, dünyevî bir menfaati elde etmek için öğrenen kimse, kıyamet günü cennetini kokusunu dahi alamaz.” (Ebu Davud, İlim, 12).

İlimler gayeleri açısından ikiye ayrılır. Bunlar, doğrudan Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik olan akaid, fıkıh, tefsir, hadis gibi dinî ilimler. Doğrudan  bu gayeye yönelik olmayan, dolaylı olarak bu amaca yönlendirilebilen -fizik, kimya, astronomi, sosyoloji; tıp gibi- teknik ve teknoloji ile ilgili dünyevî / fennî ilimler.

Dünyevî ilimlerin asıl maksadı, ibadet edip sevap kazanmak olmadığı için, onları sırf dünya menfaati için öğrenen kimse için günah yoktur. Ancak, dinî ilimleri öğrenip de onları dünya menfaatine alet eden kimse için büyük vebal olur. Çünkü, bu tutumuyla kişi, iki yüzlülük etmekte, ahirette alması gereken sevabı bu dünyada almaya çalışmakta, Allah’ın dinini istismar ederek kendine menfaat sağlamakta, böylece çok yönlü bir münafıklık / iki yüzlülük göstermektedir. Hadiste -meal olarak- yer alan “Allah rızasını elde etmek için öğrenilmesi gereken bir ilmi...” ifadesi bu hususu açıkça belirtmektedir.

Riyakârlıkla ilgili hadisleri de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Hadiste yer alan önemli bir nokta da  “böyle yapan kimsenin cennet kokusunu bile almayacağı...” şeklindeki yargıdır. Bu yargı irşat üslubuyla ilgili olup, insanları bu tür yanlışları yapmaktan uzak tutmayı hedeflemektedir. Şöyle ki;

Dinî ilimleri dünyaya alet edenler, aslında kalplerinde iman olmayan münafıklardır. Ancak imanı olan müminler de bazen münafıkların işlerini yapabilirler. Hadiste, gerçek münafık olanların portresi çizilmiş ve onların cennete giremeyeceklerine vurgu yapılmış ki, müminler de bu genel uyarıdan paylarını alsınlar.

Bir Müslümanın iyi bir niyetle yaptığı çalışmalar da ibadet hükmüne geçer. Nasıl ki bir maya, süte girince tamamını yoğurda çevirir. İman ve ibadet mayasını, çalıştığı ve okuduğu işin içine atan birisi de, o işini ve çalışmasını ibadete çevirebilir. Bundan dolayı iyi niyet, iman ve ibadetle geçirilmiş bir ömürdeki bütün çalışmalar ibadet olarak sayılabilir.

“Her çekirdek bir ağaçtır.” sözü doğrudur. Ancak her çekirdek bir ağacın programını taşıdığı halde şartlarına uyarak ekilmezse ağaç olamaz. Bunun gibi her ilimde insanı Allah'a götüren ve günahlarının silinmesine sebep olan bir sır vardır. Ancak çekirdek gibi olan bu sırrın açılması için de bazı şartlar lazımdır. İman, ibadet, niyet ve haramlardan sakınma gibi şartları yerine getiren onu ağaç gibi açabilecektir.

Bir avizeye değer veren onun elektriğidir. Elektriği olmayan altın bir avize sizi karanlıktan kurtaramaz. Bunun gibi çalışmalarımız ve insanlığa olan faydalarımız bir avizedir. Onu aydınlatan ve nurlandıran ise iman, niyet ve ibadettir.

36 Bilgisayarda insan modeli tasarlama; karikatür çizme konusunda ne dersiniz?

İnsan modeli tasarlamaktan maksat sanal alemde insan şeklini, heykelini yapmaksa, bunun getirisini, götürüsünü iyi düşünmek gerekir. Bildiğiniz gibi, diğer suretler, heykeller hakkında farklı görüşler mevcuttur. Fakat, sanal alan, daha ehven bir saha olarak görülmektedir. Eğer bu tasarımla, insanlığa faydalı bir şeyler sunuluyorsa, bunda bir sakınca yoktur.

Örneğin kıyafet tasarlama açısından bir insan figürü resmediliyor, çiziliyor ise haram ve günah denilemez. Ancak resmedilen insan figürleri İslam'ın meşru saymadığı, haram kabul ettiği bir takım yerlerde kullanılıyor, onlara malzeme teşkil ediyor ise buna caiz demek hiç mümkün değildir. Mesela, çizilen resimler pornografik bir takım internet siteleri veya mecmualar için malzeme olur ise kesinlikle haramdır.

Genel ahlak kurallarına uygun olmak kaydıyla resim yapmakta ve karikatür çizmekte bir sakınca yoktur.

37 İslamiyet ile bilim birbirlerine mani midir, çelişir mi?

İlim, Allah'ın kainatta koyduğu kanunların insanlar tarafından keşfedilmesidir. Bu bakımdan fenni ilimlerin her biri Allah'ın varlık ve birliğini ve sonsuz gücünü bizlere göstermektedir.

Din bilimle ters düşmez. Çünkü bilimin gerçekçi olarak ifade ettiği konularda dinle tamamen ittifak etmektedir. Bu bakımdan dinimiz mutlak doğru olan bilimsel çalışmaları hiç bir zaman reddetmediği gibi aksine kabul etmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de geçen bir çok bilimsel ayetler mevcuttur ve bugün bilim de bunu teyid etmektedir.

Bilimin her yaptığı çalışma doğru sonuçlar vermeyebilir. Mesela, bugün bilim tarafından doğru kabul edilen bir olgu yarın reddedilebilir ve ona zıt bir olgu kabul edilebilir. Ancak Kur'an-ı Kerim'de geçen ifadelerin hiç birisinin aksi isbat edilememektedir. Demek ki bilimsel çalışmalarımızda Kur'an-ı Kerimi kendimize kılavuz edinmeliyiz ki doğru neticelere varabilelim. Aksi takdirde Kur'an-ı Kerim'e zıt düşen hiç bir çalışma bilim tarafından geçerlilik kazanamayacaktır.

Terakkinin kaynağı ilimdir. İnsanlar için kaçınılması gereken en büyük düşman cehalettir. Çünkü bütün terakki ve tekamüllerin engeli, bütün tedennilerin kaynağı cehalettir. Kur'an, yüzlerce ayet-i kerimesinde insanları dinî ve dünyevî ilimleri öğrenmeye teşvik eder. Bunlardan ikisini takdim edelim:

"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 39/9)

"Eğer bilmîyorsanız, zikir (ilim) ehline sorun." (Nahl, 16/43)

Peygamberimizin (asm) ilme teşvik eden pek çok hadis-i şerifleri vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:

"Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz."

"Her şeyin bir yolu var; cennetin yolu ilimdir."

"İlim Çin'de bile olsa, gidiniz, alınız, tahsil ediniz."(Beyhaki, Şuabu'l-İman, Beyrut, II/254)

"Hikmet müminin yitik malıdır. Nerede bulsa alır." (Tirmizi, İlim 19)

"Kadın ve erkek her Müslüman'a ilim öğrenmek farzdır." (İbn Mace, Mukaddime, 17)

Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz (asm), Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde ilk iş olarak mescit ile birlikte medresesini tesis etti. O medresede okuyan o günün talebelerine "Ehl-i suffa" deniliyordu. Bunlar bütün hayatlarını ilim ve irfana vakfetmişlerdi. Günümüze kadar gelen bütün İslâm mektep ve medreselerinin temeli bu Suffa Medresesidir.

Eğer din gelişmeye engel olsaydı, Asr-ı saadetteki gözler kamaştıran o terakki, Avrupa'nın üstadı olan Endülüs'teki o tekamül, dünyayı hayrette bırakan Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri vücuda gelebilir miydi?!. İslâm aleminde İmam Gazali, İbn-i Sina, Farabî, İmam Rabbani, Mevlâna Celaleddin Rumî gibi binlerce ulema ve hükema yetişebilir miydi?!.

İslâm'ın ilme karşı olmasının düşünülemeyeceğini Bediüzzaman Hazretleri şöyle dile getiriyor:

"Köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir." (Muhakemat, 10)

Günümüz Müslümanlarının, bilim ve teknoloji sahasında istenilen seviyeye gelmedikleri bir gerçektir. Fakat bu geri kalmışlığın sebeplerini, İslâmiyet'e mâl etmek ve onda aramak gerçeği kesinlikle aksettirmez. Bazı çevreler, fennin her keşfini, dine karşı kazanılmış bir zafer gibi ilan ediyorlar. Bu, fenni inkar eden bir batıl din için doğru olabilir. Ama, bir Müslüman bu tür gelişmeleri, "Allah'ın kudret kitabı olan şu kainattan bir sırrın daha çözülmesi" şeklinde değerlendirir. Yeni keşifleri duydukça, Allah'ın ilmine ve hikmetine karşı hayranlığı ve hayreti daha da artar.

Konunun çok önemli bir yanı da şudur: Hakk kitaplarının en sonuncusu ve en mükemmeli olan Kur'an-ı Kerim'de insanları fen bilimlerinden yasaklayan bir tek hüküm mevcut değildir. O halde bazı kimselerin İslâm'ın bilim ve tekniğe karşı olduğunu iddia etmeleri tamamen dayanaksız ve kasıtlıdır. Müslümanların İslâm ruhundan uzaklaştıkları, daha doğrusu, planlı bir şekilde uzaklaştırdıkları son bir asırlık dönemi esas alıp, on dört asrın bütün terakki ve tekamüllerini görmezlikten gelmek insaf ölçülerine sığmaz.

38 Televizyon izlemek günah mı?

Televizyon seyretmenin günah olup olmaması, tamamen programa bağlı bir durumdur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Televizyondaki görüntülere bakmak caiz mi?

39 Üniversitede okumak veya çalışmak ilim tahsiline girer mi? Üniversitede çalışan bir öğretim üyesi hangi durumlarda ilim tahsil eden bir talebe veya alim olabilir? Talebe-i ulûm nasıl olur? Yaptığı yayınlardan hangi durumlar sevap alabilir? ...

Üniversitede okumak veya çalışmak ilim tahsiline girer mi? Hem fen ilimlerini hem dini ilimleri tahsil edip bunları hayata tatbik etmek nasıl mümkün olur? İslam alimlerinin hayatlarını okuduğumuzda pek çok icatlar yaptıklarını görüyoruz. Üniversitede çalışan veya okuyan insanlara tavsiyeleriniz nelerdir ?

Takdir edersiniz ki, "talebe-i ulûm" kavramı sırf öğrenciler için kullanılan bir terimdir. Ancak, genel olarak ilmi talep etme hususu, sadece öğrencilere ait olmayıp öğretmenleri de içine almaktadır. Bu anlamda, her öğretmen de bir "talebe-i ulûm"dur. Çünkü bir öğretmen, ilmi araştırıp öğrenmeden onu öğretemez. Ayrıca onun hocalık sevabı da vardır.

O halde, bir öğretim üyesinin "talebe-i ulûm" sınıfına girip girmemesi, kendi görevini hakkıyla yerine getirip getirmemesiyle ilişkilidir.

Bilindiği üzere, bir hocanın görevi, öğrenciyi yalnız ilgili konularda bilgilendirmek değil, aynı zamanda onu -hayata hazırlamak için- gereken donanıma sahip kılmaktır. Bu da bu dünya ve öbür dünya için faydalı olan her türlü ilmi, bilgiyi öğretmek, onu pratikte yaşanır, uygulanabilir hale gelmesine gayret etmekle mümkündür.

"Yaratan Allah'ın adıyla oku." (Alak, 96/1)

mealindeki ilk inen ayette, ilimler kategorize edilmeden tavsiye edilmektedir. Tek şartı, onun Allah'ın adıyla okunmasıdır.

Aslında bütün ilimler Allah'ı hatırlatıyor; bu pencereyi açmak ise öğretmenin görevidir.

Şu tartışılmaz bir gerçektir ki, insanları yalnız bu dünya hayatı değil, aynı zamanda öbür dünya hayatı da oldukça ilgilendirmektedir.

Abdullah b. Amr b. As anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) bir keresinde mescidinde iki ayrı grubun bir halka kurduklarını gördü ve:

"Bu her iki grupta da hayır vardır. Ancak bunlardan biri ötekinden daha hayırlıdır."

"Bunlardan bir grup, oturup Allah'a dua ediyor, dilekleri için Ona yakarıp yalvarıyorlar. Buna karşılık Allah dilerse onların istediklerini verir, dilerse vermez."

"Diğer gruba gelince, onlar fıkıh ve ilim öğreniyor ve öğrendiklerini bilmeyenlere öğretiyorlar. Onun için bunlar daha faziletlidir. Ben de ancak bir muallim olarak gönderildim, diye buyurdu ve onların yanında oturdu."
(Darimi, Mukaddime, 32).

Burada görüldüğü gibi, öğrencilikle öğretmenlik iç içe sergilenmiştir.

"Ya âlim/hoca, ya öğrenci veya dinleyici ol; dördüncüsü olma; helak olursun."(Aclunî, I/148)

mealindeki hadiste de öğretmen ile öğrencinin faziletlerine işaret edilmektedir.

Hz. Peygamber (a.s.m)'in

"Allah'ım! Senden faydalı ilim, temiz/helal rızk ve kabul gören/makbul olan amel istiyorum."(İbn Mace, İkamet, 32)

"Allah'ım! Duyulmayan/dikkate alınmayan sözden, yükselmeyen amelden, korkmayan kalpten/sana karşı saygılı olmayan gönülden ve faydası olmayan ilimden sana sığınırım!"(Ahmet b. Hanbel, III/192)

şeklinde dua etmesi, ilmin din ve dünya için faydalı olmasının gereğini ortaya koymaktadır.

Tıp, mühendislik, bilgisayar, sosyoloji, psikoloji, psikiyatri, işletme, idarecilik vs. ilimlere insanlığın ihtiyacı olduğuna göre, bu ilimleri insanlığın faydasına sunmak da son derece sevaplıdır.

Hiç şüphesiz, ilimlerin en şereflisi, insana en kısa yoldan Allah'ı tanıtan, onun büyüklüğünü kalplere yerleştiren, onun harika sanatlarını, nimetlerini göstererek sanattan sanatkâra, nimetten nimet verene karşı bir pencere açan ilimlerdir. Başta iman esaslarını ders veren akait ilimleri olmak üzere, tefsir, hadis fıkıh ilimleri gibi doğrudan Allah'ı ve Onun emir ve yasaklarının ne olduğunu ders veren ilimlerdir.

Astronomi, jeoloji, botanik, jinekoloji/cenin, fizik, kimya gibi ilimlerin bu konudaki faydaları tartışılmazdır. Bunlardaki yan etkiler, onları yanlış yorumlamakla zehir haline getirenlerin düzeysiz fikirlerinin ürünüdür. Bunun sebebi ise, tek kanatlı olmaktır. Oysa iki dünyalı olarak yaratılan insanın iki önemli mekanizması vardır. Her ikisini de doyurmayanlar ilim açısından açlığa ve dolayısıyla, bu açlığın verdiği baş dönmesinin bir sonucu olarak doğru yoldan sağa-sola yalpa yapmaya mahkûm olacaklardır.

Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder.  ( bk. B. Said Nursi, Münazarat)

Yani, vicdanın ışığı, dînî ilimlerdir. Aklın nuru ise, fen ilimleridir. Bu ikisinin bir arada okunmasıyla hakikat tecellî eder. Ve bu iki ilim dalıyla kanatlanan talebenin himmeti/gayreti/kabiliyeti inkişaf eder ve durmadan yükseklere uçar. Bu iki ilim, birbirinden ayrıldığı, yalnız bir tanesi okunduğu zaman, dinî ilimlerde taassup, fen ilimlerinde ise hile, şüphe ve tereddütler ortaya çıkmaya başlar. Bu nedenle din ilimleriyle fen ilimleri beraber okunmalı ki taassup ve şüphe olmasın.

İlave bilgi için tıklayınız:

İlim talebesi olarak ölmek bize ne kazandırır? Nasıl ilim talebesi olunur? Azrail (a.s) canımızı nasıl almaya gelir?..

40 Bazı taşların insandaki negatif enerjiyi alarak hastalıklara (ruhi rahatsızlıklara, depresyona vs. ) iyi geldiği belirtilmektedir. Bunları takmak dinen caiz mi?

Bazı taşların özelliklerinden dolayı insandaki hastalıklara iyi geldiği bilim tarafından da kabul edilen bir gerçektir. Bu bakımdan şifa niyetine bu taşların takılmasında bir mahzur yoktur. Ayrıca bu taşları takarken de tıbbi tedaviyi de ihmal etmemek gerekir.

Şu husus unutulmamalıdır ki,
o taşları yaratan ve onlara o özelliği veren Allah'tır. Bu bakımdan nasıl ki bir ilacı içerken şifayı verenin Allah olduğuna inanıyor ve ilacı bir vesile biliyorsak, bu taşların da bir vesile olduğunu ve şifayı verenin Allah olduğunu unutmamak gerekir.

41 Şifa ilaçtan mıdır?

"Plâsebo"yu sözlükler “hastayı tatmin etmek için verilen te’sirsiz madde” veya “Hastanın faydasına olmaktan ziyâde, onu memnun etmek için uygulanan madde” olarak tarif ederler.

Yeni bulunan bir ilâcın başarılı olup olmadığı denenirken plâsebolardan faydalanılır. Hastaların bir kısmına tesir ettiği iddia edilen madde; diğer kısmına ise içinde bir şey olmayan, tadlandırılmış boyalı su veya haplar verilir. İşte bu sahte ilâcın adı plâsebodur. Plâsebo, diğer maddeyle aynı ambalâj ve görünüşle sunulur. Ve aradaki tedavi farkı değerlendirilerek, yeni ilâcın te’sirli olup olmadığı ispat edilir.

Başağrısı, uykusuzluk, anksiete (yersiz endişe), çeşitli ağrılar, korku, sıkıntı, deniz tutması gibi pek çok rahatsızlıkta, plâsebo ile oldukça iyi sonuçlar alındığı dikkati çeker. Plâsebo verilen 10 hastadan 6’sının başağrısı geçmişse, analjezis (ağrı dindirici) alan 10 hastadan yine 6-7’sinin düzeldiği hayretle müşahede edilir.

Doktorlar, uykusuzluk şikâyeti ile gelen hastalara, alışkanlık yaptığından dolayı uyku ilâcı vermek istemezler.

Bunun yerine verdiğimiz plâsebonun genellikle ilâçlar gibi iyi sonuçlar verdiğini görürüz. Yâni, tıbben uykuyu kolaylaştırıcı hiçbir te’sirli maddeye sahip olmayan haplar, hastayı mışıl mışıl uyutabilmektedir. Tabiî hasta, hapların kendini uyutacağına ikna edilmişse...

Âcil servise bazen şiddetli sıkıntı, başağrısı, sancı gibi bir krizle ve “falanca” iğnenin kendisine vurulduğu zaman düzeldiğini söyleyen hastalar gelir. Bunlara, kendilerine iyi gelen iğnenin o olduğu söylenerek, “serum fizyolojik” adlı plâsebo enjekte edildiği zaman, hastanın gerçekten düzeldiği dikkati çeker. Krizi ilâç değil, hastanın inancı yenmiştir.

Bazı hastalarla karşılaşırız, bir doktorun verdiği ilâçlar yaramazken, bir başka doktorun yazdığı ilâcı “Bu beni iyi etti.” diye gösterirler. İki ilâcı, karşılaştırdığımızda, sadece piyasa isimlerinin farklı olduğunu ve içlerinde aynı maddeyi taşıdıklarını görürüz.

Plâsebonun te’siri üzerine çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Başarıda; tedaviye olan inançla, iyi olma arzusu ve iradesi büyük bir rol oynar.

Plâsebonun te’sir edişinde, doktora güvenmenin veya hastaya bakan hemşirenin davranışlarının da rolü büyüktür. Meselâ, hekimin öğretim üyesi olması, hastasını bıkmadan dinlemesi ve özenle muayene ederek ona güven vermesi, tedavinin başarısını büyük ölçüde artırır. Hastaya bakan hemşîrenin kendisi plâsebonun te’sirine inanmazsa, tedavinin başarı şansı da oldukça düşmüş demektir.

Plâsebo haplarının dış görünüşleri de hasta üzerinde büyük rol oynar. Fazla büyük ve ufacık haplar, orta büyüklükte olanlardan çok daha iyi te’sir etmekte; kırmızı, sarı veya kahverengi olanlar ise, yeşil ve mavi plâsebolara oranla üstün tutulmaktadır. Öte yandan acı hapların ve alışılmadık târifelerin -meselâ günde 10 damla yerine 9 damla- te’sirleri daha çok olmaktadır.

Ağrı veya ıstırapların plâsebo ile birdenbire kaybolmasının, kuruntudan ibaret olmadığı da gösterilmiştir.

Plâsebolar ve daha başka yardımcı araçlar, vücutta ölçülebilen te’sirlere sebep olurlar. "Plâsebo"ya inanç, birtakım ağrı hafifletici maddeler (beyindeki endorphinler gibi) üretilmesine sebep olmaktadır.

Bugün vücuttaki hastalıkların hepsinin % 50-80 oranında ruhî sistemimizle alâkalı olduğu kabûl edildiğine göre, plâseboların bu geniş ölçüdeki te’sirleri de bize şaşırtmamaktadır.

Plâsebonun bu kadar müessir oluşu, bize şifânın ilâçlardan olmadığını ve Allah’tan geldiğini göstermektedir. İlâç sadece vesiledir. Cenâb-ı Hak şifâ murad etti mi, boyalı su bile faydalı olmakta, etmediğinde ise hasta için ne yapılsa fayda etmemektedir.

42 İslam'ın bilime, yeniliğe bakışı nasıldır?

İlim, Allah'ın kainatta koyduğu kanunların insanlar tarafından keşfedilmesidir. Bu bakımdan fenni ilimlerin her biri Allah'ın varlık ve birliğini ve sonsuz gücünü bizlere göstermektedir.

Din bilimle ters düşmez. Çünkü bilimin gerçekçi olarak ifade ettiği konularda dinle tamamen ittifak etmektedir. Bu bakımdan dinimiz mutlak doğru olan bilimsel çalışmaları hiçbir zaman reddetmediği gibi, aksine kabul etmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de geçen birçok bilimsel ayetler mevcuttur ve bugün bilim de bunu teyid etmektedir.

Bilimin her yaptığı çalışma doğru sonuçlar vermeyebilir. Mesela, bugün bilim tarafından doğru kabul edilen bir olgu, yarın reddedilebilir ve ona zıt bir olgu kabul edilebilir. Ancak Kur'an-ı Kerim'de geçen ifadelerin hiçbirisinin aksi isbat edilememektedir. Demek ki bilimsel çalışmalarımızda Kur'an-ı Kerimi kendimize klavuz edinmeliyiz ki doğru neticelere varabilelim. Aksi takdirde Kur'an-ı Kerime zıt düşen hiçbir çalışma bilim tarafından geçerlilik kazanamayacaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- İslam aleminin bugünkü cehaletini ve geri kalmışlığını bahane ederek İslam'a karşı çıkanlara nasıl cevap veririz?

- İlimle bilim arasındaki fark nedir?

- Bizi geri bırakan İslâm mı?

43 Hayale dayanan roman yazmak veya bunu okumak caiz midir?

Hayale dayanan roman; fayda verip İslâm'a ve güzel ahlâka hizmet ederse caizdir; neslin âkidesini ve ahlâkını bozup gerçekleri değiştirirse haramdır.

Mesela: Makâmât-ı Harir'de al-Hâris bin Humman eI-Sürûcî'den rivayet edilen hikâyelerin esası yoktur. Buna rağmen faydalı olduğu için okunmasında bir sakınca görülmemiştir.

Fıkralar da hikayeler gibi değerlendirlir. Buna göre İslam Dininin inanç ve ibadet esaslarına aykırı olmayan yazıları okumanın bir sakıncası olmaz.

(İbn Abidin, V/260; Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar, II/203)

44 İslamiyet'e göre insanlığın annesi birdir, bilim bu gerçeği nasıl karşılamaktadır?

Ekim 1987’de Chicago’da Amerika Antropoloji Enstitüsünde Rebecca Cann, aylardır süren araştırmasını “Havva Hipotezi” diye özetliyordu. Rebecca Cann, yakınlarda keşfedilen bir biyolojik gerçekten yola çıkarak, hücrenin küçük bir organcığı olan mitokondri DNA’sının, hücre çekirdeğindeki DNA’dan farklı olduğunu tespit etmişti. Çekirdekteki DNA, nesiller boyu yeni yeni kombinezonlara girerken, mitokondri DNA’sı hiç kombinezonlara girmeden, aynen aktarılıyordu. Yani, bir annenin mitokondri DNA’sı, çekirdek DNA’sı gibi babanın DNA’sına karışmıyor; kendi çocuklarına aynen geçiyordu. Onun kızları da kendi kızlarına, onlar da kendi kızlarına... mitokondri DNA’sını olduğu gibi aktarmaktaydı.

O hâlde, şu andaki kız çocuklarının mitokondri DNA’larına bakılarak, neden Hz. Havva’ya kadar gidilmesindi? Ve Rebecca Cann, doğuma hazırlanan 147 hamile kadının doğumdan sonra rahimden atılan plasentalarını aldı. Kimi Asyalı, kimi Orta Doğulu, kimi Afrikalı, kimi Avrupalı olan bu kadınların plasenta dokularından elde ettiği mitokondri DNA’larını birbirine kıyasladı.

Aynı sıralarda, Emory Üniversitesinden bir grup genetikçi, dört ayrı kıtadan toplam 700 insanın kanını bir araya toplayıp, kan hücrelerinin mitokondri DNA’larını incelemeye koyuldular.

Sonra, her iki araştırmanın sonuçları birleştirildi. Görüldü ki, ayrı kıtalarda yaşayan farklı ırk mensubu insanların mitokondri DNA’ları arasında hemen hemen hiç fark bulunmuyor; DNA’ların hepsi, gele gele tek bir kadında noktalanıyordu. Araştırmaları baştan sona izleyen Allan Wilsan’a göre “Hepimizin ortak bir annesi olmalıydı.”

Ünlü paleontolog Stephen Jay Gould da bu görüşü destekliyor. “Havva Hipotezi” için, “Kalıbımı basarım, müthiş bir buluş bu. Çünkü, hepimizi, şimdiye kadar fark etmediğimiz yakınlıkta, birer biyolojik kardeş yapıyor.”

“Aynı ailenin çocukları gibi” diye tamamlıyor, California Üniversitesi biyologları.

Evrimci bir paleontolog ise, “DNA’lardan elde edilen bu yeni bilgiler öylesine hassas, öylesine gerçek ki, bizim anlattıklarımızın hepsi, bir anda kocakarı hikayesine dönüverdi.” diyerek,

 “Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık.” (Hucurat, 49/13)

ayetini bilmeyerek tasdik ediyorlardı.

45 Hz. İsa'nın babasız doğuşunu aklına sığıştıramayanlar oluyor; bunlara nasıl bir açıklama getirebiliriz?

Bir çok kimsenin merak ettiği hususlardan birisi de Hz. İsa (as)'ın babasız dünyaya gelmiş olmasıdır. Bunu bazıları akıllarına sığıştıramıyor.

Burada bizi yanıltan şey, meseleye bakış açımızdır. Yani, Allah'ın yaptıklarıyla kendi yaptıklarımızı aynı kefeye koyarak mukayese ediyoruz. Bilmeliyiz ki, bizim için yapılması imkânsız olan şeylere Allah'ın “ol” demesi kâfidir. Aslında babasız meydana gelen sadece Hz. İsa (as) değildir. Canlılar dünyasında bunun pek çok misalleri vardır. Arılar bunlardan sadece birisidir.

Bilindiği gibi, her kovanda bir ana arı bulunur. Ve hayatında, bir defa çiftleşme uçuşuna çıkar. Bu uçuş sırasında en hızlı erkek arı ile çiftleşir ve ondan aldığı spermalar (erkek üreme hücreleri) bir kese içerisinde depo edilir. Kovana döndükten sora ana arı yumurtlamaya başlar. Yumurtalar, spermaların bulunduğu kesenin yanından geçerler. Bu esnada bazı yumurtalar spermalar tarafından döllenir, bazıları ise hiç döllenmeden çıkarlar. İşte döllenen yumurtalardan dişi arılar, sperma ile döllenmeyen yumurtalardan ise erkek arılar meydana gelir. Biz bu tip üremeye biyolojide "Partenogenetik üreme" diyoruz.

İsa (as)'ın babasız oluşunu, "aklımız almıyor" diye inkâr edersek, yeryüzünde her yıl milyarlarca babasız erkek arının meydana gelişini nasıl açıklayabiliriz?..

Bir başka örnek de yaprak bitleri (Afidler)'dir. İlkbaharda bazı bitkilerin yaprak ve tomurcuklarından özsu emerek yaşıyan bu böcekler, çiftleşmeksizin (yani babasız olarak) yavrular doğururlar. Bu yavruların tamamı dişidir. Ancak sonbaharda erkeklerle çiftleşen böcekler doğurmayıp yumurtlarlar. Döllenmiş bu yumurtalardan ilk baharda dişi yavrular çıkar. Erkekler sadece sonbaharda hasıl olurlar.

Su pireleri (Dafnialar) da belirli bir mevsimde partenogenetik (yani babasız olarak) üreme gösterirler. Döllenmemiş yumurtalardan yavrular çıkar.

Dikkat edilirse, gerek yaprak bitleri ve gerekse su pirelerinin babasız üremeleri, devamlı değildir. Sadece belirli mevsimlerde olur. Yani Cenab-ı Hak manen diyor ki: 

"Üreme kanunumu istersem hikmetime göre değiştirebilirim. Canlıları, babalı olduğu gibi, babasız da yaratabilirim. Sebepler sizi aldatmasın."

Bu örnekleri daha da artırmak mümkündür. Karıncaların, uyuz böceklerinin ve solucanların bazıları ile portakal pamuklu bitleri de partenogenetik olarak (babasız) ürerler.

Anne ve babamız, dünyaya gelmemizde birer sebeptirler. Bundan başka bir rolleri var mıdır? Mesela, gözlerimizi ve ellerimizi annemiz mi verdi, yoksa babamız mı? Hele akıl, hafıza, hayal, sevgi, nefret ve şefkat gibi manevi cihazlarımızı nereden aldık?.. Tek bir hücreden gelişerek meydana gelen bu vücut yapımızı bir düşünelim. Hangi kudret sahibi bu harika yapıyı o tek hücreden çıkardı?..

Madem biz varız, kendimizi inkâr edemiyoruz ve madem tek bir hücreden yaratılmışız. Bunu da biliyoruz. Böyle bir ilim ve kudret sahibi bizi neden annesiz ve babasız yaratamasın? Zaten anne ve babamızı da yaratan O değil mi?

Dünyada cereyan eden üreme kanunlarının hepsi de erkek ve dişi vasıtası ile olacak diye bir kural yoktur. Bakteriler bir kaç saat içinde neslinin neslini görebilecek kadar hızla ürerler. Fakat ne anne var ne de baba!.. Bir bakteri ortadan ikiye bölünüyor ve iki bakteri oluyor.

Diğer taraftan milyonlarca bitki ve hayvan türünün ilk yaratılışının da annesiz ve babasız olduğunu unutmamak gerekir.

Her kanunun bir istisnası bulunabilir. Anne ve baba vasıtasıyla dünyaya gelme kanununun bir istisnası olarak Hz. İsa (as) yaratılmıştır. Bununla insanların imtihanı söz konusudur. Hikmet-i İlahi böyle istemiştir. Çünkü Hz. İsa (as) büyük peygamberlerdendir. Peygamberlere Allah tarafından verilen mucizeler ise, zamanlarındaki insanlar hangi hususta ileri iseler, o çeşitten olmuştur. Hz. İsa (as) zamanında tıp ilmi revaçta olduğundan, onun mucizesi de tıpçıları aciz bırakacak olan babasız yaratılma şeklinde olmuş ve bu, hayatında ölüleri diriltme gibi mucizeleriyle devam etmiştir.

Hz. İsa (as)'ın babasız oluşu, ne Cenab-ı Hakk'ın kudretine noksanlık ne de ilmine bir eksiklik getirir. Tam aksine, istediğini istediği gibi yaratabileceğini gösterir. Bu hadise ile O, bizim, sebeplerde boğulmamamızı ihtar ediyor. Anne ve babanın birer sebep olduğunu, hikmeti gerektirirse insanları ve hatta bütün canlıları anne-babasız da yaratabileceğini gösteriyor.

46 İbrahim Hakkı Hazretlerinin yaptığı ayna hakkında bilgi verebilir misiniz?

İbrahim Hakkı hazretleri, 1703’te Erzurum’un Hasankale kasabasında doğdu. 1781’de Siirt’in Tillo kasabasında vefat etti. Orada hocası Fakirullah Hazretleri’nin yanına defnedildi.

İbrahim Hakkı Hazretleri; tefsir, hadis, fıkıh gibi nakli ilimler yanında akli ilimlerde de zamanın alimlerinden olduğu gibi, biyoloji, kimya, fizik, matematik ve astronomiye kadar devrindeki bütün ilimlerle meşgul olmuş, ayın hareketlerini incelemiş, arz küresinin enlem ve boylamlarını belirtmiştir. Namaz vakitleri için cetveller yapmıştır. Canlılar hakkında çeşitli teoriler öne süren Fransız doktoru Lemarc, İngiliz Darvin, Hollandalı Hugo de Vires gibi batılı ilim adamlarından çok önce canlılar hakkında, en basitinden en mükemmeli olan insana kadar düzgün bir tekâmül olduğunu yazmıştır.

Canlıların hepsinin ayrı ayrı cinsler olduğunu belirtmiştir. Dünyayı çevreleyen hava tabakasının çeşitli katlarında cereyan eden klimatojik değişmelerin, güneş ısısının yerden yansımasından ileri geldiği ve bu yansımaya en yakın bölgelerde havanın daha sıcak olacağı, yükseklere çıktıkça sıcaklığın düşeceği gibi tespitleriyle, bugünkü bilim seviyesi yaklaştığı kabul edilmektedir. Yıldırım ve gök gürültüsünün mahiyeti, ışık dalgalarıyla ses dalgalarının yayılışındaki zaman farkı, sis, su buharı, kırağı gibi meteorolojik olayların izahında İbn-i Sina’dan faydalansa da kendi gözlemlerini kullanmıştır.

İbrahim Hakkı Hazretleri, hocası Fakirullah Hazretlerinin türbesinin karşısında bulunan tepeye bir ayna koymuş ve aynadan gelen ışığı da türbenin penceresinden hocasının türbesinin tepesindeki prizmaya yansıtmış. Prizmada ayrışan ışık kümesi tam da hocasının mezarının başucuna iniyor. Ve bu, sadece yılda bir kez, o da 21 Mart Nevrûz günü hava açıksa gerçekleşiyor.

İbrahim Hakkı Hazretleri Marifetname’nin 8. bölümünde geometrik şekilleri dört madde halinde tahlil etmiştir. Aynanın da yer aldığı dördünce maddede ilgili yeri aşağıda takdim etmiş bulunuyoruz:

“Ey aziz, malûm olsun ki, (…)Yüksekteki şeylerin yüksekliklerinin ne miktar olduğunu bilmenin kolay yolu budur ki: düz bir yerde bulunan yüksek nesnenin taşının düşüş yerine ulaşmak mümkün ise; o düz yerde boyundan daha uzun bir mızrak dikip, ondan o kadar uzaklaşırsın ki, görüşün o mızrağın tepesinden geçip, o yüksek şeyin tepesine vara. Bundan sonra durduğun yerden, o yüksek şeyin taşının düşüş yeri olan aslına varıncaya değin, ayak ile, ya başka eşya ile ölçüp, bulduğun toplamı, mızrağın senin boyundan fazla olan kısmına çarparsın. Sonra elde ettiğin sayıyı, durduğun yerle o yüksek şeyin, mızrağın tamamının arasındaki mesafeye bölüp, bölüme kendi boyunu eklersin; ne miktara ulaştıysa, işte o yüksek şeyin yüksekliği odur."

"Öteki çözüm yolu da budur ki: O yüksek şeyin yakınında olan düz yer üzerinde bir ayna koyup, ondan uzaklaşırsın. O kadar gidersin ki, o aynada yüksek şeyin tepesini seyredesin. Sonra ayna ile yüksek şeyin arasındaki mesafeyi boyuna çarparsın ve çarpımı, durduğun yerle aynanın arasındaki mesafeye bölersin ve işte bölüm o yüksek şeyin yükseklik mesafesidir. Zira ki, boyunun, durduğun yerle aynanın arasındaki oranı; o yüksek şeyin ayna ile kendi aslı arasında olan oranı gibidir. "

"Şu halde bilinmeyen, ortalardan biridir. Çünkü dörtlü orantıdan boyun yüksekliği ilktir ve ayna ile durulan yerin arası mesafesi ikincidir. Yüksek şeyin yüksekliği ise üçüncüdür. Ayna ile yüksek şeyin aslı dördüncüdür. Burada bilinmeyen üçüncüdür. Vakta ki, iki tarafın çarpımını bilinen ortaya bölersin; bilinmeyen bölüm olur."

"Bir yolu dahi budur ki: Bir asa dikip, gölgesinin sana olan oranını bilirsin. Şu halde yüksek olan şeyin gölge vaktinden, yükse şeyin yüksekliğini bilirsin. Güneş ufuktan kırkbeş derece yükseldikte; her nesnenin gölgesi, kendisi kadar olur. Şimdi, geometriden bu miktarca yazıldıkta; Allah Taâlâ'nın: "Göklerin ve yerin melekûtuna bakmazlar mı?" (7/185) remzi, âlemin yapısından da bir miktarca yazmağa gerektiren sebep olmuştur. Ta ki, en yüze istek olan Mevla'yı tanımaya yardımcı ola.”

47 Kalp ile ruh arasındaki bağlantı nasıldır?

Bilindiği üzere insanda iki çeşit kalp vardır. Biri manevi kalptir ki, bazen aklı da ihtiva eden hissiyatın makesi bir latife-i Rabbaniyedir. Biri de biyolojik kalptir ki, sol memenin altında bulunan, kozalak şeklinde bir cisimdir ki, kanın bedendeki akışını sağlayan ve onu her tarafa pompalayan bir maddî mekanizmadır. Bu iki cihazın aynı isimle anılmasının sebebi, ikisinin de daima hareket halinde, çalışır durumda olması, birinin maddî hayatın devamı, diğerinin ise manevî hayatın devamının sigortası olmasıdır.

Ruh, bu her iki kalp için de gereklidir. Ruh olmadığı zaman ne maddî kalp ne de manevî kalbin çalışması söz konusu olabilir. Özellikle maddî kalp dediğimiz organımız ruh için bir alet hükmündedir. Göz ve kulak ruhun görmesi ve işitmesi için birer pencere olduğu gibi, kalp mekanizması da bedenin biyolojik hayatını sağlamak için ruhun kullandığı bir aygıttır.

Kalbin nakli de diğer organların nakli gibi belli bazı şartlar altında gerçekleşir. Yeniden çalışabilecek bir konumda olması halinde, başka bir bedene nakledilse bile o yeni ruhun kullanabileceği bir alet olarak yine asıl fonksiyonunu icra edebilir.

Deyim yerindeyse, bir ampul hangi elektrik mekanizmasına takılırsa takılsın, elektrik akımını alabildiği ve ışık verebildiği gibi, biyolojik kalp ampulü de ruh akımının bulunduğu hangi bedene takılırsa takılsın, canlanır ve hayat yansımalarını gösterir. Bunların hepsi Allah’ın ezelî ilmiyle programladığı kanunlar çerçevesinde ortaya çıkar.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Ruh nedir, ruhun mahiyeti anlaşılabilir mi? ...

Ruhun aletleri nelerdir, nefis dahil midir? ...

48 Allah'ın Rahim ismi ve kadınların gebelik organına bu ismin verilmesi?

Burada yanlış bir algılama vardır. Bu yanlış, gebelik organı anlamına gelen "rahim" kelimesinin kullanılmasındaki Türkçe telaffuz hatasıdır. Aslı “RHM / Rahm”dır. Allah’ın adı ise, hâ harfinin uzatılmasıyla; “Rahîm”dir.

Bununla beraber, her iki kelimenin kök harfleri aynıdır (RHM). İnsanın yaratıldığı merkez olan rahm/rahim ile Allah’ın Rahman ve Rahîm isimlerinin kök harflerinin aynı olmasının hikmetlerinden biri, merhamet kavramında yoğunlaşır.

Her yönüyle âciz, muhtaç, güçsüz, en küçük bir mikroba mağlup düşecek kadar perişan olmakla beraber; arzu ve istekleri ebede kadar uzanan insanın en çok muhtaç olduğu şey merhamettir, şefkattir, inayettir, himayettir.

İşte, insanın yaratıldığı mekâna -Rahman ve Rahim isimlerini çağrıştıran bir kelime olarak- "Rahm" adının verilmesinin bir hikmeti, onun Rahman ve Rahim olan bir Rabbinin var olduğunu, her an kendisini himaye ettiğini ve edeceğini hatırlatıp, onun yüzünü gerçek merhamet kaynağına çevirmektir.

Ceninin rahim içerisindeki konumu; şefkatle korunması, merhametle beslenmesi, muhtaç olduğu bütün mekanizmaların kendisi için titizlikle hazırlanması bunun bir göstergesidir.

49 Zamanda yolculuk mümkün mü? Ancak gelceği Allah'tan başka kimse bilemez; o zaman geleceğe gitmek imkansız. Peki geçmişe gitmek, zamanda yolculuk yapmak dinen mümkün müdür? Bununla ilgili her hangi bir ayet veya hadis var mıdır?

Ayet ve hadislerde böyle bir şey açık olarak söz konusu değildir. Bunlar, şu anda birer teori olarak ortaya konmuş, bilim-kurgu hayallerin ürünüdür.

Manevî sahada derinleşen evliyaların, ruhânî yolculukları esnasında hem geçmiş hem de gelecek zamanda seyahat ettiklerine dair bolca misallerini İslamî literatürde görmek mümkündür.

Şimdiki durumu itibariyle fantastik bir faraziye de olsa, şu noktayı belirtelim ki, eğer maddi fenler ve teknoloji sahasında da, Allah böyle bir imkanı insanlara lütfederse, bu yine de gaybı bilme anlamına gelmez. Çünkü Kur'an'ın bilinmez dediği gayb, Allah'ın mutlak ilminde olan gaybdır. Allah bildirmezse bunu kimse bilemez.

Ancak, peygamberlerin ve evliyanın geleceğe ait haberler verdikleri bilinen gerçeklerdir. Bu gibi haberler de ancak Allah'ın bildirmesiyle mümkün olmuştur. Kaldı ki, eskiden bazı kâhinlerin gelecekle ilgili verdikleri haberlerinin kaynağı, göklerde hadiseleri konuşan meleklerden kulak hırsızlığı yaparak aşırdıkları sözler olduğunu bize bildiren hadisler vardır.

Ayrıca, atmosferin şartlarını değerlendirmek suretiyle yağmurun geleceğini tahmin edildiği ve bu gaybı bilmek olmadığı gibi, bilimsel olarak bazı ipuçları kullanarak bazı konularda doğruya yakın tahminler yürütmek de gaybı bilmek değildir.

50 Eski dönemlerde teknoloji gelişmiş midir?

Arkeolojik ve benzeri araştırmalar, daha önceki kavimler zamanında da ileri derece sayılan bazı teknolojik gelişmelerin var olduğunu göstermektedir. Hz. Nuh (as)’ın gemisi, Hz. Yusuf (as)’ın saati, Hz. Davud (as)'ın demir ve bakır gibi madenleri kullanması, Hz. Süleyman (as) zamanında Belkıs tahtının iki aylık bir mesafeden bir anda getirilmesi, Mısır Ehramları-piramitleri, Çin Seddi ve benzeri sanat harikaları o devirlerdeki önemli bir teknolojiden haber vermektedir.

Ancak bir tekâmül kanunu çerçevesinde şu ahir zamanda ilim ve teknoloji daha da zirveye ulaşacaktır. Dünyanın sonuna kadar gittikçe, ilmî inkişafların olması, kâinatta cari olan tekâmül kanununun bir gereğidir. Zirveye çıktığı varsayılan teknoloji, ilmin kendisi değil, onun bir parçasıdır. Allah'ın ilminin bir cilvesi olan ilimlerin en büyük görevi insanları marifetullaha, Allah'ı tanımaya götüren yolları göstermektir. İman ilminin sonu olmadığına göre, bildiğimiz ilimlerin de kıyamete kadar gittikçe ilerleme kaydetmesi gerekir.

Aşağıdaki ayetlerde de eski devirlere ait önemli teknolojik gelişmelere işaretler vardır:

“Firavun: 'Haman! Benim için bir kule inşa et, dedi. Umarım ki böylece yükselebilir, göklere yol bulur da Mûsâ’nın Tanrısına ulaşırım. Gerçi ben onun yalancı olduğunu zannediyorum ya!' İşte böylece, Firavun’un kötü gidişatı kendisine cazip göründü ve yoldan çıkarıldı. Sonuç itibariyle Firavun'un hilesi ve düzeni de tamamen boşa çıktı.” (Mümin, 40/36-37).

“Beldeler içinde benzeri yaratılmamış ve yüksek binalarla dolu İrem şehrinde oturan Âd kavmine; vâdideki kayaları oyup yontarak sağlam evler yapan Semud kavmine; çadırlı ordugâhlar, piramitler sahibi Firavun’a, Rabbinin ne yaptığını görmedin mi?” (Fecir, 89/6-10).

51 Ibrahim Hakkı Hazretleri hakkında bilgi verir misiniz?

İbrahim Hakkı Hazretleri, Hicri 1115, Miladi 1703 yılında Erzurum’a bağlı Hasankale İlçesi’nde doğmuştur. Babası Molla Osman, bir mürşit aramak maksadıyla Tillo’ya gelmiş, burada İsmail Fakirullah Hazretlerini bularak hizmetine girmiştir.

Okuma çağındayken İsmail Fakirullah’a talebe olup, o günün şartlarına göre çok ileri seviyede dini ve fenni ilimler tahsil etmiştir. Bunun üzerine hem dini ilimlerde, hem de fenni ilimlerde üstünlüğü ifade eden “Zülcenaheyn” yani “İki kanatlı” ünvanını elde etmiştir. Bu sırada hocası ve şeyhi olan İsmail Fakirullah’ın tarikatı olan “Uveysiyye” tarikatına intisap etmiştir.

Büyük mütefekkir İbrahim Hakkı Hz. hadis ve fıkıhta, tasavvuf ve edebiyatta, psikoloji ve sosyolojide, tıp ve astronomide ve pek çok ilim dalında büyük bir kudret ve yetenek göstermiştir. Doğunun yetiştirdiği bu büyük alim, kısa zamanda dünya çapında ün salmıştır. İslam alemine ve insanlığa bıraktığı değerli eserler, onun şahsiyetinin ve ilminin faziletini gösterir.

Hicri 1194, Miladi 1780’de 77 yaşında iken Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Kendi arzusu üzerine Mürşidi İsmail Fakirullah için daha önce yaptırdığı ve kozmografik bir özelliğe sahip olan türbede, mürşidinin ayaklarının ucuna defnedilmiştir.

İbrahim Hakkı’nın bazı eserleri:

1. Divan. Erzurumlu İbrahim Hakkı Divanı ismini taşır. İlâhiname, Aşknâme, Hz. Muhammed’i öven bir şiir ve kendi halini, niteliğini bildiren bir manzumesi vardır.

2. Marifetname. Ansiklopedi türündedir.

Birinci bölüm Fenn-i Evvel’dir. Allah’ın varlığını, birliğini anlattıktan sonra yalın ve bileşik cisimleri, madenleri, bitkileri ve nihayet insanı anlatır. Sonra geometri, astronomi ve takvim konuları yer alır. Coğrafyaya ait bölümünde yüz’den fazla ilin hangi enlem ve boylamda olduğunu göstermiştir. Ayrıca, “Hiçbir çağda yerin döndüğüne inananlar eksik olmamıştır.” demiştir.

İkinci bölümde fenn-i Sani, anatomi, fizyoloji gibi bilimler yer alır.

Üçüncü bölüm olan fenn-i Salis, dini, ilahi ve felsefi içeriklidir.

Marifetname, Arapça ve Farsça’ya da çevrilmiştir.

Ayrıca, İrfaniye, İnsaniye’dir, Mecmuat-ül Mani, Lubbul-Kutub, Rûz-Name gibi onlarca eseri vardır. (bk. TDV. İslam Ansiklopedisi, İsmal Hakkı Erzurumî md.)

52 Evrenin sonu var mıdır?

1. Kainat da mahluk olduğu için onun da bir sonu vardır. Ancak insanlar açısından büyüklüğü anlaşılamadığı için sonsuz denilmiştir.

İkinci sorunuzun cevabı için tıklayınız:

Sonsuzluk anlaşılabilir mi?

53 İslâmiyet ilme ters düşer mi?

İslâmiyet hiçbir zaman, hiçbir meselede fenne ters düşmemiştir. Bilakis onu teşvik etmiştir. Dini kaynaklar bunun güzel örnekleriyle doludur. Kur’an da kâinat da Allah'ın kitabıdır: Birincisi kelam sıfatından gelir, diğeri ise kudret sıfatından.

Bilim adamları, dine inansalar da inanmasalar da kâinat kitabını okumakta ve Yaratanın kudret eserlerini tefsir etmektedirler.

Her fen, kendine has bir dil ile devamlı Allah'ı bildiriyor. Mesela, botanik ilmi, bize bir ağacın özelliklerini anlatır. Ağacın topraktaki gıdaları nasıl aldığını, yapraklara kadar nasıl taşıdığını, meyvelerin nasıl meydana geldiğini, büyümenin ne şekilde olduğunu gösterir. Böylece, karşımıza hücrelerden oluşan, kökü, gövdesi, dalı, yaprağı, çiçeği ve meyvesiyle mükemmel bir makine çıkar. Üstelik de canlıdır. Şimdi insafla düşünelim: Bu harika makineyi akılsız, şuursuz, ilimden, iradeden ve kudretten mahrum basit bir toprak nasıl yaratır? Bitki alimlerinin dev laboratuarlarda bile bir tek yaprak yapmaya başaramıyorlar.

Yine bunun gibi zooloji ilmi, aklımıza bir hayvanın iç dünyasının kapılarını açtı. Her hayvanın harikulade birer fabrika olduğunu anladık. Arı, bal yapıyor; elsiz bir böcek olan ipek böceği ipek dokuyor; koyun süt üretiyor. Bunların her biri Rabbanî bir fabrikadır. Kendilerine isnat edilen o sanata mucizelerini kendi ilim, irade ve kudretleriyle yapmış değillerdir.

Misalleri çoğaltmak mümkündür...

54 Mobbing nedir; Müslüman mobbing yapar mı?

Mobbing, Latince'de; psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı vermektir. Özellikle hiyerarşik yapılanmış gruplarda ve kontrolün zayıf olduğu örgütlerde, gücü elinde bulunduran kişinin ya da grubun, diğerlerine psikolojik yollardan, uzun süreli sistematik baskı uygulamasıdır. Son dönemde sosyoloji ve hukuk başta olmak üzere çeşitli alanlarda disiplinler arası çalışılan bir konu haline gelmiştir.

Mobbing sözcüğü, önceleri çocukların birbiriyle olan zorbalık ilişkilerini tanımlamakta kullanılmıştır. İşyerlerinde de 1950-1960’lı yıllarda yapılan araştırmalar, mobbingin sadece çocuklar arasında yaşanmadığını ortaya koymuştur.

Mobbing duygusal bir saldırıdır. Yaş, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeden, taciz, rahatsız etme ve kötü davranış yoluyla herhangi bir kişiye yönelen saldırganlıktır. Kişiyi iş yaşamından dışlamak amacıyla kasıtlı olarak yapılır. Kişinin saygısız ve zararlı bir davranışın hedefi olmasıyla başlar. İşveren ima ve alayla, karşısındakinin toplumsal itibarını düşürmeye yönelik saldırgan bir ortam oluşturarak kişiyi işten ayrılmaya zorlar.

İslam’da maddî-manevî her türlü baskı, taciz, şiddet, haksızlık yasaklanmıştır. Bunların her çeşidi bir zulümdür. Zulmün âhiretteki azabını bildiren bir hadis şöyledir:

"Zulümden sakınınız. Zira zulüm, kıyamet günü (sahibini saran) karanlıklar (olacak)dır." (Buhârî, Mezâlim, 8; Tirmizi, Birr, 83).

Mobbing, bütün çeşitleriyle insan haklarının bir ihlalidir. Kul hakkının İslam’daki yeri bilinmektedir.

İslâm dininde zulmün yerinin olmadığı belirtmiştir. Peygamber Efendimiz (asm);

"Mazlumun duasından sakınınız. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur." (Buharî, Cihâd, 180)

diyerek, zulmün ne kadar kötü ve zararlı bir şey olduğuna işaret etmiştir. Diğer bir hadiste de;

"Müslüman, diğer Müslümanların onun elinden ve dilinden emin oldukları kimsedir." (Buharî, İmân, 4, 5; Rikâk, 26; Müslim, İmân, 64, 65; Ebû Dâvud, Cihâd, 3; Tirmizî, Kıyâme, 53, İmân,13)

diyerek, zulmün nasıl bir afet olduğunu ifade etmiştir.

Ebû Musa (r.a)'dan nakledildiğine göre, Hz. Muhammed (asm);

"Allah, zalime (bir müddet) mühlet verir. Onu bir defa yakaladığı vakit de felâh vermez." Ondan sonra da:

"İşte Rabb'in, zulmeden şehirlerin (halkını) yakaladığı zaman, böyle yakalar. Çünkü onun yakalaması çok acı ve çok çetindir." (Hud, 11/102)

(meâlindeki) âyeti okunmuştur. (Buhârî, Tefsir sre 11, 5; Müslim, Birr, 62; İbn Mâce, Fiten, 22).

Bir de Rasûlüllah (asm) dünya hayatında insanlara zulmetmenin, ahirette, zulmeden kişiyi iflasa götüreceğini bildirmiştir. Ebû Hureyre (r.a)'ın naklettiğine göre, (bir gün);

"Müflis kimdir, biliyor musunuz?" diye sormuştur. (Hazır bulunan) ashâb:

"Müflis bizim aramızda, parası olmayan ve malı bulunmayandır." deyince, o şöyle devam etmiştir:

"Ümmetimden müflis, kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevabı ile (ve amel defterine) şuna sövdü, buna zina iftirası yaptı, şunun malını yedi, bunun kanını döktü, şunu dövdü (diye yazılmış olarak) gelen kimsedir. Onun hasenatının sevâbından (hak sahibi olan) şuna, buna verilir. Eğer üzerindeki borç ödenmeden önce ibadet ve iyiliklerinin sevabı tükenirse, alacaklıların günahlarından alınıp onun üzerine yüklenir. Sonra (onların günahları ile birlikte) cehenneme atılır." (Müslim, Birr, 60; Ahmed b. Hanbel, II, 303, 324, 372).

Can ve malın korunması gibi, insanın aklını, neslini, ırzını (namus, haysiyet, şeref, onurunu) korumak da bütün semavî dinlerin ön planda tuttuğu en büyük evrensel insanî değerlerdir. Adı ne olursa olsun, hangi şartlar altında olursa olsun, bunlara yapılan saldırılar, İslam hukukuna, insanlık haklarına yapılmış saldırılar olup Allah’ın yasaklarını çiğnemek anlamına gelir.

Kul hakkını, ancak kul affeder. Buna göre, daha dünyada iken bu hakkı telafi etmenin yolunu bulmak gerekir. Şayet bulamaz isek, ahirete kalmış olur ki, bu durum daha tehlikelidir.

İnsan şerefli bir mahluktur. Onun hürriyet, haysiyet, namus ve şeref gibi manevî hukukuna yönelik bir haksızlık kadar, canına ve malına yapılan bir tecavüz de o nisbette ağır bir mes'uliyeti gerektirir.

İnsan bilerek veya bilmeyerek, farkında olarak veya olmayarak birisine haksız bir davranışta bulunmuş olabilir. Hattâ onu mağdur bir duruma düşürüp bazı haklarının elinden çıkmasına sebep olacak bir muamelede de bulunabilir. Bir fert olarak kendimizi her ne kadar çekip çevirsek, hakperest olarak kalmaya azmetsek de, birtakım hata ve kusurlara kapılmaktan tamamıyla kurtulamıyoruz.

İnsanlık hali olan böyle bir durum karşısında ne yapmalıyız? "Bir defa oldu, bir daha yapmayız, keşke yapmasaydım" diyerek iç dünyamızda hesaplaşmamız kâfi gelir mi? Yoksa meselenin telâfisine gidip de hatamızı düzelterek helallik dileyerek pişmanlığımızı mı bildiririz?

İslâm'da esas itibariyle bir Allah hakkı, bir de kul hakkı vardır. Allah hakkı, her insanın Rabbine karşı yapması gereken kulluk vazifeleridir. Bu hususta yaptığı bir kusur, günah ve eksiklikten dolayı Allah'a yalvarır, tövbe istiğfar ederek affını diler. Fakat kul hakkı öyle değildir. Onun bir tek telâfisi vardır, o da haksızlığa uğrayan, hukuku zayi olan kişiyle bizzat görüşüp özür beyan etmek, helâllik dilemekle birlikte , maddi bir kaybı varsa telâfisine gitmektir.

Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyururlar:

"Bir kimse kardeşinin haysiyetine yahut malına haksız olarak taarruz etmişse, iltimas olarak verilebilecek altın ve gümüşün bulunmadığı günden (kıyamet) önce helalleşsin. Aksi halde, yaptığı haksızlık nisbetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa, hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden adama verilir." (Buhari, Mezalim, 10)

Evet, Peygamberimiz (asm)'ın da tavsiyesine göre, bu durumda helâlleşmekten başka çıkar yol yoktur. O kadar ki, insan şehit bile olsa, üzerinde kul hakları varsa, Allah diğer günahlarını bağışladığı halde kul hakkını bağışlamamaktadır. Bunun için mesele, hak sahibinin gönlünü almada, rızasını kazanmada kalıyor. Siz, zarara uğramasına sebep olduğunuz kimseye gider, önce bir hata yaptığınızı itiraf ederek özür beyan eder, sizi affetmesini, hakkını helâl etmesini rica edersiniz. Maddi bir kaybı varsa, imkânınız nisbetinde onun razı olabileceği nisbette hakkını verirsiniz.

Böylece elinizden geleni yapmış olursunuz. Muhatabınız da sizi hoş karşılar, müsamaha ve anlayış gösterirse, mes'uliyetiniz kalkmış, hadis-i şerifte açıklandığı gibi, dünyada iken helâlleşerek âhiretteki hesaplaşma ve azaptan kurtulmuş olursunuz.

Bununla birlikte vicdan azabı çekiyorsanız, ayrıca tövbe istiğfar edersiniz.

"Pişmanlık tövbenin kendisidir.",

"Günahından tövbe eden hiç günah işlememiş gibi olur."

mealindeki hadis-i şeriflerin sırrıyla Allah katında da rahata kavuşmuş olursunuz. (et-Tergîb ve't-Terhîb, 4:97)

55 İslami açıdan nümeroloji, sayılar bilimi var mıdır?

İslam’da nümerolojinin bir bilim dalı olarak nasıl yer ettiğini söylemek kolay değildir. Zira bu gibi ilimlerin bir bilim dalı olarak algılanması, çok sonradan söz konusu olmuştur.

İslam alimlerinin, yerine göre sayılara ve sayılardaki tevafuklara kıymet verdikleri bilinmektedir. (Burada Batınicilik oynayan Huruficileri konunun dışında tutuyoruz).

Özellikle, İslam’ın temel vecibelerinde sayıların yer almış olması, sayılara yönelik olumlu bir algının oluşmasına katkı sağlamıştır. Mesela, günlük farz namazların sayısının on yedi olması, namazlardan sonraki tesbihlerin 33’er olması, Hac menasikin yedişer sayılarla tespit edilmesi, orucun bir ay (yirmi dokuz-otuz gün) olarak sınırlandırılması, nakitle ilgili zekâtın kırkta bir olarak belirlenmesi gibi en önemli ibadetlerin sayılarla ifade edilmiş olması, İslam alimlerinin dikkatinden kaçmamış ve bunların mutlaka belli hikmetlerinin olduğunu düşünmeye sevk etmiştir. Bu cümleden olarak;

- Abdullah b. Mesud şöyle diyor:

"Besmelenin harfleri, cehennem zebanilerinin sayısı kadar olup on dokuz tanedir. Dolayısıyla, bu on dokuz zebaniden kurtulmak isteyen, on dokuz harfli besmeleyi okusun. Bunu okuyan kimse için Allah, bu harflerden her birisini, bir zebaniye karşı bir zırh yapar. Cehennem meleklerinin kendileri de bütün işlerini besmele çekerek yaparlar. Bütün güçlerini de besmeleden alırlar." (Kurtubi, 1/92).

Görüldüğü gibi, İbn Mesud, sayısal bir tevafuk tablosuna göre bir tefsir yapmıştır. Aslında bu çeşit tefsirler, merfu olarak, yani Hz. Peygamber (asm)'den öğrenilerek yapılır. Çünkü gaybi bir mesele olan zebanilerin durumunu ve besmele ile ilgilerini başka şekilde kesin olarak bilmek imkânsızdır.

İbn Atiyye ve Savi gibi müfessirlerin anlattığına göre, Kadir suresinde Ramazan ayının günleri sayısı kadar; otuz adet kelime yer almıştır. Bu kelimelerden Kadir Gecesi'ne ait bir zamir olan “Hiye“ edatının, surenin 27. kelimesi olarak zikredilmesi, Kadir Gecesi'nin Ramazanın 27. gecesinde olacağına bir işaret sayılmıştır.[Kurtubi, a.y; Savi (Celaleynle birlikte), 4/339]

- Bazı alimlere göre “Kadir Gecesi“ anlamındaki “Leyletü’l-kadr“ terkibinin dokuz harfi vardır ve bu terkip surede üç defa tekrarlanmıştır. 3x9 = 27 yapar. Bu tevafuk da Kadir gecesinin, Ramazanın 27. gecesinde olduğunu gösterir.(Savi tefsiri, a.y)

“Doğrusu Allah, kullarının nezdinde ne var, ne yoksa her şeyi ilmiyle ihata etmiş, her şeyi 'aded' olarak bir bir saymıştır.” (Cin, 72/28)

mealindeki ayette, her şeyin sayıldığı ifade edilmiştir. Sayılan “her şey” arasında Kur’an’ın ayet, kelime ve harflerinin de olduğunu düşünmek, ayetin geniş ifadesine daha uygundur. Çünkü Kur’an’da bir “şey”dir.

56 Suyun kaldırma kanunu ve yer çekimi kanunu gibi kuvvetler nedir, gerçekte var mıdır?

Şu varlık alemi için bir takım ikili tasnifler yapılmış bulunuyor; dünya ve ahiret, mülk ve meleküt, gayb ve şehadet alemleri gibi. Bunlardan birisi de “alem-i halk ve alem-i emir”dir. Emir alemi, halk aleminin, tabir caizse, idare merkezlerini içine alır. Beden ruhtan idare edildiği gibi, kainattaki bütün eşyanın sevk ve idaresinde esas olan bir kanunlar manzumesi vardır. Bütün bunlar emir aleminden haber verirler. Tabiatta hüküm süren bütün kanunlar, hep emir alemindendirler.

İnsanın gücü, kuvveti manevî olduğu, maddî varlığı bulunmadığı gibi, kâinatta carî olan kuvvetler de yalnız manevî vücutları bulunan birer ilahî kanundur, nizamdır. İnsanın kuvvetinin hareket etmesi insanın iradesine bağlı olduğu gibi, kâinattaki kuvvetlerin hareket etmesi de Allah’ın iradesine bağlıdır.

Kâinattaki kanunlar, prensipler ontolojik nizamın ruhu hükmündedir; onlar da ruh gibi alem-i emirdendir. Aralarındaki en önemli fark, bu kanunların haricî vücutlarının olmamasıdır. İnsan ruhu ise, alem-i emirden olmakla beraber, başına şuur takılmış, haricî bir vücut giydirilmiş bir emrî kanundur. 

Sosyal hayat nizamında kanunu uygulayanlar insanlar olduğu gibi, kâinat nizamındaki kanunları uygulayanlar da Allah’ın memuru olan meleklerdir. Güneşin kulağından tutup çeviren bir müekkel melek olduğu gibi, bir damla yağmuru yere indiren de bir melektir.

Bununla beraber, “Kainatta Allah’tan başka hiçbir şeyin gerçek tesiri yoktur.” şeklindeki -tevhit inancına bağlı olarak ortaya çıkan- ilmî kaide gereğince, melekler dahi diğer sebepler gibi hiçbir yaratma işine sahip değildir. Onlar, Allah’ın kudretinin yaptığı işlerin azametini temaşa etmek ve şuurlu olarak O’nu tesbih etmek için orada vardır. Gerçek yaratıcı Allah’ın kudretidir. Bu kanunların dizginini elinde tutan da bu sonsuz ilahî kudrettir.

Etrafımızdaki âlemi biz daha çok kanunlarla tanırız. Tabiat kanunları dediğimiz bu olgu, aslında, çevremizdeki varlıkları ve olayları incelediğimiz zaman karşımıza çıkan düzendir. Gökten yere her şeyde karşımıza çıkan bir düzendir bu. Yüzlerce bilim dalından her biri, bu kozmik düzenin bir tezahürünü inceler.

Ne var ki, bu düzen ve bu kanunlar hakkında bütün bildiğimiz, onların belirli bir şekilde işlemekte olduğudur. Biz olayların sürekli olarak belli bir şekilde cereyan ettiğini gözleriz ve buna bir isim takarız: çekim kanunu, termodinamik kanunları, hidrodinamik kanunları gibi. Bir de, bunların formüllerini çıkarır, hesabını yaparız.

Gözlemek, isim takmak, hesap yapmak; tabiat olayları ve tabiat kanunları ile ilgili olarak elimizden gelen şey bu kadardır. Bu kanunlar nedir, nereden gelir, nasıl bir şeydir? Çeken cisim nasıl çeker, niçin çeker? Enerji nedir, kütle nedir, elektrik nedir, ses nedir, hayat nedir, ölüm nedir, duygu nedir. Böylece uzayıp giden bir kâinat dolusu liste, bizim mahiyetini bilmediğimiz, fakat sadece birer isim takarak “bildiklerimiz” başlığı altına aldığımız şeylerle doludur.

Kanunlar hiçbir zaman bir varlık olarak karşımıza çıkmaz; onlar sadece olayların cereyan ediş şeklidir. Fakat bu cereyan edişteki süreklilik ve düzen, tabiatta böyle bir kanunun var olması gerektiği konusunda bizde bir kanaat uyandırır. Bundan daha da önemlisi, bu süreklilik ve düzeni tercih eden bir iradenin ve bu tercihi etkili kılan bir gücün varlığıdır. İşte bu, kanunun kendisinden daha kesin bir gerçek olarak çıkar karşımıza. Çünkü kanun sadece bir cereyan ediş şeklidir ve istatistiksel bir sonuçtan ibarettir; onlardaki tercih ve sonuçtaki tesir ise apaçık görülen gerçeklerdir. Bu itibarla, kanundan söz edilen her yerde, kanun koyucu ve uygulayıcıdan da söz etmek gereği doğmaktadır. Veya, daha doğru ve kestirme bir ifadeyle, ortada kanun diye bir varlık yoktur; kanun koyucu, işlerini kendi koyduğu bir âdet üzerine yapmaktadır. Biz bu âdete tabiat kanunu der, çıkarız işin içinden.

Kanun koyucuyu dikkate aldığımızda, “tabiat kanunu” adını verdiğimiz şeylerin, aslında birer İlâhî kanundan başka bir şey olmadıklarını görürüz. Bunlar, tıpkı semâvî kitaplarda bize bildirilen emirler ve kanunlar gibi birer kanundur; yalnız tebliğ ve uygulama şekillerinde farklılıklar vardır. Tabiat kanunlarıyla, hayata gelir gelmez tanışmaya başlarız. Bu kanunlar akıllı-deli, mü’min-kâfir ayırımı yapmaz; ödülü de, cezası da peşindir. Bununla birlikte, bu kanunların işleyişi de, bir bütün olarak göz önüne alındığında, bir kanun koyucunun tercihlerini açıkça yansıtmaktadır.

Veya, başka bir şekilde ifade edecek olursak, tabiat kanunlarının varlığı kadar kesin bir gerçekle karşı karşıyayız: Kanunların işleyişinde, işin en ince ayrıntılarına kadar nüfuz eden bir irade kendisini belli ediyor. Bu kanunların sergilediği âhenk ve düzen, her şeyi kuşatan bir bilgi ve iradeyi gösterdiği gibi; “belirsizlik” olarak karşımıza çıkan tercihler de, bu bilgi ve iradenin en ince ayrıntıları bile kapsadığını gösteriyor.

Her şeyin yaratıcısı Allah olduğu gibi sebepleri yaratan da O'dur. İnsanlar başarıya gitmek için Allah'ın bu dünyada koyduğu sebeplere riayet etmelidir ki başarıya ulaşabilsin. Sebeplere riayet edene Allah başarıyı lutfeder.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah Neden Sebepleri Çalıştırıyor?

57 Maddeciler maddenin ezeli olduğunu öne sürüyorlar. Bu iddiaya nasıl cevap verebiliriz?

Maddeciler, maddeye, o cansız, şuursuz ve iradesiz varlığa uluhiyet isnat etmelerinin saçmalığını, kendi iç âlemlerinde, çok iyi bildiklerinden, oyunlarını bir başka sahada sergilemeyi tercih ettiler. Maddenin ezelî oluğunu iddia etmeye başladılar. Bu, maddeye “İlâh” demenin bir başka şekliydi. Ama bunu bir felsefe olarak ileri sürdüler ve kendini adatmak isteyen gafillerden, oldukça taraftar da buldular.

Evrimciler, insanı anne ve babasının yaptığını iddia etmenin ne kadar saçma olacağını çok iyi bildiklerinden, onun yaratılışını milyonlarca yıl öncesine götürüp, meseleyi bir başka hayvandan evrimleşme şeklinde açıklamaya kalkıştıkları gibi, bunlar da insanı aynı oyunla maziye götürüyor, maddenin ezeliyetiyle meşgûl ederek ona kendi yaratılışını unutturuyorlardı. Maddenin bir yardımcı mahlûk olduğu meydanda iken, onu bir ilâh olarak takdim etmeğe çalışıyorlardı.

Nur Külliyatı'ndan bütün materyalistleri susturan bir hakikat dersini burada aktarmak isteriz:

“Madde dedikleri şey ise; suret-i mütegayyire, hem de hareket-i zâile-i hâdiseden tecerrüd etmez. Demek hudûsu muhakkaktır.” (Muhakemat)

Hudus, bir şeyin sonradan meydana gelmesi; bir başka ifadeyle, bir şeyin evvelinin olması demektir. Hadis, ise evveli olan şeye deniliyor.

Maddenin hudusu, yani sonradan var edilmesi muhakkaktır, çünkü suret değiştiriyor ve hareket ediyor. Bir hareketi bir başkası takip ediyor. Bu ikinci hareketle, birinci hareket ortadan kaybolmuş oluyor.

Yukarıdaki hakikat dersinde, maddenin sıfatlarının hâdis olduğu ortaya konuldu. Hareket hadistir, bir hareketin yok olması ve yerine bir başkasının gelmesi her iki hareketin de hadis olduğunu gösteriyor. Buna göre madde bu hadis sıfatları taşıdığından, kendisinin de hadis olması icap eder. Zira hadis sıfatlar ancak hâdis olan bir varlıkta bulunabilir. Bu son hüküm “hudusu muhakkaktır" ibaresiyle net biçimde ortaya konulmuş.

Aynı şeyi suret için de söyleyebiliriz. Madde, suret yani şekil değiştirdiğine göre, önceki şekli de sonradan takındığı suret de hâdistir. Hâdis bir sıfatı taşıyanın kendisi ezelî olamaz, o da hâdistir, sonradan yaratılmıştır, mahlûktur.

Başta da kısaca değindiğimiz gibi, maddenin ezeli olduğu iddiası maddecilerin ve materyalistlerin kendi batıl davalarını ispat edememelerinden doğmuştur.

Bir cam kâseyi düşünelim: “Onun aslı olan cam, kâse hâlini nasıl aldı?” sorusuna bir materyalistin verecek cevabı yoktur.

Bir de camın imâl edilmesi var. Camın aslı kum, kireç ve soda maddeleri. Bunlar bir işlemden geçerek cam hâlini alıyorlar. Bu sonucun arkasında bir ilim, bir kudret, bir irade yatıyor. Yoksa bu maddelerin cam olmaya ne ihtiyaçları var ki, böyle uzun ve çileli bir yola kendiliklerinden girsinler. Bu bir terbiye meselesidir.

İşte, şu kâinat sarayı da cansız elementlerle yapıldı. Ama kâinat ilk noktadan itibaren durmadan yol aldı, büyüdü, gelişti, yayıldı, değişti. Ve sonunda bu gün gördüğümüz hâlini aldı. Bütün bu faydalı ve hikmetli işler cansız maddelere verilemeyeceğine göre, onları büyüten, değiştiren ve geliştiren biri var.

Dünün tuğlaları bugün ev olmuşsa, dünün mürekkebi şimdi kitap olarak karşımıza çıkmışsa, dünün hareketsiz maddeleri bu gün bir taksi yahut uçak hâline gelmişse, biraz düşünmek ve bu gelişme ve değişmelerin onların yapılmasında kullanılan maddenin ezeli oluşuyla açıklamak aklen mümkün değildir. Ama kendini aldatmak isteyenleri böyle bir vehim doyurabilmektedir.

58 Konserve, meyve suyu gibi işlemlerde, meyve iç kurtlarının olması haram olur mu?

- Meyve kurtları ile ilgili birbirinden farklı görüşler dile getirilmiştir. Şöyleki; "çorbanın içerisine et kurdu girerse o çorba necis olmaz. Ancak kurt parçalandığı takdirde çorba da yenmez. Çünkü söz konusu kurt aslında temiz olsa bile, artık bir ölüdür/leştir.”

- İbn Abidin bu ifadeden meyve ve ürünlerdeki kurdun hükmünün de anlaşılacağını belirtir.” (Reddu’l-Muhtar, 1/349).

- İbn Abidin’in bu ifadesinden anlaşılıyor ki, meyve veya yiyecekte bulunan kurt parçalanmadığı sürece onlara bir zararı olmaz.

- Bu konu Fetvayı Hindiye’de de aynen işlenmiş ve konu şöyle seslendirilmiştir:

“Bir çorbaya bir et kurdu girse, çorba necis olmaz. Ancak kurt yenmediği gibi, parçalandığı takdirde çorba da yenmez.” (Fetava-i Hindiye, 43/275).

- Meyve kurtlarının -meyvelerden ayrı- bağımsız bulunmaları durumunda yemek caiz değildir. Malikîler dışında, diğer üç mezhep âlimleri bu konuda hemfikirdir. Fakat, meyveden ayırmadan, meyveyle beraber yemek, caizdir. Çünkü bu kurtları meyvelerden ayırmak çok zordur. (bk. Nihayetu’l-muhtaç, 2/255; Muğni’l-muhtaç, 1/369-Şamile-; V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 3/509).

Bazı âlimlere göre, ayıklanması kolay olsa bile meyve ve yiyeceklerle birlikte yenmesinde bir sakınca yoktur. (bk. el-Fetava’l-fıkhıyetu’l-Kübra, 9/444).

- Fetava’ş-şebeketil’-İslamiye’nin verdiği bilgiye göre, Hanefi Mezhebi'ne göre, henüz canlanmamış olan meyve kurtları, yiyeceklerle birlikte olduğu gibi, tek başına da yenebilir. Ruh girdikten sonra hiçbir surette yenmez. Diğer üç mezhebe göre, canlanmış olsun, olmasın, yiyeceklerle birlikte yenmesinde bir sakınca yoktur.(bk. a.g.e, 3/525)

- Bu bilgiler neticesinde kurtlanmış meyvelerin gerek meyve olarak tüketilmesi gerekse meyve suyu ve diğer ürünlerin imalatında kullanılması caiz görülmüştür. Zira bunların ayıklanmasında meşakkat vardır.

59 Peygamber Efendimizin, normal dışı davranış gösteren sahabelere tavrı nasıldı?

Hz. Peygamber (sav) hoş görmediği bir tavrından dolayı, hiç kimseyi rencide etmemeye azamî titizlik gösterirdi. Bu tür yanlış davranışları düzeltmek için umuma hitap eden bir konuşma yapar ve şahısların yanlışlarını -isim vermeden- göstermeye çalışırdı. “Bazılarınız şöyle şöyle demiş, bu yanlıştır...” gibi genel ifadeler kullanırdı.

Hatta bir defasında -o günkü bazı teamüllere göre- yüzünün bazı taraflarını boyamış bir kimse meclise gelmiş, Hz. Peygamber (sav) konuşurken onun yüzüne bakmamak suretiyle tepkisini göstermiştir. Ve adam meclisten gittikten sonra da “Birileriniz buna yüzünü boyadan temizlemesini söylese iyi olur...” diyerek işin takipçisi olmuştur.

Hz. Peygamber (sav)'in konuşması son derece tatlı ve gönül okşayıcı idi. Tane tane konuşur, her cümlesi, dinleyenler tarafından iyice anlaşılması için ayrı ayrı olurdu. Kahkaha ile gülmez, tebessüm halinde bulunurdu. O, insanların en halîmi, en yumuşak huylusuydu.

Hz. Peygamber (sav) şahsına yapılan, nefsine karşı işlenen hataları, yumuşaklıkla karşılardı; Allah'a ve imana yapılan bir hücum olunca, asla susmaz, gereken cevabı verirdi.

Hz. Peygamber (sav) insanların kusurlarını görmez, bazen görmezden gelir, çok zaman gözünü çevirir, kusurunu görse de yüzüne vurmaz, o kişiyle arasındaki saygı ve sevgi perdesini yırtmazdı.

Hz. Peygamber (sav)'in tevazusu, bilhassa insanlarla olan münasebetlerinde daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Meclisinde kim olursa olsun, konuşan kimseyi, sabırla dinler, haktan uzaklaşmadığı müddetçe sözünü kesmezdi.

Bir gün adamın biri, Hz. Peygamber (sav)'i görmeye geldi. Fakat Peygamberliğin haşmetinden o kadar etkilendi ki, titremeye başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav): “Korkma! Ben hükümdar değilim. Kuru et pişirerek karnını doyuran, Kureyşli bir kadının oğluyum.” buyurdu.

Hz. Peygamber (sav) kendi yakınlarına ve sahabelerine devamlı hoşgörülü olduğu gibi, düşmanlarını da, özellikle onlar güçsüz bulundukları ve teslim oldukları zaman bağışlamış, suçlarını affetmiş, sonunda da pek çoğunun iman etmesine vesile olmuştur.

Size, Hayati Aydın’ın “Kur’an’da İnsan Psikolojisi” adlı kitabını tavsiye edebiliriz; bu kitapta hadislerle psikoloji arasındaki ilişkiye dair de bazı konuları bulabilirsiniz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamberimizin ashabıyla olan ilişkisi nasıldı? Onlara nasıl davranırdı?

60 Bir takım çevreler, din ile fenni iki zıt kutup gibi gösterme gayretindeler. Gerçekten din fenne karşı mıdır?

Bu mesele çok yönlüdür. Sadece birkaçına temas edelim.

Hak Din Fenne Karşı Olamaz

Din denilince iki ayrı mefhum hatıra gelir. Biri “hak din”, diğeri “bâtıl dinler”. Bâtıl dinler, ya insanların kendi hayallerinden doğan, yahut bir hak dinin tahrif edilmesiyle ortaya çıkan bir takım saçma inançlardır. Hak din ise, bu kâinatı kudretiyle yaratıp, hikmetiyle ve ilmiyle tanzim eden, yeryüzünü insanlara beşik, güneşi lâmba yapan, zemini çiçeklerle, semayı yıldızlarla donatan Cenâb-ı Hakk ın bir emir ve yasaklar manzumesidir.

Hak kitap, Allah'ın fermanı ve bu kâinat Onun mülkü ve mahlûkudur. Nitekim bu âlem için, “kâinat kitabı” denilmiştir. Her bir fen bu kitaptan bir sahifenin, bir cümlenin, yahut bir noktanın tefsiri, açıklanmasıdır. İnsan bedeni bu kitaptan sadece bir kelime. Ondaki her organ için nice eserler yazılmış. Diş, bir tek harf gibi, ondaki ince esrar üzerinde nice tezler yapılmış. Bir hücre, bir atom, bu kâinat kitabının birer noktası hükmündeler. Onların tefsirleri ayrı birer ilim kolu olarak gelişmiş. O hâlde, âlemdeki hikmetleri tefsir eden ve gizli güzellikleri ortaya çıkaran fenlerin ilâhî fermana aykırı olması düşünülemez.

Bazı çevreler, fennin her keşfini, dine karşı kazanılmış bir zafer gibi ilân ediyorlar. Bu, fenni inkâr eden bir bâtıl din için doğru olabilir. Yahut Avrupayı asırlarca fenden uzak tutan ve “dünya dönüyor” dediği için Galileyi engizisyon önüne çıkartan kiliseye karşı aklın zaferi sayılabilir. Ama, bir Müslüman bu tür gelişmeleri: “Allah'ın kudret kitabı olan şu kâinattan bir sırrın daha çözülmesi” şeklinde değerlendirir. Ve yine bir Müslüman, bütün medeniyet harikalarını insan aklının birer meyvesi olarak görür ve bunları, insana bağışlanan istidadın ve ona tanınan fırsatın birer neticesi olarak bilir.

“Arıya bal yapmayı ilham eden, koyunu süt fabrikası yapan Cenâb-ı hak, insan aklına da böyle harika meyveler verdiriyor.”

diye düşünür. Yeni keşifleri duydukça, Allahın ilmine ve hikmetine karşı hayranlığı ve hayreti daha da artar.

Din ile Fennin Sahaları

Fen ilimleri, ilâhî kudretle yaratılmış bulunan şu kâinattan bahsederler. Din ise, onun yaratıcısını tanıttırır. Fen, âlemde hiçbir varlığın vazifesiz olmadığını ispat ederken, din insanın da başıboş olmayacağını bildirir ve vazifesini de “ibadet” olarak tespit eder. Fen, bedeni bütün incelikleriyle ele alırken, din o hanede misafir olan ruha hitap eder. Meselâ, fen gözü incelerken, din nelere bakılıp nelere bakılmayacağını talim eder.

Kur'an-ı Kerîm bir fen kitabı değil, insanları hidayete irşat ve kulluğa davet eden bir ilâhî fermandır. Bundandır ki, âyet-i kerimelerde fennî meselelere sadece işaretler edilmiştir. O ilâhî fermanda bugünkü medeniyet fenleri açıkça haber verilseydi, insanlık âlemi asılarca bu hakikatleri akla sığıştıramayacak, belki de inkâra sapacaktı. Bu ise, ilâhî irşat ve ikaza, emir ve davete perde olurdu.

Kaldı ki, hak kitaplarının en sonuncusu ve en mükemmeli olan Kur'an-ı Kerîm'de, ne Aya gidilemeyeceğine, ne uçak yapılamayacağına, ne de elektriğin keşfedilmeyeceğine dair bir tek âyet bulmak mümkün değil. İnsanları fenden men eden bir yasak da mevcut değil. O hâlde, kıyamete kadar daha ne tür keşifler yapılsa, hangi gezegenlere gidilse, bütün bunların din ile doğrudan ilgisi yok demektir.

Meselenin Psikolojik Yönü

Gördüğümüz kadarıyla, “Din ile ilim çatışır mı, çatışmaz mı?” münakaşalarını sürdürenlerin çoğu ölümü unutmak, ibadetten kaçmak, âhireti düşünmek istemeyen kimseler... Onlardan birisine soruyorsunuz:

– Her nimet bir teşekkür ister, değil mi?
– Evet, 

diye cevap veriyor. Devam ediyorsunuz:

– Bu şükrü yapmamak nankörlüktür, değil mi?

Cevap yine aynı yolda:

– Elbette!..

– Pekalâ, diye sürdürüyorsunuz konuşmanızı, “Saatteki hızı yüz bin kilometreyi aşan bu arz küresi üzerinde seni yıllardır gezdiren, her nefeste kanını temizlettiren, ruhunu akıl, hâfıza ve hissiyatla..., bedenini de el, ayak, mide, ciğer... gibi maddî organlarla donatan Allah'a şükür ve ibadet etmen gerekmiyor mu?”

Bu sorunuz karşısında ne diyeceğini şaşırıyor ve

– Söyle bakayım, dinimize göre tüp bebek yapılabilir mi, gibi konuyla hiç alâkası olmayan bir soru atıyor ortaya. Böylece meseleyi saptırmak ve sahadan uzaklaşmak istiyor. Sanki, siz o soruya cevap veremeyince onun Allaha karşı teşekkür borcu ve ibadet mükellefiyeti kalkacakmış gibi...

“Din ilme ters düşer mi, düşmez mi?” tartışmalarının altında genellikle bu psikoloji yatar. Genellikle diyorum, çünkü sayıları az da olsa, bu gibi meseleleri öğrenmek için soranlar da yok değil...

61 "İnsan beyni hayalle gerçek arasındaki farkı halen tam olarak ayırt edememektedir." şeklindeki söylentinin doğruluğu var mıdır?

Bizim bildiğimiz ve uzmanlardan öğrendiğimiz kadarıyla, sağlam bir beyinde hayali gerçeğe karıştırmak gibi bir bozukluk yanı yoktur, olamaz da. Ancak, hasta bir beyinde, örneğin “Hallüsinasyon” denilen hayalî şeyleri  gerçek gibi algılama söz konusudur.

İslam’da bütün eşyanın bir hakikati vardır ve sabittir. Bu değişmez hakikatleri doğru kavramak için verilmiş beynin/aklın da değişmez bir sabitesinin olması gerekir.

İmtihana tabi tutulmuş insanın sorumluluğu aklına/beynine yüklenmiştir. Eğer bu ölçü yanlış ise, doğruya varmak mümkün olmaz; bu ise imtihan sırrına aykırıdır. Bu konuda “Aklın yolu birdir” atasözü çok şey ifade etmektedir.

62 Tüp bebekle insan klonlama arasında fark nedir?

- Tüp bebekle insan klonlama arasında fark nedir?

Normal şartlarda bir bebeğin teşekkülü için, anne rahminde annenin yumurta hücresi ile babanın sperminin birleşerek zigotu hâsıl etmesi gerekir. Tek hücreli olan zigot da anne rahminde gelişerek Allah’ın izni ile bebeği verir.

Tüp Bebek

Şayet normal şartlarda yumurta ile sperm birleşerek zigot hâsıl edemiyorsa, o zaman tüp bebek olayına müracaat edilir. Bunun için, anne rahminden alınan yumurta, babadan alınan sperm ile anne rahminin sıcaklık ve besin şartlarını ihtiva eden bir tüpte bir araya getirilir. Böyle bir tüpteki sperm ile yumurta hücresi birleşerek tek hücreli zigotu hâsıl eder. Kısa bir süre sonra bu zigot, yumurtanın alındığı anne rahmine yerleştirilir ve bu zigotun normal gelişmesiyle yaklaşık dokuz ay sonra bebek teşekkül eder.

Demek ki, tüp bebek olayı, normal şartlarda birleşemeyen sperm ve yumurta hücrelerinin anne rahmi dışında bir araya getirilerek zigot teşekkülünün sağlanması ve bu zigotun tekrar anne rahmine konulmasıyla normal zigot gelişimini sağlanması olayıdır.

Burada insanın rolü, sadece olumsuz şartları ortadan kaldırarak, spermle yumurtayı bir araya getirmek ve sonra tekrar anne rahmine yerleştirmektir. Sperm ve yumurta hücrelerinin yaratılması ve zigotun teşekkülü, gelişip farklılaşması, organ ve dokuların teşekkülü, ruhun bedene gelmesi tamamen insanın irade ve kontrolünün haricinde olup, Allah’ın ilim, irade ve kudretinin eseridir.

Klonlama veya Kopyalama

Klonlama hadisesi, kopyalama olarak da ifade edilebilir. Klonlama hadisesi, tüp bebek olayından az farklıdır. Bu ilk defa bir koyunda denenmiştir.

Bilindiği gibi, canlılarda, yani hem bitkilerde, hem hayvanlarda ve hem de insanlarda, sperm ve yumurta hücrelerinin kromozom sayısı belli bir devrede yarıya iner. Böylece yumurta ile sperm birleşince ikisinin toplam kromozomu, normal hücrenin kromozomu kadar olur.

Kromozomlar, genetik yapının esası olan DNA’ları, yani genleri ihtiva ederler. İnsanda normal hücrede 46 adet, yumurta ve sperm hücrelerinde ise, 23’er adet kromozom vardır. Yumurta ve spermin birleşmesiyle teşekkül eden zigotun kromozom sayısı 46’dır. Bu zigot hücresi önce ikiye, sonra dörde v.s. bölünerek hem çoğalır ve hem de farklılaşarak doku ve organları hasıl eder. Ama her bölünmede kromozomlar da bölünerek kendi eşleri yapılır ve kromozom sayısı her hücrede sabit kalır. Yani, insanda üreme hücreleri olan sperm ve yumurta hücrelerinin dışındaki bütün hücrelerde kromozom sayısı 46’dır.

Koyunun normal hücrelerinde kromozom sayısı 54, sperm ve yumurta hücrelerinde 27’dir. Klonlamada, koyunun rahmindeki 27 kromozomlu yumurta hücresi dışarıya çıkarılır.

Bu yumurta hücresinin 27 kromozomlu çekirdeği alınır. Bunun yerine, koyunun 54 kromozomlu normal hücresinin çekirdeği yerleştirilir. Artık bu yumurta hücresi, spermle birleşmeden kromozom sayısı 57 olmuştur. Bu 57 kromozomlu ve zigot adını alan hücre tekrar koyunun rahmine yerleştirilir ve normal gelişmeye bırakılır. Yumurta hücresi bölünme yeteneğinde olduğu için, spermle döllenmiş gibi gelişip farklılaşarak normal sürede kuzuyu verir.

Burada araştırıcının rolü, sadece yumurtanın çekirdeğini çıkarıp, onun yerine normal vücut hücresinin çekirdeğini koyarak bu hücreyi tekrar koyunun rahmine yerleştirmek olmuştur. Yumurta hücresinin ve normal hücrelerin yaratılması ve zigotun gelişip farklılaşması, organ ve dokuların teşekkülü, ruhun kuzunun bedenine gelmesi tamamen insanın irade ve kontrolünün haricinde olup, Allah’ın ilim, irade ve kudretinin eseridir.

- Bazı çevreler klonlama mümkün ise ruh yoktur, diyorlar. Bunu da ilk klonlanan koyun Dolly’nin DNA’sı aynı olan koyunla aynı tarz hareketleri yaptığını söylüyorlar. Bunda doğruluk payı var mı?

Her canlının ruhu ayrıdır ve kendine hastır. Tek yumurta ikizlerinin bazı konularda benzer davranış göstermesi, onların aynı ruha sahip olduklarına mı delildir? Böyle saçmalık olur mu? Bunun bilimle ve mantıklı düşünce ile bir ilgisi olabilir mi?

- İnsanın hafızası, kişiliği, karakteri DNA’da mı kayıtlı? Eğer DNA’ da kayıtlı ise, insan kendini klonlamakla ölümsüzlüğe erişebilir mi?

İnsanın bütün özellikleri DNA’sında kayıtlı olmakla beraber, onların aktif hâle gelmesi ruhun varlığıyla mümkündür. Ruh da her fert için müstakildir.

İnsanın ölümsüzleşmesi mümkün değildir. Zira her canlının ruhu ayrı olduğu için, maddî yapısının benzer olması, o ferdi ayni kılmaz. Ruhun yaratılışı müstakil olduğu için, her ruhun kendine has hususiyetleri vardır. Mesela, zeki bir kimsenin klonlanmasıyla, geri zekalı bir kimsenin de meydana gelmesi pekala mümkündür.

- Şu ana kadar insan klonlanması yapılmış mıdır?

İnsanın klonlanması yasaktır. Böyle bir çalışma yapılsa da gizli kalacaktır.

- Geçmişte ölmüş insanları yüzde yüz klonlamak mümkün mü?

Klonlamanın usulü yukarıda açıklandı. Bunun için annenin rahminden yumurta hücresinin alınması gerekir. Çünkü başka hücreler bölünüp çoğalarak organ ve dokuları verme kabiliyetinde değildir.

Ayrıca, normal vücut hücresi bulunmalıdır. Çünkü onun çekirdeği alınarak yumurta hücresine konacaktır. Sorunun cevabı bu şartlarda düşünülmelidir.

63 İnternetten ders notları indirmek caiz mi? İnternette bir sitede; tıpta uzmanlık (TUS) dersanesinde hocanın anlattığı derslerin ses kayıtları var. Acaba ben o dersleri bilgisayarıma indirip dinlersem caiz olur mu?

Teyp, video kasetlerinin, mp 3 ve cd lerin de telif hakkı vardır. Bunlar da eser olduklarına göre, eser olmaları bakımından bunlar için de telif hakkı vardır.

Ancak ticaret kastı olmaksızın tek bir kaset, video, cd veya vcd çekimi söz konusuysa, iş değişir. Örfen buna bir şey denmez.

Ticaret yapmak maksadıyla külliyetli bir miktarda çoğaltma olmuşsa telif ücreti ödemeye tabi olur. (Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar, I/372)

Ticaret kastı olmaksızın bir tane kopyalamak dinen haram değildir. Ancak kanunlarına göre yasaklanmışsa kanunlara uymak gerekir. Bu sebebten tavsiye etmiyoruz.

Şayet dershane insanlar faydalanması için böyle bir hizmet sunuyorsa, bundan faydalanmanın bir mahzuru yoktur.

64 Bütün her şey atomdan mı oluşmuştur?

Kur’ân, “Hiç bir şey yoktur ki, O’na hamd edip, O’nu tesbih ediyor olmasın.”1 buyurur. Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri bu ayetten, “Lâ İlâhe illâ hu” ve “Kul hüve’llahü ehad” kelimelerinde geçen “Hüve” zamirine bir köprü kurar.

Hüve Nüktesi, “Hüve” ile “hava” arasındaki kopmaz bağı bizim anlayışımız çerçevesinde keşfeden ve nazarlara sunan bir görgü tanığı notudur. Bu mukaddes kelimelerde geçen “Hu” veya “Hüve” lafızları zamirdir, “O” demektir; Allah’a râcidir, yani “Allah” lafzı yerine oraya gelmişlerdir, yani “Hu” veya “Hüve” Allah demektir. (“Hû”, “Hüve”nin kısa okunuşlu halidir.)

Bedîüzzaman Hazretleri, havanın hakikatini yukarıdaki ayetin dürbünüyle müşahede ediyor. Görüyor ki, her bir hava zerresi Allah diyor. Yani “Hüve!” diyor. Yani her bir hava, “Hüve!” diyor. Her bir hava zerresi Allah’ı zikrediyor, Allah’ı gösteriyor, Allah’ın ilmini, iradesini, kudretini, hikmetini, işitmesini, görmesini bildiriyor. Yalnız hava sayfası okunduğunda bile görülecektir ki, Allah’a iman etmek hadsiz derece kolay, şirk ve dalâlette kalmak hadsiz derece zordur, hatta imkânsızdır.

Nasıl ki bir avuç toprak nöbetle yüzlerce çiçeğe saksılık ediyor. Bunu tabiata veya sebeplere havale etmek için, ya o saksıda küçücük ölçülerde yüzlerce manevî makineler ve fabrikalar bulunması lâzım gelecektir.

Ya o bir parça topraktaki her bir zerre, bütün o yüzlerce çiçeği muhtelif özellikleriyle, karakterleriyle, hayatî farklılıklarıyla, dalıyla, budağıyla, rengiyle, kokusuyla, yaşama ve büyüme şartlarıyla tanıması ve bilmesi lâzım gelecektir. Âdeta her bir toprak zerresinin bir ilah gibi ilim ve iktidar sahibi olması gerekecektir. Bu ise imkânsızdır. Buna ihtimal vereni en akılsız adam bile akılsız, deli ve ebleh ilan eder. Oysa toprak ile saksıdaki çiçekler arasında veya toprak ile bitkiler arasındaki bu sıkı bağı ve birliği, bu hayatî alış verişi, Allah’ın ilmine, iktidarına, emrine ve iradesine verdiğimizde, her şeyin kolayca ve mükemmel bir biçimde olup bitişindeki sırrı görmekte gecikmeyeceğiz.

Aynen bunun gibi, Allah’ın emir ve irade sıfatlarının bir Arş’ı olan havanın her bir parçasında, yani bir nefes veya bir tırnak kadar olan “Hüve” lafzını söylediğimiz miktardaki havada, bütün dünyadaki mevcut telefonların, telgrafların, radyoların, hadsiz ve muhtelif konuşmaların bulunabilmesi için; ya küçücük ve hassas ölçekli, harika alıcı ve verici istasyonlarının her bir hava zerresine kurulmuş olduğunu kabul edeceğiz.

Çünkü her bir hava zerresinde tüm bu hadsiz işler bir anda ve beraberce yapılmaktadır. Ya da, “Hüve” diyecek ölçüdeki havanın her bir parçasının ve her bir zerresinin, bütün telefoncular, telgrafçılar ve radyo yayın frekansları kadar manevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunduğuna, onların hepsinin dillerini bildiğine, her konuşmayı anladığına ve aynı zamanda diğer zerrelere de bildirdiğine ihtimal vereceğiz!

Her bir hava zerresinde hadsiz bir şuur, ilim ve iktidar bulunduğunu söyleyeceğiz! Nitekim havanın bütün cüzlerinde aynı derecede ses ve görüntü nakil kabiliyeti ve eksiksiz görev yapma terbiyesi vardır. İşte küfür ve dalâlet ehlinin mesleklerinde değil bir imkânsızlık, hava zerreleri adedince imkânsızlıklar, olumsuzluklar, mantıksızlıklar, zorluklar, müşkülâtlar ve çıkmaz sokaklar vardır! Bu ince ve benzersiz işler Allah’a verilse, havanın bütün zerreleri derhal Allah’ın emrini dinleyen ve Allah’ın emrine kâmilen itaat eden birer asker hüviyetine girecektir.

Hadsiz ve kapsamlı vazifeler, Allah’ın emriyle, izniyle, kuvvetiyle, kudretiyle, Allah’a intisap ederek ve dayanarak, bir tek zerrenin, bir tek vazifesi kadar kolayca, muntazaman, bir anda, şimşek süratinde ve “Hüve” telaffuzu ve havanın dalgalanması kolaylığında yapılacaktır! Hava böylece kudret kaleminin hadsiz, harika ve muntazam yazılarına birer sayfa olacak; zerreleri o kalemin uçları, zerrelerin vazifeleri de kader kaleminin noktaları hüviyetinde olacaktır.

Çünkü bir tek emirle, bütün hadsiz hava zerreleri, bir tek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışmaktadır. Havanın her bir zerresinde bir birlik mührü vardır. Her bir hava zerresi bu eşsiz mühürle Allah’ın bir olduğunu herkese haykırmaktadır. Hava zerreleri böyle orijinal sıfatlarıyla “Hüve” zamirinin “Allah’a” baktığını göstermektedirler. Demek, Tevhid makamında “Hu” dediğimizde, ağzımızdan çıkan hava zerreleri de “Hüve!” yani “Allah” zikrini söylemektedirler.2

Dipnotlar:

1. İsrâ, 17/44.
2. Sözler, s. 146, 147.

(Süleyman Küsmene)

İlave bilgi için tıklayınız:

Esir maddesinin İslamiyet'teki yeri nasıldır ve blim buna nasıl bakıyor?

65 Craig Venter Enstitüsü’nden bilim adamlarının laboratuvar ortamında ürettikleri ilk yapay bakteri DNA´sı ve bunun Mycoplasma türünden bir bakteri hücresine naklinin yoktan var etmeyle bir ilgisi var mı?

Önce meydana gelen olayın tanımını yapalım. Craig Venter ve ekibi, dizilimini değiştirdiği bir DNA’yı bir bakteriye enjekte etmiş, bakteri de bu dizilimi hücre şeklinde sentezlemiştir.

Aslında bu teknik eskiden beri uygulanmaktadır. Ancak, onlar bu tekniği biraz daha ileriye götürmüşlerdir.

Virüsler, bakterilerden de küçük varlıklardır. Bunların bazıları bakteri hücreleri içinde yaşayabilirler. Bakterilerde yaşayan virüslere özel bir ad verilir ve faj olarak adlandırılır. Bir bakteri hücresine tutunan fajın, genetik yapısını teşkil eden tek dizilimli DNA’sı bakteri hücresine geçer. Faj DNA’larının bakterinin içine girmesinden sonra bakteri biyosentez mekanizması, fajın çoğalmasının hizmetine girer. Bundan sonra bakterinin kendi kromozomu ve dolayısıyla DNA’sı imha edilir. Bakterinin bütün biyosentez mekanizmasının fajın emrine girmesi çok önemli bir olaydır.

Gen teknolojisinde bu sistemden istifade edilir. Yani bakteri mekanizmasını, dışarıdan gönderdiğiniz bir DNA dizisiyle yönlendirebilmeniz fevkalade önemlidir.

Bu olaydan uzun zamandan beri faydalanılmaktadır. İnsülün gibi bazı maddelerin genetik yapıları bakteriye enjekte edilerek, bu ürünün sentezi sağlanmakta idi. Şimdi  Venter ekibi, her hangi bir virüsün DNA’sının bazı bölgelerindeki dizilimleri kesip, yeni eklemeler yaparak,  yeni dizilimli bir DNA elde ettiler. Bu yeni dizilimli DNA, bir bakteriye enjekte edilince, bakterinin genetik yapısı imha edilerek bu yeni DNA sentezleniyor. Hâsıl olan bu DNA’lar etrafında faj örtüsü teşekkül edince bakteri hücresi parçalanarak içerisinden fajlar, yani virüsler ortaya çıkıyor. Böylece yeni genetik dizilimli virüsler elde edilmiş oluyor.

Bu yeni bir canlı yaratma mıdır?

Yeni bir canlı yaratma değil, yeni bir canlıyı kopyalamadır. Craig Venter’in yaptığı bu çalışmayı bir bakıma aşılamaya benzetebiliriz. Siz bir şeftali ağacı üzerine eriği aşılayabilirsiniz. Böylece şeftali ağacından erik elde etmiş olursunuz. Bunun bir başka benzer şekli, kabak fidesi üzerine karpuz aşılayıp, tabanı kabak olan bitkiden karpuz elde etmedir.

Venter ve ekibinin yaptığı da bitkilerdeki aşılamanın biraz daha hassas şekli olup, molekül seviyesinde bir aşılama olarak değerlendirilebilir.

Bizim bütün yaptıklarımız, farklı bir canlının veya meyvenin meydana gelmesine ortam hazırlamış olmamızdır. Bunlar yaratma değildir. Mevcut elementlerden veya malzemelerden bir eser yapmadır. Yaratma Allah’a hastır. Bir canlıyı yaratmak için, onun bütün hücrelerinde görülen büyüme, gelişme ve farklılaşma kanunlarına söz dinletip, atom ve molekülleri ona göre şekillendirmemiz gerekir. Daha önemlisi, elementlerde bulunmayan canlılık veya hayat özelliğini de yapmamız icap eder.

Kâinatta her şey Allah’ın ilim ve iradesi altındadır. Biz bilimsel çalışmalarla O’nun evrene koyduğu kanun ve prensiplerini açıklamaya ve anlamaya gayret ediyoruz. Bu âlemde yaptığımız çalışmalarla molekül ve atom seviyesinde ne kadar ince ayrıntıya girsek, elde edeceğimiz bilgiler, O’nun ilim ve kudretini anlamaya ve bilmeye bir basamak olmalıdır.

Çünkü Allah’ın eseri ve sanatı olan bu kâinat kitabı, O’nu tanıttırmaktadır.

Yoksa, Allah’ın ilim ve kudretinin yanında küçücük ilmiyle elde ettiği birtakım sonuçlara dayanarak, Allah’ı devreden çıkararak ilahlık dava eder gibi; “Ben yarattım” şeklindeki bir yaklaşım, Allah’ı hakkıyla bilip tanıyamayan cahillerin işidir.

Allah, bilim adamlarını böyle cahiller olmaktan korusun, âmin.

66 Bitkilerde bazı hislerin bulunduğu söyleniyor; onlarda ruh var mıdır?

Canlıların en alt mertebesini bitkiler teşkil eder. Bitkinin bir dalını koparıp diktiğiniz zaman, onda da büyüme ve gelişme kanunları icraatını gösterir ve yeni bir fert teşekkül eder.

Bitkilerde bildiğimiz manada ruh yoktur. Bitkilerde ruhun vazifesini, büyüme, gelişme ve farklılaşma gibi birtakım kanunlar görmektedir.

İnsan da dâhil, canlılarda görülen bir takım his ve davranışlar, bir takım hormon ve enzimlerin etkisiyle hâsıl olmaktadır. İnsan bir ses işitiyor. O ses vücudunda bir takım salgı maddelerinin teşekkülüne sebep oluyor ve bir müddet sonra gözünden yaş geliyor.

Bitkilerde büyüme hormonu güneş ışığından kaçar. Pencere önüne koyduğunuz bir bitkinin gövdesine ışık vurunca büyüme hormonları, daha az ışık gören arka tarafta, yani ev tarafında birikir. Burada fazlalaşan büyüme hormonları, gövdenin bu kısmının daha fazla büyümesine sebep olur ve bitkinin gövdesinde eve bakan taraf daha fazla, sokağa, yani ışığa bakan tarafı daha az büyüdüğü için asimetrik bir durum ortaya çıkar. Neticede bitkinin gövdesi dışarıya doğru eğilmiş olur.

Şimdi bu durum, ışığa karşı bitkide bir davranış olarak nitelenir. Bu davranışla bitki yüzünü ışığa karşı çevirmiştir. Böylece ışıktan daha fazla faydalanmaktadır. Burada bizdeki manada hareketi ayarlayan bir ruh yoktur. Ama o ruhun görevini bir derece yerine getirebilen büyüme ve farklılaşma kanunları vardır.

Bitkilerde bu şekilde bir takım salgılar sonucunda bazı davranış farklılıklarının olduğu tespit edilmiştir. Bunlardan birisini kısaca şöyle özetleyebiliriz:

Bir bitkinin yapraklarına elektrotlar yerleştirerek elektrik devresi tamamlanıyor. Devreye akım şiddetini ölçen bir ampermetre ve bir de grafik kâğıdı ile bunun üzerinde akım şiddetine göre grafik çizebilen bir düzenek kuruluyor. Akım devresi tamamlanınca, akım şiddetine göre kâğıda normal bir grafik çiziliyor. Bitkiden birisi bir parça koparıyor. Daha sonra bitkinin önünden o parçayı koparan kişi geçince bitkide akım şiddetleniyor ve ayrı bir grafik çiziliyor. Bitki, başkalarının yanından geçmesi halinde o tepkiyi vermiyor.

Bu ve benzeri davranışlar, bitkilerde his dünyasının varlığına delil gösteriliyor ve bu hisler farklı akım şiddetleri ve değişik enzim ve hormonların salınmasıyla biliniyor. Salgılanan bu enzim ve hormonlara göre de bitki, bulunduğu ortamda etkiye göre bir takım tepkiler veriyor.

İnsanda şuurlu olan bu tepkiler, burada sadece bir his veya davranış olarak kendisini gösteriyor.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hayvanların ve Bitkilerin Ruhu var mıdır?

67 Ayın ısısının olmamasının nedeni nedir?

"Güneş'i bir ziya (ışık, ısı kaynağı), Ay'ı bir nur(ışık) kılan ve yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ona duraklar tespit eden O'dur..." (Yunus, 10/5)

Güneş dev bir nükleer reaktör olarak Dünya'mızın hem ışık, hem de ısı kaynağıdır. Uzay'ın soğuğunda Dünya'mızı ısıtan Güneş'ten Dünya'mıza gelen ışın miktarı Güneş'in ışınlarının milyarda ikilik dilimidir. Ay ise Güneş'ten aldığı ışığı Dünya'mıza yansıtır. Ay, Güneş gibi bizzat ısının ve ışığın kaynağı değildir. Güneş'in ve Ay'ın bu farklarına Kur'an Güneş'i "ziya", Ay'ı "nur" kelimeleriyle farklı şekilde tarif ederek dikkat çekmektedir. Güneş'i tarif eden "ziya" kelimesi ışığı tarif ettiği gibi, aynı zamanda yakıcılığı, ısıyı da tarif etmektedir. "Ziya" kelimesine verilen anlamlarda "ziya"nın bizzat ısının ve ışığın kaynağını ifade etmesi, "nur" kelimesinin ise böyle bir vurguya sahip olmaması da ayette bu kelimelerin seçilmesindeki inceliği gösterir.

Kur'an'da Güneş için "ziya" sıfatından başka sıfatlar da kullanılmıştır. Güneş bir meşaleye (sirac) ya da yanan bir lambaya (vehhac) benzetilmiştir. Bu ifadeler de Güneş'in yakıtını kendi içinden aldığına işaret eder. Meşale de, lamba da kendi içlerinde yanan ateş ile etrafa ısı ve ışık saçar. Bu ifadelerin Ay için kullanılmaması, sadece Güneş için kullanılması, Kur'an'da her kelimenin nasıl yerli yerinde kullanıldığının delilidir.

GÜNEŞ'İN HİZMETLERİ

Güneş'in bir saniyede ürettiği enerji Dünya'daki üç milyar enerji santralinin bir yılda ürettiği enerjiye eşittir. Dünya Güneş'ten gelen ışınların sadece milyarda ikisini alır. Bu miktar çok ince şekilde tespit edilmiştir. örneğin bu miktardaki çok küçük bir azalma Dünya'nın yaşanmayacak şekilde buzullara gömülüp soğumasına sebep olacaktır.

Güneş'in Dünya'mıza uzaklığı, Güneş'in büyüklüğü, Güneş'teki reaksiyonların gücü hep çok ince hesaplara bağlıdır
. Bizim de yaşamımız bu çok ince hesaplarla belirlenmiştir. Tüm bu değerlerdeki çok ufak bir değişiklik bile Dünya'daki hayatın yok olmasına sebep olacaktır. Tüm bu kritik değerlerin hem yaratılması, hem de devam ettirilmesi bizim hayatımızın olmazsa olmaz şartlarındandır. Güneş'in hem kendi ekseninde, hem de bir doğrultuya göre hareketi; Dünya'nın ise kendi ekseninde, Güneş'in etrafında, Güneş'e bağlı olarak, Ay'dan etkilenerek birçok farklı hareketi vardır. Bu çok hızlı hareketlerin tümünde Dünya'mız Güneş sistemiyle, galaksisiyle hep yepyeni, her biri öncekinden farklı bir konumda bulunmaktadır. İşte tüm bu çok hızlı, çok ince hareketlerin hiçbiri bizim Güneş'e göre konumumuzu etkilemez, Dünya'daki hayatın yok olmasına sebep olmaz.

Hayatın oluşması için mutlaka Karbon bazlı moleküllere ihtiyaç vardır. Karbon bazlı moleküller ise sadece -20 °C ile +120 °C arasında oluşabilmektedirler. Evren'de ise yıldızların içindeki milyarlarca derecedeki sıcaklıktan, mutlak sıfır noktası olan -273.15 °C'ye kadar çok geniş bir sıcaklık aralığı mevcuttur. Sadece Karbon bazlı moleküllerin oluşması için gerekli sıcaklık aralığının oluşturduğu dilim, mevcut sıcaklık farklılıklarında yüz binde birlik bir dilim bile değildir. Dünya mevcut ısısını koruyamayıp kısa bir süre için bile içinde bulunduğu sıcaklık diliminden çıksaydı, Dünya'mızdaki hayat son bulurdu. Neyseki Yaratıcımız her an ihtiyaçlarımızın farkındadır ve her an her şey O'nun kontrolündedir.

"...Güneş'e, Ay'a boyun eğdirdi. Her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedirler. Her işi yoluna koyup, düzenler. Delilleri birer birer açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız." (Rad, 13/2)

Ay'ın tek ısı kaynağı Güneş'tir, dolayısıyla atmosferden yoksun olmasaydı ortalama sıcaklığı yeryüzününkiyle aynı olacaktı. En yüksek ve en düşük sıcaklıklar arasındaki fark çok yüksektir. Güneş'in hemen altındaki Ay'ın tropikal bölgesinde yüzey sıcaklığı 130° C'dir; ancak, yüzey gün batımına doğru hızla soğur ve gece yarısıyla Güneş'in doğması arasında 173° C düşer. Bu yüzden Ay'ın tropikal bölgesindeki günlük sıcaklık değişimi, 300° C'ı geçer; suyun günlük kaynama sıcaklığının çok yukarılarından sıvı havanın sıcaklığına kadar değişiklikler gösterir. Ancak bu alt ve üst sınırlar, yalnızca tropikal bölge ve uzaya açık yüzey için geçerlidir. Ay yüzeyindeki maddelerin yalıtıcı özelliklerinden ötürü, günlük sıcak ya da soğuk dalgaları, yarım metreden daha aşağısını etkilemez: Bu derinliklerde radyo spektrumu içinde kalan ısı yayılımı gün boyunca sabit kalır ve -30° C dolayında bir ortalama sıcaklığa denktir.

GÜNEŞ'TEKİ OLUŞUMLAR

Yaklaşık 150 milyon kilometre mesafeden Güneş, Dünya'daki hayatın mümkün olmasını sağlamaktadır. Saatte 1000 kilometre hızla giden bir uçağa binsek 17 yılda bile ulaşamayacağımız bir mesafedir bu. Yüzeyindeki sıcaklık 6.000 derece olan Güneş'in merkezindeki sıcaklık ise 15.000.000 derecedir. Alev alev gazdan oluşan bu kürenin yüzeyinde bile hayat düşünülemez. Oysa mevcut uzaklığa yerleştirilince Güneş, Dünya'mızın en yakın dostu, hayatımızın kaynağı olmuştur.

Güneş, enerjisini bünyesindeki hidrojeni helyuma dönüştürerek açığa çıkarmaktadır.
Dört ayrı hidrojen çekirdeğinden tek bir helyum oluşur. Bu oluşum tek bir aşamada gerçekleşmez. Bu dönüşüm yavaş yavaş oluşur, Güneş de buna bağlı olarak ağır ağır yanar. önce iki hidrojen birleşip dötronu oluşturur. Dötronun oluşmasını sağlayan da atom çekirdeğindeki güçlü nükleer kuvvettir. Bu kuvvetin gücü de bu noktada çok dengeli bir şekilde ayarlanmıştır. Eğer güçlü nükleer kuvvet mevcut değerinden daha zayıf olsa iki Hidrojen çekirdeği birleşmeyecektir. Yanyana gelen artı yüklü protonlar birbirlerini itecekler ve Güneş'teki nükleer reaksiyon yani Güneş'in kendisi oluşamayacaktır. Eğer güçlü nükleer kuvvet mevcut değerinden daha güçlü olsa, dötron yerine iki protonlu DiProton oluşacaktır. Bu o kadar etkili bir yakıt olurdu ki; Güneş ve Güneş'e benzer yıldızlar bu güç yüzünden çok kısa sürede infilak ederek yok olurdu. Bu durumda her örnekte olduğu gibi yine ne biz, ne de Dünya'mız var olacaktık.

Tüm bu göstergeler Allah'ın Evren'i, Evren'deki fizik kurallarını nasıl mükemmel, planlı bir şekilde yarattığını ve işlettiğini ortaya koymaktadır.

"Sizin tanrınız yalnızca Allah'tır. O'nun dışında bir tanrı yoktur. O bilgi bakımından her şeyi kuşatmıştır." (Taha, 20/98)

68 Bir konuyu veya dersi yazarak çalışmak, Peygamber Efendimizin sünneti midir?

Peygamberimizin (a.s.m) yazı yazmadığını, okuma-yazmasının olmadığını biliyoruz.

Yazarak çalışmanın önemine ışık tutacak, “İlmi yazarak kayıt altına alın.”(Kenzu’l-Ummal, h. No: 29332) mealinde bir hadis rivayeti vardır.

Ayrıca bu manayı destekleyen diğer bazı rivayetler de vardır. Abdullah b. Amr b. As anlatıyor: Peygamberimiz (a.s.m) bana:
“İlmi kaydet / bağla.” dedi.
“İlmin kaydı nedir?” diye sorduğumda,
“Kaydı yazmaktır.”  buyurdu.(Heysemi, Mecmau’z-zevaid, 1/152).

Diğer bir rivayette ise, Hz. Enes anlatıyor: Adamın biri Peygamberimiz (a.s.m)’e geldi ve hafızasından şikayet etti. Efendimiz (a.s.m), ona: “Sağınla / sağ elinle (yazmakla) hafızana yardımcı ol.” diye tavsiyede bulundu (bk. a.g.y).

69 Kaif veya Kıyâfe ilmi hakkında bilgi verir misiniz?

Kıyafe, iki kişinin organlarındaki benzerlikten hareketler, aralarında kan bağı bulunduğunu ve karakterlerinin nasıl olduğunu tespite yarayan tahmini bilgidir.

Sözlükte kıyâfe, "iz sürme; doğan çocuğun fizyonomisine bakarak nesebini tespit etme" anlamlarına gelmektedir. Bu işle meşgul olanlara kâif, kavaf ve kavvâf denilir. Terim olarak kıyâfe, bir kimsenin fizikî yapısına ve organlarına bakarak onun nesebi, ahlâk ve karakteri hakkında tahminde bulunmaktır.

İslâm bilim ve kültür tarihinde ilm-i kıyâfe adıyla özel bir bilim dalı sayılan kıyâfe Taşköprizâde'nin verdiği tarife göre fırâsetle (ilm-i firâse) aynı anlamdadır.( a.g.e., I, 333) Fakat literatürde ve halk arasında firâsetin daha kapsamlı ve yaygın biçimde kullanıldığı görülür.

Kıyâfe "kıyâfetü'l-eser" ve "kıyâfetü'l-beşer" olmak üzere ikiye ayrılır,

a) Kıyâfetü'l-eser: İnsanın veya herhangi bir hayvanın izini sürmektir. Zekâ, tecrübe ve tahmine dayanan bu yöntem, her çağdaki toplumların bir şekilde başvurduğu pratik bir bilgi türüdür. Kaynaklarda erkekle kadının ve yaşlı ile gencin izlerini birbirinden ayırt edecek derecede uzmanlaşmış iz sürücülerden söz edilir.

b) Kıyâfet'ü'l-beşer: İki kişinin fizyolojik yapıları ve organları arasındaki benzerliklerden hareketle aralarında kan bağı (neseb) bulunduğunu tespit etmek ve bir insanın fizikî özelliklerine bakarak ahlâk ve karakteri hakkında tahmin yürütmektir. Bir bakıma modern tıbbın soy tespitine yönelik DNA testi uygulaması, eski Arap toplumunda kıyâfe-tü'l-beşer denen bazı müşahede ve tahminler yoluyla yapılmaktaydı. Suretten sîret okumanın mümkün olduğu bugün de halk arasında yaygın bir telakkidir.

İslâm öncesi Arap toplumunda bazı kabilelerin bu alanda ihtisas sahibi olduğuna, daha doğrusu bu bilginin onlara özgü bulunduğuna ve bu sebeple kıyâfenin eğitim öğretimle elde edilemeyeceğine inanılmaktaydı. Nitekim Benî Müdlic, Benî Leheb ve Nizâroğullarının kıyâfe ve firâse konusunda uzmanlaştıkları kabul ediliyordu.

Müslümanlıktan önce Hicaz-Arap toplumunun kültüründe önemli bir yer tutan kıyâfe ilmi, İslâm döneminde de belli bir süre varlığını korumuş, dolayısıyla fakihler kâifin verdiği bilginin neseb davalarında ispat vasıtası olup olmayacağını tartışmıştır. Çoğunluk. Hz. Peygamber (asm)'in, Zeyd b. Sâbit'le Üsâme hakkında Benî Müdlic kabilesinden bir kâifin verdiği bilgi üzerine sevinç belirtisi göstermesinden hareketle başka kesin delillerin bulunmadığı durumlarda kâifin görüşlerinin karîne değeri taşıdığını ileri sürer. Hanefîler'le İmâmiyye ve Zeydiyye fakihleri ise kıyâfenin Câhiliye döneminde kaldığını, bu yolla hüküm vermenin zan ve tahmine dayandığını ve doğru olmayacağını söylemektedir.

Genellikle sansasyonel yanı ağır basan ve halk kültürünü yansıtan bu bilgi türü klasik dönem Türk edebiyatında "kıyâfetnâmeler" adıyla bazı eserlere konu teşkil etmiştir.

(Kaynak: Diyanet İslam Ansiklopedisi, Kıyafe md.)

70 "İ-doser" denilen bir programla, belirli ses dosyalarını dinleyen insan ruhuna çeşitli sanal telkinler yapılarak mutluluk, uyku, alfa modu gibi bir tedavi yapılması, tıbbi ve manevi açıdan zararlı mıdır?

Şuur altına yapılan telkinlerin uygulandığı bir yöntem vardır. Bu, daha çok doktorların bizzat hasta ile karşılıklı konuşmak suretiyle terapi yapması anlamına gelir. Bu terapi sade bir dille yapılması yanında müsikî eşliğinde de yapılabilir.

İnsanların müsikîden hoşlandığı bir gerçektir. Bir bülbülün, bir insanın hançeresinden çıkan güzel sesler, insanın ruhu üzerinde pozitif etki yaptığı gibi, müsikî aletlerinin -deyim yerindeyse- hançeresinden çıkan seslerin de pozitif etkisi vardır. Bunlar birer vakıadır, inkâr edilemez. İslam tarihinde ruhî ıstıraplar veren hastalıkların bu yolla tedavi edildiği bilinmektedir.

Ancak, bu tür sanal terapi olarak görülen “İ-doser” programını tartışmasız yegâne tedavî metodu olarak düşünmek, her şeyden önce bu günkü modern  tıp prensipleriyle çelişmektedir. Çünkü bugün ruhî sıkıntılara bakan bir tıp dalı olan psikiyatrî hekimliğinin önemli ölçüde kabul gören görüşüne göre, psikiyatri hastalıklarının önemli bir kısmı ruhî değil organiktir. Beynin farklı refleksler göstermesinden normal çalışma sitilinin dışına çıkmakla, değişik olumsuz duyguların yeşermesine neden olması söz konusudur.

Ayrıca, bu tür programlar insanları esir alıp birçok işten alıkoyabilir. Çünkü genellikle insanların ulvî duygularından ziyade, süflî duygularına hitap eden bu gibi müziklerin önemli bir kısmı, insanı daha da üzebilir. Bir anlık bir zevkin sarhoşluğuyla kişi, kendinden geçse bile, o ortamdan çıktığı zaman daha bir ayrılık, daha bir kimsesizlik, daha bir yalnızlık hissiyle yıkılabilir, bir matem havasına bürünebilir.

Bu gibi şeylerle sürekli meşgul olan kimsenin ulvî duyguları törpülenebilir ve dinî yönden gerekli ve sevaplı olan birçok zikir, fikir ve şükürden zevk almayabilir ve gaflette boğulabilir.

71 Jeolojik ve arkeolojik yaş tayin metotları güvenli midir?

Jeolojik ve arkeolojik materyallerin yaşını tayinde kullanılan gerek radyoaktif gerekse diğer metotlar, birtakım kabullere ve tahminlere dayandığı için istenen hassasiyette değildir. Bu bakımdan ortaya konan yaşların gerçek yaşlar olduğu hususunda tereddütler hasıl olmaktadır.

Jeolojide “yaş” genellikle nispi (göreceli) bir mana taşır. Yan yana veya üst üste duran iki kayaç kütlesinden birisi diğerine göre daha yaşlı veya daha gençtir. Bir değişim olmamışsa, alttaki kayaç üsttekine göre daha yaşlıdır. Bunu ilk defa 1669 yılında Nicolas Steno belirtmiştir.

Jeolojik ve arkeolojik materyalin yaşını tayinde değişik metotlar kullanılır. Bunlar:

1. Jeolojik Yaş Tayini

Bu metotta mukayese esastır. Meselâ bir bölgedeki Karbonifer yaşlı arazi bir başka yerdekiyle taş benzerliği, fosil benzerliği ve morfolojik yapı benzerliği gösteriyorsa, bu ikinci bölgedeki arazinin de Karbonifer yaşta olduğuna hükmedilir.

2. Paleontolojik Yaş Tayini

Bu metotta bir kayacın yaşı, ihtiva ettiği fosil çeşidine göre yapılır. William Smith 1770 yılında İngiltere’de yaptığı kazılar sırasında, kayaçlarda gözlediği fosillerin tabakalar içerisinde gelişigüzel değil, belirli bir sıralanışa göre yer almış olduklarını, aynı tabaka topluluğunda aynı fosil organizma, farklı tabakalarda ise değişik organizma cinslerinin bulunduğunu tespit etmiş ve “benzer fosil gruplarını taşıyan tabakaların aynı yaşta olması gerektiği” sonucuna varmıştı. Daha sonra yaptığı çalışmalar bu düşüncesini doğrulamıştır2.

Jeolojik dönemlerde çok kısa devrelerde yaşayıp ortadan kalkmış olan fosiller vardır. Bunlara “Karakteristik veya Kılavuz Fosiller” ya da “Kat Tayin Edici Fosiller” adı verilir. Kat belirleyici fosiller bir bakıma takvim gibidirler ve içinde bulundukları tortul tabakanın jeolojik yaşını ortaya koymada büyük ehemmiyete sahiptirler. Meselâ Paleozoik başında birden ortaya çıkan Trilobitler kısa zamanda çok geniş bir sahaya yayılmışlar ve Paleozoik sonunda aniden yok olmuşlardır. Dolayısıyla Trilobitler’in bulunduğu bir tortul tabakanın yaşı Paleozoik’tir. Aynı şekilde Ammonitler Mesozoik, Nummulitler Tersiyer, memeliler de Kuvaterner yaşını verirler.

Farklı devir ve periyotlarda yaşamış karakteristik fosiller dikkate alınarak, her devrin yaşı ve ihtiva ettiği kat belirleyici fosilleri gösteren “Jeolojik Sütun”lar teşkil edilmiştir. Herhangi bir beldede bulunacak olan karakteristik fosille o beldenin yaşı, bu jeolojik sütundan anlaşılabilir.

Paleontolojik Yaş Tayin Metodunun Kritiği

Kayaçların yaşları, ihtiva ettikleri indeks fosillere göre tayin edilmektedir. Ancak hangi indeks fosillerin hangi yaşı gösterdikleri nasıl bilinecektir? Bunun cevabı, “evrim”dir. Yani evrimin bütün dünyada aynı doğrultuda meydana geldiği ileri sürüldüğüne göre, belli bir çağda yaşayan organizmaların geçirdikleri evrim safhaları, bu çağda depolanan tortulları tanımak için şaşmaz bir kriter olmalıdır. Bu, “evrim” düşüncesinin temel prensiplerinden birisidir.

Morris, kayaları kronolojik sıraya dizmek için kullanılan tek yolun fosiller olduğunu belirtir. Fosilleri bu kronolojideki spesifik yere oturtmak için gerekli olan kriter, “hayatın basitten kompleksliğe doğru evrimleştiği” düşüncesidir. Canlı varlıkların evrimleşmesi ise, fosil kayıtları üzerine bina edilir. Evrimin olduğuna ait delil, fosillerdir. Fosiller de evrim düşüncesine göre kronolojik sıraya dizilmişlerdir. Böylece mesele fasit bir daire şeklinde güçlü bir muhakeme sistemine dönmüştür1.

Dunbar bu konuda şöyle der:

“Hayatın daha basit formlardan gittikçe kompleks formlara doğru evrim geçirdiğine dair tek tarihî bilgilere dayanan delili, fosiller sağlamaktadır.”3.

3. Varv Metoduyla Yaş Tayini

Sular, taşıdıkları materyalleri çukur yerlerde biriktirirler. Bu çökelme hızından faydalanarak tortul bir serinin yaşı tayin edilebilir. Özellikle buzulların erimesiyle teşekkül eden sular, göllerde veya çukur bölgelerde birikirler. Erime oranı kış mevsiminde azdır ve bu sular beraberinde ince taneli malzemeleri sürükleyerek ince bir tabakanın teşekkülüne sebep olurlar. Yazın ise erime oranı yükselir ve beraberinde iri taneli materyali taşıyarak kalın tabaka teşkil eder. Böylece bir yılda bir ince, bir kalın tabaka oluşur. Ağaç halkaları gibi bu halkaları sayarak yaş tayini yapmak mümkündür. Tabakalı kayaçların varvlardan faydalanarak tayini, ilk defa 1905 yılında İsveçli De Geer tarafından yapılmıştır. “Varv” kelimesi İsveç dilinde “periyodik tekrarlanma” manasına gelmektedir.

Çökelme hızından faydalanarak Mısır’da Nil Nehri’nin 3000 yıldan beri her 400-500 senede 30 cm kalınlıkta bir sediment biriktirdiği ortaya konmuştur. Okyanuslardaki tuz miktarının tespitiyle de jeolojik yaş tayininin yapılabileceği ileri sürülmektedir. Buradaki tuzların, çevredeki kayaçlardan belirli sürelerde taşınacağı dikkate alınmaktadır. Joly, okyanus sularında bulunan sodyum iyonlarının miktarı ile her yıl akarsularla karadan denizlere giren sodyum miktarı arasındaki oranı hesaplayarak, okyanuslardaki Na+ miktarını 15.627 x 1012 ton, bir yılda okyanuslara giren Na+ miktarını ise 15.727 x 104 ton olarak bulmuştur. Buradan hareketle, okyanusların yaşını 99.4 milyon olarak hesaplamıştır. Bu değerin çok az oluşu ve Na+ oranının da devamlı değiştiği nazara verilerek bu metot tenkit edilmektedir.

Varv Metodu’nun Kritiği

Varv Metodu’nda, yağış rejimi ve toprağın yapısı büyük rol oynamaktadır. Mevsim ve yıllar arasında görülebilecek iklim değişiklikleri, aynı su miktarının taşıyabileceği malzemenin tekstür ve strüktürüne tesir edecektir. Sel ve taşkınlar da bu varv teşekkülünde bir dezavantaj olarak gözükmektedir. Çünkü normal suyun taşıdığı materyale göre sel sularıyla aynı süre içerisinde daha fazla miktarda sediment taşınıp biriktirilecektir. Bu da, yaş tayininde belli bir sürede biriken sedimenti esas alan Varv Metodu’nun sonucunu büyük oranda etkileyecektir.

4. Radyoaktif Elementlerle Yaş Tayini

İlk defa Becquerel tarafından 1896 yılında, uranyum tuzlarından görünmeyen bazı ışınların çıktığı tespit edilmiş, Madam Curie 1897 yılında toryumun da ışınlar yaydığını tespit etmiş ve bu olaya “radyoaktivite” adını vermiştir. Radyoaktif elementler etrafa alfa, beta ve gama ışınları yayarlar. Bu ışınlar, fotoğraf filmi üzerinde bıraktıkları ışınım etkisiyle, Geiger sayıcısıyla ve sentilometre gibi aletler yardımıyla tanınırlar.

Radyoaktif elementlerle yapılan yaş tayinlerini, radyoaktivitenin dolaylı ve dolaysız etkilerine göre iki gruba ayırmak mümkündür.

4.1. Radyoaktivitenin Dolaysız Etkilerine Dayanan Metotlar

4.1.1. Uranyum Metodu

Uranyum Metodu, yaş tayin metotlarının bir ailesidir. Bu metotların hepsinin esası, “uranyum ile onun kardeş elementi olan toryumun uzun bozunma zincirleri boyunca kurşun ve helyum hasıl etmeleri” esasına dayanır. Bu olay “alfa bozunumu” olarak adlandırılır. Olayda alfa partikülleri, ana atomların çekirdeklerinden sabit bir hızla ayrılırlar. Bunlar helyum gazının pozitif yüklü atomlarıdır

Radyoaktif elementlerin başında uranyum ve toryum gelir. Uranyumun iki izotopu vardır. Bunlardan birincisi U238’dir ve yarı ömrü 4.5 milyar yıldır. Diğeri U235’in ise yarılanma ömrü 0.7 milyar yıldır.

Toryumun (Th232) yarılanma ömrü ise 14.1 milyar yıldır. Bunlar belirli oranlarda helyum atomu vererek aşağıdaki gibi kurşun izotoplarını hasıl ederler:

U 238 ----> Pb 206 + 8 He 4
U 235 ----> Pb 207 + 7 He 4
Th 232 ----> Pb 208 +6 He 4

Normal kurşun minerali olan galenitte (PbS) kurşunun üç izotopu bir arada yer alır. Bu elementleri ihtiva eden herhangi bir tabakada kurşunun dördüncü bir izotopu olan Pb204’ü, diğer izotoplarla birlikte bulmak mümkündür. Bundan dolayı ona “yaygın kurşun” denir. Jeolojik zamanlar boyunca diğer izotopların miktarı gittikçe arttığı hâlde, Pb204’ün miktarı hep aynı kalır. Bu bakımdan Pb204’ün radyometrik yaş bulmada önemi büyüktür. Kurşun ihtiva eden bir mineralde Pb204’ün miktarı genel kurşun miktarından çıkarılınca, geride radyoaktif bozunum ürünü olan Pb izotopları kalır. Bunların miktarının tayiniyle de, içinde bulundukları mineralin yaşı tespit edilebilir.

Radyoaktif elementlerde belirli bir zamanda bozunum yoluyla meydana gelen atom sayısı (n) ile, mineralde bulunan radyoaktif elementin atom sayısı (N) doğru orantılıdır.

Matematik olarak bu kanun:

n = N.e-λt formülüyle gösterilir.
n = “t” zaman sonra kalan atom sayısı
N = Zamanın başlangıcında, yani t=0 olduğunda mevcut olan atom sayısı.
l = Radyoaktif bozunum sabitesi (her element için karakteristiktir).

Başlangıçta numunede bulunan radyo aktif elementin ve bugüne kadar radyoaktiviteyle meydana gelmiş elementin miktarı bilinirse, radyoaktivite kanunlarıyla son miktarın teşekkülü için geçen müddet hesaplanabilir.

Bozunum hızı zaman ve radyoaktif izotopların yaşına bağlı değildir. Bu hızı istatistiki olarak tespit mümkündür. Meselâ radyumun 10 milyon atomundan (N) her yıl 4 bin 273 tanesi (n) bozunuma uğrar. Burada n/N oranına “bozunum sabitesi” denir.

Bu değer, radyum için yıl başına:

l = n / N = 4273 / 107
l = 0.0004273 eder.

Yarı ömrü ise:

T= 0.693 / l
T = 0.693 / 0.0004273 = 1622 yıldır.

Uranyum Metodu’nun Kritiği

Uranyumun radyoaktif bozunumuna dayanan yaş tayin metotlarının sakıncalı tarafları vardır. Bunları şöyle özetlemek mümkündür:

1. Uranyum mineralleri her zaman açık sistemlerde bulunur.

Uranyum ihtiva eden kayaç kapalı bir sistemde olmadığı için, dış etkilere maruzdur. Meselâ uranyum yer altı suyu tarafından kolayca çözülebilir. Ara elementlerden olan radon gazı, uranyum sisteminden dışarıya veya içeriye kolayca geçebilir. Radyoaktif yaş tayini konusunda söz sahibi Henry Fauld, bu hususa şöyle dikkat çekmektedir:

“Jeolojik zamanda hem uranyum hem de kurşun, tortulu şistlerin içinde yer değiştirmişlerdir. Detaylı analizler, bu elementlerle uygun yaşların elde edilemediğini göstermiştir. Benzer güçlüklerle, uranyum ve radyum ihtiva eden maden damarlarının yaşını tayin etme teşebbüslerinde de karşılaşılır. Aynı noktadan alınan örnekler üzerinde farklı yaşların tespit edildiği ve birçok kimyevi aktivitenin vuku bulduğu bilinmektedir” 4.

2. Uranyum bozunum hızı değişken de olabilir.

Radyoaktif bozunmalar atomik yapı tarafından kontrol edildiklerinden, diğer olaylardan kolay kolay etkilenmezler. Fakat atomik yapıları etkileyebilen faktörler, radyoaktif bozunum hızını da etkileyebilirler. Bunun en bariz misali, kozmik radyasyon ve bunun ürünü olan nötrinolardır. Bir başka misal de, reaktörlerden çıkan veya farklı yollardan hasıl olan serbest nötronlardır. Eğer bu partiküllerin yerküredeki miktarlarını artıracak herhangi bir şey meydana gelmişse, radyoaktif bozunum hızlarını da artıracaktır.

3. Oğul ürünler, kayacın ilk teşekkülünde orada yer almış olabilir. Uranyum ve toryum bozunumuyla ortaya çıkan radyojenik oğul ürünlerin, bu mineraller ilk defa teşekkül ettiği zaman orada mevcut olması mümkündür. Günümüzde yerkürenin iç tabakalarından lavların akmasıyla meydana gelen kayaların, bazen hem radyojenik hem de müşterek kurşun ihtiva ettikleri bulunmuştur.

4. Oğul ürünlerin hepsi o kayaca has olmayabilir. Radyoaktif bozunmayla teşekkül eden oğul ürünlerin hepsi o kayaçta kalmayabileceği gibi, başka kayaçta teşekkül etmiş oğul ürünler de oraya gelmiş olabilirler.

4.1.2. Potasyum-Argon Metodu

Potasyum mineralleri volkanik kayaların büyük çoğunluğunda ve bazı tortul kayaçlarda bulunurlar. Geniş kullanım alanları vardır. Potasyum 40, yan ömrü 1.3 milyar bir hızla, elektron yakalama olayıyla Argon 40’a dönüşür.

4.1.3. Rubidyum-Stronsiyum Metodu

Bu metot, Rubidyum 87’nin 47 milyar yıllık yarılanma süresiyle Stronsiyum 87’ye dönüşmesine dayanır. Rubidyumun yarılanma süresi bazı otoriteler tarafından 60 milyar yıl, bazıları tarafından da 120 milyar yıl olarak kabul edilir. Bu metodun uranyum metoduna göre ayarlanması gerekir. Dolayısıyla uranyum yaş tayin metodundan daha güvenilir değildir. Gerek uygulama yönünden gerekse uygulamada karşılaşılan mahzurlar bakımından Potasyum-Argon Metodu ile Rubidyum-Stronsiyum Metodu ve diğer radyoaktif metotlar, Uranyum Metodu’yla benzerlik gösterirler.

4.1.4. Radyokarbon (C14) Metodu

“Radyokarbon,” sabit olmayan karbon-on dört (C14) izotopuna verilen isimdir. Karbon-on iki (C12) ise “tabii karbon” olarak adlandırılır ve radyoaktif değildir. Radyokarbon, atmosferin üst kısmında, kozmik radyasyonla, atmosferdeki azot-on dört (N14)’ün aralarındaki reaksiyonlar sonucu hasıl olur. Karbon-12, altı proton, altı nötron ve altı orbit elektron taşır. Karbon-14 çekirdeğinde ise sekiz nötron bulunur. Bu iki fazla nötron, atomu kararsız hâle getirir. Nötronlardan biri beta partikülü vererek yedi protonlu ve yedi nötronlu bir çekirdek hasıl eder. Bu yeni yapı, Azot-14’tür. Böylece kararsız Karbon-14, kararlı Azot-14’e dönüşür. Yarılanma ömrü de 5730 yıldır.

Atmosferde teşekkül eden Karbon-14, derhâl CO2 hâlinde oksitlenir ve havaya, suya ve organizma bünyesine yayılır. Normal olarak, havadaki radyoaktif karbondioksit ile radyoaktif olmayan karbondioksit oranının, dolayısıyla C14/C12 oranının sabit olduğu, bu sabit orana ulaşabilmek için de 100 yılın geçtiği kabul edilir.

Canlı organizmalardaki C14/C12 oranının da sabit olması beklenir. Organizma yaşadığı sürece bu oranın eşitliği değişmez. Fakat canlı organizma ölünce, havadan CO2 alamayacağı için C14’ün C12’ye oranı gittikçe azalacaktır. Bu azalma 1/2 değerini bulduğu zaman, o organizmanın ölümünden itibaren geçen sürenin 5730 yıl olması gerekir. Çünkü C14’ün yarı ömrü 5730 yıldır. Beş yarı ömürde, yani yaklaşık 29 bin yılda orijinal radyokarbon miktarının sadece 1/32’si serbest bırakılacaktır. Radyokarbon Metodu, en çok 80 bin yıl öncesine kadar uzanan süreleri tespit için kullanılabilmektedir. Daha yaşlı materyaller, Uranyum Metodu’yla test edilmelidir.

Radyokarbon Metodu’nun Kritiği

Radyokarbon Metodu birtakım kabullere dayandığı için tenkit edilmektedir. İtiraz edilen hususlar şunlardır:

1. Birçok canlı sistem, standart C14/C12 oranına sahip değildir. Karbon-14 Metodu, bütün canlı organizmalar öldüğü zaman, onların hepsinin standart C14/C12 oranını ihtiva ettiğini farz eden bir kabulle yola çıkar. Hâlbuki birçok numune bu oranı göstermemiştir. Meselâ bu metotla, yaşayan mollusklar 2300 yaşında tespit edilmiştir. Böyle bir değer, organizma çevresinin, tahmin edilenden daha fazla C14 ihtiva ettiğini, dolayısıyla organizma ile çevre arasında karbon değişimi olduğunu gösterir5.

2. Radyokarbon, her organizmada sabit oranda azalmayabilir.

Radyokarbon bozunumları, çevrenin radyoaktivitesinden, özellikle serbest nötronlardan ve kozmik radyasyonlardan etkilenmekte ve dolayısıyla bozunma hızları değişmektedir.

3. Tabii karbon miktarı geçmişte değişik olabilir.

Geçmişte yeryüzünün bitki örtüsü, şimdikinden ya daha fazlaydı ya da daha az. Buna bağlı olarak da C14/C12 oranı ya büyük veya küçük olacaktır. Dolayısıyla bu periyotlara ait materyallerin görünen radyokarbon yaşı da, gerçek yaştan ya büyük veya küçük bulunacaktır. Aynı husus, atmosferdeki karbondioksit miktarı için de geçerlidir. Şayet geçmişte volkanlar dışarıya karbondioksit vermişse, bu durumda o zamanki karbondioksit miktarı, şimdikinden farklı olacaktır.

4. Radyokarbon oranı kararlı bir duruma erişmemiş olabilir. C14/C12 oranının belirli bir sürede yerkürede kararlı bir duruma geldiği kabul edilir. Yani atmosferde teşekkül eden C14 miktarı, yeryüzünde bozulmaya uğramış C14 miktarına eşittir. Dolayısıyla giren ve çıkan toplam C14 miktarı aynı olmalıdır. Ama durumun böyle olmadığını gösteren hususlar da vardır. Nitekim dünyada bir yılda teşekkül eden radyokarbonun ölçülebilen miktarının, bozulmaya uğrayan radyokarbondan yüzde 25 oranında fazla olduğu belirtilmektedir5-8.

4.2. Radyoaktivitenin Dolaylı Etkilerine Dayanan Metotlar

Radyoaktivitenin dolaylı etkileri, radyoaktif parçalanmalara bağlı ışın yayımıyla meydana gelir. Bu ışınlar, kayacı bir bombardımana tutmuş gibi tesir hasıl eder. Işınların kaynağı, özellikle kayaç içinde bulunan tabii radyoaktif mineraller veya ağır elementlerin çevreden gelen alfa veya kozmik ışınlarıyla bunların fizyonu olabilir.

4.2.1. Paleokroik Çevreler Metodu

Paleokroik çevreler özellikle biyotidler içinde radyoaktif İnklüzyonların (zirkon, monozit) etrafında küresel olarak bulunur. Eğer İnklüzyon çok küçük ise paleokroik çevreler tam küre şeklindedir ve ince kesitte bir çemberi andırır. Konsantrik kürelerin çapları sabit değerlerde olup, her kürenin çapı, alfa ışınının aldığı yola eşittir. Paleokroik çevrenin ışık geçirgenliği ile onun etkisiyle aldığı alfa ışını arasındaki ilgi, deneyle tespit edildiğinden yaş tayininde kullanılabilir.

Bu metot birçok yönden eleştirilmektedir. Yapılan deneyler, suni olarak elde edilen paleokroik çevredeki ışık geçirgenliğinin periyodik olarak değiştiğini, özellikle ısı artışından fazla etkilendiğini göstermiştir.

4.2.2. İz Metodu

Bu metot, herhangi bir mineralin radyoaktivite sebebiyle parçalanırken saçtığı ışın izlerinin sayımına dayanır.

4.2.3. Metamiktleşme Metodu

Bu metot, bir mineraldeki kristal ağların X ışınlarıyla ölçülerek ortaya konulabilen düzensizliğini esas alır.

4.2.4. Termolominesans Metodu

Işınların etkisi altında kalan kristal iç yapısına bağlı bazı elektronlar kurtulur ve kristal ağının kusurlu yerlerinde hapsedilir. Bu durumda bulunan elektronların tamamı, normal yerlerindekine oranla daha yüksek enerji seviyeli dinamik bir sistem meydana getirir. Isı tesiriyle elektronların normal yerlerine dönmeleri ışık şeklinde enerji çıkmasıyla olur ve böylece radyoaktiviteyle etkilenmiş mineralin enerji seviyesi bulunabilir.

Radyoaktivitenin dolaylı etkisine dayanan bu metotlar hâlen geliştirilme safhasındadır ve daha öncekilere göre kullanım alanları da dardır.

5. Jeolojik ve Arkeolojik Yaş Tayin Metotları Hakkında Genel Değerlendirme

Jeolojik ve arkeolojik materyallerin yaşını tayinde kullanılan gerek radyoaktif gerekse diğer metotlar, birtakım kabullere ve tahminlere dayandığı için istenen hassasiyette değildir. Bu bakımdan ortaya konan yaşların gerçek yaşlar olduğu hususunda tereddütler hasıl olmaktadır. Ancak her materyalin yaşını tayinde benzer hatalar olduğu için, tespitler gerçek yaşlardan ziyade nispi yaş olarak önemlidir. Söz gelimi 150 milyon yaşında olduğu tespit edilen A materyali, 50 milyon yaşındaki B materyalinden üç kat daha yaşlıdır. Yani B materyali gerçekte 15 bin yaşında ise, A materyali de 45 bin yaşında olacaktır.

Yukarıda sözü edilen metotların, daha iyi sonuç verecek başka alternatifleri de yoktur.

Kaynaklar:

1. Morrıs, H. and Parker,G.E. What is Creation Science? Master Book Publishers. California. 1982. Terc. Â.Tatlı, Keha,E., Marangoz, C., Solak, K. ve Hasenekoğlu, İ.  Yaratılış Modeli. Millî E. Bakanlığı Basımevi. Ankara. 1985.
2. Ketin, I. Genel Jeoloji. Cilt 1. İTÜ Yayını. 1982, sayı 1096.                              
3. Dunbar, C.O. Historical Geology. New York. John Wiley Sons. Inc. 1949, p.52.                                                                                                                         
4. Fault, H. Age of Rocs, Planets and Stars. NewYork. McGraw-Hill  Book. Co. Inc. 1966, p.61.
5. Kıeth, M.S. and Anderso, G.M. Radiocarbon Dating: Fictitious Tesults with  Mollusc Shells. Science, August, 16. A. 634, 1963.
6. Libby,W.F.Radiocarbon Dating. Universty of Chicago Press.1955, p.7.
7. Lingelfelter, R. E. Production of C-14 by Cosmic & Ray Neutrons. Reviews of Geographics. 1963, Vol. 1. p.51.                                                                 
8. Suess, H.E. Secular Vanations in the Cosmic Ray Produced Carbon-14 in the Atmosphere and their Interpretations. Journal of Geophysical Research. 1965, Vol.7. p.594.

72 Enerji her yerdedir, ezelidir, gibi bir yaklaşımla, enerjiye Allah, diyen anlayışa ne dersiniz?

Enerjinin ezelî olmayıp sonradan yaratıldığı ilmî bir tespittir.

Enerji de diğer maddeler gibi yaratma gücünden yoksundur.

Enerjinin her mekânda bulunması ayrı şeydir. Güneş'in ışığı da kendi sistemindeki gezegenlerin hepsinde, her yerde vardır. Enerjinin, bir mekânda bulunması, onun sonradan yaratıldığının işaretidir. Çünkü ezelî olan varlık, sonradan olan hadis varlıkları mekân edinmez.

Enerjinin değişik maddî şekillere girmesi, onun ezelî olmadığının en açık delilidir. Çünkü, ezelî bir varlık, sonradan olan bir varlığa dönüşmez. Değişkenlik, yaratılmışlığın en açık belgesi olduğunda İslam kelamının, felsefenin ve müspet bilimin ortak görüşüdür.

Allah’ın her yerde hazır, nazır olması demek, zatının varlığıyla değil, ilim ve kudretiyle her yerde hazır ve nazır demektir.

Hz. Peygamber (a.s.m) “Allah vardı, onunla birlikte hiçbir şey yoktu.” (Buhârî, Megâzî, 67, 74) buyurarak Allah’ın yegâne ezelî bir varlık olduğunu vurgulamıştır.

Fikir ve hayalimizde, akıl ve hayalimizde tasavvur ettiğimiz hangi şekil olursa olsun, o kesinlikle Allah değildir. Çünkü, Allah hiçbir şeye benzemez. Oysa bizim tasavvurumuz ne şekilde olursa olsun, mutlaka onda gördüğümüz bir şeye, bir benzetme söz konusudur.

Diğer sorunuza gelince, Güneş ve Güneş'ten binlerce defa daha büyük olan gök cisimlerini bir sapan taşı gibi evirip çeviren Allah’ın, şu veya bu taşı kaldırmasında tereddüt edilir mi? Kur’an’da defalarca “Allah her şeye kadirdir.” mealindeki ifadenin kullanılması bu tür vesveseleri yok etmeye yöneliktir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah, kendisinden büyük bir varlık yaratabilir mi?

73 Botanikçiler, biyologlar ve diğer bilim adamları hayatın kaynağı hakkında fazla bir şey söyleyemiyorlar. Konuya dinî yönden nasıl bakabiliriz?

Hayatın kaynağını birçok ilim adamı inceler durur. Bir noktaya kadar gider orada kalakalırlar. “İlim henüz buradan öteye erişemedi.”, diye kalıplaşmış bir özür vardır ellerinde. Açıklayamadıkları meselelerde ona sarılırlar. Bize göre, bu zâtlar bir yöntem hatası içindedirler.

Hayatın kaynağını araştırırken gerilere doğru gidiyorlar ve sonunda karşılarında cansız eşyayı bulunca duraklıyorlar. Onlarla hayat arasında bir ilgi kuramadıklarından, beklemekten başka çare de bulamıyorlar. Aslında o noktada durmasalar da yollarına devam etseler, daha iyi olacak. Bir an için hayatı bir tarafa bıraksalar ve o cansız eşyanın kaynağını araştırsalar, hayatın da kaynağını bulacaklar.

Bu kâinat ve içindekiler hepsi cansız olmada birleşen, yüzden fazla elementten dokunmuşlar. Bunların her biri farklı özelliklere sahip. Bu noktada dursalar da, “Şu varlıklara bu sıfatları kim ve niçin taktı?” diye düşünseler meselenin kaynağına varmış olacaklar.

Cansızın bir özelliği, hareket etmemektir. Bir diğeri düşünememek, bir başkası büyümemek, gelişmemektir. Dahası, hissedememek, anlayamamaktır. Bu noksan sıfatlara sahip elementlerin bir araya getirilmeleriyle farklı varlıklar çıkmış ortaya. Biri dağ olmuş, diğeri taş. Biri su olmuş, beriki hava. Biri yıldız olmuş diğeri güneş. Biri ay olmuş, ötekisi dünya...

Bütün bu varlıkların, birbirleriyle bir alışverişleri olmamış. Dolayısıyla da kimin neye yaradığı bir soru olarak kalmış ortada.

İlmin çözemediği sahaları atlıyoruz: derken, bitkiler yaratılmış. Böylece kâinat bir bakıma mânâ kazanmış. Güneşin yanması, dünyanın dönmesi mânâ kazanmış. Gece, gündüz, toprak, hava, atmosfer mânâ kazanmışlar; bitkilere hizmetkâr olmak suretiyle.

Ama henüz bitkilerin kendileri bir mânâ kazanmamışlar. Niçin şu veya bu özelliklere sahip oldukları melekler ve ruhanilerin meçhulü kalmaya devam etmiş. Derken hayvanlar yaratılmış... Milyonu aşkın bitki türü yanında, bir o kadar da hayvan türü gelmiş dünyaya. Her biri kendi sofrasının başına oturmuş. Bu hayvanların hepsi yemede, içmede müşterek oldukları hâlde, her birinin diğerinden farklı özellikleri var. Bu kabiliyetler sadece yemek için değil. Ne öküzün kuvveti otu koparmak için, ne de atın sürati otu yakalamak için. Bu ve benzeri nice hakikatler bir başka hakikatten haber vermişler. Bu hayvanların hizmet edecekleri bir ayrı mahlûk olmalı! Ve sonunda insan yaratılmış... Her bir hayvanın, kendi rızkını elde etmesinin ötesinde, asıl gayesinin insanda merkezleştiği ortaya çıkmış. Hepsinin insana göre ve insan için yaratıldıkları bütün berraklığıyla okunmuş zemin yüzünde...

Şimdi bu son neticeden elementlere bir anda geçtiğimizde karşımızda şu hakikati buluruz: İnsanın bu kadar farklı ihtiyaçları ile elementlerin farklılığı arasında yakın bir ilgi var. Bu ilgiyi kim kurdu?.. Bu elementlerin niçin biri demir oldu, diğeri bakır, biri azot oldu, beriki karbon...

Bu cansız, cahil varlıklara bu mahiyetleri giydiren ve onları hayata göre düzenleyen biri var. İşte hayatın kaynağı ancak Onun rahmetidir, Onun hikmetidir, Onun ihya (hayat verme) fiilidir, Onun terzık (rızık verme) fiilidir.

Bu hakikat öncelikle kabul edilecektir ki, ilk canlının nasıl yaratıldığı konusunda yapılan araştırmalar bir mânâ kazanabilsin. Aksi hâlde, zaman kaybetmekten, insanları oyalamaktan, yahut saptırmaktan başka bir şey yapılmaz.

Âlemlerin Rabbi olan Allah, bitkilere sadece büyüyüp gelişme özelliği verirken, hayvanları his dünyasına kavuşturmuş ve insan hayatını kalp, akıl, vicdan, hâfıza gibi nice sermayelerle zenginleştirmiş. Ve bu hayat, Allah’ın hayat sıfatına en parlak bir ayine olmuş.

Hayatın, “Şu kainatın en ehemmiyetli gayesi, hem en büyük neticesi hem en parlak nuru hem en lâtif mayası hem gayet süzülmüş bir hülâsası hem en mükemmel meyvesi hem en yüksek kemali, hem en güzel cemali...” (Lem’alar) olma özelliği kemaliyle ve en güzel şekliyle insan hayatında kendini göstermiş.

Sıfatlar, kabiliyetler, kuvvetler ve hislerle kaynaşan bu hayat mûcizesini maddeye vermek, yahut cansız elementlerin evrimleşmesiyle izah etmek mümkün mü?

74 Kainata ve içindekilere, mana-yı harfi ve mana-yı ismi ile bakmak ne demektir?

Bediüzzaman Hazretleri, Arapça gramer ilminde geçen “isim ve harf” tariflerini akaid ilmine uygulamış ve İlâhî birer sanat eseri olan bu âlemdeki varlıklara, nasıl bakılması gerektiğini bu tariflerle ortaya koymuştur.

“İsim”, başkasına muhtaç olmaksızın tek başına bir mana ifade eder; ama harfler tek başlarına bir mana ifade etmeyip başka bir kelimenin anlaşılmasına yardım ederler. Meselâ, masa kelimesi bir isim olarak tek başına bir mana taşımaktadır. Ama, “nın” edatı yalnız olarak bir mana ifade etmez, ancak “masanın” dediğimizde masa kelimesinin anlaşılmasına yardımcı olur.

Burada şunu ifade etmek gerekiyor: Arapçada "harf" dendiği zaman a, b, c gibi harfler anlaşılmaz. Birkaç  harften meydana gelen harfi-i cerler, harf-i tarifler de yine harf olarak nitelendirilirler. “İle” manasına gelen “ba” harfi, gibi, “…den, …dan” manasına gelen “min” de birer harf-cerdirler. Yani kendilerinden sonra gelen ismi esre okutan birer harftirler. Halbuki, "min" harf-i cerri iki harften (mim, nun) meydana gelir. Keza, “…ye, …ya” görevi yapan “ilâ” da üç harften (elif, lam, ya) meydana gelir. Muayyenlik ifade eden harf-i tarifler de elif ve lam olmak üzeri iki harften meydana gelirler. Bir ismin başına  “el” harf-i tarifi geldiğinde onun “bilinen bir şey” olduğu anlaşılır; bu harf-i tarif gelmese “herhangi bir şey” olarak anlaşılır. İngilizcedeki “a” ve “the” gibi.

Bir meyveden, meselâ bir portakaldan söz ederken, onun özelliklerinden, taşıdığı vitaminlerden, yetiştiği beldelerden bahsedip de onun bir İlâhî eser ve insanlara bir ihsan, bir lütuf olduğundan hiç söz etmemek, portakalı mana-yı ismiyle seyretmek demektir. Yani, onu müstakil bir varlık olarak düşünüp, yaratıcısını hiç nazara almamak “mana-yı ismiyle” bir bakıştır.

O portakalın insana faydalı bir rızık olduğunu, bunu ise şuursuz ağacın bilip yapamayacağı, şeklinden, kokusundan, renginden taşıdığı zengin C vitaminine kadar her şeyiyle insana göre yaratılan bu meyveyi, Allah’ın Rezzak isminin bir tecellisi olarak seyretmek ise mana-yı harfiyle bir bakıştır. Yani, o meyve bir harf olarak Rezzak isminin anlaşılmasına yardım etmekte, insanlara o İlâhî ismi hatırlatmakla onları düşünmeye ve şükre davet etmektedir.

Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın masivasına (yani kâinata ve içindekilere) mana-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır. (bk. Bediüzzaman, Mesnevi, Katre)

Burada mana-yı harfi için “Onun hesabına bakmak” tarifi getirilmiştir; Örneğimizde, portakala Rezzak ismi hesabına bakmak gibi.

“Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak”, yani  portakalı sahipsiz, yaratıcısız, tek başına müstakil bir varlık gibi düşünmek, yahut ona ağacın bir eseri imiş gibi bakmak “hatadır.

Dünyanın çok büyük bir coğrafyasında olduğu gibi ülkemizde de kâinatla ilgili, biyoloji, fizik, botanik, zooloji, kimya, biyokimya gibi ilimler gençlerimize ders verilirken, bütün bilgiler mana-yı ismiyle verilir. Karaciğer şu görevleri yapar, şu bitki şu özellikleri taşır, Güneş'in büyüklüğü ve ısısı şu kadardır, şeklindeki ifadeler "müstakil bir ağa" gibi gösteriliyor. Yani, eşyadaki  büyük hikmetler gençlerimize öğretilirken,  sanki bu varlıklar kendi başlarına buyruk birer ağa imişler gibi çok sönük ve donuk bir üslup kullanılıyor. Bunu da “ilmin tarafsızlığı” gibi bir kılıfa sokarak yapıyorlar.

Halbuki, Allah’ın eseri olan bu varlıkları O’ndan hiç söz etmeden anlatmak tarafsızlık değil, gaflet yahut inkar hesabına bir taraflı anlatımdır. Meselâ, Selimiye Camiinde sergilenen mimarî dehayı nazarlara verirken, Sinan’dan hiç söz etmemek tarafsızlık değil, o büyük mimarı nazarlardan saklamaya dönük “taraflı ve kasıtlı” bir bilgilendirme olur.

“Evet, her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk'a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk'a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk'a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır.” (bk. Bediüzzaman, a.g.e.)

Burada “mana-yı harfi ve mana-yı ismi” konusuna devam edilerek, mana-yı harfinin “Hakka bakan cihet”, mana-yı isminin ise “halka bakan cihet” olduğu nazara veriliyor. Hakk’a bakan cihet, bir şeyde tecelli eden İlâhî isim ve sıfatlar, o şeyin yaratılış hikmetleri, onda kendini gösteren rahmet ve inayet, o eseri Cenâb-ı Hakkın bizzat müşahede etmesi, meleklerine göstermesi, bütün ruhaniyata seyrettirmesi gibi gayelerdir. Halka, yani mahlukata bakan ciheti ise o şeyin başka varlıklara sağladığı faydalardır.

Meselâ, Güneş'in Hakk’a bakan ciheti O’nun Nur ismine ayna olması, kudret ve azametini göstermesi gibi görevleridir. Halka bakan ciheti ise, yeryüzündeki bütün canlılara yaptığı çok hayatî hizmetlerdir. Aslında bu hizmetler, Allah’ın rahmet ve inayetini göstermeleri yönüyle de Hakk’a bakmaktadırlar.

Varlıkların halka bakan faydaları ve hikmetleri düşünülürken, bunları şuursuz, ilimsiz, cansız, merhametsiz sebeplerin yapamayacağı dikkate alınırsa, böyle bir bakış “tenteneli bir perde yahut şeffaf bir cam parçası” gibi olur ve biraz dikkat edildiğinde altında Hakk’a bakan ciheti gösterir.

Kalın bir perde yahut puslu veya renkli bir cam parçası, altındaki şeylerin görünmesine engel olduğu gibi, varlıklara mana-yı ismiyle bakmak, yani sadece onların özelliklerini ve faydalarını inceleyerek bunların o varlıklara nasıl ve kim tarafından takıldığını hiç düşünmemek de hakikatlerin görünmesine mani olur.

Cansız ve şuursuz varlıklardan gördüğümüz faydalarda  gafletin dağıtılması ve bütün hayrın Allah’tan olduğunun anlaşılması bir derece kolaydır.  Ama bu hayır insanların eliyle geliyorsa ve o kişiler de bu başarılarını kendilerine mal ediyorlarsa, perdeler çok kalınlaşmış ve camın rengi çok koyulaşmış demektir. Böyle bir durumda, o kimseler kendilerini büyük bir tehlikeye attıkları gibi, bu iyilikleri onlardan bilen kişiler de yine büyük bir gaflete düşerler. Yani, insan, mahlukat içinde en şerefli olmakla birlikte, enaniyet ve kibir yoluna girdiğinde hakkın görünmesini engelleyen çok  kalın bir perde olmaktadır. Bir cam parçası gibi görev yapacağına, katı bir cisim gibi nazarları kendine çeker ve nimetin gerçek sahibinden kendisi gaflet ettiği gibi başkalarının da helaketine sebep olur.

Bir nimetin sadece insana olan faydalarına nazar edilirse, ona mana-yı ismiyle bakılmış olur. Halbuki  o nimet, insanı ve onun ihtiyaçlarını bilmeyen toprağın, suyun, ağacın yahut güneşin işi olamaz. O nimeti bir Mün’im (nimetlerdiren) yaratmıştır ve bize ikram etmektedir.

Her biri, bir sanat mucizesi olan varlıklara baktığımızda da onları yapan Sani’ zihnimize gelmelidir. Bir çiçeğin yapılışını ne toprağa verebiliriz, ne suya, ne güneşe, ne de bahar mevsimine. Bunların tümünü birlikte çalıştırarak o eseri meydana getiren Allah, bütün kâinatı onun imdadına göndermekte ve onu taklit edilmesi mümkün olmayan bir sanat mucizesi olarak icat etmektedir.

Sebeplere bakıldığı zaman da “Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.” Bu hikmet dünyasında Cenâb-ı Hak bir takım varlıkları bazı sebeplerle yaratmaktadır. Bunun en açık örneği insanın yaratılışına anne ve babasını sebep kılmış olmasıdır. İnsanı anne ve babası yapmış değillerdir, zira onlar da yapılmışlardır. Anne ve babayı yaratan kim ise onlar vasıtasıyla insanı dünyaya gönderen de odur. Aynı şekilde, bir meyveyi ağacın yaptığı söylenemez, zira ağaç da yapılmış, yaratılmıştır. O halde, o ağacı kim yaratmışsa, ondan meyveleri süzüp çıkaran da odur.

Adem babamızın topraktan yaratılması, kavun ve karpuzun ağaç olmaksızın ince bir saptan çıkarılması gösteriyor ki, anne baba gibi ağaçlar da sadece birer sebeptirler. Onların yaratılmasında ve onlardan neticelerin süzülüp çıkarılmalarında ayrı İlâhî sanatlar sergilenmekte ve ayrı ayrı isimler tecelli etmektedir.

Sebeplere riayet edilmesi fıtratın bir kanunudur. Ağaç dikmeden meyveye kavuşmak mümkün değildir. Ancak bu sebeplere bakıldığında “Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.” Bunların, o mucize eserleri yapamayacakları düşünülmeli ve Müessir-i Hakikinin (gerçek tesir sahibinin) ancak  Cenâb-ı Hak olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bir önceki cümlede de ifade edildiği gibi, sebepler tenteneli bir perdedir; az bir dikkat ile bu hakikat görülecektir.

75 GDO, yani Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar hakkında İslam ne diyor?

Kur'an-ı Kerim'de “Allah'ın yaratışını (fıtratı) bozanlar, şeytanın dostu olup hüsrana uğrayanlar..."  (Nisâ 4/119) olarak nitelendirilir.

Genetiği değiştirilen bir gıdanın vereceği zararın derecesine göre, bunu yapmak mekruh veya haram olur. Bu nedenle Allah'ın kulları için yarattığı helal nimetleri zararlı hale getirmek, hem Allah hakkını hem de kul hakkını ihlal etmek anlamına gelir. Bunu yapanın tövbe etmesi gerektiği gibi, zarar verdiği bütün insanlardan da helallik alması gerekir. Yoksa hesaplaşma ahirete kalmış demektir.

Günümüzde sıkça söz edilen hormon skandalı, bunun başka açıdan tezahürü sayılmaktadır. Hormonlu gıda, temelde meşrû bir gıda olmakla birlikte inceleme ve tahlil sonucunda, sırf hormon uygulaması yüzünden yiyen kimsenin vücuduna zarar verecek bir nitelik kazandığı ortaya çıkarsa, hastalıklı hayvan veya bozuk gıda maddesi hükmünde bulunur.

Yani insana vereceği zararın durumuna göre, böyle bir hayvanın etini veya meyveyi yemek haram veya mekruh olur. Ancak bu gıda, tahlil sonucu insan vücudu için zararlı unsurlar taşımazsa helâldir.

76 Hayvanların suni tohumlama ile gebe kalmalarını sağlamanın dini açıdan bir sakıncası var mıdır?

Hayvanları çiftleştirmeden suni tohumlama yapılmasında, onların cinsel arzularının gerçekleşmesini engellemek varsa, bu doğru değildir. Şayet böyle bir arzunun engellenmesi söz konusu değilse, dediğiniz açıdan bir sakınca yoktur.

Bu konu hakkında, bilebildiğimiz kadarıyla, klasik fıkıh kitaplarımızda bir hüküm yoktur. "Eşyada aslolan ibahadır", yani Allah her şeyi insanlar için yaratmış olduğuna göre, (bk. Bakara, 2/29) haram kılınmış olmayan şeylerin helâl olmakta devam ediyor olması gerekir.

Sözü edilen suni tohumlamanın da direkt olarak haram olduğuna dair bir nas bulunmadığına göre, bunun da helâl olması gerekir, diye düşünülebilir. Ancak mesele o kadar da basit değildir. Yine Kur`ân-ı Kerim`de "Allah (cc)`ın yaratışını (fıtratı)" bozanlar şeytanın dostu olup hüsrana uğrayanlar olarak nitelendirilirler. (bk. Nisâ, 4/119) Bu olay da acaba fıtrata müdahale değil midir?

Hayvanların normal çiftleşmesine engel olunması halinde, haklarına ve tabiî ihtiyacına tecavüzden söz edilebilir. Ama bunun için denebilir ki, onlar da insanlar için yaratıldığına göre spermalarının bu yolla alınması daha yararlı ise bu yolla alınır, fazla gelenleri de kesilerek değerlendirilir ve artık onların ihtiyaçları da söz konusu olmaz. Sonra hayvanların erkeklerinin semirmesi ve bu yolla daha faydalı olmaları söz konusu ise birçok alim burulmalarının caiz olduğunu ve bunun fıtratı değiştirme sayılmayacağını söylemişlerdir.(Burmanın caiz olmadığını söyleyenler de vardır. bk. Kurtubî, 5/390-391)

Ama yine de ilerleyen zooloji ve özellikle de genetik ilminin verileri kesin sonuçlara varmadan nihâi sözü söylemek imkânsızdır. Kiloda biraz daha ağır, süt veriminde biraz daha fazla bir hayvan türü geliştirelim derken, insana da, çevreye de ve hatta o türe de zararlı bir sonuç ortaya çıkabilir. Günümüzde çokça sözü edilen hormon skandalı bunun bir başka açıdan tezahürü sayılmalıdır.

Diğer yönden meselenin, bir ölçüde ağaçların aşılanması olayına benzerliği de yok değildir. Bilindiği gibi Rasulülah Efendimiz (sav) Medine`ye geldiklerinde halkın hurma çiçeklerini aşıladıklarını görmüş ve: "Bunu yapmasanız belki de daha iyi olur." buyurmuş, onlar da aşılamayı terketmişlerdi. Sonunda verimin düşük olduğu kendilerine hatırlatıldığında da "Siz dünya işinizi iyi bilirsiniz." (bk. Müslim, Fedâil,139,141; Ibn Mâce, Ruhun 15; Müsned, 5/16, 298, 6/128) buyurmuştu.

Hayvanların suni yolla tohumlanması da bir bakıma buna benzer. Ancak benzemediği yönler de vardır. Meselâ hurmanın aşılanmasında yapılan şey tabiî olanı kolaylaştırmak ve çabuklaştırmaktır. Erkek hurma ve onun hakkına tecavüz söz konusu değildir. Çiftleşme ve ondan doğacak tabiî etkileşimden söz edilemez. Kim bilir, belki de hayvanların tabî çiftleşmelerinde bilinen sperm alışverişinin dışında başka psikolojik ve genetik etkileşimler vardır ve bu etkileşimler neslin sıhhatli devamında bir takım fonksiyonlara sahiptirler. İşte bunlar özellikle genetik ilminin ve müstakbel fıkıh heyetlerinin ileride halledecekleri meselelerdendir. Şimdilik bunun sakıncalı olduğunu gösteren bir delil bilmiyoruz..

"Hayvanların spermlerinin (melakîh) ve ceninlerinin (medâmîn) satışı yasak edildi." (Muvattâ, Buyû 63) diye bir hadis vardır, ama bununla anlatılan sun`i dölleme değil, sağlam doğumla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı bilinmeyen sperm ve ceninin satılmasıdır.

77 Anne rahminde çocuk mudğa safhasındayken kaç santimetredir? Ayetin bilimsel açıklaması var mı?

Cevap 1:

Prof. Marshall, ceninin alaka safhasındaki durumunu gösterirken şöyle diyor: Nutfe bir müddet sonra alaka (pıhtılaşmış kan, su sülüğü, asılan nesne), daha sonra mudğa, yani dişle çiğnenmiş görünümdeki et hâline gelir. Mudğa safhasında cenin bir santimetre boyundadır.   

Meşhur Müslüman bilim adamı Zendani’nin bildirdiğine göre, Kur’an ve hadis ile modern bilim arasında karşılaştırma yapmak için, Ekim-1983’de Suudi Arabistan 8. Tıp Kongresi toplandı. Toplantının panelinde "Kur'ân ve Hadiste İlmî Mûcizeler" konusu da bulunuyordu. Kongreye 2500 tabip katıldı. Embriyoloji ve Nisaiye sahasında dünya çapında yedi tabip tebliğ sundular, tartıştılar. Üç gün boyunca devamlı surette "Tıp şunu keşfetti, Kur'ân da şöyle diyor." dendi durdu. Ekranda ceninin (embriyo) durumu görünüyor, peşinden âyet ve hadisler geliyordu.

Derken, beklenmedik bir hâdise oldu: Hâdiseye şahid olan kongre üyesi Zendani bir taraftan durumu tesbit eden video kasetini harekete geçirirken, diğer taraftan o fevkalâde heyecanlı sahneyi âdeta yeniden yaşayarak şöyle demeye devam etti:

"Bu müzakerelerin sonunda Prof. Tataca ayağa kalktı: (Bu zat da kongre çalışmalarında rol almıştı. Kendisi Tayland Çiengmai Üniversitesinde Embriyoloji bölüm başkanıdır. Ülkesine döndükten sonra Tayland'daki üniversitesinde "Kur'ân ve Hadisteki İlmî Mucize"yi anlatan bir konferans verdi. Sonra da bize, işte bu video kasetini gönderdi. Kasette de görüleceği üzere Tataca, konferansının sonunda, kendisini dinleyen üniversite öğretim elemanlarına ve dinleyicilere şöyle diyor:)

İşte şimdi şu gerçeği açıklamanın tam yeri ve zamanıdır: "Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve Hz. Muhammed de O'nun Resulüdür. Böylece İslâma girdiğimi ilân ediyorum!"

Diğer bir ilim adamı Keith de Kur’ân’daki nutfe, alaka ve mudğa tâbirlerinin, yâ­ni bu üç safhanın husûsiyetlerinin hepsinin de ilmî hakîkatlerle uygunluğu yanında, tıp âlemine büyük bir ışık tutmakta olduğunu da ifâde eder. Nutfe hâli olarak ifâde edilen safha, ilmî araştırmaların bütün özelliklerine sahiptir. Alaka safhası, asılı ve donuk bir kan vaziyetindedir. Ceninin bütün hayat özellikleri, bu pıhtı hâlindeki kanda depolanmıştır.

Mudğa ise, çiğnenmiş et demektir. Şekline bakıldığında, onun sanki çiğnenmiş bir et parçası hâlinde olduğu görülür. Âdeta üzerinde diş izleri vardır. Bu araştırmalar neticesinde Keith, Kur’ân ve Hazret-i Peygamber hakkında büyük bir hayranlık duyar ve Kur’ân’ın 1.400 sene evvelki bu mûcizesini büyük bir itmi’nân hâli içinde tasdîk eder. Kur’ân’dan öğrendiği bilgileri, Before We Are Born (Biz Doğmadan Önce) isimli kitabının ikinci baskısına ilâve eder.

Kendisine: "Bu bilgilerin Kur’ân’da bulunmasını nasıl îzah edersin?” diye sorulunca:

“O Kur’ân, Allah tarafından indirilen vahiyden başka bir şey değildir.” cevâbını vermiştir. (Gary Miller, The Amazing Qur’an, s. 34-39)

Demek ki bilim adamları Kur’an ve hadislerin embriyoloji konusundaki terminolojisinden dolayı hayretlerini ifade ediyor ve bir kısmı iman ediyor…

Cevap 2:

Lisanu’l-Arab’da “mudga” için “Anne rahmindeki canin alaka evresinden çıkıp et şekline dönüşürse, ona mudga denir.” ifadesi kullanılmıştır. (bk. Lisanu’l-Arab, MDĞ maddesi) Yani: “çiğnemlik et parçası” yerine yalnız “et” sözcüğü kullanılmıştır.

Bu çok doğru bir tespittir. Çünkü Kur’an’ın bu ifadesinin maksadı, insanın anne rahminde geçirdiği evreleri göstermektir. Alaka evresinde rahim duvarina asılı olmakla beraber, biraz da kan rengine benzer (en azından et şeklinin dışında bir konumdadır).

İşte ayette “Mudga” kavramıyla ceninin et şeklinde dönüşmesi manasında kullanıldığında şüphe yoktur. Yorumcuların buna “çiğnemlik et parçası” demeleri, onun gerçekten bir lokma olduğu anlamına gelmez. Her bir evrenin süreci günlerce sürer. Bazı hadis rivayetlerinde “40”ar gün olarak belirtilmiştir. Kırk günlük bir sürecin başında bir kaç mm. lik bir et parçasının o evrenin son kısmında “çiğnemlik bir et parçası" denilebilecek kadar büyümesi, 1-2 cm. olması mümkündür.

İlginçtir, Lisanu’l-Arab’da mudğa’nın bir et parçası için kullanıldığına bir delil de bir hadis rivayetinde Kalb için de “mudğa” sözcüğünün kullanılması gösterilmiştir. (bk. Lisanu’l-Arab, a.g.y / Hadis için ayrıca bk. Kenzu’l-Ummal, h.no:7291)

Bu da gösteriyor ki, bu kelime, sadece belli bir hacimde olanı değil, genel olarak bir et parçasını anlatmaktadır. Bir yumruk kadar bir et parçası olan kalbe de mudga denilir;  bir mm. veya bir cm. et parçasına da mudğa denilir.

78 Hz. Muhammed'in fen dalında icat ettiği bir şey var mıdır?

Hz. Muhammed bir peygamberdir, bir fen bilimcisi değildir. Hz. Peygamber, insanların dünya ve ahiretine faydalı olan prensipleri öğreten bir muallimdir.

“Allahım! Faydasız ilimden sana sığınırım.” (Müslim, Zikir 73)

diyebilen gaye adamı bir insandır. İnsanlar için öğrenilmesi gayesiz, faydasız işlerle uğraşmaktan uzak duran ve

“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen işlerle uğraşmayı bırakması imanının mükemmelliğinin göstergesidir.” (Tirmizi, Zühd 11)

diye buyuran eşsiz bir şahsiyettir.

Buna göre, gök cisimlerinin durumunu, yıldızların, uyduların konumunu ders vermenin -özellikle de o günkü- insanlara ne faydası olabilirdi? Bugün de aya çıkmak, gezegenleri saymak, bazı gök cisimlerinin konumunu tespit etmek genel olarak insanlığa/insanların büyük çoğunluğuna ne fayda sağlamıştır? İlgili ülkeler baş döndürücü rakamlarla ifade edilen harcamalar yapıp bu işlerle uğraşmak yerine, yeryüzünün barış ve huzuru, fakirlerin dertlerine derman olmak için kullanılsaydı çok daha iyi olmaz mıydı?

Miraca çıkan Hz. Muhammed (a.s.m)’in orada -evrenle ilgili- gördüğü pek çok gerçeklerin olduğu muhakkaktır. Nitekim yedi kat gökleri geçtiğini, Sidretu’l-müntehaya vardığını, kudretin kalemlerinin cızıltılarını duyduğunu belirtmiştir. Ancak, Kâinatın Sultanı ile insanlar arasında ebedî bir miraç köprüsü olan namazdan, cennet-cehennem gibi insanı en çok ilgilendiren ebedi mekânlardan ve oraya götürecek yollardan bahsetmek yerine, yıldızlardan, uydulardan bahsetseydi, insanların zihinlerini boş yere bunlarla meşgul etseydi, bir astronottan ne farkı kalırdı?

Bununla beraber, Hz. Peygamberin en büyük mucizesi olan Kur’an’da “varlık adına yaş-kuru ne varsa hepsi vardır” (Enam, 6/59),

“Kur’an’ı göklerde ve yerdeki bütün sırları/oralarda gizlenen bütün ilimleri, bilgileri bilen Allah indirmiştir.”(Furkan, 25/6)

gibi ayetlerde de açıklandığı gibi, Kur’an’da bütün ilimler vardır.  Ancak, Kur’an-ı hakim, hakim olan Allah’ın kelamı olduğundan, hikmete aykırı ifadelere yer vermez. On beş asır önceki insanlara, bu günkü fen bilimlerinin keşfettiği gerçekleri ders vermesi, bütün insanları ilgilendirmediği için irşad metoduna uygun olmadığı gibi, muhatabın aklını, görgüsünü, bilgisini göz önünde bulundurmayı esas alması gereken eğitim ve talim prensiplerine de aykırıdır. Bu sebeple, Kur’an’da ve nebevî öğretilerde muhatapların anlama, kavrama ve faydalanma durumları göz önünde bulundurulmuştur.

Örneğin; bazı kimseler farklı zamanlardaki Ay’ın farklı boyutta olmasının sebebini sormuş, Kur’an da onların asıl sormak istedikleri fennî açıklama yerine hikmete uygun bir üslupla cevap verilmiş (Bakara, 2/189) ve onun yılların sayılmasında, değişik ibadet vakitlerinin belirlenmesinde, sosyal, ticarî ve ekonomik konularla ilgili hesapların yapılmasında bir takvim görevi yaptığının altı çizilmiştir.

Yine, Kur’an’ın kâinattan detaylı bir şekilde bahsetmemesinin sebebi şudur:

Kainâtta bir tekâmül kanunu vardır. Eskiden çok kapalı konular, zamanla bedihî, açık, herkesin bildiği ilimler sırasına geçebilir. Hâlbuki irşadın özelliği, mevcut ilim ve fikir seviyesini dikkate alarak konuşmaktır.

Örneğin: Şayet Kur'an, on beş asır önceki insanlara,

"Kendi ekseninde dolaşan güneşin duruşuna ve onun etrafında pervane gibi dönen dünyanın hareketine bakın! Bir milyondan fazla mikroskobik canlıları barındıran bir damlacık suyu temaşa edin ki, Allah'ın sonsuz kudretinin belgelerini görebilesiniz."

deseydi, insanların çoğunu şaşırtmış olacaktı. Çünkü onlar, gözleriyle dünyanın değil, güneşin dönmekte olduğunu görüyorlardı. Ve bir damla suda ise, hiçbir şey görmüyorlardı.

Fennî keşifler ancak hicri onuncu asırdan sonra ortaya çıkmıştır. O asra kadar gelen insanları şaşırtmak, yalnız yeni müspet fenlerin keşiflerinden sonra ancak anlaşılabilen konuları ders vermek, irşad prensibine de belağat kuralına da aykırıdır. Demek ki, insanların aklına göre konuşan Kur'an, tam belağat göstermiştir. (bk. İşârâtu’l-İ’caz, Nübüvvetin tahkiki; Muhâkemat, 160-161)

Kur’an’ın ifadeleri belağatın zirvesinde olduğu için, dengeleri en güzel şekilde gözeten bir ölçüye sahiptir. Bu sebepledir ki, Kur'an'da medeniyet harikaları denilen müspet fenlerin keşfettiği teknolojik harikalara ayrıntılı bir şekilde yer verilmemiştir.

Demek ki, birer teknolojik harikalar olarak bilinen uçak, denizaltı, tren, elektrik gibi sanatlar Kur'an'da daha fazla yer almak isteseler, bu taktirde yıldızlar, şimşekler, atmosfer, gök cisimleri onlara karşı mücadele edecek ve "siz kendi cisminiz kadar Kur'an'da yer alabilirsiniz ve o kadar da almışsınız", diye onları susturacaklardır.

Buna göre her şey kendi sanat değeri kadar Kur'an'da yer almıştır, denilebilir.(bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam)

Not: Soruyla ilgili başka bilgileri ve misalleri görmek  için www.resulullah.org sitemize bakılabilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an-ı Kerim' de bilimsel keşiflerden bahsediliyor mu?

Peygamberimiz döneminde bilim ve teknoloji olmadığı halde Kuranı Kerimde bilimsel ayetlerin olmasının sebebi nedir?

Kur'an'daki bilgiler ve bilimsel ayetler daha önceden biliniyor muydu? Özellikle Mısırlıların ölüleri mumyalayıp insanların bedenleri ile ilgili bilgilere sahip olduklarını, hatta bebeğin anne karnında gelişimini resimlerle söylediklerini anlatıyor...

79 Naacal Tabletlerinde Sübhanallah ifadesinin olduğu söyleniyor. Verilen bilgiler ve tarihler doğru mudur?

Tabletlerle ilgili verilen tarihlerin doğru olup olmadığını bilemiyoruz. Fakat durum ne olursa olsun şunu çok iyi biliyoruz ki, Semavî dinlerin hepsine göre, İlk insan Hz. Adem (as)’dir ve bir peygamberdir. İnsanlık camiası her devirde peygamberlerin rehberliğinde Allah’a kulluk etmişlerdir. Bu kulluklarını ve dinlerin bazı emirlerini, yasaklarını veya zikir ve tespihlerini gelecek nesillere aktarmak suretiyle dinlerine hizmet etmek istemişledir.  Soru da yer alan “Subhanallah” da bunlardan biri olabilir.

Bu gibi tabletler, dinlerin yanlışlığını veya kopyacılığını değil, onların doğruluğunu, temel esaslarda müşterek olduklarını, dolayısıyla davalarının bir olduğunu göstermektedir. Bu da “Allah katında din yalnız İslam’dır.” mealindeki ayette ifade edildiği üzere, “İSLAM”ın Hz. Adem (as)’den Hz. Muhammed (a.s.m)’e kadar gelen bütün peygamberlerin ortak dini ve hak din olduğunu, hepsinin de ilahî menşeli olduğuna dair İslamî bilgileri doğrulamaktadır.

İnsanlık tarihinde güzel şeyler ifade eden çeşitli tabletler, yazılar bulunmuştur.

Bunlardan birisi de EBLA tabletleridir. EBLA  Tabletleri Kuzey Suriye'de Halep'in güneyinde, Tell Mardikh kentinde İtalyan arkaeolog Paolo Matthiae tarafından 1968 yılında elli altı hektarlık alanda bulunmuştu.  Daha sonra 1975 yılında site kazıldığında, Matthiae Ebla'nın kraliyet arşivlerini de ortaya çıkardı ki bunlar M.Ö. 2500-2200'lü yıllardan kalmaydı.

Tabletlerdeki dil, Roma Üniversitesi'nde arkeolojik yazı uzmanı olan İtalyan Giovanni Pettitano tarafından çözüldüğünde, konunun ne denli önemli olduğu daha da iyi anlaşılmış oldu. Bu sayede Ebla Krallığının ve bu muazzam devlet arşivinin bulunmuş olması, artık yalnızca arkeolojik değil, dini çevreleri de ilgilendiren bir konu haline gelmişti.

Çünkü tabletlerde Kur'an-ı Kerim'de adı geçen melek Mikail (Mi-ka-il) ve Hz. Davut ile birlikte mücadele eden Hz. Talut'un (Sa-u-lum) yanı sıra (Doubleday, 1981, s. 271-321) üç İlahi kitapta bahsedilen peygamberlerin adı geçiyordu. Hz. İbrahim (Ab-ra-mu), Hz. Davud (Da-u-dum) ve Hz. İsmail (Iş-ma-il)'in isimleri... (Howard La Fay, "Ebla: Bilinmeyen Büyük Bir İmparatorluk", National Geographic Magazine, Aralık 1978, s. 736).

80 Bazıları, genetik mühendisi olmak doğru değil, diyorlar. Dedikleri gibi, genetik mühendis olmak doğru değil mi?

Her ilmi gelişme, doğru kullanılması hâlinde insanlığın menfaatine vesile olur. Genlerin şifresinin bulunması da bir çok hastalıkların tedavisinde kullanılacağı hususu göz önünde bulundurulduğunda, ne kadar olumlu sonuçların elde edileceği tahayyül edilebilir.

Bazı irsi hastalıkların tedavisinde kullanılabilecek veya bazı sahih hadislerde müjdelendiği gibi, insanlığın hizmetine sunulabilecek yeni bir gelişmeye bakarken, ne Yaratıcıyı inkâra gidecek şekilde abartmalara gitmeye, ne de bilimi küçültüp bu gelişmeyi hiçbir şey değilmiş gibi görmeye gerek yoktur. Her şeyi yerli yerine koyup doğru şekilde yorumlamamız gerekir.

Allah’ın yarattığı sisteme ancak onun müsaade ettiği nisbette, yine O’nun verdiği akıl ve ilimle müdahale etmek, İslâm dininin kabul ve hatta teşvik ettiği bir şeydir. Ancak, genetik hastalıkların teşhisi ve tedavisi veya hayvan ıslahı gibi konularda, hücreye veya embriyoya müdahale etme fikri ilk anda cazip gelse bile, sonunda ortaya ne çıkacağı belli olmadığından birçok tehlikeler taşıyor. Bunun insan gibi bir varlık üzerinde denenmesinin, daha büyük tehlikelere neden olabileceği unutulmamalıdır.

Bu itibarla, tıbbi bir zorunluluk bulunmadıkça, insan geni üzerinde değişiklik yapılması dinen uygun değildir. Hayvan ve bitkiler için ise, insanlara faydalı olmak, hiçbir şeye ve kimseye zarar vermemek kaydıyla uygulanabilir.

81 Atom bombası yapmak; kullanma amacıyla değil de caydırıcı olması için elimizde bulundurmak caiz midir? Bugün Kuzey Kore atom bombasına sahip olduğundan dünyaya kafa tutabiliyor?..

Normal şartlarda maddi cihad farz-ı kifayedir, (bk.  Cihadın hükmü nedir?)  Ancak her Müslümanın nefsiyle cihadı ise farz-ı ayndır.

Müslümanların, kendilerine düşman olacak ve zarar verecek kimseleri caydırmak için her türlü maddi ve manevi silaha sahip olmaları gerekir. Bu açıdan içinde bulundukları zamanın en güçlü silahını da elde etmelidirler. Nitekim "Zararı defetmek faydayı elde etmekten önce gelir." kuralı vardır. Buna göre maddi ve manevi zararlardan korunmak için tedbir almak da bir ibadettir.

Ancak İslam hukukuna göre cihadın şartları vardır. Bu şartlara da riayet etmek her Müslümanın birinci görevi olmalıdır.

Savaş, bir takım ön hazırlıkları, tedbirleri gerekli kılar. "İhtiyatlı olunuz!" (Nisa, 4/71) ayeti, bu noktada bize yol gösterir. Hamdi Yazır, ayetin açıklamasında şöyle der:

"Uyanık, ihtiyatlı bulununuz. Düşmandan sakınacak maddi manevi sebeplerinizi hazırlayınız. Silahınızı alınız." (1)

Şu ayet, Müslümanları kuvvetli olmaya çağırır:

"Onlar (düşmanlar) için, gücünüzün yettiğince kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Bununla Allah düşmanını, sizin düşmanınızı ve Allah'ın bilip de, sizin bilmediğiniz düşmanlarınızı korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, asla haksızlığa uğratılmazsınız." (Enfal, 8/60)

Hz. Peygamber (asm.), ayetteki "kuvvet" ifadesini, "kuvvet, atmaktır" şeklinde açıklar.(2) Şüphesiz bu açıklama, kuvvetin büyük ölçüde atmaya dayanması noktasındandır(3). Resulullah (asm) devrindeki ok, mızrak, mancınık atmak, bugün yerini bombalara, füzelere bırakmıştır. Bugünün savaşlarında da, daha iyi atan savaşı kazanmaktadır.

Resulullah (asm), "atmak" hususunda ümmetini teşvik etmiştir. Mesela, şöyle buyurur:

"Şüphesiz Allah, bir tek okla, üç kişiyi cennete alır:
1. Oku yapan,
2. Onu atan,
3. Atan kişiye uzatan."
(4)

Resulullah (asm), kendi devrinin şartlarına göre ok, mızrak atımını teşvik etmiştir. Resulullah (asm)'ın medhine mazhar olan Fatih Sultan Mehmed, O'nun "kuvvet, atmaktır" sözünden ilhamla devrinin en ileri silahı olan "Şahi topları" döktürmüş, İstanbul'un aşılmaz sanılan surlarını bunlarla aşmıştır. Günümüzde, hedefe kilitlenmiş füzeleri, bir anda bir beldeyi mahvedebilen bombaları yapan ve kullanan Batı, Resulullah (asm)'ın hadisini ve ayette emredilen "kuvvet hazırlamayı" Müslümanlardan daha iyi anlamış görülüyorlar!?

Üstteki ayet, savaş atları hazırlamamızı da emreder. Àdiyat suresinin baş kısmında, savaş atlarına kasem vardır.

Resulullah (asm), atı şöyle medheder:

"Kıyamete kadar atın alnında hayır düğümlenmiştir. (Yani, atta devamlı hayır vardır).(5)

Ayette geçen savaş atları, günümüz şartlarında mekanik savaş atlarını da içine alır. Tank, uçak ve bombalar gibi vasıtaların hepsi, ayetin şümulünde dahildir.

Ayette "ok, mızrak hazırlayın" denilmeyip, "kuvvet hazırlayın" denilmesi, fikri, bedeni, ilmi, maddi ve manevi her türlü kuvveti ifade eder ve her türlü silahı içine alır(6). Böyle bir kuvvet, caydırıcı bir rol oynayacaktır. Ayette, "bu kuvvetle onları imha edersiniz" denilmeyip, "bununla düşmanlarınızı korkutursunuz" denilmesi, bu noktaya işaret eder.(7)

Böyle bir kuvvet, düşmanlarımızı sindirecek, zalimleri zulmünden vazgeçirecek, Allah'ın dinini her tarafa ulaştırmamızda ve yeryüzünden her türlü fitneyi kaldırmamızda önemli rol oynayacaktır(8).

Kur'an-ı Kerim'de Hz. Davud (as)'a demirin yumuşatıldığı anlatılır. (Sebe, 34/10) Hz. Davud (as), bir mucize olarak demire istediği şekli vermekte, bununla silah, zırh yapmaktadır. Kur'an'ın 114 suresinden birinin "demir" anlamındaki "Hadid" olması da düşündürücüdür. Bu surede, demirle ilgili şu ayet vardır:

"Demiri indirdik. Onda kuvvetli bir sertlik ve insanlara bir takım menfaatler vardır." (Hadid, 57/25)

Dikkat edilirse, günümüz savaş sanayii demir üzerine kuruludur. Kur'an-ı Kerim'de böyle talimatlar ve böyle işaretler varken, Müslümanların bu hakikatlerden gafil kalması; gayri müslimlerin ise bu hakikatlere sahip çıkması, ibretle düşünülmesi gereken bir olaydır. "Ben Müslümanım" diyenler, okudukları Kur'an'da yer alan emirleri iyi bilmek ve ona göre yaşamak zorundadırlar. Yoksa, ehl-i hak iken, şu dünyada ehl-i batıla mağlub olmaları kaçınılmaz olacaktır. Son iki yüz yıllık dönem, söylediklerimizin ispatıdır.

Konuyla ilgili bakılacak soru ve cevaplar:

Kur’an-ı Kerime göre savaşta başarılı olmanın kuralları nelerdir?

Savaşın kaçınılmaz olduğu durumlarda, Müslümanların uymak zorunda olduğu ilkeler nelerdir?

Kur’anda savaş hukukuyla ilgili ne gibi esaslar vardır?

Kaynaklar:

1-Yazır, II, 1391
2-Ebu Davud, Cihad, 23; İbnu Mace, Cihad, 19
3-Ebu Bekir Cessas, Ahkamu'l-Kur'an, Daru'l-Fikr, Beyrut, 1993, III,102;Alusi, X,25
4-Ebu Davud, Cihad, 23; Tirmizi, Fedailu'-Cihad, 11
5-Buhari, Cihad, 43; Tirmizi, Cihad, 19; İbnu Mace, Cihad, 14
6-Razi, XV, 185; Cessas, III, 102; Rıza, X, 69; Tabbera, s.386; Abdülhalim Mahmud, El-Cihadu fi'l-İslam, Daru'l-Mearif, Kahire, s. 17; Kadiri, I, 516; Sabuni, Kabes, III, 161
7-Bilmen, III, 357; Tabbera, s. 386
8-Muhammed Şedid, El-Cihadu fi'l-İslam, Müessesetu Risale, Beyrut, 1985, s.119.

82 Karanlık enerji ile nur arasında bir benzerlik var mıdır?

Uzaydaki “kara enerji”nin diğer alanlara göre oranı ile yeryüzündeki su ile kara parçası arasında gözetilen oranın aynı olması, evrende tesadüfün değil, sonsuz bir ilim, hikmet ve iradenin hâkim olduğunu göstermektedir.

Karanlık madde ve karanlık enerji teorisi, içinde bulunduğumuz evrenin yüzde doksan altısının ne olduğunu bilmediğimiz anlamına geliyor.

Bu günkü fizik bilim adamları ESİR maddesinin yerine başka teorilere yöneldikleri bilinmektedir.

On dokuzuncu yüzyılın sonunda, dalganın boşlukta gidemeyeceği var sayımıyla “esir” denen şeyin varlığını kabul ederek sorun çözülmeye çalışıldığı gibi, bu sefer de benzer şekilde “Karanlık Madde” ve “Karanlık Enerji” denen şeyler ile sorun çözülmeye çalışılmaktadır.

Bilindiği üzere, isimlerin değişmesi müsemmanın değişmesi anlamına gelmez. Bir taşa kemik demekle taş kemik olmaz. Bala pekmez demekle bal pekmez olmaz. Bu sebeple, insanlar tarafından takılan veya değiştirilen isimlere takılmadan gerçeğin kendisine bakmak, işin mahiyetine bakmak, ilgili fenomenin hüviyetine bakmak gerekir.

Şunu unutmamak gerekir ki, isimler bazında keşfedilmeyi bekleyen evrenin “bilinmez” yanları için daha pek çok isimler bulunabilir.

Öyle anlaşılıyor ki, ilim ne kadar gelişirse gelişsin, “Size ilimden çok az bir pay verilmiştir.” (İsra, 17/85) mealindeki ayetin ifadesi karşısında bir kez daha saygıyla eğilmekten başka çaremiz yoktur.