Bakıllani, Hz. Aişe’ye iftira atan papaza ne dedi?

Tarih: 25.03.2021 - 12:01 | Güncelleme:

Soru Detayı

1. Bazı yerlerde Hz. Aişe’ye iftira atan papazlara, Bakıllani’nin cevap verdiği anlatılıyor, ancak detay verilmemiş. Acaba ne demiş, merak ettim?
2. Bakıllani’nin bu cevaplarının tamamını bulma imkanımız var mı?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Cevap 1:

Ebu Bekir Muhammed b. Tayyib b. Muhammed el-Basrî el-Bakıllani, ünlü Eşari kelamcısı ve Maliki fakihidir. (ö. 403/1013)

Büveyhî hükümdarlarından Adudüddevle’nin daveti üzerine, çeşitli mezheplere mensup alimlerle tartışmaların yapılacağı meclislere Ehl-i sünnet temsilcisi olarak katılmak için Şiraz’a gitmişti. Burada yaptığı kelami ve fıkhi konularda münazaraların hepsinde üstünlüğünü kabul ettirmişti.

Muhtemelen bu üstün yeteneğinden ve kabiliyetinden olacak ki, Hükümdar Adudüddevle Şii olmasına rağmen, Bakıllani’yi Bizanslılarla esir değişimi yapacak ve daha başka konularda görüşmelerde bulunacak olan heyetin başkanı olmasını arzu edince, heyetle beraber İstanbul’a gitmiştir.(1)

Bizans İmparatoru II. Basileios’un yanına götürülürken ancak eğilerek geçilebilecek alçak bir kapı ile karşılaşınca arkasını dönerek içeri girmek suretiyle bu aşağılayıcı diplomatik tuzağı pratik zekası sayesinde aşmış oldu.

Bizans sarayında II. Basileios’un yanı sıra birçok papazla teslis inancı, Hz. İsa’nın durumu, ay mucizesi (inşikaku’l-kamer), Hz. Meryem ile Hz. Aişe’nin dinî ve beşerî şahsiyetleri gibi önemli konularda, başarılı münazaralar yaparak Bizanslıların takdirini kazanmış ve imparatorun ikramına mazhar olarak ülkesine dönmüştür.

Esasen İslam düşmanları her zaman Hz. Aişe annemize atılan iftirayı ve benzeri olayları, İslam’a saldırmak için bir malzeme olarak kullanmaya çalışmışlardır.

İşte Bizans sarayına elçi olarak giden Bakıllani’ye papazlar kralın huzurunda, “Peygamberinizin iftiraya uğrayan eşi Aişe’ye ne olmuştu?” diye alaycı üslupla sordukları soruya Bakıllani hemen şöyle cevabı verir:

“Hz. Aişe ile Hz. Meryem iki iffetli kadın iftiraya uğradılar. Aziz ve celil olan Allah onların suçsuzluklarını açıkladı. Aişe eşi olan ama çocuk doğurmayan bir kadındı. Meryem ise kocasız olduğu halde bir çocuk doğurdu. Şu halde Aişe’nin Meryem’e nispetle daha suçsuz olması gerekir. Ama her ikisi de kendilerine yapılan iftiralardan uzak ve suçsuz kadınlardır. Allah’ın selamı ikisinin de üzerine olsun.”(2)

İfk olayının meydana geliş biçimi özetle şöyledir:

Hz. Peygamber (asm) ve yanındaki gaziler 5/627 yılında çıktıkları Müreysî Gazvesi’nin dönüş yolunda bir yerde mola vermişlerdi. Hz. Âişe mola yerinde düşürdüğü gerdanlığını bulmak için deve üzerindeki tahtırevandan inip aramaya koyulmuştu. Ordunun kendisini fark etmeyip gittiğini görünce dönüp alırlar diye olduğu yerde beklemeye başladı. Mola yerini kontrol etmek ve geride unutulan eşyaları toplamak için dönen sahabeden Safvân b. Muattal, Hz. Âişe’yi orada görünce devesine bindirip getirdi.

İlk zamanlar çok ilgi çekmeyen bu olay, münafıklardan Abdullah b. Übey’in büyütmesi ve saptırması ile Hz. Âişe aleyhine bir iftira kampanyasına dönüştü. Çıkarılan dedikodu ve estirilen fitne tam bir ay hem Hz. Peygamber’i (asm) hem Hz. Âişe’yi hem de bütün Müslümanları çok üzdü.

Yüce Allah’ın indirdiği Nur suresi ayetleri ile bu kampanyanın bir iftira / ifk olduğu şu şekilde bildirildi:

“İftira atanlar sizden küçük bir gruptur. Bunu bir şer olarak görmeyin, aksine o bir hayırdır. O iftira edenlerden her birine iftirası nispetinde bir günah vardır. Bu iftira işinde baş rol oynayana, büyük bir azap söz konusudur. Bu iftirayı duyduğunuzda, mümin erkekler ve kadınlar, 'Bu apaçık bir iftiradır.' deyip birbiriniz hakkında iyi duygular ve düşünceler içinde olmanız gerekmez miydi? Dört şahit getirseler ya! Eğer dört şahit getiremiyorlarsa Allah katında onlar yalancıdırlar.” (Nûr 24/11-13)

Bu ayetlerle Hz. Âişe, Yüce Allah tarafından aklanmış oldu.(3)

Cevap 2:

Cağfer Karadaş’ın konuyla ilgili makalesinde geçen ilgili yerler şöyledir:

Bâkıllânî’nin Bizans Seyahati ve Münazarası(4)

[İstanbul’a Hareket ve Protokol Müzakeresi] [Adudüddevle, Rum (Bizans) imparatoruna bir mektup ile Kadî Ebû Bekir İbnü’t-Tayyib el-Bâkıllânî’yi elçi olarak gönderdi. Bu görev için özellikle onu seçmesi İslâm’ın izzet ve itibarını Hıristiyanlık karşısında yükseltmek içindi.](5)

Kadî (Bâkıllânî) şöyle dedi: Adudüddevle’nin veziri bana döndü ve “Uğurlar ola, Allah’a emanet olun.” dedi ve ben vezirin huzurundan ayrıldım. (Uzun bir yolculuktan sonra, nihayet) Rum (Bizans) ülkesine girdik ve Kostantiniyye’de (İstanbul) bulunan Bizans imparatoruna ulaştık. Gelişimiz Bizans imparatoruna haber verildi. İmparator bizi karşılamak üzere bir saray görevlisini gönderdi. Görevli bize “Sarıklarınızı ve ayakkabılarınızı çıkarmadığınız sürece imparatorun huzuruna giremezsiniz. Ancak başınıza ince bir tülbent koyabilirsiniz.” dedi. Bunun üzerine, “Ben bu taleplerinizin hiçbirini yerine getiremem. Eğer razı oluyorsanız şu anki görüntüm ve elbisem ile huzura girerim; değilse, alın getirdiğim mektubu okuyun, cevabını yazın biz de alıp dönelim.” dedim. Bu durum kendisine bildirildiğinde İmparator, “Elçilere uygulanan bu protokolüme uymaktan kaçınmasının nedenini öğrenmek isterim, bunu Kadî’ya sorun.” diye görevli tercümana talimat verdi. Benim tercümana cevabım “Ben Müslümanların ilim adamlarından biriyim. Benden istediğiniz aşağılanma ve küçük düşürülmedir. Hâlbuki Yüce Allah bizi İslâm ile yüceltti ve Hz. Muhammed (sav) ile üstün kıldı. Ayrıca hükümdarlar şanları gereği, elçi gönderdiklerinde onların küçük düşürülmelerini değil, değerlerinin yüceltilmelerini beklerler. Üstelik heyet başkanı bir ilim adamı ise bu daha çok beklenir.” Bu durum kendisine iletildiğinde İmparator, “Bırakın o ve yanındakiler istedikleri gibi girsinler.” emrini verdi.

[Bizans imparatorunun huzuruna girdiklerinde tavırlarının imparatorun şahsına yönelik olmadığını kendi yöneticileri katında da benzer bir durumun söz konusu olduğunu bildirmek sadedinde Bâkıllânî -öyle görünüyor ki- davranışlarının gerekçesini bir de huzurda anlatmak gereği duydu:](6)

“Biz müminlerin emirinin himayesinde bulunan sultanımızın huzuruna aynı şekilde gireriz. Nitekim ben Allah’ın ve Peygamber’in (asm) itaat etmemizi emrettiği yüce sultanımızın huzuruna bu şekilde girerim, o da bu tavır ve hâlimi yadırgamaz. Çünkü ben Müslümanların ilim adamıyım. Şayet ben sizin talebinize uyarak bu görünüşüm dışında bir görünüşle huzurunuza girmiş olsaydım ilmimi ve şahsiyetimi alçaltmış, inananlar katındaki itibarımı düşürmüş olurdum.”

İmparator, tercümanına dönerek ona şunları söyle dedi: “Mazeretinizi kabul ettik ve değerinizi yüce tuttuk. Siz konum itibariyle sıradan diplomatlar gibi değil, seçkin ve değerli kimseler hükmündesiniz. Sultanınız mektubunda sizi ‘Müslümanların tercümanı ve en iyi münazara adamı.’ olarak niteliyor; doğrusu biz bunu yakinen bilmek ve belirttikleri gibi olup olmadığını bizzat sizden duymak isteriz.” Ben de “Kral Hazretlerinin izni olursa.” diye mukabelede bulundum. Ardından imparator “Size hazırladığımız yere buyurun, konaklayın, toplantı daha sonra olacaktır.” dedi. Biz de konaklamamız için hazırlanan yere intikal ettik.

[Bizans İmparatorunun Huzurunda Yemek]

Kadî şöyle dedi: Birinci gün Bizans imparatoru beni davet için bir görevli gönderdi. Görevli bana, “Kralın sofrasında bulunmak elçilerin görevidir; yemek davetine icabet etmenizi ve protokollerimize riayet etmenizi arzu ederiz.” dedi. Bunun üzerine “Ben Müslümanların ilim adamlarındanım, böyle bir konumda üzerlerine gereken sorumluluklarını bilmeyen askerî bir elçi veya bir başkası değilim. İmparator da bilir ki, ilim adamları bile bile bu tür şeylere teşebbüs ve cüret etmezler. Ben açıkçası sofrada Yüce Allah’ın Peygamberi’ne ve bütün Müslümanlara haram kıldığı domuz eti ve benzeri şeylerin bulunmasından endişe ediyorum.” dedim. Tercüman derhal imparatorun huzuruna gitti ve döndüğünde imparatordan şu teminatı getirdi: “Ne sofrada ne de yemeklerde sizin hoşunuza gitmeyecek bir şey olacaktır. Sunulacak şeyleri beğeneceğinizi umuyoruz. Çünkü siz bizim katımızda diğer elçiler gibi değilsiniz, aksine yüce bir yeriniz vardır. Aramızda engel teşkil eden, hoş görmediğiniz domuz eti soframızda bulunmamaktadır.” Her ihtimale hazırlıklı bir şekilde kalktım ve sofraya oturdum. Elimi yemeğe uzattım, ancak hiç yemedim. Aslında sofrada hoşa gitmeyecek bir şey olmamasına rağmen yiyemedim. Yemekten sonra mecliste buhur tüttürüldü ve ortama güzel koku salındı.

[Birinci Oturum]

Bizans imparatoru “Peygamber’inizin ayın ikiye bölünmesi (inşikâk-ı kamer) mucizesi olduğunu iddia ediyorsunuz. Size göre bu nasıl bir mucizedir?” diye sordu. Ben, “Bize göre bu mucize gerçektir ve doğrudur. Hz. Peygamber döneminde ay ikiye bölünmüş ve insanlar bunu görmüşlerdir. Ancak bu olayı görenler, orada bulunanlar ve o olayın gerçekleşmesine tesadüf edenlerdir.” dedim. İmparator, “Nasıl oldu da böyle bir olayı bütün insanlar göremedi?” diye sorunca ben, “Çünkü bütün insanlar ayın ikiye bölünmesi ve orada bulunulması hususundan haberdar ve buna hazırlıklı değildi ve aralarında bir sözleşme (randevu) de olmamıştı.” diye cevap verdim. Bunun üzerine imparator, “Ay ile sizin aranızda özel bir yakınlık mı var? Nasıl oluyor ki, sizin gördüğünüz bir olayı Bizans halkı ve diğerleri göremiyor?” diye itiraz etti. Ben şöyle cevap verdim: “Sizinle şu sofra arasında bir yakınlık mı var? Siz onu görüyorsunuz ama Mecûsîler, Brahmanlar, Mülhitler, özellikle komşularınız olan Yunanlılar bunu göremiyorlar. Sizin gördüğünüzü onlar göremediğinden, sofranın bu hâlini tamamı inkâr edebilir.” Cevabım imparatoru çok şaşırttı, bu şaşkınlığını kendi diliyle “sübhânallâh” diyerek açığa vurdu; benimle tartışması için bir papazın getirilmesini emretti ve şöyle dedi: "Ben bu adama güç yetiremeyeceğim, zaten Büveyhî sultanı bu zatı 'Benim ülkemde ve bu asırda Müslümanlar arasında eşi bulunmayan bir şahsiyettir.' diye tanıtıyor."

Zihnimde tasavvur ettiğimin aksine meclise birden boz yapılı, kurt gibi bir adam getirdiler. Adam yerine oturdu. Ben ona konuyu izah ettim. Onun cevabı “Bu Müslümanın dediği sabittir ve gerçektir. Söylediğinin dışında ona verilecek bir cevap bilmiyorum.” şeklinde oldu. Ona (“Dünyanın küre biçiminde olduğu düşüncesinde değil misin?” diye sordum, o da “evet” dedi)(7) Bu cevap üzerine ben “Söz gelimi güneş tutulması gerçekleştiğinde onu bütün yeryüzü insanları mı görür, yoksa görüş açısında bulunan insanlar mı görür?" diye bir soru yönelttim. O da “Görüş açısında bulunan insanlar ancak görebilir.” cevabını verdi. Bunun üzerine ben dedim ki:

“İnkâr ettiğin ayın ikiye bölünmesi, bir bölgede gerçekleşti ise onu ancak o bölgede bulunan ve görmeye kendisini hazırlamış olan insanlar görebilir. Onu görmekten kaçınanlar ve ayı göremeyecek bir mekânda bulunanlar kesinlikle göremezler.”

(“Bir bölgede görülebilenin bir başka bölgede görülemeyeceğini inkâr edebilir misin? Örneğin güneş tutulması bir bölgede görülürken diğer bir bölgede görülmez; aynı şekilde gökteki gezegenler bir yerde görülebilirken diğer bir yerde görülemez. Öyleyse ayın ikiye bölünmesi mucizesini bir bölgede görülüp bir diğerinde görülmemesi nedeniyle inkâr edemezsin.”)(8)

Bu cevap karşısında papaz “Mesele senin dediğin gibidir ve bu konuda sana yönelik bir itiraz da yapılamaz. Ancak esas mesele bu olayı nakleden râvîlerdedir. Konuyla ilgili şüphe / ta’n bu yöndedir. Dolayısıyla esas bu açıdan olay sahih değildir” dedi. Bu sırada Bizans imparatoru devreye girdi ve papaza “Nakledenler konusunda getirilen eleştiri nedir?” diye sordu. Hristiyan papaz şöyle cevap verdi: “Böylesi bir mucize -şayet doğru ise- büyük bir topluluğun yine büyük bir topluluğa aktarması şeklinde bir nakille gerçekleşmesi gerekir ki, bize kadar zarurî / zorunlu bilgi meydana getirecek şekilde ulaşmış olsun. Şayet böyle gerçekleşmiş olsaydı, bizde zarurî bilgi meydana gelirdi. Bu konuyla ilgili bizde zarurî bilgi meydana gelmemesi, bu haberin uydurma ve geçersiz olduğuna işaret eder.” İmparator bana döndü ve “Cevabın nedir?” dedi. Ben söz aldım ve “Hz. Îsâ’ya gökten sofra inmesi için geçerli olan, ayın ikiye bölünmesi için de geçerlidir. Denilebilir ki, eğer gökten sofra inmesi doğru ise, bunun büyük bir topluluk tarafından nakledilmesi gerekirdi. Böylelikle Yahudi, Hristiyan ve Senevî (Düalist) bir kimse bunun zarurî bir bilgi olduğunu bilirdi. Onların bunun zarurî bilgi olduğunu bilmemesi, bu haberin yalan olduğunu gösterir.”

Bu cevabım üzerine Hıristiyan papaz, imparator ve oturuma katılanlar susmak zorunda kaldılar. Oturum böylece sona erdi.

[İkinci Oturum]

Kadî şöyle dedi: İkinci oturumda Bizans imparatoru bana “Mesîh Îsâ b. Meryem (as) hakkında ne dersiniz?” diye sordu. Ben soruya karşılık “O, Allah’ın ruhu, kelimesi, kulu, nebîsi ve rasûlüdür(9); Âdem (as) gibidir. Allah onu topraktan yarattı, sonra ona ‘ol’ dedi, o da oluverdi.” cevabını verdim ve ardından ilgili ayeti okudum. İmparator bana “Ey Müslüman! Siz, Mesîh’in kul olduğunu söylüyorsunuz.” dedi. Ben de “Evet, aynen öyle söylüyoruz ve buna böylece inanıyoruz.” dedim. İmparator “Onun Allah’ın oğlu olduğunu söylemiyorsunuz.” deyince, ben “Allah’a sığınırım, Allah bir çocuk edinmez ve Zatı ile birlikte başka bir ilahın olması söz konusu değildir.(10) Siz Allah’a karşı ağır bir söz söylüyorsunuz. Mesîh’i Allah’ın oğlu kabul ederseniz babası, kardeşi, dedesi ve amcası kimdir?” diye muhtemel akrabalarını saydım. İmparator çok şaşırdı ve “Ey Müslüman! Bir kul yaratır, diriltir, öldürür, dilsizi ve alaca hastasını iyileştirebilir mi?” diye sordu. Ben “Hayır asla bir kul buna güç yetiremez, söylediğiniz işlerin tamamı Yüce Allah’ın fiilleridir.” dedim. Bunun üzerine imparator “Söz konusu mucizeleri gerçekleştiren ve bütün bu işleri yapan Mesîh nasıl Allah’ın kulu ve onun yarattığı bir varlık olabilir?” diye sordu. Ben de “Yüce Allah’a sığınırım. Îsâ Mesîh ne ölüyü diriltebilir ne de dilsizi ve alaca hastasını iyileştirebilir.” dedim. Cevabım karşısında iyice şaşkınlığı artan imparator biraz da öfkelenerek “Ey Müslüman! Halk arasında bu kadar yaygın olarak bulunan ve insanların da inanıp kabul ettiği bir şeyi nasıl inkâr edebilirsin?” diye çıkıştı. Bunun üzerine ben

“Düşünme ve kavrama yeteneği bulunan hiçbir kimse, mucizeleri peygamberlerin kendilerinin yaptıklarını söylemez. Meydana gelen bu olaylar, peygamberlerin doğruluklarının tasdiki ve şehâdeti mesabesinde olsun diye Yüce Allah’ın onların elinde gerçekleştirdiği olağanüstü bir şeydir.” diye cevap verdim. İmparator, “Sizin peygamberinizin yakınlarından ve dininizin meşhurlarından birçok kimse burada bulundu ve benim söylediğim bu hususların sizin kitabınızda da geçtiğini ifade ettiler.” diye mukabelede bulundu. Buna karşılık ben şunları dile getirdim:

“Ey Yüce İmparator! Bizim kitabımızda bunların tamamının Allah’ın izni ile(11) gerçekleştiği bilgisi vardır. Bu demektir ki Mesîh, bütün bu fiilleri bir olan ve ortağı bulunmayan Allah’ın izni ile gerçekleştirmiştir. Yoksa Mesîh’in kendi zatından kaynaklanan bir fiil değildir. Şayet Mesîh kendiliğinden ölüyü diriltse, dilsizi ve alacalıyı iyileştirse, bu takdirde Mûsâ’nın (as) kendiliğinden denizi ikiye ayırması ve parlayan bir el çıkarması da mümkündür. Hiçbir peygamberin mucizesi Allah’ın iradesi dışında kendilerinden kaynaklanan bir fiil değildir. Bu söylediğimiz mümkün değilse, Hz. Îsâ’nın elinde ortaya çıkan mucizeleri ona isnat etmeniz de mümkün değildir.”

Benim cevabıma karşılık İmparator “Âdem ve ondan sonra gelen bütün diğer peygamberler Mesîh’e boyun eğmişler, istediklerini yerine getirmesi için ona yakarmışlardır.” dedi. Ben cevaben “Yahudilerin dilinde kemik mi vardır ki Mesîh Îsâ, Mûsâ’ya yalvarıyor diyemiyorlar? Bu şekilde geçmişteki her peygamberin taraftarı Mesîh Îsâ’nın kendi peygamberlerine yalvardığını ileri sürebilir. Bu iki iddia arasında bir fark göremiyorum.” dedim.

[Üçüncü Oturum]

Kadî şöyle dedi: Sonra üçüncü oturuma geçildi ve önce ben İmparatora “İlahî olan ile beşerî olanın birleşmesi ne demektir?” diye sordum, o “Bununla o insanları helak olmaktan kurtarmayı amaçladı.” dedi. Bunun üzerine ona şu soruyu yönelttim: “(Acaba Mesîh) öldürüleceğini, asılacağını / çarmıha gerileceğini, kendisine böyle şeyler yapılacağını ve de Yahudilerin kendisine inanmayacağını biliyor muydu? Eğer 'O Yahudilerin kendisine yapmak istedikleri şeyi bilmiyordu.' derseniz, bu durumda onun ilahlığının geçerliliğinden ve gerçekliğinden söz edilemez. İlah olmasının geçerliliği ve gerçekliği söz konusu olmayınca, oğul (Allah’ın oğlu) olması da geçersiz ve gerçek dışı olur. Eğer ‘Anılan şeyleri biliyordu.’ derseniz, bu durumda basiretinin sorgulanması gerekir. Bu takdirde o, hikmet sahibi değildi demektir. Çünkü hikmet, kişiyi bela ve musibete uğramaktan korur.”

Bu sözlerim karşısında imparator susmak zorunda kaldı.

[Dördüncü Oturum] (12)

İmparator, Bâkıllânî’ye, belirleyeceği bir günde Hristiyanların toplantı yerlerinden birinde toplanmak üzere randevu verdi. Oturum düzeni kurulduğunda Bâkıllânî geldi. Elbisesinin süsü ve ziyneti hususunda oldukça aşırı itina gösterilmişti. Bizans imparatoru nazik bir üslûp ile onu yakınına davet etti ve tahtının hemen yanında bir kürsüye oturttu. İmparator bütün bir görkemiyle gelmişti ve başında taç vardı. Yakınları ve imparatorluğun ileri gelenleri hiyerarşik olarak etrafına sıralanmışlardı. Dinî işler sorumlusu olan Patrik de toplantıya katıldı. İmparator müteyakkız olması hususunda ona uyarıda bulundu ve şunları söyledi: “Zekiliğini ve becerikliliğini işittiğim İran Kralı Fennâ Hüsrev elçi görevlendirmede ve taktik üretmede kendisi gibi olanları seçer, bu adamdan sakın ve dinini yücelt. Umulur ki, onun bir boşluğunu yakalarsın, bir hataya düşürürsün ve ona karşı bizim üstünlüğümüzü ortaya koyarsın.” Dinî işlerden sorumlu konumunda bulunan patrik geldiğinde Bâkıllânî onu büyük bir nezaketle selâmladı ve en etkili soruyu sordu: “Aile efradınız / çoluk çoğunuz nasıllar?” Bu soru patriğin ve orada bulunanların ağırına gitti. Birden değiştiler. Suratları asıldı ve gerildi. Bâkıllânî’nin bu sözünü çok çirkin buldular. Bunun üzerine Kadî sözüne şöyle devam etti:

“Ey topluluk, şu zata eş ve çocuk isnat edilmesini ağır buluyorsunuz, onu bundan tenzih ediyorsunuz; ancak Rabb’inize yapılan şey ağırınıza gitmiyor ve kalkıp O’na oğul isnat ediyorsunuz. Ne kötü bir düşüncedir bu!"

Elleri yanlarına düştü ve bu sözlere cevap veremediler. İçlerine büyük bir korku düştü ve boyunları büküldü. Bizans imparatoru, patriğe dönüp “Bu şeytana nasıl bir muamelede bulunalım ne dersin?” diye sordu. Patrik, imparatora “Yapılması gerekeni yap, sultanlarına lütufkâr davran, ona hediyeler gönder ve bu Iraklıyı mümkünse bugün ülkenden çıkar. Aksi takdirde Hristiyanlar için bir fitne olacağından korkarım.” İmparator, patriğin tavsiyelerini uygun buldu, acele Adudüddevle’ye nazik ve güzel bir cevabî mektup yazdı; birlikte gönderilmek üzere değerli hediyelerini hazırlattı. Beraberinde birçok Müslüman esir ve Kur’an mushafı vardı. Yanlarına askerlerinden bir müfreze de katarak güvenli buldukları yere kadar eşlik etmelerini onlara emretti.

Bu anlatılanların dışında İbn Asâkir’in naklettiği bir başka tartışma ise ilk soru ve cevabın konusu da olan, Hz. Peygamber’in eşi Hz. Âişe validemiz ile ilgili “ifk / iftira hadisesi”nin Bizanslılar tarafından çirkin bir olay olarak gündeme getirilmesidir.

Konumu ve kimliği hakkında bilgi verilmeyen Bizanslı bir zat, Bâkıllânî’ye Hz. Aişe’nin ifk hadisesindeki durumunu sordu. Bâkıllânî Hz. Meryem’in durumu ile benzerlik kurarak soruya şöyle cevap verir:

"Hz. Âişe’nin durumu İmran’ın kızı Meryem’in durumuna benzer. Üstelik Peygamber’imizin hanımının bir çocuğu yokken Hz. Meryem kucağında bir çocukla geldi. Ancak şu bir gerçek ki, her iki mümtaz kadını da bizzat Yüce Allah akladı ve tertemiz olduklarını bildirdi. Böylece her ikisine yönelik iftiralar boşa çıkmış oldu."(13)

Dipnotlar:

1) Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd (Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-Arabî, ts.), V, 379-80; Ebü’lFerec İbnü’l-İbrî, Târîhu muhtasari’d-düvel (Beyrut: Dâru’l-Meşrik, 1992), s. 172; Zeynüddin İbnü’l-Verdî, Tetimmetü’l-Muhtasar fî ahbâri’l-beşer: Târîhu İbni’l-Verdî, haz. Ahmed Rif‘at el-Bedrâvî (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1389/1970), I, 457; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye (Beyrut: Mektebetü’l-Meârif, 1966), I, 350.
2) İbni Asakir, Tebyinu Kezibil Müfteri, s. 219; İbni Kesir, el-Bidaye, XV/549.
3) bk. Buharî, “Megazî” 34; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, haz. Ömer Abdüsselâm Tedmürî (Beyrut: Dâru İhyâi’tTurâsi’l-Arabî, 1408/1987), III, 309-15; Adem Apak, Anahatlarıyla İslâm Tarihi (İstanbul: Ensar Neşriyat, 2006), I, 246-47; Mustafa Fayda, “İfk Hadisesi”, DİA, XXVI, 509).
4) Bu kısım Kadî İyâz’ın, Tertîbü’l-medârik, adlı eserinin III, 594-601 sayfaları arasında bulunan metin esas alınmak üzere, İbn Asâkir’in Tebyînü kezibi’l-müfteri ve Sekûnî’nin Uyûnü’l-münâzarât adlı eserlerinden yararlanılarak oluşturulmuş bir metnin tercümesidir. Tertîbü’l-medârik dışındaki eserlerden alınan kısımların tercümesi parantez içinde verilmiş ve dipnotlarda yerleri gösterilmiştir. Ayrıca tarafımızdan köşeli parantez ile başlıklar eklenmiştir.
5) İbn Asâkir, Tebyînü kezibi’l-müfteri, s. 217; Kadî İyâz, Tertîbü’l-medârik, III, 594.
6) Köşeli parantez içindeki ifade tarafımızdan konulmuştur. (C.K.)
7) Sekûnî, Uyûnü’l-münâzarât, s. 248.
8) Sekûnî, Uyûnü’l-münâzarât, s. 248.
9) “Ey ehl-i kitap! Dininizde taşkınlığa ve aşırılığa gitmeyin. Allah hakkında ancak gerçek olanı söyleyin. Meryem’in oğlu Îsâ Mesîh, Allah’ın elçisi ve ‘kün/ol’ emriyle yarattığı bir kelimesidir. Meryem’in rahmine attığı, Ondan bir ruhtur. Allah’a ve peygamberlerine inanın, ‘tanrı üçtür’ demeyin. Bu işe bir son verin, sizin için daha hayırlı olur. Şüphesiz ki, Allah tektir. Bir çocuk edinmekten münezzehtir. Göklerdeki ve yerdeki her şey onun kudreti altındadır. Yegâne güven duyulacak ve dayanılacak varlık Allah’tır.” (en-Nisâ 4/171).
10) “Allah hiçbir zaman çocuk edinmedi. Allah ile birlikte bir başka tanrı da olmadı; şayet olsaydı her biri yarattığını alır gider ve bazısı bazısına üstün gelirdi. Yüce Allah onların nitelediklerinden uzaktır, görüneni de görünmeyeni de bilir. Allah onların şirk koştuklarından yücedir.” (el-Mü’minûn 23/91-92).
11) “Onu (Îsâ’yı) İsrailoğulları’na peygamber olarak gönderecek ve o onlara şöyle diyecek: Ben Rabb’imden bir mucize olarak size geldim. Ben sizin için çamurdan bir kuş yapacağım, ona üfleyeceğim, Allah’ın izniyle o uçacak. Ben yine Allah’ın izniyle dilsizi konuşturacağım, alaca hastasını iyileştireceğim ve ölüyü dirilteceğim. Yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiklerinizi haber vereceğim. Şayet inanıyor iseniz, işte bu sizin için bir mucizedir” (Âl-i İmrân 3/49).
12) Bu oturumu İbn Asâkir, Ebü’l-Kasım Nasr b. Nasr b. Ali ve Kadî Ebü’l-Meâlî Azîzî b. Abdülmelik kanalıyla aktarırken (bk. Tebyînü kezibi’l-müfteri, s. 218-19) Kadî İyâz, İbn Hayyân el-Endelüsî’den (ö. 469/1078) naklen verdiğini belirtir. (bk. Tertîbü’l-medârik, III, 600). Sekûnî ise bu kısmı İbn Asâkir’den aldığını ifade eder (bk. Uyûnü’l-münâzarât, s. 248).
13) İbn Asâkir, Tebyînu kezibi’l-müfterî, s. 219; Sekûnî, Uyûnü’l-münâzarât, s. 249.
Detaylı bilgi ve değerlendirmeler için bk. Bizans Sarayında Müslüman-Hıristiyan Münazarası: Büveyhî Elçisi Bâkıllânî ile İmparator II. Basileios Arasında Geçen Tartışma, İslâm Araştırmaları Dergisi, Sayı 22, 2009, 1-35.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 500+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun