Hem kel hem fodul üstüne üstlük piç ifadesi ayette geçer mi?

Hem kel hem fodul üstüne üstlük piç ifadesi ayette geçer mi?
Tarih: 10.12.2020 - 11:28 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Bu konudaki bazı iddialara cevap verilecektir. İddianın cevabını okumak için üzerine tıklayınız, cevabı açılacaktır.  

İddia 1: Cibril Muhammed'in kalbidir. Vahiy de Muhammed'in kalbindeki o ilahi tecellinin belirmesidir. Cibril'in vahiy indirmesi ise Muhammed'in kalbinden Muhammed'in aklına intikal etmesidir. Dolayısıyla Cibril dediğimiz olay bir meleğin vahiy getirmesi değil aslında Muhammed'in kalbinin aklına tecellisidir. Yani kendinden kendine tecellidir.

Cevap 1:

Böyle bir bilgiyi İslam literatüründe görmek mümkün değildir. Bu konuyu birkaç madde halinde açıklamaya çalışacağız:

a) Sorudaki ifadelerde tartışmasız çelişki vardır. Şöyle ki:

Sorunun ilk cümlesi “Cibril Muhammed'in kalbidir.” şeklindedir. 

Daha sonraki bir ifadesi ise “Cibril'in vahiy indirmesi ise Muhammed'in kalbinden Muhammed'in aklına intikal etmesidir.” şeklindedir.

Burada Hz. Cebrail, Hz. Muhammed’in (asm) kalbinden aklına intikal etmesi olduğu ifade edilmiştir. Buna göre, Hz. Cebrail bir yandan Hz. Muhammed (asm)’in kalbidir, bir yandan da onun aklına intikal eder veya inkılap eder.

Demek ki, bu iddia yanlış olduğu gibi, kendi içinde çelişkilidir.

b) “Söyle (Yahudilere): Cebrail’e kim düşman ise, bilsin ki, Allah’ın izniyle önce gelen kitapları doğrulayıcı, müminler için bir hidayet rehberi ve müjdeci olarak Kur'an’ı senin kalbine indiren odur.” (Bakara, 2/97) mealindeki ayette, Kur'an’ı Hz. Peygamberin (asm) kalbine indirenin Hz. Cebrail olduğu vurgulanmıştır.

Bu durumda, sorudaki hezeyanlara göre söz konusu ayetin ifadesinin tercümesi -haşa- şöyle olur:

“Muhammed’in (asm) kalbi, onun kalbine Kur'an’ı indirdi.”

Bunun katmerli bir cehaleti barındırdığı ortadadır.

c) “Her kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil’e ve Mîkâil’e düşman ise bilsin ki Allah da inkârcıların düşmanıdır.” (Bakara, 2/98) mealindeki ayette de Hz. Cebrail’in Hz. Mikail gibi bir melek olduğu bildirilmiştir. Bu iki meleğin isminin -umum meleklerden sonra- özellikle zikredilmesi, onların Allah katındaki özel konumlarına ve değerlerine işaret etmek içindir.

d) İddiacı, bir yandan  Kur'an’ın -lafzıyla değil- mana ile Allah’ın kelamı olduğu iddiasında bulunmuştur. Bir yandan da soruda olduğu gibi, “Cibril dediğimiz olay bir meleğin vahiy getirmesi değil aslında, Muhammed'in kalbinin aklına tecellisidir.” demek suretiyle Kur’an’ın ne lafız ne de mana ile Allah’ın kelamı olmadığını, Hz. Muhammed (asm)’in kendi kalbi ve kendi aklıyla uydurduğu bir kitap olduğunu açıkça ifade etmiştir.

İddia 2: Engin merhamet ve şefkat sahibi Allah nasıl lanet eder? Dilinden lanet eksik olmuyor. Bu üslubu Tanrı'ya nasıl yakıştırayım? Tanrı niçin bu kadar hiddetleniyor? Mitolojide Hermes Tanrı'nın mesajının insan idraki tarafından kuşatılamayacağı için o mesajın çevirisini aktarımını insanlara Hermes aktarır. Acaba Rasulullah bir nevi Hermes gibi Allah'ın soyut mesajlarını muhatap olduğu insan kitlesine kendi zihin süzgecinden geçirerek aktarıyor olabilir mi? Bu aktarımda Tanrı ile ontolojik bir yakınlığı olmadığı için Tanrı gibi düşünemeyeceği Tanrı gibi davranamayacağı için insanca davranacaktır. İster istemez hem dilinin kısıtlılıkları hem insan olma özellikleri itibariyle Tanrı'yı da kendi idrak sınırları içinde tanımlayacaktır. Tanrıyı mesela memnun etmeyi rahmetle mükâfatla anlatacaktır. Tanrının sözünü tutmamayı bak kızdırırsınız gazaba getirirsiniz bağırır çağırır hatta ceza verir şeklinde gene insan algısı üzerinden Tanrıya bir sıfat addedecektir.

Cevap 2:

Bu ifadelerin sahibi aklını yitirmiş bir kişidir. Bir yandan Allah’ın peygamberine “Resulullah” diyor, bir yandan da “Hermes gibi Allah'ın soyut mesajlarını muhatap olduğu insan kitlesine kendi zihin süzgecinden geçirerek aktarıyor...” diyor.

Acaba, bir kimsenin kendi zihninin mahsulünü Allah’a isnat ederek yalan beyanda bulunması ne zamandan beridir ilahi elçilikle bağdaşır olmuştur?

Sorudaki “Engin merhamet ve şefkat sahibi Allah nasıl lanet eder?” şeklindeki ifadenin hedefinde (eğer sözün sahibi kendi içinde de samimi ise) Kur'an’ın Allah’ın sözü olmadığını ispat etmek vardır. Allah’ın sözü olmadığı zaman, ister istemez Kur'an’ı -haşa- Hz. Peygamberin (asm) sözü olarak algılamak gerekir. Bu durumda -iddia sahibine göre- Allah lanetçi değil, ama Hz. Muhammed (asm) lanetçi olabilir.

Oysa Hz. Peygamberin (asm) lanet etmeye karşı olduğunu gösteren birçok hadisleri vardır. Misal olarak şu hadis-i şerife bakmak yeterlidir:

“Ben lanetçi olarak gönderilmedim. Ben ancak ve ancak rahmet olarak gönderildim.” (Müslim, Birr, 87)

Bu durumda Kur'an’daki bu “lanet” sözcüğü kime isnat edilmeli? 

- Evvela şunu belirtelim ki, Kur'an’daki lanet kavramı, insanlar tarafından kullanılan bir manayı ifade etmez. Örneğin Türkçede “Allah lanet etsin...” dendiği zaman, bunun hakiki anlamı düşünülmeden "Allah kahretsin, Allah belasını versin" gibi bir dil alışkanlığı şeklinde kullanılmaktadır.

Oysa “Lanet” kavramının asıl manası; “Allah’ın rahmetinden uzak olmak”tır. Buna göre Kur'an’da Allah bir kimseye veya bir topluluğa lanet ettiği zaman, bununla “Allah bunlara rahmet etmez / rahmetinden uzaklaştırır” manasını kastetmiş olur. 

Bu sebeple, Kur'an’da Allah’ın lanet etmesi, bir sövgü veya bir beddua değildir. Doğrudan doğruya Allah’ın, ilgili muhataplarını fiilen rahmetinden uzaklaştırdığını ifade eden bir ihbar cümlesidir. Bununla beraber,

“Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahiy edilmemişken 'Bana da vahiy geldi.' diyenden ve 'Ben de Allah’ın indirdiği ayetlerin benzerini indireceğim.' diyenlerden daha zalim kim vardır?” (Enam, 6/93)

mealindeki ayette, ilgili hezeyanların dinde yeri olmadığına işaret edilmiştir.

Demek ki Kur'an’da Hz. Muhammed’in (asm) vahiy aldığına dair birçok ayetin bulunmasına rağmen, “aslında onun melekten bir vahiy almadığını, vahiy dediği şeylerin onun kalbinde ve aklında kendi kendine meydana gelen fikirlerden ibaret olduğunu” savunmak, bilerek-bilmeyerek Kur'an’la alay etmek anlamına gelir. İmanla küfür arasında gidip gelmekten Allah’a sığınırız.

“Vahyi tam alma telâşı yüzünden dilini kımıldatma. Onu zihninde toplayıp okumanı sağlama işi bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et.” (Kıyamet, 75/16-18)

mealindeki ayette de Kur'an’ın dışarıdan gelen bir vahiy olduğu ve Hz. Muhammed’in (asm) kalbine konulduğu, kendisinin vahyin gelişi sırasında kalbiyle takip ettiği gibi, diliyle de onu okuduğuna vurgu yapılmıştır.

Hemen söyleyelim ki, manalar dil ile okunmaz. Dil ile okunan yalnız lafızlardır.

İddia 3: Allah kendini Kuranda niye sürekli aynı vasıflarla övüyor. Aynı methi niye 60-100 kere tekrarlıyor? Allah kuluna övünmeyi yasaklıyor, meddahları gördüğünüzde yüzüne toprak saçın diyor Rasulullah ama Allah ha babam de babam övünüyor

Cevap 3:

Allah’ın kâinatı yaratmasının en büyük maksadı, kendini şuurlu varlıklara tanıtmaktır. Allah kendini tanıtırken, elbette sıfatlarını / vasıflarını anlatarak kendini takdim eder. Her türlü meslek ve meşrepten olan insanların büyük çoğunluğuna göre, Allah’ın hiçbir noksan sıfatı yoktur. Bütün sıfatları güzeldir, mükemmeldir ve övgüye değerdir.

Peki, böyle bir Zat-ı Akdes kendini tanıtırken, bu mükemmel sıfatlarını anlatmaz da ne yapar? Bir kısım beyinsizlerin hatırı için -haşa- kendine iftira ederek sıfatlarının kusurlu olduğunu mu anlatacak? 

Ayrıca, insanların kendi aralarında övünmek hoş karşılanmaz. Çünkü, Allah’ın dışında kusurdan beri olan hiçbir varlık yoktur. Buna göre, kendini öven bir insan, kusurlarını görmezlikten geliyor, olduğundan farklı bir görüntü arz ediyor, kendisi gibi olan muhataplarına karşı bir üstünlük taslıyor, bununla karşıdakilerin rekabet damarlarını tahrik ediyor ve fitne-fesada sebebiyet veriyor. 

Allah’ın kendi kendini övmesi, kendini olduğu gibi kullarına anlatması, büyüklüğünü göstermesi, isyan edenlerin cezasını, itaat edenlerin mükâfatını verebilecek güce sahip olduğunun ilan etmesi anlamına gelir.

İnsanların Allah’a itaat etmeleri ve isyan etmekten kaçınmalarının en büyük vesilesi, Allah’ın her şeye kadir olduğu, bütün mazlumların haklarını verebildiği ve bütün zalimlerden de mağdurların hakkını alabildiği bir güce sahip olduğunu bilmektir. Şuara suresinde bir çok defa, “Senin Rabbin şüphesiz azizdir (isyan edenlere karşı yenilmez güce sahiptir), Rahîmdir (itaat eden kullarını sonsuz rahmetinin kucağına alır). mealindeki ayetin fezlekesinde bu iki sıfat / vasıf / medih, insanların her iki dünyada da huzur ve barış içinde yaşamalarını temin eden bir niteliğe sahiptir. 

Bir de Kur'an’da, Allah’ın kullarından istediği zikir, hamdüsenalar ve medihler meselesi vardır. Bunun cevabı daha kolaydır. Çünkü “Cinleri ve insanları sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56) mealindeki ayette insanların yaratılış sebebi, Allah’a kulluk olduğu bildirilmiştir.

Allah’ı öven kendini övmez. Allah’ı yücelten kendini yüceltmez. Allah’ın sonsuz rahmetini ve şiddetli azabını sık sık hatırlayan kişi kendi Allah’a karşı gelmekten sakınır ve itaat ederek onun rahmetine iltica eder. 

Nitekim, Allah’ı düşünmediği için “Ben servetimi kendi bilgim ve aklımla elde ettim.” diyen Karun’un kötü akıbeti herkesin malumudur. 

Ayrıca, Hz. Peygamber (asm) bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

“Hiç kimse Allah’tan daha fazla övülmeyi sevmez. Bu sebepledir ki, O kendi kendini övüyor.” (Buhari, h.no: 4634; Müslim, h.no: 2760)

Bu hadiste Allah’ın kulları tarafından övülmesini çok istediği hususu açıkça ilan edilmiştir. Bunun özetle iki önemli hikmet vardır:

Birincisi: Allah’ın -az önce ifade edildiği üzere- kendini kullarına tanıtması, onların iman etmelerini sağlaması ve onu pekiştirmek istemesidir.

İkincisi: Allah’ın kullarına -tabir yerindeyse- kul olduklarını hatırlatması, hadlerini bildirmesi, A’dan Z’ye varlığının bütün maddi-manevi donanımlarını kendisine borçlu olduğu yaratıcısını göz ardı edip kendini nazara vermesi gibi cahilliklerine mani olması gibi hususlardır.

“Sizi topraktan yarattığı zamanki halinizi de annelerinizin karınlarında cenin olarak bulunduğunuz durumunuzu da en iyi bilen O’dur. Şu halde kendinizi temize çıkarmayın! Kimin günahtan sakındığını en iyi bilen O’dur.” (Necm, 53/32)

mealindeki ayette, insanların her yönüyle Allah’a muhtaç olduklarına, bu sebeple kendi nefislerini överek doğru çizgiden çıkmamalarına vurgu yapılmıştır.

Demek ki, serapa kusurlu, muhtaç ve fakir olanın övünmeye hakkı yoktur. Övünmek, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyi yaratıp idare ve terbiye eden, kusurlardan münezzeh olan Allah’a yakışır. 

Şairin dediği gibi:

“Kibriya-u azamet Hakka yarar
Kul olanda bu sıfatlar ne arar.” 

İddia 4: Bedduayı kul eder Allah yerine getirir. Lafız Allah'ındır şeklindeki vahiy anlayışından hareket ettiğinizde Rasulullah'ın canını yakan onu canından bezdiren amcasına Rasulullah beddua etmesi gerekirken Rasulullah ona beddua etmiyor kim ediyor Allah. Burada mekanizma ters işliyor. Kim kime tercüman oluyor Allah mı Rasule Rasulullah mı Allah'a? Ben Rasulullah’ın Allah'a tercüman olduğu kanaatindeyim. Çünkü merkez orası, memba oradan geliyor Rasulullah onu insan biçiminde anlatıyor

Cevap 4:

Her şeyden önce şunu unutmamak gerekir ki, Kur'an insanlara ders vermek üzere indirilmiştir. Öyleyse insanların alışık oldukları bir üslubun kullanılması hem dinin hem aklın hem kalbin hem vicdanın zorunlu gördüğü bir husustur.

Bunun içindir ki, Kur'an "Tenezzülât-ı İlahiye" ile tabir edilen, muhatapların fehimlerine (algılarına, anlayışlarına) yakın ve münasib üslûblar üzerine nâzil olmuştur.” (bk. Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Habbe, s. 127)

“İnsanların fehimlerine göre Cenab-ı Hakk'ın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten (hakikatlerden) tenfir edip kaçırtmamak için İlahî bir okşamadır.” (bk. İşarat-ül İ'caz, Bakara Suresi 23, 24. Ayetlerin Tefsiri, s. 116)

Demek ki, Kur'an’da insanların üslubuna yakın bir üslubun kullanılması, Allah’ın sonsuz şefkat ve rahmetinin bir tezahürüdür.

Şimdi “Beddua” denilen “Tebbet” suresinin başına bakalım:

a) Bu surenin nüzul sebebi şudur: Hz. Peygamber (asm) yakın akrabasını bir araya toplayıp onları İslam’a davet etti. Bunun üzerine Ebu Leheb: “Tebben leke” (Hüsrana uğrayasın, kahrolasın!). Bunun için mi bizi buraya çağırdın!..” diye beddua etti. Bunun üzerine Tebbet suresi nazil oldu. (bk. Taberi, Razi, Beydavi, Kurtubi, ilgili yer)

b) “Tebb / tebab” kavramı, helak olmak, hüsrana uğramak, zarar etmek gibi manalara gelir. (bk. Taberi, Razi, Beydavi, Kurtubi, a.y)

Buna göre, Türkçedeki anlaşılır ifadesiyle “Kahrolasın!” bedduasını yapan Ebu Leheb’e Allah cevap verirken aynı stili kullanmıştır. Bu tarz bir üslup cinas sanatı çerçevesinde kullanılan “misilleme, mukabele-i bilmisil” türündedir.

Öyle anlaşılıyor ki, Araplar arasında bu ifade yaygın bir şekilde kullanılıyordu. Yoksa Ebu Leheb bunu ilk defa kullanmamıştır.

O halde Araplar arasında yaygın olan, Hz. Peygambere (asm) karşı bir beddua olarak kullanılan “Tebben leke”ye karşılık “Tebbet yeda ebi Leheb” (Ebu Leheb kahrolsun, hüsrana uğrasın!) ifadesinin kullanılması, edebi olduğu kadar adil bir cevap da olmuştur. 

c) Bununla beraber, “Tebbet yeda ebi Leheb” cümlesinin beddua değil, bir ihbar cümlesi olduğunu söyleyen alimler de vardır. (bk. Taberi, Razi, ilgili yer) 

Bu yoruma göre, “Tebbet yeda ebi Leheb” cümlesi, onun elleriyle yaptığı işlerinin hüsrana uğrayacağını haber vermektedir. “Ve Tebbe” cümlesi ise, kendisinin bizzat helak olacağı manasına gelir. Böylece her iki cümle de beddua değil, ihbar yani gelecekten haber vermek kabilindendir. (bk. Razi, Ebu’s-Suud, ilgili yer)

d) Denilebilir ki, bütün tefsir kaynaklarında ayette yer alan “Ve Tebbe” cümlesi, beddua değil, bir ihbar cümlesi olduğunda ittifak vardır. (bk. Taberi, Razi, İbnu’l-Cevzi / Zadu’l-Mesir; Kurtubi; el-Kasimi; İbn Aşur, ilgili yer) 

Buna göre ikinci sırada yer alan “Ve Tebbe” cümlesi, birinci sırada yer alan “Tebbet yeda ebi Leheb” cümlesini pekiştirmeye yöneliktir. Yani önce “Ebu Leheb kahr olsun” cümlesindeki bedduanın tam tuttuğunu, yakın bir zaman sonra onun hüsrana uğraması, kahrolması, helak olması kesinlikle tahakkuk edecektir. (bk. Tantavi, et-Tefsiru’l-vasit, ilgili yer)

İlginçtir ki, bu sure başlı başına ihbar-ı gaybi nevinden Ebu Leheb’in kötü akıbetini haber verdiği ve bu haberin olduğu gibi ortaya çıktığı, bütün tefsir, hadis, tarih ve siyer kaynaklarında tasdik edildiği ve bu surenin inişinden sonra en az on yıl daha yaşadığı halde, -yalandan da olsa- Ebu Leheb’in “Ben iman ettim” demediği ve diyemediği, hatta bu tarihi gerçek vesilesiyle ile bazı Batılı bilim adamları iman ettiği halde, surenin bu güzel tarafını bırakıp lüzumsuz işlerle uğraşması, iddia sahibinin iman şuuruyla değil, nefsin hevası ve şeytanın telkin ettiği vesveseleriyle konuştuğunu göstermektedir.

İddia 5: Allah'ın dilinin sesinin fonetiğinin olma ihtimali yok. Kuran mahlûktur

Cevap 5:

Allah’ın isim ve sıfatları insanlar için birer gaybdır, onları ancak Allah ve Resulünden öğrenebiliriz. Buna göre, “Allah’ın dilinin olması”ndan maksat, insan gibi böyle bir organının olmadığı ise bu doğrudur. Çünkü Allah’ın hiçbir benzeri yoktur. Allah görür, fakat mahlukat gibi gözleri yoktur; işitir, fakat canlılar gibi kulakları yoktur. 

Ancak iddia sahibinin kastettiği dilden maksat kelam / konuşmak ise bunun doğru olmadığı, bütün semavi dinlerin ittifakı ile sabittir. Zira, bütün semavi kitapların hepsi Allah’ın kelamıdır.

Özellikle Kur'an, Allah tarafından bizzat “Kelamaullah” (Tevbe, 9/6) olarak adlandırılmıştır.

Keza “... Allah Musa ile konuştu.” (Nisa, 4/164) mealindeki ayette Allah’ın konuşmasına vurgu yapılmıştır. 

“Allah’ın dili yoktur.” deyip bundan hareketle Kur'an’ın mahluk olduğunu savunmak kadar mantık dışı bir savunma tarzı yoktur. Mutezile bile bu görüşü savunurken, böyle bir gerekçeyi ileri sürmemiştir. Çünkü Allah’ın mütekellim / konuşan / konuşmayı bilmediğini söylemek -meallerini verdiğimiz- konuyla ilgili birçok ayeti inkâr etmek manasına gelir.

İddia 6: “Allah tarihle kayıtlı bir varlık mı ki Kuran’daki cümleler nasıl tarihsel oluyor?” dersen o zaman da başka sorunlar çıkar. Ebu Leheb’in ezelde kadim varlık olarak Kuran’da ne işi vardır? Demek bu lafzın beşer idraki süzgecinden geçme ihtimali vardır.

Cevap 6:

İddia sahibi diyor ki, “Eğer Kur’an mahluk değilse, Allah’ın ezeli kelamı ise, bu takdirde Kur’an’da yer alan Ebu Leheb’in de ezeli / kadim olması gerekir…”

a) Soruda Kur'an lafızlarının Hz. Peygamber (asm) tarafından söz konusu olduğuna dair iddiasını ispat etmek için şu soru soruluyor: “Ebu Leheb’in ezelde kadim varlık olarak Kur'an’da ne işi vardır?”

Bu soru, mantığın kısa devre yaptığı bir devrede sorulmuş. Çünkü kadimin en güzel yeri kadimdir. 

b) Bu mantığa göre, eğer Kur'an lafız ve mana ile birlikte Allah’ın kelamı kabul edilirse, bu takdirde orada yer alan bütün varlıkların kadim olması gerekir. Oysa Kur'an’ın hem lafız hem mana olarak Allah’ın kelamı olduğu, Kur'an’ın birçok ayetinde bu gerçeğin altı çizilmiştir.

(Not: Cevapların sonunda vereceğimiz linklerde, konuyla ilgili detaylı bilgiler vardır.)

İddia 7: Orion takımyıldızına bak! Samanyolu’na bak! Andromeda’ya bak! Okyanusun derinliklerine bak! Bir de Kur’anda 23 sene Velid bin Muğire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz Taif Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa söyleyeceği sözün çapı oradaki üç beş tane lavuk müşrik ve o müşriklere Kur’anda öyle küfürler var ki… Örnek Kalem 10-14 Utulli hem kel hem fodul. Ba’de zalik zenim üstüne üstlük piç. Onu tabi meali öyle yazamazsınız soysuz yazarsınız. Nesebi bilinmeyen onun bunun çocuğuna zenim denir Arapçada. Bu Allah dili olabilir mi? İnsani dil olamaz mı? Evet olabilir. Feverandır olabilir. Tanrı bu türlü psikolojik hiddet süreçlerine girmez. Şu anda dünyanın en ücra yerinde uçuşan bir kuşun kursağından geçecek rızkı düşünen bilen bir Allah’tan bahsediyoruz bir de o Allah’ın insanlığa armağan olarak son gönderdiği mesajın içindeki çaptan bahsediyoruz. Bi Andromedaya bak bi de Kitabın içindeki muhtevaya bak

Cevap 7:

Bu konuyu da birkaç madde halinde açıklamakta yarar var:

Evvela Kur'an-ı kerim bir coğrafya, bir astronomi kitabı değildir. Onun hedefinde insanların dünya ve ahiret hayatındaki huzur ve barışı sağlamak vardır. 

Bununla beraber, Kur'an'ın, kâinatın yaratılışı hakkında ve ilgili fen bilimleri konusundaki üslûbu, onun parlak i'cazını gösterir. Çünkü, Kur'an'ın bu üslûbu, birçok yönden harikadır:

1. Adalet mekanizması yönünden:

Kur'an Âdil olan Allah'ın kelâmıdır; her şeyin hakkını verir. Gerçek manada düşünülse, kendilerinden bahsedilme açısından, medeniyet harikalarının hakları, Kur'an'ın kendilerine verdiği yer ve değer kadardır.

Mesela: Bir uçak, şu geniş fezanın uçakları olan Güneş, Ay ve gezegenler karşısında bir hak iddia etse ve Kur'an'da daha fazla yer almak istese, elbette onlardan "Kur'an'da ancak cismin kadar bir mevki alabilirsin. Daha fazla konuşmaya hakkın yok." cevabını alacaktır. (bk. Nursi, Sözler, Yirminci Söz, s. 276)

Diğer konuları buna kıyas edebilirsiniz.

2. İrşad metodu yönünden:

Allah'ın talim ve terbiyesi, hakların adil paylaşımı prensibi noktasında olduğu gibi; insanların irşad edilmeleri açısından da bu işaretler yeterlidir. Çünkü, irşad programına göre dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duran ve görevleri çok olan bir misafirdir. Ahiret yolculuğu için gereken hazırlığı tamamlamak mecburiyetindedir. En önemli işlerin öncelik sırası vardır.

İşte, insanları gaflet uykusundan uyandırmak için irşad eden Kur'an'ın, çoğunlukla insanları gaflete sevkeden, ahireti unutturan fani sanatlara daha fazla yer vermesi beklenemezdi. (bk. a.g.e., s. 277)

3. Din imtihanı yönünden:

Denilebilir ki, eğer Kur'an, teknolojik harikalardan açıkça bahsetseydi, birçok dinsiz bile onun Allah'ın kelamı olduğunu tasdik edecekti. Oysa din bir imtihandır. Allah'ın teklifleri bir tecrübedir. Kömür gibi ruhlarla, elmas gibi ruhların birbirinden ayrılması ancak imtihan ateşiyle mümkündür. Bir madene verilen ateşle, ondaki kömür ile elmas, bakır ile gümüş, toprak ile altın birbirinden ayrıldığı gibi, din imtihanı da insanın ruhundaki duygu ve düşünce madenine verilen bir teressübat (süzme, ayrıştırma) ameliyesidir. "Kıymetli madenler yerinde kalır. Köpükler ise, uçar gider.” (bk. Rad, 13/17)

Kur'an'ın hedefi ise, bir imtihan meydanı olan şu fani dünyada, insanlar arasında yarışma düzenlemek ve herkese fırsat eşitliği tanımak ve onları mükemmelliğe doğru eğitmektir.

Böyle olunca, insanların aklını ellerinden alacak şekilde, onları belli bir yöne doğru zorla sürüklemek anlamına gelen istikbalde olacak bir takım gaybî işlerin Kur'an'da açıkça ifade edilmesi düşünülemez. (bk. Sözler, s. 276-278)

4. Muhatabın seviyesi yönünden:

Bilindiği gibi, kainatta bir tekamül kanunu vardır. Her şey gibi fen bilimlerinin ortaya koyduğu ilmî keşifler de zamanla terakki edip gelişmiştir. Bir merdivenin basamakları gibi bir önceki buluş, bir sonrakine yer hazırlayan bir mukaddime hükmündedir.

Bu zaman faktörüne riayet edilmeden, birbirinin basamakları hükmünde olan fennî buluşların yayıldıkları zaman dilimlerini nazara almadan bunların ders verilmemesi gerekir. Bundan asırlarca önce gelen insanlara, modern fen buluşları ders verilseydi veya garip meseleleri anlatılsaydı, onların zihinlerini şaşırtmaktan başka bir işe yaramazdı.

Meselâ: Kur'an, Allah'ın varlığını ve birliğini nazara vermek için: "Ey insanlar! bakınız şu durgun gibi görünen yerküresi büyük bir hızla hem kendi ekseni etrafında, hem de güneşin etrafında dönmektedir. Doğudan çıkıp, batıdan battığını düşündüğünüz şu güneş ise, sadece kendi etrafında dönüyor. Ayrıca gördüğünüz şu bir damlacık suda binlerce canlı vardır. İşte bu harika işlere bakıp Allah'ın büyüklüğünü anlamaya çalışınız." demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını, bu gerçekleri yalanlamaya sevkedecekti. (bk. Muhakemat, s. 160-161)

Bununla beraber, Kur'an hikmetinin gereği olarak insanlarla akıllarının düzeyine göre konuşmayı prensip edindiğinden, eski zaman insanlarının seviyelerini nazara aldığı gibi, bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, onlar için de fennî buluşlara işaret eden birçok karineler vaz'etmiş ve o hakikatlere işaret etmiştir. (bk. İşârât,  s. 202-204)

5. Delil-iddia münasebeti yönünden:

Her yönüyle mucize olan Kur'an'ın ifade tarzında; Arapların konuşma tarzlarına uygun, istidlal kurallarına münasip ve dava edilen gerçeklerin ispatı konusunda başarılı olan en açık bir dil kullanılacaktır.

Bu sebeple, kamuoyunun genel temayüllerini okşayacak ve kendilerince apaçık gerçekler olan meselelerin şekillerini değiştirip, zahir hislerini rencide etmeyecek şekilde bir üslup kullanılacaktır.

Dolayısıyla, Allah'ın birliğini haber veren Kur'an, eğer bu davasını ispat etmek için, on asır sonra ancak öğrenilebilen bir takım fizyolojik, jeolojik ve kozmolojik meseleleri delil olarak kullansaydı, bu takdirde delil müddeadan daha kapalı ve daha anlaşılmaz olurdu.

Böyle bir ortamda en istikametli yol; mevcut insanların basit zihinlerine de hitap eden fakat aynı zamanda, ileride gelecek konuya aşina olan insanların anlayabilecekleri bir takım işaretleri yol üzerine bırakmaktır ki, Kur'an-ı Hakîm bu yolu seçmiştir. (bk. Muhâkemat, s. 12-15)

Sorudaki hezeyanlardan biri de “Zenim” kelimesidir.

Şöyle denilmiş: “müşriklere Kur’anda öyle küfürler var ki… Örnek Kalem 10-14 Utulli hem kel hem fodul. Ba’de zalik zenim üstüne üstlük piç.”

Bu konuyu da birkaç madde halinde izah etmeye çalışacağız:

a) Bu ayette yer alan “zenim” suçlaması, bütün kafirlere, özellikle bu vasıfları taşıyan kimselere yöneliktir. Ayette hiçbir şahıs açıktan hedef alınmamıştır.

Alimlerin, küfürde ileri giden farklı şahıslar hakkında yorumlarda bulunmaları, belli şahısların söz konusu olmadığının açık göstergesidir. Örneğin, bazılarına göre bu adam Velid b. Muğire’dir. İbn Abbas’a göre Ebu Cehil’dir. Mücahid’e göre Esved bin Abdi Yesuğ’dur. Süddi’ye göre Ahnes bin Şerik’tir. (bk. Taberi, Razi, ilgili yer)

O halde, bu kelime hangi manaya gelirse gelsin, asla bir insana sövmek diye bir şey söz konusu değildir. Söz konusu olan yalnız bir zihniyete ait vasfın kendisidir.

b) Bununla beraber, tefsir kaynaklarında bu kelimenin değişik anlamlarına dikkat çekilmiştir:

- Dil uzmanlarından Ferra’ya göre ZENİM, daha sonradan bir topluluğa ait olduğunu dava eden kimsedir.

- Kanaatimize göre, kaynaklarda bu kelimeye “soysuz, babası belirsiz” gibi manaların verilmesi, “sonradan bir topluluğa ait olduğunu dava eden kimse” şeklindeki yorumdan hareketle söz konusu edilmiştir.

Halbuki -yalandan da olsa- herhangi bir kabileye mensup olduğunu iddia eden bir kimsenin “soysuz” olması gerekmez. Babaları belli olduğu halde, bugün de bazı kimselerin değişik milletlere, kabilelere mensup olduğunu iddia eden kimseler bilinmektedir.

Asıl kök harfleri olan “Z-N-M-T”in manası keçinin yarılan, sonradan kuruyup sarkan kulaklarının gösterdiği sarkık et parçasıdır. 

- Şabi’ye göre ZENİM kelimesi, kötülük yapmakta, her türlü ahlaksızlıkta da uzaktan belli olan kulakları sarkık olan keçi gibi kendini ele veren bir kimsenin vasfıdır. 

- İbn Abbas göre, ZENİM boynunda -keçinin sarkık bir et parçası gibi- boynunda veya kulağında böyle bir nişan (sarkık ve sallanan et veya deri parçası) bulunan kimsedir. (bk. Razi, Taberi, ilgili yer)

- Zeyd b. Eslem’e göre, sıhhati yerinde, karnı tok, dünyalık namına âdeta her şeyin elinde avucunda olan ve bununla beraber insanlara zulmeden kimse “UTULL ve ZENİM” kimsedir. (bk. Taberi, ilgili yer)

İslam literatüründe kıymeti meşhur olan Buhari'nin de Mücahid vasıtasıyla İbn Abbas’tan yaptığı rivayet şöyledir:

“ZENİM,  -keçinin (boynunda) sarkık bir et parçası gibi- boynunda veya kulağında böyle bir nişan (sarkık ve sallanan et veya deri parçası) bulunan Kureyşli bir kimsedir.” (Buhari, h.no: 4917; ayrıca bk. Fethu’l-Bari, 1/128, 8/663)

Buhari’nin İbn Abbas’tan aktardığı bu bilgi ortada dururken, başka zayıf yorumlara takılmanın bir manası yoktur. 

 

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an Allah'ın Kelamıdır!

Kur'an'ın insan kelamı olması aklen imkansız mıdır?

Kur'an "Allah'ın kelâmı" olarak ne ifade etmektedir? Vahyin metnini ...

Kur'an'ın bir benzerinin yapılamayışı, onun Allah kelamı olduğunu ...

Allah'ın kelamı ses ve harflerden oluşmaz ne demektir?

Kur'an Allah Kelamıdır, çünkü..

Kur'an'ın, Allah'ın kelamı olduğunu söyleyen Batılı filozoflar var mıdır ...

Allah övülmek mi ister? Allah'ın övülmeye ihtiyacı var mıdır?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 5.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun