Her fen Allah’ın bir ismine mi dayanıyor?

Tarih: 11.05.2020 - 15:24 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Said Nursi Cumhuriyet'in ilk yıllarında yazdığı bir eserinde her ilmi Allah’ın bir ismine dayandırarak, İslam’ın ilmin seyyidi ve efendisi olduğunu farklı bir şeklide ortaya koyar. Platon’un idealar anlayışının Neo-Platoncu yorumlarını çağrıştıran bir üslupla Nursi;

“Her bir kemâlin, her bir ilmin, her bir terakkiyâtın, her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat, bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir.” (Nursi, B.S. Sözler, s. 311.) der.

Hz. Âdem’in en büyük mu’cizesi “tâlîm-i esmâ”, eşyanın isimlerinin öğretilmesidir. Hz. Âdem için bir mu’cize olan bu nitelik, onun evlatlarına “istidat” ve “imkân” olarak verilmiştir. İnsan, Allah’ın belli bir düzen ve takdirle yarattığı kâinatı anlayabilecek melekelere (akıl dâhil) sahiptir. Başka bir ifade ile Allah’ın en güzel şekilde yarattığı; sonsuz ve sınırsız meleke ve kuvvelerle donattığı insan bu “meleke ve kuvveleri” ile kâinat kitabını ve yaratıcısını bulabilir ve anlayabilir (Nursi, Sözler. Yirminci Söz ve Yirmi Üçüncü Söz.).

Nursi, Osmanlı toplumunun II. Meşrutiyet sonrası büyük bir travma yaşadığı, modern bilimin yeni bir din olarak benimsendiği bir süreçte açık ve net olarak; “Şu terakkiyat-ı hazıra tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir” diyerek, pozitivizmin temel tezlerini eleştiriyor, diğer yandan da din-bilim ilişkisini Kur’an temelli ortaya koymaya çalışıyordu (Nursi, B.S. İşarat-ül İcaz, çev. A. Nursi. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı., s. 656.).

Burada iki varsayım var:

Birincisi, “Kuru yaş, her şey Kur’ân’da mevcuttur.” (En'am, 6/59) ayetinden hareketle insanlık tarihindeki bilimsel başarıların ve teknolojik gelişimlerin de Kur’ân’da olması gerektiğiyle ilgili teolojik bir var sayımdır.

İkincisi, aynı mantıktan hareketle Kur’ân’da zikredilen Peygamber mu’cizelerinin bizler için farklı anlamlarının olabileceğidir. Ona göre insanlığa umumi bir hitap olan Kur’ân insanlık tarihindeki bu önemli gelişmeleri “ihmal etmez”.

Bu varsayımdan sonra Nursi’nin geliştirdiği yorumu din-bilim arasında nasıl bir uyum olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Peygamber mu’cizeleriyle ilgili dikkat çektiği nokta, onun Kur’an’a nasıl bütüncül ve derin bir anlayışla muhatap olduğunu da göstermektdedir.

Nursi’ye göre “Muhakkikin şe’ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a’makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, her şeyin menbaını bulmaktır.” (Nursi, B.S. Muhakemat, s. 22.).

Bu ifadeler Gazali’nin Kur’an’ı anlama bağlamında “bir gavvas gibi okyanusa dalıp, incileri çıkarma” ifadelerini hatırlatmaktadır [Gazali.(2011). Kur'an Mücevherleri (Cevahir'ul Kur'an), çev.: A Duram, İstanbul: Hikmet Neşriyat.] Nursi, aynı anlayıştan hareketle Peygamber mu’cizelerinden farklı bir yorum çıkarır. 

Birincisi, Peygamberler, insan topluluklarına “terakkiyat-ı mâneviye cihetinde” birer öncü ve lider olarak gönderilmişlerdir.

İkincisi ise, Peygamberlere verilen mu’cizeler insanların maddî olarak gelişmesi ve yükselmesi için birer misaldir. Onun bundan çıkardığı sonuç, Kur’an “enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi”, mu’cizelerinden bahsetmekle de onların benzerlerini ve taklidlerini yapmaya bir teşviki hissettiriyor.

Böylece, Kur’an’daki kıssalar birer hikâye olmaktan çıktığı gibi, mu’cizlere de farklı bir anlam veriliyor. İnsana düşen ise, Allah’ın kendi tabiatında (nefsinde) yarattığı sınırsız melekeleri öğrenme ile geliştirerek ve kullanarak; bu mu’cizlerin benzerlerini yapma arayışına girmesidir. Bu bağlamda  Nursi’ye göre kâinattaki mânevî [ahlâkî] kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev’-i beşere hediye etmiştir”. Bunun örneği ise Hz.Nuh’un (a.s.) bir mu’cizesi olan gemisi, Hz. Yusuf’un (a.s.) bir mu’cizesi olan saatidir (Nursi, B.S. Sözler, 299 vd.).

Nursi’ye göre bütün büyük Kur’an yorumcuları ve bilginleri, Kur’an’ın her bir âyetinin, dinin amaçları doğrultusunda “irşad” ve “hidâyet” anlamında da çok çeşitli ve farklı anlamlarının olduğunda görüş birliğindedirler. Durum bu olunca “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyân’ın en parlak âyetleri olan mu’cizât-ı Enbiyâ âyetleri” birer tarihi hikâye olamaz. Dahası bu ayetler yine Kur’an amaçları çerçevesinde birçok anlamı ifade etmektedirler. Konumuzla ilgili boyut ise, “fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu” çizmesidir (Nursi, B.S. Sözler, s. 301.).

Böyle yapmakla, Kur’ân yaşayan bir kitaba dönüşmekte; tarihte olduğu gibi günümüz bilim insanlarını da teşvik etmektedir. Bir yandan bilimin “en ileri gâyelerine parmak basmakta”, diğer yandan “en nihayet hedeflerini tâyin etmektedir”. Dahası bu yaklaşımı ile “Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk etmesidir.” (Nursi, B.S. Sözler, s.301.).

Tarihte Kur’an’ı bu şeklide Nursi gibi anlayan ve yorumlayan Müslüman nesiller, büyük bir aşk, şevk, gayret ve adanmışlıkla ilme yönelmiş; İslam bilim geleneğini ve sonrasında da bu bilimsel mirasın zorunlu bir sonucu olarak İslam Medeniyetini inşa etmişlerdir. Tarihte bir şeyi yapmış olmak, gelecekte de yapılabileceğinin delilidir. Yeter ki Müslümanlar Kur’an’a olan bakış açılarını değiştirmesin; onu hikmet dolu ve yaşayan bir metin olarak görsünler.

Allah’ın isimlerinin varlık âleminde “Pek çok perdeleri ve mütenevvi’ tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunur”. Bundan dolayı bir fen [bilim] o isme dayandığı takdirde “O kemâlât, o san’at, kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölge” olarak kalmaya mahkûmdur. Bunu da üç misalle açıklamaya çalışır:

"Meselâ, hendese (mühendislik) bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı Cenâb-ı Hakk’ın ism-i Adl ve Mukaddîr’ine yetişip, hendese aynasında o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşâhede etmektir."

"Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rûy-i zeminde Rahîmâne cilvelerini, edviyelerde görmekle, tıp, kemâlâtını bulur, hakikat olur. Meselâ, hakikat-i mevcudâttan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenâb-ı Hakkın (Celle Celâlühü) ism-i Hakîm’inin tecelliyât-ı kübrâsını Müdebbirâne, Mürebbiyâne, eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla, şu hikmet, hikmet olabilir. Yoksa, ya hurâfâta inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misillü, dalâlete yol açar (Nursi, B.S. Sözler, s. 310-311.).

Nursi bu üç misalden hareketle, din-bilim ilişkisini sağlıklı bir şekilde tesis edilebileceğini göstermeye çalışır. Dahası, Kur’an’ın “Beşeri şimdiki terakkiyâtında pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup, parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi, arş ileri!” diyerek teşvik ettiğini vurgular (bk. age., s. 312.). 

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Okunma sayısı : 100+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun