Allah niçin tanınmak ve sıfatlarının tecelli etmesini istemektedir; bunu yapmak O’na ilahi bir haz mı veriyor?

Tarih: 23.05.2013 - 01:51 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Eğer öyle ise, kendisini ilahi bir şekilde tatmin ediyor ve bu haz O’nu sürekli bir şeyler yaratmaya, dert verip derman vermeye, yok edip var etme ve sürekli mahlûkların tecdit etmesi gibi sanatsal faaliyetlere itiyor ve bu faaliyetlerini beğenmeyen, inkar eden ve O’nu gazaplandıranlardan da intikamını almak üzere cehennemi yaratıyor ve intikamdan gelen ilahi haz ile o ilahi haz sekteye uğramadan artarak devam ediyor ve etmesini istediği için de sabitlikten ve durağanlıktan münezzehtir denilebilir mi?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Bu bakış açısı bir açıdan doğrudur, bir açıdan yanlıştır.

Doğrudur: Çünkü, kâinatta her şey Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisidir. Bu tecelliler, Allah’ın hoşnutluğu doğrultusunda söz konusudur. Yani, Şafi ismi hastaların varlığını istiyor ki, onlara şifa versin ve bu şifalardan mukaddes bir memnuniyetle memnun olsun... Diğer hususları da buna kıyas edebilirsiniz.

Yanlıştır: Çünkü bu düşünce, bütün işleri sadece Allah’ın “HAZZI” doğrultusunda açıklayarak, onun başka sıfatlarını göz önünde bulundurmayan bir bakış açısıdır.

Evvela Allah için “haz” tabirini kullanmak, insanların gözünde duygusal bir varlık şemasını çiziyor ki, bu bazen küfre kadar götürür.

Allah’ın hiçbir sıfatı, insanın sıfatına benzemez. Allah da görür, işitir, insan da görür, işitir, fakat bu  fiiller arasında bir benzerlik yoktur. Çünkü, Allah madde değildir, mekandan, zamandan münezzehtir. Bunun gibi, Allah’ın kendini tanıtmak, sevdirmek istemesi de tıpatıp insanın kendini tanıtmak, sevdirmek istemesi gibi değildir. İnsanın bu arzusu bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor olabilir, fakat Allah’ın bu iradesi bir ihtiyaçtan kaynaklanmıyor.

Bununla beraber, insanlarda bile -tanıtma, sevdirme duygusu- her zaman bir ihtiyacın varlığını göstermez. Bu ayrı bir lezzet, ayrı bir zevktir. Çok âciz, her şeye muhtaç olan insanda bile ihtiyacın dışında bazı arzular söz konusu iken, isimlerinden biri SAMED (hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şeyin kendisine muhtaç) olan Allah için herhangi bir konuda ihtiyaç duyduğunu, sırf belli bir hazzını duyurmak istediğini düşünmek hem mantıkla, hem Allah’a -olan sağlam- imanla çelişir.

Bediüzzaman Hazretleri, bu konuyu açıklarken, bir sürü kayıtlarla onun büyüklüğünü ve biz insanlara asla benzemeyen faaliyetlerindeki amaçlarını her türlü yanlış anlamalardan tenzih ediyor. Onun mutalaası doğrultusunda konuyu özetlersek:

“Allah’ın hiçbir ihtiyaçtan kaynaklanmayan, onun zatına layık ve kutsal olan sıfatlarına münasip, sonsuz bir şefkati ve hadsiz bir muhabbeti var. Ve o sonsuz  şefkat ve hadsiz muhabbetten gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes var. Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes var. Ve o sürur-u mukaddesten gelen -tabir caiz ise- hadsiz bir lezzet-i mukaddese var. Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlukatın (yaratıkların) faaliyet-i kudret içinde ve istidatları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neşet eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zât-ı Rahman-ı Rahîm'e ait -tabir caiz ise- hadsiz memnuniyet-i  mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor. İşte şu hikmet-i dakikayı felsefe ve fen ve hikmet bilmediği içindir ki, şuursuz tabiatı ve kör tesadüfü ve camid esbabı; şu gayet derecede alîmane, hakîmane, basîrane faaliyete karıştırmışlar, dalalet zulümatına düşüp nur-u hakikatı bulamamışlar.”(bk. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, On Sekizinci Mektup, Üçüncü Mesele).

Şimdi insafla bu açıklamaya bakalım, içinde neler var: Allah’ın kâinatı yaratmasının arkasında yatan asıl sebep: Allah’ın sanatını sevmesi, yaratıklarına karşı sonsuz şefkat beslemesi... Varlıkların kuvveden fiile çıkmaları ve tekemmül etmelerinden memnun olması...

Burada somut bir misalle meseleye bakmakta fayda vardır. Mesela; bir devleti kuran kadronun amaçları arasında hapis ve cezayı saymak yanlıştır. Çünkü, hiçbir kurucu kadro devleti kurarken, insanları hapse atmak gibi bir amacı olamaz. Bütün maksatları, kendi vatandaşları için bir ülke inşa etmek, bir medeniyet kurmak, kendi insanlarının huzur ve güvenini temin etmek gibi yüksek gayeleri gerçekleştirmektir. Daha sonra hapis ve cezaların tesisi, kurdukları devlet felsefesine aykırı hareket eden, halkın huzur ve güvenini bozan, anarşist faaliyetlerde bulunan, devlet otoritesini hiçe sayan kimselerin peyda olmalarıyla birlikte söz konusu olur.

Bunun gibi, Allah’ın kâinatı yaratmasındaki maksatlarını sadece insanların varlığına indirgemek, sonra da evrenin kuruluş felsefesini cehennem kurgusu üzerine bina etmek yanlıştır. Farzımuhal, cennet ve cehennem -haşa-olmasaydı bile, kâinatın kuruluş felsefesinde, bu inşa ve tesiste -yukarıda sayıldığı üzere- yine de Allah’ın aşkın zatına layık ve kutsal sıfatlarına münasip birçok hikmet, mukaddes memnuniyeti asli unsur olacaktı. Cennet ve cehennem ise, kâinat devletinin küçük bir eyaleti olan yerküresindeki insanların bu ilahi devlet felsefesine ve medeniyetine uygun veya aykırı hareket etmelerinden ötürü var edilmesi adalet ölçüsüne göre zorunlu olan iki meskendir.

Kâinat devletinin kuruluş felsefesine aykırı hareket eden bir kâfiri -acıyıp da- cehenneme atmamak, bir yersiz merhamete mukabil, hukuklarına taarruz edilen hadsiz davacılara hadsiz merhametsizlikler olur. İşte o davacılar cehennemin vücudunu istedikleri gibi, izzet-i celal ve azamet-i kemal dahi kat'î isterler.(bk. Asa-yı Musa, s. 48, 49)

Bununla beraber, cennet ve cehennem sadece insanların ceza ve mükâfat yurdu olsun diye yaratılmamıştır. Cennet Allah’ın cemal sıfatlarının bir tecelligâhı olduğu gibi, cehennem de onun celal sıfatlarının tezahür ettiği bir mekândır.

“Evet nasıl bir serseri âsi ve raiyete tecavüz eden bir adam, oranın izzetli hâkimine dese: 'Beni hapse atamazsın ve yapamazsın.' diye izzetine dokunsa, elbette o şehirde hapis olmasa da o edebsiz için bir hapis yapacak, onu içine atacak. Aynen öyle de; kâfir-i mutlak, küfrüyle izzet-i celaline şiddetle dokunuyor. Ve azamet-i kudretine inkâr ile dokunduruyor. Ve kemal-i rububiyetine tecavüzüyle ilişiyor."

Bediüzzaman aşağıdaki şu

“Elbette Cehennem'in pek çok vazifeler için pek çok esbab-ı mûcibesi ve vücudunun hikmetleri olmasa da, öyle kâfirler için bir Cehennem'i halketmek ve onları içine atmak, o izzet ve celalin şe'nidir.”(bk. Asa-yı Musa, a.g.y)

sözleriyle cehennemin hapis yeri olmaktan başka varlığının pek çok hikmeti ve gerekçesinin olduğuna işaret etmiştir.

Allah, imtihana tabi tuttuğu insanlardan hiçbirinin ruhunu sırf kötülük yapacak veya sırf iyilik yapmaya meyyal olacak bir şekilde yaratmamıştır. Bilakis, bütün ruhları imtihanın -asgari- şartlarını yerine getirebilecek bir konumda yaratmıştır. Bu sebeple, imtihana tabi tutulmuş her insana iyi ile kötüyü, kâr ile zararı fark edecek bir akılla donatmıştır. Yol haritasını özgürce çizebilecek bir özgür iradeye sahip kılınmıştır. “Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” mealindeki ayetiyle, bu özgürce tercihin varlığı Kur’an’da açıkça ilan edilmiştir.

”Siz şükredip iman ettikten sonra Allah ne diye sizi cezalandırsın ki? Allah şükredenlerin mükâfatlarını bol bol verir ve her şeyi hakkıyla bilir.”(Nisa, 4/147)

mealindeki ayetin ifadesi, ilahi devlet kuruluş felsefesinde cehennem hapsinin asli bir unsur olmadığına işaret etmektedir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun