İslam Tarihi konusunda en çok merak edilenler

1 Peygamberimizin torunu Hz. Hasan hayatı ve halifeliği hakkındabilgi verir misiniz?

el-Hasan b. AIi b. Ebî Talib el-Hâşımî el-Kuraşî, Hz. Peygamber'in en çok sevdiği torunlarından ve O'nun "Reyhânesi", Hz. Ali'nin, Hz. Fatıma'dan doğan büyük oğlu. Hulefâ-i Raşidîn'in beşincisi kabul edilir. İmamiyye'ye göre ise on iki imamın ikincisidir.

Üçüncü hicrî yılı, Ramazan ayının ortalarında Medine'de doğdu. Şaban ayından; 4. veya 5. hicrî senesinde doğduğuna dair rivâyetler varsa da, en doğru görüş, 3. hicrî senede doğduğuna dair rivayettir (İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, II, 10; İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü't-Tehzîb, Haydarabad 1325, II, 296). Hz. Hasan doğduğunda, Hz. Peygamber (asm) bir torununun olduğunu duyunca hemen Hz. Ali'nin evine giderek "Oğlumu bana getirin. Adını ne koydunuz?" diye sordu. "Harb" ismini koyduklarını duyunca, bu ismi beğenmedi. Çocuğa isim olarak, câhiliye döneminde bilinmeyen "Hasan" ismini koydu. Künye olarak da, "Ebû Muhammed" adını verdi. Arkasından da kulağına ezan okudu (İbnü'l-Cevzî, Ebu'l-Ferec, Sıfatü's-Saffe, Haleb (ty), I, 759; Üsdü'l-Ğâbe, II, 10; Tehzîbü't-Tehzîb, II, 296). Rasûlullah Hz. Hasan yedi günlük olunca akîka kurbanı kesilmesini ve saçlarının kesilerek, ağırlığınca gümüş tasadduk edilmesini emretti (ez-Zehebî, Siyer A'lami'n-Nübelâ, Beyrut 1406/1986, III, 246).

Hz. Hasan, Hz. Peygamber'in terbiyesinde yetişti. Sahih hadis kitapları dahil bir çok İslâmî literatürde, Hz. Peygamber'in torunu ile ne kadar ilgilendiğini ve onu ne kadar çok sevdiğini ifade eden rivayetler bu gerçeği göstermektedir. Onunla her an ilgilendiğini, hemen hemen yanından hiç ayırmadığını; bilhassa namazlarda bile torununun gelip üzerine çıktığından dolayı, Hz. Peygamber'in sırf onu incitmemek için secdesini uzattığını ifade eden hadisler, ilahî vahye mazhar dede ile, onun "reyhanesi" arasındaki sevgiyi anlatmaktadırlar (Ahmed b. Hanbel, III, 493, 494; Nesâî, Talbîk, 82). Hatta Hz. Peygamber rukû'da iken torunu gelir, ayaklarını açar bir yönden girer, öbür taraftan çıkar (el-Haysemî, Mecmau'z-Zevâid, Beyrut 1967, IX, 175; Tehzîbü't-Tenzîb, II, 296) ve Hz. Peygamber ses çıkarmazdı. Bazen secde ederken üzerine bindiğinde, onu yavaşça sırtından indirirdi. Hatta bir defasında Hz. Peygamber hutbe okurken Hz. Hasan ile kardeşi Hz. Hüseyin üzerlerindeki uzun ve kırmızı elbiseleri ile düşe kalka yürüdüklerini görünce, hutbesine ara verip, minberden inerek, torunlarım kucağına aldığı ve önüne oturttuğu, daha sonra da " Allah Teâla, "Mallarınız ve evlatlarınız sizin için birer imtihan vesilesidir."(Teğâbün, 64/15) derken doğru söylemiştir. Şu ikisini bu şekilde görünce sabredemedim." diyerek hutbesine devam ettiği kaynak hadis kitaplarında anlatılmaktadır (Ahmet b. Hanbel, V, 254; Ebu Davud, Salât, 233; Tirmizî, Menâkıb, 31; İbn Mace, Libas, 20; Neseî, Salatu'l-İdeyn, 27; Zehebî, a.g.e., III, 256).

Hz. Peygamber (asm) zaman zaman her iki torununu da sırtına alıp namaza geldiğine (Ahmet b. Hanbel, III, 493), Hz. Hasan'ı omzuna alarak dışarda gezdirdiğine dair (Tirmizî, Menâkıb, 31) bir çok hadis şunu gösteriyor ki, Hz. Peygamber her iki torunuyla devamlı ilgilenmişler, her türlü ihtiyaçlarını gidermeye çalışmışlardır. Kızı Hz. Fatıma'yı ziyarete gittiklerinde, torunu Hasan uyku arasında su istediği zaman bizzat kendileri kalkıp su getirerek, hem ona, hem de kardeşine içirmeleri (Ahmed b. Hanbel, I, 101; Tayalisî, II,129-130) vb. hareketleri dede şefkati ve merhametinin fiili işaretleridir. Yine Hz. Peygamber'in bu iki torununu çok sevdiği ve "Allah'ım ben bu ikisini seviyorum, sen de sev." diye dua etmeleri (Tirmizî, Menâkıb, 31) bu sevgi ve ilginin dil ile ifadesini göstermiştir (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedailit's-Sahabe, 56-60).

Öbür taraftan Hz. Peygamber torunlarını öper (Ahmed b. Hanbel, IV, 93 ; Tabaranî, hadis no: 2658) ve her iki torununun cennet ehli gençlerinin efendileri olduğunu da söylerdi (Tirmizî, Menâkıti, 31; Ahmed b. Hanbel, III, 3; el-Hatîb el-Bağdadî, Târihu Bağdad, Beyrut (ty), I,140), hatta onları sevenleri Allah'ın sevmesini dilediği duaları da rivayetler arasında yer almıştır (Ahmet b. Hanbel, II, 249, 331; Tehzîbü't-Tehzîb, II, 297 vd.).

Hz. Hasan (ra) fizik olarak dedesi Hz. Peygamber'e çok benzerdi (Tirmizî, Menâkıb, 31). Öyle ki, bir defasında Hz. Ebu Bekr ikindi namazından çıktıktan sonra, Hz. Ali ile beraber yürürken, çocuklarla oynayan Hz. Hasan'ı görürler. Hz. Ebu Bekr onu omuzuna alır ve "Nebiye benzeyen, Ali'ye benzemeyen, sana babam feda olsun!" diye bir mısra söyler (Buhârî, Fadâilü'l-Ashâb, 22). Hz. Ali bu hâdise ve sözler karşısında gülümser.

Hz. Hasan, Hz. Peygamber'in âhirete göçtüğü sıralarda sekiz yaşlarında idi. Henüz çok küçük olduğu için, Hz. Peygamber'den doğrudan doğruya rivayet ettiği hadislerin sayısı oldukça azdır. Bunlardan biri Ebu'l Havrâ'nın rivayet ettiği şu hadistir:

"Hz. Hasan'a, "Hz. Peygamber'den duyduğun hangi hadisi hatırlıyorsun?" diye sordum. O da şunu anlattı:

"Şu hadiseyi hatırlıyorum: Zekat hurmalarından bir hurma alıp, ağzıma atmıştım. Hz. Peygamber o hurmayı ağzımdan salya ile çıkardı. Oradakiler "Ya Rasûlallah, bu çocuğun ağzına attığı tek bir hurmayı, niçin geri çıkardın?" dediler. O da "Biz Âl-i Muhammed'e sadaka (zekat) helâl değildir." buyurdu."

"Hatırladığım diğer bir hadis de "Seni ilgilendirmeyen şeyleri bırak, ilgilendiren şeylere bak..." hadisidir.

Yine Dedem Hz. Peygamber bana şu duayı da öğretmişti:

"Ey Allah'ım! beni hidayete erdirdiğin kimselerden eyle, âfiyet verdiğin kişilerden eyle, dost edindiğin kullarının arasına kat! Verdiğin şeyleri benim hakkımda mübarek kıl ve hüküm verdiğin (takdir ettiğin) şeyleri şerrinden de koru. Senin dost edindiğin bir kişi asla zelil olmaz." (Ahmed b. Hanbel, I, 200; Ebu Dâvûd, Salat, 340; Tirmizî, Ebvâbu's-Salât, 341 Neseî, Kıyamü'lleyl, 50; Üsdü'l-Ğâbe, II, I1).

Buna mukabil Hz. Hasan'ın bu hadislerin dışında başta babası Hz. Ali olmak üzere bir çok sahabîden rivayet ettiği hadisleri vardır.

Kendisinden de mü'minlerin Annesi Hz. Aişe, kardeşinin oğlu Ali b. Hüseyin, onun iki oğlu Abdullah ve el-Bakır ile İkrime, İbn Sirin, Cübeyr b. Nefir, Ebû'l Havrâ, Rebia b. Şeybân, Ebû Miclez, Hübeyre b. Berîm, Şeybân b. el-Leyl, Şa'bî, Şakîk b. Seleme, el-Müsebbib b. Nuhbe, İshak b. Beşşâr ve diğer raviler (radiyallahü anhüm) hadis rivayet ettiler (İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fi Temyîzi's-Sahâbe, Mısır 1358/ 1939, I, 327-330; İbnü'l-Esir Üsdü'l-Ğâbe, II, 10; Tehzîbü't-Tehzîb, II, 295-296).

Gerek tabakat kitapları, gerekse hadis kitapları, Hz. Hasan'ın çocukluğuna dair yukardaki rivayetlere bolca yer verdikleri halde, Hz. Ali'nin şehid edilmesiyle onun halife seçilmesine kadar olan hayatı hakkında pek fazla bilgi vermemektedirler. Bilinen bir kaç husustan birisi, Hz. Ömer divan teşkilatını kurduğu sırada, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn'i babalarının "farizasına" (hissesine) katarak, her birine beş bin dirhem hisse ayırdığına dair haberdir (Zehebî, a.g.e., III, 259). Bir diğer hadise de Hz. Osman'a baş kaldıranlara karşı, halifeyi savunmak için Hz. Osman'ın yanında ona yardım etmek için kalan şahısların arasında Hz. Hasan'ın isminin de yer aldığına dair haberlerdir (Zehebî, a.g.e., III, 260).

Hz. Hasan'ın tarihî bir şahsiyet olarak ortaya çıkması, babası Hz. Ali'nin şehid edilmesini müteâkiben, Kufelilerin kendisine beyat ederek halife seçmeleriyle başlar (h. 40/660).

Hz. Hasan (ra)halife seçilirken ilk beyat edenin Kays b. Sa'd olduğu söylenir. Bu kişiyi Hz. Ali Azarbaycan'a gönderilen ve Iraklılardan toplanarak hazırlanan ordunun komutanı olarak atamıştı. Bu zat, sırf Araplardan oluşturulan kırk bin kişilik diğer bir ordunun da komutanıydı. Bu ordu Hz. Ali'yi ölünceye kadar müdafaa etmek üzere and içmişti. İşte babasının da en çok güvendiği komutanlardan olan Kays, beyat esnasında, Hz. Hasan'dan elini uzatmasını isteyerek, Allah (c.c)'nun Kitab'ı, Rasûlü'nün sünneti ve âsîlerle savaşmak üzere beyat edeceğini söyledi. Hz. Hasan bu söze karşı çıktı. Sadece Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün sünneti üzere beyat edilebileceğini, bunun içine saydığı ve saymadığı diğer şartların girdiğini söyledi. Kays bunun üzerine bir şey söylemeden beyat etti. Arkasından da diğer Iraklılar beyat ettiler (Taberî, Târihu'r-Rusül ve'l-Mulûk, Dâru'l-Meârif 1963, IV, 158).

Hz. Hâsan (ra) beyattan sonra "el-Mescidü'l-Camiye" çıkıp, uzunca bir hutbe okudu. Sonra babasının katili Abdurrahman b. Mülcem'i getirtti. İfadesini aldıktan sonra ölümle cezalandırdı (Ya'kubî, Ahmed b. Ebî Ya'kub, Tarihu Ya'kubî, Beyrut, ty. II, 214).

Iraklılar derhal, babasının öldürülmesini, seçtikleri halifeye hatırlatarak, Şam'da hüküm süren Muaviye b. Ebî Süfyan ile savaşması için, onu Şam üzerine yürümeye teşvik ettiler. Hz. Hasan da onların sözlerine kanarak bir ordu hazırladı ve savaşmak üzere yola çıktı (Ziriklî, a.g.e., II, 214); (Ayrı bir görüş için bk. İbn Hıbbân, es-Siretü'n-Nebeviyye, Beyrut 1407/ 1987, s. 554). Hz. Hasan bu sıralarda 37 yaşlarında idi. O topladığı on iki bin kişilik ordusuyla Medâin'e kadar geldi. Ordu komutanı olarak kendisine ilk bey'at eden Kays b. Sa'd'ı atadı. Diğer bir rivayete göre Ubeydullah b. Abbas'ı komutan yapıp, Kays'ı da ona yardımcı atayarak, Kays'a komutanın her türlü emrine itaat etmesini emretti (Ya'kubî, II, 214).

Arapların dört "dâhîsi"nden biri olan Hz. Muaviye (ra), Hz. Hasan (ra)'ın kendisi ile savaşmak üzere yola çıktığının haberini alınca, o da derhal Şam'dan hareket ederek el-Enbar'ın kazalarından biri olan Mesiken'e gelerek konakladı (Taberî, V,159). Hz. Ali'nin şehid edilmesi üzerinden henüz on sekiz gün geçmişti, iki tarafın ordusu sırf siyasî kaygılarla karşı karşıya geldiler (Ya'kubî, II, 214).

Muaviye derhal durumun kritiğini yaparak, akıbetin lehine olması için çeşitli çarelere baş vurmaya başladı. Elindeki en büyük koz, hasmının tecrübesizliği ve şiddetten hoşlanmayan, fitneden adeta korkan ve Müslümanlara karşı derin sevgi besleyen, onlardan birinin bile kanının dökülmesine razı olamayacak kadar yumuşak bir kalbe sahip şahsiyette olmasıdır. Onun için ilk işi, Hz. Hasan'ın, Kays b. Sa'd komutasındaki ordusu arasında bir kargaşa yaratmak oldu (Tehzîbü't-tehzîb, II, 299). Hz. Hasan'ın ordusu içinde bir kaç kişi şöyle bağırmaya başladı: "Haberiniz olsun, Kays b. Sa'd öldürüldü!" Diğer bir kaynağa göre ise, bu münâdîler Kays'ın Muaviye ile sulh yaptığını ve onun tarafına geçtiğini, hatta Hz. Hasan'ın bile Muaviye'ye sulh yapma teklifinde bulunduğunu ve Hz. Muaviye'nin bu teklifi kabul ettiğini söylüyorlardı. Böylece ordu içinde dedi kodu çıkarıyorlardı (Ya'kubî, s. 214-215). Hz. Hasan'ın ordusu içinde kargaşa başladı, büyük bir panik çıktı. Derken bu panik yağmalamaya dönüştü. Askerler her şeyi yağmalamaya başladı. Hatta Hz. Hasan'ın ordugah çadırını, altındaki sergisine varıncaya kadar yağmaladılar. Bu yağmalama her tarafa yayıldı. Sözü edilen bu yağmalamadan sonra da ordu dağılıp gitti (el-İsabe, I. 327-328; Taberî, V.158-159).

Bu kargaşadan istifade etmek isteyen el-Cerrâh b. Sinan el-Esedî isimli şahıs, şehirden geceleyin ayrılmak isteyen Hz. Hasan'a saldırdı. Elindeki hançerle onu baldırından yaraladı. Fakat Hz. Hasan kendini savunup, o katilin hakkından gelmeyi başardı (Ya'kubî, II, 228 ; el-İsâbe, I, 327-328). Bu durumda çaresiz kalan Hz. Hasan Medâin'deki "el-Maksuratü'l-Beydâ"ya dönmek zorunda kaldı. O sırada Medâin'in valisi Sa'd b. Mes'ud idi. Henüz çocuk denilebilecek yaşta olan bu genç valiyi atayan el-Muhtar b. Ebî Ubeyd ona bir teklifte bulundu. Hz. Hasan'ı bağlayıp Hz. Muaviye'ye götürme karşılığında kendisinin çok zengin ve şerefli birisi yapacağını söyledi. Genç vali bu teklifi şiddetle reddederek "Allah'ın laneti üzerine olsun! Ben Allah'ın Rasûlünün kızının oğlunun üzerine atlayacağım ve onu bağlayacağım ha! Sen ne iğrenç herifsin." dedi (Taberî, V, 159-160).

Hz. Hasan (ra) içinde bulunduğu durumu gözden geçirdi. Güvenemeyeceği bir ordu ve güçlü bir düşmanla karşı karşıya olduğunu anladı. Ayrıca mizaç olarak fitne ve kan dökmekten de nefret eden birisi olduğu için, gerek kendi şahsı, gerekse İslâm ümmetinin selameti için hilafeti Hz. Muaviye'ye bırakarak, bu işten feragat etmekten başka bir çare bulamadı. Anlaşma yollarını araştırmaya ve her iki tarafın da razı olacağı çözümler aramaya başladı. Amr b. Seleme el-Erhâbî'yi çağırarak, anlaşma teklifini içeren bir mektupla Muaviye'ye gönderdi (el-İsâbe, I, 327-330). Muaviye aldığı ve beklediği bu teklifi derhal kabul etti. Hz. Hasan'a elçi olarak Abdullah b. Âmir el-Küreyz ve Abdurrahman b. Semure'yi gönderdi. Bu iki elçi Medâin'e geldiler ve Hz. Hasan'a, ne isterse hepsinin kendisine verileceğini bildirmekle kalmayıp, kendilerini kefil göstererek, bu anlaşmayı teahhüt edeceklerini de ona söylediler (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî fi Şerhı Sahîhı'l-Buhârî, Mısır,1959, VI. 235, Buharî rivayeti).

Bu sırada Hz. Hüseyin (ra) durumdan haberdar oldu ve anlaşma teklifine karşı çıktı. Muaviye'nin haklılığını tasdik, Hz. Ali'nin davasını yalanlamış olacağı gerekçesi ile ağabeysi Hz. Hasan'a, bu anlaşmayı yapmaması gerektiğini söyledi. Hz. Hasan onu susturarak, yönetim işini kendisinin ondan daha iyi bildiğini iddia ederek, anlaşma yapmakta ısrar etti (Taberî, V. 160).

Bu sırada Hz. Hasan'ın hilâfeti Hz. Muaviye'ye bırakacağını anlayan ordu komutanlarından Ubeydullah b. Abbas, Muaviye'ye bir mektup göndererek kendisi için eman istedi. Karşılık olarak elindeki mallarına dokunulmamasını ve can güvenliğini şart koştu. Muaviye bu teklifi kabul etti. Ubeydullah bunun üzerine ordusunu bırakarak karşı tarafa geçti. Hz. Hasan'ın ordusu bu durum karşısında, Kays b. Sa'd'a, Hz. Ali ve taraftarlarının kanlarını ve mallarını korumak ve sonuna kadar Muaviye ile savaşmak üzere beyat yaptılar. Bir görüşe göre, zaten komutan olduğu için, bu beyat'ı yenilemek olarak anlamak da mümkündür (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarîh, Beyrut 1385/1965, III, 408).

Nihayet Hz. Muaviye'nin elçileri Hz. Hasan ile anlaştılar. Anlaşmaya göre, şayet, Muaviye, Hz. Hasan'dan önce ölürse, Hz. Hasan halife olmak şartı ile, hilafeti Muaviye'ye bırakıyordu. Ayrıca Kûfe hazinesindeki beş milyon dirhem Hz. Hasan'ın olacaktı. Muaviye Hz. Ali ve taraftarlarına hutbede sövme adetine son verecekti (Tâberî, V, 158-159). Karşı taraf bu teklifleri kabul etti. Anlaşmayı yapan Hz. Muaviye'nin elçileri Hz. Hasan'ın yanından çıktıklarında "Rasûlullah'ın oğlu sayesinde kan dökülmesi önlendi, fitne sona erdi, sulh yapıldı." diyorlardı (Ya'kubî, II, 214-215).

O sırada yaraları da ağırlaşan Hz. Hasan kalkıp, Iraklılara uzunca bir hutbe irat etti. Onlara dedesi Hz. Peygamber (asm) vasıtasıyla Yüce Allah'ın insanları hidayete erdirdiğini hatırlattı. Kendisi vasıtasıyla da kan dökülmesini önlediğini söyleyerek, Muaviye ile anlaşma yaptığını haber verdi. Muaviye'ye beyat etmelerini de istedi (Ya'kubî, II, 215). Kendilerini babasını öldürmeleri, kendisine saldırıp malların yağmalamaları sebebiyle terkettiğini de ilan etti (Taberî, V. 158).

Yapılan anlaşma üzerine Hz. Muaviye (ra) Medâin'e geldi. Hz. Hasan'ı yanına alarak Kufe'ye girdi. Hz. Hasan kendi eli ile hicrî 41 yılının Rabîu'l-Evvel ayı sonlarında Kufe'yi Muaviye'ye teslim etti. Böylece Hz. Peygamber (asm)'in şu hadisi tecellî etmiş oldu:

"Hiç şüphe yok ki, bu oğlum bir seyyittir (şeref sahibi efendidir). Umulur ki, Allah onun sayesinde iki büyük mü'min grubunu barıştıracak." (Buhârî, Fiten,, 20, Sulh, 9; Ebu Davud, Sünne, 12...).

Hz. Hasan (ra), Muaviye'nin huzuruna çıktığında, Muaviye ona "Seni senden önce hiç kimseyi mükafatlandırmadığım ve senden sonra da kimseyi mükafatlandırmayacağım bir mükafatla mükafatlandıracağım." dedi ve ona 400.000 (dirhem) verdi (el-İsâbe, I, 327-328). Ayrıca her sene bir milyon dirhem maaş bağladı. Ama bunların çoğunu sonradan kısıtladı ve ona çok az bir şey verdi.

Hz. Hasan (ra) ile Hz. Muaviye (ra) arasındaki bu anlaşmaya şahit olan İmam Şa'bi hadiseyi şöyle anlatır:

"Muaviye dedi ki,

'Kalk da, hilafeti bana bıraktığını ve teslim ettiğini insanlara haber ver.'

Hasan kalktı ve Allah'a hamd ve senâ'dan sonra söyledi:

'Akıllıların en akıllısı, muttaki olandır; ahmakların en ahmağı da fâcir olandır. Muaviye ile benim aramda anlaşmazlık konusu olan bu iş, ya benden daha layık birisinin hakkı idi; ya da benim hakkımdı. Ben ümmetin sulh içinde olması, birliğinin bozulmaması ve kan dökülmesine mani olunması için hilafeti ona bıraktım.' Arkasından 'Bilmem belki de o, sizi denemek ve bir süreye kadar yaşatmak (metâ) içindir.' (Enbiya, 21 / I 11)

âyetini okuyarak hutbesini bitirdi." (Hılye, 11, 37).

Hz. Hasan (ra)'ın hilâfette ne kadar kaldığı kaynaklarda farklı farklı olmakla birlikte, 6 ay 5 gün olduğu konusundaki görüş en kuvvetlisidir (Ziriklî, II, 214-215).

Bu devir-teslim töreninden sonra ordusunun komutanı Kays b. Sa'd'a bir mektup göndererek Muâviye'nin emrine girmesini istedi. Kays da bu konuda ordusu ile istişare yaptı. Onlara dalâlet içindeki bir imama mı itaat etmek istediklerini; yoksa imamsız savaşmak mı istediklerini sordu. Onlardan "dalâlet içinde de olsa imama itaati tercih ettiklerine" dair cevabı alınca, o da Muaviye'ye beyat edip emrine girdi (Taberî, V,160).

Ya'kubi'ye göre Muaviye anlaşmadan önce, Kays b. Sa'd'a bir milyon dirhem ile bazı mallar göndererek, davasından vaz geçip, kendisine katılmasını istedi. Sa'd ona cevaben "Benim dinimle ilgili bir konuda beni aldatmaya çalışıyorsun (satın almaya çalışıyorsun)" diyerek bu tuzağa düşmedi (Ya'kubî, II, 215). Diğer bir kaynağa göre ise, Hz. Hasan Muaviye ile anlaşınca, Muaviye Kays'a bir mektup yazarak, itaat etmeye çağırdı. Mektupla birlikte imzalı ve mühürlü boş bir kağıt daha göndererek, üzerine dilediğini yazabileceğini, yazdığı her şeyin kendisinin olacağını bildirdi. Kays çaresizlik içinde, sadece can ve mal güvenliği karşılığında Muaviye'nin emri altına girdi (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 408. Diğer bir görüş için bk. Taberî, V, 158-159).

Hz. Hasan (ra) hilâfeti Muaviye'ye bıraktıktan sonra, geri kalan on yıllık ömrünü Medine'de geçirmek üzere yola çıktı. Kufeliler onun şehirden ayrılışı sırasında ağlaşıyorlardı. Fakat o kendilerine hiç güvenilemeyeceğini söylemekten çekinmedi. Babası Hz. Ali'ye de yaptıklarını kendilerine hatırlatarak, akıbetlerinin hiç iç açıcı olmadığını belirterek hallerine acıdığını söyledi.

Yolda birisi kendisine "Ey Müslümanların yüz karası!" diye hakarette bulundu. Hz. Hasan (ra) Hz. Peygamber (asm)'den naklettiği bir hadisle Ümeyye oğullarının bu makama gelmesinin mukadder olduğunu hatırlatmaya çalıştı (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 407). Bir başkası "Ey mü'minlerin emirinin utancı" diye bağırınca, ona da "Âr, ateşten daha hayırlıdır." dedi (el-İsâbe, I, 327-330).

Medine'de on yıl yaşayan Hz. Hasan (Zehebî, a.g.e, III, 264) vefatı yaklaşınca Hz. Aişe (ra)'ye haber göndererek, Hz. Peygamber (asm)'in yanına defnedilmek istediğini söyledi. Hz. Aişe de bu isteği kabul etti. Bunun üzerine kardeşine şöyle vasıyyet etti.

"Ben ölünce Hz. Aişe'den, Hz. Peygamber'in yanına gömülmem için izin iste. Ben ondan bu izni almıştım. Bana karşı çıkmadı. Belki de benden utandı. Şayet izin verirse, beni onun evine defnet. Ben yine de Ümeyyoğullarının seni bundan mahrum edeceklerini zannediyorum. Bunu yaparlarsa, onlarla uğraşma beni Bakî mezarlığına defnet."

Hz. Hasan (ra) kırk gün hasta yattı. 5 Rabîu'l-Evvel 50 (2 Nisan, 670) günü vefat etti (Sıfatü's-Safve, I, 762). (Bazıları bu tarihin hicrî 49, 50, 51, hatta, 54. yılı olduğunu söylemişlerdir. (el-İsâbe, I, 330). Ölüm sebebi olarak zehirlendiği söylenir. Zehirleyenin de kendi hanımı Ca'de binti el-Eş'as b. Kays olduğu rivayet edilir. Hasta yatarken kardeşi kendisine kimin zehirlediğini sorduysa da, o buna cevap vermekten kaçındı. Hatta bu zehirlenmeden önce üç defa daha aynı girişimde bulunulduğunu, fakat onları atlatmayı başardığını söyler. Bu son içtiği zehirin başka olduğunu ve herhalde öleceğini ona açıklar (İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, II, 15).

Vefat edince Hz. Hüseyin, Hz. Aişe'ye müracaat ederek, durumu anlattı. Hz. Aişe de Hz. Hasan'ın vasiyyetine "Memnuniyetle kabul ederim, baş üstüne." dedi. (Ya'kubiye göre Hz. Aişe bu isteğe şiddetle karşı çıkmıştır (Ya'kubî, II. 225). Fakat bu iddiayı Ya'kubî'den başkası öne sürmemektedir. Bu durumdan Mervan ve Ümeyyeoğularının haberi olunca "Vallahi, asla ve ebedî olarak Hz. Peygamber'in yanına gömülemez." dediler. Bu keyfiyet Hz. Hüseyin'e ulaştı. Hemen kendisi ve beraberindekiler silahlandılar. Hz. Ebu Hüreyre durumun vehâmetini anlayarak, önce, Hz. Hasan'ı buraya defnetmeyi engellemenin mutlak surette zulüm olacağını söyledi. Daha sonra da hiç olmazsa Hz. Hüseyin'e laf anlatırım düşüncesiyle ona geldi. Onu bu ısrarından vaz geçirmeye çalıştı. Kardeşinin vasiyetini hatırlatarak onun "şayet herhangi bir fitneden çekinirsen beni Müslümanların mezarlığına defnet" dediğini hatırlattı. Hz. Hüseyin de fitneden çekinerek, kardeşini bir çok sahabînin defnedildiği el-Bakî' mezarlığına defnetti.

Hz. Hasan (ra)'ın cenazesine Ümeyyeoğullarından, Medine valisi olan Saîd b. el-Ass'dan başka hiç kimse katılmadı. Hz. Hüseyin, cenaze namazını kıldırmayı valiye teklif etti. Vali de teklifi kabul etti ve cenaze namazım kıldırdı. Cenazesine çok sayıda kişi katıldı, hatta "iğne atsan yere düşmeyecek" kadar kalabalık vardı (İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, II. 15). Hz. Hasan vefat ettiğinde 47 yaşında idi (Tehzîbü't- Tehzîb, II, 301).

Hz. Hasan (ra) cömert ve kerîmdi. Fizik ve ahlâk olarak Hz. Peygamber (asm)'e çok benzerdi. Çok takva sahibi idi. Medine'den Mekke'ye yürüyerek on beş defa hac yaptığı meşhurdur.

Hayır yapmayı çok severdi. Öyle ki, mallarının tamamını iki defa fakirlere dağıttı; üç defa da Allah (c.c) ile "kasame" yaptı. Yani iki ayakkabısı varsa, birini tasadduk edip, birini kendisine bırakarak; herhangi bir yiyeceğinin bir avucunu dağıtıp, bir avucunu kendine ayıracak kadar adil davranarak, mallarını fakirlere dağıttığı kaynaklarda geçmektedir. Onun güzel ahlâka ve başkalarına ikram etmenin faziletine dair bir çok vecizesi vardır. Meselâ ona "mekârim-i ahlâk"ın ne olduğu sorulunca, o bunu şöyle özetler: Doğru söz, isteyene vermek, güzel ahlâk, sılaı rahim, komşu hakkında utanmak, arkadaş hakkına riayet, misafire ikram, ve nihayet bunların da başında haya'dır (Hılye, II, 37-38; Üsdü'l-Ğâbe, II. 13; Ya'kubî, II. 225 vd).

Hz. Hasan (ra) çok evlenip, boşanmasıyla de üne sahiptir. Hatta bir ara babası Hz. Ali (ra), bu yüzden, onun evlendiği kadınların kabilelerinin kendi ailesine karşı düşman olacaklarından korkarak, Kufelilere açıkça oğluna kız vermemelerini söylemiş, oradan kalkan bir adam da, yemin ederek, onu evlendirmeye devam edeceklerini bildirmiş ve arkasından şöyle demiştir: "Biz evlendiririz, o istediğini tutar, istediğini boşar." (Zehebî, a.g.e., III, 267).

Onun sekiz veya on iki oğlu vardı: 1. Hasen b Hasen (annesi Havli binti Manzûr el-Fezâriyye), 2. Zeyd (annesi Ümmü Beşîr binti Ebî Mes'ud el-Ensarî el-Hazrecî), 3. Ömer, 4. Kasım, 5. Ebu Bekr, 6. Abdurrahman (bunların da anneleri ümmü veled olup, hepsinin anneleri ayrıdır): 7.Talha, 8. Ubeydullah. (Ya'kubî, II, 228). Bir tane de kızı olduğuna dair rivayetler vardır (Zirikli, II, 215).

Hz. Peygamber (asm)'in soyu torunları Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin  (ra)'in çocukları vasıtasıyle devam etmiştir. Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere halk arasında "seyyid" Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere de "şerîf" veya "emir" adı verilir.

2 Hz. Muaviye’nin oğlu Yezid hakkında nasıl düşünmeliyiz?

Yezid (646-683) Emevilerin ikinci halifesidir. Halifelik onun şahsında saltanata dönüşmüştür. Hz. Hüseyin’in (ra) şehit edilmesi ve Kerbela Faciasından sorumlu tutulduğu için, İslam dünyasının büyük tepkisine sebebiyet vermiştir. Bazı alimler tarafından lanetlenmekle birlikte, sonradan pişman olup tövbe etmiş olma ihtimalini göz önünde bulunduranlar, bu konuda temkinli davranmışlardır. Risale-i Nur’da ismi, kendisine lanet etmenin caiz olup olmadığı tartışması bağlamında geçmekte; lanet getirmenin bir kazanç sağlamayacağı gibi mahzurlarına da dikkat çekilmektedir.

Yezid, 646 yılında Şam’da doğdu. Çocukluğu ve gençliği, babasının valiliği münasebetiyle Şam’da geçti. Çocukluğu sırasında iyi bir eğitim gördü. Sonraki hayatında özellikle sanata merak saldı. Henüz veliaht tayin edilmeden önce Bizans’a karşı gönderilen orduya katıldı. Bu sefer, Bizans İmparatorluğuna karşı isyan eden ve Emevilerden yardım isteyen Ermenilere yardım etmek maksadıyla düzenlendi.

Bizans’a karşı harekete geçen İslam ordusu 668 yılında harekete geçti. Kadıköy önlerine gelindikten sonra yardım istendi. Bunun üzerine Yezid komutasında hazırlanan yardımcı kuvvetlerle birlikte Boğaz’ı geçip İstanbul kuşatıldı (669). Yaz boyunca devam eden kuşatma, kışın yaklaşması üzerine kaldırıldı. Bu kuşatma sırasında aralarında Ebu Eyyüp El-Ensari (ra)’nin de bulunduğu bazı sahabeler şehit düştü. Kuşatma neticesinde, Bizans’ın vergi vermesi şartıyla barış yapıldı.

Emevi halifesi Hz. Muaviye, ülkede düzeni ve iç barışı sağladıktan sonra Küfe valisi Muğire bin Şu’be’nin teşvik ve telkiniyle, vefatından evvel oğlu Yezid’i veliaht tayin etti. Muaviye özellikle Medine’de bulunan İslam büyüklerinin bu gelişme karşısındaki düşüncelerini öğrenmek istedi. Ancak, Hz. Hüseyin (ra), Abdullan bin Ömer (ra) ve Abdullah bin Zübeyr (ra)  buna karşı çıktılar. Bu muhalefete rağmen Muaviye, ülkenin değişik beldelerindeki idarecilerini toplayarak veliaht olarak Yezid’e biat edilmesini istedi.

679 yılında babası Muaviye’nin vefatı üzerine Yezid halife oldu. Bu gelişme ile halifelik Yezid’in şahsında saltanata dönüşmüş oldu. Veliahtlığına karşı çıkanlar kendisine biat etmediler. Söz konusu kişilerin halifeliğini tanımaları için Medine valisi Velid bin Utbe’ye mektup yazdı. Ancak, Medine valisi bu girişimde muvaffak olamadı. Bu arada, Hz. Hüseyin (ra)’e elçi gönderen Küfeliler, kendisini halife olarak tanıyacaklarını bildirdiler. Bunun üzerine amcasının oğlu Müslim Küfe’ye giderek Hz. Hüseyin adına biatleri kabul etti. Küfe valiliğine de atanan Basra valisi harekete geçti ve Müslim’i öldürdü.

Hz. Hüseyin (ra) son gelişmeden habersiz bir şekilde Küfe’ye doğru yola çıktı. Yolda Müslim’in öldürüldüğünü öğrendi. Ancak, geri dönmedi. Kerbela’ya ulaşan Hz. Hüseyin’in üzerine dört bin kişilik bir ordu gönderildi. Kendi maiyeti çok az olan ve Küfe’den de yardım gelmeyeceğini anlayan Hz. Hüseyin (ra) geri dönmek istediyse de vali Ubeydullah bin Ziyad, Yezid’e biat etmesini ve ondan sonra geri dönmesine izin verileceğini bildirdi. Teklifi kabul etmeyen Hz. Hüseyin 680 yılında (Hicri 10 Muharrem 61) yetmiş kişi ile birlikte şehit edildi.

İslam tarihine “Kerbela Faciası” faciası olarak geçen bu olay, özellikle Yezid başta olmak üzere Emeviler için büyük bir leke oldu. Hz. Muaviye (ra), Hz. Hüseyin (ra) ve ailesine iyi davranması için oğluna vasiyette bulunmuştu. Yezid, Hz. Hüseyin'in şehit edildiğini duyduğunda çok üzüldüğü ve kendisini şehit ettiren vali Ubeydullah’a lanet getirdiği ve ağladığı nakledilmektedir. Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi için, Yezid’in emir vermediğini ileri sürenler olduğu gibi, valisini her yönden desteklediğini ileri sürenler de olmuştur. Hz. Hüseyin’in çocuklarını Şam’a getirttiği ve kendilerine çok iyi davrandığı da ifade edilmektedir. Ancak, tüm bunlar İslam dünyasında kendisine karşı duyulan tepkiyi engelleyemedi.

Yezid döneminde gerçekleşen bu acı olay, gerek Müslümanlar ve gerekse ilim dünyasında çok büyük üzüntülere sebep oldu. Çok büyük tepki aldı. Sadece Şiilerin değil, Sünniler bile Yezid isminden özellikle kaçındı. Kendi çocuklarına Ali, Hasan ve Hüseyin ismini çok fazla sayıda vermelerine rağmen, Yezid ismini kullanmaktan imtina ettiler. Alimler arasında da bu isim üzerinde tartışmalar yaşandı. Kendisini lanetleyenler olduğu gibi, sonradan pişman olup tövbe etmiş olma ihtimalini göz önünde bulundurarak temkinli yaklaşanlar da oldu.

Risale-i Nur’da da ismi zikredilmekte ve hakkındaki tartışmalara değinilmektedir. Bir ayet-i kerimenin tefsirinde;

“… birinin hatasıyla başkası mesul olamaz…” (En’am, 6/164)

İlahi ikaza rağmen, sosyal ve siyasi hayatta bunun aksine davranıldığı ve bu yüzden de büyük cinayetlere sebep olunduğuna işaret edilmektedir;

“Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa, o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevi günahkar olup, ahirette mes’ul olur; dünyada değil…”

izahı yapıldıktan sonra, Kur’an-ı Kerim talebelerinin bu büyük cinayete mani olmaya çalıştıkları, fedakarca çalışan bu insanlara mürteci deyip onları itham edenlerin;

“… mel’un Yezid’in zulmünü adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü…” (Emirdağ Lahikası, 1997, s. 319-320)

insanların uyguladığı söz konusu vahşi kanunu, Kur’an’ın bu adil hükmüne tercih etmek olduğu ifadelerine yer verilmektedir.

Yezid için “mel’un” tabiri kullanılırken, bu konuda bazı ikazlar da yapılmaktadır;

“Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelamın büyük allamesi olan Sadeddin-i Taftazani, ‘Yezide lanet caizdir’ demiş; fakat ‘Lanet vaciptir’ dememiş. ‘Hayırdır ve sevabı vardır’ dememiş. Çünkü, hem Kur'ân’ı, hem Peygamberi, hem bütün sahabelerin kudsi sohbetlerini inkar eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yok.” (Emirdağ Lahikası, s. 178)

Çünkü, lanet getirmek methetmek gibi değildir. Medih ve muhabbet salih amel içinde yer almasına karşılık, lanet getirmenin bir sevabı ve kazancı yoktur. Daha da önemlisi, hatalı ve yanlış bir şekilde insanları lanetleyip kötülemek çok büyük zararlara yol açabilir.

Hz. Hüseyin (ra)’in şehit edilmesinden sonra Yezid’e karşı muhalefet eden Abdullah bin Zübeyr kaldı. Mekke’de bulunan Abdullah’ın üzerine gönderilen kuvvetler bir netice elde edemediler. Mekke 683 tarihinde kuşatıldı. Kuşatma devam ederken Yezid’in ölüm haberi geldi ve bunun üzerine bir netice alınmadan kuşatma kaldırıldı. Bu tarihlerde Yezid’e biat etmeye yanaşmayan Medineliler üzerine de kuvvet gönderildi. Önce biat etmeleri için kendilerine üç gün mühlet verildi. Bu süre dolduğu halde biat etmemeleri üzerine Medine’ye girildi ve biat etmeyenlere zorla biat ettirildi.

Yezid, 683 yılında ve otuz yedi yaşında Şam’ın Havran köyünde öldü. Ölümünden sonra yerine oğlu geçti. Halifeliği sırasında Kuzey Afrika’nın tamamı Ukbe bin Nafi komutasındaki İslam ordusu tarafından fethedildi. Kendi döneminde yaşanan feci hadiselerden dolayı Müslümanlar arasında kötü olarak anıldı. Kendisinin veliaht tayin edilmesi ve babasından sonra halifeliğe getirilmesi, hilafetin saltanata dönüşmesine ve seçimle halife olma sistemine son verilmiş oldu.

3 Cemel Vakası nedir?

Hz. Osman (ra)'ın katili Yemenli bir Yahudi olan el-Gafıkî idi. Hz. Osman (ra)'ın şahadetiyle İbn-i Sebe, davasında büyük bir merhale katetmiş oluyordu. Artık nifak tohumları meyvelerini vermeye başlamıştı. Bu elîm hâdise Müslümanların, İslâm dinini başka ülkelere ulaştırmalarına engel oldu. İslâm'ın fütûhat ve tebliğ devri kapandı, bir duraklama ve çekişme devri başladı.

Bu merhaleden sonra İbn-i Sebe, Haşimîlerle Emevîleri karşı karşıya getirmek için yeni bir plân hazırladı. Hz. Osman (r.a) Emevî, Hz. Ali (ra) ise Haşimî olduğu için, Hz. Osman'ı, Hz. Ali'nin öldürttüğünü ve O'nun yerine geçmek istediğini etrafa gizlice yayarak Emevîleri tahrik etti.

İbn-i Sebe, bir taraftan Hz. Ali'ye bu çirkin iftirayı yaparken, diğer taraftan O'nun halife olması için açıkça gayret gösteriyor, böylece halkın bu iftiraya kanmasını sağlamaya çalışıyordu. Bu maksatla, Mısır'dan gelen kafileden, Yahudi asıllı İbn-i Meymun riyasetinde bir heyet seçerek Hz. Ali (ra)'nin huzuruna gönderdi. Heyet Hz. Ali'ye: "Malûmunuz olduğu üzere, bu ümmet başsız kalmıştır. Halifeliğe de en lâyık sizsiniz. Sizden bu vazifeyi deruhte etmenizi istiyoruz." dediler. Hz. Ali (r.a) bu teklifi reddederek, onları evinden kovdu.

Hz. Ali (r.a)'den böyle bir cevap alınması üzerine Küfelilerden bir heyeti Hz. Zübeyr (ra)'e ve Basralılardan bir heyeti de Hz. Talha (ra)'ya gönderdi. Hz. Zübeyr ve Hz. Talha da Hz. Ali (ra) gibi bunların hilâfet tekliflerini reddederek huzurlarından kovdular.

İbn-i Sebe, onlardan da istediğini elde edemeyince, bu defa mütecavizleri sevk ve idare eden Yahudi Gafıkî'ye şu talimatı verdi: "Medinelileri mescide toplayınız ve onlara hemen kendilerine bir halife seçmelerini söyleyiniz. Aksi takdirde hepsini kılıçla tehdit ediniz..." Gafıki başkanlığındaki âsiler, bu emir mucibince Medinelileri mescide toplayarak onlara:

"En kısa zamanda kendinize bir reis seçiniz. Şayet siz bugün bu vazifeyi yapmazsanız, Ali, Zübeyr ve Talha da dahil olmak üzere hepinizi kılıçtan geçireceğiz."

dediler. Bu tehdidi dinleyen Medine halkı, Hz. Ali (ra)'nin huzuruna çıkarak, O'ndan halifeliği kabul etmesini istirham ettiler. Hz. Ali de bu karışık durumu göz önünde bulundurarak vazifeyi, hiç istemediği halde, kabule mecbur oldu.

Az zaman sonra Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (r.a), Hz. Ali'ye (r.a) giderek O'ndan, kitabın hükmünü icrâ etmesini ve Hz. Osman (ra)'ın katillerinin cezalandırılmasını istediler. Hz. Ali onlara hitâben:

"Haklısınız; fakat devlet henüz âsileri tam mânâsıyla sindirmiş değildir. Onun için devletin olaylara hâkim olmasını beklemek gerekir..." dedi.

Hz. Ali (r.a), suçluların tek tek belirlenerek sorguya çekilmelerini ve gerekli cezaya çarptırılmalannı istiyordu. Hz. Âişe, Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (r.a) ise, şu fikirdeydiler:

"Fitne büyümüş, devleti hedef almış ve halife şehit edilmiştir. Mesele sadece Hz. Osman'ın katilinin bulunması değildir. Bu fıtne hareketine katılanlanrın çoğunun öldürülmesi gerekir. Bu sebeble, âsiler hemen cezalandırılmalıdır."

Hz. Ali (r.a), Kur'an'ın “Velâ tezîrû vâziretün vizre uhrâ.” nassından hareket ile, "Birinin hatasıyla başkasının mesul olamayacağı" görüşünü ileri sürerek, onların bu fikrine katılmadı.

Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (r.a), Hz. Ali'nin görüşünü öğrendikten sonra, Hz. Âişe (r.anhâ) ile Mekke'de görüştüler ve âsilerin üzerine yürümek için kuvvet toplamak üzere Basra'ya gitmeye karar verdiler.

Hz. Ali (r.a) de, Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in (r.a) Basra'ya gittiklerini haber alınca devletin bütünlüğünde bir parçalanma, bölünme olmaması için ordusuyla Basra'ya hareket etti ve Zikar mevkiinde konakladı. Hz.Ali (r.a) meselenin barış yoluyla halledilmesi için Ka'ka isminde bir elçisini Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'e göndererek onlara, tefrikanın fenalığını, birlik ve beraberliğin önemini, her şeyin sulh yoluyla daha iyi hal olacağını anlatmasını istedi. O da bu emir gereğince, Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in yanına giderek onlara Hz. Ali'nin görüşlerini: bu yaranın ilâcının sükûnet olduğunu, sükûnet gerçekleştikten sonra her tedbirin alınabileceğini, aksi halde fıtne ve fesat çıkacağını, bunun da İslâm'a ve Müslümanlara getireceği sıkıntının büyük olacağını izah etti. Onlar: "Eğer Ali bu fikirde ise, aramızda bir görüş ayrılığı kalmamıştır." dediler.

Bu neticeden her iki tarafın mensupları da memnun oldular. Böylece bir istikrar, bir sükûn hali hâsıl oldu. Herkes kendisini emniyet ve huzur içersinde görerek çadırlarına çekildiler.

Bu sulhtan, ziyade rahatsız olan münafık İbn-i Sebe, taraftarlarını toplayarak onlara:

"Ne yapıp yapıp savaşı kızıştırmanız ve Müslümanları birbirine düşürüp kırdırmanız lâzım. Şayet bir netice alamazsak, bütün gayretimiz boşa gider; hedefe varamamış oluruz."

dedi. Ve savaşı başlatmak üzere yeni bir plân hazırladılar. Sabaha yakın saatlerde tatbike koyulacak bu yeni plân gereği, İbn-i Sebe kendi adamlarını Hz. Ali (r.a) ile Hz. Zübeyr ve Talha'nın (r.a) çadırlarının etrafında yerleştirdi. Bunlar daha sonra her iki tarafın çadırlarına baskında bulundular. Gürültü üzerine uyanan Hz. Zübeyr ve Talha (r.a): "Ne var, ne oluyor?" diye sorduklarında, İbn-i Sebe'nin adamları, "Hz. Ali'nin adamları (Kûfeliler) bize gece baskını yaptı." dediler. Bu haber üzerine Hz. Talha ve Zübeyr (r.a): "Anlaşıldı, Hz. Ali, harbi kesmekte samimî değilmiş." dediler.

Öte yandan gürültüyü işiten Hz. Ali (r.a): "Ne oluyor?" diye sordu. Yine İbn-i Sebe'nin adamları: "Karşı taraf bize gece baskını yaptı. Biz de püskürttük." dediler. Hz. Ali de: "Anlaşıldı. Talha ve Zübeyr bizimle sulh meselesinde aynı fikirde değilmişler." dedi. Böylece on bin kişinin hayatına mâl olan Cemel Vak'ası meydana geldi. Hz. Talha ve Zübeyr de bu savaşta şehit düştüler. İbn-i Sebe, böylece Hz. Osman’ın (r.a) katlinden sonra amacına doğru mühim bir merhale daha kat'etmiş oluyordu.

Müslümanların, sahabeler arasında meydana gelen ayrılıklara nasıl bakması gerekir?

"İsmet" yani, "ilâhî bir koruma ile günahlardan korunma" sıfatı, ancak peygamberlere mahsustur. Hatasız, kusursuz olmak ancak onlara hâstır. Sahabeler, bu sıfatla nitelenmediklerinden onların yüzde yüz hatadan âzâde oldukları söylenemez. Ancak şu var ki, herhangi bir Müslüman hata işlemekle İslâm dairesinden çıkmadığı gibi, bir sahabe de hata işlemekle sahabelik şerefinden çıkmaz.

Dört hak mezhebin bütün müçtehitleri, sahabe-i kirâm arasında geçen ayrılıkları şöyle değerlendirmişlerdir:

Sahabe-i kirâmın her biri kendi başına birer müçtehittir. Kur'an ve hadiste açıkça beyan edilmeyen konularda içtihat yapma, en evvel onların hakkıdır. Fıkıh biliminin yönteminde kesinleşmiş bir kuraldır ki, bir kimsede içtihat rütbesi varsa, o kimse, başkasının içtihadına uymaya mecbur değildir. Ashap arasında çıkan muhalefetler, münakaşa ve muharebeler içtihat farklılığından doğmuştur. Hâşâ, nefsanî arzuların, isteklerin bu ayrılıklarda payı yoktur. Çünkü, onlar sohbet-i Nebevi ile kin, adavet, düşmanlık gibi kötü sıfatlardan arınmışlardır. Nefisleri böyle süfli şeylerden temizlenip pâk olmuş, ulviyet kazanmıştır.

Evet, sahabe-i kirâmın her biri İslâm dininin tesisinde birer müçtehittir. Bilindiği gibi, içtihat eden bir kimse, yaptığı içtihatta isabet ederse iki sevap kazanır; isabet edemediği takdirde içtihat etmesine mükâfat olarak bir sevap alır. Canlarıyla, başlarıyla, her şeyleriyle İslâm'a mâl olan, O'nun yüceltilip yayılmasından başka bir gayeleri olmayan o seçkin insanların içtihatları da yine İslâm'ın yüceltilip yükseltilmesi içindir. Bu aşk, bu azim onlarda o derece ileri gitmişti ki, Uhud Muharebesi'nde Peygamber Efendimize zıt görüş bildirmekten çekinmemişlerdi. "Biz, İslâmîyet’in başarısını şunda görüyoruz," diye görüşlerini açıkça ortaya koymuşlardı. Sahabenin çoğu Resulüllah Efendimize (asm) zıt içtihatta bulunduklarından, Peygamberimiz (asm) onların içtihadına uymaya mecbur oldular. Daha sonra gerçekleşen olaylar Peygamberimizi haklı çıkardı. O zaman Kur'ân-ı Azimüşşân'ın nâzil olması devam ettiği halde, Cenâb-ı Hak ashâbı uyarıcı bir ayet bile indirmedi. Herhangi bir ayetle herhangi bir ikazda bulunmadı; bilâkis peygamberimize eskisi gibi onlara fikir danışmaya devam etmelerini emretti. Resulüllah Efendimiz (asm) de onları ayıplamadı, yine bağrına bastı, şefkatle kucakladı, bu emir gereğince onlarla fikir alış verişine devam etti. Sadece bu hâl dahi, sahabe-i kirâmın, Allah ve Resulü indindeki beğenilirliklerini ve dinde içtihat sahibi olduklarını en açık bir şekilde göstermeye yeterlidir.

Şimdi, insafla düşünelim. İçtihatta Hz. Peygamber (asm) ile farklı düşündükleri halde, ne Allah, ne de Resulüllah tarafından uyarılmayan sahabeleri, aralarında çıkan ayrılıklardan dolayı biz mi yargılayacağız? Zerre kadar vicdan ve basiret ve anlayışı olan bir kimsenin bu cinayete tevessül etmemesi icap eder. Haddimizi tecâvüz ederek İslâm'ın temeline kanlarını akıtan o seçkin cemaati yargılamaya kalkar ve birini haklı çıkarıp, diğerini tenkit edersek, o hidayet yıldızlarına hiçbir leke süremez, ancak kendi elimizle kendi felâketimizi hazırlamış oluruz.

Kaldı ki, o yargıladığımız kimseler, ashâbın ileri gelenleridir. Bir kısmı cennetle müjdelenmiştir. Bizim dedikodusunu ettiğimiz o kişileri Kur'an ve Peygamber Efendimiz (asm) medh ü senâda bulunmuştur. Bu hususu hiç unutmamalı, ashap arasında çıkan ayrılıklarda mümkün olduğu kadar temkinde bulunmalı, haddimizi bilmemekten büyük ölçüde sakınmalıyız.

Şayet, sahabelerin ayrılığı Hak katında meşrû ve mâkul olmasaydı, elbette bunun için onları engelleyecek bir emir indirilirdi. Nitekim sahabe-i kirâm, Peygamber Efendimizin (asm) yanında yüksek sesle konuştuklarında şu uyarı ayeti indirilmiştir:

"Ey iman edenler! Seslerinizi Resulüllah'ın sesinden yüksek çıkarmayın, 0'nun yanında, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi konuşmayın. Siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider." (Hucürat, 49/2)

Hucürât sûresinde, müminlerin sûizandan sakınmaları şöyle emredilmektedir:

"...Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemek ister mi? ..." (Hucürât, 49/12)

Cenâb-ı Hak bu ayet-i kerimede bir mümini gıybet etmenin ölü eti yemek kadar çirkin ve mümine yakışmayan bir davranış olduğunu bize haber veriyor. Ya gıybet edilen bu mümin, sahabelerden, hem de onların en ileri gelenlerinden biriyse, artık meselenin tehlikesini siz takdir ediniz.

Resulüllah Efendimiz (asm) de bir hadis-i şeriflerinde:

"Ateş odunu nasıl yer bitirirse, gıybet dahi sâlih amelleri öyle yer bitirir."

buyurmakla bizleri bu noktada şiddetle ikaz etmektedir.

Hem kendi ahiret hayatımızın selâmeti, hem de İslâm'ın geleceği adına, bu hakikatlere kulak vermemiz lâzım ve elzemdir. Bir mümin diğer bir mümine sûizan etmekten men edildiği halde, İslâm'ın temeli, Hz. Peygamberin (asm) çalışma ve silâh arkadaşları ve şu andaki bütün Müslümanların hidayetlerinin vesilesi olan sahabe hakkında, hele onların en ileri gelenleri hakkında sûizan etmenin ne kadar sorumluluk gerektirdiği açıkça anlaşılabilir.

Akıllı ve idrakli insanlar için en selâmetli yol, bu meselede ileri geri konuşmaktan kaçınmaktır. Biraz düşünmekle hemen anlaşılacaktır ki, insanlar bu âleme sahabeler arasındaki problemleri tahlil etmek, bu konuda bir tarafa haklı, diğerine haksız hükmünü vermek için gönderilmemişlerdir. Ve bu hususta bir kanaate sahip olmak, insanın yaratılış gayesi olamaz. İnsan bunun için değil, Allah'a hakkıyla kul olmak için yaratılmıştır. Yâni, dinimiz bizi sahabe ayrılıklarının tahliline değil, kulluğun gereklerini yerine getirmeye dâvet ediyor.

Ashâb-ı Kirâm Efendilerimiz (radıyallahu anhum ecmain), halifesinden neferine kadar aynı rızık ile hayat buldu ve aynı heyecanı paylaştılar. İslâm'ın gelişmesinde, yayılmasında, yücelip gelişmesinde gece gündüz demeyip, gizli ve âşikâre, durmadan çalıştılar. Canlarıyla, kanlarıyla cihat ettiler ve fedakârlıkta erişilmezlere eriştiler. Kur'an aşkı, Peygamber aşkı için aşiretlerine karşı koydular, ailelerini, çocuklarını, mal ve mülklerini feda ettiler. Peygamberimizin (asm) nefsini, kendi nefislerine, çoluk çocuklarına, anne ve babalarına tercih ettiler. İslâm binasının temeline kanlarını akıttılar. O günden bugüne, tâ kıyâmete kadar bütün Müslümanların dünyevî ve uhrevî saâdetlerine vesile oldular.

Onların hepsine karşı derin bir minnettarlık beslemek, onlara dua ve onları medh ü senâ etmek hepimiz için bir insaf ve vicdan borcudur.

4 İslamiyet gelmeden önce Arabistan'da hangi dinler hakimdi?

Araplar İslamiyet öncesi Arap Yarımadası'nda göçebe olarak yaşıyorlardı. Geçimlerini ise hayvancılıkla sağlıyorlar, ayrıca bazı Araplar da Arabistan'ın iç kesimindeki vahalarda tarımcılık yapıyorlardı. Bunların yanında önemli geçim kaynaklarından biri de çöl adeti olan kervan soygunlarıydı. Arapların İslam öncesi örgütlenme biçimleriyse Bedevi klasik sistemidir.

Bu sisteme göre kabilenin saygın üyelerinden oluşan bir meclis bulunurdu. Kabile yaşamında kurallar daha çok ataların adetlerine göre şekilleniyordu ve toprakta özel mülkiyet yoktu. Otlaklar, su başları, hatta yer yer sürüler kabilenin ortak malı durumundaydı. Mekke ise bulunduğu konum itibarıyla ticaret merkezi halini almış ve burada yerleşik hayata geçilmeye başlanmıştır. Yerleşik yaşam, ticaretin gelişmesi ve bu yolla edinilen kişisel servet kabile yaşantısının çöküşünü hızlandırıyordu. Kabile bağları gevşedi. Kabileler arası dayanışmanın yerini ticari kaygılar ve daha fazla kazanma anlayışı aldı. Mekke'nin gitgide şehirleşmesi, kabile üyeleri ve kabileler arasında doğan hiyerarşi nedeniyle burada ayrı bir yönetim biçimi ortaya çıktı. Bu yönetim biçiminde şehir, bir meclis tarafından yönetiliyordu. Meclis ise yetkileri babadan oğula geçen ve yetkili olanların yetki alanları birbirinden ayrı on reisten meydana geliyordu.

Tapınılan Kabe sayesinde Mekke kutsal kent kabul ediliyordu. Şehir yönetimi tarafından ticaretin gelişmesi için kabileler arasında barış ilan ediliyor ve bu dönemde kabileler Mekke'deki tapınağı ziyaret ederek hac ziyaretlerini yerine getiriyorlardı. Ekonominin temelini oluşturan kervanlara, yani ticarete yönelik soygun ve talanlar bu dönemlerde azalsa da devam ediyordu. Süren savaşlar ve parçalanmaya yüz tutsa da kabilecilik ticaretin ve toplumsal yaşamın önündeki en büyük engeldir. Yaşamı ve kabileler arası ilişkileri düzenleyecek bir örgüte ihtiyaç duyulmaktaydı. Bu örgütte devlet olacaktı.

Arabistan'da kabile yaşamı kökünden sarsılıyordu. Ama gelişen bir kölecilik yaşanmıyordu. İlkel komünal toplumdan sonra doğal gelişim seyri içinde yaşanacak evre, köleci toplumdu. Oysa Arabistan'da köleci ilişkiler gelişmemiş, yani köle emeği toplumsal üretimin ve gelişimin temelini hiçbir zaman oluşturmamıştır. Sosyal yaşam içerisinde köleler ve köle sahipleri bulunmasına karşın, köleler daha çok ev işlerinde, kervanların korunmasında ve cariye olarak kullanılmaktaydı. Üretimde köle emeğinin kullanılması çok ender görülen bir şeydi.

Dinsel anlamda ise, İslamiyet öncesi egemen olan din putperestlikti. Her kabilenin, her biri bir tanrıyı simgeleyen çok sayıda putu vardı. Putlar genellikle kadın, kuş, aslan vb. şekillerde tasvir edilmişti. Tüm kabilelerce kutsal kabul edilen Kabe'nin içi putlarla doluydu. Arabistan'da Kabe dışında bu dönemde yüz kadar daha tapınak bulunuyordu. Yahudilik ve Hristiyanlık da zamanla tüccarlar aracılığıyla Arabistan'a girmişti. Ancak Araplar kendilerine yabancı gördükleri bu dinlere ilgi göstermemişlerdi. Bu dinler Arabistan'da tek tük taraftar bulmaktan öteye gidememişti. İslamiyet, Hristiyanlıktan farklı olarak bu tarihsel koşullar içerisinde var oldu. Hristiyanlık doğduğunda Roma devleti Köleci bir devletti. Hristiyanlık da bu köleci devletin otoritesini reddederek ezilen kesimlere umut taşıyarak var olmuştu. Oysa İslamiyet'in çıktığı koşullarda Arap Yarımadası'nda kabile ilişkileri yıkılmaya yüz tutmasına karşın hala egemendi. Bu nedenle de gelişim çizgisi Hristiyanlıktan farklı bir hat izleyecekti.

Bilindiği gibi Peygamberimiz, Miladî 570 (veya 571) yılı Rebiulevvel ayının 12'sine rastlayan bir Pazartesi günü dünyayı şereflendirdiler. (Hamidullah, 1/39) O dönemde Arabistan'da mevcut olan dinleri ve inançları araştırdığımızda ve Kur'ân–ı Kerim'den de bizzat anladığımıza göre, karşımıza çeşitli garip inançlar çıkmaktadır. Bunların başlıcaları şunlardır:

1. Haniflik: Hz. İbrahim (a.s.)'ın dininin kalıntılarını devam ettiren kişilerdi. Arapların çoğunun, putperestlik yaygınlaşıncaya kadar bu inanca mensup oldukları kabul edilmektedir. Hz. İsmâil (a.s.) vasıtasıyla Haniflik inancını kabul etmişlerdi. Hz. Peygamberin doğumu esnasında mevcut bulunan Hanifler, Allah'ın birliğine inanırlar, putlara ibadeti reddederler, hesaba inanırlar, birçok cahiliyye âdetini kabul etmezlerdi. Siyasî, askerî herhangi bir ağırlıkları yoktu.

2. Yıldızlara Tapma: Yemen'de, Arap Yarımadası'nda (bazılarına göre Şam civarında) Horrân vadilerinde ve Yukarı Irak'ta yıldızlara tapan insanlar vardı. Bunlara Sabiîler denirdi. Yıldızlara tapmanın Araplar arasında ne zaman ve nasıl başladığını kesin olarak bilmememize rağmen, Kur'ân–ı Kerim'de (Neml, 27/2024) değinilen Süleyman (a.s.) ile Seba kraliçesi (Belkıs bint Şurahil) kıssasından bu inancın Hz. Süleyman zamanında da mevcud olduğunu anlamaktayız. Bunlar, Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanına kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Nitekim, Kur'ân–ı Kerim'de bunlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:

"Gece, gündüz, Güneş ve Ay O'nun (Allah'ın) âyetlerindendir. Eğer gerçekten Allah'a tapıyorsanız, Güneşe ve Aya secde etmeyin; onları yaratan Allah'a secde edin." (Fussılet, 41/37)

Ancak bunlar, o dönemde azınlıkta olup, kayda değer herhangi bir siyâsî ve askerî ağırlıkları yoktu.

3. Mecusilik: Bahreyn ve Irak'ta mecûsiliğe inanan bazı gruplar vardı. Ateşe tapıyorlardı. Mecusi İran İmparatoru bunları himaye ediyordu. Daha sonraları İslâm inançlarına bazı fitneler sokmak ve Müslümanlar arasında fitne tohumları yaymakta Yahudilerle birlikte önemli rol oynadılar.

4. Hristiyanlık: Yarımada'nın kuzeyinde Tağlib, Kuda'a, Gassân kabileleri arasında ve Güney Yemen'de bazı Hristiyan gruplar vardı. Bunların da siyasî ve askerî herhangi bir ağırlıkları yoktu. Yarımada'nın içinde de yer yer bazı Hristiyan gruplara rastlanmaktaydı. Hristiyanlık, Arabistan'a Habeşliler ve Romalıların işgalleri sonucu M. 340 yıllarından itibaren girmiştir. (Mübarekfurî 1980, 47)

5. Yahudilik: Yemen, Vadi'l–Kurâ, Hayber, Teymâ ve Yesrib'de (İslâm öncesi Medine) Yahudiler vardı. Bunlar, diğer inanç gruplarına göre askerî, siyâsî ve iktisâdî ağırlığa sahipti. Kendilerini Allah'ın seçkin milleti kabul ediyor ve Allah'ın insanları onlarla yöneteceğine inanıyorlardı. Bu sebeple, beklenilen son peygamberin kendilerinden biri olacağı beklentisi içindeydiler. Arabistan'a, ülkelerinin M.Ö. 587 yılında Buhtünnasır tarafından işgal edilmesi üzerine göç etmişlerdi. (a.g.e., 46)

6. Putpereslik: Arap Yarımadasının her tarafına yayılmış, diğer bütün inançlardan daha fazla etkiye sahip ve daha çok yaygındı. Arabistan'a bu inancın ne zaman sokulduğu, nasıl yaygın hale geldiği konusunda değişik görüşler vardır. Bunlardan en yaygın olanı, putperestliği Arabistan'a Amr b. Luhay adında birinin soktuğudur. Huza'a kabilesinin reisi olan bu zat, dinlere olan ilgisi ve doğruluğuyla tanınmış biriydi. Devrin insanları onu büyük âlimlerden birisi olarak görmekteydiler.

Bir tür cild hastalığına yakalanan Amr'a, Şam bölgesinde bulunan Horrân'a gitmesi ve orada bulunan şifalı bir suyla yıkanması tavsiye edilir. Bu tavsiyeye uyarak oraya giden Amr, o suyla yıkanır, iyileşir. Orada insanların putlara taptıklarını görür, bundan hoşlanır. Hubel adlı putu alıp beraberinde Mekke'ye getirip Kâbe'ye diker ve ona tapmaya başlar. Kavminin de ona tapmasını ister. Zamanla bu durum Araplar arasında o derece yaygınlaşır ki, her kabilenin taptığı bir putu olur. Peygamberimiz Mekke'yi fethettiğinde Kâbe'de 360 put vardı ve Peygamberimiz bunların hepsini kırdırıp, Kâbe'yi putlardan temizlemişti.

Başka bir rivâyete göre ise, Hz. İsmail'in çocukları çoğalıp, geçim nedeniyle Mekke'nin dışına çıkmaya mecbur olduklarından, Mekke'den çıkışlarında, babaları İsmail'in hatırasını taşıyan Harem toprağından bir miktar götürüyor, sonra bu toprağı korumak için ona aşırı saygı gösteriyorlardı. Bu iş zamanla gelişerek, onu kutsal kabul edip, ona ibadete dönüştü. Böylece putperestliğin temeli atılmış oldu ve gün geçtikçe şekillenerek gelişti.

Hz. Peygamber'in yetiştiği asıl muhit olan Hicaz bölgesinde en yaygın inanç bu putperestlik olduğu için, Peygamberimiz mücadelesini öncelikle putperestliğe karşı vermiştir. Bazılarının adları Kur'ân'da da geçen bu putların meşhurları şunlardı:

Menât: Mekke ile Medine arasında, deniz sahiline yakın el–Musellel denilen bir yerdeydi. Ensar kabileleri, Sa'd, Huza'a vb. buna tapardı.

Lât: Taif'te idi. Taifliler buna taparlardı. Peygamberimiz, Mekke'nin fethinden sonra Ebû Süfyan b. Harb ve Muğîre b. Şu'be'yi gönderip onu kırdırdı.

Uzzâ: Gatafan, Gânî ve Bahîle kabilelerinin putuydu. Peygamberimiz, Hz. Halid'i gönderip, onu kırdırmıştır.

Hubel: Kureyş'in en büyük putuydu. Kırmızı akikten yapılmıştı.

Bunların dışında İs'af, Naile, Vedd, Suva', Yağûs ve Ya'ûk vb. adlarla meşhur başka putları daha vardı. Ki, bunlardan bazıları eski Arap şiirlerinde geçmektedir. Örneğin: Amr b. Humame ed–Dusî, Zülkeffeyn adlı putu yaktığı zaman şu beyti söylemiştir:

"Ey Zulkeffeyn, ben senin babandan kalma değilim./ Benim doğumum senin doğumundan öncedir./ Ben senin kalbine ateş doldurdum." (Şükrî, 2/209)

Araplar, putlarını taştan ağaçtan vb. maddelerden yaptıkları gibi, yiyecek maddelerinden de yaparlardı. Meselâ, Hanife Oğulları kabilesi hurma ve undan yapmış oldukları büyük bir putu, kıtlık zamanında yedikleri için rakib kabilenin şairi tarafından şöyle kınanmışlardır:

"Hanife oğulları, kıtlık ve açlık zamanı tanrılarını yedi." (Kal'acî 1998, 16)

Yine başka birisi evinin bahçesine diktiği putuna bir tilkinin gelip bevlettiğini görünce, buna çok sinirlenmiş, bu saygısızlık karşısında kendisini koruyamayanın nasıl tanrı olabileceğini, tepesi atarak şöyle dile getirmiştir:

"Tilkinin başına işediği, tanrı mıdır? / Dikkat edin, tilkilerin başına işedikleri aşağılanmıştır." (a.g.e)

Bu ve benzeri şiirlerle, Kur'ân–ı Kerim'deki bazı âyetlerden anladığımıza göre putperestlik Araplardan bir çoğunu tatmin etmiyordu. Onlar, asıl itibariyle Hz. İsmail ve dolayısıyla da Hz. İbrahim'in (a.s.) inancına sahip olduklarından, bir Yüce Allah'ın varlığına inanıyorlardı. Nitekim Kur'ân–ı Kerim'de bazı âyetlerde bu hususa işaret edilmektedir: Meselâ:

"Şayet onlara: 'Gökleri ve yeri yaratan kimdir?' diye soracak olursan, elbette 'Allah'tır' diye cevap vereceklerdir." (Lokman, 31/25)

"'Biz onlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.' (derler.)" (Zümer, 39/3)

Görüldüğü gibi Araplar, bu hususta bir çelişki içerisindeydiler. Kur'ân–ı Kerim'de birçok âyette bu çelişkiye dikkat çekilmiştir. Meselâ:

"Yaratan (Allah), hiç yaratamayan (putlar)a benzer mi? Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" (Nahl, 16/17)

"O müşriklerin Allah'tan başka ibadet edip yalvardıkları sahte tanrılar ise, hiçbir şey yaratamazlar. Zaten kendileri yaratılmaktadırlar." (Nahl, 16/20)

Arapların putlara ibadet ve merasim şekillerini de kısaca şöyle sıralayabiliriz:

Putun huzurunda yalvarmak, yakarmak, belâ ve musibetler anında yardım etmesini, sıkıntılarını gidermesini istemek; Kâbe'deki putları ziyaret etmek, onların etrafında tavaf etmek, onlara secde etmek, yakarmak; putlar adına, onlara yakın olmak için kurban kesmek, ki Kur'ân–ı Kerim'de:

"... putlara ait sunaklarda kesilen hayvanların etleri … size haram kılındı..." (Maide, 5/3)

buyurularak, böyle bir davranış şiddetle yasaklanmıştır.

Putperest Araplar, yiyecek ve içeceklerinden, yahut da ekin ve hayvanlardan bir miktarını putlara ve Allah'a verirlerdi, Kur'ân–ı Kerim, bunu da dile getirmekte ve yasaklamaktadır:

"Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan kendilerince Allah'a bir hisse ayırdılar da, kendi batıl iddialarınca: 'Şu, Allah'ın' dediler, ‘şu da (ulûhiyette ortak edindikleri) putlarımızın.' Ortakları için ayırdıkları, Allah'ın hissesine konulmaz, ama Allah'a ait olanlar ortaklarının hissesine aktarılır. Bunlar ne kötü hüküm veriyorlar!’” (En'am, 6/136)

Araplar, putlara adak da adarlardı. Önemli bir işe veya yolculuğa karar verdikleri zaman, Kâbe'ye gelir, putlara kurban keserler; orada bulunan kâhin, içinde fal oklarının bulunduğu torbayı çıkarır ve o oklardan çekerdi. Bunlardan bazısında "yap", bazısında "yapma", bazısında da "boş" yazılıydı. "Yap" çıkarsa yapmak istediklerini yaparlar; yapma çıkarsa "vazgeçerler", "boş" çıkarsa, bir daha çekerlerdi. İslâm, bunları da yasaklamıştır. İslâm'da, herhangi bir iş konusunda karar verilemediği zaman, istişare ve istihare usûlü vardır.

O günün Arapları, öldükten sonra dirilmeye, âhirete inanmıyorlardı. Nitekim bir gün, Kureyş ileri gelenlerinden Ümeyye ibn Halef, çürümüş kemikleri eline alıp, Peygamberimizin huzuruna gelerek, bunları elinde ufalar ve havaya saçarak, aklınca Peygamberimizi (s.a.s.) mat etmek için: "Ey Muhammed, Allah'ın bunu da dirilteceğini sanıyor musun?" diye sormuştu. Peygamberimiz de cevap olarak, "Evet. Allah (c.c.), seni öldürecek, sonra diriltecek ve sonra ateşe atacaktır." cevabını vermişti ki, bu husus, Kur'ân–Kerim'de şöyle dile getirilmiştir:

"İnsan şunu hiç görüp düşünmedi mi: Biz kendisini bir nutfeden yaratmışken, yaman bir hasım kesildi Bize. Nasıl yaratıldığını unutarak, bir de misâl fırlattı Bize: 'Çürümüş vaziyetteki o kemikleri kim diriltecek!' diye. De ki: 'Onları ilk defa yaratan diriltir; hem O, yaratmanın her türlüsünü bilir.'" (Yasin, 36/77–79)

Bütün bu bozuk inançlara rağmen, o dönem insanlarından Haniflik ve Hristiyanlıktan etkilenerek âhiret ve hesaba inananların da olduğunu görmekteyiz. Nitekim, Cahiliye dönemi şairlerinden el–Ahnes ibn Şihâb et– Temîmî bir şiirinde şöyle der:

"Kuşkusuz Allah'ın, kulunu güzel işleri sebebiyle hesap günü ödüllendireceğini bildim." (Kal'acî, 18)

5 Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki Sıffin Savaşı ve Hakem olayı hakkında bilgi verir misiniz?

Sıffin Savaşı, Râşid halifelerin dördüncüsü olan Hz. Ali (r.a.) ile, onun halifeliğini kabul etmeyen Şam valisi Hz. Muaviye bin Ebu Süfyan (r.a.) arasında çıktı. Savaş, 657 yılında, Fırat havzasında bulunan Rakka’nın doğusundaki Sıffın denilen yerde yapıldı ve bu savaşta bir çok Müslüman şehit oldu.

Savaşın çıkış sebebi, bir konudaki içtihat (görüş) farklılığına dayanıyordu. Konu siyasî bir konu olduğu için de savaşla sonuçlandı. Yoksa içtihat farkı sırf ilmî olsaydı, kitap üzerinde kalmış olacaktı. Savaşa giden yol özetle şöyle gelişti:

Hz. Osman (r.a.) halifeyken Medine-i Münevvere’ye bir grup isyancı geldi. Uzun bir müddet Hz. Osman’ı (r.a.) kuşatma altında tuttuktan sonra, o grubun içinden birisi veya birileri Hz. Osman’ı şehit etti.

Bunun üzerine Hz. Ali (r.a.) halifeliğini ilân etti ve Hz. Osman’ın kàtilini aramaya başladı. Ancak o isyancı grup içinde bizzat kàtilin kim olduğu tespit edilemiyordu. O zaman Şam vâlisi olan Hz. Muaviye adalet-i izafiyeyi savunarak “milletin selâmeti için kulun hukuku feda edilir” demiş, o isyancı grubun tamamının cezalandırılmasını istemişti. Hz. Ali de (r.a.) adalet-i mahzâyı savunarak, “Hak haktır. Ferdin hukuku hiçbir şeye feda edilemez.” demiş, o isyancıların içindeki asıl kàtil veya kàtillerin tespit edilmesi için çalışmaları sürdürmüştü. Kàtilin tespiti gecikince rahatsızlık had safhaya vardı. Arada İslâmiyet'in zayıflığını isteyen fitnecilerin de körüklemesiyle iki tarafın ordusu karşı karşıya geldi.

Bu arada Cemel Vak’ası da yaşandı. Bu vak’adan (olaydan) sonra Kûfe’ye yönelen Hz. Ali (r.a.), Hz. Muaviye’ye elçi göndererek, Sahabeden Muhâcirlerin ve Ensârın (radıyallahü anhum) kendisinin halifeliğini kabul ettiklerini; onun da kabul edip itaatini bildirmesini istedi. Hz. Muaviye, kendisine elçi olarak gelen Cerir bin Abdullah’ı (r.a.) oyalayarak Hz. Amr bin el-Âs (r.a.) ile istişarede bulundu ve Hz. Osman’ın (r.a.) kàtilleri derhal cezalandırılmadığı takdirde ordusuyla üzerine yürüyeceğini belirtti. Hz. Muaviye (r.a.) seksen beş bin kişilik bir orduyla Şam’dan yola çıktı. Hz. Ali (r.a.) ise doksan bin kişiden oluşan ordusuyla Kûfe’den Sıffin’e doğru harekete geçti.

Hz. Ali, Hz. Muaviye’ye elçiler göndererek, onu bu tutumundan vazgeçirmek istedi. Ancak olumlu bir cevap alamadı. İki ordu birlikleri arasında bazı ufak çarpışmalar sürerken, Hicretin 37. senesi Muharrem ayının sonuna kadar anlaşma yapılabilmesi için elçiler gidip geldi. Ancak barış yolunda bir gelişme sağlanamadı. Safer ayının ilk günü savaş tekrar başladı.

Hz. Ali’nin şiddetli bir taarruzu ile Şam ordusu dağılma noktasına geldi. Savaş kazanılmak üzereydi ki, Hz. Amr bin el-Âs (r.a.), Şamlı askerlere “Her kimin yanında Mushaf varsa onu mızrağının ucuna takarak yukarı kaldırsın.” dedi. Bu emri yerine getiren askerler Hz. Ali (r.a.) tarafına, “Aramızda Allah’ın kitabı hakem olsun.” diye seslendiler. Hz. Amr bin el-Âs’ın tedbiri etkisini göstermiş, Iraklı askerler; “Allah’ın kitabına yapılan çağrıya icabet edelim.” demeye başlamışlardı. Hz. Ali (r.a.) bunun bir savaş hilesi olduğunu askerlerine anlatmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Her iki taraftan birer hakem seçilerek, Kur’ân’a uygun kararın çıkartılması istendi. Hz. Ali’nin (r.a.) tarafında bulunanlar bunu memnuniyetle karşıladılar. Şamlılar Hz. Amr bin el-Âs’ı, Hz. Ali tarafındaki Iraklılar da Hz. Ebu Mûsâ el-Eş’arî’yi hakem tayin ettiler. 37. yılın Safer ayında Düvmetü’l-Cendel’de bir araya gelerek, karar verirken esas alınacak prensipleri içeren “Tahkimnâme”yi kaleme aldılar. Bu olaya İslâm tarihinde “Hakem Olayı” denir.

6 Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in kısaca hayatları hakkında bilgi verir misiniz?

Hz. Peygamber (asm)’in torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın büyük oğlu (H.3-49/M.625-669) olan Hz. Hasan, Cemel Vak’ası ve Sıffin Savaşı’nda babasının yanında bulundu. Babasının 661 yılında şehit edilmesinden sonra, Kufeliler o­na biat ederek halife olarak tanıdılar. Bunu haber alan Hz. Muaviye kendisine karşı bir ordu hazırlattı. Hz. Hasan, Müslüman kanının akmaması ve kendi safında yer alanların savaşa karşı isteksizliğinin de etkisiyle, bazı şartlar mukabilinde hilâfeti Hz. Muaviye’ye teslim etti. (Bahaüddin Varol, Ehl-i Beyt Gerçeği, Şamil Yayıncılık, İstanbul t.y., s. 250-251)

İslâm tarihinde H. 41/661 yılına bu antlaşmadan dolayı "birlik yılı" anlamına gelen “Amü’l Cemaa” denilmiştir. Böylece kendi taraftarları içinde yer alan Haricilerin görüşlerini benimseyen bir grup ile kardeşi Hz. Hüseyin’in muhalefetine rağmen, Hz. Muaviye ile anlaşarak, Hz. Peygamber (asm)'in işaret ettiği gibi Müslümanlar arasında kan dökülmesini önlemiş ve insanların kısa bir süre için de olsa barış ve huzur içinde yaşamalarına vesile olmuştur.

Hz. Hasan daha sonra ailesiyle birlikte Medine’ye gitti. Hayatının geri kalan kısmını orada siyasetten uzak bir şekilde geçirdi. H. 49/M.669 tarihinde vefat etti. (Ethem Ruhi Fığlalı, “Hasan” , TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 16, İstanbul 1997, s. 283)

Hz. Hasan’ın halim, selim, cömert, sakin, vakarlı, barış yanlısı, siyasî beklenti ve menfaatlerden uzak kalabilmiş farklı bir kişilik sergilediği kaynaklarda yer almaktadır.6 Hz. Hüseyin ile birlikte Hz. Peygamber (asm)'in neslini günümüze kadar devam ettiren iki şahsiyetten biridir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Peygamberimiz'in torunu Hz. Hasan hakkında bilgi verir misiniz? 

- HZ. HÜSEYİN (ra)...

7 Hz. Adem'in oğlu Kabil, kardeşi Habil'i öldürdükten sonra nereye gitmiştir ve Kabil'in soyu nasıl çoğalmıştır?

Kabil, Habili öldürdükten onra Âdem Aleyhisselâm, Kabil'e:

"Git! Artık, sen, hiç bir zaman korkutulmaktan uzak kalmayacak, gördüğün hiç bir kimseden de, güvenlikte ve selâmette olmayacaksın!" dedi.

Kabil; kendisiyle birlikte doğan kızın elinden tutarak Nevz dağından inip Yemen topraklarından Aden'e gitti. Burada nesli çoğaldı.

Kabil'in Âkibeti:

Kabil'in oğullarından Kabil'e rastlayıp da, onu, taşa tutmayan bir kimse yoktu.

Kabil'in âmâ olan oğlu, bir gün, Kabil'in yanına kendi oğlu ile birlikte gelip oğ­lu: "İşte, bu, baban Kabil!" deyince, âmâ, hemen bir taş atarak babası Kabil'i öldürdü!

Âmâ'nın oğlu: "Babacığım! Sen, babanı, öldürdün!" dedi. Âmâ, hemen elini kaldırıp oğluna bir şamar indirdi. O da, öldü!

Bunun üzerine, âmâ "Yazıklar olsun bana! Attığım taşla babamı, öldürdüm! İndirdiğim şamarla da, oğlumu, öldürdüm!" diyerek acındı.

Âdem Aleyhisselâm; Kabil oğullarının zina ve içkiye düştüklerini, bozuldukları­nı görünce de, Şit Aleyhisselâmın oğullarına da, Kabil oğulları ile evlilik bağlantısı kurmamalarını tavsiye etti.

Peygamberlik, Din, İbâdet ve Yüce Allah'ın Hak ve Şeriatlarına göre hareket, Şit Aleyhisselâm'da ve oğullarında bulundu.

Şit Aleyhisselâmın yurdu, Dağın başında; Kabil oğullarının yurdu ise, vadinin altında idi.

Şit Aleyhisselâm; Allah'ı, takdis ve tenzihden geri durmaz, kavmine de; Al­lah'ın buyruklarını yerine getirmemekten sakınmalarını, Allah'ı, her türlü noksan, eksik sıfatlardan uzak tutmalarını ve dâima iyi işler işlemelerini emrederdi.

Âdem Aleyhisselâmın oğullarından, Şit Aleyhisselâmdan başkasının nesli de­vam etmeyip kesilmiş, Şit Aleyhisselâm, böylece, Ebülbeşer olan Âdem Aleyhisselâmla birlikte bütün insanların soylarının varıp dayandığı soy direği olmuştur.

Kabil oğullarında, ötedenberi içki, zina düşkünlüğü hayasızlık ve ateşe tap­mak gibi türlü kötülükler vardı. Çeşid çeşid çalgı âletleri de, edinmişlerdi. Kadın, erkek, genç, ihtiyar, sık sık toplanıp davul, düdük, zurna, def çalarlar, güler, oynarlar, nâra atarlardı.

Hattâ, onların seslerini, dağda oturan Şit oğullarından bazıları duyarlardı. Onların, bu meclislerine, gençlerinden ziyade, yaşlılar, düşkündüler. Günah olan her kötülüğü işlemekte birleşmişlerdi.

Zaman, uzayınca, Şit oğulları da, aralarında gereğini titizlikle yerine getire gel­dikleri Ahd ve mîsaklarını bozdular. İçlerinden, yüz erkek, oturdukları mukaddes dağlarından inip amuca oğulları­nın, ne yaptıklarını görmek istediler.

Yerd b.Mehlâil, bunu, haber alınca, hemen yanlarına vardı. Onlara "Allah aş­kına yapmayınız!" dedi. Atalarının bu husustaki vasiyetini ve kendilerinin yaptık­ları And'ı hatırlattı. Kendilerine, va'z ve nasihatta bulundu ise de, dinlemediler. Oğlu İdris Aleyhisselam, ayağa kalkıp:

"İyi biliniz ki, içinizden, kim Babamız Yerd'i, dinlemeyerek dağımızdan inerse, biz de onun bir daha dağımıza çıkmasına meydan vermeyiz!" dedi.

Fakat, onlar, yine de, inmekten başkasına yanaşmadılar. Dağdan, Kabil oğullarının yanına indiler. Kabil oğullarının kadınları, Şis oğullarını yanlarında tutup bırakmadılar.

Bundan sonra, Şis oğullarından yüz kişilik ikinci bir erkek kafilesi daha "Kar­deşlerimiz, ne yapıyorlar?" diyerek dağdan, onların yanına indiler. Onları da, Kabil oğullarının kadınları tutup bırakmadılar.

Daha sonra, bütün Şis oğulları, dağdan, onların yanına indiler. Azgınlık ve onlarla evlilik yapıldı, birbirlerine karıştılar. Kabil oğulları, yeryüzünü dolduracak kadar çoğaldılar. Fakat, Tufanda hepsi boğulup yok oldular.

Yerd b.Mehlâil, vefat edeceği sırada, oğulları için, bereket duası yaptı. Onları; oturdukları mukaddes dağdan aşağıya inmekten nehy etti.

"Siz, her halde, er geç aşağı yere ineceksinizdir. İçinizden, hanginiz, en son inecek olursa, Atamız Âdem'in, içinde cesedi bu­lunan tâbutunu, indirsin. Sonra da, bize tavsiye edildiği gibi, onu, arzın ortasına yerleştirsin." dedi.

(M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi)

8 Selamlaşma ve "Selamün aleyküm" demek konusunda bilgi verir misiniz? Selamın aslının "Salom aleyküm" olduğunu duydum, doğru mudur?

Selam; Allah'ın (c.c.) 99 güzel isminden biridir. Her çeşit ârıza ve hâdiselerden sâlim kalan; her türlü tehlikelerden kullarını selâmete çıkaran; cennetteki bahtiyar kullarına selâm eden manasındadır. Bu nedenle İslamiyet'ten önce olan bir şeyin İslamiyet'te de devam etmesi diğer peygamberlerin uygulamasının aynen devam ettirilmesidir. Bunları başka milletlere ve kavimlere bağlamak yerine, bütün peygamberlerin aynı kaynaktan beslendiğini; aynı vahyi aldıklarını anlamak ve kabul etmek gerekir.

Selam terimi Arapça "selime" kökünden bir mastar olup, sözlükte; maddî ve manevî sıkıntılardan kurtulmak, barış ve esenliğe kavuşmak demektir. "es-Selamu", isim olarak ise; selam, selamet, sulh ve güven anlamına gelir. Bir fıkıh terimi olarak selam; karşılaşan iki Müslümanın birbirine yaptıkları dua cümlesinden ibarettir. Selam veren "es-selamu aleyküm (Allah'ın selamı sizin üzerinize olsun)" der, selamı alan ise "ve aleykümü's-selam ve rahmetullah (Allah'ın selamı ve rahmeti sizin üzerinize olsun)" diyerek ilaveli duada bulunur.

Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:

"Bir selam ile selamlandığınızda, siz de ondan daha güzeli ile selamlayın veya aynı île karşılık verin." (Nisa, 4/86.)

Selam, aynı zamanda Cenab-ı Hakk'ın doksan dokuz güzel isimlerinden birisidir.

Selamlaşmanın "selam" sözcüğü ile yapılması gerektiğini bildiren pek çok ayet ve hadis vardır. Bunlardan bir kaç tanesini zikredeceğiz:

"Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde onlara deki: Size selam olsun." (En'am, 6/54.)

"Elçilerimiz (melekler) İbrahim'e müjde getirdiler ve "sana selam olsun" dediler." (Hûd, 11/69; örnekler için bk. Meryem, 19/15, 33, 47; Taha, 20/47; el-Kasas, 28/55; es-Saffat, 37/79, 109, 120, 130, 181.)

Ahiret hayatında da selamlaşmanın aynı kelimelerle yapılacağı belirtilir.

"Melekler: "Sabrettiğinize karşılık size selam olsun..." derler." "İman edip de iyi işler yapanlar, Rablerinin izni ile içinde sonsuza kadar kalacakları altından ırmaklar akan cennetlere sokulacaklardır. Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri söz "selam"dır." (İbrahim, 14/23; bk. Yunus, 10/10)

"Onlar meleklerin "size selam olsun. Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin" diyerek, tertemiz bir şekilde canlarını aldıkları kimselerdir." (Nahl, 16/32.)

Hadiste "Selam, cennet ehlinin selamlaşma şeklidir.» buyurulur, (bk. A. Hanbel, IV, 381)

Yahudiler Medine döneminde Hz. Peygamber (asm) ile karşılaşınca "Sana ölüm olsun." anlamına gelen "Es-samu aleyke" şeklinde selam veriyorlardı. Hz. Peygamber (asm) onların bu kaba selamlarına "aleyküm " (size olsun) diye cevap vermekle yetinir, edepli ve yumuşak tavrını değiştirmezdi. Bu arada inen bir ayetle Yahudilerin bu tavrı kınandı ve onların cehenneme girecekleri bildirildi. (bk. Mücadele, 58/8.) Ashabı kiramdan kimilerinin Yahudilere, aynı sözlerle, hatta "ölüm, kınama ve lanet size olsun" gibi ilavelerle cevap vermesi üzerine Allahın Rasulü ehli kitapla olan selamlaşmayı şu şekilde belirledi:

"Size Ehl-i kitaptan birisi selam verince "aleyke veya aleykum (sana veya size de olsun)" şeklinde cevap veriniz." (Buharî, İsfi'zan, 22, Murteddîn, 4; Müslim, Selam, 9, 87; Malik, Muvatta', Selam, 3; A.b. Hanbel, II/9, III/99; İbn Kesîr, a.g.e., III/462.)

Hz. Peygamber (asm)'in ve ashab-ı kiramın birbirleriyle "es-selamu aleyke" veya "es-selamu aleykum" (Allah'ın selamı sana veya size olsun) sözlerini kullanarak selam verdikleri tevatür derecesine ulaşan hadislerle sabittir. ( bk. Buharî, İsti'zan, 1,3, 28; Tefsiru Süre, 33/8; Enbiya, 1; Müslim, Edeb, 37; Ebü Davud, Akdıye, 21, Libas, 24 45; A. b. Hanbel, l, 85, 146.)

Nitekim Allah Teala, Adem (a.s)'ı yarattığında, ona; "Git, meleklere selam ver, nasıl selam alacaklarını dinle, bu senin ve neslinin selamlaşma örneği olacaktır." dedi. Bunun üzerine Adem (a.s) meleklere; "es-Selamu aleykum (Allah'ın selamı size olsun)" dedi. Onlar da; "es-Selamu aleyke ve rahmetullah (Allah'ın selamı ve rahmeti sana olsun)" diyerek karşılık verdiler. ( Buharî, Halku Adem, 2, IV, 102; Tecrîd Sarîh, Terc. IX, 46, H. No: 1367; el-Kurtubî, a.g.e, XX, 45.)

Selam başta belirtme takısı olmaksızın "Selamün aleykum" şeklinde de ifade edilebilir. (Buharî, İsti'zan, 9; A.b. Hanbel, I, 387.)

Kimi zaman selam yerine "merhaba" denildiği, özellikle dışarıdan gelen kimseye karşı "hoş geldin" anlamında bu ifadenin de kullanıldığı nakledilmiştir. (bk. Buharî, İman, 40, İlm, 25, Salat, 4; Müslim, İman, 24, Misafirin, 82; İbn Mace, Mukaddime, 22; Ebu Davud, Zekat, 6) Merhaba; bolluk ve genişlik dileme, başımızın üstünde yerin var,.. gibi anlamları kapsar.

"Musafaha" konusunu incelerken, Medineli Ensar kadınların biat için toplandıklarında Hz. Ömer'in Selamım "Rasülullah'a ve Rasülullah'ın elçisi Ömer'e merhaba." sözleri ile cevapladıklarını belirtmiştik. Günümüzde kullanılan "hayırlı sabahlar", "hayırlı akşamlar", "iyi günler", "iyi akşamlar", "günaydın" veya "tünaydın" gibi deyimler, selam verilenler üzerinde huzur, güven ve esenlik meydana getirebilirse de "İslam'a ait selam"ın yerini tutmadığında açıklık vardır. Belki bu deyimler asıl selamlaşmadan sonra dua ve temenni niteliğinde söylenebilir.

Selamı vermek sünnet, almak farzdır. Çünkü ayette, "Size selam verilince, ona ondan daha güzeli ile veya aynı ile karşılık verin." buyurularak, selam alma emir siygası ile ifade olunmuştur. Diğer yandan Allah'ın Rasulü, Müslümanın Müslüman üzerindeki haklarını sayarken, ilkinin verilen selamı almak olduğunu belirtmiştir. (İbn Mace, Cenaiz, 1; A. b. Hanbel, II/332, VI/385.)

Selamın İslam toplumunda yaygınlaştırılmasını emreden Allah elçisi, bir hadisinde bunun toplumsal sonucunu şöyle açıklamıştır:

"Ruhumu kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun ki, siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir ameli size haber vereyim mi? Aranızda selamı yayınız." (Müslim, iman, 93; Ebu Davud, Edeb, 131; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame, 54, İsti'zan, 1; ibn Mace, Mukaddime, 6; A. b. Hanbel, l, 165; bk. Buharî, Nikah, 71, Eşribe, 28, İsti'zan, 8; Nesaî, Cena'iz, 53.)

9 Muallak Taşı (Hacer-i Muallak) nedir, şu an boşlukta (havada) mıdır?

Kubbet-üs Sahra'nın içinde "Asılı Duran Taş" anlamına gelen Hacer-i Muallak taşı bulunmaktadır. Hz. Peygamber (asm)'in Miraç'a çıktığı kabul edilen kaya işte burasıdır. Bu kayanın en geniş yeri 18 metre, en dar yeri ise 13.5 metredir. Bu kayanın içine on bir basamak merdivenle inilebilmektedir. Kayanın iç kısmı yaklaşık 1.5 metre yüksekliğinde ve 4.5 metre x 4.5 metre boyutlarında boş bir mekândır. İçeriden tavana bakıldığında havada asılı izlenimi verir, bundan dolayı Hacer-i Muallak olarak anılmaktadır.

Hz. Peygamber (asm)'in Mirac'a çıkarken üstünde durduğu taş olmasının yanı sıra Hz. İbrahim (as)’in oğlu Hz. İsmail (as)'i kurban etmek için kullandığı taşın da bu olduğuna inanılmaktadır.

Onun tamamen havada olması, imtihan sırrına ters düşer. Çünkü bu takdirde böyle bir mucize karşısında bütün insanlar iman etmek zorunda kalırdı. Oysa, akla kapı açmak, fakat ona tek zorunlu istikamet göstermemek, farklı ihtimalleri karşısına çıkarmak imtihanın gereğidir.

Bununla beraber Muallak Taşı olarak bilinen bu kaya parçası, direkisz olarak boşlukta bile olsaydı garipsenecek bir durum olamazdı. Çünkü kâinattaki yüzlerce, binlerce küreleri, havada direksiz durduran, bir kısmını top güllesinden yetmiş bin defa daha hızlı bir şekilde evirip çeviren bir kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Nitekim üzerinde durduğumuz Yer Küre'si de boşluktadır.

10 Dört halife hakkında bilgi verir misiniz?

Hz. Ebu Bekir (ra) 632-634 yılları arasında halifelik yapmıştır. Fil olayından iki yıl sonra 571 yılında dünyaya gelmiş olup 634 yılında vefat etmiştir. Hz. Ebu Bekir (ra)'in hayatı...

Hz. Ömer (ra) 634-644 yılları arasında halifelik yapmıştır. Fil Olayından on üç sene sonra 582  yılında Mekke'de doğmuştur. 644 yılında vefat etmiştir. Hz. Ömer'in (r.a.) hayatı...

Hz. Osman (ra) 644-656 yılları arasında halifelik yapmıştır. Fil olayından altı sene sonra 575 yılında Mekke'de doğmuş 656 yılında vefat etmiştir. Hz. Osman'ın hayatı...

Hz. Ali (ra) 656-661 yılları arasında halifelik yapmıştır. Hicret­ten yirmi üç yıl önce doğmuş 661 yılında vefat etmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Dört halifenin sırasıyla halife olmalarına işaret eden hususlar nelerdir?

11 Osmanlı padişahları ve cariyelik sistemi hakkında bilgi verir misiniz?

Kölelik ve cariyelik kavramlarını açıklar mısınız?

Kölelik ve cariyelik kavramlarının, toplumumuzda ayrı kavramlar olarak algılandığını ve özellikle câriye kelimesinin çok yanlış manalarda kullanıldığını esefle müşahede ediyoruz. Bu sebeple kelime ve kavramlar üzerinde kısaca duracağız.

Burada önemle ifade edilmesi gereken husus şudur: Köle tabiri ile câriye tabiri arasında hukukî muhteva itibariyle hiçbir mana farklılığı yoktur. Her ikisi de rıkkıyet yani kölelik manasını ifade etmek üzere kullanılmıştır. Sadece köleliğe maruz erkekler için kul veya köle tabiri kullanılırken, köleliğe maruz kadınlar hakkında da câriye veya eme tabiri kullanılmaktadır.

Toplumda yerleşen mana ise, câriye denilince, "sahibinin ve efendisinin istediği zaman cinsi duygularını tatmin için bir zevk aleti olarak kullandığı kadınlar" şeklindedir ki, bu mana İslâm Hukuku açısından doğru değildir. Câriye denilen kadın köleler ile efendilerinin, İslâm Hukukunun aradığı şartlara uymak kuralıyla karı-koca münâsebetine girmeleri ve meşru’ dairede bunu bir evlilik müessesesi gibi yürütmeleri mümkündür. Ancak her câriye, efendisi ile karı-koca münâsebetine giriyor demek değildir. Kur'ân-ı Kerim'deki şu âyet de bahsettiğimiz ayırımı açıkça ifade etmektedir:

"Aranızdaki bekârları, erkek kölelerinizden ve cariyelerinizden (Kur'ân, burada kadın köleler için imâ kelimesini kullanmıştır) durumu müsait olanları evlendiriniz. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfü ile onları zenginleştirir."(Nur, 24/32)

Şimdi sormak gerekmiyor mu? Eğer her câriye, efendisinin cinsî münasebetleri için kullandığı bir zevk âleti ise, bir efendi, Kur'ân'ın bu emri gereği başkasıyla (Bu, hür veya köle bir erkek olabilir) evlendirdiği cariyesi ile yine karı-koca münasebetini sürdürecek midir? Hâşâ!.. Böyle bir hükmü İslâmiyet tasdik edemez. Peki nasıl olacak? Efendi, cariyesini evlendirecek. Cariyesi, başkasının karısı olacak. Ancak tıpkı bugün özellikle evlerde çalışan hizmetli kadınlar gibi, fakat kölelik statüsünde olarak efendisinin evine gelip hizmetlerini görmeye devam edecek. Efendisinin kölesi ve kocasının da karısı olacak. Demek ki, câriye demek, kadın köle demektir; efendisiyle istediği gibi karı-koca hayatı yaşayan ortalık kadını demek değildir.

Peki cariyelik kavramında, efendisi ile karı-koca hayatı yaşayan köle kadın manası yok mudur? İslâm hukukunda, câriye ile karı-koca hayatı yaşama hakkına "istifraş hakkı" veya "teserri" denmektedir. Şerî şartlar ve hükümler çerçevesinde, bu statüde olan cariyeler de vardır. Ancak bunlar, evli kadınlardan çok az hükümlerle ayrılmaktadır. Sadece efendisi ile yatıp kalkmakta ve bunun için de belli sınırlar bulunmaktadır.1

Kölelik ve cariyeliği ilk defa İslâm Hukuku mu vazetmiş ve daha önce yokken yeni mi ortaya koymuştur?

Maalesef kölelik ve cariyelik müessesesi İslâmiyet'ten önce yokmuş da, İslâmiyet getirmiş gibi İslama hücum edilmektedir. Halbuki İslâm'ın hükümleri iki kısımdır:

Birincisi; İslâmiyet'in, daha önceki hukuk sistemlerinde yok iken, ilk defa kaide olarak ortaya koyduğu yani İslâm'ın müessisi olduğu hükümlerdir. Zekât gibi, miras payları gibi. İslâm âlimlerinin açıklamasına göre, bu çeşit hükümler, yüzde yüz insanoğlunun yararınadır; insanlar tarafından anlaşılmasa da hikmetleri ve maslahatları vardır.

İkincisi; İslâmiyetin ilk defa ortaya çıkarmadığı ve belki daha evvel var olup da İslâmiyetin sonradan tadil yoluna gittiği yani İslâmiyetin muaddil olarak rol oynadığı hükümlerdir. Yani İslâmiyet bu hükümleri ilk defa ortaya çıkarmış değildir. Belki bu hükümler, daha önceden çeşitli toplumlarda ve hukuk sistemlerinde vardır ve vahşî bir şekilde uygulanmaktadır. İslâmiyet, bu tür hükümleri, birden bire kaldırmak insan yaratılışına aykırı olduğu için, tadil etmiştir. Vahşî bir suretten medenî bir kalıba sokmuştur.

Kölelik ikinci çeşit hükümlerdendir. İslâmiyet, daha evvelki toplumlarda yok iken köleliği getirmiş değildir. Belki daha önceki toplumlarda var olan köleliği tadil ederek kabul eylemiştir.

Gerçekten de İslâmiyet geldiği zaman, Arap Yarımadasında yaşayan insanların yarıya yakını köle idi. Her insanın evinde mevcut olan nüfusun yarıya yakını ve bazen fazlası kölelerden oluşuyordu. Eğer İslâmiyet, kölelik müessesesini birden kaldırsaydı, hem köle sahibi efendiler ve hem de kölelerin kendileri açısından çok büyük sıkıntılar meydana gelecekti. Efendilerin, asırlardır alıştıkları bu işten birden bire vazgeçmeleri fıtratlarını değiştirmek kadar zor olacaktı; belki de İslâmiyetin kaldırıcı emrine itiraz ettikleri gibi, bazı zulümlere de yol açacaklardı. Köleler ise, çoğunlukla aile hayatından kopuk ve uzak bir hayat yaşadıklarından dolayı, sokağa atılmış sahipsiz yetim çocuklar gibi olacaklardı. Bu da sosyal ve ekonomik bir felâket demekti. Ahmed Cevdet Paşa'nın ifadesiyle "Müslümanlıkta köle almak, köle olmaktır."

İslâmiyet neden köleliği birden bire ortadan kaldırmadı?

"Neden İslâm hukuku, bu tür müesseselerle köleliği tedricen kaldırmayı gaye edindiği halde, birden bire köleliği lağvetmedi?" sorusuna Hz. Peygamber (asm), sosyo-ekonomik açıdan çok önem arz eden bir cevap vermektedir: Bilindiği gibi âyette mükâtebe akdi "Eğer onlar hakkında hayırlı olduğunu biliyorsanız" şartına bağlanmıştır. Bu hayırlı olmayı, Hz. Peygamber (asm) şu ifadeleri ile açıklamaktadır:

"Yani bir san'at sahibi olup da kendi geçimlerini temin edecek durumda iseler ve hayatı tek başına yürütebilecek güç kendilerinde var ise, akid yapınız. Aksi takdirde onları insanların üzerine yırtıcı köpekler gibi salıvermeyiniz."

Yani ister mükâtebe akdiyle veya isterse başka yollarla köleleri hürriyetlerine kavuşturarak âzâd etmek de her zaman hayırlı değildir. Düşünün ki, cemiyeti teşkil eden fertlerin yüzde ellisi köledir. Bir anda bunları hürriyetlerine kavuşturup sokaklara başıboş salıverdiğinizi tasavvur ediniz. Cemiyet hayatı felç olacaktır. Yıllarca belki asırlarca başkalarının yanında çalışmaya alışmış ve müstakil hayatı hiç denememiş insanları birden sokağa salıverirseniz, hem sosyal açıdan ve hem de ekonomik açıdan bu insanları felâkete sürüklemek manası taşıyacaktır. Köleliğin tedricî olarak kaldırılmasının en önemli hikmetlerinden birisi de budur2.

İslâmiyet kölelikle ilgili yeni olarak ne getirmiştir? Diğer sistemlerden farklı olan yönleri nelerdir?

İslâmiyet, daha önceki hukuk sistemlerinde bulunan kölelik müessessini iki açıdan medenî bir kalıba sokmuştur:

Evvelâ; köleliğin sebeplerini hafifleştirmiştir. Daha önce ve özellikle Roma ve benzeri hukuk sistemlerinden dokuz ona çıkan kölelik sebeplerini ikiye indirmiştir. Ayrıca insanlığın fıtratına ters olan bu müesseseyi ortadan kaldırmak için çeşitli tedbirler almıştır. Köle âzâd etmenin manen teşvik edilmesi; kölelere imkân tanınarak bedelini ödemek şartıyla âzâd olabilme imkânının verilmesi (mükâtebe); kölelerin bu durumdan kurtarılması için onlara zekât verilmesinin tavsiye edilmesi ve zıhâr, yemin bozma ve benzeri bazı suçlardan dolayı dinî bir müeyyide olarak konulan keffâretlerin birinci alternatifi olarak köle âzâd etmeyi şart koşması, bunlara misâl olarak verilebilir.

Saniyen; köleliğin medeni hale sokulmaya çalışılmasının ikinci yolu da mevcut kölelere meşru dairede iyi muamele edilmesini ısrarla tavsiye etmesidir. Bugün bile bir kısım Müslümanlar sırf Müslüman oldukları için, medeniyim diyen insanlar tarafından öldürülürken ve onlara temel hak ve hürriyetleri dahi çok görülürken; İslâmiyet, köleleri, bulundukları ailenin fertleri gibi kabul etmiş ve korumuştur. Hatta Osmanlı arşivlerinde bulunan mahkeme kararlarında Hristiyan kölelerin yemin ederken dinî inançlarına uygun tarzda yemin etmesi ve mesela "İncil'i Hz. İsa'ya indiren Allah'a yemin ederim ki ..." demesi, bu zikrettiklerimize en müşahhas delilidir.

O halde İslâm hukukundaki kölelik müessesesini, esirlik ve kölelikten hürriyete geçiş safhası olarak vasıflandırabiliriz. Bunun nasıl yürüdüğünü biraz sonra tafsilatıyla anlatacağız. İslâm Dini geldiğinde, kölelik, bütün dehşetiyle devam eden sosyal bir vakıaydı. İslâm hukuku, yukarıda izah ettiğimiz şekilde tedbirler alarak, köleliği istisna bir müessese haline getirdi.

Toplumun yarıya yakınının köle olduğu bir durumda, kölelik müessesesini birden ilga etmek, hem köle sahipleri ve hem de daima bir efendinin yanına sığınmış olan köleler için, sosyal ve ekonomik açıdan mümkün değildi. Hedefi insanları küfürden kurtarmak olan bir Peygamber (asm)'in, senelerce toplum fertlerinin ülfet ettiği, ahlaken ve hayat itibariyle imtizaç ettikleri bu müesseseyi, birden bire ilga etmesi, irşadın ruhuna da aykırıdır. İşte bu sebeple İslâmiyet kölelik müessesesini hemen ilga etmemiştir. Fakat olduğu gibi de bırakmamıştır. Tedricen ortadan kaldırmak için, önce köleliğin menbaını kurutmaya, izlerini azaltmaya ve o günlerde câri olan hükümlere aykırı olarak kölelere de normal insan gibi nazar etmeye insanları teşvik etmiştir. Burada Gustav Lebon'un şu tesbitlerini aktarmak yerinde olur kanaatindeyim:

"Rık, yani kölelik kelimesi, otuz sene önce kaleme alınan Amerikan romanlarını okumaya alışan bir Avrupalının önünde telaffuz olunursa, derhal hatırına, ayaklarına ağır zincirler, ellerine demir kelepçeler takılan, sopalarla dövülerek hayvan sürüleri gibi bir yerden bir yere sevk edilen, bedbaht ve yeterli ekmeğe bile kavuşamayan, karanlık bir taştan başka evi ve barınağı olmayan o Amerikan köleleri gelir. Ben burada bu durumu isbât etmek üzere ayrıntılara girecek değilim. Fakat gerçek şudur ki, İslâmiyet'teki kölelik Hristiyanların anladığı manadaki kölelik müessesesine tamamen aykırıdır."3

Yani bu ikinci nokta ile söylemek istediğimiz şudur: İslâmiyetteki kölelik ve cariyelik müessesesi, Hristiyan âleminde bilinen köleliğe benzememektedir ve İslâmı bilmeyen insanların anlattıkları gibi değildir.

İslâm Hukukunda cariyelerin hukukî statüleri nelerdir? Efendiler cariyeleri ile karı koca hayatı yaşayabilirler mi? Bunun kaynağı nedir?

- Acaba, İslâm hukukunda cariyelerle efendileri sınırsız bir karı-koca münasebetine sahip midir?
- Cariyeler, bugünkü metresler gibi, her gücü yeten hür erkek ile yatıp kalkmakta mıdırlar?
- Cariyeler, cinsî zevkleri tatmin için kullanılan zevk âleti midirler?

Maalesef cariyelik müessesesi denilince, bugün için kamuoyunda bu tür manalar akla geldiğinden, bu soruları sorarak konuya girme mecburiyetini hissettik. Aslında buraya kadar yaptığımız izahlar ve özellikle kölenin hukukî statüsü ile ilgili hükümler, bütün bu soruların cevabının "Hayır!.." olduğunu haykırıyor. Câriye, kadın köle demektir. Cariyeler de diğer köleler gibi, İslâm Hukukunun köleler için tesbit ettiği hukukî statüye sahiptir.

İslâm Hukukundaki cariyelerin çoğunluğu, asrımızdaki işçi kadınlar veya evlere gelen hizmetçi kadınlar gibidirler; değişen sadece isimleridir. Yani her câriye ile illa da karı koca münasebeti akla gelmemelidir. Başkalarının hanımı bulunan ve sadece efendisinin evindeki hizmetleri görmekle mükellef olan cariyelerin sayısı, belli şartlar çerçevesinde karı-koca hayatı yaşanılan cariyelere nisbetle en az on katıdır. Bugün hizmetli kadınlar ile işverenleri arasında hangi münâsebet varsa, İslâm Hukukunda da câriye-efendi arasında o münâsebet vardır. Kendisi ile efendinin karı-koca hayatı yaşayan cariyenin efendisiyle olan münâsebeti ise, çok az hükümler dışında hür kadın ile kocası arasındaki münâsebet gibidir.

Efendinin, cariyesi ile karı-koca hayatı yaşama hakkına "istifrâş hakkı" diyoruz. Efendinin köle veya câriye üzerinde sahip olduğu mülk-i menfaatten kaynaklanan onları çalıştırma hakkına ise "istihdam hakkı" diyoruz. Câriye demek, efendinin birinci derecede istihdam hakkı bulunduğu kadın köle demektir. Efendilerin istifrâş hakkına, yani istedikleri zaman cinsî münasebet hakkına sahip oldukları cariyelerin hususî statüleri vardır.

Bu hususî statü incelendiğinde görülecektir ki, bugün gayri meşru bir şekilde yürütülen ve adına metres, sevgili yahut aşk hayatı denilen gayri meşru ilişkilere göre aranan şartlar altında câriye hayatını devam ettirmek, zikredilenlere kıyasla evlilik kadar mükemmeldir. Nitekim bu manayı Kur'ân da tesbit etmiş ve özellikle cariyeler üzerindeki eğer var ise, istifrâş hakkının şartları çerçevesinde ve fuhşa sevk etmeyecek şekilde kullanılmasını ısrarla tavsiye etmiştir:

"Şimdi cariyeleri efendilerinin izniyle nikahlayın ve herhangi bir mazeret ileri sürmeden maruf bir şekilde mehirlerini verin; ancak iffet sahibi cariyelerle zinadan ve onları gizli dost hayatı yaşamaktan, yani metres edinmekten şiddetle kaçınmak şartıyla..."(Nisa, 4/25)

Fuhşa zorlanan cariyelerin Mâlikî ve Hanbelî hukukçulara göre hürriyetlerine kavuşacaklarını biliyoruz.

Diğer taraftan ise, Kur'ân, cariyeleri mümkün mertebe evlendirmeyi ve onları aile hayatına kavuşturmayı tavsiye ve teşvik eylemektedir:

"... Cariyelerinizden evlenmeye uygun olanları evlendirin; eğer onlar fakir iseler de, Allah onları fazlu ihsanı ile zenginleştirir."(Nur, 24/32)

Bu kısa genellemeden sonra şimdi de cariyelerin ayrı ayrı statülerini görelim: Yukarıdaki hükümlerden anladık ki, köle olan kadınlar yani cariyelerin iki ayrı statüsü vardır: Birincisi; "hizmetçi" statüsündeki cariyeler. İkincisi; bazı farkları ile birlikte "istifrâş hakkı" bulunan eş statüsündeki cariyeler. Bu kısımla ilgili ayrıntılı bilgiyi, Fâtih döneminde verdiğimizden burada ayrıntıya girmiyoruz4.

Hizmetçi statüsündeki cariyeler ne demektir? Bunlarla karı-koca ilişkisi mümkün değil midir?

Bunlardan kasıt, efendilerinin kendileri üzerinde istifrâş hakkı bulunmayan yani cinsi münasebet hakkı olmayan, sadece istihdam hakkı bulunan cariyelerdir. Bu tür cariyelerle efendisi dahil kimsenin cinsi münâsebet kurma hakkı yoktur. Bu cariyeler, İslâm hukukunun hükümlerine göre, efendilerinin iznini alarak hür veya köle başka erkeklerle evlenmişlerdir veya evlenebileceklerdir. Daha evvel zikrettiğimiz gibi, başka erkeklerle evlenmek için kasden efendinin cariyesine izin vermemesi halinde, mahkeme yoluyla cebredilebilir. Biraz önce zikrettiğimiz âyet de bu manaya işaret etmektedir.

Cariyesi başkası ile evli ve nikâhlı olan efendinin câriye üzerindeki istihdam hakkı ortadan kalkmaz. Çünkü başkasının cariyesi ile evli olan hür veya köle bir erkeğin eşinin diğer eşlerden farkı da buradan kaynaklanmaktadır. Böyle bir câriye, kocasına karşı sorumlulukları olduğu kadar, bugünkü tabirle hizmetçisi ve o günkü tabirle cariyesi olması hasebiyle efendisi ile de bir iş münâsebeti vardır.

Cariyenin kocasının tebvi'e hakkı yoktur. "Tebvie hakkı"ndan kasıt, başkasıyla evli olan cariyenin kocasının evinde onunla birlikte olması ve efendisinin evinde veya işinde ona hizmet etmemesi demektir. Kocamla beraberim diyerek, efendisi olan insanın hizmetini ihmâl edemez. Ancak efendisi bu hakkı cariyesine verebilir.

Bu durumdaki cariyenin, efendisi ile münasebeti, sadece iş münâsebetidir. Efendisine yemesinde, içmesinde, temizliğinde veya başka işlerinde hizmet edecektir. Kocası ile karı-koca hayatı yaşayayım diye efendisinin hizmetlerini ihmal eylemeyecektir. Kocası ile "tebvie hakkını" elde etmişse, efendisi artık nafakasını temin etmekten vazgeçer. Yani asıl olarak kocası ile yaşayan ve efendisine arada sırada uğrayıp bazı hizmetlerini gören cariyenin nafaka hakkı, kocası üzerinedir. Tebvie hakkı olmayan ve asıl itibariyle efendisinin hizmetleriyle meşgul olan cariyenin nafaka hakkı ise, efendisine aittir.

Tesbit ettiğimiz kadarıyla, bugün Türkiye'nin meşhur zenginlerinin birinin İstanbul Boğazı'ndaki yalısında yirmiye yakın kadın hizmetçi vardır. Her halde bu hizmetçilerle, bunları hizmetçi olarak çalıştıran zenginimizin cinsî münâsebete girdiğini düşünemezsiniz. Bu hizmetçilerin görevleri, sabahtan gelip ve hatta bazıları köşkte gece de kalıp yalının yemek, temizlik ve benzeri hizmetlerini yürütmektir. Bu hizmetleri karşılığında işvereninden ücretini alacaktır. Hizmetçi statüsündeki cariyelerin de bunlardan isim ve bazı hükümler dışında ciddi bir farkı yoktur.

Osmanlı Sarayı'nın Harem kısmında bazı tarihçiler tarafından verilen "60, 70 ve hatta 100 câriye vardı" şeklindeki ifadelerden de hizmetçi statüsündeki cariyeleri anlamak icabettiğini arşiv belgelerinden öğreniyoruz. Böyle bir cariyenin, kocası olan hür veya köle erkek ile münâsebeti ise, tamamen karı-koca münâsebetidir. Ancak eş olarak münâsebetleri, efendisi ile olan iş münâsebeti sebebiyle sınırlandırılmıştır. Hatta bazı hukukçular, işini ihmal eder korkusuyla, kocasından çocuk sahibi olma konusunda efendisinin rızâsına baş vuracaktır demektedirler. Hizmetçi statüsündeki cariyelerin, başkalarının hanımı olan hür kadınlardan ayrıldığı bir nokta da, efendisinin evinde ve işinde onun hizmetlerini ifa ederken, hür kadınlara göre daha serbest davranmasıdır5.

Hizmetçi statüsündeki cariyeler, kiminle karı-koca hayatı yaşarlar?

Bu sorunun cevabını da kısaca izah etmek gerektir:

Birinci ihtimâl, bunlar, ya kendileri gibi köle olan bir erkek ile efendilerinin iznini alarak evlenebilirler. Havâss-ı Kostantiniyye Kanunnâmesi'nde cariyelerin kullar yani erkek kölelerle evlenmeleri konusunda ayrıntılı hükümler bulunmaktadır. Burada beytülmala ait hâssa kullar ile hâssa cariyelerin yani devlete ait olan cariyelerin hangi şartlarda ve nasıl evlenecekleri konusunda uzun bilgiler bulunmaktadır. Kendileri gibi köle erkeklerle evlenmeleri durumunda, doğacak çocukları da doğumla kölelik statüsüne sahip olurlar. Önemle ifade edelim ki, köleler, Hanefi hukukçulara göre en fazla iki cariye ile evlenebilirler. Yani onlarda birden fazla evliliğin sınırı, ikidir. Mâlikî Hukukçular, tıpkı hür erkekler gibi dört câriye veya hür kadınla evlenebileceklerini kayd etmektedirler.

Osmanlı Hukukunda zikredilen şer'î hükümlerin aynen tatbik edildiğini gösteren "Havâss-ı Kostantınıyye"nin 19-25. maddeleri açıkça isbât eylemektedir. Bu maddelere göre, hanımı vefat eden kullar veya hizmete yeni girmiş mücerred yani bekâr kullar, cariyelerle evlenirler. Eğer cariyeler, onlarla evlenmeyi reddeder ve hâricden hür erkeklerle evlenmeyi isterlerse, kullar da zaruret gereği gayri müslim hür kadınlar ile evlenebilirler. Ayrıca Müslüman kullarla cariyelerin birbiriyle evlenmeleri için cebredilmemesi şer'an tavsiye edilmektedir. Kulların hür kadınlarla evlenmesi durumunda çocuklarının hür olması durumu Kanunnâme'de özellikle belirtilmektedir ve hatta bir çok kölenin bu yolla neslini hür hale getirdiği de ifade edilmektedir. Dikkatimizi çeken noktalardan biri de "gerdek resmi"nin hür kadınların bakire olanları için 60 akçe ve dul olanları için 30 akçe olmasına rağmen, cariyelerden evleneceklerin bakire olanlarına 30 ve dul olanlarına 15 akçe gerdek resmi veya resm-i arûs denilen verginin takdir edilmiş olmasıdır.

İkinci ihtimâl, cariyelerin hür erkekler ile evlenmeleri halidir. Kur'ân-ı Kerim, hür erkeklerin cariyelerle nikâh yaparak evlenmelerini, Müslüman hür kadınlarla ile evlenebilme gücü ve imkânı bulunmama şartına bağlamaktadır. Bu şart gerçekleşmesi halinde de, ayrıca cariyelerin Müslüman veya Ehl-i kitap olmaları şartı aranmaktadır. Hanefi hukukçular, hür bir erkeğin câriye ile evlenebilmesi için, hür bir kadınla evlenmeye imkânının bulunmamasını, aksi takdirde evlenmenin gayri sahih ve bazılarına göre de mekruh görüldüğünü beyân etmektedirler.

Bir kısım hukukçular, bu durumun hür erkeğin birinci hanımının hür bir kadın olması halinde söz konusu olduğunu, halbuki hür bir kadınla evlenme imkânı varken, önceden hür bir kadınla evli olmamak şartıyla, câriye ile evlenmesinin sahih ve caiz olduğunu ifade etmektedirler. Fetvaya esas olan da bu olduğundan dolayı, Osmanlı Padişahları, hür bir kadınla evlenme imkânları bulunmasına rağmen, cariyelerle evlenmeyi âdet haline getirmişlerdir. Osmanlı Devletinin resmî Kanun-i Umûmîsi sayılan Mültekâ'dakî ifade aynen şöyledir:

"Hür bir erkeğin, daha evvel evlendiği hür bir kadın yoksa, Ehl-i kitap veya Müslüman olan bir câriye ile evlenmesi, hür bir kadınla evlenme imkânı bulunsa dahi, sahih ve caizdir. Hür bir kadınla evli olan hür erkeğin bir câriye ile evlenmesi ise sahih değildir. Zira Hz. Peygamber  (asm), 'Hür bir kadın üzerine câriye ile evlenmek sahih olmaz.' buyurmuşlardır. Bu hususda İmâm Mâlik, hür kadının rızasıyla böyle bir evliliğin caiz olacağını ifade ederken, İmâm Şâfii de kocanın köle olması halinde böyle bir evliliğin caiz olduğunu söylemektedir."

II. Bâyezid döneminde tedvîn edilen "Havâss-ı Kostantinıyye Kanunnâmesi"nde konuyla ilgili tatbikattan örnekler yer almaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, böyle bir evlilikte, nikâh akdinde aksine şart yoksa ve cariyelerin evlendikleri erkekler kendi efendileri değilse, doğan çocuklar, anneye tabi olarak, köle statüsünde doğarlar. Efendi kendi câriyesiyle evlenmesi durumunda ise, doğan çocukların hür olacaklarını ve "Ümm-i veled" müessesesinin devreye gireceğini biliyoruz. Bu sebeple, cariyeler, kendi efendileri ile evlenmeyi isterler veya ondan çocuk sahibi olmayı arzu ederler. Ayrıca erkek kölelerin, genellikle hür kadınlar ile evlenmeyi istemeleri de neseblerinin hür olarak devam etmesi arzularındandır6.

Kaynaklar:

1. Kur'ân, Nur, 32; Bu konular, İslâm Hukukunda Kölelik-Câriyelik Müessesesi ve Osmanlı'da Harem adlı eserimizde bütün ayrıntılarıyla açıklandığından, ayrıntıya girmiyoruz ve merak edenleri söz konusu eserimizi tavsiye ediyoruz.
2. Kur'ân, Nisa Suresi, Âyet, 3; Kurtubî, Muhammed bin Ahmed, El-Câmi' li U Ahkâm’il- Kur’an, Beyrut 1965, V/17-18; Kâsânî, Bedâyi'us-Sanâyi', IV/134; Kâmil Miras, Sahîh-i Buhâri Muhtasar-ı Tecrid-i Sarih Tercemesl ve Şerhi I-XIII, 3. Baskı, Ankara, 1973-1975, VII/465-467.
3. Zerka, Mustafa Ahmed, EI-Fıkh'ul-İslâmî Fî Sevbih'il-Cedîd, Dımaşk 1967-1968, I/44; Gustav Lebon, Arap Medeniyeti adlı kitaptan naklen Ahmed Şefik Beğ, Er-Rıkku Fil-İslâm, İstanbul 1314, sh. 50-51
4. Kur’an, Nisa, 24; Nur, 32.
5. Damad, Mecma'ul-Enhür, I/364-365.
6. Kur'an, Nisa, 25; Damad, Mecma'ul-Enhür, II/328 vd.; 364 vd.; A. Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri, II/311 vd.

Not: Geniş bilgi için bk. Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ, İslâm Hukukunda Kölelik-Cariyelik Müessesesi ve Osmanlı'da Harem; Prof. Dr. A. AKGÜNDÜZ – Doç. Dr. Said ÖZTÜRK, Bilinmeyen Osmanlı, s. 312-318.

12 Türkler ne zaman Müslüman olmuştur?

Türklerin ilk kurdukları imparatorluk Hun İmparatorluğu'dur. Türklerin daha eskiden de devletler kurduklarını biliyoruz, ama Hun Devleti çok geniş bir saha üzerinde başka milletleri de idaresi altına alan büyük bir devlet olduğu için, ona imparatorluk adını veriyoruz. Hun İmparatorluğu Hun Türkleri tarafından M.Ö. 220 yılında kuruldu. Hunlar bugünkü Moğolistan bölgesinde, yâni Çin'in kuzey-batısında yaşıyorlardı.

Türkler, Nuh peygamberin oğullarından Yâfes'in neslindendir.

Türkleri İslamiyete Yakınlaştıran Sebepler

Türkleri İslamiyet'e yakınlaştıran en önemli sebep, tevhid inancı olmuştur. Allah'ın birliği inancı Türklerde çok yaygın olan bir inançtı. Din adamlarını huzuruna çağıran Mengü Kağan, "Biz tek Tanrı’nın varlığına, onun sayesinde yaşadığımıza ve onun emri ile öldüğümüze inanıyoruz." demişti. (Süleyman Kocabaş, Adil Türk İdaresi, s.15)

Türklerde Allah'ın birliği inancı "Kök Tengri" (Gök-Kainat Tanrısı) olarak isimlendirilmişti. Türklerin inançları ile İslam inancı arasındaki benzerlik sadece bununla sınırlı değildi. İslamiyet öncesi Türkler ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, kaza ve kadere inanırlar ve kurban keserlerdi. Zina ve eşcinsellik kesinlikle yasaktı ve hırsızlık ağır ceza ile cezalandırılırdı.(İ. Hami Danışmend, Türk Irkı Neden Müslüman Oldu, s.17)

Türklerin İslamiyeti kabul etmelerinde İslam öncesi Türklerin inançları ile İslamiyet arasındaki büyük benzerlikler önemli rol oynamıştır. Bu benzerlikleri kavradıkça İslamiyete her geçen gün yakınlık duyan Türkler, Emevi Valisi'nin Horasan'da İslamiyeti yaymak için cami ve medrese açmasına hiçbir tepki göstermemiştir. Bu yakınlaşma süreci Arap Müslümanlarla Türklerin ortak düşmanları olan Çinlilere karşı omuz omuza mücadele etmesiyle doruk noktasına ulaşmıştır.

Dünya Tarihinin Dönüm Noktası

Türklerin İslam dini ve Müslüman Araplarla tanışmasına vesile olan "Talas Savaşı"ndan Çin Ordusu karşısında zorlanan Müslümanların yardımına Türk süvarileri yetişmiştir. Savaşı izleyen Karluk beyinin emriyle savaş alanına giren Türk süvarileri karşısında neye uğradıklarını şaşıran Çinliler Talas Savaşı’nda yenilgiye uğramışlardır. Bu savaşın ardından İslamiyet Maveraünnehir’de kalıcı hale gelmiş ve Türkler de uzun zaman Çin tehlikesinden kurtulmuşlardır.

Bölgeye adım atan Müslüman Araplar, Türklerin yüksek ahlaklarını, idarecilik ve savaştaki üstün meziyetlerini yakından tanıma imkanı bulmuşlardır. Bu savaş sonucunda, Türklerin Müslüman Arapları, Arapların da Türkleri tanımasına neden olan "Talas Savaşı" dünya tarihi için bir dönüm noktası olmuştur.

Talas Savaşı’nın ardından kitleler halinde İslam dinine geçen Türkler, iddia edilenlerin aksine hiçbir zorlama ile karşılaşmamışlardır:

"Türkler, İslamiyeti samimi olarak, kendi istekleriyle, hiçbir zorlama ve dış baskı olmaksızın kitle halinde kabul edince, tarihlerinin yeni bir devresine ayak basmış oluyorlardı… " (Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, s.47)

13 Osmanlı harem ağalarını hadım ederdi, ayrıca tahta çıkan padişah ilk işi kendi öz kardeşlerini asardı, denilmektedir. Bunların İslamiyetle bağdaşır yanı var mı? Osmanlı, İslamiyetin sancaktarlığını yapmış ve bunu fetihlerle süslemiş ve ...

Bilindiği gibi, hadımlık veya bir diğer ifadeyle tavaşilik, doğuştan veya sonradan yapılmış bir ameliye yüzünden, erkeklik özelliğinin kaybedilmesi manasını ifade etmektedir. Hadım etme ameliyesinin nasıl yapıldığına dair ayrıntılı bilgilere sahip değiliz. Bir insanı, cinsî hayatından mahrum etmek demek olan hadımlık, İslâm hukukunda câiz görülmemiştir. Hadımlığa hisâ veya ihtisâ denilmektedir. Hatta bütün Osmanlı Şeyhülislamları hadımlığın câiz ve meşru bir fiil olamayacağına dair kesin fetvâlar vermişlerdir. İslâm Hukukunda erkeğin cinsel organının kesilerek hadım edilmesi tamamen yasaklandığı gibi, hayaları kesilerek veya tesirsiz hale getirilerek hadım edilme de yasaklanmıştır. Bu ikinciye ihtisâ denmektedir. Konuyla ilgili bir hadis-i şerifi buraya almak istiyoruz:

Ebû Hüreyre (ra), Hz. Peygamber (asm)’e çıkarak,

“Yâ Resûlellah! Yaşım çok genç, zinaya düşmekten korkuyorum. Evlenmek için gerekli maddi imkana da sâhip değilim. Müsâade ederseniz, husye bezlerimi aldırayım.”

Dört defa sorması karşısında sükûtla cevap veren Allah’ın Peygamberi (asm), sonuncuda biraz da kızgınlıkla,

“Ey Ebu Hüreyre! Senin kavuşacağın mukadderâtı yazan kalemin mürekkebi kurumuştur. Durum böyle olunca ister hadımlaş ve ister hadımlaşma, müsâvidir.”

Burada Ebu Hüreyre sadece muhayyer bırakılmamaktadır; belki azarlanmakta ve Allah’ın kaderini değiştirmeye yeltenmekle suçlanmaktadır 1.

İnsanları hadım etmenin İslâmiyet’te caiz olmamasının asıl delili ise, Kur’an’daki şu âyettir ve bütün Osmanlı Şeyhülislâmları hadımlığı yasaklayan fetvâlarını bu âyete dayanarak vermişlerdir:

“ (Şeytan devamla şöyle der): Onlara emirler vereceğim, ta ki, Allah’ın yarattığını değiştirmeye kalkışacaklar. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, açık ve büyük bir hüsrana maruz kalır.” 2.

Bu âyet-i kerîmeyi değerlendiren İslâm Hukukçuları, hadımlık konusunda şu görüşü açıklamışlardır:

İnsanın hadım edilmesi, haramdır; ancak bir menfaat ve maslahat için olursa insanlar dışındaki canlıların mesela atın ve öküzün hadım edilmeleri câiz olur 3. Hatta İslâm Hukukçuları ve Osmanlı Şeyhülislâmları, hadım fiilini teşvik edeceğinden dolayı, başkaları tarafından hadım edilmiş insanların istihdâmının dahi mekrûh olduğunu ifade etmişlerdir. Mekrûh ile haram arasındaki fark malumdur 4.

Bu konuda Osmanlı Şeyhülislâmı Dürrî-zâde Es-Seyyid Mehmed Ârif Efendi’nin verdiği fetva şudur:

“Habeş ve zenci tâifesinden Mısır ve havâlisinden celb olunan ricâl ve sıbyânın ba‘zılarının âlet-i tenâsüllerini kat‘ edüb mecbûb (erkeklik organı kesik) yahud hasy (hayaları hadım eylemek) etmek şer‘an câiz olur mu?

El-Cevâb: Harâmdır.

 ولامرنهم فليغيرن خلق الله ومن يتخذ الشيطان وليا من دون الله
فقد خسر خسرانا مبينا
nass-ı celîlinin mazmûnunda E’imme-i tefsir hisâ münderic olduğunu tasrih etmişlerdir. Şerh-i Kenz’de nakl edüb ol fi‘lin hürmetini Fetâvây-ı Feyziye’de ve gayrıda tasrîh etmişlerdir . Ol makûle umur-i şenî‘a (bu türlü çirkin işlere) tasaddi edenler, Şeytân-ı Aleyhillâ‘ne’nin emrine ittiba‘ edüb şeytanı veli ittihaz etmeleriyle âyetin va‘îdinde dâhiller olub ism-i azîm ile âsimler olurlar.”

“Bu sûretde bu makûle ricâl ve sıbyânın bazılarının ol tarikle katillerine ve bazılarının inkıtâ‘-ı nesillerine (ölümlerine veya nesillerinin kesilmesine) bâ‘is olan fi‘l-i muharremi i‘tibâr edenlere şer‘an ne lâzım gelür?
El-Cevâb: Ta‘zîr-i şedîd ve habs-i medîd ile zecr olunub ol emr-i münkerin def‘inde hükkâm (hâkimler) müsamaha ve iğmâz-ı ayn ederler ise âsimler olub azle müstahak olurlar.” 5

İslam hukukunun caiz görmemesine rağmen, başka eller tarafından hadım haline getirilen veya doğuştan hadım olan insanlarda, aynı zamanda bir takım ruhî bozukluklular ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple hadım erkekler, huysuz, çocuksu ve sinirli olmanın yanında basit, saf, zararsız, iki yüzlü insanlardır.

Osmanlı Devlet adamları, padişahlardan paşalara kadar, kendileri, insanları aslâ hadım etmemişlerdir. Ancak, hadım olarak Afrika’dan getirilen köleleri, evlerinde ve bu arada Harem’de istihdâm etmek üzere satın almışlar ve hizmetçi olarak kullanmışlardır. Bu da haram olmamakla beraber mekruh kabul edilmiştir.

Bu arada Hareme hadım hizmetçi alırken de İlm-i Simâ veya ilm-i kıyâfet denilen ve insanların fizikî özelliklerinden onların ruh hâletlerini ortaya çıkarmaya yarayan bazı özellikler arandığını, anlıyoruz:

“Geldik imdi hadım olarak istihdâm etmek için alacağın kulun nişanlarına... Gayet kara ve ekşi yüzlü ve yüzü buruş buruş olsun. Gövdesi zayıf, derisi kuru, saçı yufkacık, dişleri seyrek, sesi incecik ve baldırı ince olsun. Dudağı kalın, burnu yassı, parmakları kısacık, boyu büğrü ve boynu ince olsun. Bu dediğimi gibi olunca sarayda hadım olmaya yarar. Amma sarayda ak hadım olması gerekmez. Hele ki benzi kızıl olursa. Sonra gayet sakın sarışın hadımdan, çok çekin bu cinsten. Hele saçı yoluk, gözü sulanır, çapaklı ve yaşarır olursa. Derler ki, kendi sever avreti ya da başkasına sevdirmek için pezevenklik eder. Hâsılı bunun gibiden hayır gelmezmiş.” 6

Hayaları veya erkeklik uzuvları kesilen hadımların, tamamında olmasa bile bir kısmında, sonradan erkeklik uzvunun yeniden geliştiği ve hatta cinsi hayata hazır hale geldiği de araştırmaların ve tarihî olayların ortaya koyduğu bir gerçektir. Osmanlı devlet adamlarının bizzat hadım işini yapmadıklarını biraz sonra ayrıntılarıyla anlatacağız. Ancak bu konuda gerçek olan bir husus da Osmanlı Haremine hizmetçi olarak alınan hadımların erkeklik hayatının yeniden başlaması ve ortaya çıkması halinde, muhtemel fitnelerin hemen bertaraf edilmesi için şu tedbirlerin alınmış olmasıdır:

A) İslâm’ın hükümlerine uyularak, hadım olan hizmetçiler, Harem’in antresinin dışında serbest dolaştırılmamışlar ve asıl hareme ancak izinle ve ailenin nezareti altında alınmışlardır. Nitekim asıl haremin kapısının başında yazılı olan konuyla ilgili Kur’an âyetini daha evvel zikretmiştik. Bu konuyu teyid eden ve harem ağalarının hareme girmelerini yasaklayan bir yasak da IV. Mehmed’in tahta geçtiği yıllara rastlayan Kösem Sultân’a aittir. Şöyle ki:

“Ba‘del-yevm kendü halinize olasız. Gerek harem umuruna ve gerek taşra umuruna karışmayasız. Cümleniz âzâdsız kölesiz. Ancak harem kapısı önünde oturmaktan gayrı işiniz yoktur. Size tayin olunan harem kapısı önünde olan odalardır. Eğer harem kapısından içeri bir adım duhûlünüz tezkire irsâl eylediğiniz mesmû‘um olur ise, bilâ emân velâ te’hir katl olunursunuz. Eğer umûr-ı mühimme olub tarafımıza bildirmek iktizâ eder ise, bir tezkire ile Kethüdâ Kadına ifade edesiz. Ol dahi bize ifade eder.” 7

B) Batı ve Çin saraylarında meydana gelen ahlaksızlıklar hesaba katılarak, Osmanlı haremine alınan hadımların erkeklik organlarının tamamıyla kesilmiş olduğuna dikkat edilmiştir. Ayrıca alınan hadımların çirkin olmaları da dikkat edilen hususlar arasındadır.

C) İstisnâi olarak hareme alınan hadımlarda sonradan erkeklik organının oluşması halinde, bunların belli bir maaş bağlanarak hemen haremden çıkarıldıkları görülmektedir. II. Mahmud döneminde yaşanan bir olayı kısaca nakledelim. II. Mahmud’a şöyle bir takrir gönderilmiştir:

“Bab’üs-Sa‘adet’ül-Aliyye neferâtından Gebzeli İbrahim Ağa ve Geyveli Ali Ağa ve Rumelili Abdullah Ağa kullarına recüliyyet ârız olmaktan nâşi...”.

Bu takrire II. Mahmud’un cevabı ise şöyle olmuştur:

“Manzûrum olmuştur. Üç neferin beherine mahiye ellişer kuruş verilip mahalline masraf kayd oluna.” 8.

Burada önemle ifade edelim ki, bütün bu tedbirlerin yanında, elbette ki hem cariyelerden ve hem de hadım ağalarından tedbirlere rağmen bir kısım fitnelere sebep olanların çıkabileceğini, bu fitneleri şeytanın devamlı teşvik edeceğini ve hatta bazı çirkin olayların da olduğunu inkâr edemeyiz. Zira insan unsurunun bulunduğu ve hele de erkek ile kadının beraber olabileceği mekânlarda bu tür fitnelerin tamamen olmadığını iddia etmek de mümkün değildir. Ayrıca başta Dâr’üs-Sa‘âde Ağası olmak üzere, Osmanlı tarihi içinde bazı ağalarda hadım olma şartı aranmamış ve cariyelerle evlenmelerine ve odalık cariyelere sahip olmalarına müsaade edilmiştir. Mesela Baş Musâhib Rasim Ağa’nın odalıkları, Bâb’üs-Sa‘âde Ağası Hayrullah Ağa’nın da nikâhlı haremi vardır 9.

Osmanlı haremine alınan hadım erkek hizmetçiler (tavaşiler) iki gruba ayrılmaktaydı:

Birincisi; Ak Hadımlardır. İslâm hukukunda erkeklerin hadım edilmesi yasaklandığından dolayı, Osmanlı devletinin genişleme yıllarında, İstanbul’a çok sayıda Macarlardan, Almanlardan ve Slavlardan esir getiriliyordu. İlk ak hadımlar bunlar arasından temin ediliyordu. Daha sonraları Gürcü, Ermeni ve Çerkezlerden hadım olanlar satın alınarak temin edilmeye başlandı. Osmanlı hareminde istihdam edilen bu ak hadımlara "ak ağalar" adı verilmekteydi. III. Murad’ın 1582 tarihinde Bab’üs-Sa‘âde Ağalığını yani kızlar ağalığını zenci kızlar ağası Habeşi Mehmed Ağa’ya tesilm edişine kadar, kızlar ağası ak ağalardan seçilirdi. Akağaların en önemli görevi, Padişahın mâbeyn dâireleri ile harem dairesini korumak ve gerekli hizmetleri görmekti. Dış göreve atandıklarında vezâret payesi verilir ve genellikle Mısır Valiliğine gönderilirlerdi 10.

İkincisi; Siyah hadımlardır. Hem fitneye daha çok yol açma ihtimali, hem teminindeki güçlük ve hem de hadım edilmelerinin zorluğu ve dayanıksız olmaları sebebiyle, özellikle III. Murad zamanında Osmanlı Hareminde ak hadımların yerini zenci olan siyah hadımlar alınmaya başlandı. Bunun üzerine esir tüccarları, Mısır, Habeşistan ve Orta Afrika’ya kadar giderler, türlü yollarla elde ettikleri zenci çocuklarını hadım ettirdikten sonra başta Mısır ve İstanbul olmak üzere Akdeniz limanlarında satarlardı.

Bu yollarla Harem’e alınan zenci hadımlardan bir ocak kuruldu ve adına da "ağalar ocağı" dendi. Ağalar ocağına alınan zenci çocukları, kendilerinden daha büyük hadım ağalarınca yetiştirilirdi. Bunlara Türkçe öğretilir ve güzel isimler takılırdı. Sarayın ve haremin âdâbı hem nazarî ve tatbiki olarak öğretilirdi. Enderun okulunda olduğu gibi, harem de bir okuldu. Belli bir yaşa kadar eğitilen ve eğitimlerini tamamlayan hadımlar, daha sonra Haremdeki hizmetlere tevzi edilirlerdi 11.

Haremin Medhalinde görev yapan hadımağaları veya bir diğer adla harem ağalarının sayıları, Fâtih zamanında 20’yi, 1517 tarihinde 40’ı, 1537 tarihinde 20’yi ve nihâyet 100’ü geçmemesine rağmen, Batılı kaynaklar, bu sayıyı 500, 600 ve hatta 800 olarak ifade etmişler ve karalamak istemişlerdir.12. Bu hususta Batılı yazar ve seyyâhların verdikleri rakamlar ise, tamamen hayale ve özellikle Müslüman bir devlet olan Osmanlı Devleti’ni karalamaya yöneliktir.

Kaynaklar:

1. Bkz. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte, İstanbul 1995, II, sh. 210-211; Bu hadis, Buhari tarafından naklolunmuştur.
2. Kur’an, Nisâ, Âyet, 119
3. Haskefî, Dürr’ül-Müntekâ Şerh’ül-Mültekâ, II, 553 (Damad Şerhi kenarında); Damad, Mecma’ül-Enhür, II, sh. 553;
4. Haskefî, Dürr’ül-Müntekâ Şerh’ül-Mültekâ, II, 553 (Damad Şerhi kenarında); Damad, Mecma’ül-Enhür, II, sh. 553;
5. Dürrî-zâde Es-Seyyid Mehmed Ârif Efendi, Netîcet’ül-Fetâvâ, Dersa‘âdet 1226, sh. 580-581
6. Keykavus, Kâbûs-nâme (Tercüme, Mercimek Ahmed, Sadeleştirme, Atilla Özkırımlı, c. I, İstanbul, 1001 Temel Eser, sh. 222.
7. Derviş Abdullah, Risâle-i Teberdâriyye Fi Ahvâl-i Ağay-ı Dârüs-Sa‘âde, Köprülü Kütp. No: 233, Vrk. 59
8. Uluçay, Harem II, sh. 128-131; Lebib Muammer, Harem ve İç Yüzü, Tarih Dünyası, İstanbul 1950, sh. 67; Önemle ifade edelim ki, hem bu yazar ve hem de bu konuyla ilgili bazı kalem oynatanlar, hadım erkeklerin Çin ve Avrupa saraylarında işledikleri rezaletleri zikrederek ve bu olanları Osmanlı Haremine de tatbik ederek, kendilerine göre harem’in İslâmî yüzünü kirletmek istemişlerdir. Bkz. Osman Nuri, Abdülhamid-i Sânî ve Devr-i Saltanatı, İstanbul 1326’da zikredilen olaylar ise, kitabımızın başında aynı kitabdan Sultân Abdülhamid ile alakalı yaptığımız iktibaslardan anlaşılacağı üzere çoğunluğu iftira olan yalan yanlış tasvirlerdir. Halbuki Lebib Mu’ammer, aynı makalesinin sonuna doğru şu tesbitleri yapmadan geçememiştir: “Köprülü Kütüphânesinde bulunan yazma bir eser (bir sonraki dipnotta zikr edeceğimiz eseri kasdetmektedir), zenci hadım ağalarına hücum ederek bunlardan çoğunun hakikatte hadım olmadıklarını ve Harem’de bir çok rezâletlere sebep olduklarını kaleme almaktadır. Bu eserin çok tarafgirâne yazılmış olduğuna şüphe yoktur.“, sh. 69.
9. Bkz. Derviş Abdullah, Risâle-i Teberdâriyye Fî Ahvâl-i Ağay-ı Dârüs-Sa‘âde, Köprülü Kütüphânesi, Kısım II, No: 233, Vrk. 91; Leyla Saz, Saray ve Harem Hatıraları, Yeni Tarih Dergisi, II, İstanbul 1958, sh. 430 vd.; Ünüvar, Saray Hâtıralarım, sh.78; Penzer, The Harem, 140-149
10. Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, sh. 172 vd.; Uluçay, Harem II, sh. 127 vd.; Penzer, The Harem, 118; Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, sh. 10-11
11. Uluçay, Harem II, sh. 118,119; Penzer, The Harem, 139 vd.
12. Uluçay, Harem II, sh. 119; Miller, B., Beyond The Sublime Porte, Yale 1931, sh. 91 vd.

(Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, İSLÂM HUKUKUNDA KÖLELİK-CÂRİYELİK MÜESSESESİ VE OSMANLI’DA HAREM, OSMANLI ARAŞTIRMALARI VAKFI)

Osmanlıda kardeş katli konusunda bilgi almak için tıklayınız:

Osmanlı neden çocuklarını ve kardeşlerini öldürtmüştür? Fatih ve kardeş katli konusunda detaylı bilgi verir misiniz?..

14 Müceddid kimdir, her asırda bir müceddid gelmiş midir?

Cenab-ı Allah, insanlara doğru yolu göstermek için ihtiyaç nispetinde onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerin sonuncusu Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir.

"Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. O, ancak Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur."(1).

Diğer ümmetlerde olduğu gibi Peygamberimizin ümmeti arasında da zamanla bid'at ve hurafeler baş gösterebilir ve bunun neticesinde müslümanlar dinden ve peygamberimizin sünnetinden uzaklaşmakla karşı karşıya gelebilirler. Ayrıca her gün değişen hayat şartları ve ilerleyen teknikle birlikte birtakım yeni meseleler ortaya çıkar ve bunlara dinî açıdan bir hüküm verme ihtiyacı doğar.

Toplum içinde çıkan bid'atlere karşı koyacak, dine yapılan saldırılar karşısında dini savunacak, yeni meselelere bir çözüm bulabilecek ve müslümanlara yeniden dinlerini öğretip onları yönlendirecek şahsiyetlere de bu ölçüde ihtiyaç hissedilir ki, peygamberlik müessesesi sona erdiğinden ve bundan sonra artık peygamber gelmeyeceğinden bu görev Peygamberimizin ümmetinden çıkan âlimlere düşmektedir. Bu âlimlere dinî literatürde "müceddid" denilmektedir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir."(2).

Bir çok İslâm alimi diyor ki hadiste yer alan (men yüceddidü) sözünden maksat bir zatdır. Ve Allah'û Teâlâ her yüz sene başında salih ve alim bir kimseyi müslümanların dinini tazelemek için gönderir. İlk yüz senenin müceddidi, Ömer İbni Abdilaziz, ikinci yüz seneninki İmamı Şafiî üçüncü yüz seneninki Ebul Hasen el Eşarî, dördüncü yüz seneninki Ebû Hamid el-İsfiraini, beşinci yüz seneninki İmamı Gazalî'dir.(3)

Bazı alimlere göre de hadiste geçen (men yüceddidü) sözünden maksat bir zat değil, bir cemaat bir kadrodur. Zira (men) kelimesi mevsuledir. Mufret için geldiği gibi tesniye ve cemi için de gelir.

Buna göre hadisin mânâsı şöyle olur:

"Şüphesiz Allah Teâlâ her yüz sene başında bu ümmetin dinini tazeleyen alim ve yetiştirici bir kadro bir cemaat gönderir."(4).

İkinci izah akla ve mantığa daha yatkındır. Buna göre her zamanda İslâm âleminin çeşitli ülkelerinde bulunan alim ve Müslüman yazarların yazdıkları eser ve gösterdikleri müsbet hareketleri ile tecdid hareketlerinde payları vardır. Ve her birisi tecdid hareketinin birer üyesi ve her birisinin onda birer hissesi vardır.

Hadisin bazı rivayetlerinde, gönderilecek müceddidin, Rasulûllah'ın temiz sülalesinden olacağı bildirilmiştir. Ayrıca gelecek müceddidin bir değil birkaç olacağını söyleyenler de vardır.

İmam Suyutî tecdid hadisesi hakkında bir eser yazmış ve gelip geçen müceddidleri gösteren manzum cedveller nakletmiştir. Son cedvele göre o zamana kadar gelip geçen müceddidler şunlardır: Ömer b. Abdulaziz, İmam Şâfiî, İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'arî, Ahmed İsferanî, İmam Gazalî, Fahruddîn Razî, Takyuddin b. Dakîki'l-Iyd ve İmam Bulkînî (Bulukkînî)

Bunların bazıları hakkında ihtilaf vardır. İmam Suyutî dokuzuncusunun kendisi olmasını ümit ediyor. Dinde reform yapmak isteyenler. müceddidle ilgili bu hadisin kapsamına girmez. Nitekim gelmiş geçmiş bunca ulema içinden bir tanesi bile bu hadisi dinde reform manasına almamıştır.

Müceddid ile müteceddidi birbirine karıştırmamak gerekir. Zira aralarında büyük fark vardır.

Müteceddid, yenilik taraftarı olan, İslam ile câhiliyye (bugünkü anlamıyla pozitivizm, materyalizm)'nin uzlaştırılmasından yeni bir sentez ortaya çıkaran ve ümmeti cahiliyye rengine boyayan kimsedir. Bunların gayesi dini tecdid değil onu yeniye uydurmadır.

Müceddid ise; İslâm'ı cahiliyyenin bütün unsurlarından temizleyen sonra da mümkün olduğu kadar onu katışıksız olarak, olduğu gibi hayata iade eden demektir. Müceddid, cahiliyye ile anlaşmak ve uzlaşmaktan uzak olur ve her ne kadar önemsiz olursa olsun cahiliyyenin hiç bir izinin İslâm'ın herhangi bir kısmına yerleşmesine sabredemez.

Müceddid ile peygamber arasında fark vardır. Peygamber; Allah tarafından açıkça emir almıştır. Kendisine vahiy gelir, peygamberlik davasıyla işe başlar ve insanları kendisine davet eder; îman veya küfür onun davasını kabul etmeye veya etmemeye bağlıdır.

Müceddid böyle değildir. O, Allah, tarafından memur olsa bile teşriî olmayan, bir din ve düzen getirmekle ilgisi bulunmayan bir emirle memûr olabilir. Çok defa kendisi müceddid olduğunu fark etmez, ancak kendisi vefat ettikten sonra fark edilir.

Müceddid de bulunması zarurî olan vasıflar şunlardır:

Berrak bir zihin, keskin bir görüş, dosdoğru bir düşünüş, ifratla tefrit arasındaki orta yolu bulma ve buna riayet etmeye ait nadir kudret, asırlar boyu yerleşip kökleşmiş kanaatlerin ve yeni durumların tesiri altında kalmaktan sıyrılmış tefekkür gücü, doğru yoldan sapıtmış olan zamanının gidişi ile mücadele cesareti, yeniden kurmak ve ictihad etmek için gerekli olan ve Allah tarafından bağışlanmış bulunan liderlik ve önderlik kabiliyeti...

Ayrıca müceddidin İslâm esaslarını gönlünün derinliklerinden kabul etmiş ve kendi görüş, anlayış ve düyuşu içinde gerçekten inanmış olması, en küçük işlerde bile İslâm ile câhiliyyetin farkını bilmesi, asırların topladığı çıkmazlar yığını altından hakkı, gerçeği gün yüzüne çıkarması gereklidir.

Buna göre her zamanda İslâm âleminin çeşitli ülkelerinde bulunan alim ve müslüman yazarların yazdıkları eser ve gösterdikleri müsbet hareketleri ile tecdid hareketlerinde payları vardır. Ve her birisi tecdid hareketinin birer üyesi ve her birisinin onda birer hissesi vardır. Demek bu zamanın müceddidi İslâm âleminde fikir ve eserleri ile İslâm'a hizmet verip topluma iman nuru zerk etmiş ve eden salih ve alimlerin heyeti mecmuasıdır.

Tarihte İslâm'a hizmet edenler şüphesiz çok olmuştur ve olmaktadır. Ama onları tecdid ve mehdilik makamına getirme yetkisi Allah'ındır. Cemiyet ve cemaatın yetkisi dışındadır.

Dipnotlar:

1. el-Ahzâb, 33/10
2. Ebu Davud, Melahim, 1.
3. Avnu'l- Mabud 4/181. Keşfül Hafa, 1/243.
4. Keşfül Hafa, 1/243; Avnu'l-Mabud 4/180-181.

(bk. Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar, II, 254)

15 Hz.Osman'ın (ra) Peygamberimiz'in (asm) iki kızıyla evlenip "Zinnureyn" olarak adlandırılması nasıl olmuştur?

Bu konuda İslam tarihi kitaplarındaki rivayetler şunlardır:

Rasûlullah (asm)’ın kızı Ümmü Gülsüm, Uteybe b. Ebu Leheb ile evlendi. Rukiye isimli kızı da Ebu Leheb’in diğer oğlu Utbe’deydi. Hz. Peygamber (asm)’e peygamberlik verilip Tebbet suresi inince Ebu Leheb iki oğluna,

“Eğer siz Muhammed’in kızlarını boşamazsanız yanınızda durmak bana haram olsun.” dedi. Harb b. Ümeyye’nin kızı olan anneleri de,

“Muhammed’in iki kızını da boşayınız. Çünkü onlar babaları gibi sapıtmışlardır.” dedi. Onlar da Hz. Peygamber (asm) kızlarını boşadı. Uteybe, Ümmü Gülsüm’ü boşadığı zaman Rasûlullah’a,

“Ben senin dinini inkar ettim ve senin kızını boşadım. Artık ne sen bana gel, ne de ben sana geleyim.”

dedikten sonra Hz. Peygamber (asm)’e saldırdı ve gömleğini yırttı. O sırada Uteybe ticaret için Şam tarafına gitmek üzereydi. Hz. Peygamber (asm) onun yüzüne bakarak,

“Allah’tan, köpeğini sana musallat etmesini dilerim.”

diye beddua etti. Bundan sonra Uteybe Kureyşli tüccarlar ile yola çıkarak Zerka’ denilen bir yere vardılar. Oraya vardıklarında bir arslan onların etrafında dolaşmaya başladı. Uteybe feryad ederek,

“Vallahi Muhammed’in bedduası yüzünden bu arslan beni parçalayacak. İbn Ebî Kebşe (Muhammed) Mekke’dedir amma, benim katilim odur.”

dedi. Arslan onların etrafında bir kaç kere dolaştıktan sonra kayboldu. Onlar da Uteybe’yi aralarına alarak yattılar. Arslan tekrar dönüp aralarından geçerek Uteybe’nin yanına vardı ve pençeleriye onun başını ezdi.

Hz. Osman (ra) önce Rukiye’yi nikahladı. Onun ölümünden sonra da Ümmü Gülsüm’ü aldı.

...

Hz. Osman (ra), hanımı Rukayye ağır hasta olduğu için, Resulullah (asm)'in izniyle Bedir savaşından geri kalmıştı. Rukayye ordu Bedir'de bulunduğu esnada vefat etmiş, Müslümanların zaferinin müjdesi Medine'ye ulaştığı gün toprağa verilmişti. Fiili olarak Bedir'de bulunmamış olmakla birlikte Resulullah (asm) onu Bedir'e katılanlardan saymış ve ganimetten ona da pay ayırmıştı (Üsdül-Gâbe, III, 586; Suyutî, a.g.e., 165; H.İ.Hasan, Tarihu'l-İslâm, I, 256).

Hz. Osman (ra) Bedir savaşı hariç, müşriklerle ve İslâm düşmanlarıyla yapılan bütün savaşlara katılmıştır.

Rukayye'nin vefat edişinden sonra Resulullah (s.a.s), Hz. Osman'ı diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi. Hicretin dokuzuncu yılında Ümmü Gülsüm vefat ettiğinde Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştu: "Eğer kırk tane kızım olsaydı birbiri peşinden hiç bir tane kalmayana kadar onları Osman'la evlendirirdim" ve yine Hz. Osman'a "Üçüncü bir kızım olsaydı muhakkak ki seninle evlendirirdim" demişti (Üsdül-Gâbe, aynı yer).

Resulullah (s.a.s)'in iki kızıyla evlenmiş olduğu için iki nûr sahibi anlamında, "Zi'n-Nureyn" lakabıyla anılır olmuştur. Zatü'r-Rika ve Gatafan seferlerinde Resulullah (s.a.s), onu Medine'de yerine vekil bırakmıştır (Suyuti, a.g.e., 165).

...

Resûl-i Ekrem Efendimize (asm) peygamberlik vazifesi verilmeden önce dünyaya gelen Hz. Hafsa, daha önce Huneys b. Huza-fe'yle (r.a.) evlenmişti. Huneys vefat edince Hz. Hafsa dul kalmıştı.

Hz. Ömer (ra), kızını evvelâ münasip bir dille Hz. Osman (ra)'a, on­dan müsbet cevap alamayınca da Hz. Ebû Bekir (ra)'e vermek is­temişti. Ancak o da bu isteğine müsbet veya menfî hiçbir ce­vap vermemişti.

Bu durum karşısında üzülen Hz. Ömer (ra), Resûl-i Ekrem Efen­dimize (asm) başvurarak olup bitenleri anlattı. Hz. Ömer'in gönülden arzusunu farkeden Peygamber Efendimiz, kendisini daha fazla üzüntü içinde bırakmak istemedi ve,

"Ben, sana Osman'dan daha hayırlı bir damat, Osman'a da senden hayırlı bir kayınpe­der söyleyeyim mi?"

diye sordu. Hz. Ömer,

"Söyleyin yâ Resûlallah" deyince, Resûl-i Ekrem,

"Sen, kızın Hafsa'yı ba­na nikâhlarsın; ben de kızım Ümmü Gülsüm'ü Osman'a nikâh­larım!"

buyurdu. Hz. Ömer (ra)'i bu teklif fazlasıyla sevindirdi ve derhâl kabul et­ti. Böylece, Peygamber Efendimiz (asm), Hz. Hafsa'yı Ezvac-ı Tâhirat arasına alırken, kızı Hz. Ümmü Gülsüm'ü de Hz. Osman'a nikahladı. Hz. Osman, daha önce de, Peygamberimizin vefat eden kızı Hz. Rukiyye île evliydi. Hz. Ümmü Gülsüm'le evle­nince kendisine "Zinnureyn [İki Nur Sahibi] lâkabı verildi.

(İbn-i Sa'd, Tabakat, VIII / 81-83)

16 Dört Halife seçiminin ayrıntıları ve Hz. Ali'nin halife seçimindeki görüşleri nelerdir?

   Hz. Ali (r.a.)'in Hilafet Hakkındaki Görüşü  

   Hz. Peygamber (s.a.s.). vefat edince, Müslümanlar kendilerini idâre etmek üzere Hz. Ebû Bekir (r.a)'i Devlet Başkanlığına getirdiler.  

   Bilindiği gibi, Hz.Peygamber (s.a.s.), iki görevi birden üstlenmişti: Birisi, Allah'tan gelen vahyi, yâni ilâhi emirleri insanlara tebliğ etmek; ikincisi, bu vahiy hükümlerine göre, başkanı bulunduğu devleti yönetmekti.

   Onun vefatıyla sadece vahiy değil, peygamberlik de son buldu. Artık peygamber gelmeyecek, inanan insanlar, Son Peygamber (s.a.s.) vasıtasıyla gelen Kur'an'la ve bu Son Peygamber'in Sünnetiyle kendi yaşamlarına yön verecek, düzenlerini kuracaklardır.

   Hz.Peygamber (s.a.s.)'in vefatıyla, kanun değil, kanunun tatbikçisi olan Hz. Muhammed (s.a.s.). Müslümanlar arasından ayrılmıştır. Dolayısıyla, onun ölümünden sonra, Müslümanlar yeni kaynaklara değil; zaten mevcut olan kaynakları tatbik edecek bir insana, bir idâreciye muhtaçtılar. Yâni vakıa, kanun boşluğu veya yokluğu değil, lider yokluğuydu; bu lideri bulmak lazımdı ki, bu ihtiyacı da, başlarına "Halife dediğimiz devlet başkanlarını getirerek giderdiler.

Halife Seçimi

   Hz. Peygamber (s.a.s.). kendi vefatından sonra, Müslümanları yönetmek üzere, sarahaten bir halife seçmek istemediğinden -çünkü buna yeteri kadar vakti vardı- halife seçim işi Müslümanların inisiyatiflerine bırakılmış; onlar da, Peygamberlerinin vefatından sonra, kendilerini yönetmek üzere Hz. Ebû Bekir (r.a)'i seçip biat' etmişlerdir.

   Hz. Ebû Bekir (r.a)'a biat etmiş olmasına rağmen, daha sonraki senelerde, bazı grubular Hz. Ali (r.a)'i ona karşı göstermek istemişler ve maalesef bu şekilde başlatılan ihtilâf asırlarca sürmüş, binlerce Müslümanın ölümüyle neticelenen savaşlara sebebiyet vermiştir. Halbuki bunlar, dava arkadaşı, cihâd ve siper ortaklarıydılar. Bunlar, hayatlarını Allah'a hizmette yarıştırmış olan insanlardı.

   İşte, bu konuyu en güzel bir şekilde tahlil ettiğine inandığımız, Hz. Ali (r.a)'in bir konuşmasıyla açıklamak istiyoruz.

   Hz.Osman (r.a)'in şehid edilmesiyle başlayan ve İslâm tarihinde "el fitnet'ül kübrâ" (en büyük fitne) diye adlandırılan hareketten sonra, halife seçilmiş olup, hilâfetini tanımayanlarla savaşmak üzere Basra'ya gitmiş olan Hz. Ali (ra)’ye, Ibnu'l Kevva' ve Kays b. Ibâd, Basra'ya gidişinin sebebini sorup söyle dediler:

   "Müslümanların karşı karşıya gelip birbirlerini öldürecekleri bu gelişin, Resulullah (s.a.s.)'in sana olan bir ahdi veya emriyle midir?" Hz. Ali (r.a.) şu cevabı verdi:

   "Bu konuda Resulullah (s.a.s.)'in bana bir ahdi olup olmadığını soruyorsunuz. Bana verilmiş böyle bir ahid yoktur. Vallahi ona ilk inanan ben olduğum gibi, ona ilk defa yalan isnâd eden ben olmayacağım. Şayet bu konuda Resulullah (s.a.s.)'in bana bir ahdi olsaydı, Ebû Bekir (ra) ve Ömer (ra)'in onun minberine çıkmalarına müsaade etmezdim, elimle onlarla savaşırdım [Resulullah (s.a.s.)'in emri olduğu için]. Fakat Resulullah (s.a.s.) ne öldürüldü ne de aniden öldü. Hastalığı birkaç gün ve gece devam etti.

   "Müezzin ona namaz vaktini bildirmek içín geldiğinde, O Müslümanlara namaz kıldırtmak için Ebû Bekir (ra)'e emrederdi. Kaldı ki, benim orada olduğumu da görüyordu. Hanımlarından birisi (1) Hz. Peygamber (s.a.s.)'e, bu görevi Ebû Bekir'den almasını söyleyince kızdı ve"

'Siz kadınlar Hz. Yusuf'un başını derde sokanlarsınız, Ebû Bekir'i geçirin Müslümanlara namazı kıldırsın!'

dedi. Allah, Peygamberinin ruhunu alınca, işimize baktık ve Resulullah (s.a.s.)'in dinimiz için lâyık gördüğünü dünyamız için seçtik. Namaz, Islâm'in aslıdır; o dinin emri, dinin direğidir. Biz (bunun için) Ebû Bekir (ra)'e biat ettik ve o bu işin ehliydi. İçimizden iki kişi dahi ona muhalefet etmedi. Ebû Bekir'e hakkını edâ ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri için de cihad ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim."

   "Ölünce, yerine Ömer (ra) geldi ve arkadaşının (yâni Ebû Bekir'in) yolunu takip etti, onun gibi hareket etti. Böylece Ömer'e biat ettik ve içimizden iki kişi dahi ona muhalefet etmedi. Hiç birimiz de başkasını ona tercih etmedik. Ömer'e hakkını edâ ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihad ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim."

   "Ölünce Hz. Peygamber (s.a.s.)'e olan akrabalığımı, Islâm'da önceliğimi ve selefiyetimi ve bu işe liyâkatimi düşünerek bu konuda başkasının bana tercih edilmeyeceğini sandım. Öldükten sonra, onun yüzünden halifenin bir günah islememesi ve kendini mesuliyetten kurtarmak için Ömer (ra) hilâfeti çocuğuna yasakladı ve yeni halifeyi seçmek üzere altı kişilik bir heyet seçti ki ben onlardan biriyim. O isteseydi oğlunu seçebilirdi; yapmadı. Heyet toplanınca, kimsenin bana tercih edilmeyeceğini sandım. Abdurrahman b. Avf, kimi halife tayin ederse(2) ona kesinlikle itaat edileceğine dair bizden söz aldıktan sonra, Osman b. Affan'ın elini tutarak, eline vurdu ve biat etti. Ben de işime baktım. Ona itaatim ise, biatimden önce oldu. Böylece Osman'a biat ettik. Ona hakkını edâ ettim ve itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihâd ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim."

   "Vurulunca, kendi işime baktım. Resulullah (s.a.s.)'in iki halifesi gitmiş, birisi de vurulmuştu. Haremeyn'deki (Mekke ve Medine'deki) ve iki bölgedeki Müslümanlar bana biat ettiler. Bunun üzerine birisi ortaya atıldı ki, dengim değil; ne Resulullah (s.a.s.)'e olan akrabalığı benimki kadar yakın, ne ilmi benim ilmime denk ve ne de Islâm'daki önceliği benimki gibi eskiydi. Dolayısıyla ben bu işe ondan (yâni Muaviye'den) daha lâyıktım!"(3)

   Değerlendirme: 

   1. Hz. Peygamber (s.a.s.)., hilâfet konusunda kesin bir tavır takınmamış, kimseyi halife seçmemiştir. Nitekim Hz. Ali'nin yukarıda buyurduğu gibi, o bu konuda bir emir vermiş olsaydı, onun emri kanun olduğundan, mutlaka yerine getirilirdi.

   2. Namaz Islâm'ın aslıdır. Asılsız, yâni temelsiz hiç bir şey düşünülemediği gibi, namazsız bir Islâm tasavvur edilemez. Hz. Ali (r.a.) bunu delil kabul ederek, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in namaz için seçtiği imâmı, yâni devlet başkanı olarak kabul ediyor.

   3. Hz. Ali, kendinden önce biat ettiği halifelere kesin bir itaatle bağlıdır.

   4. Hz. Ali (ra), Hz. Muaviye (ra)'den de kendisine aynı şekilde itaat istiyor ve hilâfete kendisinin lâyık olduğunu söylüyor.

   5. Asırlardır Müslümanlara kabul ettirilmeye çalışıldığı gibi, Hulefayı Raşidin birbirine düşman değillerdir. Öyle olsaydı, yâni Hz. Ali, Hz. Ömer'i sevmeseydi ona kızı Ümmü Gülsüm'ü verir miydi? Allah'in aslanı olan Hz. Ali'nin korkudan "takiyye" yapıp kızını Hz. Ömer’e verdiğini düşünmek en azından haksızlık olur.

   6. O örnek halifelerin bir tek endişesi vardı: Islâm'ı gereği gibi yaşamak ve yaşatmaya çalışmaktı!

   Dipnotlar:

   (1) Hz. Ebû Bekir'in kizi Hz. Aişe.
   (2) Abdurrahman b. Avf adayliktan çekildigi için, ona halifeyi seçme yetkisini sura vermisti,
   (3) Suyûti, Tarihu'l-Hulefâ, el-Kahire, 1964, s. 177-178.

   (bk. Prof. İhsan Süreyya SIRMA, Tarih Şuuru)  

  Sorunuzun ilk kısımının cevabı ve ilave bilgiler için tıklayınız:

    - Dört halifenin sırasıyla halife olmalarına işaret eden hususlar...

   Hz. Ebu Bekir'in halife seçilmesi nasıl olmuştur?

   - Hz. Ömer hakkında bilgi verir misiniz? Hz. Ömer içtihadlarında hata yapmış mıdır?

   Hz. Osman'nın halife seçilmesinde sahabeler adaletsiz davranmışlar mıdır?

17 Hz. Vahşi Müslüman olduktan sonra Peygamber Efendimiz'in ona "Ancak gözüme gözükme." dediği rivayet ediliyor. Bu rivayet sahih midir?

Bu rivayet sahihtir. Peygamberimiz (asm)'in, vahşinin kendisine görünmesini istememesinin sebebi, elinde olmadan beşer icabı olarak etkilenmesi ve üzülmesidir.

Vahşî, Hz. Hamza’nın Bedir savaşında öldürdüğü Tuayme’nin kardeşinin oğlu olan Cübeyr bin Mutim’in kölesi idi. Habeşli olduğu için, el ile ok ve mızrak atmakta usta idi. Uhud savaşında, Cübeyr buna demişti ki:

- Hamza’yı öldürürsen seni azat ederim!

Daha o zamanlar Müslüman olmakla şereflenmemiş olan Ebu Süfyan’ın hanımı Hind de babasının ve amcasının intikamı için, Vahşî’ye mükâfat vâd etmişti.

Vahşî, Uhud’da taş arkasına pusuya girip, yalnız Hz. Hamza’yı gözetirdi. Hz. Hamza sekiz kâfiri öldürüp, saldırırken, Vahşî mızrağını atarak, onu şehit etti. Sonra, gidip durumu Hind’e haber verdi. Hind sevinip üzerindeki zinetlerin hepsini Vahşî’ye verdi. Daha da vereceğini söyledi.

Uhud savaşında Peygamberimiz (asm) birkaç kâfire bedduâ etmişti. “Vahşî’ye niçin lanet etmiyorsun?” dediklerinde, buyurdu ki:

- Miracda, Hamza ile Vahşî’yi kolkola, birlikte cennete girerlerken görmüştüm!

Hicretin sekizinci yılında, Mekke fethedildiği gün, Vahşî, Mekke’den kaçtı. Bir zaman uzak yerlerde kaldı. Sonra pişman olup, Medine’de mescide gelip, selam verdi. Resulullah Efendimiz selamını aldı. Vahşî dedi ki:

- Ya Resulallah! Bir kimse Allah'a ve Resulüne düşmanlık yapsa, en kötü, en çirkin günah işlese, sonra pişman olup temiz iman etse, Resulullahı canından çok seven biri olarak, huzuruna gelse, bunun cezası nedir?

Resulullah Efendimiz buyurdu ki:

- İman eden, pişman olan affolur. Bizim kardeşimiz olur.

- Ya Resulallah! Ben iman ettim. Pişman oldum. Allah Teâlâ'yı ve Onun Resulünü her şeyden çok seviyorum. Ben Vahşî’yim.

Resulullah Efendimiz, Vahşî adını işitince, Hz. Hamza’nın şehit edilmiş hâli gözünün önüne geldi. Gözleri yaşlandı.

Vahşî, öldürüleceğini anlayarak kapıya yürüdü. Eshab-ı kiram kılıçlarına sarılmış, işaret bekliyordu. Vahşî, “Son nefesimi alıyorum!..” derken, Cebrail aleyhisselam geldi. Allah Teâlâ buyurdu ki:

- Ey Sevgili Peygamberim! Bütün ömrünü puta tapmakla, kullarımı bana düşman etmeye uğraşmakla geçiren bir kâfir, bir kelime-i tevhid okuyunca, ben onu affediyorum. Sen, amcanı öldürdü diye Vahşî’yi niçin affetmiyorsun? O pişman oldu. Şimdi sana inandı. Ben affettim. Sen de affet!..

Herkes, "Öldürün!" emrini beklerken, Resulullah Efendimiz buyurdu ki:

- Kardeşinizi çağırınız!..

"Kardeş" sözünü işitince, saygı ile çağırdılar. Peygamber Efendimiz Vahşî’ye, “affolunduğunu” müjdeleyerek buyurdu ki:

- Fakat, seni görünce dayanamıyorum, elimde olmadan üzülüyorum.

Hz. Vahşî, Resulullahı üzmemek için, bir daha yanına gelmedi. Mahcup, başı önünde yaşadı. Aynı mızrak ve okla peygamberlik iddiasında bulunan Yalancı Müseyleme’yi öldürdü ve büyük hizmet etti. Hz. Osman zamanında vefat etti.

18 Varaka bin Nevfel Peygamberimizin peygamberliğini tasdik ettiği halde, neden ilk iman edenler arasında sayılmamaktadır?

Varaka bin Nevfel bir alim idi. O Peygamberimizi (asm) görmeden ve tanımadan evvel de iman etmiş bir arif idi. Fakat İslam'ın ilk yayılışına ve Rasulullah Efendimizin (asm) davasını ilk tebliğine yetişemedi. Peygamberimizin (asm) İslamı tebliğe başlamasından önce vefat ettiği için, ilk Müslümanlardan sayılmamıştır. Bunu kendi ifadelerinde görmek mümkündür.

" Yine Hz. Hatice (ra) bir gün bir rüya görmüştü. Rüyasında, "güneşin gökyüzünden inerek kendi evine girdiğini ve ışığının evinden çıkıp bütün Mekke ahalisinin evlerini aydınlattığını, görmüştü." Gördüğü bu rüyayı amcaoğlu Varaka bin Nevfel'e anlattığında Varaka:

"Bu anlattığın rüya, yakında bir peygamberin zuhur edeceğine ve senin de o peygamberin zevcesi olacağına işarettir." demişti.

Bütün bu yaşadıkları, Hatice'yi karışık duygulara itmişti. Her zaman ilminden ve öngörüsünden istifade ettiği amcasınınoğlu Varaka bin Nevfel'e gitti. Önce bütün yaşadıklarını, sonra da kervanın durumu ve Hz. Muhammed hakkındaki bütün bilgileri anlattı ve ondan kendisini aydınlatmasını istedi. Varaka bin Nevfel:

"Ey Hatice! Eğer bu söylediklerin doğru ise, Muhammed'in âhir zaman peygamberi olacağından hiç şüphe yoktur. Ben, zaten bu ümmet içerisinden bir peygamber çıkacağını seziyor ve bekliyordum. Bu zaman, onun zuhur etme zamanıdır."
(İslam Tarihi, Osmanlı Yayınevi, 2/167)

Kâinatın Efendisi (asm) evine gelir, Hatice validemiz karşılar. Ancak bu gelişi diğer gelişlerinden farklıdır. Hatice çok farklı şeylerin olduğunu anlar. Ne olduğunu sorar; ancak cevap alamaz. Kâinatın Efendisi (asm) başından geçenleri anlatacak durumda değildir. Hemen istirahata çekilir, biraz dinlendikten sonra, başından geçenleri Hatice'ye anlatır.

"Kendimden korkuyorum." der. Kâinatın Efendisi'ni dinleyen Hatice ona:

"Korkma vallahi Allah seni saptırmaz." der.

Fakat Hatice de neler olduğunun tam farkında değildir. İşin mahiyetini tam olarak anlayabilmek için Amcası Varaka bin Nevfel'e gitmeyi teklif eder. Varaka yaşı ilerlemiş, ilmi ve tecrübesi herkes tarafından bilinen değerli bir zattır. Kâinatın Efendisi (asm) bu teklifi kabul eder ve Hatice ile birlikte Varaka bin Nevfel'e giderler.

Kâinatın Efendisi (asm) başından geçenleri bir bir anlatır. Sessizce anlatılanları dinleyen Varaka, heyecanlanmıştır:

"Senin gördüğün, peygamberlere gelen Namus'tur. Keşke kavmin seni Mekke'den çıkaracağı zaman seninle beraber olsaydım."

Hayret içinde Varaka'yı dinleyen Kâinatın Efendisi (asm):

"Onlar beni çıkaracaklar mı?" diye sorar:

"Senin getirdiğinin benzerini getiren hiç kimse yoktur ki, kavmi ona düşman olmasın. Şayet o güne yetişirsem, sana yardımcı olmaya çalışırım."

Bu ifadeler gösteriyor ki, o zatın ömrü vefa etmemişti.

19 Kâbe'nin örtüsü niçin siyahtır? Bu örtüye hangi sure ve ayetler yazılmaktadır?

Kâbe’nin kumaşı bir seferde siyahlaştırılmıyor. Önce kırmızı, ardından yeşile boyanan kumaş daha sonra siyaha boyanıyor. Kâbe örtüsünde siyah dokuma kabartmalar da bulunuyor. Bu kabartmalarda Allah’ın 99 isminin yanı sıra, kelime-i tevhîd, tesbih ifadeleri yer alıyor. Kâbe örtüsünün üstten üçte birlik bölümünde ise 47 metre uzunluğunda kuşak bulunuyor. Burada hac ibadeti ile ilgili Kur’an ayetleri bulunuyor. Bu ayetler altın suyuna batırılmış gümüş ipliklerle işleniyor.

Kâbe, mü’minlerin ruhunda dinî vecd ve huzur uyandıran mukaddes bir mâbed hüviyetini dâima muhafaza etmiştir. Bu sebeple Kâbe’ye bakmak dahi bir nevi ibadet olarak zikredilmektedir. İnsanın içinde kalbin yeri ne ise kâinatta da Kâbe’nin yeri odur. Başka bir tabirle Kâbe kâinatın kalbidir. Etrafında dalga dalga tavaf eden mü’minler o kalbin atışlarını ifade etmektedir. Kâbeyi tavaf eden her mü’min az çok bir vecd ve azamet hissetmektedir. el-Batanunî, er-Rihla el-Hicaziyye adlı eserinde bu duygularını şöyle dile getirmektedir:

“Önünde en büyük ruhların bile nihayet hiç oldukları mutlak kudretin bu heybetli hâkimiyeti ve ulvî şa’şaası karşısında bütün cemaat, en derin bir huşû içerisinde toplanmış bulunuyordu. Eğer namaz esnâsında vücutların hareketini ve dua esnasında da ellerin kalkışını görmeyip, mırıldanılan sözlerin fısıltısını da duymasaydık ve bu sonsuz azametin huzurunda kalplerin çırpıntısını işitmeseydik, kendimizi bambaşka bir âleme ve hayata geçmiş sanacaktık. Hakikatte biz o dakikada bambaşka bir âlemde bulunuyorduk. Allah’ın evinde ve Allah’ın hemen huzurunda idik. Başımız eğik, dilimiz tutuk idi. Eller göklere açılmış, gözlerimiz yaş ile, gönüllerimiz huşu ile ve içimiz de iyi ve temiz duygular ile doluydu.”

Bir başka ifadesinde “Mekke Onun kudret ve iradesinin burcu ve vahyinin nâzil olduğu makamdır ve Kâbe Onun mâbedi ve azamet ve inayetinin mahallidir.” demektedir.

Kâbe’ye olan bu hürmet duygusu Kâbe’ye libas giydirmekle tezahür etmiştir. Kâbe’ye ilk örtüyü örten hakkında farklı rivâyetler bulunmaktadır. İlk örtüyü örtenin Hz. İsmail (a.s.) olduğu rivâyet edilmekle birlikte, Yemen krallarından Es’ad Ebû Kerîb’in Kâbe’ye ilk örtüyü örttüğü daha yaygın ve daha meşhurdur. Rivayete göre, Es’ad Ebû Kerîb bir defasında Mekke tarafından seyahat etmiş, Mekke’de altı gün ikameti sırasında kurbanlar kesmiş, Mekke halkına ve fakirlere dağıtmıştır. Mekke’de iken bir gece rüyasında Kâbe-i Muazzama'ya kisve giydirdiğini görmüş. Sabahleyin rüyasını tahakkuk ettirerek, gecede rüyasında gördüğü kumaştan bir kisve giydirmiştir. İkinci gece bir başka kumaş giydirdiğini, üçüncü gecede yine başka bir kumaş giydirdiğini görmüştür. Her sabah rüyasında gördüklerini tahakkuk ettirmiştir. Böylece Kâbe’ye ilk örtüyü örten olarak tanınmıştır. Hatta bu sebeple Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Es’ad Ebu Kerîb’i kasdederek “Tubbaa sebbetmeyiniz, çünkü o ehl-i tevhiddir.” buyurmuşlardır.

Hz. Peygamberin (a.s.m.) de Kâbe’yi örttüğüne dair birçok rivayetler vardır. Rivayetlere göre Cahiliyye döneminde yünden yapılmış kumaşlarla Kâbe örtülürdü. Hz. Peygamber (a.s.m.) Yemen kumaşından bir kumaş ile Kâbe’yi örttü. Hz. Ömer (ra) ve Osman (ra) da Mısır’ın ince kumaşından bir örtü ile örttüler. Rivayetler Resulullahın (a.s.m.) Kâbe’yi kumaşla örttüğünde müttefiktir. Ancak kumaşın cinsinde farklı görüşler bulunmaktadır. Fakat hadis şârihleri, Resulullahın (a.s.m.) farklı zamanlarda, hadislerde rivayet edilen farklı kumaşları örtmüş olabileceğini ifade ederler.

Asr-ı Saadette halifeler devrinde senede bir defa Kâbe’nin örtüsü değiştirilirdi. Hz. Muaviye bunu senede iki defaya çıkarmış, Me’mun ise senede üç defa Kâbe’nin örtüsünü yenilemiştir.

Arefe’den bir gün önceki Terviye gününde kırmızı kumaşla, Receb’in birinci gününde Kabatî denilen bir kumaşla, Ramazan’ın yirmi yedinci gününde ise beyaz bir kumaşla örterdi. Fatimîler zamanında beyaz kumaştan örtü giydirilirdi. Sultan Mahmud Sebük Tekin sarı bir örtüyle Kâbe’yi örtmüştü. Abbasilerden Halife Nasır zamanında Kâbe yeşil örtüyle örtüldü. Daha sonra aynı Halife zamanında siyah renge değiştirildi. Kâbe’nin örtüsü olarak bu siyah renk zamanımıza kadar devam edegelmiştir. İslâm tarihi boyunca Kâbe örtüsü ihmal edilmemiş; hatta Hicrî 750 tarihlerinde Salih İsmail bin Nasır, Kâhire civarında bir köyü Kâbe örtüsü için vakfetmiş ve bu vakfın gelirinden örtü her sene yenilenmiştir.

Rivayetlerde Kâbe’nin örtüsü Hz. Ömer (ra) zamanında her sene yenilendiği ve eski örtü ise hacılar arasında taksim edildiği nakledilmektedir. Bugün ise Cidde ile Mekke arasındaki eski otoyoldan gidenler Mekke girişinde 100.000 metrekarelik geniş bir sahaya yayılmış ayrı ayrı yerlerde binalar görürler. Bu binalarda, üç yüz kadar işçi ve sanatkâr, çok mübarek bir iş üzerinde çalışırlar. Bu, Kâbe-i Muazzama’yı örten büyük kumaş parçası “kisve” dir.

1962 yılına kadar Kâbe’nin örtüsü Mısır’da imal edilirdi. Daha sonra Kral Suud, Mekke’de bir kisve fabrikası kurulmasını temin etti. Kâbe örtüsü bugün bu fabrikada, maharetli ustalar, dokumacılar, hattatlar ve teknik uzmanlar tarafından imal edilmektedir. Kisve için her yıl (1988’e göre) 24.000.000 riyal ayrılır. 670 saf beyaz ipeğin kullanıldığı örtü için 720 kilogram boya ve asit kullanılır. Kisve kırk yedi parçadan meydana gelir. Her bir parça 14 metre uzunluğunda ve 95 santimetre genişliğindedir. Örtünün toplam ebadı 650 metrekareyi bulur. 16 parçadan oluşan kuşak 45 metredir. Her dört köşesinde İhlâs Sûresi altınla işlenmiştir. Kuşağın altındaki panellerde başka âyetler yazılmıştır. Siyaha boyanan ipeğin üzerinde 120 kilogram altın ve gümüş kullanılmıştır. Altının gümüşe nispeti bire dörttür. Kisvenin dokunması, boyanması, işlenmesi yaklaşık bir yıl alır. Hacdan bir ay önce kisve tamamlanarak eş-Şaibi ailesine teslim edilir. Kâbe ikinci defa yıkanırken de örtü eskisiyle değiştirilir. Eski kisve parça parça kesilerek Müslümanlara dağıtılır.

Not: Mescid-i Haram'da, Kâbe örtüsünde ve Mescid-i Nebevi'de yazılı olan sure ve ayetlerle ilgili aşağıdaki makaleyi okumanızı tavsiye ederiz.

MESCİD-İ HARAM VE MESCİD-İ NEBEVİ'DEKİ AYETLER

Başta tarihî yapılar olmak üzere çeşitli sanat eserlerini âyetlerle bezeme geleneği Kur’ân kültürümüzün önemli bir parçasıdır. Edebiyatta olduğu gibi, sanat eserlerinde de âyet, hadis ve kelâm-ı kibâr iktibas edilmekte ve bu ibarelerin, yapıda mücevher gibi parladığı ve yapıya sanatkârane bir nitelik kazandırıp değer kattığı düşünülmektedir.

Peki, sanat eserlerinde Kur’ân’dan iktibaslar yapılırken, yani, başta binalar olmak üzere her tür sanat eseri âyetlerle bezenirken, nelere dikkat edilmektedir? Bu yazıda söz konusu soruya sadece Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî çerçevesinde cevap arayacağız.

Fazîleti hakkında hadis bulunan âyet ve sureler

Fazîleti hakkında hadis bulunan âyet ve surelere hemen her yapıda olduğu gibi, kutsal topraklardaki yapılarda da rastlanır: âyet ve sure başlarında olduğu gibi, müstakil olarak da rastlanan Besmele'ye ek olarak, Âyete’l-Kürsî, İhlâs ve Fâtiha sureleri hemen her yerde karşımıza çıkar.

Mescid-i Nebevî’nin -eski kısım- kubbe eteklerinde En’âm, Kehf, Meryem, Müzzemmil, Müddessir, Yâsîn, Duhâ, Cum’a, Rahmân, Şems, Leyl, Tebâreke/Mülk, ‘Amme/Nebe’, İnşirah, Tekâsür, Feth, Kadr, ‘Alâk, Âmene’r-Rasûlü, İhlâs, Mu’avvizeteyn, Fâtiha, ElifLâmMîm zâlike’l-kitâb… (Bakara, 2/1-5. âyetler);

Mescid-i Nebevî -yeni kısım- kuşağında Nasr, Vâkı’a, Cum’a, Tebâreke, Muhammed, Yâsîn, Duhān, Hucurât, İnşirâh, İhlâs, Mu’avvizeteyn;

Kubâ Mescidi kubbe eteklerinde ise, Fetih suresinin bir kısmı, Hucurât, Cum’a, Yâsîn, Kadr ve Rahmân sureleri, Ve âtâküm min külli mâ seeltümûh… (İbrâhim, 14/34), Nasr, Asr, Kevser sureleri, duvarlarında ise, Âyete’l-Kürsî, Huva’llāhüllezî ve Âmene’r-Rasûlü yazılıdır.

Bu üç mâbed, fazîleti hakkında hadis bulunan âyet ve surelerin hemen tamamını kapsaması bakımından da dikkat çekicidir. Türkiye’deki yapılarda, büyük yer kaplamalarından dolayı, bunların -bırakın tamamını- sadece Fetih suresinin tamamen yazıldığına bile nâdiren rastlanır.

Kur’an-ı Kerim’le ilgili âyetler de bu kapsamda değerlendirilebilir. Örneğin Ravza-i Mutahhara’da ön cephesindeki Zâlike min enbâi’l-ğayb nûhīhâ ileyk… (Âl-i İmrân, 3/44) ve Fe-izâ kara’te’l-Kur’âne... (Nahl, 16/98), Lâ ye’tîhi’l-bâtılü min beyni yedeyhi ve lâ min halfih… (Fussilet, 41/42) âyetleri…

Yapı, yapının inşâsı veya fonksiyonu ile doğrudan ilişkili âyetler

Yapıya, kendisiyle doğrudan ilişkili âyet yazılmasına en güzel örnek: Kâbe örtüsüne, kilit ve anahtarlarına Kâbe’nin inşâsı, ilk mâbed oluşu, kıble oluşu, haccedilmesi gerektiği ve Kâbe’ye güvenlik ve esenlik içinde girileceği çerçevesindeki âyetlerin yazılması; Kâbe kilit ve anahtarlarına feth : “açma” fiilinin geçtiği İnnâ fetahnâ lek (Feth, 48/1), anahtar kelimesinin geçtiği Ve ‘indehû mefâtihu’l-ğayb.. (En’âm, 6/59) âyetlerinin, Kâbe’nin Safâ-Merve çıkışındaki Osmanlı revakları ile Safâ tepesi üzerindeki yeni kubbe eteğine inne’s-Safâ ve’l-Mervete… (Bakara, 2/158) âyetinin; Makam-ı İbrahim’e ve’ttahizû min makāmi İbrâhîme musallâ (Bakara, 2/125) âyetinin, Kubâ mescidine -hem mihrabın üstüne hem de dışarıda bir taş sütuna- bu mescidle ilgili: le-Mescidün üssise ‘ale’t-takvâ… (Tevbe, 9/108) âyetinin, Kıbleteyn mescidi mihrabına Kad nerâ… (Bakara, 2/144) kıble âyetinin yazılmasıdır.

Yapının bânîsini -ya da o mekânda yaşamış veya defnedilmiş birini- doğrudan ya da dolaylı ilgilendiren âyetler

Örneği: Kâbe örtüsüne Hz. İbrahim’e insanları Kâbe’ye davet etmesi ve oğlu ile birlikte Kâbe’yi inşâ edişleriyle ilgili âyetlerin, Mescid-i Harâm’ın -Osmanlı ve daha önceki dönemlerden kalma- kapılarına bunları inşâ eden şahıslarla ilgili âyetlerin, Mescid-i Nebevî’nin kıble duvarına, Hücre, minber vb. örtülerine Hz. Peygamber’le (onun peygamberliği, ümmeti için model teşkil ettiği, onun üzerinde titremek (salâtüselâm etmek) gerektiği vs. ile) ilgili -bilhassa Muhammed ve Nebî lâfızlarını içeren- âyetlerine, Hücre’nin arka duvarına Ve sîka’llezîne’ttekav Rabbehüm ile’l-Cenneti zümerâ (Zümer, 39/73) âyetinin, Ravza ön duvarına: bu mescidde Hz. Peygamber’le birlikte İslâm devletinin temellerini atan Ashâb-ı Kirâm’la ilgili Muhammedün rasûlû’llāh ve’llezîne ma’ahû… (Feth, 48/29), Kayıtbay ve Kanuni mihraplarına, yine sahabîlerin vasıflarından söz eden et-Tâibûne’l-‘âbidûne… (Tevbe, 9/112) âyetinin yazılması; Mescid-i Nebevî’nin Kadınlar kapısına Ve men yaknüt minkünne… (Ahzâb, 33/31-34) âyetlerinin, Cibrîl kapısına Fe-inna’llāhe hüve mevlâhu ve Cibrîl… (Tahrîm, 66/4) âyetinin yazılması...

Bunun enfes örneklerinden biri de Kanuni Sultan Süleyman’ın Kâbe’ye hediye ettiği şâhane minbere İnnehû min Süleymâne ve innehû Bismi’llâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm âyetinin yazılmasıdır. İnnehû min Süleymân… ibaresi esâsen Hz. Süleyman’ın Sebâ kraliçesine yazdığı mektupla ilgilidir; ancak minbere yazılmakla innehû'daki zamirin mercii değiştirilerek âyet “Bu minber Kanuni Sultan Süleyman’dan Kâbe-i Muazzama’ya bir hediyedir.” mânasında iktibâs edilmiş olmaktadır. Mâlum, bir yere âyet/hadis yazılırken, -tıpkı edebiyattaki iktibaslarda olduğu gibi- cümlenin aslî mânasında alınması şart değildir.

Yapının herhangi bir biriminin fonksiyonuna ilişkin âyetler

Örneği: Ravza-i Mutahhara’daki üç mihraba kıble âyeti olan Kad nerâ… fe-velli vechek.. (Bakara, 2/144) âyetinin yanı sıra, Kanuni ve Kayıtbay mihraplarına mihrap kelimesini içeren Küllemâ dehale aleyhâ Zekeriyye’l-mihrâb (Âl-i İmrân, 3/37) ifadesinin yazılması.

İkinci olarak; sultan/halîfe adına hutbe irad edilen minberler siyasî bir niteliğe de sahip olduğu için, minber kapılarına, devletin temel akīdesini yansıtan Kelime-i Tevhid yazılması gelenekselleşmiştir. Mescid-i Nebevî’deki III. Murad minberinin girişinde de Kelime-i Tevhid yazılıdır. Minberlerin Cuma namazıyla bağlantısı düşünüldüğünde, Cuma suresinin Cuma namazını konu alan âyetlerinin; minberde irad edilen hutbelerde Hz. Peygamber (asm)’e salâtüselâm getirildiği düşünüldüğünde ise, İnna’llāhe ve melâiketehû yusallûne ‘ale’n-Nebiyy… (Ahzâb, 33/56) âyetinin yazılış amacı anlaşılır.

İslâm’ın temel akîdesini yansıtan âyetler/ibareler

Hemen her yerde karşılaşılabilen Kelime-i Tevhid devletin İslâmî niteliğini vurgulamakta; Kâbe örtüsü, Mescid-i Haram revakları vb. yerlerde rastladığımız Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali isimleri, bilhassa Kâbe örtü zemînindeki -hiçbir sahabîyi dışlamadan hepsini sahiplenen- Radıya’llāhu ‘an Ebî Bekr ve ‘Ömer ve ‘Osmân ve ‘Alî ve ‘ani’s-sahābe ecma’īn : “Allah Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali ve bütün Ashâb-ı Kirâm’dan razı olsun.” ibaresi, devletin Sünnî karakterini yansıtmaktadır.

Kâbe kuşaklarında yazı aralarında rastladığımız Kul küllün ya’melü ‘alâ şâkiletih… (İsrâ, 17/84) âyetiyle, bütün dinlerin bir kıblesinin olduğu, herkesin -bilhassa kıble çerçevesinde- kendi değer yargılarına göre hareket ettiği, ama sonuçta kimin doğru yolda olduğunu sadece Allah’ın bildiği belirtilmektedir.

Yapının kendisine benzetilebileceği nesnelerden bahseden âyetler

Yapı bütünüyle bir şeye benzetilebiliyor ve bunun hakkında âyet bulunuyorsa, yapıya bu âyet yazılabilmektedir. Cennetliklere Allah’ın ‘tertemiz bir içecek’ ikrâmı ile ilgili Ve sekāhüm Rabbühüm şarâben tahûrâ (İnsân, 76/21) âyetinin Zemzem kuyularına; Cennetlikleri Cennete buyur eden Udhulûhâ bi-selâmin âminîn (Hicr, 15/46) âyetinin, -Cennete benzetilen- Mescid-i Nebevî’nin yeni kısmının bütün kapılarına yazılması bunun güzel örneklerindendir.

Bir başka örnek de, herhangi bir yere girişte okunup yazılabilen Rabbi edhilnî… (İsrâ, 17/80) âyeti ile mescidleri konu alan Fî büyûtin ezina’llāh... (Nûr, 24/36-38) âyeti Mescid-i Nebevî Bâbüsselâm’ına yazılmasıdır:

İlkin, Rabbi edhilnî… (İsrâ, 17/80) duasının, putperestlerin Hz. Peygamber (asm)’i Mekke’den sürme ya da öldürme teşebbüsleri (İsra, 17/76) üzerine tavsiye edildiği dikkate alınırsa, duâda “muhrac-i sıdk” ve “müdhal-i sıdk” olarak bahsedilen yerlerin –sırası ile- Mekke ve Medîne olduğu aşikârdır. O zaman, imana kucak açan Medine’deki genel merkezin, yani Mescid-i Nebevî’nin, ilk kapısına bu âyetin yazılmasındaki sır da ortaya çıkmaktadır.

İkinci olarak; -Allah’ın nûrunun parıl parıl parladığı ve Allah’ın adının anıldığı büyût “mescidler” ve O’nu sabah-akşam tesbîh eden ricâl : “erler” ile Mescid-i Nebevî ve Ashâb-ı Kirâm’la ilişkisi aşikârdır.

Yapının inşâ ve imarına yönelik âyetler

Söz gelimi Ve mâ tef’alû min hayr… (Bakara, 2/197), Ülâike yüsâri’ûn… (Mü’minûn, 23/61), Meselü’llezîne yünfikūne … (Bakara, 2/261-263), İnnâ lâ nuzī’u ecra men ahsene ‘amelâ (Kehf, 18/30) ve bilhassa İnnemâ ya’muru mesâcida’llāh… (Tevbe, 9/18) âyetleri hayruhasenâtın Allah rızası için yapıldığına telmîhan infâk, hayrât ve imar çerçevesinde yazıldığı anlaşılmaktadır.

Ziyaretçilere çeşitli mesajlar veren âyetler

Esasen diğer şıkların tamamında belli bir mesaj söz konusu olmakla birlikte, aşağıdaki örneklerde bu daha belirgin ve yoğundur:

Hz. Peygamber (asm)’in Hücre-i Mutahhara’sına Yâ eyyühe’llezîne âmenû lâ terfa’û esvâteküm… (Hucurât, 49/2-3) âyeti yazılarak “Lütfen sessiz olun!” denmektedir.

Mescid-i Harâm’ın Safa kapısındaki Ve sâri’û ilâ… ve’l-kâzımîne‘l-ğayza ve’l-âfîne ‘ani’n-nâs va’llāhu yuhibbü’l-muhsinîn : (Âl-i İmrân, 3/133-35) âyetleri, Cennetin kimler için hazırlandığını hatırlatmakla kalmamakta, öfkeli, hoşgörüsüz, nâhoş hareketlerin sergilenebildiği böyle kalabalık bir ortam için son derece uygun ve gerekli bir ihtardır.

Kâbe örtüsündeki Nebbi’ ‘ibâdî… (Hicr, 15/49), Ve izâ seeleke ‘ibâdî… (Bakara, 2/186), Ve beşşiri’l-mü’minîne… (Ahzâb, 33/47), Men ya’mel sûen… (Nisâ, 4/110), Ve innî le-ğaffâr.. (TâHâ, 20/82) âyetlerinin yanı sıra, Kâbe kapısındaki Kul yâ ‘ibâdiye’llezîne esrafû… (Zümer, 39/53), Ğâfiri’z-Zenb, kābili’t-tevb (Gâfir, 40/1-3), Ketebe Rabbüküm ‘alâ nefsihi’r-rahme (En’âm, 6/54) âyetleri ile Allah’ın engin rahmeti vurgulanarak ümitsizlik reddedilmekte;

Mescid-i Nebevî’nin Kadınlar Kapısındaki Ve men yaknüt… (Ahzâb 33/31-34) âyetleriyle -Peygamber hanımları özelinde- mümin kadınlara birtakım tavsiyelerde bulunulmakta; yine aynı yerdeki Li’r-ricâli nasīb... (Nisâ, 4/33) âyetiyle kadınlara ve erkeklere, kadın ve erkek olarak kendi rollerini oynamaları, birbirlerinin özelliklerine göz dikmemeleri salık verilmekte; Kubâ mescidindeki ElifLâmMîm zâlike’l-kitâb… (Bakara, 2/1-5) âyetleriyle felâha ereceklerin kimler olduğu, dış pencerelerdeki Ve sâri’û ilâ mağfiratin min Rabbiküm ve Cennetin (Âl-i İmrân, 3/133) ifadesiyle insanlar ibadete teşvik edilmekte; Kanuni ve Kayıtbay mihraplarındaki et-Tâibûne’l-‘âbidûn… (Tevbe, 9/112), Kul sadaka’llāh… (Âl-i İmrân, 3/95), İnne evle’n-nâs... (Âl-i İmrân, 3/68) âyetleri ve Kâbe örtüsündeki Kureyş suresi ile ziyaretçilere bir müminin taşıması gereken sıfatlar ve Allah’a -Hz. İbrahim’in yolundan giderek- kulluk etmeleri gerektiği hatırlatılmaktadır.

Sonuç olarak;

Mimarîde Kur’ân iktibas etme geleneğinde, kuşak yazılarını bir tarafa bırakırsak, kısa, özlü ve etkileyici âyetlerin tercih edildiği görülmektedir. Bu âyetler genelde Yüce Allah’ı vecîz bir şekilde tasvîr etmekte, Kur’ân’ı özetlemekte ve İslâm’ın temel inançlarını özlü biçimde yansıtmaktadır.

Herhangi bir âyetle

1. Yapının veya yapıdaki herhangi bir birimin fonksiyonu ve

2. Yapının bânisi veya orada medfûn kişiler arasında çok yönlü ve hoş bağlantıların kurulduğu bu gelenekte, âyetlerin asıl mânalarında alınması şart değildir.

Haremeyn-i Şerîfeyn’de yazılı âyet ve surelere gelince, bunlar Mescid-i Harâm, Hz. Peygamber, kıble, hacc, namaz, Allah’ın engin rahmeti, Hz. İbrahim çerçevesinde yoğunlaşmaktadır. Yapılarla âyetler arasında hoş bağlantılar kurulmakta; kutsal mekânlara gelenlere her türlü günaha tövbe etme imkânı bulunduğu hatırlatılmak suretiyle belli bir eğitim – öğretim yapılmaktadır.

Bu gelenek Suûdî Arabistan yetkililerince Mescid-i Haram’da değilse de diğerlerinde sürdürülmüştür: Mescid-i Harâm’ın şu anki 95 kapısından Kral Fahd ve Kral Abdülaziz kapıları gibi ana girişlerine büyükçe kûfî Besmele ve Mescid-i Harâm duvarlarının imkân verdiği hemen her yere, özellikle de revakların birbiri ile buluştuğu müsâit kısımlara kûfî Lâ ilâhe illâllah ve Muhammedün rasûlûllah (ayrı ayrı) cümleleri yazılıdır.

Mescid-i Nebevî’nin yeni bölümünün duvarlarına, Kubâ mescidi duvarlarına ve kubbe eteklerine Türk hattatlara âyet ve sureler yazdırılmıştır. Ancak, -kubbelerin tam ortasına yazılacak yazılar biraz daha ustalıklı/dairevî bir istif gerektireceği, fazîleti hakkında hadîs bulunan bütün âyetlerin dairevî istifleri bulunmadığı, bu istifleri oluşturmak oldukça meşakkatli bir iş olduğu, kubbe etekleri kubbe merkezlerine göre daha fazla âyet istîâb edeceği için- kubbe ve tavanlara yazma geleneği sürdürülememiştir. Kâbe kapısı, örtüsü ve anahtarı için zaman zaman farklı pasajların tercih edildiği de görülmektedir.

İsm-i Nebî, yani “Muhammed” lâfzının (ayrıca Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali) hemen her yerde, lâfza-i celâlle birlikte yazıldığı bilinmektedir. Nitekim Kâbe örtüsü, Kâbe revakları, Mescid-i Nebevî vb. yerlerde de böyledir. Ancak Kubâ mescidinde, -Hz. Peygamber ve diğerlerinin isimlerini, onlarla tamamen farklı bir ontolojik yapıya sahip bulunan “Yüce” Allah’la eşdeğer tutmamak gerektiği düşüncesiyle- büyükçe “Allah” isminin altına daha küçük Lâtīfun bi-‘ibâdih… (Şûrâ, 42/19) âyeti, aynı büyüklükteki "Muhammed" isminin altına da yine küçük Rasûlûllāh ve’llezîne ma’ahû eşiddâ’ü ‘ale’l-küffâri ruhamâu beynehüm (Fetih, 48/29) âyeti yazılmış; böylece “yan yana ve aynı büyüklükte yazılanın, Allah’ın ve Peygamber’in isimleri değil, bu isimlerin geçtiği âyetler olduğu” izlenimi verilmek istenmiştir. Hücre-i Muattara’nın ön duvarındaki Sultan Ahmed’in yadigârı yâ Allah yâ Muhammed ibârelerinin, yâ Allah yâ Mecîd’e dönüştürülmesinde de aynı inancın izleri görülebilir.

(Doç. Dr. Murat SÜLÜN, Haremeyn’deki Belli Başlı Mâbedlerde Yazılı Âyetlere Dâir Mülâhazalar - 1, MÜ.İlahifat Fakültesi Dergisi, 2003/1)

20 Kerbela olayı ile ilgili bilgi verir misiniz?

Hz. Hüseyin (ra) Mekke'de bulunduğu günlerde halk kendisini ziyarete geliyor, hatırını soruyordu. Bunlar, Umre yapmak için Mekke'de bulunan civar bölge insanlarıydı. Bu arada Kabe'nin yakınından ayrılmayan, gün boyu orada namaz kılıp, tavaf eden İbn Zübeyr de diğer ziyaretçilerle birlikte kendisini görmeye geliyordu.

Hz. Hüseyin, İbn Zübeyr için o sırada en önemli kişiydi. Çünkü Hüseyin Mekke'de bulunduğu sürece, Hicazlılar İbn Zübeyr'e bîat etmezdi.

Öte yandan Muâviye (ra)'nin ölümü ile Yezid'e bîat edildiği haberi Küfe'de duyulunca, halk Yezid hakkında ileri geri konuşmaya başladı. Şiîler ise, ileri gelenlerinden Süleyman b. Surad'ın evinde toplanarak durum değerlendirmesi yaptılar. Buradaki toplantıda Hz. Hüseyin (ra)'e, kendisine bîat etmek için davet mahiyetinde mektup yazmaya karar verdiler. Neticede yüz elliye yakın mektup gönderildi. Bu mektupları alan Hz. Hüseyin Kûfelilere şöyle bir cevap yazdı:

«Ne yapmak istediğinizi anlıyorum. Şimdi size kardeşim, amcamın oğlu ve güvendiğim akrabam Müslim b. Akıl'i gönderiyorum. Oraya vardıktan sonra sizin durumunuz ve düşünceniz hakkında bana mektup yazmasını söyledim. Eğer bütün halkın ve ileri gelenlerin düşüncesi bana yazılan düşünceler etrafında birleşiyorsa, yakında size gelirim. Yemin ederim ki, halife Kur'an'la amel eden, adaletten ayrılmayan, hak dini yaşayan bir kimseden başkası olamaz.»

Sonra Hz. Hüseyin (ra), Müslim b. Akîl'i çağırarak Kûfe'ye gitmesini söyledi. Allah'ın yolundan ayrılmamasını, bu meseleyi gizli tutmasını tenbih etti. Eğer halk birlik olmuşsa en kısa zamanda durumu kendisine bildirmesini istedi. Müslim, Kûfe'ye doğru yola çıktı. Bu esnada Küfe valisi, Numan b. Beşir idi. Müslim, Küfe'ye varınca Şiîler kendisine gelip gitmeye başladılar. Bu durumu haber alan Numan, minbere çıkarak, kısa bir konuşma yaptı. Aslında mutedil, iyilik sever birisi olan Numan şöyle diyordu:

«Ey müslümanlar! Fitne ve ayrılıkta yarışmayın. Çünkü bunlar insanların yok olmasına, kan dökülmesine ve malların yağma edilmesine yol açar. Şunu biliniz ki ben ancak benimle savaşanlarla savaş edip, bana saldıranlara karşı saldıracağım. Sizin uyuyanınızı uyandırmayacak, şüphe, zan ve delilsiz hiç kimseyi cezalandırmayacağım. Fakat siz durumunuzu açıkça ortaya koyar, biatinizi iptal eder, halifenize baş kaldırırsanız yemin ederim ki, kabzası elimde olduğu sürece kılıcımı kafanıza indiririm. Sizi benden kimse kurtaramaz ve yardım edemez. Umarım ki içinizde hakkı görebilenlerin sayısı yanlış fikirli olanlarından çoktur.»

Numan bu konuşmayı yapınca, orada bulunan Emevî taraftarı biri ayağa kalkarak, «Bu kargaşayı ancak cesur biri önler. Sizin bu görüşlerinizi ancak zayıf kimseler ileri sürerler» diye çıkıştı. Numan, bu adama, «Allah'ın yolundan ayrılmamış zayıf bir insan olmak, benim nazarımda Allah'a karşı gelmiş güçlü biri olmaktan daha iyidir.» diye cevap verdi ve minberden indi.

Daha sonra bu adam Yezid'e bir mektup yazarak, Müslim b. Akîl'in geldiğini, halkın ona bîat etmeye başladığını bildirdikten sonra şunları ilâve etti:

«Eğer Kûfe'yi gözden çıkarmadınızsa, oraya güçlü, emrinizi yerine getirecek ve sizin düşmanlarınıza karşı aldığınız tedbirleri alabilecek bir kimse gönderiniz. Numan zayıf bir insandır.»

Bunun üzerine Yezid, Numan'ı görevinden aldı ve onun yerine Basra valisi olan Ubeydullah b. Ziyad'ı getirdi. Yezid'in Müslim'i yakalayıp idam etme veya sürgüne gönderme emriyle Kûfe'ye gelen Ubeydullah halkı toplayarak onlara şu konuşmayı yaptı:

«Halife beni şehrinize vali ve haraç işlerinize memur tayin etti. Bana mazlum olanınıza iyilik etmeyi, yoksullarınızı doyurmayı, devlete itaat edene iyi muamele etmeyi, âsi ve fitnecilere karşı katı davranmayı emretti. Ben burada onun emrini uygulayacak, isteklerini yerine getireceğim. İyilerinize karşı müşfik bir baba, itaat edenlerinize karşı bir öz kardeş gibi davranacağım. Kılıç ve kırbacım emrimi kabul etmeyen, bana karşı çıkanların üstünde olacaktır. Artık herkes dilediğini yapabilir.»

diyerek sözünü bitiren vali, ayrıca minberden inerken şu tehdidi de savurdu:

«Bana içinizde bulunan yabancıları, Şiileri, Haricîleri, fitne ve ayrılıkçıları yazıp bildireceksiniz. Kim bunların listesini verirse kurtulur. Bildirmeyenler ise kendi ailesinden herhangi bir muhalif ve başkaldırma çıkmayacağına dair bize garanti vereceklerdir. Bu iki şıktan birini yapmayandan sorumlu değiliz. Bu, onun mal ve can dokunulmazlığı kalkar, demektir. Eğer herhangi birinizin evinde bize bildirilmemiş bir halife muhalifi yakalanırsa, o evin sahibi evinin kapısında asılır.»

Müslim, İbn Ziyad'ın yaptığı konuşmayı haber aldıktan sonra Hânî b. Urve'nin evine sığındı. Ev sahibi olsun, Müslim olsun bu durumu istemeye istemeye yaptılar. Şiîler bu defa oraya gelip gitmeye başladılar. Müslim'in orada kaldığını öğrenen İbn Ziyad Hânî'ye haber gönderip, makamına getirtti ve:

«Ben onun sağ kalmasını istiyorum. O ise beni öldürmek istiyor. Seni kim murad'dan salıverdi ise ancak o affeder.»

şeklinde bir şiirle karşıladı. Hânî, «Mesele nedir?» diye sorunca şu açıklamayı yaptı:

«Ey Hânî! Evinde halife ve Müslümanlar için düşünülen şeyler nedir? Müslim'i getirip evine alıyor, ona silâh ve asker topluyorsun. Bunların gizli kalacağını mı sanıyorsun?»

Hânî bu sözlere itiraz edemedi. Bunun üzerine İbn Ziyad kendisinden Müslim'i teslim etmesini istedi. Fakat Hânî, halkın kınamasından çekindiği için bunu kabul etmedi. İbn Ziyad'ın emriyle tutuklanan Hânî, valinin sarayında hapsedildi. Bu durumu öğrenen Müslim adamlarına -aralarında parolaları olan- «Fa Mansur!» diye bağırdı.

O güne kadar Müslim'e bîat edenlerin sayısı on sekiz bin kişi olup, bunlardan sadece Müslim'in bulunduğu ev etrafında nöbet tutanlar dört bin kadardı. Halk Müslim'in etrafına toplandı. Halkı ayaklandırıcı bir konuşma yapan Müslim valinin sarayına doğru hareket etti. Cami ve sokaklar insanlarla dolup, taşıyordu. Bu arada valinin yanında otuz muhafız, yirmi kadar Kûfeli eşraf ailesi ve kölelerinden başka kimse yoktu. Eşrafla bir görüşme yaptı ve daha sonra Kesîr b. Şihab'ı çağırarak kendisine bağlı adamlarıyla harekete geçip halkı Müslim'in etrafından koparmasını söyledi. Muhammed b. Eş'as'a da kendisine bağlı kimselerle ortaya çıkıp, kendilerine katılanların kurtulacağını ilân etmesini emretti. Diğer bir kısım eşraftan da aynı şeyleri istedi. Birkaç kişiyi ise yanında alıkoydu. Eşraf valinin emrini hemen yerine getirdi. Bu arada sarayda kalanlar da halkın karşısına geçerek devlete bağlı olanların korunacağını söylediler. İsyancıları tehdit ettiler. Bu durumu gören halk dağılmaya başladı. Öyle bir dağılma oldu ki, camide Müslim'in yanında sadece otuz kişi kalmıştı. Nereye gideceğini şaşıran Müslim kaçarak bir yere gizlendi. Fakat gizlendiği yeri öğrenen vali, Muhammed b. Eş'as'ı göndererek yakalatıp getirtti. Müslim yakalanınca Muhammed'e şöyle dedi:

«Görüyorum ki şu anda beni koruyamazsın. Fakat acaba bir elçi gönderip Hüseyin'e durumu bildirmesini, benim namıma ona, geri dönmesini, Küfelilere aldanmamasını, çünkü bunların onun babasına neler yaptıklarını söylemesini sağlayabilir misin?»

Muhammed, Müslim'in bu isteğini yerine getirdi. Valinin huzuruna getirilen Müslim orada öldürüldü. Daha sonra da Hânî öldürüldü.

Öte yandan Mekke'de bulunan Hz. Hüseyin (ra) artık Kûfe'ye gitmeye iyice karar vermişti. Amr b. Abdurrahman b. Haris gelerek kendisine şöyle dedi:

«Duyduğuma göre Irak'a gidiyormuşsun. Ben şahsen halifenin valisi, memurları ve hazinelerinin bulunduğu bir şehre gitmeni senin için mahzurlu görüyorum. Bugün insanlar paraya tapar hale gelmişlerdir. Sana yardım edeceğini vadedenlerin seni öldürmesinden korkarım.»

Hz. Hüseyin (ra), Amr'a teşekkür etmekle yetindi. Daha sonra İbn Abbas da geldi: «Halk senin Irak'a gideceğini söylüyor. Bana ne yaptığını açıklar mısın?» dedi. Hüseyin, «Şu bir-iki gün içinde gideceğim.» diye cevap verdi. İbn Abbas sözünü şöyle sürdürdü:

«Allah böyle bir şey yaptırmasın. Bana söyler misin, sen başlarındaki valiyi öldürmüş, memleketlerine sahip olmuş ve düşmanını kovmuş bir millete mi gidiyorsun? Eğer böyle bir şey yapmadıklarına inanıyorsan, git. Yok eğer savaşa çağırıyorlarsa, seni aldatmalarından, cayıp sana karşı çıkarak, yalnız bırakmalarından, hattâ sana karşı ayaklanarak en fena kötülüğü işlemelerinden korkarım.»

Hz. Hüseyin (ra): «Düşüneyim, bakalım ne olacak.» diye karşılık verdi. O gün gidip ertesi gün yine gelen İbn Abbas bu defa şöyle diyordu:

«Amca oğlu, kendimi sabretmeye zorluyorum, ama sabredemiyorum. Eğer düşündüğünü yaparsan başına bir felâket gelmesinden korkuyorum. Iraklılar dönek insanlardır. Onlara sakın yaklaşma. Burada kal, sen Hicazlıların efendisisin. Eğer Iraklılar sana yazdıkları gibi gerçekten seni istiyorlarsa, sen de onlara yaz, önce memleketlerinden valilerini ve düşmanlarını çıkarsınlar, ondan sonra git. Şayet illâ gitmek istiyorsan, Yemen'e git. Orada farklı topluluklar var. Yemen geniş bir yerdir. Ayrıca orada babanın taraftarları da vardır. Bir tarafa çekilir, mektuplar yazar, halka gönderir, elçi ve propagandacılarını yayarsın. O zaman belki istediğin ortam doğabilir.»

Hz. Hüseyin (ra) bu sözleri kabule yanaşmıyordu. İbn Abbas şöyle devam etti: «Şayet gitmekten vazgeçmiyorsan kadın ve çocuklarının gözü önünde şehit edilmenden korkarım.» İbn Abbas'ın bu uyarıcı sözleri Hüseyin'e hiç tesir etmedi.

Daha sonra hanım ve çocuklarını alarak yola çıktı. Yolda Şair Ferezdak'la karşılaştı. Geldiği tarafta halkın ne durumda olduğunu sordu. Ferezdak şu cevabı verdi:

«Halkın gönlü senin yanında, ama kılıçları Emeviler'i destekliyor. Kader gökten geliyor. Allah ise dilediğini yapıyor.»

Yolda ayrıca, Abdullah b. Cafer'den dönmesi için Allah adına and veren bir mektupla, Medine valisi Amr b. Saîd'den dönmesini ve kendisini koruyacağını ihtiva eden bir başka mektup geldi. Bu iki mektuptaki isteği de reddeden Hz. Hüseyin (ra) yoluna devam ediyordu. Yolda bir ara Abdullah b. Muti' ile karşılaştı. Abdullah and vererek içinde bulunulan nazik durumu hatırlattı ve şöyle dedi:

«Eğer Emevîler'in sahip oldukları halifeliği ele geçirmek istiyorsan, seni öldürürler ve artık ondan sonra çekinecekleri hiç bir kimse kalmaz. Ne olur, İslâm'ın, Kureyş'in ve Arapların hatırı için bunu yapma, Kûfe'ye gitme, Emevîler'le karşılaşma!»

Fakat Hz. Hüseyin (ra) yoluna devam etmekten başka bir fikre yanaşmıyordu. Sa'lebîye denilen yere gelince, orada Müslim b. Akîl'in öldürüldüğü haberi duyuldu. Beraberinde bulunanlardan bazıları, «Allah için buradan geri dön, Kûfe'de senin yardımcın ve taraftarın yoktur. Hattâ onların sana karşı tavır almış olmalarından korkarız» dediler.

Müslim'in çocukları ileri fırlayarak şöyle dediler:

«Ya intikamımızı alırız veya babamız gibi şehit oluruz. Ama asla geri dönmeyiz.»

Akabe girişine varıncaya kadar yola devam ettiler. Orada karşılaştıkları bir Arap da şöyle dedi:

«Allah için dönünüz. Vallahi kılıç ve mızrakların üstüne doğru gidiyorsunuz. Şayet o, gelmen için sana haber gönderenler, savaşa girmeni önleyip, işleri düzene koymuş olsalardı ve sen de o zaman gelmiş olsaydın, buna bir diyecek olmazdı. Fakat bu durumda bana kalırsa yapılacak tek şey dönmektir.»

Hz. Hüseyin (ra) ve beraberindekiler Şiraf'ı terkeder etmez, Hurr b. Yezid komutasında bin kişilik bir süvari birliğiyle karşılaştılar. Hz. Hüseyin (ra) şöyle dedi:

«Ey insanlar! Allah da biliyor, siz de biliyorsunuz ki, ben buraya, sizin gönderdiğiniz mektup ve elçiler üzerine geldim. Halifeniz olmadığını, benimle durumunuzun düzeleceğini yazmıştınız. Eğer bana verdiğiniz sözlerinizde duruyorsanız, şehrinize girerim. Aksi halde sözünüzü yerine getirmez ve benim gelişimden dolayı rahatsız olursanız geldiğim yere geri dönerim.»

Kimseden bir ses çıkmayınca Hurr cevap verdi:

«Sizinle karşılaştığımızda bir an bile beklemeden sizi yakalayıp, Kûfe'ye Ubeydullah b. Ziyad'a götürmemiz emredildi.»

«Ölüm bundan daha iyidir.» diye söylenen Hz. Hüseyin (ra), adamlarına, atlarına binmelerini, geri döneceklerini söyledi. Fakat Hurr bırakmıyordu. Hz. Hüseyin,

«Anan seni kaybetsin, ne istiyorsun?» diye çıkışınca, Hurr şöyle cevap verdi:

«Senden başka biri bunu söyleseydi, kim olursa olsun aynı sözle mukabele ederdim. Fakat senin annenin adını kötü sözle ağzıma alamam. Olsa olsa ben onu en güzel şekilde anarım.»

Sonra Hz. Hüseyin (ra)'in Medine'ye dönmesini önlemek için onu takibe başladı. Hüseyin kuzeye doğru yönelmiş, Ninova'ya ulaşmıştı ki, orada İbn Ziyad'ın kendisiyle savaşmak üzere göndermiş olduğu Ömer b.Sa'd b. Ebî Vakkas komutasında başka bir birlikle karşılaştı. Ömer, Hüseyin'e bir elçi göndererek oralara kadar niçin geldiğini sordurdu.

Hüseyin ise,

«Hemşehrileriniz bana kendilerine gelmem için mektuplar yazmışlardı. Onun için gelmiştim. Eğer şimdi istemiyorlarsa geri dönerim.»

diye haber gönderdi. Ömer'den bu haberi bildiren mektubu alan İbn Ziyad:

«Şimdi, pençelerimizi uzattığımız zaman mı kurtulmak istiyor? Bu zaman kurtulma zamanı değil artık.»

şeklinde bir şiir söyledi ve Ömer'e bir mektup yazarak, Hüseyin'den Yezid için bîat almasını emretti:

«Eğer Hüseyin bu teklifi kabul ederse mesele biter. Aksi halde orada bulunan tek su kaynağıyla alâkalarını kes ve onları susuz bırakarak muhasara altına al.»

diyordu. Hz. Hüseyin (ra), kendisini bıraktıkları takdirde geldiği yere döneceğini söylüyordu. Burada Hz. Hüseyin'in Yezid'e bîat etmeyi kabul ettiğine dair dolaşan rivayetler doğru değildir. Hz. Hüseyin, Medine'ye dönmek istediğini bildirdiyse de karşı taraf onların dönmesini kabul etmiyor, İbn Ziyad'ın vereceği hükme razı olmalarını teklif ediyorlardı. Durum ne olursa olsun böyle bir şey de Hüseyin'in kabul edeceği bir istek değildi. Artık savaşmaktan başka bir yol kalmamıştı.

H. 61 senesinin 10 Muharreminde (10 Ekim 680) iki taraf savaşa tutuştu. Irak ordusu ile sayıları sekseni geçmeyen küçük topluluk vuruşuyorlardı. Çok geçmeden Hz. Hüseyin (ra) ve adamları şehit edildiler. Bu tarafın kaybı yetmiş iki kişiydi. Ömer'in ordusundan da seksen sekiz kişi ölmüştü.

Hz. Hüseyin (ra)'in başını, kızları ve kardeşleri ile hasta olan oğlu küçük Ali'yi İbn Ziyad'a götürdüler. İbn Ziyad bunları Yezid'e gönderdi. Şam'a varılıp da bu haber Yezid'e ulaştırılınca, Yezid ağlayarak şöyle dedi:

«Bana Hüseyin'i öldürmeden itaat ettirmenizi istemiştim. İbn Sümeyye'ye Allah lanet etsin. Hüseyin'le ben karşılaşsaydım, kendisini bağışlardım. Bütün bunlar neden oldu, biliyor musunuz? Hüseyin, şöyle demiş: 'Babam onun babasından, anam onun anasından, dedem de onun dedesinden daha üstündüler. Ben de ondan daha üstünüm. Halifeliğe ben ondan daha lâyıkım.' Babasının benim babamdan üstün olması meselesini Allah bilir. Her ikisi de Allah'ın huzuruna gitmişlerdir. Ayrıca halk, hakemlerin kimi üstün tuttuğunu da bilmektedir.

Muhakkak ki anası Fâtıma, Rasûlullah'ın kızı benim anamdan daha üstündür. Dedesi de benim dedemden daha üstündür. İmanı olan kimse onun bu dünyada bir benzeri olduğunu düşünemez. Fakat son sözünü, kendi içtihadına göre söylemiş ve: 'De ki: Ey mülk sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden alırsın.'(Âl-i İmran, 3/26) âyetini okumamıştır.»

Sonra kadınların kendi evine alınmalarını emretti. Yezid ailesinden olan bütün kadınlar, teker teker gelerek acılarını paylaştılar. Daha sonra mal ve zînetlerinden ne kaybolmuşsa kendilerine bedelini ödediler. Yezid, bir ara Ali b. Hüseyin'i yanına getirtti, Medine'ye gitmeleri için gerekli hazırlığı yaptırdı ve orada herhangi bir ihtiyaçları olursa kendisine yazmalarını söyledi. Böylece İslâm tarihindeki bu elîm olay da arkasında silinmeyecek izler bırakarak kapanmış oldu.

(Geniş bilgi ve kaynaklar için; Asım Köksal’ın İslam Tarihi XI. cilt 167-212 sayfalar arasını okumanızı tavsiye ederiz.)

21 Ashab-ı Kehf / Yedi Uyurlar ve Peygamberimiz aynı zamanda mı yaşadı? Birbirilerinden haberdar mıydılar?

Ashâb-ı Kehf kıssasının anlatıldığı Kur'ân-ı Kerîm’in on sekizinci sûresine, bu kıssanın önemi dolayısıyla “Kehf" adı verilmiştir.

Sûrenin 9-26. âyetlerinde bildirildiğine göre, putperest bir kavmin içinde Allah'ın varlığına ve birliğine inanan birkaç genç, bu inançlarını açıkça dile getirip putperestliğe karşı çıkmış, taşlanarak öldürülmekten veya zorla din değiştirmekten kurtulmak için mağaraya sığınmışlardır. Yanlarındaki köpekleriyle birlikte orada derin bir uykuya dalan gençler 309 yıl sonra uyanmışlardır. Bu süre Kur'ân-ı Kerîm'de,

“Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar, dokuz da ilâve ettiler.”

şeklinde belirtilmektedir. 300 yıla 9 ilâvesi, şemsî takvimle belirtilen sürenin kamerî takvime göre ifadesi olarak değerlendirilmiştir.

Mağarada “Bir gün kadar” uyuduklarını sanan gençler, içlerinden birini gümüş bir para vererek yiyecek almak üzere şehre gönderirler. Böylece onların durumuna muttali olanlar Allah'ın vaadinin hak olduğunu ve kıyametin mutlaka geleceğini anlarlar, mağaranın bulunduğu yere bir mescid yapmaya karar verirler.

Soruda geçen konuyla ilgili olarak ise, tefsirlerdeki bilgiler çok farklıdır. (bk. Taberi, Beğavî, Hazin, İbn Kesir, Tabresi, Zemahşeri, ilgili yer)

Bazı alimlere göre, Asahab-ı Kehf kıssası Milattan önce Yahudilerle ilgili vuku bulan bir olaydır. Kehf suresinin Mekke’de inmiş olması bunu destekler. Çünkü Mekkeliler Medine’ye gidip geldiklerinden, Yahudilerden “Ruh, Zülkarneyn ve Ashab-ı Kehf”le ilgili üç soruyu peygamberimize sormalarını istemişlerdir. Bu sebeple konunun Hristiyanlarla ilgisi yoktur. (bk. İbn Kesir, el-Meraği, Kehf Suresinin tefsiri)

Keza bazılarına göre, Hristiyanların düşmanı ve bir putperest olan Kral Dakyanus Miladi 237 yılı civarında sadece bir yıl hüküm sürmüştür. Onun korkusundan kaçan Hristiyan yiğitler mağaraya sığınmış 300 yıl uyuduktan sonra, Kral Kaysar-i Sağir (Savuzuzyos) döneminde uyanmışlardı. (bk İbn Aşur, Kehf suresinin tefsiri)

Buna mukabil, bazı alimlere göre, Dakyanus, miladi 284-305 tarihleri arasında hüküm sürmüştür. (bk. et-Tefsiru’l-hadis, Kehf suresinin tefsiri)

Pek çok farklı rivayetlerden sadece biri olan bu son rakamı esas alsak bile, yine de bu olayın Hz. Peygamber zamanında olmadığı görülecektir. Çünkü bu olay Dakyanus’un krallığının ilk yılında / yıllarında meydana gelme ihtimali kuvvetlidir. Zira bu zalim hükümdar başa gelir gelmez dindarlara zulmetmeye başlamıştır. Bu açıdan Ashab-ı Kehf olayı, miladi 284-290 arasında vuku bulma ihtimali kuvvetlidir. Buna göre, Ashab-ı Kehfin uyanması miladi 590 civarında vuku bulmuştur (290+300=590).

Son olarak şunu da belirtelim ki, şayet bu olay Hz. Peygamberin peygamberliği döneminde (612) yaşansaydı, Kur’an’da ifade edildiği üzere, ne böyle bir soruya ihtiyaç olacak ne de onların sayıları konusunda fazlaca bir ihtilaf olacaktı.

Özetle söylemek gerekirse:

- Mağaradakilerin kaç kişi oldukları, ne zaman ve nerede yaşadıkları ve kaç yıl uykuda kaldıkları gibi alınacak ders bakımından önemli olmayan bilgilerden ziyade üzerinde düşünülmesi, ibret alınması gereken hususlar ön plana çıkarılmıştır.

- Yahudilik'te ve Hristiyanlık'ta da var olduğu ve Kur'ân-ı Kerîm'de özlü olarak tekrarlandığı anlaşılan Ashâb-ı Kehf kıssasıyla müminlere verilmek istenen mesaj, ana hatlarıyla;

* İman küfür mücadelesinin öteden beri hep var olduğu,

* İnanların her devirde zulme uğramalarına rağmen bâtılın hakka asla galebe çalamadığı,

* Samimiyetle iman edip İnançlarının gereğini yaşayanları Allah'ın mutlaka başarıya ulaştırdığı,

* Ve nihayet her şeyi yoktan var eden Allah'ın insanları yeniden diriltmeye muktedir bulunduğudur.

22 Hazreti Peygambere (sav) ilk vahyin indiği mağara ile hicret esnasında Hazreti Ebubekir (ra) ile saklandığı mağara aynı mıdır?

Peygamberimize Vahyin İndiği Yer

Peygamberimize (asm) ilk vahyin indiği mağara Hira mağarasıdır. Kâinatın Efendisinin (asm) yıllardan beri devam edip gelen bir âdetleri vardı: Her senenin Ramazan ayını Hirâ Dağının tepesindeki mağarada tefekkür, ibâdet ve duâ ile geçirirdi. Burası sesiz ve sâkindi. Tefekkürüyle başbaşa kalması için en müsâit yerdi. Cemiyetin bozuk havasından sıkılan mübârek ruhları burada âdeta teneffüs ediyor ve huzur buluyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), Hirâ mağarasında rastgele değil, ceddi Hazret-i İbrâhim'in Hanîf dini üzere ibâdet ve tâatta bulunuyordu.

Ömr-ü Saadetlerinin bu kırkıncı senesinin Ramazan ayını da aynı şekilde Hirâ'da ibadet ve tâatla geçirecekti. Hanımı Hatice-i Kübrâ (ra)'nın hazırladığı azığıyla Hirâ Dağına doğru ilerliyordu.

Kâinat, o anda âdeta Efendisinin (asm) attığı her adımı hürmetle takib ediyor ve derin bir sükûnete gömülü duruyordu. Fakat, bu sükût ve sükûnet mânâsız değildi. İbret ve hikmetle doluydu.

Nur Dağı derin ve mânâlı bir sessizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sâkindi. Konuşulacakları kimbilir dinlemek, söylenenleri âdeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek için... Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için...

Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı. Bülbüllerin ötmeye başladığı, güllerin bütün güzellikleriyle etrafa koku tebessümleri dağıttıkları ve Allah'ı zikredenlerin coşup sonsuz hazza eriştikleri müstesnâ vakit!

Vahiy meleği Cebrâil (a.s.) en güzel bir insan suretine bürünmüştü. Mis gibi kokularla çevre buram buram kokmakta idi. Havf ve recâ, heyecan ve sükûnet tecellileri içiçe idi.

Cebrâil (a.s.), son derece sevinçlidir. Çünkü, son resûl ile, Peygamberler Peygamberi (asm) ile muhatap olacak, "Habibullah" ünvânını îmânı, ibadeti, tefekkürü ve mücâhedesiyle hak edecek olan Sultan-ı Levlâk'la konuşacak, Onunla yüzyüze gelecekti.

Beklenen an gelmişti.

Vahiy meleği Cebrâil (a.s.) bu ıssız ve karanlık gecede, güzel bir insan suretinde, etrafa ışıl ışıl nûrlar saçarak göz kamaştırıcı bir aydınlıkla Kâinatın Efendisine (asm) göründü. Tatlı fakat gür bir sadâ ile hitap etti:

"Oku!"

Kâinatın Efendisini (asm) hayret ve korku sardı. Yüreği ürperiyordu!

"Ben okuma bilmem." diye cevap verdi.

Hazret-i Cebrâil (as), kendilerini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra, tekrar,

"Oku!" diye seslendi.

Fahr-i Kâinat (asm) aynı cevabı verdi:

"Ben okuma bilmem!"

Hazret-i Cebrâil (as), ikinci kere Kâinatın Efendisini (asm) kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra yine seslendi:

"Oku!"

Bu sefer Fahr-i Kâinat:

"Ben okuma bilmem, söyle ne okuyayım?" dedi.

Bunun üzerine melek, Allah'tan aldığı ve Resûlüne teslim etmeye geldiği Alâk Sûresinin ilk ayetlerini başından sonuna kadar okudu:

"Yaratan Rabbinin ismiyle oku. O Rabbin ki, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku. Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, insana kalemle yazmayı öğretendir."

Heyecan ve haşyetin son haddinde Kâinatın Efendisi (asm) bizzat konuştuğu lisanla nâzil olan âyetleri kelimesi kelimesine tekrar etti. Artık, inen âyetler Allah Resûlünün hem diline, hem kalbine yerleşmişti. O andaki vazifesi sona eren Hazret-i Cebrâil (as) de birden bire kayboluverdi.

Peygamberimizin (asm) Hicret Esnasında Saklandığı Mağara

Hâne-i Sâadetinden çıkan Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), doğruca Hz. Ebû Bekir (ra)'in evine vardı. Kendileri için acele sefer malzemesi hazırlandı ve bir dağarcığa bir miktar azık kondu.

Sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) ile Hz. Ebû Bekir (ra) evin arkasındaki küçük kapıdan çıktılar ve Mekke'nin aşağısındaki güney batısına düşen, şehre üç mil takriben bir saat uzaklıkta bulunan Sevr Dağına doğru yol aldılar.

Hz. Ebû Bekir (ra), Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (asm) kâh önüne geçerek yürüyor, kâh arkasında kalarak yol alıyordu. Efendimiz, "Yâ Ebâ Bekir! Niçin böyle yapıyorsun?" diye sordu.

Hz. Ebû Bekir (ra), "Önünüzü arkanızı gözetlemek, sizi korumak için yâ Resûlallah." diye cevap verdi.

Cuma gecesi Sevr Mağarasına vardılar.

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamberimiz (s.a.v.)’in Hz. Ebu Bekir’le hicret için yola çıkmaları ve müşriklerin onları takibi nasıl olmuştur, müşriklerin planları nasıl akim kalmıştır?..

23 İmam Şarani kimdir?

Asıl adı Abdülvehhâb bin Ahmed bin Ali el-Hanefî’dir. Saçlarını uzattığı için “Şa’rânî” (saçlı) lakabıyla tanınır. 1492’de Mısır’da doğdu, 1565’te vefat etti. Tahsilini Kahire’de tamamladı. Başta tasavvuf olmak üzere, akâid, fıkıh, ansiklopedi, gramer ve tıbba dair eserler telif etti. Eserlerinde tekke ile medrese ilminin uyumlu bir terkibini yaptı.

Dört mezhebin birleşen ve ayrılan taraflarını ele aldığı, birden fazla mezhebin hak olduğunu, bütün hak mezheplerin aynı kaynaktan beslendiğini açıklayan ve "Mîzân-ı Şa’rânî" diye isimlendirilenen kitabı, bilinen en meşhur eseridir.

24 Hz. Ali'nin, Hz. Ebu Bekir'e biat etmediği doğru mudur?

İslam Tarihi kitabında geçen Hz. Ali (ra)’in Hz. Ebubekir (ra)’a biat etmek istememesi fikri doğru değildir. Çünkü Hz. Ali’nin biatte gecikmesinin sebebi Hz. Peygamber (asm)'ın defin işlemleriyle uğraşmasından kaynaklanmaktadır. 

Hz. Peygamber'in Vefatı (H. 12. Yıl / M. 632)

Peygamberimiz (asm)'ı vefat ettiğini duyan Hz. Ali (ra)'nin dizlerinin bağının çözülmesinden, Hz. Osman (ra)'ın üzüntüsünden dilinin tutulmasından, Hz. Ömer (ra)'ın onun vefatıyla dehşete kapılıp vefatını kabullenememesinden anlaşılıyor ki, onlar Resûlullah'ı (s.a.v.) gerçekten çok seviyordu. Onun halili idiler. En yakınlarını kaybeden insanların çoğunda bile bu hâller görülmez. Onun vefatında ashabta görülen bu hâlleri, onu çok sevdiklerine işaret ve delâlet etmektedir.

Hz. Ebû Bekir (ra)'ın durumu ise, daha soğukkanlı ve daha bir sorumluluk duyguları içinde olduğunu gösterir. Kızı Hz. Âişe'nin hücresinden çıkan Yâr-ı Gâr-ı Sıddîk (r.a.) mescide geldi; "Ey insanlar! Kim Muhammed'e (s.a.v.) tapıyorsa bilsin ki Muhammed öldü. Kim de Allah'a tapıyorsa bilsin ki Allah, Bâkî'dir, ölmez." dedi.

Hz. Ebû Bekir'in bu sözleri önemliydi. İnsanların en üstünleri ve en büyükleri olan, hattâ Ezel ve Ebed Sultanı olan Allah tarafından risalet gibi en büyük bir göreve tâyin edilen ve seçilen peygamberler de ölümlüydü. Hem onlar da ancak Allah'ın kulu ve resulü idiler. Peygamberlerin en büyükleri de böyleydi. İnsanlar putlaştırılmamalı ve onların büyükleri şirke, veseniliğe, putperestliğe dönüştürülmemeli idi. Câhiliye'de putların çoğalmalarında ve Lât putunun ortaya çıkmasında, Yunan ve Roma tanrılarında, hem daha başka medeniyetlerde bu yaşanmıştı. İbadet edilecek tek mâbud, Mâbud-u Bilhak, Allah'tı. O her zaman Hayy ve Bakî idi. Her zaman Hayy ve Bakî olan ancak mâbudiyete lâyık olabilirdi. Sonra o, şu âyetleri okudu:

"Muhammed ancak bir resuldür. Ondan önce nice resuller gelip geçmiştir. O ölür yahut katlolunursa sizler geri mi döneceksiniz? Kim geri dönerse O'na (Allah'a) bir zarar vermez. Allah ise, İslâm hizmetine şükrü yerine getirenlere mükâfat verecektir."(1)

Ashab öyle şaşkın, öyle gamlıydı ki, sanki onun sözlerini duymadılar. Fakat bu âyet onları intibaha getirmişti. Gerçekten Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Seyyid-i Benî Adem olsa da, daha önceki benzerleri gibi bir resuldü. Onların gelip geçtiği gibi, o da bu misafirhaneye gelip buradan göçmüştü. Onun bir gün Refik-i A'lâ'ya döneceğini Allah haber veriyordu. O ebediyete intikal ettiği zaman Müslümanlar, onun açtığı çığırda (Sünnet) devam edeceklerdi. Bu açılan yoldan geri dönseler zarar eden onlar olacaklardı. Çünkü Allah Samed olduğundan yarattıklarına, onların hiçbir şeyine ve ibadetlerine muhtaç değildi. Yalnız şu bir gerçek ki rububiyet ubudiyeti gerektiriyordu. Hem, hasta doktorun tavsiyelerine ve ilâçlarına muhtaç olması gibi, kullar kulluğa muhtaçtılar. Âyet okununca bu sefer Hz. Ömer'in (r.a.) dizlerinin bağı çözüldü ve yere düştü.

Hz. Abbas (ra), Hz. Ali (ra) ve diğer Ehl-i Beyt, ağlayarak, Hz. Peygamber (asm)'ın teçhiz ve tekfin işiyle meşgul olmaya başladılar. Ağlamak ve üzülmek bir yana, ümmetin işlerini görmek, dinin ahkâmını Resûl-i Ekrem (s.a.v.) gibi tatbik için, her şeyden önce, Resûlullah'a halef (halife) olacak birinin seçilmesi gerekiyordu. Bu iş için en lâyık ve ehak da, Resûlullah'ın mağara arkadaşı, Sahabe-i Kiram'ın en üstün tabakasından olan, Ashab-ı Kiram'ın en seçkini bulunan Hz. Ebû Bekir (r.a.) idi. Resûlullah da (s.a.v,) onu herkesten üstün tutardı. Mescide açılan kapılardan yalnız onunkini açık bırakmış, hastalandığında da onu imamlığa geçirmişti.

Hz. Ebû Bekir'e Bîat Edilmesi

 Hz. Peygamber'in Vefatıyla Hilâfet Konusunda Ortaya Çıkan Görüşler

Resûlullah'ın ölümü üzerine hilâfet hususunda birkaç görüş, "rey" ortaya çıktı.(2)

 Birinci Görüş: Ensâr'ın görüşüdür. Bilindiği gibi, Hicret'ten önce Akabe'de, Ensâr için on iki nakîb ve reis tâyin edilmişti. Bu on iki nakîbden ikisi Sa'd b. Übade ile Üseyyid b. Hudaydır idi. Birinin halife seçilmesi diğerinin rekabetine sebeb olabilir, Evslilik ve Hazrecîlik gayreti meydana çıkabilirdi. Çünkü biat hususunda, Hazrecliler Hz. Sa'd'a, Evsliler Useyyid'e (r.a.) hırslandılar ve ayrı ayrı başlarında toplandılar. Fakat Sa'd b. Ubâde'nin Ensâr'a hitaben Benî Saide Sakifesinde söylediği bir nutukla neredeyse ona bîat edilecekti.

İkinci Görüş: Cumhur-u sahabenin reyiydi. Onlar, ümmetin işlerini görmek için gereken güç ve kifayete nazar ettiler. Kureyş, Arap kabilelerinin en şereflisi, en güçlüsü ve en nüfuzlusu idi. Resûlullah'ın da (s.a.v.) Kureyş'ten olması cihetiyle, bu durum Kureyş için hususî bir meziyetti. Bu sebepten, onlar içinden en efdal olanı intihab (seçmek) gerekiyordu. Her ne kadar İslâm, gayret-i kavmiyeyi (asabiyeti) kaldırıp,(3) yerine ittihad-ı İslâm'ı (İslâm Birliği) ve uhuvvei-i îmaniyeyi koymuşsa da, Hicazlı diğer Arapların Kureyş dışından bir halifeye itaat etmeyecekleri ve Ümmet-i İslâm arasına tefrika düşeceği ihtimalini nazara alıyorlardı. Bu görüş sahipleri Evs ve Hazrec'in Kureyş dışından bir halifeye itaat etmeyeceklerini kestirebiliyorlardı. Eğer Kureyş'ten halife seçilirse, hem Evs ve Hazrec, hem de diğer Arap kabileleri onlara itaat ederlerdi. Hilâfet hususunda tefrika ve bölünme olmazdı.

 Üçüncü Görüş: Haşîmîlerin reyidir. Onlar kuvvet-i karabete (Allah Resûlü'ne akrabalığa) nazar ediyorlardı. Benî Haşîm, Kureyş'in en şereflisiydi; hem Hz. Peygamber de (s.a.v.) onlardandı. Haşîmoğulları Hz. Peygamber'in en yakınları olduğuna göre, halife onlardan olmalıydı. Onlar da Hz, Ali'ye (r.a.) bîat etmek istediler. Gerçi Hz. Abbas, Resûlullah'ın en yakınıydı. Fakat, geç Müslüman olmuştu. Muhacirin'in sonuncusuydu. "Sâbıkîn-i Evvelin" ve "Aşere-i Mübeşşere" var iken ona bîat olunamazdı. Öyleyse Hz. Ali'ye (r.a.) biat edilmeliydi. Aşere-i Mübeşşere'den olan Resûl-i Ekrem'in havarisi; kızı Esmâ'dan dolayı Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) damadı Zübeyr b. Avvam ve ashabın büyüklerinden Mikdad b. Esved, Selmân-ı Fârisî, Ebû Zer, Ammar b. Yâsir ve Ubey b. Kâ'b da (r.a.) bu görüşte idiler.

Emevîlerden birine bîat edilecek olsa, Hz. Muaviye'nin babası Ebû Süfyan'a bîat olurdu. Çünkü o hem kavim ve kabilece, hem asabiyetçe büyüklük sahibiydi. Fakat İslâm'da gecikmişti ve hizmette üstünlüğü yeterli değildi. Çünkü, Hicret'in III. Yılında Uhud Vak'asında onun yüzünden çekilenler(4) henüz zihinlerde tazeliğini koruyor, diğer yandan Ebû Süfyan'ın Mekke'nin fethinde Müellefetü'l-Kulûb'dan olarak Müslüman olması, şimdi kavi Müslüman da olsa, ehemmiyetini azaltıyordu. Bu sebepten olsa olsa onlardan halife olacak biri varsa, o da Osman-ı Zinnûreyn'di.

Hz. Ebû Bekir, Ali (r.a.) ve diğer bazı ashab, teçhiz ve tekfin-i nebeviyle meşgul iken, Muhacirîn'den Mugîre b. Şû'be, Hz. Ömer'e (r.a.) gelip, "Ensâr Sakife'de toplandı. Kendi kendilerine bir şeye karar verirlerse, aramızda savaş çıkar" deyince, Hz. Ömer, Ebû Bekir (r.a.) ve ümmetin emini Ebû Ubeyde'yi alıp Sakife'ye vardılar. Ensâr neredeyse Sa'd b. Übade'ye(5) bîat edecekti. Hz. Ebû Bekir, Sâbıkîn-i Evvelin'den olan Muhacirîn'in üstünlüklerini anlatan ve Kureyş'ten başkasına Arabın boyun eğmeyeceğini izah eden güzel bir konuşma yapınca, Ensâr, "Bir bizden, bir sizden olsun" dediler. Fakat Hz. Ömer bir kına iki kılıcın sığmayacağını ifade etti. Ebû Ubeyde de onu destekleyen bir konuşma yapınca, orada olan Ensâr ve Muhacirin, Hz. Ebû Bekir'e bîat ettiler.

Hz. Ali (ra) o sırada, hanımı Hz. Fâtıma'nın evindeydi. Zübeyr b. Avvam, Mikdad, Selman, Ebû Zer, Ammar ve Ubey b. Kâ'b da oradaydılar. Bunlar kendilerinin müşavere hâricinde bırakılmalarından gücenmişlerse de, onlara danışmaya vakit olmamıştı. O sırada Hz. Abbas (r.a.), Hz. Ali'ye, "Gel, sana bîat edelim; insanlar da biat eder" dediyse de, o, fitne korkusundan bunu kabul etmedi. Ebû Süfyan da, Hz. Ebû Bekir'e (r.a.) biat etmeyip Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) kabilesinin azlığını nazara alarak Haşîmîlere karıştı. Hz. Ali'ye bîat etmek isteyince, Hz. Ali, "Ey Ebû Süfyan! Sen İslâm milleti arasında ayrılık mı koymak istiyorsun?" deyip onu reddetti. Diğer taraftan Hz. Ömer, ümmetin emini Ebû Ubeyde ve Hz. Ebû Bekir, "Neden Hz. Ali, Sakife'ye gelip işe karışmadı?" diye, bir köşeye çekilmesine itiraz ediyorlardı. O sırada, "Hz. Ali, hilâfet dâvâsındaymış, Hz. Ebû Bekir'in hilâfetini kabul etmiyormuş." gibi sözler işitilince, Hz. Ali (r.a.) kızdı.(6) Hâlbuki o vefat hadisesinin şokunu üzerinden atamadığı için uzleti ihtiyar etmişti.

Böylece, Hz. Peygamber (asm)''ın vefat ettiği Hicrî 11. yıl R. Evvel'İn 12. günü (pazartesi) kısaca anlattığımız bu hadiselerden sonra, Hz. Ebû Bekir (r.a), Resûlullah'ın Halifesi (Halifet-u Resûlillah) oldu. Ertesi gün, yani salı günü Hz. Ebû Bekir mescide gitti, orada Umumî Biat gerçekleşti.(7)

Hz. Ali'nin Bîatte Gecikmesi

Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir (r.a.), İslâm milleti içinde nifak ve şikak çıkarmaktan sakınmalarına rağmen, hâlâ Hz. Ali (r.a.) Hz. Ebû Bekir'e (r.a.) bîat etmiş değildi. Cumhur-u Sahabe, Hz. Ebû Bekir'e (r.a.) bîat etmişlerdi; geri de dönmezlerdi. Fakat Hz. Ali'nin (r.a.) başındaki topluluk hâlâ onu hilâfete intisabda ısrar ediyordu. Hattâ, Hz. Ebû Bekir'in damadı Zübeyr b. Avvam "Ali'ye bey'at olunmadıkça kılıcımı kınına sokmam" diye ısrar ederken, Hz. Ömer (r.a.) "Onun kılıcını alıp taşa çarpın!" diyordu.(8)

Hz. Ebû Bekir (ra) bir müddet sabır ve tahammül etmişse de, bu hâl uzayınca, iki tarafın arasının açılacağına, bazı aldanmış cahillerin, safdillerin, zayıf kalbli ve uysal yapılıların işe karışıp durumun fenaya gideceğinden korktuğu için, önce Hz. Ömer'le bu işi müşavere etmeyi kararlaştırdı. Onunla müşavere ederken üzerlerine Ebû Ubeyde gelince, onu meselenin hâlli için Hz. Ali (ra)'a gönderdi.

Hz. Ubeyde b. Cerrah, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir'in söylediklerini Hz. Ali'ye (r.a.) iletti. Hz. Ali vefat hadisesinin şokundan dolayı evinde inzivayı tercih ettiğini, Kitabullah'la meşgul olduğunu(9) açıkladıktan sonra, "Eğer kavi ve ahd (söz ve yemin) sabık olmasa, ağzımı serçe parmağım ve adsız parmağımla ortaya dökerdim ve ayaklarımın altı ve başımın tepesi ile sözün engin yerine dalardım. Lâkin Rabb'ime mülâki oluncaya kadar ağzımı açmam. Dâvamı Huzûr-u Bâri'de görürüm. Yarın sabah cemaatinize giderim, sahibinize bey'at ederim. Beni mahzun, sizi memnun eden hâle dahi sabrederim; tâ ki kaderin hükmü yerini bulsun. Allah her şeye sahiptir." demişi.

Ebû Ubeyde onun dediklerini Hz. Ebû Bekir'e bildirmiş, ertesi gün Hz. Ali, Mescid-i Nebevî'ye gelip cemaati yararak, Hz. Ebû Bekir'e (r.a.) biat etmiş, Hz. Ebû Bekir de yanına oturan, istişareye katılmadığından dolayı üzülen Hz. Ali'ye (r.a.) özür beyan etmiştir. Sonra Hz. Ali izin isteyip kalkmıştır. Hz. Ömer onu yolcu ederken, Hz. Alî (r.a.) ona şöyle demiştir:(10)

"Şimdiye kadar gelmeyişim, sahibinizi (Hz. Ebû Bekir) kabul etmediğimden dolayı değildir. Şimdi de korkumdan dolayı gelmedim. Ben sözümü ciddî derim. Gözümün gördüğü, ayağımın bastığı, yayımın çekildiği, okumun düştüğü yeri de bilirim. Lâkin belâ üzerine gelen belâda atımın gemini çektim."

Burada, "belâ üzerine gelen belâ"yla Resûlullah'ın vefatı ve kendisi için hilâfet talebi iddia ve ithamını kastediyordu. Hz. Ali'nin (r.a.) Hz. Ebû Bekir'e biatıyla,(11) Hz. Ebû Bekir'in hilâfetinde "icmâ-ı ümmet" vâkî olmuş oluyordu.

 Hz, Ali'nin (r.a.) Gecikmesiyle İlgili Dikkat Çeken Hususlar

 Bu hadise münasebetiyle bazı hususlara parmak basmak gerekir:

1) İhtilâfın halliyle, Cumhur-u Sahabe ile Haşîmîler arasında tehlikeli bir tefrikanın çıkması önlendi.

2) Hz. Sıddîk, icmâ-ı ümmetle halife oldu. Resûli Ekrem'in bildirmesiyle, ümmet hata üzerinde ittifak etmez.

3) Hz. Ebû Bekir tehevvür göstererek Hz. Ali üzerine varmadı. Hz. Ali de bir gün sonra biat edeceğini belirtip taraftarlarını ikna etmek için zaman istedi.

4) Belki Hz. Ali'nin (r.a.) Sakife'ye gitmemesiyle, ihtilâfın bir de Haşîmîliğin eklenmesinin önü alındı ve bu hareketi rahmet oldu.

5) Şimdi, Hz. Ali'yi sevme dâvasında oldukları hâlde onu tenkis edenler, noksanlayanlar, mezhepleri onun kötü ahlâkta olduğunu gerektirenler diyorlar ki:

"Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk ile Hz. Ömer (r.a.) haksız oldukları hâlde Hz. Ali (r.a.) onlara mümâşât etmiş."

 Şia ıstılahına göre "takiyye" etmiş; yani onlardan korkmuş, İkiyüzlülük ve riyakârlık etmiş (hâşâ). "Esedullah" unvanını hakkıyla kazanan, Sıddîkların kumandanı ve rehberi olan bir zâtı; riyakârlıkla, korkaklıkla, sevmediği zâtlara gösterişle, riya göstermekle, 20 küsur yıl korkuyla, onlara mümâşatla ve haksızlara uymayı kabul etmekle sıfatlandırmak, nasıl mümkün olur? Bu ona muhabbet ve onu sevmek değildir. Böyle bir sevgiyi Önce Hz. Ali (r.a.) kabul etmez. Hâlbuki Ehl-i Hakk'ın yolu olan Ehl-i Sünnet, onu su-i ahlâkla ve tenkisle (noksanlamakla) sıfatlamaz, hem ona ittihamda bulunmaz, o şecaat hârikasına korkaklık isnad etmez. Ehl-i Sünnet, "Eğer Hz. Ali (r.a.) Hulefa-i Râşidîn'i hak görmeseydi, bir dakika tanımaz, itaat etmez ve onlara tebaiyet etmezdi" der. Hz. Ali onları "haklı ve râcih" bulmuş, gayret ve şecaatini hakperestliğe teslim etmiştir.

Bütün bunlar da gösteriyor ki, aslında Ehl-i Sünnet olanlar, Hz. Ali'yi (r.a.) severler, Alevîlerden daha çok severler; öyleyse onlar diğerlerinden daha çok Alevidirler; hem onun taraftarıdırlar, şu dört husus da buna delâlet eder:

1) Önce bütün dua ve salavatlarında, hutbelerinde Hz. Ali'yi (r.a.) lâyık olduğu sena ile zikrederler.

2) Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat Mezhebinden olan evliyanın ve asfiyanın büyük ekseriyeti, Hz. Ali'yi (r.a.) "Mürşid" ve "Şah-ı Velayet" bilirler.

3) Kaldı ki, sahabîlerden sonra gelenlerin, onların hâllerini  muhakeme etmeleri  haddi  aşmak  olur. Çünkü, İslâm asırlarının en hayırlısı sahabe asrıdır.(12) Onlar birer hidayet yıldızıdırlar. Kur'ân'ı onlar bize iletti; tefsiri onlardan öğrendik. Hadisler onlardan işitildi. Din ahkâmı onlardan alındı. Onlardan öğrendiklerimizle  onları  muhakeme  etmek  haddimiz midir? Gerçi insan hata edebilir. Müctehidler de kanaatlarinde hata eder; lâkin, hata etse de sevabı vardır. Bu sebepten ne Hz. Ali'yi, ne Hz. Ebû Bekir'i ve diğerlerini, kötülükle, sebb ve tanla anamayız ve anmıyoruz.

4) Ashab-ı Kiram, İslâm'ın rükünleridir. Aralarındaki niza ve ihtilâflar, içtihadı münazaalar kabilindendir. İctihadda ihtilâf etseler de hakkı görünce kabul ederler; Hak hesabına muhataplarına sert çıkışsalar da birbirinin kadrini bilirler. Onlarda tarafgirlik ve nefisperestlik değil, "hakperestlik" hâkimdi. Eğer şahsiyet ve tarafgirlikle hareket edilseydi Zübeyr b. Avvam (r.a.), kayınpederi Hz. Ebû Bekir dururken Haşîmîlerin reyinde olur muydu? Hilâfet meselesinde biri diğerinin reyinde olmadığı hâlde, Hz. Ömer, Hz. Ali'yi en çok takdir edenlerdendi. Bir gün, sorduğu bir meseleye Hz. Ali (r.a.) cevap verince, "Hz. Ali'nin (r.a.) bulunmadığı cemaat içinde bir müşkîl meselenin zuhurundan Allah'a sığınırım." buyurmuştu.(13) Hz. Alî de (r.a.) zaman zaman, "Resûl-i Ekrem'den sonra, bu ümmetin en hayırlısı Ebû Bekir ve Ömer'dir" dedi.(14)

Hülâsa, onların ihtilâfları içtihadı idi; dünyevî maksatlardan, hubb-u riyaset ve siyaset işinden beri idi. Hâlbuki, şimdi insanlarda düşünceler ve atmosfer tamamen farklıdır. Niyetler ve idealler daha çok dünyevîdir. Bu atmosferdeki insanlar, onları da kendileri gibi zannediyor ve değerlendiriyor.

Dipnotlar:

1. Resuli Ekremin Allah elçisi olması ile ilgili bk. Bakara, 2/119,252; En'am, 6/14, 19, 48; Ali İmran, 3/62, 79, 114, 159; Nisa, 4/105, 106; Maide, 5/67, 99; Sad, 38/65, 70.
2. İbn-i Kesir, İzzeddin Ebü'l Hasan, el-Kamil fit-Tarih, I-XII, Beyrut 1996, II, 335 vd.
3. Sarıcık, Murat. İnanç ve Zihniyet Olarak Cahiliye, Isparta 1988; Zann-ı Cahiliye, Hükm-i Cahiliye ve Asabiyet için bk. s. 18-45; Muhammed Hudari Bek, Nurul Yakin, Beyrut, ty. s. 125-127; Yazır, Hamdi. Hak Dini Kuran Dili, I-IX, İstanbul 1979, III, 1618; et-Tac, V, 22, 46: "Hz. Peygamber'in asabiyeti" yorumu.
4. Ebu Süfyan Uhud'da müşriklerin baş komutanıydı. Mekkenin fethinden az önce Müslüman olmuştu. Asıl adı Sahr b. Harb'dır. Resulullahın hanımlarından Ümmü Habibe'nin babasıdır. Resul-i Ekremin kayınpederidir. Huneyn ve Taif seferlerine katıldı. Taif Kuşatmasında  ve Yermük savaşında bir gözünü kaybetti. Allah Resulü kendisine bir kaç defa duada bulunmuştu; bir gün de, Hz. Ali'yi çağırıp, Allah ve Resulünün Ebu Süfyan'dan (ra) razı olduğunu bildirmiştir. bk. Mutlu, İsmail ve arkadaşı. Sahabiler Ansiklopedisi, I-II, İstanbul 1993, I, 380-386; el-Buhari, Mugire b. Berdizbeh, Sahihul Buhari, IV-III, İstanbul, ty, VI, 126; et-Tec, III, 376; Ebu Süfyanın fazileti için bk. Si'retun-Nebevi, IV, 198; Tefsirul Kuranil Azim, IV, 254; Lat Putunun parçalanması için gönderilmesi.
5. et-Tac, III, 391-392; Sa'd b. Ubade ve Useyyide b. Hudayr için bk. el-Kamil, II, 332.
6. Şiilerin Hz. Ali'nin hilafetine getirdikleri deliller ve bunlara verilen cevaplar için bk. Ehli Beyt, s. 65-99; Sahihi Buhari, IV, 207 vd; et-Tac, III, 330 vd; Suyuti, Abdurrahman b. Ebi Bekir. Tarihul - Hulafa, Mısır 1952, s. 166; Tarihul Hamis, II, 44-45; İbn-i Mace, Sünenü İbn Mace, I-II, İstanbul, ty. I, 44 vd.
7. El-Kamil, II, 332.
8. Kısas-ı Enbiya, I, 291.
9. Hz. Ali (r.a), Resulullah’ın vefatıyla birlikte bütün sureleri ve ayetleri değişik bir tertiple bir araya getirerek hususi manada bir Mushaf hazırlamıştı.
10. Kısas-ı Enbiya, I, 294; el-Mesudi, Ali b. Hüseyn, Mürucu’z-zeheb, I-IV, Beyrut 1986, II, 330. Hz. Ali’nin ne zaman biat ettiğiyle ilgili görüşler…
11. İbn-i Kesir, Hz. Ali, Haşimoğulları ve Zübeyr b. Avvam’ın, Hz. Fatıma’nın ölümüne kadar biatte bulunmadıklarını açıklar. bk. El-Kamil, II, 331.
12. Sahabe modeli, s. 192, 231 vd. 239; Sünenü’n Nesei, VIII, 94; Sünen-i İbn-i Mace, II, 137; Sah. Buhari, VIII, 94; Sah. Müslim, No: 210, 215.
13. Ayrıca bk. Ehl-i Beyt, s. 150, 155 vd.
14. Kısas-ı Enbiya, I, 301.

25 Osmanlı padişahları neden hacca gitmemişlerdir?

Önce şu hususu hatırlayalım: Osmanlı padişahları da bizler gibi birer insandılar. Birçok üstün hizmetlerinin yanında, bir kısım şahıslarını, bir kısmı da umumu ilgilendiren birtakım hata ve kusurları olmuştur. Fakat hizmetleri bütün bir İslâm âlemini, Müslümanları ilgilendirdiğinden o kadar büyüktür ki, hata olarak görülen bazı hâleri bunun yanında çok mühim bir yer işgal etmez.

Bu umumi bir bakış açısından sonra meseleye gelelim: Hac ibadetini, namaz oruç gibi diğer bazı ibadetlerden ayıran birtakım şartları vardır. Mâlî imkân, yol emniyeti, hürriyet, sıhhî durum gibi hususlar bunlardan önemli olanlarıdır. Bunlarla birlikte, diğer bir şart da, üzerine hac farz olan kimse, bu vazifeyi rahatlıkla yapabilecek yeterli bir vakte sahip olmalıdır. Ömer Nasuhi merhum bu şartı şöyle ifade eder:

“Hac vazifesini meşakkatsiz bir sûrette gidip îfa edebilmeye kâfi bir vakit bulunmalıdır. Binâenaleyh, bir kimse hac farîzası için sâir şartları tamamen hâiz olduğu tarihten itibaren, bu vazifeyi îfaya müsait bir vakit bulamadan vefat etse, bu farîza ile mükellef olmuş olmaz.”1

Çoğu hayatları fetih hareketlerinde ve cihad meydanlarında geçen Osmanlı sultanlarının, bu dinî vazifelerini yapacak yeterli zamanı ve vakti bulmaları pek mümkün değildi. Bir kere İkinci Selim’e kadar gelen on bir padişahın hemen hemen hepsinin hayatı cihad meydanında geçmişti.

O devirlerin nakil vasıtaları ve ulaşım imkânları da hesaba katılırsa mesele biraz daha aydınlanmış olacaktır. Çünkü o zamanlar İstanbul’dan kalkıp Hicaz’a ulaşmak için en azından üç dört aylık bir zamana ihtiyaç vardı. Bununla beraber bir padişahın tek başına veya birkaç kişiyle yolculuğa çıkması da mümkün değildi. Sefere çıkılacağı veya bir tarafa “azimet” edileceği zaman üç beş ay öncesinden hazırlıklar yapılırdı.

Bir padişahın o zaman zarfında aylar sürecek bir sefere çıkarken, ordusunun mutlak sûrette beraberinde bulunması gerekirdi. Ordunun sadece savaş maksadıyla yola çıkabileceği de unutulmamalıdır.

Diğer taraftan, sadece padişahın şahsî bir hac farîzasını eda etmesi maksadıyla koca bir Osmanlı ordusunu beraberinde götürmesi, maddi-mânevî birçok mahzurları doğururdu.

Hac mevsiminin kış aylarına geldiği ve senelerce devam ettiği de düşünülürse, bunun ne kadar imkânsız olduğu kendiliğinden anlaşılır.

Meselenin diğer bir ciheti de, mânevî hayattan yapılan şahsî bir fedakârlık olarak düşünülebilir. Şöyle ki:

Hac ibadetinin her ne kadar umumi ve geniş pek çok hikmet ve faydaları varsa da Müslümanın bizzat ferd olarak kendisine farzdır. Bunun için ferd birtakım makul maslahatları düşünerek manevî mes’uliyetin getireceği yükleri kabul ederse, hac gibi bir ibadette yaptığı bir eksiklik sadece şahsına ait bir kusur olarak kalır.

İşte padişahlar kendi şahsî rahat ve huzurlarından çok, koca bir İslâm âleminin, bütün Müslümanların emniyet ve selâmetini ön plâna alıyorlardı. Kendi maddi-mânevî hayatlarını Müslümanların rahatı uğruna feda ediyorlardı. Burada şüphesiz, şahsî mükellefiyetleri bakımından birtakım eksiklikleri olacaktı. Bunun mes’uliyetini de zaten peşinen kabullenmiş oluyorlardı.

Buna bağlı olarak meselenin siyasi ve idarî cihetine baktığımız zaman farklı bir manzara ortaya çıkmaktadır. Osmanlı idaresi merkezî bir yapıya sahipti. Millet padişahı hep başında görmek isterdi. Çünkü padişahın başında bulunmadığı seferlerin ekserisi hezimetle neticelenmişti.

Osmanlı idaresinde her ne kadar vezir, vüzera, divan ve daha bir kısım idarî makamlar bulunsa da, her şey padişaha bağlı, son söz padişaha aitti. Yavuz Sultan Selim’den sonra halifelik de derühte edilince, padişah sadece Osmanlı tebeasının değil, yeryüzünde bulunan bütün Müslümanların manevî reisi durumundaydı.

Halkta padişaha bağlılık o kadar mühim bir yer işgal ediyordu ki, henüz çocuk nedecek yaşta bulunsa dahi, tahtta bir padişahın bulunmasına alışmıştı. I. Ahmed, II. Osman ve IV. Murad çocuk yaşta tahta oturmuş padişahlardı. Buna rağmen halk onları padişah olarak tanımış, bağlılık göstermişlerdir.

Padişahın uzun bir müddet -savaşların dışında- başta bulunmayışı, dahilî karışıklık ve huzursuzluklara sebep olurdu. Hatta Genç Osman iyi bir niyet taşıyarak hacca gitmek giçin İstanbul’dan yola çıktığı hâlde, daha İstanbul-Maltepe’ye varmadan çeşitli dedi-kodular çıkarılarak huzursuzluklar başgöstermiş, sonunda padişah bu teşebbüsünden vazgeçmiştir.

Bu ve bunlara benzer haklı gerekçe ve engelleyici sebepler olmasaydı, Resulullahın (a.s.m.) müjdesine mazhar olan bir Fatih Sultan Mehmed’in, oğlu Veli Bayezıd’ın ve İslâm birliği için hayatını cihad meydanlarında geçiren Yavuz Sultan Selim’in hac farîzasını ihmal etmesine bir mânâ veremeyecektik.

Ayrıca Yavuz devrinde Osmanlı sınırları içine giren Mekke ve Medine, Cumhuriyet devrine kadar devamlı gözbebeği gibi korunmuş, imar faaliyetleri sürdürülmüştür. Sadece Sultan Abdülhamid bu mukaddes topraklara verdiği ehemmiyetten dolayıdır ki, Bağdat’tan Medine’ye kadar demiryolunu ağını kurmuştur.

Bu kadar Kâbe ve Resulullah âşıkı olan ve kuvvetli bir dinî tahsil ve terbiye görmüş bulunan Osmanlı padişahları, fırsat ve imkân bulsalardı, hacca gitmezler miydi?

26 Eymen bin Hureym'in hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

EYMEN B. HUREYM

Eymen b. Hureym b. Fâtik el-Esedî (0.80/699 [?]) Şair sahâbî.

Aslen Dımaşklı olup sonradan Kûfe'ye yerleşen babası Hureym b. Fâtik ile amcası Sebre sahâbî idiler. Babasının ve amcasının Bedir Gazvesi'ne katıldığına, ayrıca amcasının Hudeybiye Antlaşması'nda bulunduğuna dair rivayetler vardır. Abdüllatîf b. Ahmed el-Bikâî her iki kardeşi Ehl-i Bedir arasında saymaktadır (Ehlü Bedr, s. 69, 91). Bazı kaynaklarda ise Bedir Gazvesi sırasında henüz ergin olmayan Eymen ile babasının ve amcasının Mekke'nin fethinde İslâmiyet'i kabul ettikleri ileri sürülmektedir. Ashabın hayatına dair eserlerde Eymen'in sahâbî kabul edildiği görülmektedir. Eymen'in yalancı şahitlik konusunda doğrudan Hz. Peygamber (asm)'den bir hadis rivayet ettiği söylenmekle beraber Tirmizî'nin de belirttiği gibi onun Resül-i Ekrem'den hadis işittiği bilinmemektedir.(Tirmizî, "Şehâdât", 3, "Büyü'", 3, "Hudûd", 16)

Siyasî konularda bilgi ve tecrübe sahibi olan Eymen hayatı boyunca Müslümanlar arasındaki ihtilâflardan uzak durmaya çalışmıştır. Abdülmelik b. Mervân'ın ona bir miktar para verdiği, babasının ve amcasının sahâbî olduklarını hatırlatarak kendisinin de Abdullah b. Zübeyr'e karşı savaşmasının uygun olacağını söylediği, fakat Eymen'in, "Ben namaz kılan bir kimseyle savaşmam" diye başlayan şiiriyle bu teklifi reddettiği belirtilmektedir.(İbn Sa'd, VI, 38)

Devrinin tanınmış şairleri arasında yer alan Eymen'i, kasidelerinde övdüğü kimselerin meziyetlerini zikrederken mübalağalı ifadelerden sakındığı için başarılı saymayanlar vardır.(Merzübânî, s. 222-223) Buna karşılık Abdülmelik b. Mervân onu, övdüğü kimselerin özellikle ruhî ve ahlâkî vasıflarını dikkate aldığı için takdir etmiştir.

Emevî valilerinden Abdülazîz b. Mervân ve Bişr b. Mervân hakkında da şiirler söyleyen Eymen, Kûfeli şairlerin çoğunun yaptığı gibi gazel tarzında kasideler de söylemiştir. Eymen lirik bir şair olup dili fasih, kelime örgüsü sağlam, ifadesi açıktır. Bununla birlikte mânası güç anlaşılan şiirleri de vardır. Medih, hiciv, gazel ve hikmet tarzında şiirler yazan Eymen'in Halife Osman'ın ardından yazdığı mersiye bu türün güzel bir örneğini teşkil eder. Abdülazîz b. Mervân ile Bişr b. Mervân'ın, şiirlerini çok beğendikleri Eymen b. Hureym'e "halîlü'l-hu-lefâ" lakabı verilmiştir.

Eymen b. Hureym'in şiirlerinden bazı parçalar çeşitli eserlerde bugüne ulaşmıştır.

(bk. Diyanet Vakfı İslam Ans.)

27 Mızraklı İlmihal hakkında bilgi verir misiniz?

Mızraklı İlmihal’i, Osmanlı ilmihal geleneğinin ilk örnekleri arasında yer alan anonim bir eserdir. Miftâhu'l-Cenne olarak da bilinen ve Osmanlılarda "ilmihal" adının kullanıldığı ilk eser olan "Mızraklı İlmihal"in müellifi ve hangi tarihte yazıldığı kesin bir biçimde tesbit edilememiştir. Adındaki "mızraklı" kelimesinin kaynağı hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte bu adlandırma, kitabın genellikle kapağında ya da ilk sayfalarında yer alan sancak ve mızrak şekilleriyle ilgili olabileceği gibi eserin belirlenebilen tek yazma nüshasında(1) görülen "Mızraklı Efendi" ifadesiyle de(2) bağlantılı olabilir.

Kitapta zikredilen kaynaklar dikkate alındığında Mızraklı İlmihal'in, XVI. yüzyıldan sonra yazıldığı ortaya çıkmaktadır. Eserin yazma nüshaları arasındaki muhteva farklılıkları değişik tarihlerdeki matbu nüshalarında da görülmektedir. Bu farklılıklar belirli dönemlerde kitaba ilavelerin yapıldığını düşündürmektedir.

Yazma nüshaya göre kitapta abdest, gusül, teyemmüm, namaz, oruç, hac, peygamberlerin sıfatları, imanla ilgili hususlar, meleklere ve kitaplara iman, Allah'ın sıfatları, elli dört farz, ahkâm-ı şer'iyye, küfür ve şirk konularına yer verilmiştir. Eserin pek çok baskısının kenarında namaz, dua ve ahlaka dair küçük risaleler bulunmaktadır.

Hacimlerine göre yapılan tasnifte muhtasar ilmihaller grubunda yer alan Mızraklı İlmihal'in, akaid, ibadet ve ahlaka dair konuların belirli bir sistematiğe göre düzenlenmediği görülmektedir. Mesela, kitabın başında namaz hakkında kısa bilgiler verildikten sonra oruçla ilgili hükümlere geçilmiş, gusül, teyemmüm ve abdestin ardından tekrar namazın farzları, vacipleri, âdabı vb. konulara temas edilmiş, inanç ve ahlak konuları ele alınmıştır. Eserde özellikle namaz hakkında ayrıntılı hükümlere yer verilirken zekât, hac ve kurban bahisleri üzerinde kısaca durulmuştur. İnanç, ibadet ve ahlak konularının bir bütün hâlinde sunulmaya çalışıldığı kitapta özendirici bir üslup kullanılarak fıkhî hükümlerin yanında amellerin faziletlerine de değinilmiştir. Ancak bu konuda zaman zaman doğruluğu sabit olmayan bilgilere de rastlanmaktadır.(3)

Mızraklı İlmihal'de Hanefî fıkıh kitaplarından İbn Nüceym'in el-Eşbâh ve'n-nezâ'ir, Halebî'nin Mülteka'l-ebhur, Ebû Bekir el-Haddâd'ın es-Sirâcü'l-vehhâc adlı eserlerinin yanı sıra Ebüssuûd Efendi'nin fetvalarına ve Birgivî'nin Türkçe bir ilmihal kitabı olan Vasiyetname'sine de atıfta bulunulmuştur. Eserde genellikle Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşler bir araya getirilmiş, ihtilaflı meselelere yer verilmemiştir. Bununla birlikte bazı konularda mezhep içindeki farklı görüşler de aktarılmıştır.

Sade bir dilin ve kısa cümleli basit anlatım tekniğinin kullanıldığı Mızraklı İlmihal, Osmanlı toplumunda en çok okunan ve ezberlenen eserler arasında yer almıştır. Sıbyan mekteplerinde din bilgisine başlangıç kitabı olarak, ayrıca camilerde, köy odalarında ve evlerde yaygın biçimde okunması sebebiyle halkın din anlayışını etkilemiştir. Bu yüzden modernleşme döneminde adı zikredilerek sıkça eleştirilmiştir. Eser ilki İstanbul'da 1258 (1842) yılında olmak üzere pek çok defa basılmıştır.(4) Mızraklı İlmihal adı ve Latin harfleri ile yayımlanan kitapların önemli bir kısmı, metne bağlı kalmaya özen göstermemiş, bir kısmı ise eserin yalnız adını kullanmıştır.

Dipnotlar:

1. Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 1164.
2. Hatice Kelpetin Arpaguş, Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı ve Kaynakları, İstanbul 2001, s. 38-39.
3. Meselâ bk Mızraklı İlmihal, İstanbul 1306, s. 35, 39.
4. Özeğe, Katalog, III, 1140.

Kaynak: TDV. İslam Ansiklopedisi, Mızraklı İlmihal md.

28 Bazı sahabelerin Peygamberimizin idrarını içtiği söyleniyor; doğru mu?

Medine döneminde, yanlışlıkla Hz. Peygamber (asm)'in idrarının içilmesi olayı yaşanmıştır; olay şöyle gerçekleşmiştir:

Umeyme binti Rukayka'nın bildirdiğine göre, Hz. Peygamber (asm)'in Hurmadan yapılmış bir kabı vardı ve geceleyin ihtiyaç duyarsa, seriri (karyola, divan) altına koyduğu bu kabına bevl eder ve onu tekrar karyola altına koyardı. Bir gece yine aynı şekilde ona ihtiyacını giderdi ve kabı karyolası altına koydu. Daha sonra baktığında kapta idrar olmadığını gördü. Kaptaki idrarın nerede olduğunu sorunca, onu Hanımı Ümmü Habibe'nin Habeşistan'dan getirdiği hizmetcisi Bereke'nin içtiğini söylediler. Bunun üzerine Resul-i Ekrem: "Büyük ölçüde kendisini ateşten korudu." buyurdu.

Beyhaki'de olay aynı şekilde anlatmakla birlikte Rasulullah (asm)'ın Bereke'ye şöyle sorduğu nakledilir:

"Kaptaki idrar nerede?"
Bereke buna karşılık:
"Onu ben içtim, Ey Allah'ın Resulü." diye cevap verir.

Bu olayı şu açılardan tahlil edebiliriz:

a) Olay bir yanılışlık eseri meydana gelmiştir.

b) Hz. Peygamber (asm), kimseye idrarını içmesini emretmemiştir;, eğer böyle olsaydı bu türden pek çok olaya şahit olunurdu.

c) Sahihu'l- Buhari, Kitabu'l- Eşribe, bab 15' te yer aldığına göre, bevl içmek haramdır. Ayrıca idrardan kaçınmamak, kabir azabına sebep olur. (İbni Mace, Tahare, 26; Buhari Cenaiz, 88; Müsned, V / 88).

d) Hz. Peygamber (asm)'in, idrar içildikten sonra; söyledikleri konusunda tartışma vardır. Olay Tabarani'nin el- Mu'cemu'l-Kebir'inde ve Beyhakinin Sünenü'l-Kübra'sında yer alır. Doç. Dr. Nuri Topaloğlu "Hz. Peygamber'in Zatı ve Eşyası ile Teberrük Meselesi" adlı makalesinde, olay üzerine Peygamber (asm)'in azı dişleri görününceye kadar güldüğünü ve "Bundan sonra asla karın ağrısı duymayacaksın." dediğini kaynaklardan naklettikten sonra, bu tür bir sözün uydurma olduğu kanaatini ızhar eder. Fakat bu sözün uydurma olduğuna dair hadisle ilgili bir açıklamada bulunmaz.(bk. agm., Hadis Tetkikleri Dergisi, İstanbul, 2003, s. 71-95)

e) Bize göre Hz. Peygamber (asm)'in Bereke'ye gülmesi; onun idrar içmesini doğru bulup tasvip etmesi anlamı taşımaz.

Bizler de zaman zaman yapılmaması gereken şeyleri duyarız ve güleriz. Bildiğimiz bir fıkraya göre; Nasreddin Hoca gözü ağrıyan birine "gözüne katran sür" demiş, adam dediğini yapınca kör olmuş. Hocaya: "Dediğini yaptım, kör oldum" deyince Hoca: "Ne bileyim ben, elim çatlamıştı, katran sürünce iyileşti, sen de gözüne katran sürünce iyileşeceğini sandım." cevabını vermiş. Biz bu fıkrada adamın kör olmasına gülmediğimiz gibi; Hz. Peygamber (asm) de Bereke'nin idrar içmesini doğru bulduğu için gülmemektedir.

f) Hz. Peygamber (asm)'in Bereke hakkındaki sözleri ise, bu olayı bahane edip iyi bir kimse olduğunu belirtmesi olarak yorumlanabilir ve bu tür yorumun başka benzerleri de vardır.

g) Konuyla ilgili olarak şu hususları da hatırlatmamız uyun olacaktır kanaatindeyim: Tarihte idrar, kumaş boyama tekniğinde, bazı yiyeceklerin terbiye edilmesinde, halı boyama alanında ve tedavide kullanılmıştır. Cahiliye döneminde de idrarın tedavi gayesiyle kullanıldığı kanaatindeyiz. Tecrid-i Sarih'in birinci cildinde 174 no'lu hadisin şerhinde, kısa da olsa bu konuya yer verilmiştir. Ayrıca, bu konuda aşağıda künyesi verilen esere müracaat edilmesi bize önemli bir katkı sağlayacak ve ufuk açacaktır:

(bk. Carmen Thomas, Çişteki Mucize , Çev., Leman Çalışkan, AD Yayıncılık, İstanbul, 1995)

29 Hz. Ali'nin vefatı / şehid edilmesi nasıl olmuştur? Mescide gitmeden önce evde abdest aldığı sırada neler söylüyordu?

Çeşitli rivayetlerde, Hz. Ali (ra)’in kendisini öldürecek katilini çok iyi bildiğini, hatta kendisine: “Neden onu öldür müyorsun?” diyenlere; “Ben nasıl beni öldürecek olan birini öldürebilirim?” diyerek cevap verdiğini kaynaklardan öğrenmekteyiz.

Bu hususu

“Eğer gaip perdesi açılsa, benim imanım daha fazla artmaz.” (Aliyyü’l-Kârî, el-Esrârü’l-Merfûa, s. 193)

diyen Hz. Ali (ra)’in imanını baz alarak değerlendirmek gerekir. Böyle bir imanın şuur mertebesi, her şeyi Allah’tan bilir, zalimlerin zulmü içerisinde kaderin de güzel hükmünü görür ve teslimiyetle, rıza ile karşılar. Bir terhis tezkeresi olarak telakki edenler için ölüm, bir korku ve endişe kaynağı olamaz.

Cennetle müjdelenmiş Hz. Ali (ra)’in haksız yere öldürüleceğini bilmesi, bu müjdeyi pekiştiren diğer bir gerçeğin sinyali olarak algılanmıştır.

İman, İslam, ihsan, tevekkül ve teslimiyetin ucunda, tedbirini aldıktan sonra kadere rıza vardır. Allah’tan gelen her şeyi hoş karşılama vardır.

Hz. Osman (ra) zamanında çıkan fitne ateşi Dört büyük halifenin sonuncusu olan Hz. Ali (ra) zamanında da devam etti. Bunun için beş sene süren hilafeti zamannıda sükun ve huzur bulamadı.

Zamanındaki fitne ocağı olan Haricilerle savaşmış ve hepsini de perişan etmişti. Bunlardan, kin ve intikam ateşiyle dolu olanlar, zaman zaman bir araya gelerek, nasıl intikam alacaklarını planlıyorlardı. Sonunda; Hz. Ali, Hz. Muaviye ve Hz. Amr bin Âs’ı öldürmeğe karar verdileri. Hz. Ali’yi, Abdurrahman bin Mülcem öldürecekti.

İbnü Mülcem, Hz. Ali (ra)’i kollamağa başladı. Bir gün sabah namazından önce Halifenin geçeceği yola pusuya yattı. Hz. Ali’nin geldiğini görünce İbni Mülcem âniden arkadan üzerine atılarak zehirli kılıcını indirdi.

Hz. Ali (ra) ağır yaralıydı. Durmadan kan kaybediyordu. O vaziyette iken bile yanındakilere dönerek, camie gidip sabah namazını kılmalarını, vakti geçirmemelerini söyledi. Namazı kıldırmak için de yerine vekil tayin etti.

Oğlu Hz. Hasan (ra)’ı yanına çağırarak şöyle buyurdu:

“Bunun yemeğini yedirip istirahatini de temin edin. Eğer yaşayacak olursam ya affederim veya cezasını veririm. Eğer ölürsem, cezasını verin, fakat aslâ haddi tecavüz ederek Müslümanların kanlarına girmeyiniz. Zira Allah haddi tecavüz edenleri sevmez.”

Kendisine, “Yâ Emire’l mü’minin, şayet size bir hâl olursa oğlun Hasan’ı halife saçelim mi?” diye sordular. “Ben bu hususta sizlere ne emrederim ve ne de nehyederim. Siz işinizi daha iyi bilirsiniz. Resûl-i Ekrem’in bu meseleyi bıraktığı gibi ben de bırakacağım.” buyurdu. [Belâzûrî, Kitâbu Cumel min Ensâbi’l-Esrâf, (thk. Süheyl Zekkâr-Riyâd Ziriklî) 3/262; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, VIII, 16]

Durumu gittikçe ağırlaşyordu. Devamlı olarak kelime-i tevhid ile âyet-i kerimeler okuyordu. Bir ara yanına oğulları Hz. Hasan (ra) ile Hz. Hüseyin (ra)’i çağırdı. Onlara şu şekilde nasihatta bulundu:

“Evlâtlarım! Sizlere Allah’a karşı müttaki olmanızı vasiyet ederim. Daimâ doğru söyleyin ve yetimlere acıyın. Âhiret için iyi ameller işleyerek sıkıntıya düşenlerin imdâdına koşun. Zâlimin hasmı olup mazluma daimâ yardım edin. Allah'ın kitabı ile amel edin ve Allah yolunda olmaktan sizi hiçbir şey alakoymasın.” (bk. Belâzûrî, a.y.)

Bu nasihatlerden sonra Hz. Ali (ra) âyet-i kerimeler okumağa başladı. Vefatında, son sözü “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah.” oldu.

30 Osmanlı Hareminde bulunan cariyeler hakkında bilgi verir misiniz?

Genel Olarak Saray’daki Câriyeler

Osmanlı Padişahları, Harem dâirelerinde istihdâm ettikleri veya karı-koca hayatı yaşadıkları cariyelere şer‘-i şerifin hükümlerini aynen tatbik etmişlerdir. Osmanlı Hareminde Orhan Bey zamanından beri cariyelerin bulunduğu ve istihdâm edildiği ifade edilmektedir. Ancak Haremdeki cariyelerin sayıca artması, Fatih döneminden itibaren başlar. Zira Fâtih devrinde devlet idaresi devşirmelerin eline geçtiği gibi, Haremde de böyle olmuştur. Nasıl devşirilen erkekler, Enderun Mektebinde terbiye edilerek Osmanlı Devleti’nin askerî ve idârî üst makamlarına yükselme imkânlarını elde etmişlerse, Harem Mektebine alınan cariyeler de zekâlarına, ahlaklarına ve güzelliklerine göre, evvela haremin hizmetçi statüsündeki grubu olan cariye, kalfa ve ustalar makamlarına ve sonra da Padişahlar tarafından seçilmeleri halinde Padişah ile karı koca hayatı yaşayan Gözde, İkbal ve Kadın Efendi ve neticede Vâlide Sultân pâyelerine kadar yükselme imkânlarına kavuşabilmektedirler(1).

O halde harem mektebinde yetişen cariyeleri iki gruba ayırmak icab edecektir:

Birinci Grup, asıl haremin ve padişah ile ailesinin hizmetlerini gören cariyeler grubudur ki, haremde sayıları bazen dört-beş yüze ulaşan cariyelerin yüzde doksanını bunlar teşkil etmektedir. Bunların haremin ve padişah ailesinin hizmetlerini ifa dışında her hangi bir şekilde padişah ile karı koca hayatları mevzubahis değildir.

İkinci Grup ise, padişahın ailesi arasında yer alan gözdeler, ikballer ve kadın efendiler grubu idi.

Burada birinci grubu anlatacağız.

Haremin ve padişah ailesinin hizmetlerini ifa ile mükellef olan ve hizmetçi kadınlar statüsünde bulunan saray cariyelerini dört ayrı grupta toplamak mümkündür:

1. Acemiler.

2. Câriyeler.

3. Kalfalar (Şâkirdler).

4. Ustalar (Gedikli Câriyeler).

Bu dört grubu ayrı ayrı incelemek, harem hayatını anlamak ve padişahların "yüzlerce kadınla yatıp kalkıyor" şeklindeki iddialarını ortadan kaldırmak için zaruri görünmektedir. Bu dört grup incelenince görülecektir ki, haremdeki cariyelerin yüzde doksanı tamamen bugünkü kadın hizmetçi grubundadırlar ve bunlar aldıkları belli ücretler karşılığında Haremde hizmet etmektedirler. Ancak bunların bekâr olmaları ve Haremde bulundukları müddetçe evlenmelerinin fiilen mümkün olmaması sebebiyle, her an şehzade veya padişahın haremi arasına girmesi mümkündür. Padişahın haremi arasına girmediğinden veya giremediğinden dışarıdan evlenmek isteyenler, "çırağ edilme" adı altında evlendirilip haremden çıkarılırlardı.

Şimdi sırasıyla bunları ve nasıl temin edildiklerini, vazifeleri ile birlikte görelim:

Acemiler ve Hareme Alınışları

Osmanlı devletinde ilk zamanlarda kendileriyle savaş yapılan milletlerden alınan esir kadınlar ve kızlar arasından Hareme cariye alınırdı. Çerkez, Gürcü ve Rus asıllı cariyeler ise genellikle satın alınarak hareme sokulurdu. Hareme giren yeni kızlara acemi denilirdi. Bunların ekserisi köyden geldiğinden dolayı, bir müddet saray âdâb ve usullerini âmirleri olan cariyelerden, kalfalardan ve ustalardan öğrenirlerdi. Bunları öğreninceye kadar efendilerinin huzuruna çıkmazlardı. Özellikle Çerkez kızları ince ruhlu, hassas ve zeki olurlardı. Çerkez kızlar, bir çok hânedân erkekleriyle evlenmişler, büyük itibara ve mevkilere yükselmişlerdir. Bir çok Çerkez kadınları, kızlarını beşikten itibaren “Padişah haremi olup ihtişam ve elmaslar içinde hayat sür!” diye yetiştirirlerdi. İstanbul Esir pazarında en çok Çerkez, Abaza ve Gürcü cariyeler satılmaktaydı.(2).

Bazı yeni gelen acemiler, Türkçe dahi bilmedikleri halde, zekâları sayesinde derhal Türkçe’yi öğrenirler ve bütün saray âdetlerini de pek çabuk anlarlardı. Bazı eski saraylıların ifadesiyle “Saray’da terbiye olmayan, hiç bir yerde terbiye öğrenemez. Harem terbiye mektebidir.”. XVII. yüzyıldan itibaren zekâları ve güzellikleri sebebiyle hareme alınan acemilerin çoğu Kafkasyalı olmuştur(3).

Hareme alınan cariyelerin ikinci kaynağı da, devlet adamlarının bunları padişaha armağan etmeleri idi. Başta yabancı devlet adamları olmak üzere, Sadrazam, Vezirler, Beğlerbeğileri ve Sancak Beğleri, Padişaha satın aldıkları cariyeleri hediye ederlerdi. Hediye edilen cariyelerin de yüzde doksanı haremde hizmetçi statüsünde çalıştırılmak üzere hareme alınırlardı. Geriye kalan yüzde onluk bölüm ise odalık veya gözdeler grubuna alınmaktaydı(4).

Harem’e Beğler Beği Tarafından Çerkez, Abaza ve Rus Cariye Temin Edilmesi İle Alakalı Bir Arîza (TSMA, No: E. 1511)

XIX. yüzyılda Osmanlı devleti, esirlerin alınıp satılmasını yasaklayınca Kafkasyalı bazı aileler kendi rızaları ile kızlarını Hareme cariye statüsünde vermeye devam etmişlerdir(5).

Şunu da belirtelim ki, cariye satan esir tüccarları da sattıkları cariyeleri üç kısma ayırıyorlardı:

1) Haremde hizmetçi olarak istihdâm edilecek cariyeler. Bunlar güzel olmakla birlikte, genellikle yaşları büyükçe idi.

2) Terbiye edilip satılmak üzere alınan beş-yedi yaş arasındaki cariyeler. Bunlar, hizmetçi olarak veya odalık şeklinde bulûğaa erdikten sonra ayrılırlardı.

3) Hareme doğrudan doğruya odalık ve gözde, yani padişah ve hânedân erkeklerinin ailesi olmak üzere alınanlar. Bunlar çok az olurdu. Zira Padişah ve hanedân erkeklerine harem olacaklar, genellikle Harem Mektebinde terbiye edilirlerdi(6).

Hareme satın alınan cariyeler kâhya kadın, ebeler veya hastalar ustası tarafından ciddi manada muâyene edilirlerdi. Satandan ailesi ile alakası kalmadığına dair bir sened alınırdı(7). Hastalıklı olanlar sahibine geri verildiği gibi, uykusu ağır olan, horlayan veya başka kusurları olanlar da pek alınmazdı. Ancak bazen bu cariyeler arasında dilsizler, maskaralar ve cücelerin de bulunduğunu görüyoruz. Bütün bunların bulunması, Padişahın haremdeki her kadınla yatıp kalktığını iddia eden ve bunların hizmetçi statüsünde olduğunu bilmeyenlere de iyi bir cevap teşkil eder. Zira saraya alınan cariyelerin makbuzları incelendiğinde, bazı yaşlı kadınların, süt annelerinin ve dadılık edecek tahsilli kadınların da bulunduğu görülecektir(8).

Câriyeler, Sayıları ve Vazife Taksimleri

Saraya yani Hareme alınan acemiler kısa bir süre sonra artık harem-i hümâyûnun câriyesi olurlardı. Aslında acemiler ile cariyeleri aynı grupta toplamak da mümkündür. Bir kısım araştırmacılar bu şekilde davranarak cariyeler, kalfalar ve ustalar tarzında üçlü ayrım yapmışlardır. Biz, yeni alınanlara acemi, biraz saraya alışanlara ise cariye demeyi tercih ettik(9). Bu cariyelerin yüzde doksanı haremde istihdam edilmek üzere alındığından, biraz sonra anlatacağımız gibi, kalfaların ve ustaların yanına verilirlerdi. Ustaların ve kalfaların emirleri altında çalışmak ve yetiştirilmek üzere onlara teslim edilirlerdi. Güzeller ve odalık niyetiyle alınanlar ise, terbiye edilmek üzere, padişahın yakın hizmetkârları demek olan hünkâr kalfalarına ve özellikle de haznedâr ustalara teslim olunurlardı. Şehzâdelere harem olması muhtemel olanlar için de aynı kaide geçerli idi.

Saray cariyesi olanlara yapılan ilk iş, kendilerine güzellikleri, karakterleri veya fiziki görünüşleri göz önünde bulundurularak yeni isim verilmesi idi. Padişah tarafından da verilen bu isimlerin herkes tarafından bellenmesi ve unutulmaması için ilk zamanlarda bir kâğıda yazılı olarak iğne ile göğüslerine iliştirilirdi. Verilen isimler genellikle Farsça’dır. Çeşm-i Ferâh, Hoşnevâ, Handerû, Ruhisâr, Neş’e-yâb ve Nergiz-edâ gibi(10).

Hareme alınan cariyelere kalfalar tarafından terbiye, nezâket ve büyüklere karşı hürmet gibi âdâb-ı muâşeret kaideleri bütün ayrıntılarına kadar nazarî ve tatbiki olarak öğretilirdi. Hareme ait hâtıralar okunduğu zaman, bunlara nasıl dikkat edildiği ve haremdeki cariyelerin nasıl kibar oldukları daha iyi anlaşılacaktır.

Câriyeler Müslüman olduklarından dolayı mutlaka Kur’an okumak mecburiyetinde idiler. Sultan Mehmed Reşâd’ın harem muallimesi Sâfiye Ünüvar’a verdiği şu talimât bunu ortaya koymaktadır:

“Namaz kılmayanlara, oruç tutmayanlara, verdiğim tuz ve ekmeği haram ediyorum. Bu irâdem hoca hanım tarafından saray kadınlarına söylensin.” Bunun üzerine muallime Hanım'ın sınıfın kapısına şu levhayı yazdırdığını görüyoruz: “Namaz kılmayan, oruç tutmayan dershaneden içeri giremez.”(11).

Osmanlı Haremi’nin en son zamanlarındaki hali bu olursa, daha sağlam olduğu dönemlerdeki halini kıyaslarsanız, haremle ilgili iftirâların ne kadar asılsız olduğunu o zaman anlarsınız.

Harem, Halifenin evi olduğundan onun evindeki herkes ibâdetini yapmalıydı ve Kur’an’ı okumalıydı. Bunun için de okumak ve yazmak gerekiyordu. Gerçi elimizdeki saray kadınlarına ait mektuplardan bunların imla hataları yaptıkları ve fazla iyi yazıları olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak bu istenen seviyede tahsillerinin olmadığını gösterirse de tamamen tahsilsiz olduklarını göstermez. Haremde hemen hemen hepsinin odasında mutlaka bir kitaplığın bulunması da dediklerimiz isbat eder mahiyettedir.

Haremdeki cariyelerin ayrıca meşru dairede müzik âletlerini de öğrendikleri, hâtıralardan öğrenilmektedir(12).

Osmanlı Haremi’nde sarayın(13) hizmetini gören cariyelerin sayıları ile padişahların ve hanedân erkeklerinin haremleri olan kadınların sayıları, Osmanlı Devletinin’nin ilk zamanlarında sayıca az idi. Zira başta şehzadeler ve onların vâlideleri olmak üzere hânedânın bir kısım fertleri, taşra sancaklarda hayatlarına devam etmeyi tercih ediyorlardı. Bu sebeple III. Murad’a kadarki saray cariyelerini 200-300 rakamlarıyla ifade etmek mümkündür. Ancak III. Murad’dan itibaren sayılar artmaya başlamış ve I. Ahmed’in verâset usulünü kaldırıp yerine ailenin en büyük ve en layık evladı padişah olması kaidesini getirmesiyle de, şehzadeler ve anneleri sarayda kaldıkları için bu sayı iyice kabarmıştır. Nitekim III. Murad zamanında 500’ü, I. Mahmud zamanında 456’yı, I. Abdülmecid zamanında 688’i, Sultân Abdülaziz zamanında 809’u, II. Mahmud zamanında 298’i bulduğu görülmektedir. Bu rakamların içinde, sayıları hakkında daha sonra ayrıntılı bilgi vereceğimiz padişahların ve hânedân erkeklerinin haremleri olan kadınlar da vardır(14).

Bir kısım Osmanlı düşmanı yabancı yazarların ve bunların yerli destekçilerinin iddia ettikleri gibi, bu rakamlara ulaşan kadınlar ile padişahların karı koca hayatı yaşamaları hem mümkün değildir ve hem de bu tür iddialar doğru değildir. Bugün devlet başkanlığı köşkünde çalışan hizmetçi kadınlar ile Cumhurbaşkanı’nın veya zenginlere ait bir Köşk’te çalışan hizmetçi kadınlar ile Köşk sahibi işadamının karı-koca hayatı yaşama iddiaları ne kadar gülünç ise ve bunların sayıları da azımsanmayacak kadar fazla ise, Haremde hizmetçi olarak çalışan kadınlar ile padişahın karı-koca hayatı yaşaması o kadar gülünçdür.

Haremdeki bu cariyelerin hangi hizmetlerde istihdâm edildiğini ise, zamanında haremde en çok cariye bulunan bir kaç padişahdan biri olan I. Mahmud zamanındaki listeyi kısaca özetlemekle daha iyi anlayacağız:

Topkapı Sarayında bulunan bu listeye göre; Kilerde 17, Külhan yani banyoların temizliğinde 6, Haremdeki makam sahibi kimseler yanında 23, Şehzâde Osman Dairesinde (Hareminin, çocuklarının, yemeğinin ve benzeri hizmetlerinin görülmesi için) 19, Şehzâde Mehmed Dairesinde 14, Şehzâde Mustafa Dâiresinde 13, Şehzâde Beyâzıd dâiresinde 12, Şehzâde Numan Dâiresinde 14, Şehzâde Mustafa Dâiresinde 7, Baş Kadın dairesinde 20, İkinci Kadın Dâiresinde 11, Üçüncü Kadın Dâiresinde 14, Dördüncü Kadın Dâiresinde 8, Beşinci Kadın Dâiresinde 10, Haznedâr Kadın Dâiresinde 13, Baş İkbal Dâiresinde 6, İkinci İkbal Dâiresinde 6, Üçüncü İkbal Dâiresinde 4, Dördüncü İkbal Dâiresinde 5, Diğer görevlerde 230 olmak üzere Toplam 456'dır.

Şimdi de bu listeden bazılarını isimlendirelim ve vazifelerini daha yakından görelim:

“Kilerde Olan Cevârî:

Fatma Yevmiye 30 akçe
Rukiyye Yevmiye 25 akçe
Aişe Yevmiye 20 akçe
Hatice Yevmiye 20 akçe
Sâfiye Yevmiye 20 akçe
Rukiyye Yevmiye 20 akçe
EmineYevmiye 15 akçe
Rukiyye Yevmiye 10 akçe
Hanife Yevmiye 10 akçe
Hüsnişah Yevmiye 10 akçe
Ümmühan Yevmiye 10 akçe
Zeliha Yevmiye 5 akçe
Emine Yevmiye 5 akçe
Aişe Yevmiye 5 akçe
Fethiye Yevmiye 5 akçe
Fâtıma Yevmiye 5 akçe
Mehrinâz Yevmiye 5 akçe

Külhâncılar ve Diğer Câriyelerden Bazıları:

Câmeşuy Ustanın Câriyesi Abîde Yevmiye 5
Çaşnigir Ustanın Câriyesi Rukiyye Yevmiye 5
İkinci Hazinedârın Câriyesi Hanife Yevmiye 5
İkinci Câmeşuy Ustanın Câriyesi Aişe Yevmiye 5
İkinci Hazinedârın Câriyesi Münevver Yevmiye 5
Şehnâz Kalfa’nın Câriyesi Hubz-dâr Yevmiye 5
İkinci hazinedârın Câriyesi Mehrinâz Yevmiye 5
Fâtıma Kadın Yevmiye 5
Mustafa Ağa’nın Câriyesi Nâzende Yevmiye 5
Gülçin Kalfanın Câriyesi Hafife Yevmiye 5
Cüce-i Ümm-i Gülsüm Yevmiye 15
Çeşmisiyah Yevmiye 15
Zeyneb Yevmiye 5
Hanife Yevmiye 5
Hatice yevmiye 5
Hanım Yevmiye 5 (15)

Burada dikkatimizi çeken bir husus da, Haremde çalışan cariyelerin tıpkı günümüzdeki hizmetçi kadınlar gibi, gündelik olarak belli bir ücret almalarıdır. Cariyelere verilen gündelikler, Haremdeki eskiliklerine göre değişiyordu. II. Bâyezid devrinde Şehzâde Abdullah’ın 15 Câriyesi günde 15’er akçe; Eski Saray’da çalışan 7 cariye 10’ar akçe alırken, I. Mahmud zamanında haremdeki cariyelerin gündelikleri epeyce yükselmiş ve 4 cariye 30’ar akçe; 2 cariye 25’er akçe ve diğerleri de 20’şer, 15’er, 10’ar ve en az beşer akçe alır olmuşlardır. II. Mahmud zamanında ise cariyelerin gündelikleri, 100, 80, 70, 60, 55, 45, 40, 40, 35 ve en düşüğü 30’ar akçeydi. Dikkat edilirse II. Bâyezid devrine nazarla beş-on kat artmıştır. Bunda Osmanlı akçesinin değer kaybının da tesiri söz konusudur(16).

I. Mahmud’un Zamanında Haremde Bulunan Câriyelerin Vazife Taksimâtını Gösteren Belge, TSMA, No: D. 8075

I. Mahmud’un Zamanında Haremde Bulunan Câriyelerin Vazife Taksimâtını ve İsimlendirmesini Gösteren Belge, TSMA, No: D. 8075

Bütün bu aktarılan bilgiler, yukarıda verdiğimiz esasları takviye etmekte ve Harem’i bir fuhuş yuvası olarak tasvir edenleri mahcup eylemektedir. O halde Haremdeki cariyelerin yüzde doksanı hizmetçi statüsündedir ve esirlik süresini dolduranlar âzâd kâğıdını alıp Saray’dan çıkabilirler.

İlave bilgi için tıklayınız:

Osmanlı Padişahları ve cariyeler konusunda bilgi verir msisniz? 

Dipnotlar:

1. Uluçay, Harem II, sh. 10-11
2. Robert Walch, XVII. yüzyıl İstanbul’unda Harem (Türkçeye Tercüme, Aydın Filiz), Hayat Tarih Mecmuası, İstanbul 1970, Sy. 10, sh. 46-49; Uluçay, Harem II, sh. 12-14
3. Ünüvar, Saray Hâtıralarım, sh.70-71; Uluçay, Harem II, 10-12; Hurşit Paşa’nın Saray Hâtıraları, Hayat Tarih Mecmuası, İstanbul 1965, V, sh. 60-61
4. TSMA, No: E. 1511; E. 4792; Uluçay, Harem II, 12
5. Hurşit Paşa’nın Saray Hâtıraları, Hayat Tarih Mecmuası, İstanbul 1965, V, sh. 60-61
6. Uluçay, Harem II, sh. 14
7. Bu senedlerden birisi için bk. TSMA, No: D.8079; Uluçay, Harem II, sh. 14
8. Uluçay, Harem II, sh. 15
9. Uluçay, Harem II, sh. 19
10. Ünüvar, Saray Hâtıralarım, 71; TSMA, No: E. 4002; Uluçay, Harem II, 17-18.
11. Ünüvar, Saray Hâtıralarım, 71; TSMA, No: E. 4002; Uluçay, Harem II, 17-18
12. Uluçay, Harem II, 19
13. Saray tabiri, burada harem manasına kullanılmaktadır. Saray kadınları, saray halkı, saray ustaları tabirlerinde de genellikle bu mana kasdedilmektedir.
14. Bu rakamlar ve bu kadınların yaptıkları hizmetler için bk. TSMA, No: E. 53/3, D. 8075, E. 4002, D. 8003, D. 743.
15. TSMA, No: D. 8075
16. Uluçay, Harem II, 21-22; bk. TSMA, No: D. 8003; D. 743; D. 8075

(bk. Prof. Dr. Ahmet Akgündüz - Doç. Dr. Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, 1999 İstanbul)

31 Hz. Ali'nin şehid edilmesi hakkında bilgi verir misiniz?

Hariciler ve Nehrevan Savaşı

Sıffin Savaşı sonucu hakem fikri kabul edilip, hakemler tesbit edilir edilmez Hz. Ali (ra), ordusu ile birlikte Kûfe'ye döner. Ordu Kûfe'ye yaklaştığı sırada beklenmeyen ve istenmeyen bir şey olur. Tam 12.000 asker ordudan ayrılır, şehre girmez ve Harura denen yere giderler. Hariciler adı verilen bu grubun temel görüşü "Hakem olayı"nı kabul ettiği için Hz. Ali (ra) ve taraftarlarının; Kur'ân'ın "Hüküm ancak Allah'a aittir." (En'am, 6/57) ayetine karşı çıktığı ve kâfir olduklarıdır. Bu insanlar daha sonra beldelerine geri dönerler ve Abdullah b. Vehb'i lider olarak seçerler.

Bu arada Hz. Ali (ra), bunlarla gerek bizzat konuşarak, gerek mektup yazarak sıcak temasa geçti. O, Haricilere, hakem teklifinin Hz. Muaviye (ra) tarafından geldiğini, kendisinin bunun bir hile olduğu ve kabullenilmemesi gerektiğini bildirdiğini; fakat kendilerinin bunu kabullenip aksi takdirde "Seni Hz. Osman gibi öldürürüz." dediklerini hatırlattı. "Hüküm ancak Allah'a aittir!" ayetiyle bâtıl düşüncelerin kasdedildiğini bildirdi. Ve nihai olarak hakemlerin kararında isabet edemediklerini, kendilerinin de bu fikirlerden vazgeçerek Şam üzerine yürümeye hazırlanan orduya katılmalarını istedi.

Haricilerin Hz. Ali (ra)'e verdikleri cevap ise şuydu:

"Şüphesiz ki sen, Rabbin için değil de kendin için kızdın. Küfre girdiğine şehadet eder ve tövbe edersen seni aramızda düşünürüz. Yoksa aynı şekilde sana da muhalefet ederiz. Şüphe yok ki, Allah korkakları sevmez."

Bu cevap üzerine Hz. Ali (ra) onlardan ümidi kesti ve Şam'a hareket etti. Huhayle adı verilen karargahta konakladı. Bu konaklama esnasında, Haricilerin şehirde halktan bazı kimseleri öldürdükleri, bozgunculuk çıkardıkları, her tarafta yağmalama ve öldürme hareketine giriştikleri, yolları kestikleri haberi geldi. Haber tahkik edildi. Doğruydu. Bunun üzerine ordudan bazıları Hz. Ali (ra)'e geride çoluk çocuk ve mallarının olduğu, bunları Haricilerin eline bırakmanın doğru olmadığını, öncelikle bu problemi halledip sonra Şam'a gitmek gerektiğini söylediler. Hz. Ali (ra) bu teklifi olumlu karşıladı ve geri döndü.

 Bu arada Hariciler ülkenin dört bir yanına haber salarak Nehrevan'da toplandılar. Hz. Ali (ra), ordusu ile birlikte Nehrevan'a gitti. Katillerin kendisine teslim edilmesini ve görüşlerinden vazgeçip dağılmalarını istedi. Onlar, "Hepimiz öldürülenlerin katiliyiz. Hepimiz onların ve sizin kanınızı helal sayıyoruz." dediler. Artık savaşmaktan başka çare kalmamıştı. Savaş başlamadan önce Hz. Ali (ra) son defa "Sizden kardeşlerimizi öldürmeyen ve kendisinin öldürülmesini istemeyen kimseler, bu bayrağın altına geldikleri takdirde emniyettedir. Kûfe veya Medâin'e dönenler de emniyettedir. Katilleri bize teslim ettikten sonra burada kan akıtılmasına gerek yoktur." dedi. Bu konuşmadan sonra bin kişilik bir grubun Hariciler arasından ayrıldığı söylenir. Sonra kıyasıya bir savaş başlar ve Haricilerin birçoğunun öldürülmesi ile sona erer.

Şehid Oluşu

Harici gailesi bertaraf edildikten sonra Hz. Ali (ra) ordunun hemen Şam; yani Hz. Muaviye (ra) üzerine gitmesini istedi ve bir konuşma ile bu isteğini anlattı. Fakat bu arada beklenmeyen bir şey oldu. Iraklılar savaş yapmak istemiyorlardı. Onlar düşüncelerini Hz. Ali (ra)'e şöyle açıkladılar:

"Ey Müminlerin Emiri! Oklarımız tamamen tükendi, kılıçlarımız köreldi, mızraklarımızın başından demirleri düştü. Bizi evlerimize geri götür de iyice hazırlandıktan sonra, daha çevik ve güçlü olarak ilerleyelim."

Bu şok gelişme karşısında Hz. Ali (ra) çok şaşırdı. Veciz bir konuşma yaptı. Bu konuşma Iraklıları yerlerinden kımıldatmaya yetmedi. Hz. Ali (ra)'in Iraklıları savaşa teşvik eden konuşmasını, hem o ortamın daha iyi, daha net bir biçimde anlaşılabilmesi, hem olaylara Hz. Ali (ra)'in diliyle vâkıf olunması, hem Iraklıların halet­i ruhiyesi, hem de Hz. Ali (ra)'in o eşsiz hitabetini göstermesi bakımından aynen iktibas etmek istiyoruz. Şöyle diyordu Hz. Ali (ra):

"(Salat ve selamdan sonra) Cihad, cennetin bir kapısıdır. Kim bu kapıdan yüz çevirirse, Allah Teâlâ ona aşağılanma ve rezil olma gömleğini giydirir. Hüsran ve zillet artık onun sıfatı olur."

"Ey insanlar! Ben sizi gece gündüz, açık ve gizli yollarla, her çeşit metotlarla, o insanlara karşı savaşmaya teşvik etmiştim. Onlar size saldırmadan önce, siz kendiniz onlara saldırın demiştim. Canım kudret elinde olan Allah'a hamd olsun ki, her zaman şu kural geçerli olmuştur: Hangi millet, evlerine saldırılmak sureti ile tecavüz edilirse, o millet daima rezil ve zelil olur. Ama siz, yılgınlık gösterdiniz. Ellerinizi bağlayarak oturdunuz. Sözlerim size ağır geldi ve onu dikkate almadınız. Sonunda iş o noktaya geldi ki, size arka arkaya saldırıldı. O Gamit kabilesinin adamlarından olan askerler, el­ Embâr'a saldırdılar. Genel valisi Hassan b. Hassan'ı öldürdüler. Onunla birlikte pek çok erkek ve kadını imha ettiler. Bir sipahî asker eve girerek Müslüman kadın veya zimmî kadın ayırt etmeden, ailenin kadınının kulağından küpelerini, ayaklarından da ayak süslerini soyup, rahatça çekip gitmekte ve ona hiçbir kimse bir kelime bile söyleyememektedir. Eğer izzet­i nefis sahibi bir Müslüman, bu durumu görerek üzüntüsünden ölürse, benim nazarımda kötülenmeye layık değil, bilahare övülmeye layıktır."

"Yazıklar olsun, yazıklar olsun. Kalbi çatlatan, aklı mantığı durduran ve insanı kedere boğan halinize yazıklar olsun ki, yanlış yolda oldukları halde, onlar aralarında böyle kenetlenmiş olsunlar da siz haklı olduğunuz halde darmadağınık ve cesaretsiz olasınız. Siz hedef yapıldınız. Size oklar yağdırıldı; ama siz hiç ok atmıyorsunuz. Size saldırıldı, siz buna cevap vermiyorsunuz. Açıkça gözünüz önünde Allah'a isyan ediliyor da sizin kılınız kıpırdamıyor. Eğer size, kışın onlara saldırın dersem; henüz şiddetli soğuk ve ayaz zamanıdır diyorsunuz. Eğer sıcak mevsimde düşmanınıza saldırın dersem; şimdi ortalığın alev alev yandığı bir sıradır, biraz ara ver de bu şiddetli sıcak dönem geçsin diyorsunuz. And olsun ki, eğer siz soğuktan ve sıcaktan kaçıyorsanız, kılıçtan çok daha fazla kaçarsınız."

"Ey erkek görünüşlü olup da erkek olmayanlar! Ey korkuluk gibi dikilen hayalî varlıklar! Ey ayağına süs takanlar gibi aklı olanlar! Vallahi siz itaatsizliklerinizle, benim bütün tedbirlerimi, düşüncelerimi mahvettiniz. Benim içimi elem ve öfke ile doldurdunuz. Nihayet Kureyşlilere, 'Ebu Talip oğlu (Ali) yiğit olmasına yiğit; ama savaş usulünü bilmiyor.' dedirttiniz. Halbuki benden daha fazla savaş usulünü bilen ve o işin eri olan kimdir? Allah şahittir ki, daha ben yirmi yaşından küçükken savaşmaya başladım. Şimdi ise altmış yaşını geçtim. Fakat bir kimsenin sözü dinlenmezse, onun görgüsü ve bilgisi ne işe yarar! Binbir çeşit hüneri olsa da kimse inanmaz." (Bu son cümleyi üç kere tekrarladı.)" (Ebu'l­Hasen en ­Nedvî, Hz. Ali, s. 204­-206)

Hz. Ali (ra) çaresiz, Iraklıların kendisini bu yalnız bırakmalarından sonra Kûfe'ye geri döndü. Bu beklenmeyen gelişme, onu bir hayli üzmüştü. İşte bu arada onun sakalı ile başına işaret ederek "Bu (sakal), bunun (başın) kanı ile boyanacak!" dediği rivayet edilir ki aynen öyle olmuştur.

Şehid edilişinin safahatına gelince; Haricilerden (Abdurrahman b. Mülcem), Temim kabilesinden Berk b. Abdullah ve Amr b. Bekr bir araya gelerek, Nehrevan'da ölenler için dua edip ardından "Eğer biz canlarımızı hak yolunda vererek de olsa, hak yolundan ayrılan liderleri öldürürsek, memleket onlardan kurtulur, biz de böylece kardeşlerimizin intikamını almış oluruz." diyerek Hz. Ali (ra), Hz. Muaviye (ra) ve Amr b. Âs (ra)'ın öldürülmesine karar verirler. Hz. Ali'yi İbn Mülcem, Hz. Muaviye'yi Berk, Amr b. Âs'ı da Amr b. Bekr öldürecektir.

Bunun üzerine her biri zehirli kılıçlarını alıp, ilgili şehirlere hareket eder. Kûfe'ye gelen İbn Mülcem niyetini hiç kimseye açıklamaz. Hz. Ali (ra)'i takip etmeye koyulur. Nihayet Hicri 40. yılın Ramazan ayının 17. gününde perşembeyi cumaya bağlayan gece, Hz. Ali (ra) sabah namazı için evinden çıktığında, zehirli kılıcı ile Hz. Ali (ra)'in başının ön tarafına vurur. Onun mübarek sakalı ­dediği gibi­ başından akan kanlarla boyanır, İbn Mülcem saldırı esnasında "Emir ve hüküm sadece Allah'a aittir Ey Ali! Sana ve arkadaşlarına değil!" diyerek haykırır. Sonra katil İbn Mülcem yakalanır. Hz. Ali, "Bunu hapiste tutun ve orada iyi davranın. Eğer yaşarsam ne yapacağımı düşüneceğim. Bağışlarım veya kısas yaparım. Eğer ölürsem, bir can karşılığında sadece bir tek can alınsın ve ona müsle / burun, kulak,.. kesme  yapılmasın!" der.

Bu arada "Siz dünyadan göçüp giderseniz, Hasan'a biat edelim mi?" sorularına Hz. Ali (ra) "Ben size bunu ne emrediyorum ne de men." cevabını verir. Ve Hz. Ali (ra) oğullarına Allah'tan korkmalarını, güzel amellerde bulunmalarını tavsiye ettikten sonra

"Kim zerre kadar hayır (iyilik) yaparsa, onun karşılığını görecektir. Kim de zerre kadar şer (kötülük) yaparsa onun karşılığını görecektir." (Zilzal, 99/7, 8)

 ayetlerini okuyarak altmış üç yaşında iken vefat eder. Onun hilafet müddeti dört yıl dokuz aydır.

32 Peygamber Efendimizin (asm) cenaze namazını ilk olarak kim kılmıştır? Allah Peygamberimizin cenaze namazını nasıl kılmıştır? Hatta Ahzab suresinin 56. ayetinde de bunun geçtiği söyleniyor...

Abdullah b. Mes'ud şöyle anlatıyor:

"Peygamberimiz ve Sevgilimiz, vefatından bir ay önce bize vefatını haber verdi." 1

"Yâ Rasûlallah! Senin ecelin ne zaman?" diye sorduk.

"Ecel yaklaşmış; Allah'a, Cennetü'l-Me'vâ'ya, Sidretü'l-Müntehâ'ya, Refiku'l-Alâ'ya, Kandırıcı Doluya, Nasib'e, mutlu ve kutlu yaşantıya dönüş yaklaşmış bulunmaktadır!" buyurdu.2

"Yâ Rasûlallah! Seni kim yıkasın?" diye sorduk.

"Ev halkımdan, yakınlık sırasına göre en yakın olanlar!" buyurdu.

"Yâ Rasûlallah! Biz seni neyin içine sarıp kefenleyelim?" diye sorduk.

"İsterseniz, şu elbisemin içine, yahut Mısır bezine veya kumaşına sarınız!" buyurdu.

"Yâ Rasûlallah! Senin üzerine cenaze namazını kim kılsın?" diye sorduk:

"Allah size rahmet etsin! Sizi Peygamberinizden dolayı hayırla mükâfatlandırsın!3 Siz, beni yıkadığınız ve kefenlediğiniz zaman şu seririmin üzerine ve şu evimin içindeki kabrimin kenarına koyunuz! Sonra, bir müddet benim yanımdan çıkıp gidiniz!"

"Çünkü, benim üzerime, ilk önce iki dostum, Cebrail ve Mikâil, sonra İsrafil, sonra da yanında melek ordularıyla birlikte ölüm meleği Azrail namaz kılacaktır!4 Bundan sonra, takım takım giriniz, üzerime namaz kılınız ve salât ü selam getiriniz! Fakat, överek, bağırıp çağırarak beni rahatsız etmeyiniz!"
5

"Üzerime namaz kılmaya önce ev halkımın erkekleri başlasın! Sonra, onların kadınları kılsın! Onlardan sonra da sizler kılarsınız!"

"Ashabımdan burada bulunmayanlara selam söyleyiniz! Kıyamet gününe kadar şu kavmimden ve dinime, bana tâbi olacak olan kimselere de benden selam söyleyiniz!"


"Yâ Rasûlallah! Seni kabrine kimler koyacak?" diye sorduk.

"Ev halkımla birlikte birçok melekler ki, onlar sizi görürler, fakat siz onları göremezsiniz!" buyurdu." 6

Bu açıklamalara göre Peygamber Efendimizin (asm) cenaze namazını ilk olarak başta dört büyük melek olmak üzere melekler kılmıştır.

Ondan sonra ilk olarak Hazret-i Ebubekir (ra) Peygamber (asm)'in huzuruna girerek cenaze namazını kıldı. Sonra sıra ile Hazret-i Ömer (ra), arkasından Hazret-i Osman (ra) onun arkasından Hazret-i Talha, sonra Hazret-i Zübeyr, sonra peyderpey Müslümanlar namazı kılmışlardır.

Sorunuzda geçen "Allah'ın namaz kılması" konusu ise Onun salatıdır. Bu konu yanlışlıkla Allah'ın namaz kılması olarak algılanmış olabilir.

Ahzab Suresi ayet 56. ayette Allah'ın salatı Onun rahmeti demektir. Terim olarak kullandığımız namaz manasına değildir. İlgili ayetin meali şöyledir:

"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey iman edenler! Siz de O’na tam bir teslimiyetle salat ve selam edin!.."

Allah ve melekleri Peygamberi hep salat eder dururlar. Allah Teâlâ rahmet ve nimet vermesi ile, melekler istiğfarları ile ve hizmetleriyle Peygambere daima ikram etmektedirler. Bu sayede

"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, üzerinize melekleriyle beraber rahmetini gönderen Allah'tır." (Ahzab, 33/43)

buyurulduğu üzere, müminlere ilâhî feyz inmektedir. Ey iman edenler! Sizler ona salat ve selam getirin, selamlayarak teslim olun. "Aleyhissalatü vesselam" gibi dualarla onun üzerine Allah'ın salavatını, rahmetini ve bereketlerini niyaz edin. Ve selam vererek ona hürmet edin. Ve bir mânâya göre, hiç incitmeyerek teslim olun, boyun eğin.

Buna göre ayette geçen salatı: "Rabbimizin rahmeti ve nimeti, meleklerinin istiğfarı ve bizim de selamımız Efendimiz Hazreti Muhammed ve ailesi üzerine olsun." diye özetlemek gerekir.

Kaynaklar:

1- İbn Sa'd, Tabakât, c. 2, s. 256-257, Taberî, Târîh, c. 3, s. 1 92-1 93, İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 320, Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye, c. 5, s. 253, İbn Hacer, Metâlibu'l-âliye, c. 4, s. 261.
2- İbn Sa'd, c. 2, s. 257, Taberî, c. 3, s. 193, Süheylf, Ravıdu'l-ünüf, c. 7, s. 590, İbn E sir, c. 2, s. 320, Ebu'l-Fidâ, c. 5, s. 253, İbn Hacer, c. 4, s. 261.
3- İbn Sa'd, c. 2, s. 257, Belâzurî, Ensâbu'l-eşrâf, c. 1, s. 564, Taberî, c. 3, s. 193, İbn Esîr, c. 2, s. 320, Ebu'l-Fidâ, c. 5, s. 253, İbn Hacer, c. 4, s. 261.
4- İbn Sa'd, c. 2, s. 257, Belâzurî, c. 1, s. 564, Taberî, c. 3, s. 193, Ebu'l-Fidâ, c. 5, s. 253, İbn Hacer, c. 4, s. 261.
5- İbn Sa'd, c. 2, s. 256-257, Belâzurî, c. 1 , s. 564, Taberî, c. 3, s. 192-193, Süheylf, c. 7, s. 590, İbn Esîr, c. 2, s. 320, Ebu'l-Fidâ, c. 5, s. 253, İbn Hacer, c. 4, s. 261-262.
6- İbn Sa'd, c. 2, s. 193, Ahmed b. Hanbel, c. 4, s. 106.

(M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: VIII/231-236.)

33 Hz. Ebu Bekir'in halife seçilmesi nasıl olmuştur?

Hicrî on birinci yılda hastalanan Rasûlullah (asm) 13 Rebiyülevvel Pazartesi günü (8 Haziran 632) vefât etti. Onun vefâtını duyan Müslümanlar büyük bir üzüntüye kapıldılar ve ilk anda ne yapmaları gerektiğine karar veremediler. Ama o da bir ölümlüydü.

Hz. Ömer (ra), onun Hz. Musa (as) gibi Rabbi ile buluşmaya gittiğini, O'nun için "öldü" diyen olursa ellerini keseceğini söylüyordu. Ebû Bekir (ra), Rasûlullah'ın iyi olduğu bir sırada ondan izin alarak kızının yanına gitmişti. Vefât haberini duyar duymaz hemen geldi, Rasûlullah'ı alnından öptü ve

"Babam ve anam sana fedâ olsun ya Rasûlullah. Ölümünde de yaşamındaki kadar güzelsin. Senin ölümünle peygamberlik son bulmuştur. Şânın ve şerefin o kadar büyük ki, üzerinde ağlamaktan münezzehsin. Yâ Muhammed, Rabbinin katında bizi unutma; hatırında olalım ..."

dedi. Sonra dışarı çıkıp Ömer'i susturdu ve;

"Ey insanlar, Allah birdir, O'ndan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun kulu ve elçisidir. Allah apaçık hakikattir. Muhammed'e kulluk eden varsa, bilsin ki o ölmüştür. Allah'a kulluk edenlere gelince, şüphesiz Allah diri, bâkî ve ebedîdir. Size Allah'ın şu buyruğunu hatırlatırım:

'Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Simdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah'a hiçbir ziyan veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.' (Âl-i İmrân, 3/144).

"Allah'ın kitabı ve Rasûlullah'ın sünnetine sarılan doğruyu bulur, o ikisinin arasını ayıran sapıtır. Şeytan, Peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanın size ulaşmasına fırsat vermeyiniz." (İbn Hişâm, es-Sire, IV/335; Taberî, Târih, III/197,198).

Hz. Ebû Bekir (ra) bu konuşmasıyla orada bulunanları teskin ettikten sonra Rasûlullah (asm)'ın teçhiziyle uğraşırken, Ensâr, Benû Sâide sakifesinde toplanarak Hazrec'in reisi olan Sa'd b Uhâde'yi Rasûlullah'tan sonra halife tayini için bir araya gelmişlerdir. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Ebû Ubeyde ve Muhacirlerden bir grup hemen Benû Saîde'ye gittiler. Orada Ensâr ile konuşulduktan ve hilâfet hakkında çeşitli müzakereler yapıldıktan sonra Hz. Ebû Bekir, Ömer ile Ebû Ubeyde'nin ortasında durdu ve her ikisinin ellerinden tutarak ikisinden birine bey'at edilmesini istedi. O, kendisini halife olarak öne sürmedi. Hz. Ebû Bekir'in konuşmasından sonra Hz. Ömer atılarak hemen Ebû Bekir'e bey'at etti ve,

"Ey Ebû Bekir, Müslümanlara sen Rasûlullah'ın emriyle namaz kıldırdın. Sen onun halifesisin ve biz sana bey'at ediyoruz. Rasûlullah'a hepimizden daha sevgili olan sana bey'at ediyoruz."

dedi. Hz. Ömer'in bu âni davranışı ile orada bulunanların hepsi Ebû Bekir'e bey'at ettiler.

Bu özel bey'attan sonra ertesi gün Mescid-i Nebî'de Hz. Ebû Bekir (ra) bütün halka hutbe okudu ve resmen ona bey'at edildi. Rasûlullah (asm)'ın defni salı günü gerçekleşirken, onun nereye defnedileceği hakkında da bir ihtilâf meydana geldiğinde Hz. Ebû Bekir yine firasetini ortaya koydu ve

"Her peygamber öldüğü yere defnedilir."

hadisini ashaba hatırlatarak bu ihtilâfı giderdi. Rasûlullah (asm)'ın cenaze namazı imamsız olarak gruplar halinde kılındı. Bütün bunlar olurken, Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'nın evinde Haşimoğulları ve yandaşları ile toplandığı ve bey'ata ilk zamanlar katılmadığı nakledilir. Hz. Ali (ra) rivâyetlere göre, el-Bey'atü'l-Kübrâ'ya bey'at edildiği haberini alır almaz, elbisesini yarım yamalak giydiği halde evden fırlamış ve gidip Hz. Ebû Bekir'e bey'at etmiştir (Taberî, Târih, III/207). Onun aylarca Hz. Ebû Bekir'e bey'at etmediği haberleri gerçeğe uygun olmasa gerektir. Çünkü onun Ebû Bekir'in üstünlüğünü bildiği, onun hakkında yaptığı konuşmalar ve tarihin akışı, diğer rivâyetlere aykırıdır.

Râsulullah (asm)'ın en yakın ashâbı arasında -hattâ Ebû Bekir ile Ömer arasında- zaman zaman ihtilâflar, görüş ayrılıkları meydana gelmişse de ilk iki halife zamanında da görüldüğü gibi dâima birliktelik devam ettirilmiştir. Anlaşmazlık gibi görünen hâdiselerin birçoğunda huy ve karakter farklılığı rol oynuyordu. Meselâ Ebû Bekir yumuşak ve sâkin davranırken, Ömer sertlik yanlısıydı. Ama her zaman birlikte hareket ettiler. Ebû Bekir'in yönetiminde, Hz. Ali ve Zübeyr b. Avvam Ridde savaşlarında kararların içinde, namazlarda Ebû Bekir'in arkasında yer almışlardır (İbn Kesir, el-Bidâye ve'n Nihâye, V/249).

Hz. Ali, Rasûlullah'ın bir vasiyeti olsaydı ölünceye kadar onu yerine getireceğini söylemiş (Taberî, a.g.e., IV/236) ancak, İbn Abbas'ın Rasûlullah hastalandığı zaman ona gidip hilâfet işini sormak istemesini geri çevirmiştir. Yani Hz. Ebû Bekir'in halifeliğine karşı kimseden bir çıkış olmamıştır. Zaten tabii, fıtrî, akli ve maslahata uygun olan da onun halifeliğidir.

Hz. Peygamber (asm) ölmeden önce yazılı bir ahidname bırakmamış, ancak Hz. Ebû Bekir'in faziletine dair Mescid'de konuşmuş, hasta yatağındayken onu ısrarla çağırtmış ve yerine imam tâyin etmiştir.

34 İran ve Arabistan gibi şeriat ile yönetilen ülkelerin yönetim şekli doğru mudur?

Söz konusu bilgilerin % 90’ı yalandır. Misal olarak birkaç açık yalanına işaret etmekte fayda vardır:

- Diyorlar ki: “Suudi Arabistan'da ekmeğini getiren iki erkekle konuşan yetmiş beş yaşındaki dul bir kadına, kırk kırbaç ve dört ay hapis cezası verildiği belirtildi.”

İslam’da böyle bir ceza olmadığı gibi, ilgili ülkede böyle bir ceza da vaki değildir.

- Diyorlar ki: “Pakistan'da on üç yaşındaki kızı, altmış beş yaşında, beş karısı olan adama verdiler.”

İslam’da dört kadından fazla eş almanın caiz olmadığını bilen herkes, bu bilgini bir iftira olduğunu da bilir.

- Diyorlar ki: “Arabistan'da bir kızı işaret parmağı ile gösteren adamın, işaret parmağı kesildi.”

Bu bir iftira olduğu kadar komik bir yalandır. Çünkü hiçbir mezhepte böyle bir şey (suç ve ceza anlamında) yoktur.

- Diyorlar ki: “Kuzeybatı İran'da (Güney Azerbaycan) Azer Türk'ü olan genç kadın, TIMES dergisinde, baş örtüsünün altından saçı göründü diye, doksan dokuz kırbaç cezası aldı.”

Böyle bir ceza İslam hukukunda yoktur. Bu sebeple, bunlar yalandır.

- Şunu da belirtelim ki, İslam şeriatı  ayrıdır, İran’da Şiilerin, Suud’da Vahhabilerin, Afganistan’da Taliban’ın tatbikatı ayrıdır. Bugün dünyada demokrasi ile yönetilen değişik ülkelerdeki uygulamalar farklı olduğu gibi, şeriatı uyguladığını söyleyen insanların anlayışına göre bazı farklı uygulamalar olabilir. Bu sebeple, insanların yanlış algılarından kaynaklanan yanlış uygulamalarını esas alarak İslam şeriatını tenkit etmek hem ilme hem de vicdana aykırıdır. Şeriatın en mükemmel uygulaması, Hz. Peygamber Efendimiz (asm) ve ilk halifeler dönemidir.

Şeriatın gerçek prensiplerini ancak Kur’an, sünnet ve Ehl-i sünnet alimlerinin yorumlarına bakarak doğru anlayabiliriz.

- Şimdi kısaca şeriatın ne anlama geldiği üzerinde durmakta fayda vardır:

1) Aşağıdaki ayetlerden açıkça anlaşılacağı üzere, şeriat, yalnız ceza kanunları değil, dinin tamamına verilen bir isimdir. Şeriat, İslamın getirdiği hükümlerin genel adıdır. Devlet yönetimi de bunun içine girmektedir.

“Sana da daha önceki kitapları, hem tasdik edici hem de onları denetleyici olarak bu kitabı, gerçeğin ta kendisi olarak indirdik. O halde bütün Ehl-i kitabın aralarında, Allah’ın sana indirdiği ile hükmet, sana gelen bu hakikati terkedip de onların keyiflerine uyma! Her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O, size verdiği farklı şeriatlar dairesinde sizi imtihan etmek istediği için ayrı ayrı ümmetler yaptı. Öyleyse durmayın, hayırlı işlerde birbirinizle yarışın! Zaten hepinizin dönüşü Allah’a olacak, O da hakkında ihtilâf ettiğiniz şeyleri size tek tek bildirecektir (haklıyı haksızı iyice belli edecektir).” (Maide, 5/48)

“Sonra din işinde, seni ayrı bir şeriat yoluna koyduk. Sen ona tâbi ol, gerçeği bilmeyenlerin keyiflerine uyma. Çünkü Allah’tan gelecek herhangi bir cezayı önleme hususunda, onlar sana hiçbir fayda veremezler. Zalimler birbirinin dostudur. Allah ise müttakilerin dostudur!” (Casiye, 45/18-19)

- Bazı yerlerde küçük bir farkla kullanıldığı zaman, din, şeriatten daha geniş bir kavram olarak kabul edilebilir. Ancak genel olarak her iki kavram aynı manaya gelir. Mesela: “İslam dini” kavramı, “İslam şeraiti” anlamında kullanıldığı gibi, “Hz. Muhammed’in dini” ifadesi, “Hz. Muhammed’in şeriatı” manasına gelir.

2) İslâm’ın temel şartlarının ihmale uğradığı, ferdî ve ailevî hayatın yanlış esaslar üzerine bina edildiği bir cemiyette, sadece muamelât ve ceza hükümlerinin uygulanması fazla bir fayda sağlamaz. Yahut bu hükümlerin, böyle bir cemiyete uygulanması mümkün olmayabilir. Olsa bile, birçok kimse, bunlara, inanmadan ve istemeyerek uymakla nifaka düşer. Müslüman görünür, ama bir İslâm düşmanı olarak yaşar.

Bu sebeple İslam şeriatında temel amaç, insanları adalet ve fazilet ölçülerine göre teşekkül eden evrensel ahlaki temele dayanan bir toplumda yaşatmaktır.

- Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi,

“Şeriatta yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir (yönetimle alakalıdır); onu da ulü-l emirlerimiz düşünsünler.” (Divan’-ı Harb-i Örfi, 20; Tarihçe-i Hayat, 66)

Demek ki, İslam şeriatı, ahlak, ibadet, fazilet, ahiret, dünya saadetini temin eden adalet mekanizmasını işleten muamelat ve cezai müeyyidelerdir.

3) Halkın sadece recim ve hırsızın elinin kesilmesi olarak gördüğü şeriat, aslında Allah’ın indirdiği Kur’an’ın hükümleri ile Hz. Peygamber (asm)'in ortaya koyduğu ve Kur’an’ın bir nevi açıklaması olan sünnetin tesis ettiği hükümlerdir. Muamelatta zulüm yapılmazsa, aldatma olmazsa cezaya gerek kalmaz.

Kaldı ki, dünyanın hiçbir yerinde ceza usulleri ve kanunları olmayan bir ülke yoktur.

Cezai müeyyidelerin en bariz özelliği caydırıcı olmasıdır. Caydırıcı bir özelliğe sahip olmayan bu günkü bir kısım kanunların peş para bir fayda sağlamadığını işin uzmanları söylüyor.  

Konuyu fazla uzatmamak için, bazılarının en fazla eleştirdikleri hırsızlık vakası üzerinde duralım: Hırsızlık olayında iki taraf vardır: Birinci taraf, malı çalınan mağdur insanlar, ikinci taraf ise cezayı hak eden gaddar bir hırsız. İnsan olarak bu iki kişiyi adalet ölçüsünde tartacağız. Ne yapalım ki, mazlumun malı korunmuş olsun, zalimin de elinin kesilmesi engellenmiş olsun.

Eğer burada caydırıcı bir müeyyide olmazsa, ne malı koruyabilir, ne de hırsızın elini engelleyebiliriz. Hapis gibi cezaların caydırıcı olmadığının en büyük kanıtı bugünkü hırsızlık vakalarının bilançosudur. Her şeyin hikmetini en iyi bilen Allah, çalışmadan, alın teri dökmeden, başkasının mağduriyetine acımadan malını çalmakta menhus bir lezzetin olduğunu, nefs-i emare sahiplerinin bu çirkin işi kolay kolay bırakmayacaklarını, bunun engellenmesinin tek yolu hırsızlık eden elin kesilmesi olduğunu bilmiş ve hükmünü vermiştir.

Hırsızın elinin kesilmesi ile ilgili Kur’an’ın hükmü -deyim yerindeyse- en çağdaş bir hükümdür. Çünkü bu çağ kadar hırsızı, şehir eşkıyası, kapkaçı, gaspçısı bol olan başka bir çağ olmamıştır. Dünya bunlara karşı aldıkları yüzeysel ve düzeysiz cezaların caydırıcı olmadığına dair -hırsızlar hariç- herkes hemfikirdir.

İslam tarihinde, bu cezanın âdil bir şekilde uygulandığı ilk üç asırda -hırsızlık suçundan ötürü- kesilen ellerin sayısı yalnız altıdır. (İlk üç asırda hırsızlıktan ötürü sadece altı elin kesildiğine dair şu makaleye bakılabilir: İsmail el-Fehranî, “eş-Şeriatu beyne’s-salihin ve’l-Murcifin” el-Ehram, 17 Yenayır, 2011)

Şu anda, dünyanın her bir şehrinde her gün bu suçlar sebebiyle -talan edilen bunca servet yanında- en az bir veya birkaç el değil baş kesilmekte / mal sahibi zalimce öldürülmektedir. Buna caydırıcı bir önlemle dur demek, her çağdan daha çok bu çağın ihtiyacı vardır.

İlginçtir, hırsızın durumuna acıyoruz da malı çalınan, hayatı boyunca on yıllarca çalışıp zor biriktirdiği bütün servetini hırsıza kaptıran mal sahibinin bu durumunu pek nazara almıyor gibi davranıyoruz. Bu adamın da çoluk çocuğu yok mu? Kendisi de muhtaç duruma düşmemiş mi?

İnsanın aklına -malına mukayyet olmadığı için eleştirilerin hedefi olmuş- Merhum Nasrettin Hocanın meşhur şu sözü akla geliyor “Yani hırsızın hiç mi suçu yok?”

4) İslam şeraiti, insanlık hukukunu en güzel şekilde muhafaza eden ve hukukun üstünlüğünü esas alan bir nizamdır.

Örneğin  Münazarat risalesinde Bediüzzaman’ın Kürt aşiretleri ile yaptığı sohbetlerin bir yerinde soru-cevap şeklindeki bu diyalogda şeriata yapılan vurgu konumuzu aydınlatacak ip uçlara sahiptir:

“S. Gayri müslimlerle nasıl müsavi olacağız?

C. Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir; hukuktadır. Hukukta ise, şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tazibinden men'etse; nasıl benî âdem'in hukukunu ihmal eder? Kellâ... Biz imtisal etmedik. Evet İmam-ı Ali'nin (ra) âdi bir Yahudi ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salahaddin-i Eyyubî'nin miskin bir Hristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.” (bk. Münazarat, s. 30)

5) Acaba, bütün kâinatın yaratıcısı olduğuna iman ettiğimiz, sonsuz ilim, hikmet, rahmet, adalet ve kudret sahibi olan Allah’ın ortaya koyduğu bir şeriatın hükümlerinin sağlam olmadığını söyleyen bir kimse nasıl mümin, nasıl akıllı unvanını alabilir?

Şunu da vurgulayalım ki, Allah’ın hükümlerinin doğru olduğuna inanmayan kimse dinden çıkar. Fakat onların doğru olduğuna iman etmekle beraber, onları uygulamayanlar kâfir değil, fasık ve zalim olurlar. Bu durum, sadece yönetimle ilgili konular için değil, İslam'ın bütün emir ve yasakları için geçerlidir.

35 İskender Evrenesoğlu hakkında bilgi verir misiniz?

Adı geçen zat, doğru dürüst Kur'an okumasını bilmeyen, kendisine vahiy geldiğini iddia eden cerbezeli biri. Mü'min ferasetli olur. Ahir zamanın büyük mehdisinin böyle bir zavallı olamıyacağını basiretiyle görür. Mehdi olmak ayrıdır, kendini mehdi zannetmek ayrıdır.

Adı geçen zat, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ile televizyonda bir programa çıktı. Yaşar Nuri Öztürk, tabir yerinde ise fikir itibariyle ezdi geçti. Öyle ki; muhatabı program bitmeden stüdyoyu terketti. Program esnasında merhum Ayhan Songar ile de telefon bağlantısı kurulmuştu. Ayhan Songar;

"Şu anda klinik bir vaka ile karşı karşıyayız. Bu zatın tedavi görmesi gerekir. Lütfedip gelirlerse ben kendilerine yardımcı olurum." dedi.

Bu zatın müridlerinden biri Erzincan'da televizyon programına katılmıştı. İzlediğim kadarıyla konuşması baştan sona hezeyanlarla dolu idi. Ayetleri mealen okuyor, ama, çok farklı mecralara çekiyordu.

Bu zatın "Risalet Nurları" adıyla bir kitabı var. Arşta kendisine yazdırıldığını söylüyor. İslamî ilimleri bilen birisi, azıcık bir dikkatle kitabı okusa, kitabın yazarının saçmaladığını kolaylıkla farkedecektir.

Hindistan'da geçen yüzyılda çıkan Ahmed Kadiyani olayı meseleyi anlamamızda yardımcı olabilir. Mezkûr şahıs aslında mübarek, muhterem biri iken habis ruhların tesirine kapılarak önce mehdiyyetini ilan etmiş, ardından "İsa benim!.." demiş ve peşinde Hinduların beklediği Krişna'nın kendisi olduğunu söylemiştir. Ve adı geçen şahsın ekolü günümüzde de devam etmektedir.

Bahsinde bulunduğumuz zat, art niyetli biri olmayabilir. Fakat "Çok iyiler var ki iyilik zannıyla kötülük yapıyorlar." Bu da o türden olabilir diye düşünüyorum. İstikamet üzere olmak çok da kolay bir şey değildir.

Hem o zata hem müritlerine hem de hepimize Allah'tan istikamet diliyorum.

36 Kürtler ne zaman Müslüman olumuşlardır? Ayrıca Kürtler Müslüman olmadan önce hangi dine inanıyorlardı ve Türkler kaç tarihinde İslamı seçmişlerdir?

Kürtlerin, Müslüman olmadan önce en çok etkilendikleri dinin Zerdüştlik olduğu hususu kabul görmüş bir görüştür. Zerdüşt'ün peygamber olup olmadığı ise, alimler arasında tartışmalı bir konudur.

Ünlü Müfessir Alusi'ye göre, Kürtlerin bir kısmı Hz. Peygamber (a.s.m) zamanında Müslüman olmuşlardır. Hatta bunlardan "Ebu Meymun Cabân el-Kurdî" ismindeki bir sahabi Kürt kökenlidir. (1)

Futuhu'l-Buldan'da (s.208) bildirildiğine göre, Kürtlerin bulunduğu bölgelerden Ruha/Urfa, Harran, Meyafarkin, Hasankeyf, Mardin, Amed/Diyarbakır, Nusaybin gibi bölgeler, savaştan sonra sulh yoluyla fethedilmişlerdir. Bu fetihler, Hz. Ebu Ubeyde'nin görevlendirdiği büyük komutan Iyad b. Ganem tarafından hicrî 19-20. yıllarında gerçekleşmiştir. Buna göre, Kürtlerin, memleketlerinin Hicaz bölgesine yakın olmasının da etkisiyle, bu dönemde Müslüman olduklarını söylemek mümkündür.

Türklerden, fert olarak daha önce de Müslüman olanlar olabilir, ancak Türkler toplu halde ilk kez Müslümanlarla ilk defa karşılaştıkları ve onları yakından tanıdıkları Talas Savaşında h. 133/ m. 751'de Müslüman olmuşlardır. Çinlilerle birlikte iken bir anda saf değiştirip İslam ordusuna katılmış ve Müslümanların bu zaferinde katkıda bulunmuşlardı.(2)

Meşhur tabiin devrinin âlim ve zahitlerinden olan Abdullah b. Mübarek de Türk kökenlidir.(3)

Dipnotlar:

1. Alusî, 17/67; 26/1-2-1-3; Alusi'nin de belirttiği gibi, "Ebu Meymun Cabân el-Kurdî" ismi, İbn Hacer'in el-İsabe fit'-Temyizi's-Sahabe (Cabân"maddesi) adlı eserinde de yer almaktadır. Ancak elimizdeki nüshada "el-Kürdî" yerine "el-surdî" olarak geçmektedir. Bir matbaa hatası olabilir.
2. bk. Hayati Ülkü, İslam Tarihi, s. 774-775.
3. bk. Abdullah b. Mübarek, ez-Zuhd,-mukaddime-, s.35.

Sorunun ikinci kısmının cevabı için tıklayınız:

Türklerin ne zaman Müslüman olmuşlardır?...

37 Osmanlı padişahları içki içmiş midir?

Osmanlı, halkı, yeniçerisi, saray erkânı, sadrazamı, şeyhülislâmı, padişahı; hâsılı bütün unsurlarıyla İslâma gönül vermiş, onu ayakta tutmak için canını, malını, bütün varlığını sebil etmiş bir milletti. Onların tek ideâli, tek düşüncesi vardı; o da İslâmı muhtaç gönüllere ve iklimlere ulaştırmak, bir Peygamber vazifesi olan tebliği en mükemmel şekilde yapmaktı.

İşte bu ruhu ve yüksek ideâli temsil eden Osmanlıyı ve onun temsilcisi durumunda olan padişahları kötü göstermek, şeref ve itibarlarını zedelemek için birtakım sinsî ve açık faaliyetler yapılmaktadır. Bilhassa yabancı tarihçiler ve seyyahlar tarafından kaleme alınan eserlerde, bu çeşit itham ve kötülemeleri her zaman bulmak mümkündür.

Bu itham ve suçlamalar cumhuriyete kadar pek itibar görmüyordu. Çünkü halk padişahın nasıl bir şahsiyete sahip olduğunu, nasıl bir yaşayış içinde bulunduğunu biliyor, görüyor ve haber alıyordu. Fakat ne zaman ki Osmanlı, devrini tamamlayıp bir “tarih” olmaya yüz tuttu, işte ondan sonra haklarında söylenmedik kalmadı. Bilhassa cumhuriyet döneminde ortaya atılan birtakım yakıştırma ve ithamlar resmî tarihçiler tarafından kaleme alınınca, mesele tamamen çığırından çıktı. Hakikat tersyüz oldu.

Daha çok iki padişah hakkında “içki içtiklerine” dair itham yapılmaktadır: Yıldırım Bayezid ve VI. Murad. Başta yabancı tarihçiler olmak üzere bazı yerli tarihçiler de Yıldırım Bayezid'in Sırp Prensesi olan hanımı Olivera tarafından içkiye alıştırıldığı iddia edilir. Umûmiyetle, o sıralar Anadolu halkını Yıldırım'dan soğutmak için Anadolu Beyleri tarafından çıkarılan bu söylentiler, Şeyh Hâmid Aksarayî'nin de kulağına gitmiş olmalı ki, Yıldırım, Bursa'da yaptırdığı Ulu Camii gezdirip nasıl bulduğunu sorduğunda, Şeyh, “İyidir, lâkin dört köşesinde dört meyhane eksiktir.” diyerek acı bir üslûpla Padişahı ikaz etmiştir.

Bu kısa vak'a da gösteriyor ki, padişahlar başta şeyhülislâm olmak üzere devrin ulemâ ve meşâyihinin murakabesi altındaydı.

Ayrıca on üç yıllık padişahlığı döneminde Yıldırım'ın keyfe ve eğlenceye vakit bulması da imkânsızdı. Ömrü fetihlerde, savaşlarda ve devamlı askerin içinde geçmiş olan bir insanın, hele Allah için cihada çıkıp İslâmın yayılması maksadıyla canını dişine alan bir sultanın, dininin haram saydığı bir şeyi yapması düşünülebilir mi?

Aynı yakıştırmalar IV. Murad için de yapılır. Bilindiği gibi IV. Murad Bağdat fâtihiydi. İran'dan gelen karışıklıkları def ederek İslâm birliğini kurma gayesi için çalışan bir padişahtı. Şiîler onu Müslümanların gözünden düşürmek için “İçki içti,” “Afyon kullandı” gibi iftiralarda bulunmuşlardır. Bunun da aslı-esası yoktur.

(bk. Mehmed PAKSU, Çağın Getirdiği Sorular)

* * *

Konuyla ilgili "Sultanlar ve Şarap" isimli şu makaleyi de okumanızı tavsiye ederiz:

SULTANLAR VE ŞARAP

Her şey yaşlı ve afili bir gazete köşe yazarının, “Sultan Hamid rom içerdi. Dedesini defalarca görmüş olan torunundan daha mı iyi bileceğiz?” sözleriyle başladı. Torundan kasıt da o zamanlar hanedan reisi olan Şehzâde Ertuğrul Efendi idi. Gelin görün ki şehzâde, Ağustos 1912 doğumludur. Sultan Hamid, 1918 yılı Şubat ayında vefat etti. Ertuğrul Efendi ile görüştüğümüzde bize dedesini beş yaşında bir-iki defa, babaları Şehzâde Burhaneddin Efendi ile beraber mahbus bulunduğu Beylerbeyi Sarayı’nda ziyaret ettiğini anlattı. Dedeleri kendilerini kucağına alıp sevmiş. Ömründe bir-iki defa, o da beş yaşında iken kısa bir müddet gördüğü dedesinin rom içtiğini Ertuğrul Efendi bilebilir mi? Belki başkasından işitmiştir. Zaten şehzâde hazretlerinin TV programında neşredilen röportajında da üçüncü şahıstan işitilmiş gibi bir ifade kullanılıyor. Üstelik Sultan Abdülhamid’i çok daha yakından tanıyan ve onu defalarca görmüş olan yakın çevresi tam aksini söylemektedir.

İş burada bitecek iken, popüler bir gazetenin nevzuhur tarihçisi, Osmanlı padişahlarından hangisinin içki içtiğine dair bir yazı yazdı. Buradaki bilgiler XVIII. asırda yaşamış bir şair-tarihçiden naklediliyordu. Osmanzâde Tâib, karışık hayatı sebebiyle müderrislikten atılmış; kulağı delik ve muhiti geniş bir müelliftir. Sağdan soldan işittiklerini kitaplarına dercetmesiyle tanınır. Hele bu meselede Osmanzâde Tâib’in başlıca kaynağı Gelibolulu Âli’dir. Bunun abartılı ifadeleri, ilmî çevrelerde çok ihtiyatla karşılanmıştır. Meselâ Şemsi Paşa’ya muhalifi olan klikte yer alışı, onu Sultan III. Murad’a rüşvet vermiş göstermeye kadar varmıştı. Osmanzâde’nin ikinci kaynağı ise IX. asırda yaşamış Arap şairi Câhiz’dir. Câhiz, Şiî/Mutezile mezhebine mensubiyetiyle tanınır. O zaman mahkemeye gitse, şâhidliği kabul edilmeyecek birisinin sözünün hüccet değeri söz götürür. Tarihçi, önüne gelen her kitaba, her rivayete, her vesikaya dayanarak söz söylemez. Bunları kritiğe tâbi tutar.

Git şu büfeden bir şişe al gel!..

Bir kere Osmanlı padişahlarının içki içip içmediğini bilmek neredeyse imkânsızdır. Çünki padişahlar, aileleri dâhil, hiç kimseyle beraber yemek yemezlerdi. Hatta buna dair Fatih Kanunnâmesi’nde hüküm bile vardır. Padişahın hususî mutfağından yemekler mühürlü tablalarla gelir; haremde ise hizmetkârlar, harem dışında ise ağalar servis yaparlar. Sultan II. Abdülhamid’in son senelerine kadar da bu gelenek devam etmiştir. Öyleyse padişahları içki içerken birilerinin görmesi kolay değildir.

Üstelik İslâmiyet içki içmeyi büyük günahlardan sayar; içene de seksen sopa ceza öngörür. Bu şartlarda Müslüman bir cemiyette içki içmek kolay değildir. Mamafih içmiş olabilirler. Peygamberler dışında hiç kimse masum değildir. Herkes hata yapabilir, günah işleyebilir. Ama iyice bilmeden bir kimse hakkında hüküm verilemez. Böylesine mahrem bir mevzuda, üstelik asırlar geçtikten sonra bir şey söylemek kolay değildir. Ciddî Osmanlı tarihlerinde bu mevzuda açık bir bilgi yoktur. Üstelik bugün arşivde bulunan saray mutfağına ait defterlerde içeri giren her şey en ince teferruatına kadar yazıldığı halde, böyle bir kayda rastlanmamaktadır. Ecnebî elçilere verilen şarap istihkakı yazar; ama saraya içki girdiğine dair bir kayıt yoktur. Padişah, yanındakine para verip “Git, şu büfeden bir içki al de gel!” diyecek değil ya!

Emevî ve Abbasîler de Nasibini Almış

Benzeri iddialar önceki müslüman hükümdarlar için de ortaya atılmıştır. Meselâ bazı Emevî ve Abbasî halifeleri için söylenmedik söz bırakılmamıştır. Halbuki tarih kitapları bunların meziyetlerini saya saya bitiremiyor. Bunun için Mir’at-ı Kâinât’a bir göz atmak kâfidir. Evet, içlerinde tek tük şahsî zaafları olanlar, sefih bir hayat yaşayanlar çıkmıştır. Fakat bunların da dine ve millete zararları olmamış, nihayet kendi nefislerine kötülük etmişlerdir. Buna da etraflarındaki devlet ricâli ve yakın çevre sebebiyet vermişti. Sonra gelen bazı tarihçiler, zamanlarındaki idarecilere yaranmak için bunların hatâlarını şişirmiş: hatta bu uğurda hadîs bile uydurmuşlardır. Bazı Osmanlı tarihleri de, zaman yakınlığı ve sınır komşuluğu bakımından bu tarihlerden tercüme edilmiş ve onların tesiri altında kalmış olduğundan, aynı yanlışlıkları tekrarlamıştır.

Nevzuhur tarihçimizin kaynağı Câhiz, Hazret-i Ömer’in içki içtiği için cezâ alanlardan birisi olduğunu yazıyor. Hazret-i Ömer’in oğlunun babası tarafından içki içme cezâsı olan seksek değnek ile bizzat cezâlandırıldığı bazı kaynaklarda geçer. Hazret-i Ömer, yasaklanmadan önce şarap içmiş olabilir. Ama yasaklandıktan sonra içki içtiği, hele cezâ aldığı hiçbir yerde geçmez. İslâmiyetin peygamberlerden sonra en üstün tuttuğu ikinci zât için hiçbir Müslüman böyle söylemez. Ancak Câhiz müfrid bir Şiî’dir. Hazret-i Ebu Bekr’i bile Müslüman saymayan bir itikat mensubunun böyle söylemesine şaşılmaz.

Bugün çok sıradan insanlar, içkiyi günah bilip içmezken; hayatlarını dine vakfetmiş, ülkeyi hayır eserleriyle donatmış, dindarlıklarıyla menkıbe kitaplarına geçmiş ve aynı zamanda müslümanların halifesi sıfatını taşıyan Osmanlı padişahlarının, dinde bu kadar mübâlatsız veya şahsen zayıf olduğuna inanmak pek de kolay değildir. Her şey biraz da Osmanlı padişahlarını her istediğini yapabilen Avrupa krallarına benzetmekten kaynaklanmaktadır. Gelin görün ki, padişahların eli kolu, din ve geleneklerle bağlanmıştır.

Kral Kızı Alıştırmış

İçki içen ilk padişah yaftası yapıştırılan Yıldırım Sultan Bayezid, Bursa’da Ulu Cami’yi ve kendi adıyla anılan câmiyi binâ etmiştir. Bizans İmparatoruna, İstanbul’da bir müslüman mahallesi kurulup, câmi yapılarak kâdı tayinini kabul ettirmişti. Meşhur mutasavvıf Emir Sultan ile sohbet etmiş, hatta O’na kızını vermişti. Neşrî, ve ondan alarak Aşıkpaşazâde’de Yıldırım Sultan Bayezid’i şaraba/kebaba Sırp kralının kızı alıştırdı; önceleri padişahlar içki nedir bilmezdi, deniyor. Bu iki tarihçi de padişahtan en az yüz sene sonra yaşadığına göre, kavmiyetçilik taassubuyla padişaha kızanların düzdüğü yakıştırmayı nakletmiş olsalar gerek. Padişahın yaptığı siyasî bir evlilikti. Bu kadının sözüyle içki içeceği doğrusu söz götürür. Hele Emir Sultan’ın söylediği rivâyet edilen “Bari Ulu Câmi’nin yanına dört de meyhâne yaptır” sözü, asılsız bir yakıştırmadan ibarettir. Üstelik Neşrî’de, hem padişahın dindarlığı ve adaleti övülür, hem de sonra tövbe edip Ulu Câmi’yi yaptırdığı yazar.

Nevzuhur tarihçi, içki içme âdetini, Çelebi Sultan Mehmed’in devam ettirdiğini söylüyor. Osmanlı Devleti’ni dağılmanın eşiğinden alan Çelebi Sultan Mehmed anne tarafından Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin torunu olup, soyu Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ebû Bekr ve Hazret-i Ömer’e dek ulaşır. Bursa’daki Yeşil Câmi ismini ölümsüzleştirmiştir. Bununla da iktifâ etmeyen tarihçimiz, Sultan II. Murad, hatta İstanbul’u fethetmekle Hazret-i Peygamber’in övgüsüne mazhar olan Fatih Sultan Mehmed ve velî lakabıyla tanınan Sultan II. Bayezid’in de içki içtiğini söylüyor. Sekiz senelik saltanatını Ehl-i sünneti korumak için Safevîlerle savaşmak ve müslümanların mukaddes beldesi Hicaz’ın fethiyle geçiren Yavuz Sultan Selim ara sıra içer, ama hemen sarhoş olurmuş. Osmanlı ülkesini hayır eserleriyle donatan ve adaletiyle tanınan Kanuni Sultan Süleyman önceleri içermiş, sonra bırakmış. Bu sözlere denecek bir şey yoktur.

Meyhâneden Vergi Alınsa Ne Olur?

İslâm hukukunda gayrı müslimlerin içki içmesi yasak olmadığı gibi, bunların içki alıp satması ve meyhane açması da serbest idi. Bundan yüklü vergi alınırdı. Kanunî Sultan Süleyman zamanında Müslümanların ekseriyette bulundukları mahallelerde gayrı müslimlerin meyhane açması yasaklanmıştı. İnebahtı ve Kıbrıs Seferi sebebiyle zaafa düşen hazineyi rahatlatmak için Sultan II. Selim zamanında buna tekrar izin verilmişti. Nitekim gayrı müslimlerin meyhanelerinden ve içki satışlarından vergi alındığı da gizli bir bilgi değildir. İşin aslından habersiz bazıları, bunu padişahlardan ilkinin dindarlığına, diğerinin de şaraba düşkünlüğüne bağlamışlar; hatta kendisine Sarhoş Selim demişlerdir. Yangında yanıp tekrar yaptırdığı saray hamamını gezerken tansiyonu düşüp kaymış ve beyin kanamasından vefat etmişti. Buna rağmen, “Sarhoş halde hamamda kız kovalarken öldüğü” bile söylenip yazılmıştır. Halvetî tarikatına bağlılığı ile bilinen Sultan II. Selim’in dindarlığı Selimiye Câmii’ni yaptırmasından bellidir. Ayasofya Câmii’ni de esaslı tamir ettirmişti. Zaten nevzuhur tarihçi de padişahın içki içtiği halde beş vakit namazını kıldığını; sonradan şeyhinin telkiniyle içkiye tövbe ettiğini; hatta ölürken kendisine verilen ilacı; içinde içki vardır diye reddettiğini de yazıyor. Şeyhe intisab ederken müridin umumî tövbe etmesi tasavvufta âdettir. Osmanzâde Tâib, padişahın içkiden tövbe ettiğini zannetmiş. Orada hazır mıydı ki bunu bilsin! Bazı kitaplarda, padişahın Kıbrıs’ın fethini şarapları için istediğini yazar. Halbuki padişah istese istediği yerden şarap getirebilir. Kıbrıs, Halife Muaviye zamanında fethedilip sonra elden çıkmış eski bir İslâm toprağı idi. Eski kaynaklarda Divan-ı Hümâyun’dan Kıbrıs seferine çıkmama kararı alındığı; ancak o gece padişahın rüyasında Hazret-i Peygamber’in Kıbrıs’a sefer yapılmasını emrettiği; bunun için sadrâzam Sokulu Mehmed Paşa’nın ısrarlarına rağmen padişahın sefere çıkılmasına karar verdiği yazılıdır. Fethin şükran nişânesi olarak Kıbrıs’taki Selimiye Câmii vakfedilmiştir.

İçki ve tütün yasağını amansız tatbikiyle meşhur Sultan IV. Murad da içki içmediği halde, mübtelâ olduğu gut hastalığının ağrılarını hafifletebilmek için hekimbaşı tarafından verilen afyon hülâsaları (morfin) alırdı. Bu da kendisinde halsizlik ve uyuşukluk yapardı. Sendeleyerek yürüdüğünü birkaç defa görenler padişahın içki içtiğine hükmetmekten çekinmemiştir. Bir de devlet ricâli, padişahın Emirgûneoğlu gibi sohbet arkadaşlarından hoşlanmazdı. Başkalarını bu hususta ikna edebilmek için bunların padişahı sefâhete alıştırdığını söylemiştir. İçki iddiaları siyasî klikler arasındaki rekabete âlet bile edilmiştir. Sultan IV. Murad, babası gibi Üskürdarlı Aziz Mahmud Hüdâî’ye bağlıydı. Selden harab olmuş olan Kâbe-i Muazzama’nın bugünki binâsını yaptırmış; Karaköy Arab Câmiini harab bir binâ iken şimdiki hâle getirmiştir.

Hele, Üsküdar Yeni Câmii’ni ve şehrin iki yanında çok zarif iki çeşme inşâ ettiren, hattat padişah Sultan III. Ahmed ile Nuruosmaniye Câmii inşaatını başlatan, Rumelihisarı, Kandilli, Yeraltı, Beşiktaş Arab İskelesi, Üsküdar Mahmudiye, Defterdarkapısı, Tulumbacılar Odası, Yalıköşkü câmi ve mescidlerini yaptıran Sultan I. Mahmud’un içki içtiğine dair hiç delil yoktur. Gelin görün ki yazar, Sultan III. Ahmed’in hangi balkonda hangi yastığa dayanarak kiminle rakı içtiğini, gözüyle görmüşcesine anlatıyor.

Beni Bir Câmiye Kaldırın

Nevzuhur tarihçiler, yaptıkları istatistiklerle, Sultan II. Mahmud’un içkiye en düşkün padişah olduğuna karar vermişler. Öyle sarhoş olurmuş ki, mâbeynciler arabaya zor bindirip saraya götürürmüş. Osmanlı Devleti’ni mutlak felâketten kurtaran bu padişahın dindarlığına çok deliller vardır. İstanbul’daki bütün Sahâbe-i kiram kabirlerini bulup yaptıran, öte yandan Tophâne’de zarif Nusretiye Câmiini, Eminönü’nde Hidâyet Câmiini, Üsküdar’da Adliye Câmiini, Arnavudköy’de Tevfikiye Câmiini inşâ ettiren O’dur. Vehhâbîleri işgal ettikleri Hicaz’dan çıkararak Hazret-i Peygamber’in kabri üzerine yeşil kubbeyi yaptıran O’dur. Hele Medine’deki Hücre-i Seadete hediye gönderdiği altın şamdan münasebetiyle yazdığı ve Hazret-i Peygamber’e olan sevgisini terennüm ettiği “Şamdan eyledim ihdâya cür’et yâ resulallah” diye başlayan na’t pek içlidir. Ağır verem hastası iken, Çamlıca’da kızkardeşinin köşkünde fenâlaşmış, “Beni bir câmiye kaldırın da, orada vefat edeyim” demiştir. Yeniçeri Ocağı’nı ve bununla organik bağı sebebiyle Bektaşî tekkelerini kapattığı için malum dedeler tarafından “Gâvur Padişah” diye anılmış; yeni düzende yemleri kesilenler de bu söze dört elle yapışmıştı. İçki içtiğini de muhtemelen yine bunlar yakıştırmıştır. Padişaha böyle diyenlerin kendilerinin doğrusu müslümanlıkla pek alâkası kalmamıştı.

Sultan II. Mahmud’un oğlu Sultan Abdülmecid ise Medine’de Mescid-i Nebevî’nin bugünki hâlini yaptırmış; Hırka-ı Şerif, Dolmabahçe, Ortaköy, Teşvikiye gibi zarif câmiler binâ ettirmişti. Kâbe-i Muazzama’ya döşettiği kâşî tuğlaların altına tevazuundan hacıların ayakları altında kalacak şekilde kendi ismini yazdırmıştı. Hasta yatağında iken Medine halkından gelen mektubu hürmeten ayağa kalkıp dinlediği meşhurdur. Üstelik Nakşî meşâyihinden Yanyalı İsmet Efendi’ye bağlıydı. Türbesinin Sultan Selim Câmii avlusunda, ama Sultan Selim’inkinden daha alçak yapılmasını istemiş; Yanyalı İsmet Efendi tekkesi müridlerinin her Cuma gecesi türbesinde hatm-i hâcegân icrasını vasıyet etmişti. Kilisli Mustafâ Işkî Efendi, Mevârid-i Mecîdiye adıyla Sultan Mecid’in fazilet ve kerâmetlerini anlatan bir kitap yazmıştır. Bu mütevazı, nâzik ve içli padişah, yine de ithamlardan kendisini kurtaramamıştır. Hele zamane bir tarihçisinin gözüyle görmüş gibi padişahın sarhoş olup hammallar tarafından küfeye konup saraya getirildiği sözüne ne denir! Sultan Mecid, içki içseydi, bunu müptezel şekilde yapmayacak kadar zarif bir zât idi. Sultan Abdülmecid ve Sultan II. Mahmud, ıslahatçı padişahlar idi. Islahatçı hükümdarları sevmeyen çok olur. Zamanlarında insanlar ikiye ayrılmıştı. Islahat aleyhdarları, padişahı açıkça tenkid edemedikleri için, bu “ıslahat çılgınlığını” ancak padişahların sarhoşluğuna bağlamıştır.

Kibar Diye İçki mi İçmeli?

Yakışıklılığı, nazik ve demokrat tavırları ile modern Avrupa monarşilerindeki hükümdarları andıran Sultan V. Murad ise, amcası Sultan Abdülaziz’in feci ölümü üzerine ağır bir depresyon geçirmiş; şuuruna halel geldiği için tahttan indirilmişti. Bu halde bulunan bir insanın fiillerinden mesul tutulamayacağı âşikârdır. Kaldı ki kendisinin içki içtiği rivâyeti, sağlam kaynaklarda geçmez. Bazı Jön Türk müsveddeleri, bu ileri fikirli padişaha mensup olduğu kanaati uyandırmak için beraber işret ettiklerini anlatmışlardır. Celâleddin Paşa da padişahın tahttan indirilmesini amme efkârına haklı göstermek uğruna Mir’at-ı Hakikat adlı eserinde bunu zikretmiştir. Nevzuhur tarihçinin de yazdığı gibi Sultan Reşad içki içmezdi. Fakat insanın “Keşke içseydi de memleketi İttihatçıların eline bırakmasaydı. Koca imparatorluk yıkılmazdı.” diyesi geliyor.

Günlük hayatı neredeyse saniyesi saniyesine malum bulunan Sultan II. Abdülhamid’in içki içtiğine dair tek rivâyet son sadrazamlardan Tevfik Paşa’ya aittir. Güyâ padişah gençliğinde kardeşleriyle ışret edermiş, bir gece köşküne dönerken araba kazası yapıp içkiye tövbe etmiş. Bu rivâyeti Tevfik Paşa İbnülemin’e anlatmış. Bu doğru bile olsa, hatadan dönmek de fazilettir. Padişahın dindarlığında hemen herkes müttefiktir. Zevcesi Behice Kadınefendi, padişahın helâdan çıkıp banyoya gidene kadar abdestsiz yere basmamak için teyemmüm edecek derecede dindar olduğunu söylemiştir. Kızları, doktoru, bendegânı padişahın her husustaki dindarlığını, ağzına içki koymadığını, içki içenleri sevmediğini, saraya içki girmediğini açıkça yazmışlardır. İttihatçılar, II. Meşrutiyet’i müteakip, Sultan Hamid’i halkın gözünden düşürmek için neler söylememiştir! Abdullah Cevdet, “Sultan Hamid hakkında yüz yalan uydurdum. Bazısına kendim de inandım” derdi.

İşret Ne Mânâya Gelir?

Nevzuhur tarihçinin kaynağına göre, "Fatih Sultan Mehmed Han ve Sultan Bayezid-i Veli, komutanları ve vezirleriyle arada sırada ıyş ü nûş ederlerdi. Hatta Bayezid-i Veli, Sadrazam Gedik Ahmed Paşa’yı ışret sırasında katletmişti." Yazar ıyş ü nûş kelimesini içki âlemi; ışret kelimesini de içki diye tercüme etmiş. Sultan IV. Murad’ın şeyhülislâmı Yahya Efendi’nin "Mescidde riyâmişler etsin ko riyâyı; Meyhâneye gel kim ne riyâ var ne mürâî" beytini yazarak, “Eee, şimdi bu şiiri nasıl değerlendireceğiz?” diyor. Divan edebiyatından ve tasavvuftan biraz anlayan, bunu değerlendirmekte zorluk çekmez. Şark edebiyatında ve divan şiirinde meyhane sevgili ile buluşma yerini ve tekkeyi; sâki sevgiliyi ve şeyhi; bâde ve şarap ise ilahî aşkı sembolize eder.

Iyş, yaşamak; ışret, eğlence ve cümbüş demektir. İkisi de Arapçadır. Eğlenmek illâ içki içmekle olmaz. Eşi dostuyla dinin izin verdiği şekilde eğlenmek yasaklanmamıştır. Hatta ulemâ devlet ricâline, siyasî kararlarında isabetli olabilmesi için ara sıra eğlenerek nefsini teskin etmesini, zihnini dinlendirmesini, tavsiye etmiştir. Buna da ıyş ü ışret denir. Nûş, Farsça içmek demektir. Su için de kullanılır, şerbet için de. Dôlu eski Türkçede içine su karıştırılan su dışındaki içecekleri anlatır. Su katılmış şaraba da, şerbete de, ayrana da dôlu denirdi. Hatta Bursa’da askere ayran yapıp verdiği için Dôlu Baba diye bilinen bir evliyânın kabri vardır. Sâki yalnızca içki dolduran değil, su veren kimse için de kullanılır. Zaten sâki, Arapça sulayan demektir. Saka buradan gelir. Arapçada “şarap” şürb edilen, yani içilen şey demektir. Şerbet, çorba, meşrubat, şurup gibi kelimeler hep aynı köktendir. Kur’an-ı kerimde içilmesi yasak olan hamr’dır. Fermantasyona uğramış içki demektir. Biz bugün buna şarap diyoruz. Ama eski metinlerde “şarap” içilecek her şey için kullanılır. Lisanını ve kelimelerini bilmeden bir devir hakkında rastgele hüküm vermek ne kadar hatalı!

Üstelik İslâmiyette üzüm ve hurmadan yapılan şarap ve bundan elde edilen alkol kesinlikle haram iken; bunlar dışında bazı alkollü içkiler vardır ki kimi âlimler bunların ilaç ve ihtiyaç için sarhoş etmeyecek mikdarını içmeye cevaz vermiştir. Rom da bu kabildendir. O halde neyin ne için içildiğini bilmeden ahkâm kesmemek lâzımdır. Üstelik yukarıda da geçtiği üzere, Osmanlı padişahlarının çoğu gut hastalığından mustarip idi ve şiddetli ağrılardan kurtulmak için muhtemelen afyon hülâsaları alırlardı. İçki içme ithamının altında yatan bir sebep de bu olsa gerektir.

Hükümdarların Düşmanı Çok Olur!

“Padişahlar ve İçki”, tarihin mevzusu olmayacak kadar spesifik ve ehemmiyetsiz bir meseledir. Tarih, şahısların hususî hayatları ile değil, hâdiselerde oynadıkları rollerle alâkalanır. Bu, işin magazin kısmıdır. Ama nedense çokları bunu tarihî bir mesele hâline getirmeye pek meraklıdır. Acaba niçin? Muhafazakâr çevrelere “İdeal edindiğiniz padişahların hâline bakın!” denerek temsil ettikleri değerler hakkında bir mesaj mı verilmek isteniyor? Yoksa muhafazakârlar arasında içki propagandası mı yapılıyor? Osmanlı padişahları hatâları ve sevapları ile tarihe intikal etmiştir. Kim ne derse desin, müspet tarafları fazladır. Kahramanlıkları, cesaretleri, geleneklere hürmetkârlıkları, ilme, sanata değer verişleri, zarafetleri, merhametleri, demokrat duruşları ile sadece Türk-İslâm tarihinde değil; dünya tarihinde de mümtaz bir mevkiye oturmuşlardır. Kabahatları varsa bile, bu imaja hiç zarar vermez. Padişahlardan, hele sert padişahlardan memnun olmayan geniş bir kitle bulunması normaldir. Bu kitlenin amme efkârında icraatlerini değil de şahsiyetlerini ön plana çıkararak padişahların imajını zayıflatmaya çalışmasını da anlamak mümkündür. Hükümdarların düşmanı çok olur.

Hakkında açık bilgi bulunmayan hususlarda kat’î konuşmamak ilim adamlığının icabındandır. Asırlar öncesine ait hâdiseleri bugün olmuş ve bizzat görmüşçesine anlatmaya itibar edilmez. İslâmiyet, kim olduğu bilinmeyen, hele fâsık birisi bir haber getirirse, buna hemen inanmamayı emrediyor; “İyi bilinmeyen şeyin arkasına düşmeyin!” diyor. Bir kimsenin gizli işlediği kabahatı gelip başkasına anlatan kimseye fâsık denir. Böyle birinin sözüne inanılmaz, güvenilmez. İçki içmek, Kur’an-ı kerim tarafından yasaklanmıştır. Buna uyup uymamak herkesin kendi bileceği iştir. Ama kendilerini savunacak vaziyette olmayan tarihî şahsiyetler hakkında dedikodularla hüküm vermek de kimsenin hakkı ve haddi değildir. Üstelik geleneğimizde “Ölülerinizi hayırla anınız!” prensibi vardır. İlmî mevzularda dedikodulara karşı uyanık olup, mutedil hareket etmek, herkesin uyması gereken ahlâkî bir vecibedir.

Not: Bu makale, Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci'nin web sayfasından alınmıştır.

38 Hz. Ebu Bekir'in Resulullah'ın mirası olan Fedek arazisini Hz. Fatıma'ya vermemesinin sebebi nedir?

Bugünkü adı Hâit olan Fedek, Medine’ye yaklaşık 150 km. uzaklıkta olup, Medine ile Hayber arasında bir Yahudi köyüdür. Beni Sa’d kabilesinin, Hayber Yahudilerine yardım etmek için Fedek’te toplandıklarını haber alan Hz. Peygamber (asm)  627 yılında,  Hz. Ali (r.a) komutasındaki bir askeri birliği Fedek’e gönderdi. Fedek Yahudileri, Hayber, Teyma, Fedek, Vadilkura Yahudileriyle anlaşıp, Beni Sa’d kabilesinin de yardımıyla Müslümanlara karşı savaşa hazırlandıkları ortaya çıktı. Hz. Ali (r.a.) komutasındaki birlik Beni Sa’d’ın karargâhına vardığında onların kaçtıklarını gördü ve ganimetlerle geri döndü.

Hz. Peygamber (asm) Hayber’in fethinden sonra ensardan Muhayyesa b. Mesud’u Fedek halkına İslam’a davet için gönderdi. Fedeklilerin başkanı Yahudi Yuşa b. Nûn topraklarının yarısı karşılığı Rasululullah (asm) ile anlaşma yapmak istediklerini söyledi, Rasululullah (asm) bunu kabul etti.

“Ve Allah'ın, onların mallarından, Peygamberine verdiği şeyler için siz, gerçekten de ne deve sürdünüz, ne at oynattınız ve fakat Allah, peygamberlerini, dilediği kimselerin üstüne atıp üstün eder ve Allah'ın, her şeye gücü yeter.” (Haşr, 59/6)

ayeti mucibince, Fedek savaşsız teslim olduğu için bu mülk Peygamberimizin (asm) tasarrufundaydı. Çünkü Müslümanlar Fedek için ne bir savaş yapmış ne de ordu göndermişlerdi.

Hz. Peygamber (asm) onun gelirlerini misafir ve yolcular için tahsis etmişti. Eşlerinin nasıl bir hayat yaşamış oldukları Müslümanlarca malumdur. Hz. Ömer (r.a.) hilafeti zamanında, Ebu’l Heysem Malik b. Et-Teyyihan ile ensardan Sehl b. Ebi Hayseme ve Zeyd b. Sabit’i Fedek’e gönderdi. Bunlar Yahudilerin elinde kalan toprakların değerini tespit ettiler, topraklarının maddi değeri kendileri ödendi.

Hz. Peygamber’in (asm) vefatından sonra hanımları, Hayber ve Fedek’teki Resulullah’ın (asm) hisselerinden miraslarını istemek için Hz. Osman’ı (r.a.), Hz. Ebu Bekir’e (r.a.) gönderdiler. Bunun üzerine kendisi de Hz. Peygamberin (asm) eşlerinden birisi olmasına rağmen Hz. Aişe (r.a.),

“Allah’tan korkmuyor musunuz? Sizler, Resulullah’ın (asm) şu hadisini işitmediniz mi? 'Biz Peygamberler miras bırakmayız. Bizim bıraktıklarımız sadakadır. Bu mallar, Muhammed’in ailesinin ani ihtiyaçları ve misafirler için sarfedilir. Ben öldükten sonra bu mallar, benden sonra iş başına geçen kimsenin tasarrufundadır.' ” (Buhari, Feraiz, 3, İ’tisam, 5)

Hz. Peygamberin hanımları, bu sözler üzerine isteklerinden vazgeçtiler.

Resulullah’ın (asm) kızı Hz. Fatıma (r.a.), Ebu Bekir es-Sıddık (ra)’ın yanına gelerek ona,

“Sen öldüğünde sana kim varis olur?” diye sordu. Hz. Ebu Bekir (r.a.)

"Evladım ve ailem.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Fatıma (r.a.)

“O halde sana ne oluyor da, Resulullah’a (asm) bizden başkasını varis yapıyorsun?" Buna karşılık Hz. Ebu Bekir (r.a.)

“Ey Resulullah’ın kızı! Allah’a yemin ederim ki ben, babandan ne altın ne gümüş ne şu ne bu miras aldım.” dedi. Fatıma (r.a.) ise:

“Hayber’deki hisselerimiz Fedek’teki sadakalarımıza ne oldu?” deyince Hz. Ebu Bekir,

“Ey Resulun kızı! Ben Resulullah’ın (a.s.) 'Bunlar, Allah’ın hayattayken bana yedirdiği bir lokmadır; ben öldükten sonra bunlar, Müslümanların ortak malıdır.' dediğini işittim.” (Buhârî, Meğâzî, 14; Müslim, Cihad, 49; Ebû Davud, İmâre, 1) diye cevap vermişti.

Evet, Hz. Ebû Bekir (ra), Peygamberimiz (as)’in biricik kızı, ciğerparesi, Ehl-i Beyt’in annesi Hz. Fatıma (ra)'yı incitemezdi; Rasûlullah’ın (asm) hâtırası olan bu ince, bu müstesnâ anamızı incitmeyi gönlünden bile geçirmezdi. Ama, Rasûlullah (asm)’ın sünneti, kendi mirası mevzûunda bıraktığı sünneti en kıymetli şahıslar için bile fedâ edilmezdi. O’ndan (asm) kalan, O’nun (asm) sağlığında sarfettiği yere sarfedilecekti.

Bu hadisin hükmü gereğince, Hz. Ebu Bekir (r.a.) kendi kızı ve Peygamberin (asm) eşi olan Hz. Aişe (ra)’ye ve Peygamberimizin (asm) diğer eşlerine Fedek arazisinden pay vermediği gibi, Hz. Fatıma’ya (r.a.) da vermemiştir. Nitekim dikkat edilirse buna karşı çıkan başta Hz. Aişe (r.a.) olmuştur.

Hz. Ebu Bekir’den (r.a) sonra, Hz. Ömer (r.a.), Hz. Osman (r.a.) ve Hz. Ali’de (r.a.) halife olduklarında Fedek’in gelirlerini Resulullah’ın (asm) sarfettiği yere harcamışlardır. Eğer Fedek Hz. Fatıma’nın (r.a.) hakkı olmuş olsaydı, Hz. Ali (r.a.) hilafeti zamanında onu alır, oğullarına verirdi.

- Acaba Hz. Fatıma (ra) ve hatta Hz. Ali ve Hz. Abbâs (radıyallâhu anhüm) niçin miras istediler?

Bu hususta birkaç tahmin ileri sürülmüş ise de en mâkulü, en doğrusu şudur:

Hz. Ebû Bekir'in rivayet ettiği: "Bize mirascı olunmaz, bıraktıklarımız sadakadır..." hadisini duymamış olmalarıdır. Hz. Ömer (ra), Hz. Ebû Bekir (ra) gibi en eski ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a en yakın olan Müslümanların pek mühim meselelerde bile Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadislerini, O'nun sağlığında değil, ölümünden sonra işitmelerinin bir çok örneği var. Bu da onlardan biri olmalıdır.

Hadisi işitmiş olan Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Mes'uliyet makamında, işin sorumlusu olarak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in tatbikatından ayrılmamayı esas almıştır. Hz. Fatıma ve Hz. Ali (radıyallâhu anhümâ) gibi, çok sevdiği ve hâtırasına son derece saygı duyup bağlılığını her şeyin üstünde tuttuğu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın iki ciğerpâresini gücendirmeyi sineye çekmiştir.

Hz. Ali, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yakınlığını anlatırken hep ağlayarak dinleyen Hz. Ebû Bekir gibi Sıddık bir sahabi için, onları gücendirmek muhakkak ki çok ağır gelmiş idi. Ama ne yapsın? Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan o konuda kesin bir bilgiye sahip olduğundan, onunla amel etmesi gerekirdi:

"Bize kimse varis olamaz, bıraktıklarımız sadakadır..."

Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in bu meseledeki haklılığını Hz. Ali ve Hz. Abbâs (radıyallâhu anhümâ) kabul etmişlerdir. Çünkü, bilahare Hz. Ali (ra), halife olduğu zaman, bu arazilerin, Hz. Ebû Bekir (ra) tarafından tesbit edilen ve Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra) tarafından devam ettirilmiş bulunan statüsünde değişiklik yapmamıştır.

Bu hususu açıklayan bir rivayeti Nevevî, Ebû Dâvud'dan kaydeder: "(Abbasîler'in ilk halifesi) Seffah, ilk hutbesini okuduğu zaman, boynunda Kur'ân asılı olan bir adam yanına gelerek:

"Allah aşkına benimle hasmım arasında şu Mushaf'la hükmet." der. Seffâh:
"Hasmın kim?" diye sorunca:
"Ebû Bekir'dir, Fedek arazisini bize menetmiştir." der. Halife:
"O sana zulüm mü yaptı?" diye sorar. Öbürü:
"Evet!" der. Seffah:
"Ondan sonra kimdi?" diye sorar. Adam:
"Ömer'di" der. Seffah:
"Ömer de zulmetti mi?" der. Adam:
"Evet!" der. Hz. Osman (ra) için de aynı şeyi söyleyince:
"Ali (ra) de sana zulmetti mi?" der. Adam bu sefer susar. Seffâh bunun üzerine adama sert bir şekilde çıkışır."

Kadı İyaz bu meselede şunu söyler: "Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in hadisten delil getirmesi üzerine, Hz. Fâtıma (radıyallâhu anhâ)' nın ona karşı münakaşa etmekten vazgeçmiş olması, mesele üzerine vaki olan icmâya teslim olduğunu gösterir. Bu durum Hz.Fatıma (radıyallâhu anhâ)'nın kendisine hadis ulaşıp te'vili de açıklık kazanınca, o meseledeki şahsî görüşünü terketmiş olduğunu da ifade eder. Nitekim bir daha ne kendisinden, ne de zürriyetinden, miras talebi vaki olmamıştır. Bilahare Hz. Ali (ra) halife olduğu zaman, o meselede Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra)'in amelinden ayrılmadı. Öyle ise bu da gösterir ki, Hz. Ali ve Hz. Abbâs (radıyallâhu anhümâ)'ın talepleri, o arâzilerin işletilmesiyle ilgili işlerin kendilerine verilmesini... taleb etmektir." (bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi)

Nitekim Hz. Ömer (ra), Fedek arazisini Ehl-i Beyt'e tahsis etmemiş, ancak idare ve intifa hakkını kendilerine vermiştir. Bu uygulama, devlet başkanının takdir yetkisi dahilinde olan bir durum olduğundan ötürü, burada Hz. Ebu Bekir (ra)'e bir muhalefetten söz edilemez. Nitekim Hz. Ali (r.a.) halife olunca, Fedek'in statüsünü ilk üç halife döneminde olduğu gibi aynen devam ettirmiştir. Bu da ilk üç halifenin bu konuda ne kadar isabetli hüküm verdiğine bir delildir.

39 Hz. Ömer'in, Hz. Fatıma'nın evini yakmak istemesi diye bir şey var mıdır?

Soruyu birkaç madde hâlinde cevaplamak uygun olacaktır:

1. Bu konuyu ilgilendiren rivayet; “el-İmame ve’s-Siyase” ve “Kenzu’l-Ummal”da yer alır. (bk. İbn-i Kuteybe ed- Dineveri, Abdullah b. Müslim, el-İmame ve’s- Siyase’, I- II, Dâru’l- Ma’rife Beyrut, ty. I, 19- 20)

2. Kenzu’l-Ummal bu rivayeti, her halde İbn-i Ebi Şeybe’nin Musannefinden almıştır. İbn-i Ebi Şeybe’de geçen rivayet de şöyledir:

“…Zeyd b. Eslem’den, o da babası Eslem’den (şöyle anlatır):

"Durum şu ki; Rasulullah (s.a.v.)'den sonra Ebu Bekir’e biat edilince, Ali ve Zübeyir; ikisi Rasulullah’ın (s.a.v.) kızı Fatıma’nın yanına giriyorlar, işleri (biat konusu) üzerinde onunla istişare ediyorlardı. Derken bu (Fatıma evine gidip gelme ve istişare konusu) Hattaboğlu Ömer’e ulaşınca o (dışarı) çıktı, hatta Fatıma’nın yanına girerek şöyle dedi:

‘Ey Rasulullah’ın (s.a.v.) kızı, vallahi hiçbir kimse bana babandan daha sevgili değildir ve babandan sonra da hiçbir kimse bana senden sevgili değildir. Ama Allah’a yemin olsun ki; eğer (Ebu Bekir’e biat etmeyen) bu topluluk senin yanında toplanırlarsa, benim bu evi onlar üzerine yakılmasını emretmeme bir mani yoktur.’" 

O (ravi konuya şu bilgiyi de ekledi ve) şöyle dedi: ‘Ömer evden çıkınca, (o topluluktan olanlar) ona (Fatıma’ya) geldiler. O da kendilerine şöyle dedi:

"Biliyorsunuz ki Ömer bana geldi ve Mutlaka Allah’a şöyle yemin etti: Eğer bana dönerseniz, (evime gelirseniz) gerçekten bu evi üzerinize yakacak ve Allah’a yemin olsun ki, üzerine yemin ettiği şeyi de gerçekleştirecektir. Öyleyse râşitler (bilgilenmiş ve makul olana uymuşlar) olarak geri dönünüz, durumu görünüz ve bana (evime) dönmeyiniz."

Onlar da ondan geri döndüler ve sonunda Ebu Bekir’e biat ettiler.” (bk. İbn-i Ebi Şeybe, el- Musannef, Dâru’l- Fikir, 1989, VIII, 572; Alaüddin Ali el- Muttaki, Kenzul’l- Ummal, I- II, el- Beytü’l- Efkâru’d- Düveliyye, Ürdün, 2005, I, 681, nr. 141138)

Kenzul- Ummal’de geçen rivayette "evi yakma" yerine "kapıyı yakma" geçmektedir.

3. Görüldüğü üzere Hz. Ömer, fitne ve kargaşaya sebep olabilecek konularda hassas ve tavizsizdir. Onun daha önceki hayatında da fitneye ve kargaşaya sebep olanların boynunu vurma tekliflerini bilmekteyiz.

4. Bu konuyu Âl-i Beyt veya Hz. Fatıma düşmanlığı olarak yorumlamak; konuyu asıl bağlamından çıkarmaktır. Zaten Hz. Ömer de Hz. Peygamberi ve Hz. Fatıma’yı sevdiğini bizzat Hz. Fatıma’ya ifade etmiş ve hassas bir konuda kendisini uyarmıştır. Nitekim uyarı tesirini göstermiş ve muhalifler bunun üzerine Hz. Ebu Bekir’e biat etmişlerdir. Hz. Ömer’in yaptığı şey, uyarmak, fitneyi engellemek, İslam birliğini muhafaza etmek ve kargaşaya mani olmaktır. Konu bu açıdan ele alınmalıdır. Bu davranış, yönetim açısından yerinde bir davranış olarak görünmektedir.

5. Hatırlayalım: Hz. Ali kendi zamanındaki muhalifler için çare kalmayınca savaş yoluna bile başvurmuştu. Cemel, Sıffin savaşları ve Haricilerle yapılan savaşlar böyle savaşlardı. Çünkü bağilik konusundaki ayetler, ona bu yetkiyi veriyordu.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. Ali'nin Hz. Ebu Bekir'e biat etmediği doğru mudur?

Dört Halife seçiminin ayrıntıları ve Hz. Ali'nin halife seçimindeki görüşleri...

40 Birinci Akabe Biatı ve buna katılan sahabelerin isimleri hakkında bilgi verir misiniz?

Es'ad b. Zürâre Hz. Peygamber (asm) ile ilk kez nübüvvetin 11. yılı hac mevsiminde tanıştı. Yanındaki beş Hazreçli ile birlikte Akabe'de Hz. Peygamber (asm) ile karşılaştı. Hz. Peygamber kim olduklarını öğrenince, kendileriyle biraz konuşmak istediğini söyledi. Razı olarak oturdular.

Hz. Peygamber (asm) onlara kendisini tanıttı; Kur'an'dan bir bölüm (İbrahim, 14/35, 52) okudu. Hemen onun beklenen peygamber olduğunu anladılar. Birbirlerine, "Biliniz ki, vâllâhi bu Yahudilerin sizi kendisiyle korkuttukları peygamber olmalıdır. Sakın Yahudiler ona inanmak ve tâbi olmakta sizi geçmesinler." diyerek Müslümanlığı kabul ettiler.

Es'âd b. Zürâre ile birlikte ilk Müslüman olanlar:

- Râfi b. Mâlik b. Aclân,
- Avf b. Hâris b. Rıfâ'a,
- Kutbe b. Âmir b. Hadide,
- Ukbe b. Âmir b. Nâbi,
- Câbir b. Abdullâh b. Ri'âb.

Bunlar İslâm'ın Medineliler için öneminin de bilincindeydiler. Bunu Hz. Peygâmber (asm)'e, "Biz kavmimizi hem birbirlerine karşı hem de kavmimizden olmayan bir kavme (Yahudilere) karşı, aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu hâlde geride bırakmış bulunuyoruz. Umulur ki Allah onları da senin sayende bir araya toplar." diyerek belirttiler.

Hz. Peygamber (asm) ile bir yıl sonra yeniden buluşmak ve bu süre içinde İslâm'ı Medine'de yaymaya çalışma sözü vererek ayrıldılar.

İlave bilgi için tıklayınız:

- İslâm tarihine Akabe Biatları diye geçen birinci ve ikinci Akabe biatları nasıl gerçekleşmiştir ve bu süreçte neler olmuştur?..

41 Beni Kurayza gazası hakkında bilgi verir misiniz?

BENÎ KURAYZA GAZÂSI

Hicretin 5. senesi. (Milâdî 627) Benî Kurayza Yahudilerinin Peygamber Efendimizle olan anlaşmalarına göre, Hendek Muharebesinde düşman tarafından sarılan Medine'yi Müslümanlarla elele vererek müdafaa etmeleri gerekiyordu.(1) Fakat, bunu yapmadılar. Üstelik anlaşma hükümlerini hiçe sayarak, harbin en nâzik safhasında müşriklerle işbirliğine giriştiler.

Peygamber Efendimizin tahkik ve sulh için gönderdiği heyete hakarette bulundular ve, "Resûlullah da kim oluyormuş? Muhammed'le aramızda ne ahid vardır, ne de akid." dediler. Hattâ daha da ileri giderek Peygamber Efendimiz için küstahça sözler bile sarfettiler.(2)

Bununla da yetinmediler. Medine üzerine baskınlar düzenleyerek, Müslüman âile ve çocukları kılıçtan geçirme teşebbüsüne bile kalkıştılar. Bu hareketleriyle Müslümanları, harp endişesinden daha büyük bir telâş ve endişeye düşürdüler. Bu, Peygamber Efendimizin kendilerine lütufkâr davranmasına karşı açık bir nankörlük ve hıyânetti.

Hendek Muharebesinde on bini bulan düşman ordusu büyük bir hezimete uğrayarak geri çekilmişti. Harpte müşrikler yanında yer alan Kurayzaoğulları da hayal kırıklığı içinde Medine'ye iki saatlik mesafede bulunan sağlam kalelerine çekilmişlerdi.

Giriştikleri hâince hareketin farkında idiler. Bu sebeple, Resûl-i Ekremin her an üzerlerine yürümesinden endişe duyup korkuyorlardı.

Cebrâil'in (a.s.) Getirdiği Emir

Nitekim, Müslümanlar Medine'ye henüz yeni dönmüşlerdi ki, Cebrâil (a.s.) Resûl-i Ekreme şu emri getirdi:

"Yâ Muhammed! Yüce Allah, sana, Benî Kurayza üzerine yürümeni emrediyor!"(3)

Resûl-i Ekrem Efendimiz, silahını yeni çıkarmış, temizliğini henüz bitirmişti. Derhal Hz. Bilal'i çağırtarak, bütün Müslümanlara şunu nidâ etmesini emretti:

"İşiten ve Allah'ın emrine itaat edenler, ikindi namazını Benî Kurayza yurdunda kılsın!"(4)

Bu dâveti duyan Müslümanlar da bir anda toplandılar. Peygamberimiz sancağı Hz. Ali'ye teslim ederek ordudan önce onu yola çıkardı. Abdullah bin Ümmi Mektûm'u ise Medine'de yerine imam bıraktı.(5)

İslâm ordusu 3.000 kişiden ibaretti. İçlerinde otuz altı süvari vardı. Ordu, Resûlullah'la olan anlaşmasını en nazik bir zamanda bozan, vatana hıyânet eden, düşmanla işbirliğine girişen Benî Kurayza Yahudilerine hak ettikleri cezayı vermek üzere yola çıkıyordu.

Ordudan önce yola çıkarılmış olan Hz. Ali, Kurayzaoğulları kalelerine yaklaşarak, sancağı kalenin dibine dikti. Bu esnada Yahudilerden bazı nâhoş sözler duydu. Kurayzaoğulları, Peygamber Efendimiz hakkında ağır laflar ediyor, ileri geri küstahça konuşuyorlardı. Bu davranışlarıyla giriştikleri hâinlikten pişmanlık duymadıklarını açık açık belli ediyorlardı.

Hz. Ali, sancağı bir başka sahabîye teslim ederek geri döndü. Yolda Peygamber Efendimizi karşıladı. Onun bu sözleri işitip de üzülmesini istemiyordu.

"Yâ Resûlallah, şu şirret adamların yakınına kadar varmasan, olmaz mı?" dedi,
Resûl-i Ekrem, "Neden?" diye sordu.
Hz. Ali, Yahudilerden işittiği nahoş sözleri tekrarlamaktan utanıp sustu.
Peygamber Efendimiz: "Herhalde, sen, onlardan beni üzecek birtakım sözler işitmişsindir." deyince Hz. Ali,
"Evet, yâ Resûlallah" karşılığını verdi.
O zaman Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

"Musa Peygamber, bundan daha ağırıyla karşılaşmış, daha çok üzülmüştü. Git! O Allah düşmanları, beni görecek olurlarsa, söylemiş oldukları çirkin sözlerden hiçbirini söyleyemeyeceklerdir!"(6)

Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahidlerle Benî Kurayza Yahudilerinin kalelerinin dibine kadar vardı. Oradan Yahudi ileri gelenlerinin isimlerini birer birer zikrederek onlara şöyle seslendi:

"Ey Allah'ın gazabına uğrayarak maymuna çevrilmiş olanların kardeşleri! Allah sizi hor, hakîr kıldı mı ve belâsını, cezasını üzerinize indirdi mi? Demek siz bana kötü söz söylediniz öyle mi?"

Yahudi ileri gelenleri süt dökmüş kediye dönmüşlerdi:

"Yâ Ebâ'l-Kasım! Sen, sözünü bilmezlerden değilsin! Musâ'ya indirilmiş olan Tevrat'a yemin ederiz ki, biz sana hiçbir kötü laf sarfetmedik."

diyerek söylediklerini inkâr ettiler.(7)

Benî Kurayzalıların Muhasaraya Alınması

Benî Kurayza Yahudileri, cürüm üzerine cürüm işlediler. Peygamber Efendimiz ve mücahidleri iyi bir şekilde karşılamak yerine, onlar hakkında ileri geri konuştular, söylenmeyecek laflar ettiler. Bu, onların teslim olmayıp mukavemet edeceklerinin ifadesi idi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, önce mücahidlere onları oka tutmalarını emretti. Mücahidler onlara ok yağdırmaya başladılar. Kurayzaoğulları da kalelerinden Müslümanların üzerine en şiddetli bir şekilde ok yağdırıyorlardı. Böylece, Kurayzaoğulları muhasara altına alınmış oluyorlardı.

Görünüşte Hz. Resûlullah ve Müslümanların yanında bulunan, hakikatta ise daima İslâm düşmanlarıyla gizliden gizliye işbirliği yapan münafıklar, muhasara esnasında Kurayzaoğullarına gizlice şu haberi gönderdiler:
"Sizler teslim olmayınız! Medine'den çıkıp gidin deseler de, çıkıp gitmeyiniz! Onların istediklerini kabul etmeyip çarpışmayı sürdürürseniz, biz size hem canımız hem silahlarımızla yardıma söz veriyoruz."

Haliyle gizlice gelen bu haber Kurayzaoğullarına bir cesaret verdi. Karşı koymaya devam ettiler. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), herşeye rağmen muhasarayı kaldırmıyordu. Müslümanları da cihâda ve sıkıntılara katlanmaya teşvik edici konuşmalar yapıyordu.

Benî Kurayzalılar, muhasaranın uzadığını görünce, sıkılmaya başladılar. Münafıklardan da herhangi bir yardım gelmeyince bütün bütün maneviyatları sarsıldı. Büyük bir korkuya kapıldılar. Bunun üzerine görüşme isteğinde bulundular. Resûl-i Ekrem Efendimiz istediklerini kabul etti. Peygamber Efendimizle görüşmek ve konuşmak üzere içlerinden Nabbaş bin Kays'ı gönderdiler. Nabbaş,

"Yâ Muhammed! Benî Nadir Yahudilerinin teslim olmalarındaki gibi kanımızı dökme, mal ve silahlar senin olsun! Kadınlarımız ve çocuklarımızı alıp memleketinden çıkıp gidelim. Her cins silah hariç olmak üzere, her âile için bir devenin taşıyabileceği gerekli eşyayı götürmemize müsâade et!" dedi.

Peygamber Efendimiz, "Hayır, bu teklifi kabul edemem." buyurdu. Nabbaş ikinci olarak şu teklifi yaptı:

"Öyle ise kanımızı bize bağışla. Sadece kadınlarımızı ve çocuklarımızı alıp gidelim, malları olduğu gibi bırakalım!"

Peygamber Efendimiz,

"Hayır, kayıtsız, şartsız, benim hükmüme itaat edip teslim olmaktan başka hiçbir çareniz yoktur!"

dedi. Nabbaş, me'yus ve perişan bir halde, kavminin yanına döndü. Olup bitenleri olduğu gibi anlattı.

Ka'b bin Esed'in Teklifleri

Ka'b bin Esed, onların reislerinden biri idi. Bütün bu olup bitenlerden sonra durumu açık seçik anlamıştı.
"Ey Yahudi topluluğu!" dedi. "Görüyorsunuz ki, bir felâketle karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.
"Size, üç ayrı teklifim olacak. Onlardan istediğinizi kabul edebilirsiniz.
"Benî Kurayzalılar merakla, "Nedir o tekliflerin?" diye sordular. Ka'b tekliflerini sıralamaya başladı:

"Birinci teklifim: Şu adama tâbi olalım ve onun peygamberliğini kabul edelim! "Vallahi, onun Allah tarafından gönderilmiş, kitabınızda sıfatlarını yazılı bulduğunuz peygamber olduğu sizce de malûm olmuştur. Ona iman edecek olursanız, kanlarınız, mallarınız, çoluk çocuğunuz kurtulmuş olur! "Ona tâbi olmayışımızın tek sebebi, Araplara karşı duyduğumuz kıskançlık ve onun İsrailoğullarından gelen bir peygamber olmayışıdır! Halbuki bu, Allah'ın bileceği bir iştir."

"İbni Hıraş'ın yanınıza geldiği zaman size söylediği şeyleri hatırlamıyor musunuz? O, 'Ben, Şam gibi her türlü yiyeceği, içeceği bol olan bir yeri terk edip su kırbası, hurma ve arpadan başka bir şeyi bulunmayan bir yere geldim.' demişti.

'Bununla başka neyi kastetmek istiyorsun?' diye sorulunca da o; 'Mekke'den bir peygamber çıkacaktır. O zaman sağ olursam ona tâbi olur ve ona yardım ederim. Eğer, benden sonra gelirse, ona karşı hîle ve aldatma yoluna başvurmaktan sakınınız! Ona tâbi olup dostları ve yardımcıları olunuz.' dememiş miydi?"
Benî Kurayza Yahudileri, "Hayır,biz, bizden başkasına tâbi olmayız. Biz kitap sahibi bir cemâatız!" dediler.

Kâ'b, bu teklife kimsenin yanaşmadığını görünce, ikinci teklifini yaptı:

"O halde size ikinci teklifim şudur: Geliniz, çocuklarımızı ve kadınlarımızı öldürelim. Tâ ki aramızda herhangi bir ağırlık kalmış olmasın. Sonra da kılıçlarımızı sıyırıp Muhammed'le ashabının üzerine yürüyelim. Allah, onunla aramızda kesin hükmünü verinceye kadar çarpışmaya devam edelim. Ölürsek, zaten arkamızda bıraktığımız bir nesil yok! Şayet, galip gelirsek yeniden evlenir, evlâtlar yetiştiririz."

Kurayzaoğulları bu teklifi de uygun görmediler. O zaman Kâ'b, üçüncü teklifini arz etti:

"Size üçüncü teklifim şudur: Bu gece Sebt (Cumartesi) gecesidir. Bu gece, Muhammed ve ashabı, bizim kendilerine karşı herhangi bir harekette bulunmayacağımızdan emin ve gafil bulunabilirler. O halde hemen kalelerimizden aşağı inelim. Onları ansızın vurabiliriz."

Kurayzaoğulları bu teklife de şu cevabı verdiler:

"Biz, Sebt günü çalışma yasağını nasıl bozabiliriz. Bizden önce, Sebt (Cumartesi) gününe hürmetsizlikten dolayı maymun ve domuzlara çevrilen belli kimselerden başka, hiç kimsenin ihdas etmediği bir şeyi biz nasıl ihdas edebiliriz?"

Kâ'b'ın bütün bunlardan sonra son sözleri şunlar oldu:

"İçinizden hiçbir kimse, doğduğundan şu âna kadar, bir gece bile tedbirli ve doğru görüşlü olarak gününü geçirmemiştir."(8)


Bunların Müslüman olmasına sebep, yıllar önce kendilerini ziyaret eden İbni Heyyiban'ın konuşmasıydı. Aralarında bundan sonra bir kargaşalık başladı. Birbirlerine ileri geri lâflar sarfettiler. Bir taraftarı da kadınlar ve çocuklar ağlaşıp duruyorlardı. Yahudiler yaptıklarından son derece pişman oldular. Bu sırada iki kardeş olan Sa'lebe ile Esid bin Sâ'ye ortaya çıkıp, Kurayzaoğullarına şu nasihatta bulundular:

"Ey Kurayzaoğulları! Vallahi, siz gayet iyi biliyorsunuz ki Muhammed Allah'ın Resûlüdür. Onun vasıflarını bize hem kendi âlimlerimiz, hem de Benî Nadir âlimleri söylemişlerdir. Onlardan biri, hepimizin çok sevdiği İbni Heyyiban'dı. O öleceği sırada, bu Peygamberin sıfatlarını bize haber vermişti." dediler.

Benî Kurayza Yahudileri, "Hayır! Bu, o gelecek peygamber değildir." diyerek hakkı bile bile inkâr ettiler. Fakat, Sa'yeoğulları söylediklerinden vazgeçmediler. Bu inançlarını pervasızca tekrarladılar:

"Vallahi, bu gelecek olan o peygamberin sıfatındandır! Allah'tan korkunuz da, ona iman ediniz!"(9) dediler. Kurayzaoğulları kıskançlıklarının esiri olmuşlardı. Peygamber Efendimizin nübüvvetini tasdik etmeye niyetli görünmüyorlardı.Bunun üzerine iki delikanlı olan Sa'lebe ve Esid'le amcalarının oğlu Esed bin Ubeyd kaleden inip, Müslüman oldular.(10)

İbni Heyyiban Şamlı bir Yahudi idi. Âlimdi. İslâmın gelişinden iki yıl önce Benî Nadir Yahudilerine gelip misafir olmuştu. Aralarında bir müddet yaşadıktan sonra ölüm döşeğine düşmüştü. Vefât edeceğini anlayınca,

"Ey Yahudi cemâatı! Ben, buraya ne için geldim, bilir misiniz?" diye sormuştu. Yahudiler,
"Sen, daha iyi bilirsin." demişlerdi. Bunun üzerine İbni Heyyiban geliş maksadını şöyle anlatmıştı:
"Ben, bu memlekete, sadece gelme zamanı çok yaklaşmış bulunan ve buraya hicret edecek olan o peygamberi görmeye geldim! Umarım ki, o çok yakında gelecek ve ben de ona tâbi olacağım. Ey Yahudi cemâatı! Ona tâbi olmakta herkesten önce davranmalısınız."(11)

Ölüm döşeğinde Peygamber Efendimizin geleceğini müjdeleyen İbni Heyyiban, umduğuna erme imkânı bulamadan orada hayata gözlerini yummuştu.(12)

Benî Kurayza Yahudileri, yirmi beş gece süren muhasaradan sonra, başka çare kalmadığını anlayarak teslim olmayı kabul ettiler. Haklarında hüküm vermek üzere de Peygamber Efendimizden bir hakem tayin edilmesini istediler. Peygamberimiz,

"Ashabımdan istediğinizi hakem olarak seçiniz." buyurdu. Kurayzaoğulları,

"Biz, Sa'd bin Muaz'ın vereceği hükme göre teslim oluruz." dediler. Peygamber Efendimiz,

"Pekâla! Sa'd bin Muaz'ın hükmüne göre teslim olunuz." buyurdu.(13)

Hendek Muharebesinde yaralanan Hz. Sa'd bin Muaz o sırada tedavisine bakılması için, Mescid-i Nebevîde kurulan bir çadırda bulunuyordu. Evsli Müslümanlar, onu alıp Hz. Resûlullahın huzuruna getirdiler. Efendimiz şöyle buyurdu:

"Ey Sa'd! Bunlar, senin hükmüne göre teslim olmayı kabul ettiler. Haydi, onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla." Hz. Sa'd,

"Yâ Resûlallah! Ben, iyi biliyorum ki; Allah sana, onlara yapacağın muâmele hakkında bir emir vermiştir. Sen, Allah'ın sana emrettiğini yap!" dedi. Peygamber Efendimiz,

"Evet, öyledir! Fakat, sen de onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla." dedi. Hz. Sa'd,

"Yâ Resûlallah! Onlar hakkında, Allah'ın hükmüne uygun hüküm veremem diye korkuyorum." diye cevap verdi. Peygamberimiz ısrar etti,

"Sen, onlar hakkında hükmünü ver! "(14) buyurdu.

Benî Kurayza Yahudileri, eskiden beri Evslilerin müttefikleri idiler. Bu sebeple, Hz. Sa'd onlardan söz almak istedi:

"Kurayzaoğulları hakkında vereceğim hükmü kabul edeceğinize dair bana Allah'ın ahd ve misakıyla söz veriyor musunuz?" diye sordu. Evsliler,

"Evet, söz veriyoruz." dediler.

Hz. Sa'd, onlara hakem olması hasebiyle, Peygamber Efendimizden de bu hususu sorması gerekiyordu. O sırada Peygamber Efendimiz, bazı sahabîlerle bir tarafta oturuyordu. Hz. Sa'd, Efendimize olan derin hürmetinden dolayı, bizzat ismini zikredip sormaktan hâyâ duydu. Yüzünü başka tarafa çevirerek,

"Şurada bulunan zât da bu yolda vereceğim hükmü kabul buyuracağına dair bana, Allah'ın ahd ve misakıyla sizin gibi söz veriyor mu?" diye sordu.Resûl-i Ekrem Efendimiz,

"Evet." diye cevap verdi.

Bundan sonra Hz. Sa'd'ın emri üzerine Kurayzaoğulları kalelerinden indiler. Silahlarını bırakıp teslim oldular. Hz. Sa'd bin Muaz bütün bunlardan sonra hükmünü şöyle açıkladı:

"Ben, onlar hakkında buluğ çağına eren erkeklerin boyunlarının vurulmasına; malların Müslümanlar arasında taksim edilmesine, çocuklarla kadınların ise esir alınmasına hükmettim."

Peygamber Efendimiz, Hz. Sa'd'ı bu hükmünden dolayı tebrik ve takdir ederek,

"Sen, onlar hakkında, Allah Teâlâ'nın yedi kat gökler üzerinde verdiği hükmüne uygun hüküm verdin." buyurdu.(15)

Hakikaten de, Hz. Sa'd bin Muaz'ın Kurayzaoğulları Yahudileri hakkında verdiği hüküm, Hz. Musâ'nın şeriâtındaki hükme uygundu. Tevrat'ta bu hüküm şöyle açıklanmıştır:

"Bir şehre harb için yaklaştığında, onu sulha dâvet edesin. Ve eğer sana sulh cevabını verip, sana kapılarını açarsa, içinde bulunan kavmim hepsi sana haraç verip, hizmet etsinler. Lâkin, eğer senin ile musalaha etmeyip harp eder ise, onu muhasara edesin. Ve, Allah'ın, onu senin eline teslim ettikte erkeklerin hepsini kılıçtan geçiresin. Amma, kadınlar ile çocukları ve hayvanları ve bütün ganimeti, yani o şehirde bulunanların hepsini yağma edip Allah'ın sana verdiği düşmanlarının ganimetlerini yiyesin."(16)

Benî Kurayza Yahudileri, Tevrat'ın bu hükmüne uygun olarak kendilerine verilen cezaya bilmecburiye rıza gösterdiler.

Peygamber Efendimizin emriyle, büluğ çağına ermiş erkeklerin elleri bağlandı. Bütün eşyaları bir araya toplandı. Eli bağlı erkekler, mallar ve davarlar Medine'ye getirildi. Ganimetler bir eve kondu. Davarlar ise, etrafa yayılmaya bırakıldı. Daha sonra ganimetlerin beşte biri Beytü'l-Mâl'e yani devlet hazinesine tahsis olundu. Kalanı mücahidler arasında pay edildi.

Verilen hüküm gereği erkeklerin boyunları vuruldu. Muhasara sırasında kaleden aşağıya taş bırakarak bir sahabînin şehid olmasına sebep olan Nübâte adındaki bir kadına da kısas uygulandı.

Bu arada birkaç kişi de affa uğradı. Bunlar, daha önce Müslümanlara bazı iyiliklerde bulunmuşlardı. İyilik gören sahabîler, onların affını isteyince, Resûl-i Ekrem de onları affetti.

Böylece, Medine'nin etrafı, muzır unsurlardan temizlenmiş oluyordu. Hz. Resûlullah ve Müslümanlar, bu hâdiseden sonra uzun müddet huzur ve sükûn içinde yaşadılar ve harpsiz bir devir geçirdiler.

Dipnotlar:

1. Sîre, 2:147-148.
2. a.g.e., 3:233; Tabakât, 2:74; Müslim, 3:1389.
3. Sîre, 3:244.
4. a.g.e., 3:244-245; Tabakât, 2:74.
5. Tabakât, 2:74.
6. Sîre, 3:245; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:228; Tabakât, 2:77.
7. Sîre, 3:245.
8. Sîre, 3:246-247.
9. Sîre, 3:228; İsâbe, 1:33.
10. Sîre, 3:227-228.
11. a.g.e., 3:228.
12. a.g.e., 3:228.
13. a.g.e., 3:351; Tabakât, 3:422.
14. Tabakât, 3:424-425.
15. Sîre, 3:251; Tabakât, 3:426; Taberî, 3:56.
16. Tevrat: Tesniye, Bab 20X 10-15.

[Salih Suruç, Kainat' ın Efendisi (ASM)]

42 Hz. Ömer oğluna zina cezası uyguladı mı?

Hz. Ömer (ra)'in oğlunun zina yaptığına dair söylentiler tamamen uydurmadır. Sahih kaynakların bildirdiği konuyla ilgili olayın özeti şudur:

Hz. Ömer (ra)’in Abdurrahman adındaki oğlu Mısır’da iken, başka bir arkadaşıyla -şeytana uyup- bir defa şarap içmiş ve ardından hemen pişman olup, hem kardeşi Abdullah’a hem de Mısır valisi Amr b. As’a gitmiş ve haddi tatbik ederek kendisini temizlemesini istemiştir. Amr b. As (ra), kendisine evinin avlusunda -sopayla- haddi tatbik etmiş. Ancak kardeşi Abdullah, konuyu babasına da duyurmayı uygun görmüştür.

Olayı duyan Hz. Ömer (ra), Vali Amr b. As’a haber göndererek oğlunu kendisine göndermesini istemiştir. Vali, “Allah’a yemin ederek Hz. Ömer’in oğlu Abdurrahman’a bir ayrıcalık yapmadığını, herkes için cezanın tatbik edildiği bir yer olan evinin avlusunda bu cezayı tatbik ettiğini” belirten bir mektubu -Abdullah b. Ömer vasıtasıyla- göndermiş ise de Hz. Ömer (ra) oğlunun yanına gönderilmesinde ısrar etmiş ve nihayet gönderilmiştir.

Hasta ve bitkin bir vaziyette olan oğluna Hz. Ömer (ra) tekrar haddi tatbik etmek istemiş, fakat Hz. Abdurrahman b. Avf: “Had bir defa tatbik edilmiş” diyerek, ikinci kez haddin uygulanmaması için ricada bulunmuştur. Ancak Hz. Ömer -daha önceki had şekline iltimas karışmış olabilir düşüncesiyle- bir daha haddi tatbik etmiştir.

Sahih olan bilgiye göre, Abdurrahman -had esnasında değil- bir ay (bir rivayette birkaç ay) veya daha fazla bir müddet sonra, başka bir hastalıktan dolayı vefat etmiştir. (bk. Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübra, 8/312; Hatip Bağdadî, et-Tarih, 5/455; İbnu’l-Cuzî, Siyretu Ömer, s.170; Kastalanî, İrşadu’s-sarî, 9/439).

43 Bedir savaşında şehit düşen sahabilerin isimleri nelerdir?

Muhacirlerden Şehid Olanlar:

1. Ubeyde b. Haris
2. Umeyr b. Ebi Vakkas
3. Züşşimaleyn b. Abdi Amr
4. Akıl b. Bükeyr
5. Mihca’ (Hz. Ömer'in azadlısı)
6. Safvan b. Beyza

Ensardan Şehit Olanlar

1. Sad b. Hayseme
2. Mübeşşir b. Abdül Münzir
3. Yezid b. Haris
4. Umeyr b. Humam
5. Rafi b. Mualla
6. Harise b. Süraka
7. Avf b. Haris
8. Muavviz b. Haris

(bk. M. Asım KÖKSAL, İslam Tarihi)

44 Zina eden sahabeyi ilk etapta recm etmek istemeyen Peygamberimiz tövbe etmesini istemiştir. Hırsızlık eden kadının ise elinin kesilmesini emretmiştir. İki farklı hadiseyi nasıl yorumlamalıyız?

Mâiz b. Mâlik, Hz. Peygamber (asm)'e gelerek "Beni temizle." dedi. Hz. peygamber (asm) "Yazık sana, çık git, Allah'a tövbe ve istiğfar et." buyurdu. Mâiz, pek uzaklaşmadan geri döndü ve "Ey Allah'ın Resulu! Beni temizle" dedi. Hz. Peygamber (asm) aynı sözlerle üç defa daha geri gönderdi. Dördüncü ikrarında "Seni hangi konuda temizleyeyim?" diye sordu. Mâiz; "Zinadan..." dedi. Hz. Peygamber (asm) "Bunda akıl hastalığı var mıdır?" diye sordu. Böyle bir rahatsızlığı olmadığını söylediler. "Şarap içmiş olabilir mi?" diye sordu. Bir adam kalkıp içki kontrolü yaptı; onda şarap kokusu tesbit edemedi. Hz. Peygamber (asm) tekrar "Sen zina ettin mi?" diye sordu. Mâiz "Evet..." cevabını verdi. Artık emir buyurdular ve Mâiz recmedildi.

Recimden sonra onun hakkında sahabiler iki kısma ayrıldılar. Bir bölümü Mâiz'in helâk olduğunu, başka bir grup ise onun en faziletli tövbeyi yaptığını söylediler. Bu farklı yaklaşım üç gün sürdü. Daha sonra yanlarına gelen Resulullah (s.a.s) "Mâiz b. Mâlik için dua edin." buyurdu. "Allah Mâiz'e mağfiret eylesin." dediler. Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu: "Mâiz öyle bir tövbe etti ki, bu tövbe bir ümmet arasında paylaştırılırsa onlara yeterdi." (Müslim, Hudûd, 22; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 95,109; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 314 vd.).

Peygamberimiz (asm)'in zina eden sahabeye hemen ceza vermemesinin şu hikmetleri vardır.

- Maiz "Beni temizle." demiştir. Zina ettiğini ilk başta belirtmemiştir. Dördüncü ikrarında "Seni hangi konuda temizleyeyim?" diye sordu. Mâiz; "Zinadan." dedi.

- İslam’da recim gibi hükümler caydırıcı ağır bir ceza müeyyidesidir. Şüphe olunca bu had ve kısas cezaları düşer. "Gücünüz yettiği kadar şüphelerle had cezalarını düşürünüz." (Ebû Davûd, Salât, 14; Tirmiz, Hudûd, 2). Bunu beşeri hukuklar "Şüpheden sanık yararlanır." biçiminde ifade etmiştir. Peygamberimiz (asm) zina ettiğini itiraf eden bu sahabenin şüpheye mahal verecek bir durumunun olup olmadığını araştırmış ve sonra hüküm vermiştir.

Hırsızlık yapan kadının elinin kesilmesine gelince; "Mahzum kabilesine mensub bir kadının hali Kureyş (kabilesin)i üzdü. Onlar: 'Kim Rasûlullah'a (gidip de) bu kadın (a şefaat) için konuşacak?' dediler. Bir kısmı da: "Bu işe Rasûlullah'ın sevgili (sahabî)si Üsâme b. Zeyd'den başkası cesaret edemez.' dediler. Üsâme (kadına şefaat için) Resûl-i Ekrem (asm) ile konuştu. Bunun üzerine Rasûlullah buyurdular ki: "Yüce Allah'ın hadlerinden bir hadd(in yapılmaması) hususunda şefaat mı ediyorsun?" Sonra kalkıp bize bir hutbe irad etti. Daha sonra buyurdu:

"Sizden evvelkilerden (şerefli) bir kimse hırsızlık yaptığında (suçluyu) bırakırlardı. (Şeref itibariyle) zayıf olan kimse çaldığında haddi tatbik ederlerdi. Allah'a and olsun ki, Muhammed'in kızı hırsızlık yapmış olsaydı elbette onun elini de keserdim." (Eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII,' 131, 136).

Bu olayda suçu sabit olan kadının cezasının kaldırılması istenmektedir. İslam’ın temel prensibi olan “Adalet önünde herkes eşittir.” hükmü en güzel şekilde uygulanmıştır.

Kişi hangi kabileden olursa olsun, makamı ne olursa olsun şayet suçu sabit olmuşsa ceza tatbik edilir. Adalet bunu gerektirir.

45 Mekkede Müslümanlara uygulanan boykot ve sebebi konusunda bilgi verir misiniz?

MÜSLÜMANLARA KARŞI BOYKOT

Bi'setin 7. senesi (Milâdi: 617).Bu tarihe kadar İslâmın inkişâfına mani olmak gayesiyle müşrikler tarafından girişilen her teşebbüs akîm kalmıştı. Üstelik İslâmiyet, daha da hızlı inkişâf kaydediyordu. Müslümanların sayısı günden güne her türlü şiddet ve mukavemete rağmen artıyor ve İslamın nuru Mekke dışındaki kabileleri de kucaklamaya başlıyordu.

Hazret-i Ömer ve Hazret-i Hamza gibi iki kahraman İslâm safına katılmış bulunuyordu. Hazret-i Ömer, önceki halin tam tersine İslâm davasını bütün güç ve gayretiyle benimsemiş, âdeta İslâmın sağ kolu olmuştu. Bu durum, Müslümanlara cesaret ve moral verirken, müşrikleri ise fazlasıyla sarsmış ve onları derinden derine düşündürmüştü.

Bütün bunlar, Kureyş müşriklerini son derece tedirgin edip endişeye sevkediyor ve yeni kararlar almaya, yeni plânlar tertiplemeye zorluyordu.

Müşrikler, işkence yapmakla, şiddet göstermekle kimseyi dininden çeviremeyecek, İslâmın ilerleyip yayılmasına engel olamayacaklarını anlamışlardı. Nasıl ki, akıl almaz işkence ve zulümlere rağmen tek bir Müslüman dahi dininden dönmemişti.

Şu halde, bütün bunların dışında başka bir siyaset takip etmeleri gerekiyor ve bu yolda karar almaları lazım geliyordu. Öyle yaptılar. Vakit geçirmeden bir araya geldiler. Uzun uzadıya düşünüp taşındıktan ve aralarında müşavere ettikten sonra, gerek Müslüman ve gerekse gayri müslim olsun, Haşimoğullarından tamamıyla münasebetlerini kesmeye karar verdiler.

İttifakla aldıkları bu kararın maddelerini de bir sahife üzerinde şöyle tesbit ettiler:

1) Haşim ve Muttaliboğulları ailelerinden kız alınmayacak.

2) Haşim ve Muttaliboğulları ailelerine kız verilmeyecek.

3) Haşim ve Muttaliboğullarına hiç bir şey satılmayacak.

4) Haşim ve Muttaliboğullarından hiç bir şey satın alınmayacak.1

Bu andlaşmaya akıllarınca kudsi bir mahiyet vermek için de yazılı sahifeyi Kâbe duvarına astılar. Ayrıca, bu anlaşmaya aykırı davranmayacaklarına dair and içtiler.2

Bu boykot, Hâşim ve Muttaliboğullarının vücudunu ortadan kaldırmaya ve köklerini kazımaya müteveccihti. Bu durum karşısında Haşim ve Muttaliboğulları aileleri artık dağınık bir şekilde ayrı ayrı semtlerde oturamazlardı. Ebu Leheb hariç, Mekke'nin kuzey tarafında bulunan Şi'b-i Ebu Talib (Ebu Talib Mahallesi) denilen yere topluca taşındılar.3

Artık bu mahalle sakinleriyle bütün münasebetler kesilmişti. Kazara oraya gidenler olsa ağır bir şekilde azarlanıyorlardı. Müşrikler, boykota uğrayanların toplandıkları mahalleye yiyecek içecek nâmına bir şey sokmuyorlardı. Sadece, hac mevsiminde dışarı çıkıp alışverişte bulunmalarına sözde müsâade ediyorlardı. Sözde diyoruz, çünkü, o zaman da, çarşı pazarda, köşe başlarında durarak onlara bir şey aldırmamak için ellerinden gelen her türlü engellemeyi yapıyorlardı. Hatta, zaman zaman satıcıları, onlara mal satmamak için tehdit bile ediyorlardı. Bazen de, bin bir türlü dalavere ve hileye başvurarak satıcıların ellerinden mallarını alıp, boykota uğrayanlara bir şey bırakmamaya çalışıyorlardı.
Ebû Leheb, Haşimoğullarından olmasına rağmen, öz kardeşlerinin, hısım ve akrabalarının açlıktan ölmesini istiyor ve bu hususta elinden gelen her türlü gayreti gösteriyordu.

Mekke'ye yiyecek maddeleri getiren kervanları şehrin dışında karşılıyor ve "Ey tacirler! Haşimoğullarına bir şey satmayın! Fiyatları yüksek söyleyin ki almaya güçleri yetmesin. Benim, servet sahibi olduğumu bilirsiniz. Söz verdiğim zaman da mutlaka sözümü yerine getiririm. Yiyecek, giyecek mallarınızın kıymetini bir kat arttırın. Üst tarafını ben öderim!" diyor ve Müslümanların, açlıktan feryad eden çocuklarının yanına boş dönmelerine sebep oluyordu.

Çocukların açlıktan gelen acıklı ve yürek parçalayıcı feryadlarına müşrikler kulaklarıyla birlikte gönüllerini de tıkamışlardı. Taşları parçalayacak raddeye varan bu feryadlardan âdeta emsalsiz bir zevk alıyorlardı. İmansızlığın, inkâr ve küfrün insanı hemcinsine karşı dahi olsa ne kadar merhametsiz ve gaddar bir duruma getirdiğinin bu hâdise ibretli bir misalidir.

Boykota uğrayanlar dışardan fazla bir şey alamadıklarından haliyle şiddetli bir açlık ve kıtlıkla karşı karşıya kaldılar. Öyle ki bazıları, yiyecek bir şey bulamadıklarından ağaç yaprakları, hatta orada burada ele geçirdikleri kuru deri parçalarını ateşe tutup yemeye başladılar.

Bununla birlikte, Müslümanların bu haline acımayanlar da yok değildi. Bir gün Hz. Hâtice'nin kardeşi oğlu Hakim bin Hizam, bir deve yükü un göndererek onu Şi'b'deki sıkıntıdan kurtarmaya çalışmıştı. Yine bir gün, kölesinin sırtına buğday yükletip halası Hz. Hâtice'ye götürüyordu. Yolda Ebû Cehil'e tesadüf etti.

Ebû Cehil, ona, "Sen, Haşimoğullarına yiyecek götürüyorsun öyle mi? Vallahi, gidemezsin. Gitmeye kalkarsan, bu hareketini Mekke'de açıklayıp seni rezil ederim." dedi.
O sırada Ebü'l Bahteri yanlarına çıkageldi ve Ebu Cehil'i muâheze ederek,

"Sana ne oluyor? Halasına bir miktar buğday götürmek isteyen bir insana mani olmak doğru değildir." diye konuştu.

Ancak, Ebû Cehil inad ve ısrarından vazgeçmiyordu. Bunun üzerine Ebü'l Bahteri ile birbirlerine girdiler. Ebü'l Bahteri, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiği ile vurup onun başını yardı ve üzerine çullanıp yumruklamaya başladı.

Yine bu meyanda akrabalık gayretiyle Haşimoğulları ve Müslümanlara yardımını esirgemeyenlerden biri de Hişam bin Amr bin Hâris idi. Bir kaç kere müşriklerden habersiz Şi'b'de bulunanlara develerle yiyecek götürmüştü.

Boykota uğrayanların ihtiyaçlarını gidermek için başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere Ebu Talib ve Hz. Hatice varlıklarını harcadılar. Fakat yine de, onları açlık ve kıtlıktan kurtaramadılar. Şi'b'de korkunç bir açlık hüküm sürmeye başlamıştı.

Bütün bunlar niçin yapılıyordu?

Tek bir şey için: Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'i (a.s.m.) teslim almak.

Müşrikler, bu tarz bir tatbikat ile maksatlarına erişeceklerini zannediyorlardı. Ne var ki, hâdise tamamen arzularının aksine tecelli etti. Öyle ki Müslümanlar ve Haşimoğulları bu abluka devresinde Efendimizi (asm) korumaya ve muhtemel tehlikelere karşı muhafazaya son derece dikkat gösteriyorlardı. Hatta, Ebû Talib, herhangi bir suikasda ma'ruz kalabilir ihtimaline binaen geceleri Peygamberimizi yanına alıyor veya adamlarıyla bekletiyordu.

Bi'setin yedince senesi Muharrem ayı başında başlatılan bu boykot tam üç sene sürdü. Bu zaman zarfında müşriklerin Müslümanlara çektirdikleri sıkıntı, açlık ve kıtlık da İslamın gelişmesine engel olamadı. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), bütün bu sıkıntılı ve ağır şartlar altında, yine tebliğ vazifesini hakkıyla ifâ ediyor, akrabalarına, Hâşimoğullarına iman ve İslâmı anlatmaktan bir an dahi geri durmuyordu.

Boykot Kaldırılıyor

Boykot uygulamasının üçüncü senesiydi...

Cenâb-ı Hak, müşriklerin Kâbe içine astıkları mâlum sahifeye bir kurt musallat ettî ve durumu vahiy ile Resûlüne bildirdi. Sahifede, güvenin yemediği sadece "Bismike Allahümme (Allah'ım senin isminle başlarım)" yazısı kalmıştı.

Resûl-i Ekrem, durumu amcası Ebû Talib'e anlattı. Bunun üzerine Ebû Talib gidip müşriklere şu teklifte bulundu:

"Kardeşim oğlunun bana haber vermesine göre, Allah sizin Kâbe'de astığınız sahifeye bir kurt musallat etmiş ve (Allah) lafzı dışında bulunan, zulüm, akrabalarla münasebeti kesme ve iftirâ gibi ifadeleri yiyip bitirmiştir."

"Kâbe'ye gidip sahifeye bakınız. Eğer yeğenim doğru söylemişse, bu zulüm ve kötü davranışınızdan vazgeçiniz. Eğer -hâşâ- yalan söylemişse, ben onu size teslim edeceğim. Onu öldürmek veya diri bırakmak hususunda serbestsiniz."4

Kâbe'ye giden müşrikler Ebû Talib'in anlattıklarının aynısını gözleriyle gördüler. Hayret içinde kalmalarına rağmen, yine de Peygamber Efendimizin (asm) bir mu'cizesi olarak kabul etmediler ve "bu da bir sihirdir" diyerek nûra gözlerini kapadılar.

Bununla birlikte bu hâdise boykot havasının şiddetini bir derece kırdı. Boykot kararının aleyhinde hatırı sayılır bir kaç kişi de ortaya çıkınca, bi'setin 10. yılı, Milâdî 619 senesinde, Kureyş'in hudut tanımaz inad ve küfürlerinin eseri olan bu uygulama ortadan kaldırıldı. Anlaşmanın feshedildiği halka duyuruldu ve boykot kararlarının yazılı bulunduğu sahife yırtılıp atıldı.

Böylece müşrikler, "vazgeçilmez bir karar" olarak vasıflandırdıkları zulüm ve dalâlet kokan bir karardan da dönmüş oluyorlardı. Bu, şirkin iman önünde mağlubiyetinin açıkça bir kere daha ilânı idi.

Bu üç senelik muhasara öylesine şiddetli ve sıkıntılı geçmişti ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) bu hâdiseyi seneler sonra bile unutmamıştı. Mekke'nin fethine geldikleri sırada, Minâ'dan Mekke'ye ineceği zaman,

"Ertesi günü inşallah varacağımız yer, Kinâneoğullarının yurdu, yâni Muhassab olacaktır ki, burada Kureyş ve Kinâneoğulları, küfür ve inkâr üzerine söz ve fikir birliği yapmışlardı."5

diyerek, o acı günleri ashabına hatırlatmıştı.

Dipnotlar:

1. İbni Hişâm, Sîre, 1/375; İbni Sa'd, Tabakât, 1/208-209; Belâzurî, Ensab, 1/229-230; Taberî, 2/225
2. İbni Hişâm, Sîre: 1/375; İbni Sa'd, Tabakât: 1/209; Belâzurî, Ensab: 1/230
3. İbni Hişâm, Sîre: 1/375; İbni Sa'd, Tabakât: 1/209; Taberî, Tarih: 2/225
4. İbni Hişâm, Sîre, 1/16-17; İbni Sa'd, Tabakât, 1/209-210
5. Buharî: 3/62

46 Hz.Hüseyin ile akrabalarının kerbelada şehit olmalarının ve hilafetin Al-i Beyt'te devam etmemesinin hikmeti nedir? Mümin ile Müslüman arasındaki fark nedir?

Bu yazımızda Hilafetin Hz. Hüseyin (ra)'de devam etmemesi ve onun öldürülmesinin sebeplerine değineceğiz.

İslam tarihinde dine hizmet ve dini hayata hakim kılma amaçlı olarak ortaya çıkan çeşitli anlayış, mezhep ve hizmet ekollerini, yüzeysel ve genel olarak sınıflandırmaya çalışırsak başlıca iki tür hizmet metodunu benimsediklerini görürüz. Bunlardan birincisi; hedefine insanı koyan, ferdi esas alan ve dini hayatına hakim kılma hususunda maddi iktidarı ele geçirmeği gerekli görmeyen anlayış; ikincisi ise: iktidara endekslenmiş, din adına siyaseti ön plana çıkaran, başka bir anlatımla üst yapı olarak görülen "devleti" ele geçirerek alt yapıyı şekillendirmeyi amaçlayan anlayış şekli.

Kur'an-ı Kerim'in ilk nazil olan "Mekki ayetler"inin iman ve ahlaka dair olması, Peygamber Efendimizin (asm) "büyük-küçük" cihad tarifi ve müşriklerin vahyin ilk tebliğ yıllarında kendisine teklif ettikleri 'idarecileri olma' tercihini ellerinin tersi ile teperek, tebliğ ve irşad vazifesinde bile idarecilik konumundan ve avantajlarından istifadeyi düşünmemesi gösteriyor ki, nebevi yol ve Ehl-i Beyt çizgisi ve haliyle Hz. Hasan (ra)'ın mesleğidir.

Siyasi önderlik anlamındaki halifeliğin Ehl-i Beyt'te kalmayacağı hususunun Hz. Hasan'a malum olduğunu Hz. Hasan'ın vefat edeceği esnada kardeşi Hz. Hüseyin'e yaptığı tavsiyesinden anlıyoruz. Bu tavsiyesinde, Allah'ın nübüvvetle hilafeti, kendilerinde (Ehl-i Beyt'te) bir araya getirmeyeceğine dair düşüncesini ona söyleyerek, Emevilerle kendi barışının izahını yapmak istemiş, hem de kendisinden sonra kardeşinin herhangi bir harekete girişmesine engel olmak istemiştir.(1)

En fazla layık olanlar onlar (Ehl-i Beyt) olduğu halde neden maddi kuvvet ve yetki anlamındaki hilafet ve saltanatın onlarda kalmadığı sorusuna Bediüzzaman tarafından verilen cevap, konumuza ışık tutması açısından son derece anlamlıdır.

"Dünya saltanatı aldatıcıdır. Al-i Beyt ise, İslam hakikatlerini ve Kur'an'ın hükümlerini muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya nebi gibi masum olmalı veyahut Hülefa-i Raşidin ve Ömer İbn-i Abdulaziz'i Emevi ve Mehdi-i Abbasi gibi çok mükemmel bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın..."

Daha sonra Fatımi Hilafeti, Muvahhidin Hükümeti ve Safevi Devleti'ni örnek göstererek dünyevi saltanatın Al-i Beyt'e yaramadığını ve asıl vazifeleri olan, dini muhafaza ve İslamiyet'e hizmeti onlara unutturduğunu, saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve mükemmel bir şekilde İslamiyet'e ve Kur'an'a hizmet ettiklerini şöylece misallendirir:

"Hz. Hasan'ın neslinden gelen aktablar; hususan aktab-ı Erbaa(2) ve bilhassa Gavs-ı Azam olan Şeyh Abdulkadir-i Geylani ve Hz. Hüseyin'in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelabidin ve Cafer-i Sadık ki her biri birer manevi mehdi hükmüne geçmiş, manevi zulmü ve zulümatı dağıtıp envar-ı Kur'aniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler. Ceddi emcedlerinin birer varisi olduklarını göstermişler."(3)

Bediüzzaman, yine bu konu sadedinde Hz. Ali ile ilgili, fevkalade iktidarı, mükemmel zekası ve yüksek liyakatı ile beraber kendisinden önceki halifelere nispeten, siyasi açıdan görülen muvaffakiyetsizliğine yönelik olarak, sorulan bir soruyu, hikmet bakış açısıyla şöyle cevaplandırır:

"O mübarek zat siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere layık idi, şayet siyasette tam muvaffak olsaydı şah-ı velayet unvanını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki, zahiri ve siyasi hilafetin çok üstünde manevi bir saltanat kazanmış ve bu saltanatı kıyamete kadar baki kalacak."(4)

Hz. Muaviye döneminden itibaren ehl-i hakikatin kahir ekseriyetinin iktidara karşı mesafeli durduğu, iktidara ve saraya yakın durmanın ümmet nazarında değer düşürücü bir etkiye neden olduğu gerçeği "kurb-u sultan ateş-i suzandır" sözüyle adeta vecizeleşmiştir. Bediüzzaman, birçok alim ve ediplerin zekavetlerinin verdiği bir hırs ile idarecilerin kapısında görünmelerini iktisat ve izzetle bağdaştırmayarak, onları zarif bir şekilde tenkit etmektedir.(5)

Ehl-i hakikat ile devleti ön plana çıkaran iktidar mensupları arasındaki mesafeli duruşun net bir örneğini dört mezhep imamının tavırlarında da görmek mümkündür. Söz konusu imamların tümü mevcut iktidarların gadrine maruz kalmışlardır. İmam-ı Azam, Emevi sultanlarına karşı olduğu gibi; Abbasiler döneminde de teklif edilen baş kadılık görevini reddettiğinden hapse atılmış ve işkence görmüştür. İmam Malik, hakim zihniyetin beklentisine uymayan bir içtihadı nedeniyle Abbasi sultanı Mansur'un işkencesine maruz kalmıştır. İmam Şafii de iktidar ile iyi geçinememiş kısa süreli bir hapis hayatından sonra siyasi iktidarın bir nevi taşrası sayılan Mısır'da asıl çalışmalarını yapmıştır. Ahmed b. Hanbel'in, Me'mun'un sarayında ciddi işkencelere maruz kaldığı ve bu işkencelerin tesiriyle vefat ettiği bilinen bir husustur.(6)

İslam tarihinde, hem ulema hem de tasavvuf erbabının kahir ekseriyetinin, gerek ilmin izzetini koruma ve gerekse siyasilerin güdümüne girmemek için devlet erkanıyla aralarında bir mesafe bıraktıklarına dair bir çok misaller bulmak mümkündür. Bunlardan bazıları:

Mutasavvıflardan İbrahim b. Edhem bizzat sahip olduğu saltanatı terk ederek yüzyıllar sonrasında bile milyonlarca insanın gönlünde taht kurmuştur.

İmam-ı Gazzali'yi "Hüccetü'l-İslam" yapan husus meşhur Nizamiye Medresesi'nin başına geçmesi değil; bu görevi bırakarak yaşadığı uzlet sonrasında memleketine gidip zamanın idarecilerinden uzak durmasıdır. Başta "İhya-i Ulumi'd-Din" olmak üzere "Kimyâ-yı Saadet, Eyyuhe'l Veled" vb. onlarca eseri bu inziva döneminde yazmıştır. İnzivadan sonraki hayatında, tedris faaliyeti esnasında söylediği rivayet edilen, "Eskiden mevki kazandıran ilmi öğretiyordum, şimdi ise mevki terk ettiren ilme çağırıyorum." sözü meşhur olmuştur.(7)

Keza, Anadolu Selçukluları'nın başkenti olan Konya'da yaşamış olan Mevlana'ya ait hatıralar içinde onun sultanla sıkı bir ilişkisinin varlığına işaret eden kayıtlara rastlanmayışı da bu mevzuya örnek gösterilebilir.(8)

Kaynaklar:

1. Bahaüddin Varol, Ehl-i Beyt Gerçeği, Şamil Yayıncılık, İstanbul t.y., s. 258
2. Seyyid Abdulkadir-i Geylani, Seyyid Ahmed-i Bedevi, Seyyid Ahmed-i Rufâi, Seyyid İbrahim Desuki (Osmanlıca-Türkçe Büyük Lûgat, TürdavYay.)
3. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 100-101.
4. Bahaüddin Varol, Ehl-i Beyt Gerçeği, Şamil Yayıncılık, İstanbul t.y., s. 57
5. Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, 19. Lem'a, 7. Nükte.
6. Metin Karabaşoğlu, Devletçilik: Bir Zihniyetin Anatomisi, Köprü Dergisi, S. 58, s. 14.
7. İbrahim Kâfi Dönmez, "Gazzali", TDV İslam Ansiklopedisi, C. 13, İstanbul 1996, s. 493.
8. Karabaşoğlu, a.g.m., s. 14.

(Hikmet HOCAOĞLU, Köprü Dergisi 91. sayı, 2005)

İlave bilgi  ve sorunuzun ikinci kısmının cevabı için tıklayınız:

- Kerbela olayı ile ilgili bilgi verir misiniz?

- Mümin ile Müslüman/İslam ile iman, arasındaki fark nedir? Aralarındaki farkı bildiren ayet var mıdır?

47 Bedir savaşının nedenleri nelerdir?

Hicretin ikinci senesinde Kureyş müşrikleri bir ticâret kervânı hazırlamışlardı. Şam pazarına gönderilen kervâna Mekke'den kadın erkek hemen hemen herkes hisselerine göre ortak idiler. Bin deveden meydana gelen ve sermayesi 50.000 dinar kadar olan bu büyük ticâret kervanının satılan malları karşılığında harbe hazırlık için silâh alınacaktı. Kervânın yola çıkarılmasındaki asıl maksat buydu. Kureyşliler ayrıca kervânla birlikte Ebû Süfyan başkanlığında otuz-kırk kişi kadar muhafız da göndermişlerdi. (Sîre, 2/257; Tabakât, 2/11)

Resûlullah (s.a.v.), Ebû Süfyan bin Harb'in başkanlığında Şam'­dan gelmekte olan, Kureyş'in bir ticaret kervanının haberini almıştı. Resûlullah (s.a.v.) Müslümanları, Mekke'de bıraktıkları mallarına karşılık bu kervanın mallarını ele geçirmeye davet etti.

İlave bilgi için tıklayınız:

BEDİR MUHAREBESİ

48 Firavun'un hanımı Hz. Asiye hakkında bilgi verir misiniz?

Kur'an-ı Kerim´de onun Hz. Musa (as)'ı bulup sarayına almasından bahsedilir. Hz. Musa'nın doğduğu yıl Firavun İsrailoğullarından doğan bütün erkek çocukları öldürüyordu.

Hz. Musa (as) doğduğunda Allah (cc) annesine onu bir tabut veya sandık içine koyup nehre bırakmasını, korkmamasını ve Allah'a güvenmesini emretti. (bk. Kasas, 28/7)

Allah'ın izniyle nehir Hz. Musa'nın içinde bulunduğu sandığı getirip Firavun´un sarayı dibinde durdurdu. O sırada nehir kenarındaki cariyeler sandığı alıp Hz. Âsiye'ye getirdiler. Hz. Âsiye valide, sandığın içinde bebeği görünce kalbi ona karşı sevgiyle doldu. Yüce Allah (cc) onun himayesini uygun görmüştü. Firavun ne kadar çocuğu öldürmek istediyse de Hz. Âsiye Hatun engel oldu, ne yapıp edip onu ikna etti ve bebeği kendisi aldı.

Bu arada sandık kıyıdan takip eden Hz. Musa'nın ablası koşup annesine durumu haber verdi. Şimdi bebeğe süt anne arıyorlar ve bebek hiç kimsenin sütünü emmiyordu. Abla gelip Hz. Âsiye valideye “Sizin için hayırlı bir aile tanıyorum. İsterseniz çocuğu onlara verin.” diyerek kendi annesine götürdü. Hz. Musa annesini emdi ve çocuğun bakımı Allah'ın izni ile kendi annesine verildi. Hz. Âsiye Valide de bütün aileyi himayesi altına aldı. Buradan anlaşılıyor ki; Hz. Âsiye valide Hz. Musa büyüyene kadar ve tebliğine başladıktan sonra da Hz. Musa'ya hep destek oldu. (M. Asım Köksal, Peyg. Tarihi, 2/50)

Kur'an-ı Kerim'de Âsiye validenin durumu şöyle anlatılıyor:

“Allah (cc) iman edenlere de Firavunun zevcesini bir misal olarak getirdi. O vakit o 'Ya Rabbi, bana katında cennette bir ev yap! Beni Firavu'ndan ve onun kötü amellerinden kurtar! Beni o zalimler gûruhundan selamete çıkar!' demişti." (Tahrim, 66/11)

HZ. Âsiye valide o zalim ve hain Firavun'un karısı olduğu halde, Allah'a iman etmiş bir kadındır. Allah'a imanı ve Hz. Musa'yı himayesi sebebiyle Allah (cc) ona yüksek dereceler vermiş, şehadet nasip etmiş, aynı zamanda Peygamber Efendimizin (asm) övgüsüne mahzar etmiştir.

“Cennet kadınlarının en üstünleri Hatice Bintil Huveylid, Fatıma Binti Muhammed, Meryem Binti İmran, Firavun'nun Zevcesi Âsiye Binti Muzahimdir.” (Ahmed B. Hanbel, Müsned, 1/36 ; Hakim, Müstedrek, 2/594)

Samimi ve imanında sebatlı bir kadın idi. İbadet vakti geldiği zaman bir bahane bulur, odasına çekilir ve orada Allah'a ibadetini gizlice yapardı. Mevki sahibi bir kadın olduğu halde ibadetini gizli yapması, Firavun'dan çekindiği içindi.

Hz. Asiye'nin iman ve ibadetini gizlemesi uzun süre devam etti. Bardağı taşıran son damla Firavun'un, Hazakiyel'in hanımını idam ettirmesi oldu. Asiye sarayın pen­ceresinden olup bitenleri ve idam olayını gözlüyordu. Ona nasıl işkence edildiğini ve nasıl öldürüldüğünü dehşetle takip etmişti.

Hazakiyel'in hanımı öldürüldüğü sırada Hz. Asiye, meleklerin gelip onun ruhunu nasıl aldıklarını, o sırada ona ne gibi ikramlarda bulunarak göklere çıkardıklarını görmüş ve Allah'a imanı güçlenmiş, bağlılığı artmıştı. O, melekleri temaşa ederken girdiği manevi alemde bulunduğu sırada kocası Firavun ansızın odaya girdi ve Hazakiyel'in hanımının haberini ve ona yaptığı işkenceleri anlatmaya başladı. Sözünü bitirdikten sonra Asiye:

"Yazıklar olsun! Yuh olsan sana ey Firavun! Allah'a karşı gelmeye nasıl cesaret ediyorsun, inanmışlara işkenceyi nasıl reva görüyor­sun?" diye çıkıştı. Hiç ummadığı ve beklemediği bu söz karşısında Firavun:

"Az önce işkence ile öldürdüğümüz kadına gelen cinnet galiba sana da gelmiş." dedi. Hz. Asiye:

 "Hayır! dedi. Ne ona cinnet geldi ve ne de bana. Şunu bil ki ben, senin de benim de alemlerin de Rabbi olan Allah'a iman ettim."  Firavun, Hz. Asiye'nin annesini yani kayın validesini çağırarak,

"Kızlarımın berberi gibi kızın Asiye de delirmiş." dedi. Sonra da Asiye'ye:

"Ya Musa'nın ilahına küfreder, onu tanımazsın ya da işkenceler altında can verirsin." dedi.

Firavun odadan çıkıp gidince annesi yaklaştı ve kızını Firavun'un dediğini yap­ması için iknaya çalıştı. Hz. Asiye diretti ve:

"Ey anne! Eğer istediğin şey, benim Al­lah'a karşı gelmem ve ona küfretmem ise bu asla olmaz.", dedi. Hanımının kesin kararını duyan ve deliye dönen Firavun'un emri ile Hz. Asiye işkencelerle öldürüldü ki bu Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinde şöyle ifade edilmiştir:

"Allah, inananlara Firavun'un karısını misal gösterir: O vakit o demişti ki: "Ya Rab! Katında benim için cennette bir ev yap!.." (Tahrim, 66/11)

Hz. Asiye bu niyazı ile ruhunun Allah yolunda iman ile şehid olup, bu sayede Al­lah katında rahmete nail olmasını ve Rabbin Arş'ına en yakın bulunan Sidre-i Münteha'nın yanında, Cennetu'l-Me'va'da kendisine ebedi bir istirahatgah inşasını istemişti: "... (Bu suretle) beni Firavun'dan ve onun işlediklerinden kurtar." demişti.

Hz. Asiye, Firavun'dan ve onun kötü amelinden kurtarılmasını istedi. Firavun'un kötü ameli şirk, zulüm ve tasallutudur. "Zalim kavm"den maksat da zulüm ve haksızlık­ta Firavun'a yardımcı olan ve "Al-i Firavun" adıyla anılan Kıptîlerdir.

Rivayete göre Hz. Asiye bu duayı yapınca, cennetteki makamı derhal keşf ile ken­disine gösterilmiş ve hiçbir azap duymaksızın ruhu uçmuş, işkence olsun diye üzerine konan kaya, ruhsuz kalan cesedinin üzerine düşmüştür. Bir rivayete göre Firavun'un emri ile dört ayrı yere kazıklar çakılmış, Asiye, el ye ayaklarından bu kazıklara bağlanarak işkence ile öldürülmüştür. Kur'an'daki "Kazıklar sahibi Firavun" ayetinin buna işaret olduğu söylenmiştir. (bk. Fecr, 89/10)

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre de dininden dönmesi için Hz. Asiye'ye işken­ce edildiği sırada Hz. Musa (as) oradan geçiyordu. Hz. Asiye, parmağı ile işaret ederek du­rumundan şikayette bulundu. Hz. Musa azabının hafifletilmesi için Allah'a dua et­ti. Bundan sonra Allah'a kavuştuğu ana kadar ızdırap duymadı. Hz. Asiye Allah'tan en son şu dilekte bulundu: "Ya Rab! Katında benim için bir ev yap!" (Tahrim, 66/11) Al­lah duasını kabul ederek kendisine: "Başını yukarı kaldır!" diye vahyetti. Başını kaldırınca cennette kendisi için inciden yapılmış evi (sarayı) gördü ve hemen gü­lümsedi. Firavun onun güldüğünü görünce: "Azap içinde gülen deliye bakınız!" diye bağırdı.(et-Taberi, Tefsir, XXIII, 130-31; XVIII, 171; XXX, 179; İbnu'l-Cevzi, Tefsir, VIII, 314 v.cl.; İbn Kesir, Tefsir, VII, 63 v.d.; îbn Kesir, el-Bidaye, II, 59 v.d.)

Bazı haberlere göre Hz. Asiye cennette Hz. Peygamber (asm)'in eşleri arasına gire­cektir.

“Allah, İmran kızı Meryem’i, Firavun’un hanımı Âsiye’yi ve Musa’nın kızkardeşi Gülsüm’ü cennette bana zevce olarak vermeyi hükmeyledi.” (Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebir, 8/258)

Bu rivayet zayıftır. (bk. Mecmau’z-Zevâid, IX/218)

(Abdullah Aydemir, Peygamberler Tarihi)

49 Hz. Rabia'nın başörtüsü kullanmadığı ve başı açık gezdiği iddia ediliyor, doğru mudur?

Allah’ın emir ve yasaklarına en çok riayet eden ve en küçük bir adabı bile terk etmeyen bu veli insanların, Allah’ın farz kıldığı örtüyü terk etmesi imkansızdır. Bu nedenle kendine nikah düşen erkeklerin yanında başı açık gezmesi diye bir durum söz konusu olamaz.

Nitekim, çağdaşı Cahız, Rabia el-Adeviyye'nin dönemin en dindar, en takva sahibi, Allah'ın emir ve yasaklarına en ileri derecede uymakla meşhur olan üç kadından biri olduğunu bildirir. (bk. el-Beyan, 1/364, 3/127, 170, 193)

Rabia-i Adeviyye (ks) velî hanımlardan biridir.
Basra’da büyüyüp, Kudüs’te 135 tarihinde (Miladi 752) vefat etmiştir. Rabia-i Adeviyye, Basra’da dindar bir babanın fakir çocuğu olarak doğmuş, baliğ olmadan vefat eden anne-babasından sonra da, fakirlik ve öksüzlük mihneti altında yalnız bir hayata mecbur kalmıştır.

Allah âdildir; bir yandan alırsa, diğer yandan verir. Bu yokluk ve mahrumiyet, kendini Allah’a veren Rabia’da mânevi duyguların inkişafına sebep olmuş; iç âlemine dönen Rabia, kısa zamanda günün, büyük velîlerinden Süfyân-ı Sevrî, Hasan-ı Basrî gibi zâtların da gıbta ve takdirlerine lâyık hâle gelmiştir.

Kulübeciğinin içinde serili bir hasır, köşesinde ise içi hurma yaprağı ile dolu bir minderciğinden ibaret ev döşemesi, onu hiçbir zaman üzmemiş, bilâkis huzur verip vecd almasına sebep olmuştur.

Nitekim kendisini ziyarete gelen Süfyân-i Sevrî,

“Yâ Rabia, arzu ederseniz yakınlarınız size yardım ederler. Bulunduğunuz bu mütevazı döşemeyi değiştirir, hâlinize bir çekidüzen verebilirsiniz.”

yollu bir teklifte bulunmak istemiş, ancak Rabia’nın cevabı kesin olmuştur:

“Ben hâlimden müşteki değilim ki, onlara müracâat ihtiyacını duyayım. Hattâ içinde bulunduğum hâlden, Bütün Dünya Elinde Olan’a dahi müracaat etmedim. Nerede kaldı ki, o dünyanın zerresine sahip olan âciz insanlara rica edeyim!”

Tarihlerin kaydettiklerine göre, Rabia’da bir tek ölçü vardı. O da şu fanî ömrün, İslâm’a en uygun şekilde yaşanıp yaşanmaması idi. Şayet, dinî emirlere tıpatıp uyan bir hayat yaşanıyorsa, onun nazarında işte bu hayat gayesini bulmuş, hedefine ermişti. İsterse o hayat, hasır üstünde geçsin, isterse hasır dahi bulamasın da toprak üstünde devam etsin...

Bundandır ki, Basralı zenginlerden olan Süleyman Haşimî kendisine bir mektup yazıp, kazancını ve ileride daha da çoğalacak servetini izah ettikten sonra: “Bütün bunlar senin emrine âmâdedir. Yeter ki, beni kabul eyle, nikâhım altına girmeye razı ol.” deyince, Rabia’nın cevabı sert olmuştur:

“Kazancınla mağrur olup, ona güvenme. Bunlar köpük gibidirler. Ne ölüme mani olurlar, ne de başına gelecek bir takdire. Sen yarın varacağın İlâhî huzurda sana lâzım olana bak, onunla teselli ol. Bir de sakın ben ölürken vasiyet ederim de bu servetimle arkamdan hayır işlerler, diye bir vesveseye de aldanma. Sen kendin kendine vâsi ol, servetini kendi elinde İslâmî hizmete harca, ölmeden vasiyetini kendin yerine getir. Şunu da unutma ki, emrime âmâde edeceğini yazdığın şey, gönlüme ağırlık, kalbime karanlık verir. Benim için cazip bir şey olmaktan çoktan uzaklaşmıştır onlar...”

Rabia, vefatından önceki günlerde babasına sık sık şöyle hatırlatma yapardı:

“Babacığım, bizi haramla beslemekten kork. Ben dünyada aç kalmaya sabredebilirim. Ama cehennem ateşinde yanmaya dayanamam!”

Hanımlar, ziyaretine gelirler, nasihat isterlerdi. Söylediklerinden biri de şöyledir:

“İyiliklerinizi de gizleyin. Tıpkı kötülüklerinizi gizlediğiniz gibi. İyiliklerini ilân etmek, rüzgârın karşısında un savurmak gibidir. Alıp götürür. Eliniz boşta kalır.”

Rabia, bütün varlığını imana, İslâm’a bağlamış, dinî hayatın İslâmî hizmetin dışında hiçbir şeyi düşünemez, kalbine getiremez olmuştu. Bu yüzden evlenmeyi bile düşünmemişti.

Bir gün kendisine, niçin evlenmediğini sordular. Cevabı şöyle oldu:

“Üç şey vardır ki benim bütün dünyamı dolduruyor. Evlenmeyi düşünmeye vakit bırakmıyor.” Sordular:

“Nedir o üç şey?” Cevap verdi:

“Son nefesimi verirken imanla gidecek miyim? Mahşerde kitabım sağımdan mı, solumdan mı verilecek? Halk, cennetle cehennem yolunda ikiye bölününce, ben hangisinde yer alacağım.”

Bir gün namazda iken evine hırsız giren Rabia, namazını bitirinceye kadar hırsızın bir şey bulamayıp eli boş döndüğünü anlayınca seslendi:

“Ey muhtaç adam, bari ibrikteki sudan abdest alıp iki rek’at namaz kıl da emeğin büsbütün boşuna gitmesin...”

Hırsız şaşırmış, korkuyla karışık bir ruh hâline kapılmıştı. Hemen abdest alıp orada namaza durdu. Rabia bundan sonra ellerini kaldırıp dua etti:

“Yâ Rab, bu muhtaç, benim evimde alacak bir şey bulamadı, onu Senin kapına gönderdim. Sen elbette benim gibi değilsin. Onu boş çevirmezsin.”

Namazı bitiren hırsızın, tövbe, istiğfar etmeye başladığını duyunca, bu defa da şöyle yalvardı:

“Yâ Rab, bu adam kapında birkaç dakika bekledi, hemen kabul ettin; ama bu âciz, bütün ömür boyu kapındayım, hâlâ böyle kabul edilemedim!” Kalbine doğan ses şöyleydi: “Üzülme, onu senin hürmetine kabul ettik!”

(bk. Cahız, el-Byan; Attar, Tezkiretü'levliya; Ömer Rıza Doğrul, Hazreti Rabiatü'l-Adeviyye)

50 Kasva'yı kim öldürmüştür?

Hz. Ebu Bekir (ra) Kasva isimli deveyi dört yüz dirheme satın almış ve aynı bedelle Peygamberimize (asm) devir etmişti. Hz. Ebu Bekir (ra)’in bu deveyi hediye ettiği de rivayet edilir.

Peygamber Efendimiz'in (asm) hayatındaki önemli hadiselerde Kasva'nın adı geçmiştir. Bunlardan bazıları:

- Maide Suresi Rasulüllah (asm)'a bu devenin üzerindeyken nazil olmustur.
- Peygamber Efendimiz (asm), Medine'ye onun sırtında hicret etmiştir.
-
Mescid-i Nebevi onun çöktüğü yere yapılmıştır.
- Peygamber Efendimiz (asm), Hudeybiye anlaşmasının yapıldığı sefere yine Kasva ile çıkmıştır.
- Veda hutbesini de onun sırtında irad etmiştir.
- Bedir zaferinin müjdesini Medine’ye Zeyd bin Harise onunla götürmüştü.

Kasva, Hz. Ebu Bekir (ra)'in halifeliği zamanında otlağa bırakıldı ve orada kendi hâlinde yayıla yayıla öldü.

Bir rivayette şöyle denilmiştir:

“İnsanların en şakisi / en kötüsü şu üç kişidir: Semud kavminin (Hz. Salih’in) devesini kesen, Âdem’in çocuklarından kardeşini öldüren ve Ali’nin katili.” (bk. Mecmau'z-Zevaid, III, 153).

Ayrıca Peygamber Efendimiz (asm) Hazret-i Ali (ra)’ye, “Senin sakalını senin başının kanıyla ıslattıracak bir kişi...” diyerek Hz. Ali (ra)'in şehit edileceğini haber vermiştir. Hz. Ali (ra)’in de bu kişiyi tanıdığı rivayet edilir. (el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/113; Müsned, 1/102, 103, 148, 156)

51 İmam Taberani ve İmam Suyuti hakkında bilgi verir misiniz?

TABERANİ (873-970)

Asıl ismi Süleyman olan Taberanİ hakkında çok fazla ayrıntılı bilgi yoktur; Çok sınırlı bilgiler mevcuttur. İlk eğitimi, çocukluğunda kimlerden ders aldığı, eğitim amacıyla nerelere gittiği kesin olarak bilinmemektedir. Hakkındaki bilgiler daha çok gençlik dönemi, ilmi hizmetleri ve rivayet ettiği hadislerle sınırlıdır.

Süleyman’ın 873 yılında Şam’ın Taberiyye kasabasında doğduğu nakledilmektedir. Babasının adı Ahmed’dir. Doğduğu kasabadan ayrılıp Isfahan’a yerleştiği belirtilmektedir. Ancak, memleketinden ne amaçla ayrıldığı ve Isfahan’a hangi sebeple yerleştiği hakkında fazla bilgi yoktur.

Taberanî’nin ünlü bir kişiliğe sahip olması, çok sayıda hadis rivayet etmesi ve güçlü hafızası ile şöhret bulması, iyi bir eğitim gördüğüne işaret etmektedir. İlmi dirayeti ve ulaştığı seviye aynı zamanda, dönemin büyük âlimlerinden ders aldığını da hatıra getirmektedir. Ders aldığı hocalar arasında; Ebu Züra es-Sakafî, Haşim bin Mürsed et-Taberanî, İshak ed-Debrî, İdris el-Attar, Hafs bin Ömer, Beşir bin Musa, Abdullah bin Mahmud, Ali bin Abdülaziz el-Begavî, Yahya bin Eyyüb el-Allat gibi ünlü isimler sıralanmaktadır. Bunların dışında da bazı kimselerin ilminden istifade ettiği belirtilmektedir.

Süleyman, isimleri sıralanan ünlü simalardan ders aldığı gibi, kendisinden de çok sayıda âlim istifade etmiştir. Bu vesile ile İbn Ukde, Ebu Nuaym el-Hafiz, Ebu Huleyfe el-Cemhî, Ebu Hüseyn bin Fazişah, Abdan ve daha bir çok kişi kendisinden hadis öğrenerek nakilciler arasında yer almışlardır.

Hadis toplama ve bunları öğrenmedeki hassasiyeti bilinen Süleyman; güvenilir, sağlam, hadis ilminde hüccet olarak kabul gördü. Binlerle ifade edilen hadis-i şerifi ezberine aldığı ve bunları hıfzettiği bilinmektedir. Bu hadisleri öğrenirken, sadece hadis metnini ezberlemekle kalmadı, bunları senetleri ile birlikte hıfzetme yoluna gitti. Göstermiş olduğu gayret ve özellikle hadis ilminde kat ettiği mesafeden dolayı şöhreti her tarafa yayıldı. İslâm âleminde bilinen ve tanınan alimler arasında yer aldı.

Taberanî, ilim uğruna her sıkıntıya göğüs gerdi. Maddî ve mânevî önemli sıkıntılar çekti. Yıllarca hasır üzerinde uyuduğu ve bu gayreti sonucu binlerce hadisi ezberine aldığı belirtilmektedir. İlim uğruna rahat yaşamayı terk etti. Hayatı boyunca sade bir hayat yaşadı. Hadis öğrenmek ve ilmini biraz daha arttırmak için otuz üç sene boyunca seyahatlerde bulundu.

Taberanî, Allah’ın rızasını her şeyin üzerinde tuttu. Bir taraftan ilim öğrenirken diğer taraftan insanların hidayet yolunu bulmalarına yardımcı olmaya çalıştı. Talebeleri, hakkındaki övgü dolu sözlerini eserlerine kaydettiler. Yüz yıla yakın bereketli bir ömür sürdükten sonra 970 yılında Isfahan’da vefat etti. Vefat ettikten sonra, Isfahan’da türbesi bulunan Peygamber Efendimizin (asm) sahabelerinden Hammad ed-Devrî’nin kabrinin yanına defnedildi.

Risâle-i Nur'da Taberanî’nin naklettiği bazı hadislere de yer verilmektedir. Kendisi için, “mevsuk ve sahih muhakkik”, “İmam-ı Taberanî” ifadeleri kullanılmıştır. Risâle-i Nur'da kendisinden aktarılan şu iki hadis-i şerife yer verilmektedir:

“Hazret-i Ebu Hüreyre der: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bana emretti:

‘Mescid-i şerifin suffesini mesken ittihaz eden yüzden ziyade fukara-yı muhacirîni dâvet et.’

Ben dahi onları aradım, topladım. Umumumuza bir tabla taam konuldu. Biz istediğimiz kadar yedik, kalktık. O kâse konulduğu vakit nasıl idi; yine öyle dolu kaldı. Yalnız parmakların izi taamda görünüyordu.' ” (Mektubat, s.116).

“İmam-ı Taberanî ve Ebu Nuaym, Delâil-i Nübüvvet’te, Numan ibni Beşir’den haber veriyorlar ki:

Zeyd ibni Hârice, çarşı içinde birden düşüp vefat etti. Eve getirdik. Akşam ve yatsı arasında, etrafında kadınlar ağlarken, birden; ‘Ensıtu. Ensıtû. (Susunuz. Susunuz.)’ dedi. Sonra, fasih bir lisanla; ‘Muhammedün Resulullah; esselâmü aleyke yâ Resulallah.’ diyerek bir miktar konuştu. Sonra baktık ki, cansız, vefat etmiş.” (Mektubat, s.156).

Taberanî’nin naklettiği hadislerden bazı örnekler:

“Müslümanlar arasında sevgi ve dostluk, atadan evlâda miras kalır.”,

“Kişinin parmakla gösterilir olması, kötülük olarak ona yeter.”,

“Allah İslâm Dini için kolaylıktan hoşlanmış; güçlüğü ise çirkin görmüştür.”,

“Her takva sahibi, Muhammed’in (üzerine rahmet ve selâm olsun) ehl-i beytindendir.”,

“Kişi, hanımının ve çocuklarının rızkını karşılamak için çalışmaya çıkarsa, Allah yolundadır. Yaşlı anne ve babasının bakımını sağlamak için yola çıkarsa, Allah yolundadır. Nefsini harama karşı korumak niyetiyle çalışmaya çıkarsa, Allah yolundadır. Eğer insanlara gösteriş ve başkalarına öğünmek için yola çıkarsa, Allah yolunda değil, şeytanın yönlendirdiği yoldadır.”

CELALEDDİN SUYUTİ (1445-1505)

İslam alimlerinin büyüklerindendir. Risâle-i Nur'da kendisinden, "uyanık iken, çok defa peygamber sohbetine mazhar olan" (Sözler, s. 451), ve "Sahih Hadislerin elmaslarını, diğer sözlerden ve mevzuattan ayrıştıran" (Mektubat, s. 114) şeklinde sözedilir. Asıl adı Abdurrahman'dır. Celaleddin lakabı babası tarafından kendisine verildi. Künyesi, Celaleddin Ebü'l-Fazl Abdurrahman bin Kemaleddin Ebi Bekr bin Muhammed el-Huzayri es-Süyutî el-Şafii şeklindedir.

Abdurrahman, 1445 yılında Mısır'ın Esyut şehrinde doğdu. "Süyutî" lakabının sebebi doğduğu bu yerden kaynaklanmaktadır. Babası Kemaleddin Ebi Bekr, Şafii mezhebi fıkıh alimlerindendir; ayrıca başka ilimlerde de önemli bir yeri vardır. Abdurrahman, henüz altı yaşında iken babası vefat etti. Babasının sadık dostlarından Kadı İzzeddin Ahmed bin İbrahim Kinani himayesinde yetişti. Bu hocası tarafından kendisine Ebü'l-Fazl künyesi verildi.

Abdurrahman, çok sayıda eser okudu. Genç yaşta tefsir, hadis, fıkıh, nahv, meani, beyan, bedi, lügat ve daha bir çok dalda ihtisas sahibi oldu. İlk eserini on yedi yaşında yazdı. Hadis ve Arapça ilimler alanında zamanın önemli alimlerinden kabul edilen Takiyüddin Şibli el-Hanefi'den dört yıl boyunca ders aldı. Yine allamelerden Muhyiddin Kafiyeci'nin yanında on dört yıl kaldı. Hocasından, tefsir, usul, Arapça, meani ve diğer alanlarda dersler alarak icazet (diploma) aldı.

Kısa zamanda şöhret sahibi oldu. Derslerini takib eden talebelerinin yanında bazı müderrisler de iştirak etti. Özellikle hadis konusunda uzmanlaştı ve bu alanda verdiği fetvalar büyük kabul gördü. Kuvvetli hafızaya sahip olması, eserleri çok kısa sürede okuyup içeriklerine hakim olması, sorulan her soruya cevap vermesine imkan sağladı. Hatta bir eserle ilgili olarak sorulan soruya, kaçıncı sayfa ve satırda olduğunu bilecek ve gösterecek şekilde bir nimete mazhar oldu. İki yüz bin hadis ezberledi.

Genç yaşta Şam, Hicaz, Yemen, Hindistan ve Sudan'ı gezdi. Hac farizası için gittiği Mekke'de bir süre kaldı. Bunların dışında Dimyat, Feyyun ve İskenderiye gibi Mısır'ın bazı bölgelerini de dolaştı.

Hadis alanında önemli bir birikime sahip olduktan sonra ders vermeye başladı. Hocalığının yanında bir çok eser de yazdı. Ömrünün sonuna kadar eser yazmaya devam etti. Bu maksatla Nil Nehri adacıklarından biri olan Er-Ravza'daki evinde adeta inziva hayatı yaşayarak eser yazdı. Eserlerine kaydedeceği Hadis-i Şerifleri mana aleminde Peygamber Efendimizin (asm) tasdikine sunduktan sonra yazdı.

Süyutî'nin hadis ilmindeki vukufiyetine ve ehil kişiliğine Risâle-i Nur'da da işaret edilmektedir. Bediüzzaman, Mucizat-ı Ahmediye Risâlesi'nde hadislerin nasıl bir süzgeçten geçtiğini, İslam alimlerinin ne kadar hassas davrandıklarını ve başta mezhep imamları olmak üzere asırlar boyunca bu alanda yapılan titiz çalışmayı örnekleriyle aktarmaktadır. Bu bağlamda,

"... keşif ehlinin tasdikiyle, yetmiş defa Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın görünüp, yakaza halinde (uyku ile uyanıklık arası) onun sohbetiyle müşerref olan Celâleddin Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, sahih hadislerin elmaslarını, diğer sözlerden ve mevzuattan ayrıştırdılar..."

"İşte, bahsedeceğimiz hadiseler, mucizeler, böyle elden ele -kuvvetli, emin, müteaddit ve çok, belki hadsiz ellerden- sağlam olarak bize gelmiş." (Mektubat, s. 114)

demektedir. Bu ifadelerle, Süyutî'nin hadis konusunda yapmış olduğu tebrike şayan çalışmasına işaret edilmektedir.

Süyutî, tasavvuf alanında da önemli bir yere sahiptir. Büyük velilerin sahabelere yetişememesinin izahı yapılırken, Risâle-i Nur'da kendisinin adı da geçmektedir:

"Peygamber sohbeti öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûka karşılık hakikatin nurlarına mazhar olur. Çünkü, sohbette insibağ (boyanış) ve inikâs (yansıma) vardır. Mâlûmdur ki, in'ikâs ve tebâiyetle (tabi olmakla), o nur-u âzam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebâiyeti ile, öyle bir mevkie çıkar ki, bir şah çıkamaz."

"İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celaleddin-i Süyutî gibi, uyanık iken çok defa sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (asm) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediye (asm) nuruyla, yani Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyalar ise, vefat-ı Nebevîden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmeleri, velayet-i Ahmediye (asm) nuruyla sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velayet-i Ahmediye (asm) cihetindedir; nübüvvet itibariyle değil. Madem öyledir; nübüvvet derecesi, velayet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek lâzım gelir.ğeri yok”  (Sözler, s. 451)

Süyutî'nin isminin zikredildiği konulardan birisi de, eskiden kahinlik adı verilen ve günümüzde medyumluk olarak devam eden, insanlara çok büyük zararlar verebilen meslekle ilgilidir. Bu meslek felsefe kökenli, olup iman ehline büyük zarar verebilmekte suistimallere uğramaktadır. Bu konudaki bir doğruya on yanlış ifade katılmakta ve doğru-yanlış birbirinden ayırt edilememektedir. Bir ölçü olmadığından ötürü kötü ruhlu ve şeytanlara yardım eden cinniler, bu işle meşgul olanların kalbine ve İslamiyet'e zarar verebilmektedir. Çünkü, maneviyat adına İslam hakikatleri ve genel kurallara aykırı haberler verilmekte, kötü ruhlar kendilerini iyi ruh olarak lanse etmektedirler. Dolayısıyla kendilerini büyük veli zanneden kimseler, İslam esaslarına aykırı sözler sarf edip gerçekleri değiştirmek suretiyle bazı safdilleri kandırabilmektedirler:

"Evet, dinden gelmeyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen 'ruh çağırma' da hem hakikate aykırı, hem edebe aykırı bir harekettir. Çünkü a'lâ-yı illiyyînde (cennetin en yüce yeri) ve kutsal makamlarda olanları, aşağıların aşağısı hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek tam bir ihanettir ve bir hürmetsizliktir. Âdetâ bir padişahı kulübeciğine çağırıp getirmek gibidir. Belki ayn-ı hakikat ve edep ve hürmet ve istifade odur ki, Celâleddin-i Süyûtî, Celâleddin-i Rumî ve İmam-ı Rabbânî gibi zatların seyr ü sülûk-u ruhanîleri gibi seyr ü sülûk ile yükselerek o kudsî zatlara yanaşmak ve istifade etmektir." (Emirdağ Lahikası, s.379-380)

Süyutî, ilmi kariyerinin yanında örnek ahlakı ile de herkesin sevgisini kazandı. Kimseden ihsan ve hediye talep etmediği gibi kabul de etmedi. Çok büyük geçim sıkıntısı çektiği zaman, çok zengin olan kütüphanesinden bazı kitapları satma pahasına da olsa hediye kabul etmemeyi tercih etti. 1505 yılında Mısır'da vefat ederek Hakk'ın rahmetine kavuştu. Türbesi, Kahire'de Babü'l-Karafe civarındadır.

Eserleri:

Celaleddin Süyutî, muhtelif ilim dallarında altı yüze yakın eser yazdı. Eserlerinin önemli bir kısmının derleme olması ve değişik kaynaklardan aldıklarını aktarması, çalışmalarına bir eksiklik getirmediği gibi, bazı konuların günümüze kadar ulaştırılıp insanların istifadesine sunulmasında önemli katkısı oldu. Hemen her konuda eser yazdı. Eserlerini; Kur'anî ilimler, hadis, fıkıh, dil ve edebiyat, usul beyan ve tasavvuf, muhtelif meseleler olmak üzere altı sınıfa ayırdı.

Tercümanü'l-Kur'an fi-tefsirü'l-müsned, Kitabü'l-Dürre'l-Mansur, Lübabü'l-nukul fi ashabü'l-nüzul kaleme aldığı tefsir kitaplarındandır. Yeni Asya Neşriyatı tarafından da (muhtasarı, tercüme ve şerhi ) yayınlanan Camiü's-Sağîr adlı hadis külliyatı İslami eserler arasında ehemmiyetini asırlarca korumuş ve korumaya devam etmektedir. Özellikle Osmanlı uleması bu esere büyük alaka göstermiştir. El-Müzhir fi ulumü'l-lüga adlı eseri, dil bilgisi ve lügat çalışması ile ilgili alanlar için zengin muhteviyatlı ve ansiklopedik bir eserdir.

Süyutî, bunların dışında tarih, ahlak, tıp ve daha bir çok alanda önemli eserler vücuda getirerek büyük bir miras bırakmıştır.

52 Bazı kaynaklarda, Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin, Yunus Emre'yi küfürle suçlayıcı fetvalar verdiği, şeklinde bilgiler gördüm. Böyle bir fetva var mıdır?

İslam Tarihi içerisinde bir kısım ehl-i tasavvufun “şatahat” denilen ve görünürde İslam dininin esaslarına ters düşen sözlerinin küfür kabul edildiği bir gerçektir. Hallac-ı Mansur bunlardan biridir. İbn Arabî de kıl payı kurtulmuştur.

Bunun sebebi şudur: Şeriat, fıkıh alimleri, şeriatın zahirî hükümlerine göre konuları değerlendirmek durumundadır. Bu sebeple, zahiren / görünürde küfür sayılan söz ve davranışlara müsamaha göstermelerini beklememek gerekir. Nitekim bir rivayete göre Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir:

“Kim kendini töhmet altında bırakacak bir konuma soktuğu için başkası tarafından suizanna muhatap olursa, sadece kendini ayıplasın.” (Kenzu’l-Ummal, 3/804).

Bununla beraber, tarih içerisinde bu gibi olayların yaşanmasına, yanlış imaj oluşturan bir kısım kapalı sözlerin varlığı yanında, işin tevil tarafına kulak asmayan alimlerin tolerans tanımayan sertlikleri de sebebiyet vermiştir.

Yunus Emre’nin tekfir meselesine gelince:

“Bugün İstanbul’un tarihi bir caddesine ismi verilmiş bulunan Şeyhülislam Ebussuud Efendi, dönemin devlet işlerini ve sivil hayatını dinsel hükümlere (şeriata) göre şekillendirmiştir. Bu yüzden, Yunus Emre’nin şiirleri bile dine aykırı sayılmış, "Bu şiirleri okuyanların öldürülmesi gerekir." diye fetvalar verilmiştir.

"Yunus Emre’nin,

'Cennet cennet dedikleri, bir ev ile birkaç huri / İsteyene ver sen onu, bana seni gerek seni.'

diye başlayan şathiyesini okumak, idam edilmeyi göze almak demekti." bilgisine yer veren yazar, kaynak olarak da M. Ertuğrul Düzdağ’ın yayımladığı “Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları"nı vermiştir. Siz de bu kaynağa bakabilirsiniz.

Bu fetvaları, verdiğimiz bilgiler ışığında değerlendirmek ve Yunus Emre ve Hallac-ı Mansur gibi insanları -bu tür fetvalara bakarak- tekfir etmeye yeltenmemek en zararsız ve faydalı yoldur.

53 Uhud savaşında Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in Hz. Muhammed'i ve savaşı bırakıp kaçtığı, yanında sadece Hz. Ali'nin kaldığı iddası doğru mudur?

Bedir savaşında büyük bir hezimet yaşayan Mekke Müşrikleri, Dârun’Nedve’de toplanarak, Şam kervanının kazancı ile bir ordu toplayıp Medine’yi basmağa ve Müslümanlardan öç almağa karar verdiler.

50.000 altın olan kervan kazancının yarısı ile Mekke dışındaki müşrik kabilelerden 2.000 asker topladılar. Mekke’den katılanlarla, yedi yüzü zırhlı, iki yüzü atlı omak üzere, Ebû Süfyan’ın komutasında 3.000 kişilik mükemmel bir ordu ile Medine üzerine yürüdüler.

Rasûlullah (s.a.s.)’a Kureyş ordusunun Medine’ye yaklaştığı bilgi ulaştı. Rasûlullah (s.a.s.) ashâbıyla istişare ederek şehir dışında savaşılması kararı alındı.

Rasûlullah (s.a.s.) Abdullah b. Ümmi Mektûm’u Medine’de vekil bırakarak, cuma namazından sonra Medine’den çıktı. O gün Uhud’a kadar ilerlemeyip geceyi “Şeyheyn” denilen yerde geçirdi. Sabahleyin şafakla beraber Uhud’a vardı, savaş için en elverişli yeri seçti.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), ordusunun arkasını Uhud Dağı’na vererek Medine’ye karşı saf yaptı. Solundaki Ayneyn tepesi’ne “Cübeyr oğlu Abdullah” komutasında elli okçu yerleştirdi.

Savaşın başında, ilk safhada Müslümanlar savaşı kazandılar. Fakat kaçan düşmanı sonuna kadar tâkib etmeden, savaş alanına dağılarak, ganimet (düşmandan kalan malları) toplamağa koyuldular. Ellerine geçen fırsatı yeterince değerlendiremediler.

Ayneyn tepesinden durumu seyreden okçular da birbirlerine: Burada ne bekliyoruz, savaş bitti, zafer kazanıldı, biz de gidip ganimet toplayalım, dediler.(1) Abdullah b. Cübeyr: "Arkadaşlar, Rasûlullah (s.a.s.)’in emrini unuttunuz mu? O’ndan emir almadıkca yerimizden ayrılmayacağız…" diye ısrâr ettiyse de dinlemediler.(2) Abdullah’ın yanında sadece sekiz okçu kaldı.

Düşmanın sağ kanat komutanı Hâlid b. Velîd, Rasûlullah (s.a.s.)’in okçularla koruduğu Ayneyn vâdîsinden geçerken Müslümanları arkadan kuşatmayı denemiş, okçular bu geçidi bekledikleri için başaramamıştı. Okçuların buradan ayrıldığını görünce, emrindeki süvârilerle hücûma geçti. Cübeyr oğlu Abdullah ile sekiz sâdık arkadaşını şehit edip, ganimet toplamakla meşgul Müslüman ordusunu arkadan çevirdi. Müşrikler, geri dönüp yeniden hücûma geçtiler. Tepelere çekilen kadınlar da def çalarak aşağıya indiler. Müslümanlar, önden ve arkadan iki hücûmun arasında şaşırıp kaldılar. Savaşı kazanmışken kaybetmeğe başladılar. Bu esnada birbirlerinden ayrılmış ve dağılmış bir durumdaydılar.

Ayrıca, savaşın en şiddetli anında Hz. Hamza’nın şehit düşmesi, Müslümanlar için büyük kayıp oldu. Esâsen, ansızın önden ve arkadan uğradıkları hücûm sebebiyle ne yapacaklarını şaşırmışlar, bir çok şehid vererek, şuraya buraya dağılmışlardı. Bir ara, Rasûlullah (s.a.s.)’in etrafında sâdece, ikisi muhâcirlerden, yedisi ensârdan olmak üzere dokuz kişi kalmış, bunlar da birer birer şehid düşmüşlerdi.(3)

Tam bu kargaşa içinde, İbni Kamie Elleysi adlı bir müşrik, Hz.Peygamber (s.a.s.)’e benzeterek, İslâm ordusunun sancaktarı Mus’ab b. Umeyr’i şehit etti ve Muhammed (s.a.s.)’i öldürdüm, diye ilân etmeye başladı(4) Bu şâyia üzerine İslâm ordusunda panik başladı ve Müslümanlar büsbütün perişan olup her biri kendi başının çaresine düşmüş, merkezlerini kaybetmiş yıldızlar gibi hareketlerini şaşırarak dağılmışlardı.

Rasûlullah (s.a.s.): Ey Allah’ın kulları, bana geliniz, etrafımda toplanınız, diye sesleniyor, fakat kimse O’nu duymuyordu.

Müslümanlar birbirinden habersiz üç fırka olmuşlardı.

1) Rasûlullah şehid olduysa, Allah bâkidir. O’nun yolunda biz de şehit oluruz, diyerek savaşa devâm edenler. Enes b. Nadr (Enes b. Mâlik’in amcası) bunlardandı. Yetmişten fazla yara aldıktan sonra şehid düşmüştür.

2) Rasûlullah (s.a.s.)’in etrâfını çevirip, vücutlarıyla O’na siper olan, O’nu düşman saldırısına karşı koruyanlar. Bu ilk panik esnasında da Hz. Peygamber (a.s.m)’in yanından otuzdan fazla sahabe vardır. Bununla beraber kaynaklarda bunlardan isimleri zikredilen on altı kişi vardır. Bunlardan sekizi Mühacir, yedisi de Ensardandır. Muhacirler şunlardır: Hz. Ebubekir, H.z Ömer, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Sad, Talha, Zübeyir, Ebu Ubeyde.

Ensardan olanlar ise şunlardır: Ebu Dücane, Hubab b. El-Müzir, Asım b. Sabit, Hars b. Samme, Sehl b. Huneyf, Sad b. Muaz, Sad b. Ubade, Muhammed b. Mesleme.(5)

3) Rasûlullah şehid olduktan sonra, burada durmanın manası yok, diyerek, savaş alanından ayrılanlar.(6) Bunlardan bir kısmı dağlara çekilmişler, bazıları ise Medine’ye dönmüşlerdi.

Müslümanların bu dağınık durumlarından yararlanan müşrikler, Rasûlullah (s.a.s.)’in yanına kadar sokuldular. Atılan bir taşla Peygamber Efendimizin (s.a.s.) dudağı yarıldı, dişi kırıldı ve İbni Kamie’nin kılıç darbesiyle yere yıkıldı. Zırhından kopan iki halka yanağına battığından yüzünden de yaralandı.(7)

Ashâbı kirâm, savaş alanında Rasûlullah (s.a.s.)’i bir türlü bulamıyordu. Halbuki, Rasûlullah (s.a.s.) bulunduğu yerden hiç ayrılmamıştı. Nihâyet Hz. Peygamber Efendimizi (s.a.s.) Ka’b b. Mâlik gördü ve: Ey mü’minler, Rasûlullah (s.a.s.) burada, diye haykırdı. Ka’b'ın sesini duyan Müslümanlar, hemen Rasûlullah (s.a.s.)’in etrâfında toplanarak, müşriklerin saldırılarını durdurdular.(8)

Ebû Süfyân’la Hz. Ömer Arasında Geçen Muhâvere

Müşriklerin saldırıları yavaşlayınca, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) etrâfında toplanmış olan Müslümanlarla Uhud Dağı tepelerinden birine çekildi. Müslümanların bir tepede toplandığını gören Ebû Süfyân da, onların karşısında başka bir tepeyi işgal etti. Ebû Süfyân, Peygamberimizin (s.a.s.) sağ olup olmadığını kesinlike öğrenemediğinden merak içindeydi. Bu sebeple yüksek sesle üç defa:

"İçinizde Muhammed (s.a.s.) var mı? Ebû Bekir var mı? Ömer var mı?" diye seslendi. Rasûlullah (s.a.s.) cevap verilmemesini emretmişti. Kimseden ses çıkmayınca, müşriklere dönerek:

“Görüyorsunuz, hepsi de ölmüş. Artık iş bitmiştir." diye söylendi. Hz. Ömer (ra) dayanamadı.

“Yalan söylüyorsun ey Allah düşmanı, sorduklarının hepsi sağ, hepsi de burada." diye cevap verdi. Ebû Süfyân:

"Savaşta üstünlük nöbetledir, bugün biz Bedir’in öcünü aldık, üstünlük bizde…" diye gururlandı. Ömer (ra):

"Bizden ölenler Cennet’de, sizinkiler ise Cehennem’de." diye cevâp verdi.

"Ya Ömer, Allah aşkına gerçeği söyle. Biz Muhammed (s.a.s.) ‘i öldürdük mü?"

"Rasûlullah (s.a.s.) sağ ve senin bu sözlerini de işitiyor."

"Ya Ömer, ben senin sözlerine İbni Kamie’nin sözünden daha çok inanırım. Ölülerinize yapılan fenâlıkları ben emretmedim(9), fakat çirkin de görmedim. Gelecek yıl Bedir’de buluşalım." dedi. Hz. Ömer de:

“İnşallah!.." diye cevap verdi.(10)

Hz. Ömer’le Ebû Süfyân arasında yapılan bu konuşmadan sonra, müşrikler Uhud’dan ayrıldılar. Onlar, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i öldürmek, Medine’yi basıp Müslümanları imhâ etmek, Müslümanlığı ortadan kaldırmak için Mekke’den gelmişlerdi. Fakat Allah kalplerine korku saldı. Üstünlük kendilerinde olduğu ve Rasûlullah (s.a.s.)’in de sağ bulunduğunu öğrendikleri halde, savaşa devam etmeğe cesâret edemediler. Tek bir esir bile alamadan, geri döndüler.

Uhud Savaşı’ndan Üç Safha

Uhud Savaşı’nda üç safha yaşandı:

İlk safhada Müslümanlar üstün geldiler, yirmiden çok düşman öldürerek, müşrikleri bozguna uğrattılar.

İkinci safhada, kaçan müşrikleri kovalamayı bırakıp, kesin sonuç almadan ganimet toplamaya koyulmaları ve Rasûlullah (s.a.s.)’in yerlerinden ayrılmamalarını emrettiği okçu birliğinin görevlerini terketmeleri yüzünden, Müslümanlar yetmiş şehit vererek mağlup duruma düştüler.

Üçüncü safhada ise, dağılmış olan Müslümanlar, Rasûlullah (s.a.s.)’in etrâfında toplanıp, karşı hücûma geçerek, düşman hücûmunu durdurdular.

Müşriklerin Uhud’dan ayrılmasından sonra Rasûlullah (s.a.s.) şehitleri yıkanmadan, kanlı elbiseleriyle, ikişer üçer defnettirdi.(11) Cenâze namazlarını ise, bu târihten sekiz sene sonra kıldı.(12)

İlave bilgi için tıklayınız:

 UHUD SAVAŞI.

Dipnotlar:

1. bk. Âli İmrân Sûresi, 152
2. Buhârî, 4/2627 ve 5/2930; Tecrid Tercemesi, 8/457460 (Hadis No: 1269)
3. Müslim, 3/1415, (Hadis No: 1789)
4. İbn Hişâm, 3/77
5. Ahmed Zeynî Dahlan, es-Siretu’n-Nebeviye, 1/237
6. “Muhammed ancak bir peygamberdir. O’ndan önce de bir çok peygamberler gelip geçti. Şâyet o ölseydi veya öldürülseydi, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi dönecektiniz?..” (Âl-i İmran, 3/144)
7. Buhârî, 5/35; Müslim, 3/1416 (Hadis No: 1790); İbn Hişâm, 3/84; Zâdü’l-Meâd, 2/234
8. İbn Hîşâm, 3/88; Zâdü’lMeâd, 2/235
9. Kureyşli kadınlar savaş alanının tenhalığından yararlanarak, Bedir’de öldürülen yakınlarının öçlerini almak için şehitlerin kulak ve burunlarını kesmişler, karınlarını yararak ciğerlerini çıkarmışlardı.
10. bk. Buhârî, 4/26 ve 5/30; Tecrid Tercemesi, 8/457 (Hadis No: 1269) Zâdü’l-Meâd, 2/236238
11. Zâdü’l-Meâd, 2/246
12. Buhârî, 2/94; Tecrid Tercemesi, 4/655 (Hadis No: 661).

54 Dört halife ve dört mezhep imamlarının hayatını anlatır mısınız?

Hz. Muhammed (asm)'in vefatından sonra yaşanan "Dört Halife Dönemi", İslam dininin Arap Yarımadasının sınırlarını aşarak yaygınlaştığı bir dönemdir. Parlak zaferlerin kazanıldığı ve Müslümanların huzur ve refah içinde bir hayat sürdürdükleri bu dönem, Peygamberimiz (asm)'in müjdelediği Altın Çağ'ın geçmişteki güzel bir örneğidir.

Bu dönemde İslam Devleti'nin sınırları batıda Trablusgarp, doğuda Horasan ve kuzeyde Kafkasya'ya kadar genişletilmiş; böylece Arap Yarımadası dışına taşan İslamiyet, Asya ve Afrika'daki çeşitli milletlerce benimsenmiştir. Kurulacak olan yeni İslam devletlerinin siyasi ve hukuki temelleri de bu dönemde atılmıştır. Sırasıyla halife olan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali, Peygamber Efendimiz (asm)'in yolunu izlemiş, Kur'an ahlakının hakim olduğu adil düzeni daha geniş bir coğrafyaya yayarak devam ettirmişlerdir. Bu nedenle Dört Halife Dönemi, "Doğru Yolda Giden Olgun Halifeler Dönemi" anlamına gelen "Hulefa-i Raşidin Dönemi" olarak adlandırılır. Halifeler seçimle başa getirildikleri için, aynı dönem 'Cumhuriyet Devri' şeklinde de tanımlanır.

Hz. Ebu Bekir Dönemi (632-634)

Sevgili Peygamber Efendimiz (asm) ile peygamberliğinden önce de arkadaş olan Hz. Ebu Bekir, onun tebliği üzerine Müslüman olan ilk insanlardan biridir. Hz. Ebu Bekir, İslamiyet'in açıkça anlatılmaya başlanmadığı bir dönem olan Peygamberimiz'in (asm) henüz yalnız olduğu dönemde İslamiyet'i kabul etmiştir. Hz. Muhammed (asm)'in yakın dostu ve İslam ahlakının güzel bir temsilcisi olan Hz. Ebu Bekir, aralarında Hz. Osman, Talha b. Ubeydullah, Sa'd b. Ebi Vakkas, Zübeyr b. Avvam, Abdurrahman b. Avf ve Ebu Ubeyde b. Cerrah başta olmak üzere birçok kişinin İslam dinini yaşamasına vesile olmuştur.

Hz. Muhammed (asm) hastalandığında, Müslümanlara imamlık yapma görevini Hz. Ebu Bekir'e vermiştir. Onun vefatından sonra ise, Hz. Ömer ve arkadaşlarının önerisi üzerine Hz. Ebu Bekir halife seçilmiştir. Tarihi kaynaklarda yer alan, Hz. Ebu Bekir'in Hilafet görevini üstlendikten sonra halka hitaben yaptığı şu konuşma oldukça anlamlıdır:

"Ey halkım! Ben size yönetici oldum. Halbuki sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyi işler yaparsam, bana yardım ediniz. Eğer yanlış işler yaparsam bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk, emanettir. Yalancılık, hıyanettir. Sizin en zayıfınız benim yanımda güçlüdür ki, onun hakkını müdafaa ederim. En güçlünüz benim yanımda zayıftır ki, başkasının hakkını ondan alırım."1

Hz. Ebu Bekir bu sözleriyle, ideal bir yöneticide olması gereken vasıfları en güzel şekilde özetlemektedir. Halifelik dönemi iki yıl gibi kısa bir zaman sürmesine rağmen pek çok başarıyla doludur.

Hz. Ebu Bekir, Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm)'in vefatından sonra aralarında ihtilaflar baş gösteren Müslümanları bir araya toplayıp devlet otoritesini yeniden sağladı. Kur'an-ı Kerim'in toplanması ve korunması konusunda büyük çaba harcadı. İslamiyet'in ilk kez Arap Yarımadası dışında Suriye, Filistin ve Irak'ta yayılmasına vesile oldu. Din ahlakının özünde olmayan hareketlere ve peygamberlik iddia eden yalancılara karşı savaş açtı; böylelikle İslam dini ve Kur'an ahlakının Peygamber Efendimiz (asm) döneminde olduğu gibi yaşanmasını sağladı.

Hz. Ebu Bekir güzel huyu, merhameti, mütevazi kişiliği ve Kur'an ahlakını yaşamada gösterdiği titizliğiyle sahabeler arasında ön plana çıkan isimlerden biridir. Bu özellikleri nedeniyle halk tarafından büyük bir sevgi ve saygı görmüştür. İnsanların kibirli davranışlarını hoş karşılamayan, fakirlere, zor durumda kalanlara yardım etmekten ve misafir ağırlamaktan son derece mutluluk duyan bir yapıya sahiptir. Esir birçok Müslümanı kurtarmış, köle sahiplerine önemli miktarda ödemeler yaparak onları özgürlüklerine kavuşturmuştur.

Ticaretle uğraşan ve zengin bir kişi olan Hz. Ebu Bekir, tüm malını İslam ahlakının yayılması için infak etmiştir. Bunun için Resulullah (asm) onun hakkında

"Malını feda etmede en önde giden kişi Ebu Bekir'dir. Ebu Bekir ne güzel dosttur. Aramızda İslam kardeşliği ve sevgisi vardır." buyurmuştur.2

Sonuç olarak, Hz. Ebu Bekir, güçlü imanı, dehası ve üstün devlet adamı vasfıyla İslam Birliği'ni muhafaza etmiş ve kendisinden sonra gelenlere güçlü bir devlet bırakmıştır.

Hz. Ömer Dönemi (634-644)

Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden olan Hz. Ömer, tüm baskılara rağmen inançlarından taviz vermeyen Müslümanların kararlılıklarından etkilendi ve İslam dinini kabul etti. Bir rivayete göre Müslümanlığı seçtiğini açıkça ilk ilan eden o idi. Abdullah İbn Mesud'un ifadesiyle, "Ömer'in Müslüman oluşu bir fetihti."3 O tarihten sonra Peygamberimiz (asm)'in yanında yer aldı, güçlü kişiliği ve kararlılığıyla İslam ahlakının önde gelen savunucularından oldu. Sahip olduğu imkanları İslamiyet'in yayılması için harcadı. Hz. Ebu Bekir'in vefatı üzerine halife seçildi ve adaletli yönetimiyle kendisinden sonra gelen yöneticilere güzel bir örnek oldu.

Hz. Ömer Kur'an ahlakı ve adaletin uygulanması konusundaki çabalarıyla tanınır. Adaleti uygularken herkese eşit davranmış; soyluluk, zenginlik, akrabalık, makam gibi unsurların adaleti engellemesine kesinlikle izin vermemiştir. İdaresi altındaki topraklarda adaletin katıksız bir biçimde uygulanması için her türlü önlemi almıştır. Onun iktidarı döneminde sosyal adalet tam anlamıyla egemen olmuştur. Her zaman halkına karşı büyük bir sorumluluk duygusuyla hareket etmiştir. Tarihi kaynaklara göre bu konuda, "Fırat kıyısında bir deve helak olsa, bundan kendimi sorumlu hissederim." sözü meşhurdur.

Hz Ömer'in İstişareye Verdiği Önem

Hz. Ömer, Kur'an ahlakının gereği olarak, bir mesele ortaya çıktığı zaman, karar vermeden önce Müslümanların görüşüne de müracaat eder, konuyu onlarla istişare ederdi. Bu şekilde en doğru fikir oluşur ve ona göre davranırdı. Onun bu davranışı, halkın kendi işlerini de aralarında görüşerek yapmalarına sebep olmuştur. Böylece önemli işlerde geniş çapta bir istişare geleneği oluşmuştu.

Hz. Ömer dönemi birçok yeniliğe sahne oldu. Zamanında ülke, yönetim birimlerine ayrıldı. Valiler ve Halife'ye bağlı olarak kadılar atandı. İlk kez adalet işlerinde kadıların görevlendirilmesiyle, yönetim ve adalet işleri birbirinden ayrıldı. Hicri takvimin uygulamaya konulması, devletin önemli sorunlarının görüşüldüğü bir meclisin ve devlet hazinesinin oluşturulması yine bu yıllarda gerçekleşti.

Onun halifeliği döneminde, Arabistan dışında büyük fetih hareketleri yapılarak Irak, İran, Horasan, Suriye, Filistin ve Mısır İslam topraklarına dahil edildi. Bu dönemde devletin geniş bir coğrafi bölgeye yayılması, yönetim, siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda örgütlenmeyi zorunlu hale getirdi. Hz. Ömer, işte bu gereksinimi karşılamak üzere kurumsal bir İslam Devleti'nin temellerini attı.

Tarihi kaynaklara göre, Hz. Ömer'in dönemin kadılarına gönderdiği bildirilen mektup, kendinden sonra gelen tüm yöneticiler için de bir rehber olmuştur:

"Davalara bakarken telaşa, çığırtkanlığa ve taraftarın haysiyetini kırıcı davranışlara asla müsaade etme. Çünkü adaletin yerini bulması için sükunet ve ciddiyet şarttır. Hakkın tecelli etmesi ise İlahi adaletin itibar kazanmasına sebep olur. Bir Müslümanın niyeti iyi ise, Allah onun insanlarla olan münasebetlerini ıslah eder. Ama içi başka dışı başka olursa, Allah ona musibet verir. Bu durumda hakimin görevi Allah'ın rızk ve rahmet hazinelerinin kullar arasında adaletle dağıtılmasını sağlamaktır."3

Hz. Ömer sahip olduğu Kur'an ahlakı ile idaresindeki tüm İslam toplumunun gönlünü kazanacak bir yönetim göstermiş ve -Allah'ın izni ile- İslam ahlakının yayılmasına büyük katkılarda bulunmuştur.

Hz. Osman Dönemi (644-656)

Yüksek ahlaki meziyetlere sahip olan Hz. Osman, İslamiyet'i ilk kabul eden üstün şahıslardan biridir. Hz. Ömer'den sonra halife seçildi. İslam toplumundaki onun bu göreve layık olduğu kanaati sebebiyle halifeliğine kimse itiraz etmedi, herkes ona biat etti. Halifeliğinden önce, Peygamber Efendimiz (asm)'in yakın çevresinde yer aldı. Vahiy katipliği yaptı. Üstün ahlakı, güzel konuşmasıyla dikkat çekti. Ayrıca çok güzel bir hitabete sahipti. Ezberi çok kuvvetli idi ve Yüce Kur'an'ı ezberledi.

Hz. Osman'ın İslam dinine yaptığı en büyük hizmetlerden biri Kur'an'ın çoğaltılmasıdır. Zamanında, şive farklılıklarından dolayı Kur'an ayetlerinin farklı okunması üzerine bir kurul oluşturularak Kur'an çoğaltılmıştır. Bir örneği Medine'de bırakılarak Mekke, Şam, Kufe, Basra, Mısır ve diğer eyaletlere gönderilmiş; böylece Kur'an'ın günümüze kadar orijinalinin ulaşmasına vesile olunmuştur.

Hz. Osman yaptığı çalışmalar sırasında, tayinlerde uygun kişilerin görevlendirilmesine özen gösterdi. İslam topraklarında yaşayan insanların refah seviyesinin yükseltilmesi için imar ve zirai gelişmelere önem verdi. Bağ ve bahçelerin geliştirilmesine çalıştı. Onun döneminde İslam topraklarında yaşayan çok sayıda insan İslam dinini kabul etti. Bu döneme ait dikkat çekici bir gelişme ise, Müslümanların zenginleşmeleri ve geçmişe kıyasla daha da refah içinde bir hayat sürdürmeleriydi.

Ayrıca Hz. Osman döneminde İran, Kafkasya ve Afrika'da fetihler devam etmiş ve ilk donanma oluşturularak, Akdeniz'de stratejik önemi büyük olan Kıbrıs Adası alınmıştır. Bizans İmparatorluğu'na karşı büyük zaferler kazanılmış, ele geçirilen topraklarda düzen ve adalet tesis edilmiştir.

Hz. Ali Dönemi (656-661)

Hz. Ali, Peygamberimiz (asm)'in amcası Ebu Talib'in oğludur. Tarihi kaynaklarda belirtildiği üzere, Hz. Muhammed (asm)'in yanında büyümüş, onun eğitiminden geçerek yetişmiştir.

Hz. Ali'nin öne çıkan üç önemli özelliği cesaret, ilim ve güzel konuşmadır. Onun, İslam toplumunun en alim kişilerinden biri olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir. Sevgili Peygamber Efendimiz (asm)'in ifadesiyle Hz. Ali "İlim beldesinin kapısı."dır. Daha çocukluğundan itibaren Resulullah (asm)'in yanında bulunmuş, Kur'an'ı ondan öğrenmiş, onun katipliğini yapmıştır. Peygamberimiz (asm)'in vefatına kadar onun yanından ayrılmamıştır. Böylelikle dini konular üzerinde yüksek bir ilim düzeyine erişmiştir. Bunun için, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın ilk danıştığı kimseler arasındadır.

Halife olmasının ardından Müslümanların bilgi ve ilim sahibi olmaları için okul kurmuştur. Eğitime büyük önem vermiştir. Hz. Ali'nin şehid edilmesiyle birlikte İslam'ın en parlak dönemlerinden biri olan Dört Halife Dönemi sona ermiştir.

Dipnotlar:

1. Hz. Muhammed ve Hayatı, DIB Yayınları, Ankara, 1996, s. 435.

2. Buhârî, Salât, 80, Fadâilu's-Sahâbe, 3; Müslim, Fadâilu's-Sahâbe, 1;Tirmizî, Menâkıb, 15.

3. Üsdü'l-Gabe, IV/151.

Geniş bilgi için:

- bk. Prof. Dr. Murat SARICAK, Dört Halife Dönemi.
- EBU HANİFE 
- MUHAMMED B. İDRÎS EŞ-ŞAFİÎ
- MÂLİK B. ENES
- AHMED B. HANBEL

55 Toplu halde tesbihat yapmak bid'at mıdır? Peygamber Efendimiz namazlardan sonra nasıl tesbih çekermiş?..

Bildiğimiz kadarıyla camilerde cemaatle yaptığımız müezzinli tesbihat, Bilali Habeşi’nin müezzinliği içinde mevcut değildir. Onun zamanındaki tesbih dualarını, namaz kılan şahıslar kendi başlarına yapıyorlar, müezzinli, cemaatli sesli tesbihat uygulanmıyordu. Sonraları insanlarda ihmal ve unutkanlıklar başladığı görülünce bugünkü cemaatli tesbihatın camilerde başlatıldığı anlaşılmaktadır.

Namaz tesbihatını tek başına yapmak mümkün olduğu gibi, cemaat halinde îfa etmek de mümkündür.

Cemaatle kılınan namazlardan sonra bu tesbih ve duâları müezzinin iştirakiyle cemaat de hep birlikte yapar ki, fazilet ve sevabı bakımından daha güzel ve daha isabetlidir.

Namaz tesbihatının cemaat halinde yapılmasının sünnette yerinin olup olmadığına gelince, Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) toplu halde yapılan zikir, duâ ve ibadetleri her seferinde teşvik etmiş; sahabîlerini toplu halde sohbet eder, zikreder ve ibadet eder halde görürse memnun olmuş ve onlara bazı müjdeler vermiştir.

Hz. Muâviye’nin rivâyetine göre; bir gün Peygamberimiz (a.s.m.) sahabîlerden bir kısmının bir halka teşkil ederek oturduklarını gördü. Yanlarına vardı ve sordu:

“Ne maksatla bir araya gelip burada oturdunuz?”

Onlar, “Bize İslâm gibi bir din bahşeden ve bu yolla bizi imtihana tâbi tutan Allah’ı zikretmek ve ona hamdetmek için oturduk.” dediler.

Peygamberimiz (asm) bir defa daha sorup, onlardan yeminli bir cevap aldıktan sonra şöyle buyurdu:

“Sizi suçlamak için yemin ettirdiğimi sanmayın. Lâkin şu var ki; bana Cibril geldi, Aziz ve Celîl olan Allah’ın meleklerine karşı sizinle iftihar ettiğini haber verdi.” (Müslim, Zikir 40)

Görüldüğü gibi, Peygamber Efendimiz (asm), namazdan sonra olmasa da, herhangi bir vesileyle bir araya gelip zikir ve tesbihle meşgul olan mü’minleri bile medhetmiştir. Her ne kadar namaz tesbihatı Peygamberimizin (a.s.m.) zamanında cemaat halinde toplu olarak yapılmamış olsa dahi, daha sonraki müçtehid imamlar zamanından itibaren her namaz kılanın rahatlıkla yapabilmesi ve zikrin sevabından mahrum kalmaması için cemaat halinde yapılmasının daha faydalı olacağı esas olarak benimsenmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Namaz tesbihatı hakkında bilgi verir misiniz? Namaz sonunda tesbihatın nasıl yapılacağı, hangi duâ ve tesbihlerin okunacağı neye dayanmaktadır?..

- Bid'at konusunda bilgi verir misiniz?..

56 Cahiliye devrinde kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi neden kaynaklanıyordu? Bunun belli bir sınır mı vardı; her kız çocuğu gömülmüyor muydu?

Her kız çocuğu gömülmüyordu. Vicdanı elvermeyenler gömmüyolardı çocuklarını. Ancak bu kimseler de, kızı olduğu için toplumda boynu bükük geziyor, herkesten utanıyorlardı.

Kız çocuklarının ilk olarak ne zaman gömüldüğü tarih kitaplarında geçmemektedir. Cahiliyede kız çocuklarının diri diri gömülmesi "Kız Çocuklarını Diri Diri Gömme" sözcüğüyle ifade ediliyor.

Onlar bunu, namuslarını korumak veya ar telakki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı. Cahiliye devrinde, belli yörelerde ve toplumun belli kesimlerinde dünyaya gelen kız çocukları büyük çoğunluğu itibariyle diri diri toprağa gömülürdü.

Bu vahşice âdeti, kimileri tuhaf bir cahiliye gayretiyle, kimileri geçim sıkıntısı sevkiyle, kimileri de servet ve sâmânlarının, kızları vasıtasıyla başkalarının eline geçeceği endişesi ve kabile hırsıyla yapıyorlardı.

Hangi sebebe istinâd ettirilirse ettirilsin, hangi sâikle yapılırsa yapılsın, bu bir vahşetti ve mutlaka önlenmeliydi, önlendi de... Ve önlenme istikâmetinde Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahîhada bir hayli emir, saadet nüzûl ve şeref südûr oldu...

57 Peygamber Efendimizin, Esma bint Mervan'ı beş çocuğu varken, birisi veya bir kaçı süt emme çağındayken öldürttüğü doğru mudur?

İbn Hişam ve İbn Kesir gibi tarihçiler, bu hadiseyi eserlerinde anlatmışlardır. (bk. İbn Hişam, Siret, 2/636-37; İbn Kesir, es-Siretu’n-Nebeviye,4/438). Beş erkek çocuğunun olduğunu söylemişler, “süt emer” durumda olduklarından söz etmemiştir.

Verilen bilgilere göre olayın nedeni ve sonucu şöyledir:

Esma bint Mervan isminde bir kadın, söylediği şiirlerle İslâmiyeti, Müslümanları ayıplar, Peygamberimiz aleyhissalatü vesselam aleyhinde kışkırtmalarda bulunmaktan geri durmazdı. Hatta Peygamberimizi (asm) öldürmeye de teşvik eder, onu incitir, üzer dururdu. 

Nitekim bir şiirinde içini ve içinde taşıdığı niyeti şöyle açığa vuruyordu:

"Düşman üzerine seğirterek birbirinizle yarışırcasına yürüyünüz Malik, Nebit, Avf oğulları!
Düşman üzerine seğirterek birbirinizle yarışırcasına yürüyünüz Hazrec oğulları!
Sizler, sizden olmayan, yanınıza gelen bir kimseye itaat ettiniz, boyun eğdiniz ki, o ne Mudar'dandır ne de Mezhic'dendir!
Başları kestikten sonra, hâlâ ondan pişmiş çorba umulduğu gibi umuyorsunuz! Ondan bir şey uman aldanır, umudundan kesilir."

Esma, bu ve buna benzer şiirleriyle, İslam’a, Hz. Peygamber (a.s.m)’e ve Müslümanlara hakaretler etmekle kalmıyordu. Ayrıca, Medine ve çevresinde bulunan kabileleri Peygamber Efendimizi (asm) öldürmeleri için teşvik ediyordu.

Onun bu tahkirlerini işiten Resulullah (a.s.m), “Bu kadının hakkından gelen yok mu?” dedi. Bu sözünü işiten ve o kadınla aynı kabileye mensup olan Umeyr b. Adî el-Hatmî, hemen harekete geçti ve bir şekilde kadını öldürdü. Sonra dönüp Resulullah (a.s.m.)’a bunu haber verdiğinde, “Ya Umeyr! Sen Allah’a ve Resulüne yardım ettin.” diye buyurdu. Umeyr “Yaptığım bu işten ötürü bana bir sorumluluk var mı?” diye sorduğunda (burada süt emen çocuklarından söz edilmemektedir), Efendimiz (a.s.m) “Onun için iki keçi bile tokuşmaz / toslaşmaz.” buyurdu.

Bundan da anlaşılıyor ki, Umeyr, onu öldürmekten dolayı manevî bir sorumluluk hissetmiyor, “bu kadın yüzünden kabileler arasında çıkacak bir kavgaya sebebiyet verdiğinden dolayı” bir sorumluluktan söz ediyor. Efendimiz (a.s.m) “Onun için iki keçi bile tokuşmaz / toslaşmaz.”  sözleriyle, bu kadın yüzünden hiç kimsenin kavga etmeyeceğini belirtiyor ve Umeyr’i rahatlatıyor.

Nitekim, Umeyr, bu mesajı aldıktan sonra kavmine / kabilesine dönmüş ve kadını kendisinin öldürdüğünü çekinmeden söylemiş ve “Hepiniz sırt sırta verin, elinizden ne geliyorsa ardınıza koymayın.” diyerek âdeta meydan okumuştur. Beni Hatme kabilesinde ilk defa İslam’ın izzeti görülmüş ve bunu gören pek çok kişi İslam’a girmiştir.(bk. a.g.y).

Demek bu kadının öldürülmesi birçok kimsenin samimi olarak Müslüman olmasına vesile olmuştur. İşte o gün, İslâmiyet Hatma oğulları yurdunda açıklığa kavuşmuş ve yaygınlaşmıştır. Çünkü Müslüman oldukları halde, kavim ve kabilelerinden korkarak Müslümanlıklarını gizleyenler vardı. O gün onlar da ortaya çıkabildiler ve Müslüman olduklarını açıklayabildiler.

“Görelim Mevla neyler neylerse güzel eyler...”

Not: Böyle bir uygulama devlet başkanının izniyle ve emriyle olabilir. Kişi kendi başına böyle bir karar alarak İslamiyete zarar veriyor diye istediğini öldüremez. Eğer devlet başkanının izni olmadan yapılırsa cinayet olur.

58 İmam Gazali'nin eserinde zayıf hadis var?

İhya-u Ulumiddin, bir irşat kitabıdır. Hadis âlimlerine göre, İslam ahkâmıyla ilgili hadislerin sahih olması gerekir. Ancak amellerin faziletleriyle ilgili olan hadisler zayıf da olabilir. İmam Ahmed b. Hanbel bu konuda şunları söylüyor:

"Biz ahkâmla ilgili hadisleri kaydederken elimizi sıkı tutar, sık dokuruz. Amellerin faziletleriyle ilgili olunca, ellerimizi biraz gevşek tutarız."

Bu sebeple, İhya hadislerinin zafiyetini bahane ederek İmam Gazali’ye hücum edenler çok büyük bir yanlışlık içindedir. Sadece İhya’da değil, İmam Rabbanî’nin Mektubat'ında, Abdülkadir Geylanî’nin Gunye'sinde, Tefsirlerde, Risale-i Nur’da bu tür zayıf hadisler vardır ve bu husus, hiçbir zaman bu eserlerin kıymetini düşürmez.

Kütüb-ü Sitte de bile zayıf hadislere yer verilmişken, bu tür hüküm koymayan irşat kitaplarında bu çeşit hadislerin varlığı normal karşılanmalıdır. Kaldı ki, Aliyu’l-Kari, Aclunî Ve Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, her zayıf hadisin manası da yanlıştır, demek değildir. Hatta aynı metni ihtiva eden hadislerden biri -senedinden dolayı- zayıf kabul edilirken, diğer varyantı sahih kabul edilmektedir.

Bir müctehit, eserine aldığı ve ondan hüküm çıkardığı bir hadisi, o konuda geçerli kabul ediyor demektir. Bu açıdan İmam Gazali de eserine aldığı her hadise onay veriyor anlamına gelir. Başkasının o hadis hakkında fikir beyan etmesi, Gazali'nin hadis ile ilgili içtihadını yok etmez.

Ayrıca İmam Gazali gibi bir müçtehit, eserine uydurma bir rivayeti asla almaz.

59 İdrisi Bitlisi kimdir?

Mevlana Hüsameddin Ali-ül Bitlisi’nin oğlu, Ebul Fadl Mehmet Efendi'nin babasıdır. Bitlis’te doğmuştur. Bundan dolayı kendisine “İdris-i Bitlisî” veya “Bitlisli İdris” denir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, 1452 - 1457 tarihleri arasında doğduğu tahmin edilmektedir.

Esas ismi İdris’tir. Tam künyesi; Mevlana Hakimeddin İdris Mevlana Hüsameddin Ali-ül Bitlisi’dir. Kendileri Mevlana - Hakimeddin lakaplarıyla anılmış, bazı kaynaklarda ise Kemaleddin lakabı kullanılmıştır. Babası gibi bir süre Akkoyunlu Devleti'ne hizmet etmiştir. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın vefatı üzerine Oğlu Yakup Bey, 1478 tarihinde hükümdar olarak Akkoyunlu tahtına oturmuştur. Bu tarihten hemen sonra Mevlana İdris, Yakup Bey'in sarayına divan katibi olarak girmiştir. Yakup Bey'le beraber yanında Azerbaycan’dan Erran’a kadar bir seyahat yapmış ve “Risâle-i Hazâniyye” isimli eserini yazmıştır. Bu eser, bu seyahatle ilgilidir.

Mevlana İdris, Akkoyunlu sarayında hükümdar çocuklarına lalalık yapmıştır. Bu durumdan dolayı Hoca Saadettin, İdris-i Bitlisi’yi “Kutlu Müderris” olarak övmüştür. Osmanlı Sultanı II. Bayezid 1485 yılında Memluklulara karşı büyük bir başarı elde etmişti. Bu başarısından dolayı Akkoyunlu Hükümdarı Yakup Bey, II. Bayezid’e bir tebrikname göndermiş ve İdris-i Bitlisi’nin kaleme almasını istemiştir. Mevlana İdris yazdığı bu tebriknamede her türlü edebi ve diplomatik hüneri göstermiştir. Bu olaydan sonra İdris-i Bitlisi, hem Yakup Beyin ve hem de II. Bayezid’in sevgi ve büyük teveccühlerini kazanmıştır.

Daha önce yazdığı tebrik-nameden etkilenen II. Bayezid, Mevlana İdris-i sarayına davet etmişti. Şah İsmail’in bu hareketlerinden hoşlanmayan İdris, daha önce aldığı davete icap ederek İstanbul’a, II. Bayezid’in yanına gitmeye karar vermiştir. Tebriz’den ayrılıp Osmanlı sarayına gelen İdris’i, Sultan II. Bayezid çok güzel bir şekilde saygı ve hürmetle karşılamıştır. Kendilerini sarayına almış, hediyeler vererek maaş bağlamıştır.

Yavuz Dönemi, İdris-i Bitlisi’nin en çok rağbet gördüğü dönemdir. İdris-i Bitlisi bu dönemde Osmanlı siyasetinde aktif bir rol üstlenmiştir. 1514 yılında Yavuz Sultan Selim ile beraber Şah İsmail’e karşı Çaldıran Savaşına katılmış, hatta savaştan sonra Tebriz’de bir süre daha kalarak halkı Osmanlı yönetimine bağlamaya çalışmıştır. Tebriz’deki Ulu Cami'de halka vaiz ve nasihatlerde bulunmuş, Tebriz’de kurulan karakol ve gözlemci kuvvetlere komutanlık yapmıştır.

Çaldıran Savaşı'ndan sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu vilayetlerinin Osmanlı yönetimine geçmesi için görevlendirilmiştir. İdris’in buradaki başarılardan dolayı Yavuz Sultan Selim, Bitlisli İdris’i mükafatlandırmıştır. Kendilerine bir ferman göndererek, Diyarbakır bölgesini kendisine vermiş, ayrıca 1516 yılında Yavuz tarafından ihdas edilen ve merkezi Diyarbakır olan Arap Kazaskerliği rütbesiyle İdrisi ödüllendirmiştir. Böylece Bitlisli İdris, Osmanlı'nın en büyük rütbesi olan Kazaskerlik rütbesi ile taltif edilmiştir. Bununla Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun yönetimi İdris-i Bitlis-i’ye verilmiştir.

İdris-i Bitlisi bu işlerle de yetinmeyerek, Yavuz Sultan Selim’in Memlûklular'e karşı verdiği siyasette de başarılar elde etmiştir. Öncelikle Musul ve Urfa’nın Memlûklular'dan alınarak Osmanlı topraklarına katılmasını sağlamıştır. Daha sonra Yavuz Sultan Selim’in Suriye ve Mısır seferlerine katılarak 1516 ve 1517 yıllarındaki Ridaniye ve Mercidabık Savaşlarına Sultan ile beraber katılmıştır. Mısır’ın fethinden sonra bu ülkenin nasıl idare edileceği hususunda görüşlerini Yavuz’a anlatmış ve Yavuz tarafından takdirle karşılanmıştır. Nitekim Mısır’ın idare edilmesinde İdris’in görüşleri temel alınmıştır.

İdris-i Bitlisi, yirmi yıldan fazla bir süre Osmanlı Devleti'ne hizmet etmiştir. Mevlana İdris-i Bitlisi, ömrünün son yıllarını İstanbul’da ilmi çalışmalara ve eser yazmaya ayırmıştır. 12 Kasım 1520 yılında İstanbul’da, Yavuz Sultan Selim’in vefatından kısa bir süre sonra hakkın rahmetine kavuşmuştur. Bütün kaynaklar ölüm yerinin İstanbul olduğunda birleşmiş, ancak ölüm tarihi hakkında farklı tarihler ileri sürmüşlerdir. Mevlana İdris-i Bitlisi’nin 65 - 70 yıl yaşadığı sanılmaktadır. İdris-i Bitlisi’nin mezarı, bugünkü Eyüp semtinde kendi adıyla anılan “İdris Köşkü” ve "İdris Çeşmesi” denilen yerde muhterem hanımları Zeynep Hatun tarafından vakfederek yaptırdığı mescidin bahçesindedir.

Ömrü eser yazmakla geçen Mevlana İdris-i Bitlisi’nin bilinen eserleri şunlardır:

1. Heşt Behişt
2. Selim - Name:
3. Risâle-i Hazâniyye
4. Risâletü’l-İbâ an Mevâki’i’l-Vebâ
5. Tercüme-i Hayâtü’l-Hayavan
6. Risâle-i Bahâriyye Yâ Râbi’a’l-Ebrar:
7. Risâle-i fi’n-Nefs
8. Şerh-i Haşiye-i Tecrid
9.  Münâzara-i Işk bâ Akl
10. Râfizilere Reddiye
11. Kenzü’l-Hafi fi Beyâni Makamati’s-Sûf
12. Mir’ât’l - Uşşak
13. Tuhfe-i Dergâh-ı Âli
14. Şerhu Fusûsi’l-Hikem
15. Hakku’l-Musin fi Şedhi Hakki’l-Yakin
16. Şerhu’l-Hamriyye
17. Şerh-i Manzume-i Gülşen-i Raz
18. Kanun-i Şahenşâh
19. Mir’atü’l-Cemal
20. Münâzarâtü’s-Savm ve’l-İyd
21. Tercüme ve Tefsir-i Hadis-i Erba’in
22. Şerhu Esrâri’s-Savm min Şerhi Esrâri’l-İbadin
23. Risâle Der İbâhat-ı Ağâni
24. Tercüme ve Nazm-ı Hadis-i Erba’in
25. Hâşiye alâ Tefsir-i Beyzâvi
26. Kasâid ve Münşa’ât ve Müraselât
27. Mecmu’a-ı Münşa’ât
28. El-Münşa’ât.

60 Mevlana, Moğollara yönelik neden cihad etmemiştir?

Mevlana, İslam düşüncesine Mesnevi ile önemli bir açılım getirmiştir. Şems-i Tebrizi ile tanışması, O’nun düşünce dünyasında önemli bir inkılaba sebep olmuş, kendine has bir sufi çizgi oluşturmasında baş rol oynamıştır. Mevlana’nın Mesnevi yazımını başlatmak üzere Konya’ya gelişi, sosyolojik olduğu kadar ontolojiktir de. Hz. Meryem’in Hz. İsa (as)’ı doğurmak için kendine Doğu tarafında farklı bir yer bulması gibi, Mevlana’nın Mesnevi’yi doğurmak için yerleşecek toprak / mekan arayışı içinde olması, işin ontolojik anlamıyla ilgilidir.

Olayın siyasi ve sosyolojik tarafı ise Moğollarla ilgilidir. Doğuda meydana gelen Moğol tehlikesi ve bu bağlamda gelişen siyasi kavga ve karmaşa İslam toplumunun birliğini ve siyasi gücünü ciddi olarak tehdit etmekteydi. Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled, Celaleddin’ini Moğol fitnesinden uzak tutmak ve O’na sükun içinde bir memleket bulmak gayesi ile Belh’den hicret etti. Çünkü baba, nasıl bir oğula sahip olduğunu biliyordu. Baba ile oğlun hicret yolculuğunda önemli bir durağı Şam’dı. Orada İbn-i Arabi ile görüştüler ve bu büyük sufi, babasının peşinden yürüyen küçük Mevlana için “Bir gölün peşinden bir derya yürüyor.” tesbitinde bulunmuştur.

Mevlana için en son durak Konya oldu. Bu, aynı zamanda Moğollardan salim olunacak yerin Konya olduğunun bir işaretidir.

Moğol saldırılarının Selçukluyu da sarsacağı belliydi. Selçuklular, Moğollar karşısında esaslı bir yenilgi almışlardı. Çaresizlik ve siyasi kaos, savaş imkanlarını tüketmişti. Mevlana için Moğol yıkımını daha da ileriye taşıtmamak için tek bir yol kalmıştı; cihad-ı ekber (nefse ve ene’ye karşı cihad) yolu. Çünkü Moğol fitnesi, siyaseten tükettiği Müslümanları, iman damarından vurmak ve ana damarı koparmak için son kaleyi de yıkmış, kendisine bir yol açmıştır. Moğolları bu yoldan yürütmemek, Konya’da Mevlana’ya düşmüştür. Kılıcın çözemediği yerde imdada hicret ve cihad-ı ekber yetişmiştir.

Belh’den Konya’ya hicretini gerçekleştiren Mevlana, Konya’da da cihad- ekberi(ruhi mücadele) tatbik ederek Moğol sorununu çözmüştür. Moğolları vahşete sürükleyen benlik ve nefs hastalığına Hz. İsa (as) gibi Ruh kılıcı  ile çare olmuştur. Nefsin karşısına Ruh ile çıkmıştır. Bunun sonucu olarak Moğollar yakıp yıkma güçlerini kaybettikleri gibi, bir çoğu da Müslüman olmuştur. Bu bir anlamda , Moğolların Müslümanların eline tutuşturdukları silahı (mücadele yöntemini) Mevlana’nın Müslümanlara kullandırmaması demektir. Düşman  böylece kendi istediği gibi karşı koyma eyleminde bulunmayan Müslümanlar karşısında eli boş kalmış,  çaresiz duruma düşmüş ve Anadolu’yu terk edip gitmek zorunda kalmıştır. Yani Mevlana, Moğolların açtığı kulvarda koşmamıştır. Mevlana, oyuna gelmemiştir.

Allah Rasülü (asm), Hudeybiye’de ne yaptı ise, Mevlana Konya’da onu yapmıştır. Başta bir yenilgi gibi algılanan Allah Rasülü’nün Hudeybiye’deki tavrının, müthiş bir zafer doğuracağını kim bilebilirdi ki? Mevlana’nın Konya’daki siyasi davranışı da büyük bir zafer doğurmuştur. O tavırdan bir Osmanlı doğmuştur. Bu gün bile Anadolu, Müslüman kalabilmişse bunu Mevlana’ya borçludur.

Kendi yenilgilerine zafer süsü veren pozitivist İslamcılardan, Mevlana’nın o büyük taktik, strateji ve zaferinin ruhunu anlayabilmelerini beklemek herhalde çılgınca bir davranış olurdu. 

(Sait Mermer)
* * *
NOT: “Müceddidlik, Manevi Cihad ve Mevlana” isimli şu makaleyi de okumanızı önemle tavsiye ederiz.

MÜCEDDİDLİK, MANEVİ CİHAD VE MEVLANA

Mevlana Hazretlerine olan ilgi yurtiçinde ve yurtdışında her geçen gün daha da artmaktadır. Özellikle UNESCO’nun 2007 yılını Dünya Mevlana Yılı ilan etmesinden sonra, Türkiye’de ve dünyada Mevlana konulu anma programları, sanat etkinlikleri ve

ayınlarda çok ciddi bir artış meydana geldi. Artık Mevlana hakkında çok şey yazılıyor, çok şey söyleniyor, makaleler, dergiler, kitaplar, CD, VCD ler yayınlanıyor, tiyatrolar, orotoryolar, müzikaller, filmler, çizgi filmler sunuluyor, sema gösterileri düzenleniyor.

Ancak pek çoğu ruhsuz ve samimiyetsiz olan ve sırf “yapılmış olmak için yapıldığı” intibaını uyandıran bu faaliyet ve yayınlarda, bilinçli veya bilinçsiz olarak çoğu zaman Hz. Mevlananın yanlış tanıtıldığına, yaşadığı asrın müceddidi olan ve dini sahada çok büyük hizmetler ifa eden büyük maneviyat sultanının, sanki bir folklorik değermiş gibi özden ziyade şekil ile nazar-ı dikkatlere sunulduğuna şahit oluyoruz…

Sanki herkes gerçek Mevlana’yı değil de kendi işine yarayacak olan, hayal ettiği, kendi arzusu istikametindeki bir Mevlana’yı tanıtmaya çalışı yor. Öyle ki çoğu zaman O’un manevi şahsiyeti, manevi bir kutup ve evliyaullahın büyüklerinden olduğu, büyük bir İslam alimi, müctehid ve asrının müceddidi olduğu, hayatını sünnet-i seniyye dairesinde ve Kurana hizmet amacıyla yaşadığı gerçekleri görmezlikten gelinmekte ve nazarlardan saklanmaktadır.

Hatta öyle yanlış anlayışlarla karşılaşıyoruz ki; Hz. Pir’in bazen dinler üstü hümanist bir şair, bazen sanat düşkünü bir musikişinast, bazen haşa Şamanizmden izler taşıyan ve islamın temel esaslarını değiştirmeye çalışan bir reformist, bazen aşk ile özdeşleşen Ortadoğulu bir edebiyat dahisi, bazen eski yunan felsefesinden etkilenmiş zeki bir filozof ve gönül adamı, bazen bir Moğol ajanı, bazen de Türklükle ilgisi olmayan ve eserlerini Farsça yazan Farisi(İranlı) bir düşünür olarak lanse edilmeye çalışıldığını görüyoruz.

Mevlana’yı Anlayamamak

Merhum Osman Yüksel Serdengeçti, Mevlana’dan söz etmeyi “Denizi bardakla boşaltmaya” çalışmaya benzetir ve “O bir umman, O bir derya… Biz Onun aciz hayranları, birer damlayız.” der.(1)

Denizi bardakla boşaltamayacağımız gibi, büyüklerin hal ve meziyetlerini de anlatmakla bitiremeyiz. Onların muhteşem hayatlarını, hizmetlerini ve manevi makamlarını tasvir etmekte kalem ve kelam yetersiz kalır.

Büyükler hakkında söz söylemek, onları anlatmaya, tanıtmaya çalışmak bir su damlası veya kırık bir cam parçasındaki yansımasına bakıp güneş hakkında hüküm vermeye benzer. Koca güneşin evsaf ve azametini bir cam parçacığındaki ışıltıda bulmak mümkün olamaya cağı gibi, yüce mertebelerdeki maneviyat sultanlarının nurunu, yıldız böceğinin sönük ışıltısı derecesinde olan kafa ve akıl fenerimizle ihata ve idrak edebilmemizde mümkün olamaz. Zira büyüklerin halinden ancak büyük olanlar anlar; onların kadir ve kıymetini onları ihata edebilenler bilir. Onları, ancak kendileri gibi manevi makamı, ilim ve ihatası yüksekte olanlar anlayabilir. Aksi halde tüm anlama iddiaları kısır, tüm anlatma ve tanıtma teşebbüsleri noksan kalır.

Onun için bazıları Mevlana’yı tanıtırken, gerçek Mevlana’yı değil, sadece kendi kafalarında ki Mevlana imajını anlatmaktadırlar. Mevlana’yı anladığını iddia eden bu kişiler, cam parçasındaki yansımasını asıl güneştir sanarak, güneşi, yansıyan o ışıltısı seviyesine indirgeyerek, küçülterek tasvir etmeye, anlatmaya çalışıyorlar. Çoğu zaman Mevlana’nın azametine perde olduklarının, küçülttüklerinin farkında olmadan yapıyorlar bunu. Adeta cam parçasındaki yansımasına bakıp, işte güneş budur diyorlar. Bu noksan algılayış nedeniyle, Hz. Mevlana’nın genellikle doğru anlaşılamadığını ve yanlış tanıtıldığını görüyoruz.

Hz. Mevlana’yı tanımaya çalışırken, göz önüne almamız gereken en önemli bir husus: O’nun “Kur’anın sadık bir talebesi ve hizmetkarı, Hz. Peygamberin (s.a.v.) varisi ve talebesi” olduğu gerçeği dikkate alınarak anlamaya çalışılması gerektiğidir. Zira Üstad Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, “her şeye manay-ı ismi ve manay-ı harfi olmak üzere iki cihetten bakılabilir. Manay-ı ismi cihetinden bakmak; kendi nefsine, maddi ve fani cihetine nazar etmektir. Bu cihetten bakınca Mevlana sadece hümanist bir filozof, usta bir şair, aşk ve sevgi sembolü bir edebiyatçı veya sanatkar bir musikişinast olarak algılanabilir. Manay-ı harfi ise, bir şeyin sahibine, sanatkarına, yaratılış gayesine bakan cihetine nazar etmektir. Yani Mevlana’ya Allah namına ve Resulullah hesabına bakmaktır. Bu cihetten bakınca Hz. Mevlana, Kur’anın sadık bir hizmetkarı, Sünnet-i Seniyye’nin ihyasına çalışan bir peygamber varisi, büyük bir İslam alimi, bir maneviyat sultanı ve asrının müceddidi olarak anlaşılır.

Biz, Mevlana Hazretleri ve eserleri konusunda uzman ve yeterli malumat sahibi olmamakla birlikte bu çalışmamız ile, yanlış anlamalara ve yanlış tanıtmalara dikkat çekerek, onun nasıl anlaşılması gerektiğine vurgu yapmaya ve bir nebze de olsa Hz. Mevlana misyonuna hizmet etmeye çalışacağız.

Müceddidlik Müessesesi

Hz. Mevlana’nın şahsiyetini, misyonunu ve tarih içerisindeki fonksiyonunu anlayabilmek için müceddidlik müessesesinin ne olduğunu bilmek ve konuya bu açıdan bakmak gerekir. Onun için müceddidlik müessesesine kısaca göz atmakta fayda görüyoruz.

Müceddid kelimesi, lügatta yenileyen, yeni bir şekil veren, yeniden güçlendiren anlamlarına gelmektedir. Istılahta ise, Peygamberimizin sünneti terk edilip bid'atlar yayılınca insanlara yeniden dinlerini öğreten ve bu bid'atleri bertaraf etmeye çalışan İslâm bilgini demektir. Gramer yönünden "Cedde" fiilinden ism-i faildir.

“Cenab-ı Allah, insanlara doğru yolu göstermek için ihtiyaç nisbetinde onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerin sonuncusu Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir. Diğer ümmetlerde olduğu gibi Peygamberimizin ümmeti arasında da zamanla bid'at ve hurafeler baş gösterebilir ve bunun neticesinde müslümanlar dinden ve peygamberimizin sünnetinden uzaklaşmakla karşı karşıya gelebilirler. Ayrıca her gün değişen hayat şartları ve ilerleyen teknikle birlikte birtakım yeni meseleler ortaya çıkar ve bunlara dinî açıdan bir hüküm verme ihtiyacı doğar.

Toplum içinde çıkan bid'atlere karşı koyacak, dine yapılan saldırılar karşısında dini savunacak, yeni meselelere bir çözüm bulabilecek ve müslümanlara yeniden dinlerini öğretip onları yönlendirecek şahsiyetlere de bu ölçüde ihtiyaç hissedilir ki, peygamberlik müessesesi sona erdiğinden ve bundan sonra artık peygamber gelmeyeceğinden bu görev Peygamberimizin ümmetinden çıkan âlimlere düşmektedir. Bu âlimlere dinî literatürde "müceddid" denilmektedir.”(2) “Geçen zaman içinde kasıtlı ve kötü niyetli kimseler birtakım yanlış inançları, hurafe ve âdetleri İslamın içine sokmaya çalışırlar, bir süre sonra da bu yanlışlar toplumun bazı kesimleri tarafından kabul görür, yayılma ve uygulama alanı bulur. Gün geçtikçe de İslamın ve imanın bazı esaslarını zedelemeye, Peygamberimizin bazı sünnetlerini unutturmaya ve terk ettirmeye kadar götürür. Böylece Müslümanlar bilmeden dinlerine ayıkırı birtakım inançları taşırken, yapa yapa alışkanlık haline getirdikleri hurafe ve bid’atlardan vaz geçemez olurlar.

İşte İslamın zayıfladığı, bid’atların her tarafı sardığı, Müslümanların kendi dinlerinden uzaklaşmaya başladığı, İslama hücumların arttığı böyle bir zamanda Cenab-ı Hak, dini yenileyecek ve güçlendirecek, içine sokulan bid’at ve yanlışlıkları temizleyecek ve savunmasız kalan İslamı savunacak bir müceddid gönderir.

Hadiste Peygamberimiz (asm)'in dile getirdiği gibi, "Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir.”(3)

İslâm alimlerinden bazıları hadiste yer alan “men yüceddidü / dinî işlerini yenileyecek bir müceddid” sözünden maksat bir zatdır demiş; bazıları ise bundan maksat bir kişi değil, maksat bir cemaat, bir kadrodur görüşünü ileri sürmüşlerdir. “Hadisin bazı rivayetlerinde, gönderilecek müceddidin, Rasulûllah'ın temiz sülalesinden olacağı bildirilmiştir. Ayrıca gelecek müceddidin bir değil birkaç olacağını söyleyenler de vardır.”(4)

Tecdîd işinin çeşitli şubeleri vardır:

“Müceddidin, içinde yaşadığı muhite ait hastalıkları doğru bir şekilde teşhis etmesi gerekir. Müceddid, topluma yönelik ıslah çareleri bulmalı; yani cemiyet üzerinde câhiliyyetin galebesini yok edip İslâm'ın sosyal hayata girme imkânını hazırlamalıdır. Müceddidin fikri ve nazari bir inkılap meydana getirmek için çalışması; yani insanların düşüncesini, inançlarını, duygularını, ahlâk görüşlerinin yönünü İslâm'a uygun bir hale getirmesi, eğitim ve öğretim sistemini ıslah etmesi, İslâm ilim ve sanatlarını ihya etmesi... Özetle yeniden saf İslâm ruh ve düşüncesini diriltmesi, onun en temel işlerindendir. Müceddid amelî ıslah hareketini ele almalı, câhiliyye âdet ve geleneklerini iptal etmeli, ahlâkı temizleyip yükselterek, islâmî manâda lider olacak kişileri yetiştirmelidir.”(5)

“Müceddidin ana görevi, sarsılan Tevhid inancını yeniden onarmaktır. Müceddidlerin hemen hepsinin Tevhid öncelikli vazifelerle geldiklerini görüyoruz. Çünkü Tevhid dini için, Tevhîd esasının ve inancının sağlamlığı önemli bir husûsiyettir. Müceddidler çağlarındaki dinin yıpratılma çabalarının ağırlığına göre bazen kalbî bir yol açarak tasavvuf sâhasında; bazen akıl, ilim ve hikmet yoluyla fıkıh veya kelâm sahasında tecdid ve içtihad vazîfelerini yürütmüşlerdir.

Kendilerinden önceki müceddidin fikirlerini tasdik ve teyid etmekle berâber, İslâmiyetin farklı bir yönünü keşfetmişler, Kur’ân’ı ve hadisleri yeni bir anlayışla yorumlamışlardır.(6)

“Mücedditlerin kimler olduğu hususunda ittifaklar olduğu gibi ihtilaflar da vardır. Her meslek ve meşrep sahibi, meseleye kendi zaviyesinden baktığı için, farklı şahısları müceddid olarak görebiliyor. Hatta aynı dönemde olup, farklı alanlarda müceddidlik yapanlar da olmuştur. Bu yüzden net bir isim sıralaması vermek zordur.

Peygamber Efendimiz’in (asm) verdiği, herbir asırda bir müceddid-i din geleceği haberine, Üstad Bediüzzaman’ın nazarıyla yaklaşmak, en sağlıklı yoldur. Yani müceddidler herbir asırda, herbir meslekte, herbir meşrepte, herbir ilim dalında ve herbir memlekette ayrı ayrı değerlendirilmeli, sayıları kesinlikle sınırlandırılmamalıdır. Ancak herbir dalda ve sahada numune göstermek mümkündür. Mesela; siyasette Ömer İbn-i Abdülaziz müceddid olduğu gibi, fıkıhta; İmam-ı Azam Ebû Hanîfe, İmam-ı Şâfiî, Ahmed bin Hanbel, İmam-ı Mâlik(ra), tasavvufta; Ma’ruf-u Kerhî, Bâyezıd-ı Bistâmî, Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Bahaeddin Nakşibend, Şemseddin-i Tebrizî, Mevlânâ Câmî, Mevlânâ Halid Bağdâdî, ahlâkta; Ahmed Yesevî, Şeyh Edebâlî, hadiste; Celaleddin-i Süyûtî, İmam-ı Buhârî, İmam-ı Müslim, Tirmizî, feyz, hârikalar ve kerâmetlerde; Gavs-ı Azam Abdülkadir-i Geylânî, Ahmed er-Rüfâî, gizli sırların keşfinde Hüccetü’l-İslâm; İmam-ı Gazâlî, tarîkat ve akaidin inceliklerinde ve mertebelerinde; İmam-ı Rabbânî ve nihâyet asrımızda îman hakîkatlarının keşif, tahkîk ve hakka’l-yakîn sûretinde görülüp anlatılmasında; Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerinin müceddid -i din olduğunda şüphe yoktur. Bu sayılanların dışında da, hiç şüphesiz burada yer veremeyeceğimiz kadar, fakat başımızın tâcı bulunan çok sayıda müceddid gelmiş ve görev yapmıştır. Müceddidlerin hepsi velayet-i Kübra olan sahabe mesleğinde gitmişlerdir.”(7)

Mevlana’nın Yaşadığı Devrin Özellikleri

Mevlana Hazretleri’nin müceddidlik misyonunu ve tecdid hizmetlerinin mahiyetini anlayabilmek için, onun yaşadığı devri bilmek ve çok iyi tahlil etmek; ferdi ve içtimai hayattaki tahribatı ve ruh ve gönüllerde yapılması gereken manevi tamiratı, yani hizmet ihtiyacını doğru tespit etmek gerekir. Çünkü hadiseler, ancak kendi tarihi ve sosyal şartları içerisinde değerlendirilirse doğru sonuçlara ulaştırabilir. Tavır ve faaliyetlerin arka planındaki sosyo-kültürel şartları dikkate almaksızın doğru tespitler yapmak mümkün olamaz.

Mevlana Hazretleri’nin yaşadığı On üçüncü yüzyılda Anadolu’nun genel durumuna bakar sak, savaşlar, katliamlar, anarşi, kargaşa, yokluk, kıtlık ve zulmün hüküm sürdüğü bir manzara ile karşılaşırız.

Müslüman Türk’ün Anadolu toprakları ile tanışmasının daha Malazgirt Savaşı öncesinde başladığını görüyoruz. Selçuklu akıncıları Anadolu içlerine akınlar düzenliyorlar, kendilerine yurt tutup yerleşiyorlar.

Türkistan’dan gelen Alperenler, maneviyat sultanları da Anadolu’da köy köy, şehir şehir dolaşıp, yerli halka İslam’ı anlatmaya ve İslam’ı yaymaya çalışıyorlardı.

1071 Malazgirt Zaferi ile Bizans ordusunun ağır bir mağlubiyete uğraması üzerine Anadolu’da Müslüman Türkün ilerlemesini engelleyecek hiçbir ciddi güç kalmadı. Malazgirt Zaferinden sonra pek çok Müslüman Selçuklu Beyi, Anadolu’da fetihlere giriştiler ve fethettikleri yerleri yurt edindiler.

Selçuklu Beylerinden Kutalmışoğlu Süleyman Şah 1075’de İznik başkent olmak üzere Anadolu Selçuklu Devletini kurdu. 1077’de ise Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah ve Abbasi Halifesi, Süleyman Şah’ı “Anadolu Hükümdarı” olarak tanıdılar.(8)

Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Türkistan’dan gelerek Anadolu’ya yerleşen Türklerden güçlü bir ordu kurarak fetihlere girişti ve Anadolu’daki şehirleri birer birer fethetmeye başladı.

Ordusunun çoğunluğu devşirmelerden oluşan Büyük Selçuklu Devleti hızla güç kaybedip tarih sahnesinden silinirken, ordusu Müslüman Türklerden oluşan Anadolu Selçuklu Devleti hızla gelişti, askeri, siyasi, iktisadi ve ticari alanda kalkındı.

1157’de Büyük Selçuklu Sultanı Sancar’ın vefatından sonra, Sultan II. Kılıçaslan, Büyük Selçuklu Devletine bağımlı olmaktan kurtuldu. Ancak kısa bir süre sonra başlayan III. Haçlı Seferleri Anadolu’da büyük bir yıkım ve sefalet dönemini başlatmıştır.

Selahaddin Eyyübi tarafından fethedilerek Hıristiyanların elinden kurtarılan Kudüs’ü geri almak için Avrupa devletleri birleşerek III. Haçlı Seferini düzenlediler. Yaklaşık 600.000 kişilik Haçlı Ordusu Anadolu üzerinden geçerek Filistin ’e ve Kudüs’e gitmeye karar verdi.

Haçlı ordusunun ülkesinden geçmesine izin vermeyen II. Kılıçaslan, haçlı ordusu ile savaşa başladı. Çok güçlü haçlı ordusunu yenemeyeceğini bilen Selçuklular, baskınlar düzenleyerek haçlı ordusuna zayiat verdirme ve zayıflatma taktiği takip ettiler. Haçlılara karşı münferit bazı zaferler kazanılmakla birlikte, haçlı ordusu geçtiği yerleri yakıp yıktı, talan etti, halkın elinde malı-mülkü neyi varsa gasbetti. Konya dahil pek çok Selçuklu şehri işgal edilerek talan edildi. Çok yerde Müslüman ahali kılıçtan geçirilerek katledildi. Haçlı seferini fırsat bilen birçok yerli Hıristiyan unsur ayaklandı, isyanlar çıktı.

Haçlı seferi ülkede, bir yandan iktisadi yönden tam bir yıkım meydana getirip halkı sefil ve perişan ederken, öte yandan da siyasi istikrarın bozulmasına yol açtı. Saltanat kavgaları, iktidar mücadeleleri, kargaşa ve iç mücadeleler baş göstermeye başladı. Ancak tüm olumsuzluklara rağmen devlet varlığını sürdürdü.

1200’lü yılların başında Doğuda bir taun felaketi gibi Moğol istilaları yaşanıyordu. Moğollar devrin en güçlü İslam ülkelerinden biri olan Harzemşahlılar devletini yıkmışlar, tüm doğu ülkelerini hızla istila etmişlerdi. Moğollar girdikleri yeri yakıp yıkıyor, ahaliyi katlediyor ve nice mamur şehirleri bir daha yaşanmaz hale getiriyorlardı.

Moğol istilasından kaçan pek çok Türkmen boyu daha güvenli bölge olarak gördükleri Anadolu topraklarına göç etmeye ve buraya yerleşmeye başladılar. Anadolu’ya hicret eden bu Türkmen boylarından bazıları İslam dini ile yeni müşerref olmuşlar, şamanizmin etkisinden tam anlamıyla kurtulamamışlardı. İslami şuura tam sahip olmadıkları için yanlış dini akımlara kolayca kapılabilecek durumdaydılar.

Öte yandan merkezi otoritenin zayıflaması nedeniyle, Anadolu’ya yeni gelen Türkmen boyları memleketin muhtelif yerlerine rasgele yerleşiyorlar, birlik ve beraberlikten uzak, boy boy münferit yaşıyorlardı. Ayrı ayrı yaşadıkları içinde birlik ve beraberliğin kazandıracağı güçten yoksun kalıyorlardı. Onun içinde kolayca zulme uğrayıp, mağdur oluyorlardı.

Orta Asya’dan Anadolu’ya doğru gelen Müslüman Türk muhacereti Anadolu’daki çoğunluğu Rum ve Ermenilerden meydana gelen yerli ahalide ciddi memnuniyetsizlikler meydana getiriyor, sürtüşmeler ve gerginlikler yaşanıyordu. Yerli Rum ve Ermeniler, Türklerin Anadolu’ya yerleşmesini hazmedemiyor, rahatsızlık duyuyor ve fırsat buldukça tepki gösteriyorlardı. Öyle ki bu sürtüşmeler çok ciddi çatışmalar haline gelebiliyordu. Yani Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında uzlaşma, birlikte yaşama ve birbirini kabullenme problemleri yaşanıyordu.

Anadolu Selçuklu Devleti, Sultan Alaaddin Keykubat döneminde iktisadi, ticari, siyasi, içtimai, askeri, ilim, irfan vs. her bakımdan altın çağını yaşadı. Alaaddin Keykubat dönemi dışında münferit bazı dönemlerde de güçlü ve müreffeh devirler yaşandığı oldu. Ancak genel olarak değerlendirildiğinde iç karartıcı manzaralarla karşılaşıyoruz. Devlet hayatında çok ciddi kargaşaların yaşandığını görüyoruz.

Selçuklu şehzadeleri arasında bitmek bilmeyen saltanat ve taht kavgaları, saltanatın sık sık el değiştirmesi, basiretsiz ve dirayetsiz sultanlar, entrika ve ihanetler, beyler arası mücadeleler, yüksek bürokratlar(vezirler, komutanlar, saray görevlileri…) arasındaki rekabet ve dalavereler, iç hesaplaşmalar, arkadan vurmalar… vs. devlet otoritesini zaafa uğratmakta, ülkede anarşi ve kaosa yol açmaktaydı.

Merkezi devlet otoritesinin zayıflamasını fırsat bilen yerel beyler ve eşkıya çeteleri ise halka kan kusturmakta, zorbalıkla yoksul halkın elinde avucundaki varını-yoğunu, malını, mülkünü gasp etmekte halkı zulüm altında inletmekteydi. Halk yoksulluk ve sefalet içerisinde, zalimlerin zulmü altında inlerken, saraydaki şatafat, debdebe ve yaşanan sefahat göz kamaştırıyor ve halkın nefretini celbediyordu. Zulüm, sefalet ve yoksulluk içerisinde perişan olan halk hayatta kalmaya çalışıyor, bir kurtuluş yolu arıyor ve adeta bir kurtarıcı bekliyordu. Bunun içinde, “Denize düşen yılana sarılır” misali refah ve mutluluk vadeden şarlatanlara kolayca aldanıyor, batıl birtakım mezhep, tarikatlara hemen kapılıyor, zehirli fikir akımları kolayca yayılma zemini bulabiliyordu.

Baba İshak hadisesinde olduğu gibi bazı illegal cereyanlar, halkı örgütleyerek devlete isyan ediyor, halkı kandırıp, zihinleri bulandırıp, batıl inançları yaymanın yanı sıra binlerce insanın canından ve malından olmasına yol açıyorlardı. Halkı devlet aleyhinde kışkırtan şarlatanlar, yoksul ve çaresiz insanlara para, mal, mülk ve huzur vaat ederek, ülkenin huzur ve asayişini büsbütün bozuyor, anarşi ve kargaşanın yayılmasına hizmet ediyorlardı. Halkın çaresizliği, perişanlığı ve ümitsizliği ise her geçen gün daha da artıyordu.

Anadolu insanı 1242’den sonra haçlı ordularının maruz bıraktığı yıkımlardan çok daha büyük bir felakete uğradı. Harzemşahlar Devletinin yıktıktan sonra, Anadolu’ya saldırmak için fırsat kollayan Moğollar, Anadolu Selçuklu Devletinin gücünden çekiniyordu. Ancak, Selçuklu Devleti’nin Baba İshak isyanlarını bastırmakta zorlandığını gören Moğollar, Selçuklu Devleti’nin eski gücünün kalmadığını hissederek, cesaretlendiler ve sınır ihlalleri ile yavaş yavaş saldırıya geçtiler.

1243’de Anadolu Selçuklu Devleti’ne saldıran Moğollar, Erzurum, Kars, Sivas, Kayseri gibi o dönemde Anadolu’nun en mamur merkezleri olan şehirleri ciddi bir direnişle karşılaşmadan işgal ettiler ve yakıp yıktılar.

Moğol ve Selçuklu ordularının karşılaştığı Kösedağ’da, Selçuklu ordusu çok utanç verici bir mağlubiyet yaşadı. Selçuklu ordusu, sayıca Moğol ordusundan daha fazla (Selçuklu askeri 80.000, Moğol askeri 40-50.000) olmasına rağmen, Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev korku ve vehme kapılarak savaş alanından kaçmış ve O’nun peşinden askerler de kaçmıştı. Moğollar önce bunu bir harp hilesi sandılar ve günlerce ihtiyatta beklediler.

Bu utanç ve ibret verici tabloyu Prof. Dr. Osman Turan’ın “Selçuklular Zamanında Türkiye” isimli kitabından aynen nakledelim:

“Sabahleyin ordugaha yaklaşan Moğollar otağ ve çadırlarda hiçbir insan göremiyorlardı. Selçukluların bir harp oyunu sanatı karşısında bulunduklarını, bir muharebe taktiği yaptıklarını ve bir pusu kurdukları düşüncesiyle oradan uzak kalmışlar; ancak iki gün sonra ordugaha girebilmişlerdir. Filhakika Moğollar çadırlara girince orada Türklerden tek bir insan göremediler; korkunun şiddetinden hiçbir şey alamadan bütün silahlarını, mallarını, altın ve gümüş hazinelerini olduğu gibi bırakıp kaçtıklarını anladılar. Böylece ilk öncü çarpışmasından sonra hiçbir ciddi savaş ve mukavemet gösterilmeden 3 Temmuz 1243 Cuma günü bu muharebe bitmiş; koca Selçuklu ordusu utanç verici bir mağlubiyete uğramış; hatta muntazam bir geri çekilme kabiliyetini dahi göstermeden, herkes canını kurtarabilme endişesiyle kaçmış ve ordu dağıtılmıştı."

"Moğollar Selçuklu ordugahında hesapsız ganimetler elde ettiler. Sultanın ihtişamlı otağı, emirlerin renkli çadırları, at, katır, deve ve çeşitli silahlardan başka sayısız kumaş, elbise, mefruşat, kıymetli yemek takımları, altın, gümüş ve mücevherat sonsuz idi… 300 deve yükü altın, 3000 hayvan altın ve gümüş eşya yükü. Zırhlarda 40 araba ile taşınıyordu.”(9)

Kösedağ hezimetinden sonra Moğolları Anadolu’da durduracak hiçbir askeri güç kalmadı. Moğol orduları ciddi hiçbir askeri direnişle karşılaşmadan Selçuklu şehirlerini işgal ettiler, yakıp-yıkıp talan ettiler. İşgale uğrayan yerlerde Müslüman ahali hem katledildi hem de mal, mülk, hayvan vs. tüm ekonomik değerleri gasbedildi. Anadolu şehir ve köyleri viraneye döndürüldü, uzun yıllar kapanmayacak derin yaralar açıldı. Savaştan sonra Selçuklu Devleti çok ağır şartlarda haraca bağlanarak, bir çeşit Moğol sömürgesi haline getirildi.

Moğollar, Mevlana Hazretleri’nin manevi ağırlığı karşısında Konya’yı işgal etmekten vazgeçtiler. Ancak, Vezir-i Azam ile Moğollar arasında yapılan anlaşmalar gereğince Konya halkı çok ağır savaş tazminatı ve hediyeler ödemek zorunda kaldı. Bu da savaşlardan bunalan, yoksullaşan halkı daha da fakirleştirdi. Moğol istilası Anadolu’da çok büyük bir yıkım meydana getirdi. Anarşi ve yoksulluk tüm ülkeyi kuşattı. Maneviyat sarsıldı, değerler alt üst oldu. Kaos, kuralsızlık ve zulüm hüküm sürmeye başladı. Yalan, talan, hırsızlık, eşkıyalık çoğaldı. Kuvvetlinin zayıfı ezdiği, hak ve hukukun tanınmadığı, sefaletin kol gezdiği, batıl mezhep ve tarikatların hızla yayıldığı, sevgi, saygı, hoşgörü, merhamet gibi seciyelerin yok olmaya başladığı bir vahşet ortamı doğdu.

Tüm bu olumsuzluklar karşısında, on üçüncü asır Anadolu insanının kararan ufuklarına ışık saçan manevi bir güneş olmuştur Hz. Mevlana… Maddi çöküntü ve manevi kargaşadan bunalmış, yoksulluk ve sefalet içerisinde inleyen, işgal ordularının ve zorbaların zulmü altında yaşama sevinci ve ümitlerini kaybetmiş, insanı insan yapan güzel seciyeleri yıpranmış, sevgi, saygı, hoşgörü, şefkat, merhamet gibi değerlere hasret kalmış Anadolu insanını yeniden hayata bağlayacak, ruh ve gönüllerdeki tahribatı onaracak, manevi hastalıkları tedavi edecek, karamsarlıkları yok edecek, ümit ve moral aşılayacak bir ışık, bir nur olmuştur Hz. Mevlana… Zira on üçüncü asır Anadolu insanının:

- İslam’ı yanlış yorumlayan, bilerek veya bilmeyerek insanları din namına Kur’ân ve sünnetten uzaklaştıran zararlı dini cereyanlara ve batıl inançlara karşı mücadele ederek, Kur’an hakikatleri ve Sünnet-i Seniyye’nin ihyasına ve hayata geçirilmesine hizmet edecek, Allah’a yakınlaştıran ve Sünnet-i Seniyye dairesinde manevi terakkiye sevk edecek tasavvuf yollarını gösterecek,

- Müslümanlar arasında kardeşlik duygularını geliştirecek, birlik ve beraberliği tesis edecek,

- Kin ve nefret gibi duygular ile mücadele edecek, sevgi ve muhabbeti yayacak; insanlar arasında saygı, hoşgörü ve toleransı yayarak, insanları birbirine tahammül etme ve birlikte yaşama melekelerini kuvvetlendirecek,

- Diğer dinlerin mensuplarına da insan olarak hoşgörü ve toleransla yaklaşmayı teşvik edecek,

- Gayri müslimlere İslam’ın güzelliklerini, tevhit hakikatlerini lisan-ı hal ile ilim ve hikmetle anlatıp ikna edecek, kalpleri İslam’a ısındırıp, İslam’ı yayacak,

- Manevi hastalıklara karşı güzel ahlakın yayılmasına çalışacak,

- Değer yargıları zedelenmiş, ölçüleri kaybolmuş, nefisleri terbiye edip, güzel seciyelerle donatacak,

- Verdiği güzel ahlak ve müspet hareket dersleri hakkaniyet ve adalet ve itaat duygularını ihya edip, anarşi ve bozgunculuk ile mücadele edecek,

- İdarecilere yapacağı nasihatlerle onları baskı ve zulümden vazgeçirecek,

- Duygu ve hisleri heva ve heveslerden kurtarıp ilahi aşka yöneltecek,

- Ümitsizlikleri kırıp, insanlara ümit ve şevk aşılayacak,

- Kul hakkının, helal kazancın önemini, haram lokmanın afetini anlatıp insanları hırsızlıktan, soygunculuktan, talanda, zorbalıktan alıkoyacak,

- Komşu hakkını, anne, baba, evlat hakkını anlatıp, sosyal bağları kuvvetlendirecek,

- Cömertliğe, yardımlaşmaya, dayanışmaya, zekat ve sadaka vermeye teşvik edip sosyal bağları kuvvetlendirecek, bir mürşide, bir rehbere bir gönüller sultanına ihtiyacı vardır. Uzun sözün kısası XIII. asır Anadolu insanının Hz. Mevlana ve Onun manevi cihadına, tecdid hizmetlerine ihtiyacı vardır.

Doç. Dr. Yusuf Çetindağ, Mevlana’nın yaşadığı devirde yukarıda anlatmaya çalıştığımız tüm olumsuzluklara ve karamsar tabloya rağmen, On üçüncü yüzyılda Anadolu’nun adeta manevi alemdeki bir müdahale ile alimlerin toplandığı bir merkez, bir ilim irfan yuvası haline dönüşmeye başladığına, sanki manevi bir program ile Osmanlıya zemin hazırlandığına dikkat çekmektedir:

“Mevlâna’nın yaşadığı yüzyılda Şark-İslam dünyasında yaşanan siyasî, sosyal çalkantıların ve büyük yıkımların aksine, ilim ve kültürün zirveye çıktığı görülmektedir. Yüzyılın başında Moğol zulmüne maruz kalan Müslümanlar, güvenilir bir yer olarak gördükleri Anadolu’ya akın ettiler. Bunlar arasında devrin önde gelen aydınları ve alimleri de vardı."

"Ayrıca bu âlimler, Anadolu’daki ilim yuvalarında ders de verdiler. Başta sultan olmak üzere devlet adamlarından ve halktan iyi muamele gördüler. Anadolu Selçuklu Devleti’ni, ilim ve irfan yuvası haline getiren değerli âlimler arasında Şihabüddin-i Sühreverdî, Necmeddîn-i Râzî, Muhyiddîn-i Arabî, Ahmed Fakîh, Mevlâna Celaleddîn-i Rumî, Hacı Bektaş-ı Velî, Sadreddîn-i Konevî, Safiyyüddîn Muhammed Urmevî, Siracüddîn Mahmut Urmevî, İzzeddîn Urmevî, Celaleddîn Habîb, Sadeddîn-i Ferganî, Fahreddin Irakî, Kadı Burhaneddin, Kutbeddîn-i Şirazî, Ahî Evran, Ebu Hamid Kirmanî, Şems-i Tebrizî, Muhammed Behaüddîn Veled, Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizî, Şeyh Hüsameddin Çelebi, Mevlâna Muhyiddîn Kayserî, Şeyh Edebâlî, İbn-i Türkmanî, İbrahim-i Hemedanî, Cemaleddin-i Aksarayî gibi devrin en seçkin âlimleri vardı.”(10)

“Dikkat çeken noktalardan birisi de maddî hezimetlerin aksine bu dönemde manevî açıdan İslam düşünce hayatının en büyük isimlerinin yetişmesidir. Mesela Bahaeddin Veled, Mevlâna, Şems-i Tebrizî, İbn-i Arabî, Burhaneddin-i Tirmizî, Fahreddin-i Irakî, Sadreddin-i Konevî, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî gibi bu dönemde yetişen alimlerin hemen hepsi birbiriyle görüşmüştür.”(11)

“Bu noktada dikkat çeken bir ayrıntı da, bütün bu alimlerin aynı coğrafyada, Anadolu’da odaklanmasıdır. Ve yine bu alimleri başka memleketlerden çeşitli vesilelerin Anadolu’ya sevk ettiğini ya da çektiğini görüyoruz. Mesela Bahaeddin Veled, Burhaneddin-i Tirmizî ve Mevlâna, Belh’ten gelmişti.

Özellikle de Mevlâna’nın babası, kendilerinin Anadolu’ya sevk edildiğini söylemiştir. Diğer taraftan İbn-i Arabî ta Endülüs’ten Anadolu’ya gelmiş daha sonra Şam’a geçmiştir. Talebesi Sadreddin-i Konevî de ondan feyz almıştır. Hacı Bektaş-ı Velî, Orta Asya’dan özel olarak gönderilirken, Yunus Emre Anadolu’da yetişmiştir. Çok büyük tahribatların yaşandığı ve yeni oluşumların her an ortaya çıkabileceği bir dönemde bu şekilde her biri birer zirve olan bu alimlerin Anadolu’ya odaklanması herhalde tesadüf olmasa gerekir. Sanki İlahî bir güç çok büyük bir oluşuma gebe olan Anadolu’yu hazırlamaya çalışıyordu. Gerçekten de bu bilgelerin sayesinde Anadolu hem İslam âleminin geçirdiği büyük tahribatı en az hasarla atlatmış hem de halk hızlandırılmış bir kurs misali büyük oluşuma hazırlanmıştı.

Mevlâna eserlerinde Rum diyarına, yani Anadolu’ya İlahî bir yönlendirmeyle geldiklerini vurgular. Mesela bir şiirinde “Beni Horasan’dan çekip Rumların içine getirdin ki, onlarla haşir-neşir olup hoş bir mezhep vücuda getireyim”(12)

Manevi Cihad Ve Tecdid Hizmeti

Peygamber Efendimiz (asm), bir Hadis-i Şeriflerinde: “Muhakkak alimler, peygamberlerin varisleridir. Şüphesiz peygamberler, ne altın nede gümüş miras bırakırlar. Peygamberler miras olarak, ancak ilim bırakırlar. Bu itibarla kim peygamberlerin mirası olan ilmi elde ederse, tam bir hisse almış olur.”(13) buyururlar.

Resulullah (s.a.v), bir başka Hadis-i Şeriflerinde de; “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın kitabı ve Resul’un sünneti.”(14) buyurmuşlardır.

Bu iki Hadis-i Şeriften anlaşılacağı üzere, alimler, ilim ve ahlak cihetinden peygamber varisleridirler; Kur’an hakikatlerini neşretmek ve Sünnet-i Seniyye’yi ihya etmekle vazifelidirler.

Alimlerin sahip oldukları ilimle yapacakları mücadele ve mücahede ise manevi cihaddır. Alimler ilim ile insanların ruh dünyasına ve gönüllerine hitap ederek, manevi hastalıkları tedavi ederler. Manevi tahribatları tamir, imanları takviye ve güzel ahlakı ihya etmeye çalışırlar.

“Mevlana, Moğollar ile niçin savaşmadı?” türü itirazlar, bu meseleyi kavrayamamaktan kaynaklanmaktadır.

Maddi cihad dediğimiz düşman ile savaş, devlet yöneticilerinin ve ordunun görevidir. Alimler dua ve himmetleri ile orduya manevi destek olurlar. Ancak onların asıl vazifesi manevi cihaddır. Ki, bu maddi maddi cihaddan çok daha fazla önem taşımaktadır. İnsanları, içine düştükleri manevi buhranlardan, ümitsizlik ve karamsarlık girdabından kurtarmak, tahrip olan gönülleri onarmak çok daha önemli bir hizmettir.

Moğol ordusundan sayıca çok daha üstün durumda olan Selçuklu Ordusunun Kösedağ’da hiçbir ciddi direnç ve çatışmaya girmeden korku ve vehimle kaçarak, koca ordunun dağılması, maneviyatın, maddi kuvvetten daha önemli olduğunun müşahhas bir göstergesidir.

Maneviyatı sarsılmış, ahlaki değerleri erezyona uğramış insanların, maddi alemde de huzurlu ve muvaffak olmaları mümkün değildir. Onun için Mevlana ve diğer büyük zatlar manevi cihada önem vermişler, zaman ve enerjilerini insanların ruh dünyasını tamire ve güzel ahlakın yayılmasına sarf etmişlerdir.

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Prof. Dr. Şener Dilek’in "cihad" hakkındaki tespitlerine birlikte göz atalım:

“İslam literatüründe, ayet ve hadislerin çerçevelediği anlamlarda cihad kavramı aşağıda sıralanan görev ve sorumlulukları içinde toplanmak tadır:

1. Allah'ın rızasına uygun bir şekilde dini nefsinde ömür boyu yaşama çabası, Allah yolunda samimi kulluk gayret ve ciddiyeti, nefse ve şeytana karşı mücadele vermek, nefs-i emmarenin tahakkümünü kırmak,

2. Hakkın hatırını üstün tutma ve hakikati hakim kılma gayreti,

3. Dini emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek,

4. İyiliği emredip kötülükten sakındırmak,

5. Güçlüklere karşı göğüs germek, kaba hareketlere karşı sabır göstermek,

6. İslam'ı tebliğ, ilahi mesajı bütün insanlığa duyurma aşk ve gayreti,

7. Düşmanlara karşı ilmi ve fikri mücadele, ilim ve teknolojide etkinlik ve üstünlük sağlama,

8. Maddeten terakki ederek ekonomi ve kültür savaşında güç ve üstünlük kurmak,

9. Devleti basiretle yönetmek, çıkarcılara, vurgunculara fırsat vermemek,

10. Başka ülkelerin siyasi, ekonomik ve askeri tahakkümleri altına girmemek için say ve gayret göstermek,

11. Düşmanın her türlü ihanet ve saldırılarına karşı önceden gereken her türlü tedbirleri almak,

12. Savaş zarureti ortaya çıktığında, düşman dan korkmamak, kaçmamak, bütün güç ve gayreti ile savaşa katılmak ve Allah'a güvenmektir...

"Manevi cihad, bütün Müslümanların kendi nefsi arzularını gemlemek amacıyla nefis ve şeytanın tuzak ve hilelerine karşı mağlup olmamak için yürüttükleri manevi bir savaştır. Manevi cihadın amacı, her mümin için nefis ve şeytan ile bir ömür boyu mücadele etmek, nefsini kötülüklerden arındırarak, istikamet çizgisinde halis bir kul, faydalı bir Müslüman, faziletli ve kamil bir insan olmaktır. Manevi cihad, iç dünyanın tanzimine kuvvet vermektir. İçini kirden, günahtan yıkamak ve bütün kötülükler- den arınmaya çalışmaktır. Müminin kendi iç dünyasını mamur ve müstakim kılmasını amaç- layan manevi mücahede, kulluk görev ve ciddi- yeti ve insan olma sorumluluğudur. Manevi mücahede, bütün Müslümanlar için daimî bir farzdır. Manevi mücahede, süreklilik içinde kulluk şuurunu icra etmeye çalışmaktır.”(15)

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı gibi; alimlerin yaptığı manevi cihad, devlet başkanlarının, komutanların, orduların yaptığı maddi cihaddan çok daha önemlidir ve daha kalıcı sonuçlar ihtira etmektedir. Mevlana Hazretlerinin meselelere yaklaşımını, hadiseler karşısındaki tavrını ve hizmet üslubunu bu perspektiften bakarak değerlendirmek gerekir.

Mevlana, maddi ve manevi bakımlardan harabeye dönmüş olan Anadolu’yu restore edecek, yeniden ihya edecek hareketin ustabaşılarından ve Anadolu’nun en önemli manevi mimarlarından birisidir. Anadolu’nun manevi imarı ile vazifeli olduğunu bizzat kendisi de ima etmektedir:

Bir gün Mevlana Hazretleri, hakikati ve gizli sırları açıklamada coşmuştu. Tam o sırada “Yüce Allah’ın Rum (Anadolu) halkı hakkında büyük inayeti vardır. Sıddık-ı Ekber’in duasıyla da bu halk bütün ümmetin en merhamete layık olanıdır. En iyi ülkede Rum ülkesi (Anadolu) dir. Fakat bu diyarın insanları, mülk sahibinin aşk aleminden ve deruni zevkten çok habersizler. Müsebbibü’l- Esbab hoş bir lütufta bulundu, sebepsizlik aleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden Rum vilayetine çekip getirdi. Haleflerimize de bu temiz toprakta konacak yer verdi ki manevi iksirimizden, onların bakır gibi olan vücutlarına saçalım da onlar tamamıyla kimya, irfan aleminin mahremi ve dünya ariflerinin hemdemi olsunlar.” buyurdular.”(16)

İlk derslerini daha çok küçük yaşta iken, Sultanül Ulema ünvanıyla anılan babasından alan Mevlana, Belh’ten Konya’ya uzanan süreçte pek çok alimden ders aldı. Sürekli araştırma, sürekli öğrenme ve ilim tahsili içerisinde oldu. Ancak O’nun ilmi kifayete ve arifler meclisinin zirvesine ulaşmasına Sultan Veled’in Belh’te bıraktığı, fakat sonradan manevi bir emirle Horasan’dan Konya’ya gelen Burhaneddin Muhakkik vesile oldu.

Burhaneddin Muhakkik’ten aldığı derslerle adeta ilmi sahadaki eksiklerini tamamladı.

“Mevlana derin ilmi ve geniş kültürü sayesinde sorulan her soruyu cevaplandırıyor ve akla gelen şüpheleri izale ediyordu. Ama milyonlarca insanın gönlünde ilahi bir yol olarak bilinen ve o kadar hayatı şekillendiren tasavvufi gerçeklerde vardı… Tasavvufi hareketler o asrın en büyük hadisesi idi. Bazı batıl cereyanlar bu yolu istismar ederek bir kısım Müslümanları dalalete sürüklüyorlardı. Onun için Mevlana’dan bir tasavvufi hal bekleniyordu…”(17)

İlmi sahada bir derya haline gelen Hz. Mevlana’nın, Şems-i Tebrizi ile tanışması; O’nun kalp ayağının da gelişmesine, tasavvufta da ilerlemesine vesile oldu. Şems-i Tebrizi’nin tesiriy le “Baştan aşağı göz kesilmişçesine, her hassası ile ayrı güzellikler müşahede etmeye” başladı.

“Mevlana bu sayede, akıl ile ulaşılamayacak olan manevi mertebelere kalp ve ruh ilhamı sayesinde ulaşarak, o makamların gerektirdiği ahvali kontrollü bir cezbe içinde yaşamaya başladı.”(18)

Kaderi İlahinin tecellisi ile adeta Burhaneddin Muhakkik, Mevlana’nın ilmi yönünü, Şems-i Tebrizi’de tesavvufi yönünü tamamlayarak olgunlaştırdı.

Yaşadığı dönemde tasavvufun çok revaçta olması nedeniyle Hz. Mevlana ilim ve hikmetin yanı sıra tasavvufta da yoğunlaşmış; tasavvufta yeni bir yaklaşım, usul ve üslup getirerek kendi tarikatını kurmuş ve tasavvuf yoluyla muhtaç gönüllere Kur’an ve Sünnetin güzelliklerini ulaştırmaya çalışmıştır.

Mevlana Hazretlerinin tasavvuftaki yeri ve manevi makamının yüksekliğine Üstad Bediüzzaman, “…Ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş...”(19) sözü ile dikkat çekmektedir. Ayrıca, “Üstad-ı hakiki Kur’an’dır” diyerek eserlerinde çok az isimden bahseden Bediüzzaman’ın Mevlana için “Üstadlarımdan”(20) tabirini kullanması çok manidardır.

Mevlana’nın tecdid hizmetinin, ilim ve tasavvuf anlayışının mahiyetini Şems ile aralarında geçen şu diyalog en güzel şekilde ortaya koy -maktadır:

“Bir gün Şems-i Tebrizi Mevlana’ya sorar: Müşahede, ilim ve riyazetten gaye nedir?

Mevlana Hazretleri: “Peygamberlerin sünnetine ve şeriatın adabına riayettir.” cevabını verir.”(21)

Bu kısa cümle Hz. Mevlana’nın hayat ve hizmet anlayışını en güzel, en kısa şekilde özetlemektedir. Sünnet-i Seniyye ve Kur’anın hükümlerine uymak!

Bediüzzaman Said Nursi, Mevlana Hazretlerinin aynı İmam-ı Rabbani ve İmam-ı Gazali gibi “akıl ve kalp ittifakıyla” giderek “her şeyden evvel kalp ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temine” çalıştığına vurgu yapmaktadır. (22)

Ayrıca Mevlana Hazretlerinin en önemli eseri olan Mesnevi Şerif ile “dahili nefis ve şeytanla mücadele” mesleğinin benimsendiğine işaret etmektedir.

Mevlana Hazretleri ne devrin mutasavvıfları gibi sadece kalp ayağıyla yürümüş, ne de kelamcılar gibi akıl ayağıyla yürümüştür. Bütün müceddidler gibi o da hem akılları, hem de kalpleri birlikte ikna ve tatmin edecek bir hizmet ve irşat metodu benimsemiştir. Eserlerinde kalbe hitaben, nefisle mücadeleyi esas alan bir yaklaşımın yanı sıra, akılları da tatmin edecek “hikmet” inde geniş şekilde yer aldığı görülmektedir.

“Sevginin zaafa uğradığı bir zamanda dini ihyaya ve insanları irşada başlayan Mevlana; sevgiyi ve müsamahayı esas alan bir irşad tarzı kullanarak bulunduğu yeri bir huzur ve sükun adası haline getirmişti.

Dergahına gelen insanları önce doyurup giyindirerek istirahatını temin etmiş, ardından imanını tazeleyip itikadını kuvvetlendirmiş ve muttaki birer mümin haline gelmelerini sağlamıştı.

Dünyevi ihtiyaçları temin edilen insan ruhunun, sanata, edebiyata ve bedii zevklere ilgi duyacağı için Mesnevi, Divan-ı Kebir okumaları ile edebi hasselerini tatmin edip sema ile ruhlarını coşturarak birer iman, ilim, ışık ve şevk kaynağı haline getirdiği müritlerini geldikleri yere geri göndermişti. Mevlana’nın rahle-i tedrisinde bir süre eğitim görüp aşk ve şevk alan müritleri; şehrine, kasabasına, köyüne gidip oralardaki insanları irşada başlayınca Anadolu yavaş yavaş aydınlanmıştı.

Güneş ışığı gibi irşad nuruda hudut tanımadığından, Anadolu’dan inşirah eden bu dini ihya haraketi, bütün engelleri aşarak Müslümanların bulunduğu yerlere ulaşmış ve İslam aleminde yaşanan siyasi fetret devrinin manevi bir felaket devri haline gelmesine fırsat vermemişti.”(23)

Mevlana Hazretlerinin şahsiyeti ve tecdid hizmetinin mahiyetinin anlaşılabilmesi için, “Osmanlıyı Müjdeleyen Mevlana” kitabının yazarı Doç. Dr. Yusuf Çetindağ’ın bazı tesbitlerini aynen aktarıyoruz:

"Asıl Kaynak Kur’an-ı Kerim"

Üzerinde durulması gereken konulardan birisi de Mevlâna’nın asıl ilham kaynağının Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler olduğudur. Kendisi de bizzat eserlerinde “Canım bedende olduğu müddetçe Kur’an’ın kölesiyim.

Muhammed Mustafa’nın yolunun toprağıyım” demiştir. İlhamını doğrudan Kur’an ve hadislerden alan Mevlâna, Şark-İslam medeniyetinin bütün birikimini harmanlamış ve mükemmel bir kompozisyon oluşturmuştur. Mevlananın ilham alması kimi zaman doğrudan ayet ya da hadisleri tefsir etmek ve teviller yapmak şeklinde gerçekleşirken, kimi zaman da Kur’an ve hadislerdeki hakikatleri çeşitli şekillerde işlemesiyle olmuştur. Ancak onun Kur’an’ı klasik tefsir metoduyla baştan sona açıkladığını ya da tek tek hadisleri yorumladığını söyleyemeyiz.

Hz. Mevlâna, Kur’an ve hadislerden yararlanmış, ancak çoğu zaman onları İşarî Tefsir Okulu’na göre yorumlamıştır.

Benzersiz Peygamber Sevgisi

Mevlâna’nın Hz. Muhammed’e (a.s.m.) çok özel bir sevgi ve saygı beslediği ve ona derin bir bağla bağlandığı anlaşılmaktadır. O, Hz. Muhammed’le (a.s.m.) aralarında özel bir bağ olduğunu sık sık vurgulardı. Nitekim bir şiirinde şöyle demektedir. “Biz Allah’ın sâyesiyiz, Mustafa’nın nurundanız. Sedef içine damlamış çok kıymetli bir inciyiz. Herkes suret gözüyle bizi nereden görecek? Biz Kibriya’nın su ve balçık içinde belirmiş nuruyuz.” Mevlâna şiirlerinde Hz. Muhammed’e (a.s.m.) ve onun dört halifesine sık sık övgüler yağdırır, örneklerini onların sözlerinden ya da hayatlarından verirdi. Ayrıca sohbetlerinde de Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sevgi ve hoşgörüdeki enginliğine dikkat çeker, yapılan kötülüklere karşı bile büyük bir sevgi ve şefkatle muamele ettiğini vurgulardı…

Yaşadığı Çağın Etkileri

XIII. asırda, sadece Anadolu değil bütünüyle İslam âlemi, Moğol istilâsı ve zulmü dolayısıyla maddî olarak mustarip olduğu kadar bilhassa Selçuklu Türkiye’si, Kalenderi, Hayderi, Babaî vs. gibi muhtelif Haricî, Rafizî, Bâtınî tarikatler, mezhepler mücadelesi ve tehlikesiyle de çalkalanmakta, aynı zamanda manen de ıstırap çekmekteydi… Mevlâna, Moğolların ve Bâtınî cereyanların meydana getirdiği her iki yangına, her iki sele de set ve bend teşkil etmeye çalışmış, Sünnî ve Hanefî bir îman, tefekkür ve heyecanla İslam’ın özünün müdafii, ruhî çöküntülere, za’fa, gevşeklik ve her türlü ümitsizliğe karşı tükenmez bir teselli ve güç kaynağı olmuştur…

Ehl-i Sünnet Çizgisinde

Mevlâna, Bâtınîliğin, aşırılıkların ve aşırı yorumların had safhaya çıktığı ve insanları cezbettiği böyle bir dönemde Ehl-i Sünnet çizgisinde yoluna devam etmiş, genele hitap etmeyi başarmıştır. O, “Bizim tarikatımız, tarikat-ı Muhammediyyedir, bizim yolumuz ilahi yoldur” der ve çizginin dışına çıkanları ikaz eder. Bu yüzden Hallac-ı Mansur ve İbn-i Arabî gibi mutasavvıfların aşırı yorumlarını fazlaca dillendirmemiş, halkın yanlış anlayacağı söylemlerden uzak durmaya çalışmıştır. Mevlâna her haliyle insanları Ehl-i Sünnet çizgisinde kalmaya teşvik eder, vaaz ve nasîhatlarıyla hasta kalplere şifa olan sözler söylerdi. Bir gün talebelerine “Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin (a.s.m.) gittiği ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihya etmelidir. Allah-u Teâlâ’nın sevdiği ameller, ibâdetler ile helâl yollardan çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli istemeli, helâlinden yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz, dinledikler
imiz ve düşündüklerimiz hep helâl olmalı.

Her hareketimizi Peygamber Efendimiz’in hal ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir sanata sahip olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Talebelerimden bunu hususan istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kıyamet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak edebe riâyet etmeyenler ve ehl-i sünnet yoluna muhalefet edenler kıyamet günü bizi göremeyeceklerdir” buyurdu.

Başta Kur’an olmak üzere, kutsal metinleri ve varlığı yorumlamada mutasavvıflarla kelam ve fıkıhçıların keskin bir şekilde ayrıştıkları görülür. Bu ayrışmada diğer ilimler zahire göre hareket ederken mutasavvıflar batını esas aldılar. Bu farklılaşma bazı dönemlerde o kadar ileriye götürüldü ki, bazı mutasavvıflar zahiri hiçe sayarak yalnızca batınla yetindi. Hatta bu ayrılıklar iki kesimin birbirini küfürle suçlamasına kadar gitti. Ancak bazı dönemlerde yetişen büyük düşünürler iki kesim arasında orta yolu bularak tarafları birbirine yaklaştırdı ve zamanla bazı marjinal fırkalar hariç bir uzlaşma sağlanmış oldu. İşte bu uzlaşmanın ilk etkili mimarı Gazalî iken, ikincisi Mevlâna’dır, denilebilir. Bu noktada hem Gazalî, hem de Mevlâna’nın üzerinde durduğu husus zahirsiz batının, batınsız da zahirin olamayacağı meselesidir. İki görüşü de dışlamadan, zahirle batını birleştiren alimlerin iki kanatlı kuş misali daha donanımlı olacağı gerçeği vurgulanmıştır. Gazalî, sufileri hacca ulaşmaya çalışan yolculara benzetirken; kelamcıları hac yolunun güvenliğini sağlamaya çalışan muhafızlara benzetir ve birbirlerine düşman olmadıklarını, aksine birbirinin dostu ve yardımcısı olduğunu dile getirir. Mevlâna ise zahirsiz batını kabuğu olmayan çekirdeğe benzetir ve zahirin dışlanmasının imkansız olduğunu vurgular. Bununla beraber Mevlâna, başta Kur’an ve hadis olmak üzere kutsal metinlerin sadece zahiri manaya göre yorumlanamayacağını, muhakkak batınının da göz önünde bulundurulması gerektiğini şu beyitleriyle vurgular. “Kur’an’ın kelimeleri bil ki görünür; bu görünen kelimelerin ve onlardan çıkan dış mananın altında pek güçlü, pek derin bir de iç mana vardır. O iç mananın altında da bir iç mana daha vardır. Ondan sonra, bir üçüncü mana daha vardır ki, onu anlamakta akıllar kendini kaybeder. Kur’an’ın dördüncü iç manasını ise eşi benzeri olmayan Allah’tan başka kimse göremedi, anlayamadı. Ey oğul, Kur’an’ın sadece bilinen dış manasına, dış yüzüne bakma. Şeytan da Hz. Âdem’in dış yüzüne baktı, onun çamurdan yaratıldığını gördü. Ondaki iç yüzü, hakikati göremedi. Kur’an’ın dış yüzü bir insana benzer. İnsanın şekli, yüzü, boyu, posu görünür; ama ruhu gizlidir, görünmez.”

"Zahir-batın" ikilemine benzer bir görüş de "şeriat-tarikat-hakikat" üçlemesidir.

Bazı mutasavvıflar bu konuda da yanlışa düşmüş ve hakikate eren insanın şeriat ve tarikatle yükümlü olmadığını ima etmişlerdir. Buna karşın Necmeddin-i Kübra ve ve aynı silsileden gelen Mevlâna bu yaklaşımın tehlikelerine dikkat çekmiş ve bu üçünün birbirinden ayrılamayacağına işaret etmişlerdir. Necmeddin Kübra’ya göre “Şeriat gemi gibidir, tarikat deniz gibidir, hakikat inci gibidir. Kim inciyi elde etmek isterse gemiye biner, denize açılır ve onu elde eder. Şeriat’ın temizliği su ile tarikatin temizliği kalbi heva ve hevesten uzak ve boş tutmakla, hakikatin temizliği ise Allah’tan başka her şeyden ayrı kalmakla olur.” Mevlâna’ya göre ise “Şeriat bir muma benzer, yol gösterir. Ama ele mum almakla yol alınamadığı gibi, eline mum almasan da yol alınmış olmaz. Yola düştün mü şu gidişin tarikattir. Dilediğine eriştin mi, bu hakikattir. Şeriat tıp bilgisini öğrenmeye benzer. Tarikat ona göre perhiz etmek, ilaç içmektir. Hakikat ise ebedî olarak sağlık, esenlik bulmaktır.”

Mevlâna’nın yolu, peşinden gidenler için bazı tehlikeler barındıran İbn-i Arabî türünden mutasavvıfların yolu değildir.

Diğer taraftan tamamen hikmete ve bilgeliğe dayalı öğüt-nasihat yolu da değildir. Bilindiği gibi bu ikinci yolun en mükemmel temsilcisi Sadî-i Şirazî’dir. Bu açılardan bakıldığında Mevlâna’nın, Sadî ile İbn-i Arabî arasında ara bir yerde olduğu anlaşılır. O, ilimle irfanı, kâl ilmiyle hal ilmini, hikmetle felsefeyi birleştirmiş, ölçülü bir terkip oluşturmuş; ardından da bilgiyle donanımlı halini aşk ve cezbe âleminde olgunlaştırmıştır.

Mevlâna, dünyadan tamamen el-etek çekip miskin ve münzevi yaşayan bir mutasavvıf da değildir. Aksine o, hayatın içindedir ve güncel problemlere de reçeteler yazmıştır. Bu yüzden onun dünya ve içindekilerle ilgili yorumu çok çarpıcıdır ve hayatın içinde bir mutasavvıf olduğunu göstermektedir. “Din yolunda sarf etmek üzere kazandığın mala, Peygamber (a.s.m.), ‘Ne güzel mal’ demiştir. Suyun gemi içinde olması geminin helakidir. Gemi altındaki su ise gemiye; geminin yürümesine yardımcıdır. Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki, Süleyman Peygamber, ancak yoksul adını takındı. Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz, bucaksız su üstünde yüzüp gitti. İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz. O denizin üstünde durur. Bütün bu dünya, onun mülkü olsa bu mülk gözünde hiçbir şey değildir.”

Mevlâna insanın dünya ile olan münasebetinin nasıl olması gerektiğini gemi-su modeliyle özetledikten sonra gerçek özgürlüğün dünyayı gönülden çıkarıp atmakla olacağını vurgular. Mevlâna bu dünyaya gönülden bağlanmanın iki önemli tehlikesine dikkat çeker. Bunlar özgürlüğün kısıtlanması ve depresyondur. Özgürlükle ilgili değerlendirmesi şu şekildedir. “Ey oğul! Çöz bağı, özgür ol. Ne zamana kadar altın ve gümüşün/dün yanın esiri olacaksın?” Mevlâna ömrünün sonuna kadar ibadetle meşgul olmuş, fikrin yanında ameli ikinci plana atmamış ya da ameli küçük görmemiştir. “Eğer Allah sevgisi, yalnız fikir ve mana olsaydı senin oruç ve namazının zahirî suretleri de kalmazdı, yok olurdu. Bizim Rabbimiz ‘Secde et ki, Allah’ın yakınlarından olasın’ buyurmuştur. Bizim bedenlerimizin secdesi, ruhlarımızın Allah’a yaklaşmasına sebeptir” demiştir.

Mevlâna’yı diğer mutasavvıflardan ayıran hususlardan birisi de hedef kitlesidir. O, çeşitli vesilerle her dinden ve fırkadan insana hitap ettiğini vurgulamıştır. Bu konudaki en güzel tespit ve teşbihlerinden birisi pergel misalidir.

“Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız dinin kuralları üzerinde sağlamca durur, öteki ayağımız yetmiş iki milleti dolaşır.”

Her dinden insanın onun meclisine geldiğini gösteren ilginç bir de kıssa vardır. Bir sema meclisinde semaya sarhoş bir Hıristiyan girer ve Mevlâna’ya çarpar. Bunun üzerine müritleri sarhoşu dışarı atmaya kalkışırlar. Mevlâna araya girer ve “Şarabı o içmiştir, sarhoşluğu siz ediyorsunuz” buyurur. Müritler kendilerini savunmak için “Tersadır (Hıristiyandır)” dediklerinde Mevlâna, tersanın diğer anlamı olan korkak ve korkan, manasını imâ ederek “O tersa (korkan) ise siz niçin değilsiniz?” der ve müritler, yaptıkları hatadan dolayı özürler dilerler. Ayrıca Mevlâna, “Hiçbir kâfiri hor görmeyin. Olur ya Müslüman olarak ölebilir. Ömrünün sonundan ne haberin var ki, ondan tamamıyla yüz çeviriyorsun?” demektedir. Mevlâna, yetmiş iki milletin olduğu Anadolu’yu her fırsatta birliğe davet eder ve bunu da tasavvufî bazı öğretilerle desteklerdi. Zaten kendisinin Anadolu’da bulunmasının en önemli sebebinin insanları birliğe yani hem kardeşliğe, hem de Hak yola davet etmek olduğunu söylemiştir. “Biz ayırmak için değil birleştirmek için geldik” “Beri gel beri, daha da beri. Niceye şu yol vuruculuk? Madem ki sen, bensin; ben de senim, niceye şu senlik, benlik?” “Sağ el, ne diye kendi solunu hor görür ki? Her ikisi de madem ki senin elin; uğurlu ne demek, uğursuz ne demek? Biz hepimiz aynı mayadanız. Aklımız da bir, başımız da. Fakat şu beli bükülmüş göğün altında iki görür olmuş-kalmışız. Şu beşten altıdan pılını-pırtını çek birlik bucağına. Niceye dek usûl boylu birlik ağacının yalnız sözünü edip duracaksın? Dünyada nice diller var, fakat hepsi de anlam bakımından bir. Kapları kırıp döktün mü su, bir olur gider.”

İçtenlik ve Samimiyette Zirve

Mevlâna’nın eserlerinin merkezinde çeşitli yönleriyle insan vardır. O, insanla ilgili hemen her şeye dikkat çekmiştir. Özellikle de insanın ruhu ve gönül dünyasıyla ilgili değerlendirmeleri çok orijinal ve isabetlidir. O, bu anlamda kimsenin göremediği noktaları görmüş ve bir psikolog edasıyla ilginç tespitler yapabilmiştir.

Bu yüzden Mevlâna “Ben insanı kıyamete kadar anlatsam bitiremem” der.

Mevlâna, insanı incelerken ondaki iyilik-kötülük mücadelesine ya da nefis mücadelesine sık sık vurgu yapmıştır. O, hayatta her şeye, düşmanlara bile, iyilikle muamele etmek gerektiği vurgularken, bir şeyi hariç bırakır… O da nefis. Mevlâna nefse asla göz açtırmamak gerektiğini, onun başka düşmanlara benzemediği ve ona hiçbir zaman acımamak gerektiğini söyler…

Mevlâna’nın rahatsız olduğu ve bizzat şikayet ettiği konulardan birisi de yanlış anlaşılma meselesidir. Bu yüzden bir şiirinde, “Yaşadığım müddetçe ben, Allah’ın kuluyum, Hz. Muhammed’in yolunun toprağıyım. Birisi benim sözlerimden bu görüşlere aykırı manalar çıkarır, beni başka türlü tanırsa, ben bu sözleri çıkaranlardan da bu sözlerden de bıkmışım, usanmışım.” Bir başka rubaisinde de “Ben bir canım, ama yüz bin tane bedenim var. İki bin kişi gördüm hepsi de benmişim. Fakat bütün bunların içinde ‘Ben’ olan bir tanesini bile görmedim.” der. Bu anlamda Hz. Mevlâna’nın dine, dinin özünde olmayan şeyleri sokan bir reformist olarak değil de bir müçtehid, bir müceddid nazarıyla bakmak gerekir. O, ilhamını Kur’an ve hadisten alan, ancak onu çağın ihtiyaçlarına göre yorumlayan, çağın ihtiyaçlarına göre onlardan reçeteler yazan bir bilgedir.”(24)

DİPNOTLAR:

(1) Serdengeçti, Osman Yüksel, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 1995 S.121.
(2) https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/muceddid
(3) Ebu Davud, Melahim:1; bk. Mehmet Paksu, Müceddidlik ve İslamın yeniden anlatımı, Tefekkür Dergisi, sayı: 1, Mart-2006.
(4) http://www.sorularlaislamiyet.com/node/170158
(5) http://www.sorularlaislamiyet.com/node/170158
(6) Kösmene, Süleyman, Müceddidlik kurumu üzerine
(7) https://sorularlarisale.com/bugune-kadar-gonderilen-muceddidleri-sayar-misiniz-muceddidler-velayet-i-kubra-makaminda-midir-muceddidleri-birbirlerine
(8) Güngör, Erol, Prof. Dr. Tarihte Türkler, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1999, Sayfa: 91 (9) Turan, Osman, Prof. Dr. Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1998 Sayfa: 437.
(10) Çetindağ, Yusuf, Doç. Dr, Osmanlıyı Müjdeleyen Mevlana, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2009, sayfa:27.
(11) Çetindağ, Yusuf, a.g.e. sayfa: 41.
(12) Çetindağ, Yusuf, a.g.e. sayfa: 42 (13) Sünen-i İbn-i Mace, Mukaddime, B17, Hds.223 (14) Muvatta: Kader-3, 2= 899.
(15) Dilek, Şener, Manevi Cihad Nedir, Nasıl Yapılmalıdır, Tefekkür Dergisi, 26.sayı (16) Çetindağ, Yusuf, a.g.e. sayfa: 43 (17) Yaşar, Selahaddin, Mevlana, Hayatı, Tefekkürü, Şahsiyeti. Nesil Yayıları, İstanbul, 2006, sayfa: 37.
(18) Yaşar, Selahaddin, a.g.e. sayfa: 39.
(19) Nursi, Said, Bediüzzaman, Mesnev-i Nuriye, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1996, sayfa: 7.
(20) Nursi, Said, Bediüzzaman, Mektubat, Sözler Yayınevi, İstanbul, 2000, sayfa: 23.
(21) Yaşar, Selahaddin, Mevlana, Hayatı, Tefekkürü, Şahsiyeti. Nesil Yayıları, İstanbul, 2006, sayfa:38.
(22) Nursi, Said, Bediüzzaman, Mesnev-i Nuriye, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1996, sayfa: 7.
(23) Yaşar, Selahaddin, İçtihad Hattında Mevlana ve Bediüzzaman, Nesil Yayınları, İstanbul, 2007, sayfa: 61.
(24) Çetindağ, Yusuf, a.g.e. s:37-49 arası özet.

(Ahmet Faruk NİZAMOĞLU, Tefekkür Dergisi, Sayı: 32, Aralık 2009)

61 İbn-i Abidin'in hayatı ve eserleri hakkında bilgi verir misiniz?

İbn-i Abidin, Şamda yetişen Osmanlı fıkıh âlimlerinin en meşhurlarındandır. İsmi, Seyyid Muhammed Emîn bin Ömer bin Abdülazîzdir. 1784 (H.1198)te Şamda doğdu. 1836 (H.1252) yılında elli dört yaşındayken, Şam'da vefât etti. Kabri Şam'da Bâbüssagîr semtindeki kabristandadır.

Küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîmi ezberledi ve kırâat ilmini öğrendi. Şamdaki kırâat âlimlerinden Şeyh-ül-Kurrâ Saîd-ül-Hamevîden tecvid ilmine dâir Meydâniyye, Cezeriyye ve Şâtıbiyye adlı eserleri okuyup ezberledi. Sonra sarf, nahiv ilmini ve Şâfiî mezhebi fıkıh bilgilerini öğrendi. Bu ilimlere dâir temel metinleri de ezberledi. Bundan sonra da meşhur âlimlerden olan Seyyid Muhammed Şâkir Sâlimîden fen ve sosyal ilimler yanında; tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini öğrendi. On yedi yaşındayken fıkıh kitapları üzerine hâşiye ve şerhler (açıklama ve îzahlar) yaptı, kıymetli eserler yazmaya başladı. Hadis ilminde meşhur muhaddis Kuzberîden icâzet aldı. Zâhir ilimlerini öğrendikten sonra kelâm ve tasavvuf ilmini Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden öğrenip, onun sohbetlerinde kemâle erdi. Kendisi de birçok talebe yetiştirdi. Onun yetiştirdiği talebelerinden bâzıları:

Kendi kardeşi Allâme Esseyyid Abdülganî, akrabâsından Emin-ül-fetvâ Ahmed Efendi, Sâlih ibni Seyyid Hasan Âbidîn, İstanbul’da ikinci derecede Mecidiye nişanı(İlim rütbesi) almış olan ve o zaman Medînede kâdılık yapan, ilimde parmakla gösterilen Câbizâdedir. Bunlardan başka: Tasavvufta ve diğer ilimlerde meşhur olan Eşşeyh Yahyâ Serdest; Kudûrî ve Akidetü Tahaviyi şerh eden Allame Abdülganî Güneymî el-Meydanî; Hanefî fıkhında icâzet alan Hasan el-Baytar; Düreri şerh eden İstanbullu Ahmed Efendi; Şamda mîras hesapları ve taksimi (ferâiz) işlerine bakan Seyyid Hasan er-Resame; fen, sosyal ve dînî ilimlerde birçok kıymetli kitaplar yazan Yûsuf Bedreddîn el Mağribî; Allâme Muhammed Cukıllî; İzmir ulemâsından ilim pâyesi (rütbesi) sâhibi Muhammed Efendi; Elfiye ve Dürr-ül-Muhtâr kitaplarını geniş olarak açıklayıp yeni bir kitap yazan Abdülkâdir Hallâsî; Dımaşk müftülüğü yapmış olan Ali Murâdî Efendi; Şam kâdılığı yapmış olan Anadolu kazaskeri Abdülhalîm Efendi; Hasan bin Hâlid; Muhammed Tillo; Muhyiddin Yâfiî zamanında Şeyhülkurrâ olan Ahmed Nahlâvî Mısrî; Bağdatın meşhur âlimlerinden Molla Abdürrezzâk Bağdâdî, Mecelleyi hazırlayan komisyonda bulunan oğlu Alâeddîn Muhammed gibi daha bir çokları İbni Âbidînin derslerine devâm ederek icâzet (diploma) almışlardır.

İbn-i Âbidîn hazretleri hocası Mevlânâ Hâlid–i Bağdâdînin cenâze namazını kıldırdı. 1836 (H. 1252) senesinde elli dört yaşındayken Şamda vefât etti. Vefat haberini duyan Müslümanlar böyle büyük bir âlimi kaybetmelerinden dolayı çok üzülüp gözyaşı döktüler. Cenâzesine gelenler görülmemiş bir kalabalık teşkil etti. Cenâze namazı Sinan Paşa Câmiinde kılındıktan sonra, Şamda Bâbussagîr denilen yerdeki kabristana götürüldü. Vefâtından yirmi gün önce, hocalarının ve büyük zâtların kabirlerinin yanında kendisi için kazdırmış olduğu kabre defnedildi.

İbn-i Âbidîn, fıkıh âlimlerinin yedinci tabakasındandır. Yâni önceki tabakalarda bulunan fıkıh âlimlerinden doğru nakil yapanlar derecesindedir.

İlimdeki üstün derecesini, ahlâkını ve hizmetlerini oğlu Alâeddîn Muhammed şöyle anlattı: “Babam, uzun boylu, heybetli ve vakârlı idi. Yüzünde nûr parlardı. Vaktini, devamlı ilim öğretmek ve talebe yetiştirmekle, ibâdet ve tâatla geçirirdi. Geceleri az uyur ve durmadan kitap yazardı. Gündüzleri ders okutur ve sorulan sorulara cevap (fetvâ) verirdi. Ramazanda her gece hatim okur ve gözyaşı dökerdi. İnsanlara faydalı olmak husûsunda çok titiz davranır, abdestsiz durmaz ve vaktini boşa geçirmezdi.”

İbn-i Âbidîn hazretlerinin dîne uymaktaki hâlleri meşhur olup, kerâmetleri ve menkıbeleri çoktur. Fakirlere pekçok sadaka verir, akrabâsını ziyâret eder, annesine, babasına çok iyilik ve hürmet ederdi. Haram, mekruh ve şüphelilerden kesinlikle uzak durur, mübahları çok az kullanır, ibâdetlerinde sünnetlere, müstehaplara, edeplere uymakta son derece titiz davranırdı.

Onun meclisinde boş söz konuşulmazdı. Şamda ve diğer şehirlerdeki şerî mahkemelerde ihtilâflı bir hüküm verilse, derhâl ona mürâcaat olunarak düzeltilirdi. En mühim ve zor meseleler ona sorulurdu. İhtilâflı bir şey hakkında ona mürâcaat edilmeden hüküm verilmezdi. İlim kitapları üzerine kendi güzel yazısıyla açıklamalar koyardı. Böylece en zor meseleler kolaylıkla anlaşılırdı. Kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları güzel bir üslûpla yazardı.

Eserleri:

En meşhur eseri Redd-ül Muhtârdır. İbn-i Âbidîn bilhassa bu eseriyle tanınmıştır. Bu kitabı, Dürr-ül-Muhtâr kitabına yaptığı beş ciltlik hâşiyesidir. Kitap, İbn-i Âbidîn ismiyle meşhur olmuştur. Eser, Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi ve en faydalısıdır. Her hükmünü müctehidlerden, onlar da İmâm-ı Azamdan, O büyük imâm da Kurân-ı kerîm ve sünnetten (hadîs-i şerîflerden) almıştır. Fukahâ tarafından üzerinde söz edilmiş her meselenin hülâsası bütün İslâm âlimlerinin kabul ve takdir ettiği bir şekilde bu kitapta toplanmıştır. Hanefî mezhebinde kendi zamânına kadar yazılmış olan fıkıh kitaplarının sanki bir özetidir. Bu kitaba kendi oğlu tarafından Kurretül Uyûn-il-Ahyâr adında bir tekmile yazılmıştır. Şam âlimlerinden Ahmed Mehdî Hıdır da İbn-i Âbidîn kitabının bir fihristini hazırladı ve 1962’de basıldı. Kitap Ahmed Davudoğlu, Mehmed Savaş ve MazharTaşkesenlioğlu tarafından Türkçe’ye tercüme edilip basılmıştır.

Bundan başka; Tefsîr-ül-Beydâvî Hâşiyesi, El-İbâne, El-Ukûd-üd-Dürriyye, İthâf-üz-Zekî, Buğyet-ül-Menâsik, Tahrîr-ül-İbâre, Tahrîr-ün-Nükûl, Şifâ-ül-Alîl, El-Ukûd-ül-Leâlî, İcâbet-ül-Gavs, Sell-ül-Hisâm-il-Hindî li Nusret-i Mevlânâ Hâlid en-Nakşibendî (Bu eserinde Mevlânâ Hâlid hazretlerine dil uzatanlara cevab vermekte, kerâmetin hak olduğunu isbât etmektedir.), El-İlm-uz-Zâhir, El-Fevâid-ül-Acîbe, Menhel-ül-Vâridîn (Bu kitap İhlâs A.Ş. tarafından ofset olarak yayınlanmıştır.), El-Ukûdü Resm-il-Müftî, Nesemât-ül-Eshâr gibi daha bir çok kıymetli eserleri vardır.

62 Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra)'in kızları var mıydı?

Hz. Hasan (ra)’ın muhtelif annelerden Hasan, Zeyd, Ömer, Ebu Bekir, Abdurrahman, Talha, Kasım ve Ubeydullah adında sekiz erkek çocuğu olduğuna dair rivayetler vardır. Ayrıca Hz. Hasan (ra)’ın muhtelif annelerden dünyaya gelmiş ve bize isimleri ulaşmamış bir veya yedi tane de kız çocuğu olduğu da söylenir. (1)

Hz. Hüseyn (ra)’in kızlarının ismi: Fatıma, Sekîne, Zeyneb, ve Rukayye’dır. Kerbela olayında üç yaşında olan kızı Rukayye Şam’da metfundur.

Cafer, Muhammed, Abdullah ve İmam Zeynelabidin adındaki oğullarından, kendinden sonra hayatta kalan sadece  Zeynelabidin (ra)'dır.

(1) bk. Zirikli, II. 215;  İslam Mezhepleri ve Şiilik, tercüme, Abdülbaki Gölpınarlı, s, 367; Şamil İslam Ansiklopedisi, mad. Hasan b. Ali b. Ebu Talib; İslam Ansiklopedisi, Leyden tabı mad. Hasan, M.E.B.Y.

63 Haccac-ı Zalim olarak bilinen Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî hakkında bilgi verir misiniz?

Ebû Muhammed el-Haccâc b. Yûsuf b. el-Hakem es-Sekafî (ö. 95/714) Zalim lakabıyla meşhur. Emevî valisi.                     

41 (661) yılında Tâifte doğdu. Babası Yûsuf b. Hakem, annesi Küfe Valisi Mugîre b. Şu'be'nin eski karısı Fâria bint Hemmâm'dır. Anne ve baba tarafından Sakif kabilesinin Ahlâf koluna mensuptur. Emevîler'e sadakatle bağlı olduğundan "Küleyb" (köpek yavrusu) lakabıyla da tanınır.

Okuma yazma bildiği, küçük yaşlarda Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlediği ve Tâif’ten ayrılıncaya kadar babasının yanında kardeşiyle birlikte çocuklara Kur'an öğrettiği rivayet edilir.

Muâviye b. Ebû Süfyân'ın iktidarı ele geçirdiği yıllarda dünyaya gelen Haccâc onun saltanatı döneminde yetişti. Mensup olduğu Sakif kabilesiyle Ümeyyeoğulları (Emevîler) arasında Câhiliye dönemine kadar uzanan dostça ilişkiler bulunuyordu. Emevîler'e muhalif olan Abdullah b. Zübeyr Hicaz'da halifeliğini İlân edince Ümeyyeoğulları ile Sakîfliler bölgeden ayrılmaya başladılar. Haccâc babasıyla birlikte muhtemelen bu dönemde Tâif'ten Dımaşk'a göç etti. Emevî saltanatı II. Muâviye'nin çok kısa süren halifeliğinin ardından yıkılmak üzere iken ailenin bütün mensupları ve Sakifliler'in ileri gelenleri Câbiye'de toplanarak halifeliğe kimin getirileceğini ve ona kimin halef olacağını tartıştılar. Yûsuf b. Hakem ile oğlu Haccâc'ın da katıldığı bu toplantı sonunda özellikle Sakifli Ubeydullah b. Ziyâd'ın teşviki ve bazı Emevîler'in desteğiyle Emevî iktidarında kan değişimi sağlanarak Ümeyyeoğullarının büyüğü Mervân b. Hakem'e biat edildi. Emevîler'in yeniden ülkeyi kontrol altına almaları önemli ölçüde, aralarında Haccâc ve babasının da bulunduğu Sakifliler'in Emevîler'e verdikleri bu destek sayesinde gerçekleşti. Böylece iktidara gelen Mervân, Mısır'da oturan Sakifliler'in de desteğini kazanmak için Yûsuf b. Hakem ve Haccâc'la birlikte oraya gitti. Mısır'ın kontrol altına alınmasından sonra da onları muhalefetin merkezi durumundaki Hicaz'a gönderdiği orduya dahil etti. Bu ordu Abdullah b. Zübeyr'e bağlı kuvvetler tarafından kılıçtan geçirildi. Haccâc ve babası canlarını zor kurtardılar.

Haccâc, Mervân'ın ölümünden sonra halife olan oğlu Abdülmelik tarafından Abdullah b. Zübeyr'in kardeşi ve Basra Valisi Mus'ab b. Zübeyr'e karşı düzenlenen sefere artçı birlikleri kumandanı olarak tayin edildi. Haccâc'ın Emevî devlet hayatında etkin bir şekilde rol alması bu olaydan itibaren başlar. Mus'ab'ın ortadan kaldırılmasından sonra (691) Haccâc, İbn Zübeyr'le mücadele için Hicaz'a gönderilen 2000 kişilik ordunun başına getirildi. Karargâhını doğum yeri olan Tâifte kuran Haccâc Mekke'ye giden yolları keserek şehre gıda sevkiyatını engelledi; ayrıca gönderdiği küçük müfrezeler zaman zaman Arafat dağına kadar sokularak taciz hareketlerinde bulundular. Üç ay sonra istediği 5000 kişilik yardım kuvvetinin gelmesi ve Mekke'yi kuşatma izninin verilmesi üzerine şehri kuşattı ve mancınıklarla taşa tuttu. Altı buçuk aydan fazla süren kuşatma sonucunda şehirde yaşanan büyük açlık İbn Zübeyr'in adamları arasında çözülmeye sebep oldu. İbn Zübeyr de yaptığı bir huruç hareketi sırasında öldürüldü. (1 Ekim 692; daha genîş bilgi için bk. Abdullah B. Zübeyr B. Avvâm) Böylece Hicaz, İrak ve Mısır'da dokuz yıl hüküm süren ve Emevî Devleti'ne zor günler yaşatan Abdullah b. Zübeyr'in hilâfetine son verilmiş oldu. Haccâc gösterdiği bu başarıdan sonra Hicaz, Yemen ve Yemâme valiliğine getirildi. Üç yıl bu görevde kaldıktan sonra Halife Abdülmelik'in kardeşi Bişr b. Mervân'ın ölümü üzerine (691) stratejik önemi yanında isyan merkezi haline gelen Irak'a vali tayin edildi. Burada Emevîler'e karşı isyan halinde olan Haricîler küçük askerî birlikleriyle Emevî ordularını mağlûp ediyorlar, Hz. Ali taraftarları da yöneticileri uğraştırıyorlardı. Haccâc, Irak'ı çok sert tedbirler alarak idare etti. Onun, seleflerinden Ziyâd b. Ebîh'in tutumundan daha sert olan bu tavrını, Kûfe'ye girdiği zaman besmelesiz okuduğu, Arap edebiyatında önemli bir yeri bulunan meşhur hutbesinde görmek mümkündür.(Bu hutbesi ve diğer hitabeleri için bk. Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü hufabi'l Arabi, II. 287-300)

Irak'ta Emevîler'e muhalif olan her hareketi kanlı bir şekilde bastıran Haccâc'ın bu çok sert yönetiminden kaçanlar ya silâha sarılıp muhalif hareketlere katılıyor ya da Hicaz Valisi Ömer b. Abdülazîz'e sığınıyorlardı. Bu durum, daha sonra Haccâc'ın Ömer b. Abdülazîz ile sürtüşmesine ve Ömer b. Abdülazîz'in Medine valiliğinden azledilmesine sebep olmuştur. Haccâc, 697 yılında yetkileri daha da arttırılarak bütün doğu illerinin valiliğine tayin edildi. Onun valiliği sırasında Hâricîler'in İran'daki. Mutarrif b. Mugire'nin Medâin'deki, Şebîb b. Yezîd'in Musul'daki ve Abdurrahman b. Muhammed b. Eş'as'ın Horasan'daki isyanları bastırıldı.

Yirmi yıllık Irak ve doğu illeri valiliği sırasında Haccâc'ın karşılaştığı en ciddi problem, İbnü'l-Eş'as'ın kendisine ve Emevî Devleti'ne karşı başlattığı isyandır. Haccâc bir Emevî ordusunun Horasan bölgesinde Türkler tarafından kılıçtan geçirilmesi üzerine özellikle Emevîler'e muhalif kimselerden teşkil ettiği ve Tavus adını verdiği 20.000 kişilik bir orduyu Türklerle savaşmak üzere yola çıkardı (699). Amacı, Türkler'den İntikam almanın yanı sıra rejim karşıtı Iraklılar'ı iç politikadan uzaklaştırmaktı. Ancak kendisinden nefret eden ordu kumandanı İbnü'l-Eş'as ve emrindeki ileri gelen askerlerle arasında anlaşmazlık çıktı. İbnü'l-Eş'as, Haccâc'ın kendisini görevden almak istemesi üzerine isyan etti. Irak ve Horasan'daki bazı şehirleri ele geçirerek buralara yönetici tayin etti. Haccâc'a ve Emevî Devleti'ne çok zor anlar yaşatan İbnü'l-Eş'as, 701 yılında Deyrülcemâcim ve Meskîn'de üst üste iki büyük bozguna uğratıldı ve daha sonra sığındığı yerde Haccâc'ın adamlarına teslim edildi. İbnü'l-Eş'as'ın Haccâc'ın elinde ölmek yerine intihar etmeyi tercih ettiği rivayet edilir.

Bütün gücünü Emevî saltanatının ayakta kalması için harcayan Haccâc, yirmi beş yılı aşkın bir mücadeleden sonra Küfe ile Basra arasındaki kendi kurduğu Vâsıt şehrinde öldü.(Ramazan 95 / Haziran 714) Mezarının tahrip edilmesi ihtimaline karşı sapa bir yere gömülerek üzerinden akarsu geçirildi. Haccâc'ın elinden tutanlar ve onu destekleyenler Emevîler'in Mervânî koludur. Bu sebeple Emevîler'e daima sadık kalmış, Hz. Ali soyundan olan hanımını Abdülmelik b. Mervân'ın emriyle boşadığı için kendisine "nasibi" (Ehl-i beyte muhalif) denilmiştir.

Haccâc, Emevîler'in muhaliflerine karşı çok sert ve acımasız davranmış, aralarında Enes b. Mâlik'in de bulunduğu pek çok kişiye zulmetmiş, meşhur muhaddis ve müfessir Saîd b. Cübeyr dahil binlerce kişiyi öldürtmüş, kendisine yeminle biat ettirmiş, yeminlerinden dönenlere mürted muamelesi uygulamış, Müslüman oldukları halde mevâlîden haraç ve cizye almıştır. Esma bint Ebû Bekir es-Sıddîk, oğlu Abdullah b. Zübeyr'in öldürülmesinden sonra yanına gelen Haccâc'a. "Resûl-i Ekrem Sakiften bir yalancının, bir de bozguncunun çıkacağını haber vermişti; gördük ki yalancı Muhtar es-Sekafi imiş, bozguncu da sensin" demiştir. (Müslim, "Fezâ'ilü's-sahâbe", 229; Tirmizî, "Fiten", 44)

Haccâc, Saîd b. Cübeyr'i öldürttükten birkaç ay sonra kendi ölümünü isteyecek kadar büyük ruhî sıkıntılara mâruz kalmış, sonunda dayanılmaz mide ağrıları ve elem içinde ölmüştür. Ölüm haberini alan âlimler ona rahmet dilememişler; Hasan-ı Basrî, "Allahım, onu ortadan kaldırdığın gibi sünnetini de kaldır" diye dua etmiş, Ömer b. Abdülazîz şükür secdesine gitmiş ve İbrahim en-Nehaî sevincinden ağlamıştır.

Öte yandan kaynaklarda onun Kur'an ehline çok cömert davrandığı, mala mülke düşkün olmadığı, öldüğünde sadece bir kılıç, bir at eyeri, bir mushaf, bir rahle ve 300 dirhem para bıraktığı kaydedilmektedir.

Haccâc'ın Abdülmelik b. Mervân'ın muvafakatiyle yaptığı işler arasında Arapça'nın resmî muamelelerdeki kullanımının yaygınlaştırılması, Irak'ta Farsça tutulmuş divan defterlerinin Arapça'ya çevrilmesi ve Arap para sistemine geçilmesi başta gelir. Haccâc, o güne kadar Bizans ve Sâsânî sikkesi şeklinde basılan paraların üzerine "bismillâh el-Haccâc", bazılarına da "Allâhu ahad, Allâhüs-samed" ibarelerini yazdırdı. Bu işin başına Sümeyr adlı bir Yahudiyi getirmesinden dolayı Sümeyriyye diye anılan sikkelerin üzerindeki bu ifadeleri ulemâ hoş karşılamamış ve sikkelere "ed-derâhimü'l-mekrûhe" adını vererek tepkisini göstermiştir. Ancak bu paralar tedavülde kalmış ve Eme­vî ekonomisinin istikrara kavuşmasına yardım etmiştir.

Haccâc, Aşağı Fırat ve Dicle bölgesindeki toprakları sulayan kanallara büyük önem vermiş, eskileri tamir ettirirken ayrıca yenilerini açtırmış, bataklıkları kurutarak tarım arazisi haline getirip buralara, Umman'dan çağırdığı çiftçiliği iyi bilen bazı Ezd kabilesi mensuplarından öğrendiği en çok verim alınabilecek bitkileri ektirmiş ve tarımda üretimi arttırmak için köylerden şehirlere göçü önlemiştir. Hububat alım satımında tek tip ölçü (es-sâu'l-Haccâciyye) kullanılmasını sağlamış, posta teşkilâtına da çekidüzen vermiştir.

Haccâc'ı zalim, cebbar ve kan dökücü gibi sıfatlarla zemmeden Zehebî, onun Kur'an'a çok hürmet ettiğini,(A'lâmü'n-nübelâ, IV, 343) Sicistânî ise hafızları toplayarak Kur'an'ın harfleriyle ilgili çeşitli çalışmalar yaptırdığını, ayrıca muhtelif sûrelerde geçen on bir kelimenin imlâsını belirli bir kıraate göre tesbit ettirdiğini ve kendisinin de her gece Kur'ân-ı Ke­rîm okuduğunu söyler.(İbn Ebû Dâvûd s. 49-50, 117-120) Haccâc'ın, Ziyâd b. Ebîh'in Irak valiliği döneminde başlatılan Kur'an'ın harekelenmesi ve noktalanması işini sürdürdüğü ve bunun için Nasr b. Âsım'ı görevlendirdiği bilinmektedir. Aynı zamanda ünlü bir hatip olan Haccâc'ın çok fasih ve beliğ bir dili vardı; Irak'a vali tayin edildiğinde okuduğu hutbe Arap edebiyatının örnek metinleri arasında yer alır.

Buhari Haccac-ı Zalimden hadis rivayet etmemiştir.

Kaynak: Diyanet İslam Ansiklopedisi, Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî md.

64 Peygamber'imizin, ilk vahiyden sonra, Varaka bin Nevfel'den telkin alması doğru mudur?

Soruda yer alan noktalara başka bazı kimseler de dikkat çekmiştir. Fakat, Buharî gibi sahih bir kaynakta yer alan ve bütün İslam alimleri tarafından kabul gören aşağıdaki hadis-i şerif, Varak’a ile yapılan görüşmeyi yok saymamıza imkân vermemektedir. Hepimizin çok iyi bildiği bu meşhur hadisin mealini verdikten sonra bir değerlendirme yapmaya çalışacağız:

Mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.anha)'den  rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:

"Allah Resulü'ne vahyin başlaması doğru rüyalar görmekle olmuştur. Gördüğü her rüya sabahın aydınlığı gibi aynen çıkardı. Sonra ona yalnızlık sevdirildi. Artık Hira mağarasında yalnızlığa çekilir, oradan ailesinin yanına gelinceye kadar sayısı belirli gecelerde ibadet eder ve (ailesinin yanına döndükten bir süre sonra) yine azık alıp mağaraya geri giderdi. Sonra yine Hatice'nin yanına dönüp, bir o kadar zaman için azık tedarik ederdi."

"Nihayet Allah’ın Resûlü bir gün Hira mağarasında bulunduğu sırada Hak (vahiy) kendisine geldi. Ona melek geldi ve 'Oku' dedi. O da: 'Ben okumak bilmem.' cevabını verdi. Hz. Peygamber buyurdu ki: 'O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bırakıp yine: 'Oku!' dedi. Ben de Ona: 'Ben okumak bilmem' dedim. Yine beni alıp ikinci defa takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine: 'Oku!' dedi. Ben de: 'Okumak bilmem' dedim. Beni alıp üçüncü defa sıktı. Sonra beni bırakıp: 'Yaratan Rabbinîn adıyla oku. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir, insana bitmediğini O öğretti.'(Alak, 96/1-5) dedi."

"Bunun üzerine Allah Resulü yüreği titreyerek korku içinde döndü ve eşi Hatice binti Huveylid'in yanına giderek 'Beni örtünüz, beni örtünüz.' dedi. Korkusu gidinceye kadar onu Örttüler. Sonra Hz. Peygamber başından geçenleri Hz. Hatice'ye anlatarak: 'Kendimden korktum.' dedi. Hz. Hatice: 'Hayır, Allah'a yemin ederim ki, Allah seni asla utandırmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten aciz olanların yüklerini çekersin, yoksula verir, hiçbir şeyi olmayana bağışta bulunursun, misafiri ağırlarsın, bir felakete uğrayana yardım edersin.' dedi."

"Bundan sonra Hz. Hatice, Hz. Peygamber'i alıp amcasının oğlu Varaka b. Nevfel b. Esed b. Abdüluzza'ya götürdü. Bu zat, cahiliyye zamanında Hristiyan olmuş bir kimse olup İbranice yazıyı bilir ve İncil'den de bazı şeyleri İbranice okur yazardı. O sırada Varaka gözleri sonradan görmez hale gelmiş bir ihtiyar idi. Hatice Varaka'ya: 'Amcamın oğlu! Dinle bak, yeğenin neler söylüyor.' dedi. Varaka: 'Yeğenim, ne oldu, hayırdır?' diye sordu. Hz. Peygamber başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Varaka şöyle dedi: 'Bu gördüğün, Allah'ın Hz. Musa'ya gönderdiği Nâmus'tur. Keşke senin davet zamanında genç olsaydım! Kavminin seni bu şehirden çıkaracakları zaman keşke hayatta olsam!'"

"Bunun üzerine Hz. Peygamber, 'Onlar beni buradan çıkaracaklar mı ki?' diye sordu. Varaka da: 'Evet, senin getirdiğin bu dava ve mesaj ile gelen herkes, her peygamber, düşmanlığa uğramıştır. Şayet senin davet günlerine yetişirsem, sana elimden gelen yardımı yaparım.' dedi. Çok geçmeden Varaka vefat etti ve o sıralarda bir süreliğine vahiy de kesildi.” (Buharî, Bed’u’l-vahy, 1).

Hadiste yer alan "yüreği titreyerek Hira’dan döndü" ifadesi, ile "kendimden korktum" ifadesi, meleğin gelmesinden dolayı Hz. Peygamber (a.s.m)'de oluşan etkilenmeyi göstermektedir. Bu yüzden o "Beni örtünüz" demiştir.

Hadiste zikredilen korkudan ne kastedildiği hakkında âlimler "on iki farklı görüş" ileri sürmüşlerdir. İbn Hacer’in tercihine göre,  aşağıdaki üç görüş en çok itibar edilebilen görüşlerdir:

1. Ürpertinin şiddetinden dolayı ölmekten korkmak.

2. Hastalıktan korkmak. İbn Ebî Cemre bu görüşü kabul etmiştir.

3. Hastalığın devam etmesinden korkmak.(bk. İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi).

Bu üç görüşü bir arada mütalaa etmek mümkündür. Çünkü, hasta olmak, hastalığın devam edeceğine işaret eder, devam eden bir hastalık ölüm endişesini getirebilir.

O halde, Hz. Muhammed (a.s.m) bir insan olarak ilk defa Hz. Cebaril (as) ile karşılaşmasından derin bir tedirginlik hissetmiştir. Çünkü her peygamber gibi Hz. Muhammed (a.s.m) de bir beşerdir, insanî duyguları vardır, diğer insanlar gibi sevinçleri, üzüntüleri, korkuları vardır. Bu tespitten sonra şu noktalara bakabiliriz:

a. Hz. Muhammed (a.s.m)’in ilk defa karşılaştığı gaybî bir olay karşısında daha önce gördüğü ve peygamberliğini gösteren ve “irhasat” denilen harikalar unutturulmuş olabilir.

b. Hadiste ifade edildiği üzere, “Cebrail’in  takati kesilinceye kadar onu defalarca sıkması” kendisinde bir şok etkisi yapıp önce gördüğü irhasatı ona unutturmuş olabilir. Bu sıkmaların mutlaka hikmetleri vardır. Bu hikmetlerden biri, beşerî şahsiyetini şok bir tedavî ile dünyadan alakasını kestirmek ve bir nevi terapi yapmak olabilir.

c. Buna göre Hz. Muhammed (a.s.m)’in o gece karanlığında böyle harika bir olaydan ötürü şok olup korkması mümkündür. Ve bu korkuyla kalbi çarpması ve telaş göstermesi ve Hz. Hatice (r.anha)’ye “Beni örtün.” demesi son derece makul bir davranıştır ve peygamberliğe ters düşen bir tarafı da yoktur.

d. Hz. Hatice (r.anha)’nin Efendimizi (a.s.m) Varaka b. Nevfel'e götürmesi, onun peygamberliğini tasdik ettirmek için değil, bu şok etkisini hafifletmek, bu beşerî telaşını izale etmek ve endişelerini gidermeye yöneliktir. Bu zatın seçilmesi, Hz. Hatice’nin yakını olması yanında, yaşlı, ağırbaşlı, o ümmî toplumda okuma yazması olan bilge bir kimse olması, Tevrat ve İncil’i okuyan kültürlü bir şahsiyet olmasındandır. Onun bu kimliği gizemli olan hadiseleri yorumlamasına imkân veriyordu. Nitekim, Varaka b. Nevfel’in yanına girmenin çok isabetli olduğu hemen anlaşılmıştır. O bu hadisenin “bir nübüvvet olduğu, görülen o gaybî şahsın da Namus-u ekber Cebrail olduğunu” tereddütsüz olarak söylemiştir.

65 Peygamber Efendimizin katıldığı gazveler hakkında bilgi verir misiniz?

İslâm tarihçilerine göre Hz. Peygamber (asm)’in emir ve kumandasında yirmi yedi gazve gerçekleşmiştir.

Bu gazveler şunlardır: 

Ebvâ, Buvât, Bedru’l-ûlâ-Sefevân, Zü’l-Uşeyre, Bedir, Benî Kaynukâ', Sevîk, Karkaratülküdr, Gatafân, Benî Süleym, Uhud, Hamrâülesed, Benî Nadîr, Bedru’l-Mev’id, Zâtü’r-Rikâ’, Dûmetülcendel, Müreysî’ (Beni’l-Mustalik), Hendek, Benî Kurayza, Benî Lihyân, Gâbe, Hudeybiye, Hayber, Mekke’nin Fethi, Huneyn, Taif ve Tebük’tür.

Bu gazvelerden sadece dokuzunda çarpışma meydana gelmiştir.

66 Medine Vesikası'nın önemi nedir, hangi konuları içeriyordu?

Bilindiği gibi 610 yılında ilk defa Mekke’de yeni dinî tebliğ etmeye ve tebliğ ettiği dine  taraftar toplamaya çalışan Hz .Muhammed (sav), yakın çevresinden birkaç kişi dışında ilk yıllarda genel kabul görmemiş, zamanla bu dine girenlerin sayısı arttıkça bu sefer de çeşitli engellemeler ve ağır baskılarla karşılaşmıştı. On üç yıllık Mekke hayatında taraftar sayısını fazla arttıramıyan Peygamber (sav) ve Müslümanlar için Mekke dışına bir yere gitmek, özgür ve güvenilir bir ortam bulmaktan başka seçenek kalmayınca, önce Habeşistan’a (iki defa), sonra da Medineye hicret etmek zorunda kaldılar.

Mekke, Arap yarımadasının ticari ve siyasi faaliyetlerinin yürütüldüğü önemli bir yerleşim merkeziydi. Öteden beri dinî bir merkez durumundaki Kâ'be ile büyük ve köklü Arap kabilelerinin Mekke’de oluşu, bu şehri fazlasıyla önemli kılıyordu. Mekke bu özelliğine binaen siyasi ve idari açıdan da iyi örgütlenmiş, siyasi ve idari bürokratik merkeziyetçiliği yanında özgür kabilelerden müteşekkil bir konfederasyon görünümündeydi.

Mekke gibi yarımadanın diğer yerleşim merkezlerinde de Arap geleneğinin baskın karakteri kabile ruhudur. Bu durum, yarımadanın iki büyük merkezinde de hemen hemen aynıydı. Mekke ve Taif’in birliği güçlü kabileler tarafından sağlanıyordu. Ancak Medine bu anlamda böyle bir birlikten yoksundu. Çünkü Mekke’de Kureyş, Taif’te Sakif kabilesi siyasi birliği sağlarken, Medine’de başta Evs ve Hazreç ile bu iki Arap kabilesinin müttefikleri Yahudi kabileler (Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza) arasındaki bitmez tükenmez savaş ve çekişmeler, siyasi birliğin sağlanmasına bir türlü imkan vermiyordu. İşte Peygamber (sav), böylesine muztarip ve fakat siyasi birliğe muhtaç bir kabileler topluluğu olan Medine’de din ve hukuk temelinde yepyeni ve o günkü Araplar arasında hayli garip bir siyasi birlik kurmaya muvaffak oldu.1 Araştırıcılar, ittifakla Mekke ile Medine arasındaki sosyal, siyasal ve ekonomik yapısal farkın Müslümanların Medine’de tutunmasına ve burda yepyeni bir siyasal birliğin kurulmasına geniş ölçüde yardımcı olduğuna kanidirler.2

Merkezî bir siyasi otoritenin olmayışı sosyal hayat ve savunma alanında da kendini gösteriyordu. Ortak savunmanın olmadığı Medine’de her kabile kendine ait müstahkem bir hisar inşa etmişti. Her bir kabilenin ortak savunma masrafları -Yahudilere özgü olmak üzere- bir halk sandığı tarafından karşılanıyordu. Arap kabileleri ise “kan diyetleri”nin karşılanması amacıyla bir tür sosyal sigorta kurmuşlardı. Yahudilerin elinde Tevrat olmakla birlikte, kimsenin ve bütün kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen yazılı bir hukuk yoktu. İhtilaflar çoğunlukla örfi teamüller esas alınarak ve hakemler tarafından çözülürdü. Ne var ki, hakemlerin kararını destekleyecek somut hukuki müeyyidelerin olmayışı ile çoğunlukla güçlülerin kararları tanımayışları adaletsizliklerin sürüp gitmesine yolaçıyordu.

Eğitim seviyesi ve okuma-yazma oranının hayli düşük olduğu Medine’de Yahudiler, İbrani alfabesiyle Arapça konuşup yazıyorlar, dinî ibadetlerini ve çocuklarına verdikleri öğretimi “Beytü’l-Medaris” denen yerde yapıyorlardı. Araplar ise bu sınırlı imkandan da yoksundular ve esasında kitapları olmadığı için Yahudiler karşısında ezik duygular içindeydiler.

Medine’yi oluşturan iki etnik ve dinî grup, yani Araplar ile Yahudiler iki ayrı ve homojen topluluk durumunda değildiler. İlginçtir, Araplar ve Yahudiler arasında çatışma olduğu gibi Arap kabileleri kendi aralarında ve Yahudi kabileleri de kendi aralarında savaşıp duruyorlardı. İbn Hişam’ın verdiği bilgilere göre, Yahudi Kaynuka oğullarının çoğunluğu, Arap olan Hazreçliler'in müttefiki, Nadiroğulları ve Kurayza oğullarının çoğunluğu da Arap kabilesi Evsliler’in müttefiki idiler.3 Bu kargaşa ve çatışma şehrin mimarisini etkilemişti. Bazı kaynaklar elli dokuz hisardan sözederken, Semhudi sadece Yahudi olan yirmi ayrı kabile ismi sayar.

Ancak asıl büyük savaşlar iki Arap kabilesi Evs ve Hazreç arasında sürüyordu. Tarihçiler, “Buas” adını verdikleri bu şiddetli savaşların yüz yirmi yıl sürdüğünü kaydederler. Evs şehrin güneyinde, Hazreç kuzeyinde ikamet ediyordu. İbn Neccar, Araplar’ın on üç hisarından sözeder. Aslında Benu Kayle ortak kökende birleşen, fakat sonra bölünen bu iki kabile arasındaki şiddetli savaşlar bütün Medine ve çevresini de tam bir kaosun içine düşürmüş, güvenliği ortadan kaldırmış ve tabii herkeste genel bir bıkkınlık duygusu uyandırmıştı.

Hicret’e tekaddüm eden günlerde, Medineliler, merkezî bir otoritenin bu çatışmalara bir son vereceğini düşünmeye başladılar ve hatta Abdullah ibn Ubeyy’i başlarına kral yapmak istediler. Medineliler, Bizans ve Sasanilerle yakın temas halinde olduklarından, muhtemelen katı bir monarşinin her türlü kaosun önüne geçebileceği fikrini buralardan almış olabilirler. Ne var ki, Abdullah İbn Ubeyy, zaaf sahibi, muhteris ve dar görüşlü bir insandı ve en önemlisi kendisi de bir Medineli idi. Medine’deki derin iç çelişkiler, onun güç ve yeteneklerini fazlasıyla aşıyordu.4

Medine’nin merkezî bir siyasi otoriteden yoksun olması ile sürüp giden şiddetli savaşlar, Peygamber (sav)’in buraya gelişini kolaylaştırmıştı. Nitekim, sonraları Hz. Ayşe (ra) şunları söyleyecekti:

“Yevm-u Buas (Evs ve Hazreç arasındaki savaş), Allah’ın elçisi Muhammed’e bir armağanıydı. Resulüllah geldiğinde (Medine ahalisi) gruplara bölünmüş, ileri gelenleri öldürülmüş veya yaralanmışlardı. Allah, onların İslam’a girmesiyle Elçisi’ne lütufta bulunmuş oldu.”5

VESİKAYA TARAF DİN VE HUKUK TOPLULUKLARI

Medine’ye gelir gelmez Peygamber (sav)’in ilk yaptığı işlerden biri, yeni gelen muhacirleri yerleştirmek, onların ve ailelerinin gündelik (rutin) ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli tedbirleri almak oldu. Bu amaçla Medineli Müslümanlar (Ensar) ile Mekkeli Müslümanlar (Muhacirler) arasında sosyal ve ekonomik bir dayanışma ve yardımlaşma ilişkisini tesis etti. Buna “muâhât=kardeşleşme” adı verildi. Hicret’in ilk günlerinde bu kardeşleşme organizasyonuna kırk beşi Ensar’dan, kırk beşi Muhacirlerden olmak üzere doksan kişi katıldı. Kaynaklarımız bu ilk teşebbüste birbiriyle kardeş olmayan tek bir muhacirin kalmadığını yazar.6

Öyle ki kardeşleşme, aralarında kan, akrabalık ve kabilevi bağ olmadığı halde onları birbirine mirasçı bile kıldı. Deyim yerindeyse komünal bir hayat biçimi geliştirildi. Hicret’in 5. ayında kardeşleşmeye katılan ailelerin sayısı yüz seksen altıya çıkmıştı.7 Gelen her bir aileyi, Medineli bir aile yanına alıyor, zirai ve ticari hayatına, ev geçimine ortak kılıyordu. Hatta kimi Medineliler, eğer arzu ediyorlarsa birden fazla evli oldukları eşlerini boşayıp bekar Muhacirlere nikahlayabileceklerini teklif ettiler.

Bir ara Ensar, sahip oldukları hurmalıklarını da Muhacirlerle bölüşmek istedi. Ancak durumun düzelme yönünde bir gelişme gösterdiğini gözleyen Peygamber (sav), bunun yerine zirai ortaklık yapmalarını teklif etti ve “Sulama işini Muhacirler üzerine alsın, sonra aranızda ürünü bölüşün.” dedi.8 Yine de Ensar, Muhacirleri birer ev sahibi yapmak için arsa, arazi ve hurmalıklarının fazlasını onlara hibe ettiler.

Kaynaklar, bu kardeşleşmenin sürdüğünü, ancak miras hükmünün kimine göre Bedir’den sonra (Enfal, 75), kimine göre de h.3. yıl Şevval ayında yani Uhud savaşından sonra son bulduğunu yazar.

Hicret’le birlikte ve bu gelişmelerden sonra Medine’de üç ana toplumsal blok ortaya çıkmış oldu: Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar.

Müslüman blok, Mekkeli Muhacirler ve Medineli Evs ve Hazreç’li Ensar’dan müteşekkildi. Bu türden toplumsal yapılanma bütün Arap yarımadasının kadim geleneğine yabancıydı. Çünkü geleneksel kabile hayatında, toplumsal örgütlenme kan ve akrabalık bağına dayalı iken, ilk defa Medine’de coğrafî, etnik ve kültürel kökeni tamamen birbirinden farklı insanlar bir araya gelerek kendilerini ayrı bir sosyal blok (camia) olarak tanımlıyorlardı. Sonraları buna Romalı Süheyl, İranlı Selman, Kürt Gavan vb. eklenecekti. Nitekim Medine Vesikası’nın 2. maddesi bu sosyal bloku din ve hukuk temelinde “diğer insanlardan ayrı bir ümmet” olarak zikredecektir.

Ancak kuşkusuz Medine, Müslümanlardan ibaret değildi. Onun kadim sakinleri Yahudiler ve Müslümanlığı kabul etmemiş Araplar da vardı. İşte Hz. Muhammed (sav)'in önünde bütün bu sosyal blokları anlaştırıp birleştirmek ve bir arada yaşamanın formülünü bulmak gibi önemli bir sorun vardı.9 Peki, bunu nasıl yapacaktı?

Öyle anlaşılıyor ki, Hz.Muhammed (sav), Medine’nin sosyal, dinî ve demografik yapısını ortaya çıkarmakla işe başladı. Ve bu amaçla, o günkü gelenekler için hayli yabancı olan bir teşebbüse girişerek nüfus sayımı yaptırdı. Medine Vesikası gibi bu ilk nüfus sayımının yapılması ve şehir sakinlerinin tek tek (erkek, kadın, çocuk, yaşlı) bir deftere yazılmasına da ilk defa rastlanıyor, diyebilir miyiz? Her neyse, bu teşebbüsün Araplar için “yeni ve garib” olduğunda kuşku yok. Huzeyfe’den gelen bir nakle göre:

“Allah’ın Elçisi bize: ‘Din olarak İslam’ı seçen ve Müslüman olan kimselerin isimlerini (tek tek) yazıp getiriniz.' dedi. Biz de ona 1500 kişinin ismini yazıp getirdik.”10

Nüfus sayımı sonucunda Medine’de 10.000 kişinin yaşadığı, bunlardan 1.500’ünün Müslüman, 4.000’nin Yahudi ve 4.500’ünün Müşrik Arap olduğu anlaşılmıştı. Peygamber (sav), ikinci bir adım attı, Medine’nin doğal şehir sınırlarını tayin etti ve dört bir köşeye birer işaret koyarak bir “Site-Devlet”in toprağını belirlemiş oldu ki, bu sınırlar içinde kalan bölge Vesika’nın 39. maddesinde “Yesrib (Medine) vâdisi içindeki alan (cevf), korunmuş (haram)” olarak yeralacaktır.

Tabiatıyla Müslümanlar bu teşebbüsten memnundular, Yahudiler de bu sosyal ve siyasal organizasyondan memnun görünüyorlardı; ancak Medineli Müşrikler (Putatapanlar), huzursuzdular, geleceklerini tehdit altında görüyorlardı.11 Bunun nedenini anlamak zor değildi; çünkü Peygamber (sav) ve arkadaşları Mekkeli Müşriklerin tahammülsüz baskılarına dayanamıyarak hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onun diğer Müşriklerle arasının iyi olacağı düşünülemezdi. Kaldı ki, hicretin hemen ardından, Mekke’den Kureyş’in Müslümanların peşini bırakmayacağı ve yakın bir gelecekte Medine üzerine bir sefer düzenleyeceği yolunda haberler gelmeye başlamıştı. Böyle bir çatışma ortamında Medineli müşriklerin durumu ne olacaktı? Kureyş, onlara “Niçin Muhammed’i kabul ettiniz?” diye çıkışmaz veya muhtemel bir karşılaşmadan önce Müslümanlarla aralarında bir çatışma çıkmaz mıydı? Ortada fiili bir durum vardı. Böyle bir konjonktürde nasıl birarada yaşanacaktı?

Hz. Muhammed (sav), bir yandan hicret eden Mekkelilerin yerleştirilmesi ve yeni çevreye intibaklarıyla uğraşırken, diğer yandan Yahudi ve Müşrik Araplara güven vermeye çalışıyor, niyetinin Medine üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak olmayıp yeni dinî cemaatinin güven içinde yaşamasını ve dinlerini yayma imkanlarını sağlamak olduğunu söylüyordu. Esasında daha Mekke’de inen vahiylerde geçerli bir politika olarak

“Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kafirun, 109/6)

ilkesi benimsenmişti. Ancak Kureyş, bu çok dinli çoğulcu projeyi reddedip Peygambere (sav) dini tebliğinde engeller çıkarmış, Müslüman olmak isteyenlere ağır baskılar ve işkenceler uygulamıştı.

Dolayısıyla Peygamber (sav)'in izlediği stratejide hiçbir değişiklik yapmak gerekmezdi. Bu durumda Medine’deki hayatı, Mekke’de inen vahyin toplumsal, hukuki ve kurumsal düzeyde bir açılımı, Mekke’deki vizyonun Medine pratiğine taşınması olacaktı; nitekim öyle oldu. Yani dinî ve hukuki özerklik temelinde çoğulcu bir toplumsal projeyi hayata geçirerek, herkese ve her topluluğa bir arada yaşamanın mümkün yollarını göstermek. Elbette dinî tebliğ devam edecekti; ama hiç kimse zor ve baskı altına alınarak başka bir dine girmeye mecbur edilmeyecek, din değiştirenler Mekke’de olduğu gibi herhangi bir engelle karşılaşmıyacaktı.

Medine’ye gelişten sonra önce Medineli Ensar ile Mekke’den gelen Muhacir ailelerin başkanlarının (Nakib) katıldığı büyük bir meclis toplandı ve muhtemelen yukarıda sözünü ettiğimiz kardeşleşmenin hukukî temelini oluşturan hükümler görüşüldü. İşte Medine Vesikası’nın ilk yirmi üç maddesi, bu toplantıda tesbit edilmiş olup yeni Müslüman blokun sosyal ve hukukî ilişkilerini yazılı hükümlere bağlamaktadır.

Bu iş tamamlandıktan sonra, Hz.Muhammed (sav), Müslüman blokun liderleriyle olduğu kadar, Müslüman olmayan Medineli diğer sosyal blok temsilcileriyle de durumu istişare etti. Hepsi Enes’in evinde toplanarak yeni bir “Şehir-Devlet” yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaştılar. Bu yeni “devletin anayasası” yazılı bir biçimde tesbit edilip vazedildi ki bu metin şu anda elimizde bulunan Vesika’dır.

Şimdi konunun daha iyi anlaşılması için Vesika’nın hükümlerine yakından bakalım:

MEDİNE VESİKASI

Bismillâhirrahmânirrahîm.

1) Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).

2) İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi’a) teşkil ederler.

3) Kureyş’den olan Muhâcirler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.

4) Benû ‘Avflar kendi aralarında âdet olduğu vechile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (Müslümanların teşkil ettiği) her zümre (tâife), harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

5) Benû Hârisler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasında iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

6) Benû Sâideler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

7) Benû Cuşemler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

8) Benû’n-Neccârlar kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

9) Benû ‘Amr İbn ‘Avflar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

10) Benû’n-Nebîtler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

11) Benû’l-Evsler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir...

12) Mü’minler kendi aralarında ağır malî mes’uliyetler altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidyei necât veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir.

12/B) Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsına (kendisi ile akdî kardeşlik râbıtası kurulmuş kimse) mümâna’at edemez (Diğer bir okunuşa göre: Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsı ile onun aleyhine olmak üzere bir anlaşma yapamayacaktır.)

13) Takvâ sahibi mü’minler, kendi aralarında mütecâvize ve haksız bir fiil îkaını tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.

14) Hiçbir mü’min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü’min aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.

15) Allah’ın zimmeti (himâye ve temînatı) bir tekdir; (müminlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin tanıdığı himâye) onların hepsi için hüküm ifade eder. Zîra mü’minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar.

16) Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muârız olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardım ve müzâheretimize hak kazanacaklardır.

17) Sulh, mü’minler arasında bir tekdir. Hiçbir mü’min Allah yolunda girişilen bir harpde, diğer mü’minleri hâriç tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh, ancak onlar (mü’minler) arasında umumiyyet ve adâlet esasları üzere yapılacaktır.

18) Bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askerî) birlikler, birbirleriyle münâvebe edeceklerdir.

19) Mü’minler, birbirlerinin Allah yolunda (uğrunda) akan kanlarının intikamını alacaklardır.

20) Takvâ sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.

20/B) Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz (yani Kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz).

21) Herhangi bir kimsenin, bir mü’minin ölümüne sebep olduğu katî delillerle sâbit olur da maktûlün velîsi (hakkını müdafaa eden) rızâ göstermezse, kısas hükümlerine tabî olur; bu halde bütün mü‘minler ona karşı olurlar. Ancak bunlara, sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helâl (doğru) olur.

22) Bu sahîfe (yazı)nın muhteviyatını kabul eden, Allah’a ve ahiret gününe inanan bir mü’minin bir kaatile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösteren kıyâmet günü Allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ki, o zaman artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır.

23) Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed (sav)’e götürülecektir.

24) Yahudiler, mü’minler gibi, muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.

25) Benû ‘Avf Yahudileri, mü’minlerle birlikte [İbn Hişâm’da bu, “ma’a” (= ile) olarak, Ebû Ubeyd’de ise “min” (= den) olarak zikredilir] bir ümmet (: câmi’a) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.

25/B) Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îkâ eder, o sadece kendine ve âile efradına zarar (vermiş) olacaktır.

26) Benû’n-Neccâr Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.

27) Benû’l-Hâris Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.

28) Benû Sâ’ide Yahudileri de Benû ‘avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.

29) Benû Cuşem Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.

30) Benû’l-Evs Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.

31) Benû Sa’lebe Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îka eder, o sadece kendini ve aile efradını zarardîde etmiş olacaktır.

32) Cefne (âilesi) Sa’lebenin bir kolu (batn) dur; bu bakımdan Sa’lebe’ler gibi mülâhaza olunacaklardır.

33) Benû’ş-Şuteybe de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır.

34) Sa’lebe’nin mevlâları, bizzat Sa’lebeler gibi mülâhaza olunacaklardır.

35) Yahudilere sığınmış olan kimseler (Bitâne), bizzat Yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır.

36) Bunlardan (Yahudiler) hiçbir kimse (Müslümanlarla birlikte bir askerî sefere), Muhammed’in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.

36/B) Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilemeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve âile efradını mes’ûliyet altına sokar; aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riâyet etmeyen bir kimse haksız vaziyette olacaktır). Allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle beraberdir.

37) (Bir harp vukuunda) Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Muhakkak ki bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır. Onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.

37/B) Hiçbir kimse müttefikine karşı bir cürüm îka edemez: Muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.

38) Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe masrafda bulunacaklardır.

39) Bu sahîfenin (yazının) gösterdiği kimse lehine Yesrib vâdisi dahili (cevf), harâm (mukaddes) bir yerdir.

40) Himâye altındaki kimse (cârr), bizzat himaye eden kimse gibidir; ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm îka edecektir.

41) Himâye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesnâ, bir himâye hakkı verilemez.

42) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münâzaa vak’alarının Allah’a ve Resûlullah Muhammed’e götürülmeleri gerekir. Allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle beraberdir.

43) Ne Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himâye altına alınmayacaklardır.

44) Onlar (= Müslümanlar ve Yahudiler) arasında, Yesrib’e hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.

45) Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, mü’minlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır; din mevzuunda girişilen harp vak’aları müstesnâdır.

45/B) Her bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan (gerek müdafaa ve gerekse sâir ihtiyaçlar hususunda) mes’uldür.

46) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar, aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların mevlâlarına ve bizzat kendi şahıslarına, bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur. (Kaidelere) muhakkak riâyet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız şekilde kazanç temin edenler, sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahîfede (yazıda) gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riâyet edenlerle beraberdir.

47) Bu kitap (yazı), bir haksız fiil îka eden veya cürüm işleyen (ile cezâ) arasına engel olarak giremez. Kim ki bir harbe çıkar, emniyette olur veya kim ki Medine’de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir fiil ve cürüm îkaı halleri müstesnâdır. Allah ve Resûlullah Muhammed himayelerini, (bu sahîfeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.*

HÜKÜMLERE İÇLİŞKİN KURUCU İLKELER

Hamidullah’a göre, “bu anayasa, ilk İslam Devletinin Anayasası olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma özellik” ve ayrıcalığına da sahiptir.12 İtalyan tarihçi Caetani, “anayasa” tabirini kullanmadan “vesika” der ve şunları ekler: “Bu vesika Muhammed Peygamber’in kitabıdır ki, bunu yazan (veya yazdıran) Muhammed’in kendisinden başkası değildir. Diğerleri, yani Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler buna katılmışlardır.”13 Caetani’nin bu sözlerinden, Peygamber (sav)’in kendi başına hazırladığı bir metni diğerlerine dikte ettirdiği veya bir emr-i vaki durumu yaratıp onlara onaylattığı sonucunu çıkarmamak lazım. Enes’ten ve diğer kanallardan gelen bilgiler, Vesika’nın karşılıklı görüşmeler sonucunda ve bir toplumsal mutabakat ürünü şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir.

Doğrusu da budur. Çünkü Mekke’den ve gece yarısı gizlice çıkıp Medine’ye göç etmiş, üstelik bütün taraftarları genel şehir nüfusunun yüzde on beşini geçmeyen bir insanın, tamamen kendi istek ve arzularına ya da gelecekteki çıkar hesaplarına hizmet edecek bir sözleşme metnini, kendisinden sayıca ve silahça daha güçlü kimselere kabul ettirmesi düşünülemez. Bu hiç de akla yatkın görünmüyor.

Hz. Muhammed (sav)’in karşılıklı görüşmeler sonucunda ve oydaşma esasına dayalı hazırladığı bu toplumsal sözleşmenin kabulünü sağlayan esaslı faktörlerden biri, yüz yirmi  yıldır savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen Medine’nin bizzat içinde bulunduğu kaotik ve güvensiz durumdur. Medine adeta kendine bir kurtarıcı beklemektedir. Kendi başına ve varolan sosyal güçlerle barış ve istikrar sağlayacak siyasal ve toplumsal bir formül bulamıyor. Medine savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yine de yeni çatışmalara gebe bir görünümdedir. İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi hukuk temelinde, “neysen osun” ilkesine göre varolmaya çağırıyor.

Vesika'da yaralama, öldürme, kan diyetleri, fidye-i necat vb. terim ve maddelerin sıkça yer alması, uzun yıllar iç savaşlarla sarsılmış ve bitkin düşmüş bir toplumun normal konjonktürünü yansıtır. O günün ivedi sorunu, çatışmalara bir son verilmesi ve taraflar arasında adalet ve hakkaniyet esaslarına uygun bir arada yaşamanın formülünün bulunmasıydı. Bu yönüyle Vesika, oldukça dönemsel bir nitelik taşır. Ancak onun dönemselliği ve altına imza atan insanların sayısının azlığı, kurucu ilkeleri yönünden önemsizdir.

İkinci önemli nokta, böyle bir proje sayesinde kimsenin kimse üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan başkalarını doğal bir realite kabul etmesi ve onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve hukukun teminatı altına alınmasıdır.

Gözönünde tutulması gereken bir nokta da şudur: Medine Vesikası, bütün sosyal bloklar açısından “hakimiyet” değil “katılım” temelinde bir toplumsal projeyi öngörür. Vesika’nın çizdiği proje çerçevesinde Müslümanlar, özgür insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed (sav)’in gösterdiği istikamette ve güven içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. Aynı haklar Yahudiler ve diğerleri için de geçerlidir.

Burada Vesika’dan çıkarabileceğimiz ilk kurucu ilkenin altını çiziyoruz:

Doğru, adil, hukuka saygılı ve insanlar arasında gerçek barış ve istikrarı amaçlayan ideal bir projenin, farklı gruplar (dinî, hukuki, felsefi, siyasi vs.) arasında bir sözleşme temelinde ortaya çıkması gerekir. Sözleşmenin hazırlanması esnasında sosyal blokların kendileri veya temsilcileri hazır bulunmalı, özgür bir ortamda ve karşılıklı görüşme ve tartışmalarla sözleşmenin hükümleri (temel yasalar) tesbit edilmelidir.

Toplumsal hayata katılan gruplar heterojen olduklarından, her bir madde bir örtüşme noktasını teşkil etmeli ve oydaşma yoluyla tesbit edilmelidir. Her örtüşme maddesi sözleşmenin bir hükmünü oluşturur ve anlaşmazlık konusu her madde de grupların kendilerine terkedilir. Örtüşme sözleşme alanına, farklılık özerk alana aittir. Bu, birlik içinde zengin farklılık, yani sahici çoğulculuktur.

İkinci kurucu ilke hakimiyet’in değil, katılım’ın hareket noktası seçilmesidir. Çünkü totaliter ve üniter bir siyasal yapıda farklılıklar kabul edilemez. Medine Vesikası, Müslüman ve Yahudileri kabile kabile (tek tek) zikreder. Müşriklere de ayrı bir maddede değinir. (Md. 20/B). Muhacirler, Ensar, Benu Avf, Benu Harisler, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’n-Neccar, Benu Amr İbn Avuflar, Benu Nebît ve Benu’l-Evs... (Md.1-11). Yine Yahudiler’den Benu Avf, Benu’n-Neccar, Benu’l-Haris, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’l-Evs, Benu Sa’lebe, Cefne, Benu Şuteybe (Md.25-33) kabilelerini ve onların mevlalarını ayrı ayrı zikreder.

Mevla, kan ve akrabalık bağı olmaksızın bir kabileye bağlı veya onunla anlaşmalı olan kabile, aşiret veya topluluktur. Bu demek oluyor ki, ismiyle ve imzasıyla sözleşmeye taraf olan her bir sosyal blok, kendisine bağlı diğer toplulukları da temsil etmekte ve aynı hak ve sorumlulukları onlara da tanımaktadır. Ancak 20/B maddesi müşriklerle ilgili özel hükümler getiriyor ve 43. md. ile destekleniyor. Bu da Medineli Müşrikler’in Mekkeli Müşrikler’le her türlü siyasi ve askeri ilişki kurmalarına engel teşkil etmek içindir. Esasında Medineli Müşrikler de Mekkelilerle ittifak kurma arzusunu taşımıyorlar, hatta başlarına bir tehlike gelir diye çekiniyorlardı. Ama onlar da, diğerleri gibi 39. md.de belirtilen Site’nin alanı içinde her türlü hak ve özgürlüklere sahip olmak istiyorlardı, Vesika bu hakkı talebi de hukuki bir teminat altına almaktadır. Nitekim, Mekkelilerle girişilen Bedir ve Uhud savaşlarından sonra da, Vesika’ya taraf Müşrikler’in Medine’de yaşamaya devam ettiklerini ve Müslümanlarla aralarında çatışmaya dönüşecek ciddî sorunlar çıkmadığını biliyoruz.

Kabilelerin bir bir zikredilmesi, toplumda varolan dinî ve etnik toplulukların kimliklerini tanımak ve belgelemek içindir. Muhtemelen, kabile liderleri bunu özellikle talep etmişlerdir.

Bundan şu sonuç çıkar: Her bir dinî ve etnik grup kültürel ve hukuki tam özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, gündelik hayatın düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve kendini tanımladığı hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade edecektir. Söz konusu dinî ve hukuki özerkliğin teminatı, “Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse kendileri dahildirler.” diyen 25. maddedir.

42. Madde’de zuhurundan korkulan ihtilafların Hz. Muhammed (sav)’e götürülmesini öngören hüküm, gerek Kur’an’dan gerekse Hadis ve Siyer kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla, Yahudi ve Müşrikler tarafından teklif edilmiştir. Daha önce de değindiğimiz nedenlerle, Medine’deki kaotik durum, kabileler arasındaki karşılıklı güveni sarsmıştı. Bu madde ile gruplar, kendi aralarında çıkan ihtilafları çözemedikleri zaman, davayı bir “üst yargı makamı”na götürmek üzere kendi aralarında anlaşıyorlar. Bu üst yargı makamı da doğrudan güvenilir, tarafsız ve Medine dışından gelmiş Hz. Muhammed (sav)’dir. Kur’an, Peygamber (sav)’e eğer isterse onların davalarına bakabileceği yetkisini veriyordu. (Maide, 42). Bunun üzerine Peygamber (sav) de kendisine başvurdukları her seferinde onları muhayyer bıraktı ve önce şunu sordu:

“Size neye göre hüküm vermemi istersiniz, Kur’an’a göre mi, yoksa Tevrat’a göre mi?”

Bu düzenlemede Peygamber (sav), bir “Hakim” değil, bir “Hakem” konumundaydı. Eklemek lazım ki, gayri müslimlerin davalarına bakma veya onları kendi mahkemeleri ve hukuklarıyla başbaşa bırakma teamülü o günden beri Zımmî hukukun bir parçası olmuş, bu uygulama Osmanlıların son dönemlerine kadar sürmüştür.

Burada bir kurucu ilke daha ortaya çıkmaktadır: Çoğulcu bir toplumda tek değil, birçok hukuk sistemi aynı anda geçerli olabilir. Ve tabii eğer bloklar arasında çatışan hukuklar dolayısıyla ihtilaflar doğarsa -ki doğar- bu durumda ya tarihte görüldüğü gibi, bu türden davalara yetki alanları genişletilmiş Mezalim Mahkemeleri bakar veya bütün hukuk topluluklarının hukuk temsilcilerinden oluşmuş üst mahkemelerin kurulması cihetine gidilir. Bana göre, çatışan hukuk sistemleri karşısında mağduru hukuk seçmede özgür bırakmak en iyi çözümdür; İslam hukuku açısından bu mümkündür.

Vesika’nın 23. maddesi Peygamber (sav)’i Müslüman sosyal blok üzerinde mutlak hakim kılar. Bu doğal bir durumdar; çünkü Müslümanlar ona biat etmekle, zaten ona bağlanmayı daha başında kabul etmişlerdir. Bu, aynı zamanda ibadeti, dinî ve hukuku birbirinden ayırmayan İslami temel varsayıma uygun bir tutumdur. Bu maddelerin kurucu ilkesi, İslamiyet’in sadece Müslümanları bağlayan bir din olduğu gerçeğinin altını çizer.

İslami modelin totaliter olduğunu öne sürenler, bu gerçeğin yeterince farkında değiller. Çünkü eğer insanlar, özgür bir din tercih etme haklarına sahip ise, hukuk ve sosyal hayat biçimlerinin de din ve düşüncelerine uygun olması bir zorunluluktur. Bu durumda İslam dini ve hukuku, Müslümanları bağlar, diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve gayri müslimlerden bu hukuka göre davranmaları istenmez. Öyle ki Hz. Ömer (ra), başını örten gayri müslim bir cariyenin bu davranışından memnun olmamış ve başörtüsünün İslamiyet’i bir bütün kabul edenler için amir bir hüküm olduğunu belirtmiştir.

Vesika ise, objektif hükümleriyle bütün dinî ve sosyal blokların üstündedir. Yani, Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler onun genel çerçevesi dışına çıkamazlar. Bu anlamda karşılıklı anlaşma sonucunda ortaya çıkmış Vesika, Kur’an, Tevrat ve yerleşik örfün üstündedir.

4. ve 11. maddeler sosyal blokların özerkliğini teyid eder. Buna göre, kabileler, eskiden olduğu gibi (âdet olduğu vechile) kan diyetlerini ödeyecekler, savaş esirleri için fidye verecekler. Kendi aralarında mali mükellefiyetlere katlanacak ve bunlar ortaklaşa tesbit edilecektir (Md. 3, 12 ve 37.) Ancak eskiden olduğu gibi, kan ve akrabalık bağına dayalı kabile asabiyetiyle suçlular korunmayacak, biri suç işlediği zaman kabilesinin fertleri ondan sorumlu tutulmayacak, kısaca suç ve ceza bireyselleşecektir (Md. 22 ve 31/B). Bu bile başlı başına bir devrimdi. Suçlu ve canilerin korunmadığı -ki bunlar hangi bloktan olursa olsunlar farketmez- bu yeni yapıda adalet ve güvenliğin sağlanması ortak ve sosyal bir sorumluluk mevkiine çıkartılıyor, taraflar birbirlerine karşı -aynı blokun bireyleri- sorumlu tutuluyor. (Md. 12, 13, 21). Buna bağlı olarak 12/B maddesi, kişilerin, başka kişilerin mevlaları ile ve onlardan ayrı olarak anlaşma yapma imkanlarını tanıyor. Kanımca bu madde ve başka hükümler, vize verme hakkını devletten alıp, doğrudan bireylere ve gruplara veriyor.

Vesika’nın diğer hükümlerini de kısaca şöyle özetlemek mümkün: 39. Madde ile “ülke ve korunmuş sınır” kavramı getirilmiş olup, bu o günün şartlarında yeni bir şeydi. Kan ve akrabalık bağına dayalı kabile yapısı aşılıyor, insanlar bloklar halinde (veya hukuk toplulukları şeklinde) daha üst bir siyasi birlik etrafında toplanıyor ve Medine’de yaşayan aşiret ve kabileler arasındaki her türlü çatışma ve hukuk ihlali yasaklanıyor. Vesika’da geçen “haram” terimi "korunmuş sınır" demektir ve bir siyasi birliğin toprak bütünlüğüne atıf anlamına gelir. Bu siyasi birliğin Vesika’daki karşılığı “ümmet”tir (Md. 2 ve 25). Bu anlamda “ümmet”, içinde Müslümanlar, Yahudiler ve müşriklerin de yeraldığı siyasi birlik demektir. Bu birlik, dinî, kültürel ve hukuki özerklik temelinde ırk, dil, din, mezhep ve etnik köken farkını gözetmeyen bir toplumsal projedir (Md. 1,2, 16 ve 25.)

İnsanlar ve topluluklar arasındaki ilişkilerde temel ahlakî esaslar ve herkesin karşı çıkamıyacağı evrensel yüce idealler geçerlidir (Md. 47). Ancak bunların geçerli olabilmesi için toplumsal ilişkilerin bütününü düzenleyen yazılı bir hukuk metninin esas alınması gerekir. Bundan dolayı Vesika, kendini “Kitap” (Md. 1,36 ve 47) veya “Sahife” (Md. 22, 39, 42, 46 vs.) diye takdim etmektedir ki, o günün geleneksel kültüründe bu her iki terim bağlayıcılık ifade eder. Sözgelimi Kur’an da kendini “kitap” olarak tanımlar, geçmiş Peygamberlere çeşitli kitap ve sahifelerin indirildiğini söyler.14

Vesika, herkesi bağlayan hukukun üstünlüğüne tam riayeti öngörürken (Md. 37 ve 37/B), savaş, tek tek birey ve kabilelerden alınıp merkezî hükümete intikal ettiriliyor (Md. 17, 18). Savaş, merkezî yönetimin ortak kararıyla alınacaktır. Savaşın en önemli sebeplerinden biri dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı ortaklaşa mukavemet etmek üzere yapılır. Böyle bir savunma savaşında anlaşmaya taraf olan gruplar mali ve askerî ortak sorumluluklar yüklenirler, hep birlikte savaşırlar. (Md. 15, 18, 19 ve 24). Ancak din adına yapılacak savaşlarda ortak sorumluluk yoktur. (Md. 45). Buna göre eğer Müslümanlar, kendi dinleri için ve başkalarıyla -o da Medine dışında olmak üzere- savaşacak olurlarsa, Yahudiler ve Medineli Müşrikler onlara katılmak zorunda değildirler. Bu madde gereğince Bedir ve Uhud Savaşı Medine dışında bir yerde cereyan etmiştir.

Toplumsal hayatta adaletin tevzii, adlı işlerin yürütülmesi ve yargı için gerekli tedbirler alınacak ve bu yetkiler merkezî otoriteye devredilip fertlerin takdir ve inisyatifine terkedilmeyecektir; bu da ortak sorumluluklar arasında yer alan önemli bir husustur (Md. 13).

Vesika, yargı ve savunma ya da savaş ilanı gibi hususları merkezî otoriteye (devlet?) devrederken, başta yasama olmak üzere, kültür, bilim, sanat, ekonomi, eğitim, sağlık vb. hizmetleri sivil topluma bırakıyor. Peygamber (sav)’den gelen başka rivayetler, yönetimin ancak vergi, yargı ve savunma türünden alanlarla sınırlı olduğunu, bunların dışında kalan diğer alanların sivil topluma ait olduğunu anlıyoruz.

Medine Vesikası’nın genel hükümlerinden başka sonuçlar da çıkartılabilir. Ama yeri burası değildir. Vesika’nın bizim için önemli tarafı, 622 yılında yazılı bir belge olarak üç ayrı dinî ve sosyal blok arasında karşılıklı görüşme ve anlaşma sonucu kaleme alınması ve uygulamaya konulmuş olmasıdır..

Ben kişisel olarak, Vesika’nın hükümlerinden hareketle birtakım soyutlama ve genellemeler yaparak bugün için referans olacak bazı kurucu ilkeler elde edilebileceğini düşünüyor ve bu kurucu ilkelerin son tahlilde çoğulcu bir toplumsal projeye dayanak olabileceğine inanıyorum. Kur’an, Hadis kaynakları ve Müslümanların özel ve yöresel-tarihsel deneylerinden ayrı düşünüldüğünde İslam hukuku da bu projeyi teyid eden ve geliştiren zengin hükümler taşımaktadır. Yıllardır süren Arap-İsrail savaşı, şimdi yeni başgösteren Azeri-Ermeni çatışmaları, Lübnan’ın bölünmüş dinî yapısı, Balkanlardaki etnik durum, Kürt sorunu vb. sayısız çatışma ve savaş sebebinin varolduğu bölgemizde bütün dinî, etnik ve siyasî grupları sözleşme temelinde birarada yaşatacak ortak, gönüllü ve katılıma dayalı çoğulcu projelere ihtiyacımız var.

Kuşkusuz Hegelyen bir bakış açısından bu Vesika'ya baktığımızda doğru sonuçlar çıkaramayız. Çünkü Hegel'e borçlu olduğumuz modern (türedi) paradigma, çevre faktörlerini belirleyici bir konuma çıkartır ve hatta insanı bile çevresinin bir ürünü sayar. Vesika'nın hükümlerinde o günkü Arap toplumunun kendine özgü şartları veya varolan objeler dünyası etkileyici olmuştur; ancak belirleyici olan o çevre şartları değil, özgür, adil, katılımcı ve çoğulcu bir toplum biçimi geliştirme arzusudur. Bundan dolayı hükümlere içkin kurucu ilkeleri araştırıp bulmak önemlidir. Belki bize de bu kurucu ilkeler yol gösterecektir.

Sanıyorum Batılı demokrasiler bugün yaşadığımız sorunlar karşısında yetersiz kalıyor. Bu bölgenin ve yeryüzünün sakinleri olan bizler ise, geleceğimizi tehdit eden bu sorunlar ve haber verdikleri tehlikeler karşısında gözümüzü alternatif kaynaklara çevirmek zorundayız.

Medine Vesikasının Fıkıh Literatürümüzdeki Yeri

Medine Vesikası'nın fikhî tahlillerde fazla öne çıkmadığı bilinen bir husustur. Bu husus İslâm hukukçularının Medine Vesikası'nı bilmediklerinden kaynaklanmaz. Çünkü ilk dönemlerden itibaren temel fıkıh kitaplarımızın siyer bölümlerinde hem megazî literatürüne hem de Medine Vesikası'na çeşitli atıflar yapılır. Yalnız bu metinlerdeki atıfların genellikle vesikanın neticeleriyle alâkalı olduğu görülür.15

Bilindiği gibi fıkıh literatürümüzde gayri müslimlerle yapılan antlaşmalar iki grupta değerlendirilir. Bu gruplandırmada hâkimiyet unsuru belirleyici bir kriter olarak esas alınır. Çünkü hâkimiyet unsurunun bulunup bulunmaması fıkıh sistematiğinde farklı hükümlere tâbidir. Hâkimiyetin bulunduğu sözleşmeler zimmet kavramıyla; hâkimiyetin bulunmadığı sözleşmeler ise muvâdaa, musâlaha, müsâleme, muhâdene16 gibi kavramlarla ifade edilir.

İlk dönemlerden itibaren İslâm hukukuyla ilgili "siyer" kitapları/bölümlerinde devletlerarası münasebetler detaylı incelenmesine rağmen, Peygamberimizin (sav) savaşlarından ve barış antlaşmalarından bahsedilmemesi dikkat çekicidir. Muhtemelen Medine Vesikası da bu genel hükme dâhildir. Bu anlayış Hanefi fıkıh usulü açısından özellikle yönetimle alâkalı icraatların Peygamberimizin (sav) devlet başkanlığı vasfıyla temellendirildiği yorumunu hatırlatmaktadır.17

Konumuzla alâkalı temel problem, Medine Vesikası'nın geçiş dönemine ait bir uygulama veya zimmet hükümleriyle nesh olup olmadığı değerlendirilmesinde odaklanır.18 Her şeyden önce şu hususların hatırlanmasında fayda vardır. Bilindiği gibi Yahudilere karşı Hayber Seferi hazırlıklarının yapıldığı esnada bile Medine'de Peygamberimiz (sav) ile (sallallahü aleyhi ve sellem) antlaşmalarına bağlılığını devam ettiren Yahudilerin varlığı bilinmektedir.19 Ayrıca Hayber Seferi'ne Medine Yahudilerinden on kişinin katıldığı ve Peygamberimizin (sav) onlara ganimetten pay verdiği rivayet edilmektedir.20 Hattâ ailesinin maişeti için aldığı gıda karşılığında zırhını bir Yahudi'ye rehin vermesi de Peygamberimizin (sav) hayatının son zamanlarına kadar Medine'de Yahudi unsurunun varlığını gösterir.21

Konunun diğer bir boyutu ise cizye âyetiyle alâkalıdır. Bilindiği gibi hemen hemen bütün kaynaklarda Tevbe Sûresi'nin Hicret'in 9. yılında nazil olduğu hakkında ittifak vardır. Tevbe Sûresi'nin son nazil olan sûrelerden olduğu da bilinmektedir. Bu sûredeki cizye âyetinin ise, 9. yıldaki Tebük Seferi'ne ait hazırlıklar sırasında veya bu gazve esnasında nazil olduğu rivayet edilmektedir.22 Cizye ile alâkalı âyetin nüzulünden sonra Peygamberimizin (sav) bazı Ehl-i kitap ve Mecusi kabilelerle zimmet sözleşmesi yaptığı kaydedilmektedir.23

Medine'de kalan Yahudilerin cizye âyetinden sonra zimmî statüsünde değerlendirildiği bilgisine biz rastlamadık. Bunların "Medine Vesikası" şartlarına bağlı olarak devam etmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Bu ihtimal, Tevbe Sûresi'nde bazı müşrik kabilelerle yapılan antlaşmaların sona erdiğinin ilân edilmesi emredilirken, antlaşma yapıldıktan sonra "şartları hiçbir şey eksiltmeksizin tamamen yerine getiren ve sizin aleyhinize hiç kimseye destek vermeyen" (Tevbe, 9/4) müşriklerin bile istisna edilmesi anlayışıyla teyit edilebilir.

Bu verilere göre Peygamberimizin (sav) maddî ve askerî açıdan zayıf olduğu zamanlarda gayri müslimlerle anlaştığı, maddî ve askerî bakımdan güçlü olduğu zamanlarda ise savaştığı yorumu tarihî vakaya uygun değildir. Zaten böyle bir siyaset uyguladığını varsaymak, hiçbir zaman Peygamberimizin (sav) şahsiyetiyle de getirdiği mesajla da bağdaşmaz. Zîrâ Peygamber Efendimizin (sav) yaptığı bütün savaşlar müdafaa eksenlidir.

Bu mânâda Peygamberimizin (sav) bidayeti ile nihayeti arasında fark olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu konuda muhteva açısından Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında irtibat kurulması da mümkündür:

Hoşgörü, diyalog veya bizim vazettiğimiz ıstılah ile herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi ve bunun hayata intikali İslâm tarihinde bizimle ortaya çıkmış bir şey değildir. Sadece Medine Vesikası'nı bu gözle incelemeye alın; insanın hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme hakkının olduğunu ‘İnsanlığın İftihar Tablosu' o mübarek sesini yükselterek âleme duyuruyor mu duyurmuyor mu? Bu hakların dokunulmaz ve aynı zamanda mukaddes olduğu Vesika'da var mı yok mu? Aynı hakikatler başka bir dille, başka bir anlatma üslûbu ve edası ile Veda Hutbesi'nde tekrar ediliyor mu edilmiyor mu? Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında yaklaşık on yıl var. Demek bu on yılda bir çizgi değişikliği yok; aksine tahşidat var, tahkim var.

Veda Hutbesi'nde Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır:

"Ey insanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mukaddes bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur."24

Hitabın "Ey insanlar!" diye başlaması, ilgili hükümlerin inanan-inanmayan herkese şamil olduğunu gösterir ve evrensel insanî değerler olduğunu ilân eder.

Netice

Medine Vesikası'nın ruhu; farklı inanç ve ırktan insanlarla savaşsız barış içerisinde bir arada yaşama, sosyal münasebetlerde hayırhahlığı ve iyi davranışı esas alma, iç ve dış güvenliğin sağlanmasında işbirliği yapma şeklinde özetlenebilir. Bu ruh; iletişim araçlarının dünyayı küçülttüğü, büyük ölçekli nüfus hareketlerinin gerçekleştiği ve sınırların eski değerini kaybettiği günümüz dünyasında daha da önem kazanmaktadır.

Dipnotlar:

1. Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, çev. F.Işıltan, Ankara, 1963, s.2
2. Her iki merkezin yapısal özellikleri ve birbirleriyle mukayesesi için bkz. W.Montogomery Watt, Muhammet at Mecca, Oxford, 1953 (Hz. Muhammed Mekke’de, çev. M.R.Ayas-A.Yüksel, Ankara, 1986) ve aynı yazar, Muhammad at Medina, Oxford, 1953.
3. Hamidullah, I, 177-199
4. Dr. S.Ahmed el-Ali, ed-Devletu fi Ahdi’r-Resul, Irak, 1988, I, 24.
5. Buhari, 5/44; İbn Hişam, I, 183
6. İbn Sa’d (öl. 230), Tabakat, Leyden, 1904-12, I, böl. 2
7. Hamidullah. I, 181
8. Buhari, 3/67; M.Asım Köksal, İslam Tarihi, İstanbul, 1981, I, 95
9. A.Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 7. Bsk. Ankara, 1978, s.204; S.M. Ahmed Nedvî-S.S.Ansarî, Asr-ı Saadet, çev. A.Genceli, İstanbul, 1985, I, 64
10. Buhari, 56/181, No:1; M.Tayyib Okiç, İslamiyette İlk Nüfus Sayımı, A.Ü.İlahiyat Faklt. Dergisi, Ankara, 1958-9. VII, 11 vd.
11. S.M. Ahmed Nedvi- S.S.Ansarî, I, 64
12. Hamidullah, I, 189
13. Caetani, III, 112
14. bk. En’am, 154; İsra, 2; Necm, 36; A’la, 19 vs...
15. bk. Muhammed b. el-Hasan, Kitabi's-siyeri'l-kebir, Beyrut 1997, (Serahsi'nin şerhi ile birlikte), V, 3.
16. Şeybanî, V, 18, 30.
17. Debusî, Ebu Zeyd Abdullah b. Ömer, Takvimu'l-edille fi usuli'l-fıkh, Beyrut 2001, s. 249-252.
18. Krş. Sönmez, Abidin, Rasulullah'ın Diplomatik Münasebetleri, İstanbul 1984, s. 97.
19. Vakidî, Muhammed b. Ömer, Kitabu'l-megazi, Oxford 1966, II, 634, 635, 637.
20. Vakidî, II, 684.
21. Buharî, Cihad, 89; Tirmizî, Buyu', 7.
22. Fayda, Mustafa, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul 1989, s. 115.
23. Hamidullah, Muhammed, Mecmuatü'l-vesaiki's-siyasiyye li'l-ahdi'n-nebeviyyi ve'l-hilafeti'r-raşide, Beyrut 1987, s. 150 vd.
24. Buhari, Diyat, 6; Müslim, Kasame, 25.

(bk. Ali Bulaç, Medine Vesikası; Yrd. Doç. Ahmet Güneş, İslâm Hukuku Açısından Medine Vesikası)

67 Ömer Hayyam ve eserlerinin mahiyeti hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

Ömer Hayyam, 1044 yılında Horasan’da doğdu. Selçuklu hükümdarı Melikşah zamanında yaşadı. Daha çok şâirlik yönüyle tanınmasıyla beraber, aynı zamanda devrinin büyük bir filozofu, matematik ve astronomi bilginiydi. Binom Açılımını ilk kullanan bilim adamıdır.

Şiirlerini Farsça yazan Ömer Hayyâm, rübâîleriyle şöhret kazandı. Dört mısradan ibaret olan rübâîlerinde genellikle felsefî temaları işliyordu. Ömer Hayyâm, şiirlerinde insanın tabiat karşısındaki çaresizliğini, bir türlü çözemediği hayat muammasını ve ölüm karşısındaki durumunu, kötümser, muzdarip ve alaycı yöntemlerle tasvir ediyordu.

Said Nursi, Ömer Hayyam'ın eserleri hakkında şu tespitlerde bulunmaktadır:

"Üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından, bedbinlikle maruf Ebu'l-Alâ-i Maarrî ve yetimâne ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmâreyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemalden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip 'Edepsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz.'(1) diye zecirkârâne tedip tokatlarını almışlar."(2)

Bir çok bilim adamınca Batıni, Mutezile anlayışlarına dâhil görülür. Evreni anlamak için, içinde yetiştiği İslam kültüründeki hakim anlayıştan ayrılmış, kendi içinde yaptığı akıl yürütmeleri eşine az rastlanır bir edebi başarı ile dörtlükler halinde dışa aktarmıştır.

Hayyam Rûbailerinde "abarttığı" şarap ve zevk düşkünlüğü, ayrıca İslama aykırı düşüncelerini yansıtması ile zamanında ve daha sonra rûbailerini okuyan geniş çevrelerce dışlanmıştır.

"Geçmiş-gelecek masal hep / Eğlenmene bak ömrünü berbat etme" diyen Ömer Hayyam, hayvânî hisleri tahrik eder, dünyayı bir çayır, bir mera gibi değerlendirir.

Dipnotlar:

1. bk. İbnü’l-Cevzî, Telbisü İblîs 134-136; Süleyman İbni Abdillah, Şerhu Kitabi’t-Tevhîd s. 616; İbni Teymiyye, Kütübü ve Resailü ve Fetâvâ İbni Teymiyye 7:571, 8:260.
2. Said Nursi, Sözler, Otuzuncu Söz.

68 Genelde İslam ülkelerinin bayraklarında, yeşil renk, ay / hilal ve yıldız sembol olarak neden kullanılmaktadır?

Yeşil rengi, rengini yemyeşil cennetlerden almaktadır. Cennetin anahtarları bir açıdan kendisine tevdi edile Hz. Muhammed (asm)’in kubbesi de aynı renkte ve hadiste bir cennet havzası olarak  değerlendirilmiştir. İslam âleminin yeşil renge olan aşkı bu sevgiden kaynaklanmaktadır.

Ancak her rengin de kendine göre bir özelliği ve güzelliği vardır.

Ay; güneşin ışığını insanların dünyası olan yeryüzüne yansıtmakta ve yerküresinin bir yörüngesi olarak hareket etmektedir. Hz. Peygamber (asm) bir bakıma vahiy güneşinden akseden ilahî mesaj ışıklarını insanlık camiasına yansıtan bir ay mesabesindedir. Hakikatin güneşine aşık olan İslam âleminin “Ay” sembolüne karşı gösterdiği ilgi dikkate değerdir. Çünkü vahyin hakikatinden faydalanmak için risalet ayına ihtiyaçları vardır.

İmam Rabbanî, vahyin ışığına ihtiyaç duymaksızın hakikat güneşine kavuşacağını iddia eden Aristo gibi filozofları ahmak olarak vasıflandırmıştır. Bunun anlamı şudur: geceleri ay ışığını kaybeden, güneş ışığından mahrum demektir. Çünkü güneşin ışığı -geceleri- ancak ay aynasıyla görülebilir.

Günümüzdeki adıyla Kızılay 1876’da patlak veren Sırbistan ve Karadağ isyanı yaralı ve mültecilerine yardım yapılması için bir cemiyetin kurulması ihtiyacından kurulmuştur. Hıristiyan dünyasının teslis inancını temsil eden “Salib-i ahmer = Kızılhaç” yerine tevhidi simgeleyen Hilal-i ahmer = Kızılay unvanın kullanılması tercih edilmiştir. Çünkü “Hilal” kelimesinin ebced değeri “Allah” lafza-i celalle aynı olup 66’dır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Renkler (yeşil, krmızı, beyaz, siyah...) hakkında bilgi verir misiniz?

69 Hicri yılbaşı nedir? Yılbaşı kutlamalarına nasıl bakmalıyız?

Hicri takvim, Hz. Muhammed (asm)’in Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle başlamış olmaktadır. Bu tarih, miladi 16 Temmuz 622’dir. Ayın yörüngesi üzerinde dönüşüne dayanılarak düzenlendiği için buna "Hicri Kameri” veya “Sene-i Kameriye” gibi adlar verilmiştir. Hicri takvim, Peygamberimizin (asm) vefatından sonra, günlerin hesaplanmasında ortaya çıkan bazı karışıklıklar üzerine düzenlendi.

Hicri takvim ayın hilâl şeklinde göründüğü ilk geceyi ay başı olarak kabul eder. Ayın tekrar görünüşüne kadar geçen süreyi bir ay; on iki ay da bir yıl sayılır. Bu takvime göre ayın dünya çevresindeki dönüşü yirmi dokuz buçuk gün olarak kabul edilir. Bu sebeple bir ay 29, bir ay da 30 gün olarak kabul edilir. Böylece miladi takvimde bir yıl 365 gün, Kameri’de de 354 gün olarak hesaplanır. Bu yüzden hicri aylar miladi aylardan her yıl on bir gün önce gelir. Bu durum, hicri ayların mevsimlere denk düşmesine sebep olur. Bu yüzdendir ki, hicri takvimin bir ayı olan Ramazan, bazen kış, bazen de yaz mevsimlerine veya diğer mevsimlere rast gelerek, yılın bütün mevsimlerini, haftalarını, aylarını ve günlerini dolaşır. Otuz altı yıl oruç tutan biri de yılın her ay ve günlerinde oruç tutmuş olur.

Hicri takvimde yılbaşı Muharrem ayının 1. günüdür. Muharrem ayını, Safer, Rebiyülevvel, Rebiyülâhır, Cemaziyelevvel, Cemaziyelâhir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce ayları takip eder.

Hepimiz Müslümanız elhamdülillâh. Ama hepimiz Müslümanlığımızın icabını yaşamıyoruz maalesef... Biz, Müslümanlığın icabını yaşama hâline “dindarlık” diyoruz. Kim inandığı gibi yaşıyorsa, ona dindar insan sıfatını takıyor, dindar adam, diye yâd ediyoruz. Bu sıfat onun hakkıdır zaten.

Siz dindarlığı, zamanın kötülük ve fitnesine karşı giyilen koruyucu bir zırh olarak da kabûl edebilirsiniz. Aslında dindarlık, sahibini sadece âhirette cennete koyan bir yaşama tarzı olmakla kalmayıp, dünyada da huzura, saadete sevkeden bir yaşama tarzıdır.

Nitekim İsa Peygamber’in doğumu ile Hazret-i Muhammed (asm)’in hicretine başlangıç olan yılbaşlarında, dindar olanla olmayanın yaşayışını ibretle seyrediyorsunuz. Dindar olanlar, yılbaşı gecelerinde düşünüyorken, şuur altında bile olsa diyorlar ki:

— Yılbaşı gecesinin mânası, sayılı ömür senelerinin birinin daha bitmesi, ölüm denen kesin âkıbete biraz daha yaklaşılması, gençlik günlerinin tükenip, ihtiyarlık demlerinin gelmesi,.. demektir. Nitekim her yılbaşında siyah saçlara biraz daha aklar düşüyor, akların sayısı da biraz daha çoğalıyor.

Öyle ise, böyle gecelerde daha çok sefalete, daha çok sefahete düşmek yerine; daha çok âhirete, daha fazla ebedî âleme meyili olmak lâzımdır. Zira bu hızlı gidiş, -ister ikrar et, ister inkâr- kabire, öteki dünyaya doğrudur.

İşte dindarlık böyle düşündürüp, böyle tedbirli hareket ettirdiği içindir ki, dindar insanın, geçen senelerinden pişmanlığı azdır. Ama kendisini dinî ölçülerle kayıtlı görmeyen başıboş insanlarda ise, her yılbaşında böyle bir muhakeme ve düşünceden eser yok. Tam bir şuur ve idrak mahrumiyeti içindeler.. Ölüme bir sene daha yaklaşmanın delilini teşkil eden gecede, hem ahlâkından, hem mâneviyatından, hem de parasından zararlar görmekte, fireler vermekte, pişman olacağı fiilleri çoğaltarak işlemekteler. Birkaç saatlik bu eğlence ve sefahetin arkasından ömür boyu üzüntü ve pişmanlıklar gelmekte...

Onu böyle ömürboyu pişmanlıklara sevkeden şey, İslâm’ın icabını yaşamayışında, yâni, dindar olamayışındadır. Şâyet dinin emirlerine sadık kalacak bir iman kuvveti, dindarlık emâresi kazanabilse, her yılbaşı, tam aksini düşünmesine, kendisine çekidüzen verip iman ve ahlâk bakımından yükselmesine sebep olacak, geçmişinden pişmanlık duyan bir sefahet ve sefalete düşmeyecek...

Demek ki, yılbaşı gecelerinde kimilerini o hâle düşürüp, kimilerini de bu duruma çıkaran şey, dindar olup olmamaktan başka birşey değildir.

Anlaşılan, şahsı düşündürüp, mesud ve bahtiyar kılan şeyin dindarlık olduğu kesindir. Ferdi muhakemesizleştirip sefalete itenin de dinde lâubalilik olduğu bir vakıadır.

Demek imtihan dünyasıdır bu. Her ikisine de yol açık. İsteyen oraya, dileyen de buraya yönelir. Kimi yılbaşında şuurunu iptal eder. Kimi de ihyâ...

Biz şükrederiz dindarlığımıza, hamd ederiz bizi böyle düşündürüp, amel ettiren Rabbimize.

70 Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Şems-i Tebrizi hakkında bilgi verir misiniz?

Mevlânâ, şeyhi Seyyid Burhâneddin'in vefa­tından beş yıl sonra Konya'da Şems-i Tebrîzî ile karşılaştı. Dönemin pîrleri tarafından "Tebrizli Kâmil" olarak isimlendirilen ve birçok yer dolaştığı için "Şems-i Perende" (uçan Şems) diye anılan bu zat ilk önce Tebriz'de Şeyh Ebû Bekr-i Selebâfın hizmetinde bulunmuş, ardın­dan birçok mutasavvıfla sohbet etmişti. Eflâkî, Şems'in Konya'ya 26 Cemâziyelâhir 642 tarihin­de geldiğini söyler.

Makalat'ta, "Beni velîlerinle tanıştır" diye dua etmesi üzerine rüyasında, "Seni bir velî­ye yoldaş edelim" denildiğini, onun nere­de olduğunu sorduğunu, ertesi gece o velînin Anadolu'da bulunduğunu, ancak ta­nışma vaktinin henüz gelmediğinin söy­lendiğini anlatan Şems ile Mevlânâ arasın­da ilk karşılaştıkları sırada geçen konuş­manın mahiyeti hakkında farklı rivayetler vardır. Sipehsâlâr, bir gece Konya'ya gelip Pirinççiler Hanı'na yerleşen Şems-i Tebrizî'nin sabahleyin hanın önündeki sedir­de otururken oradan geçmekte olan Mev­lânâ ile göz göze geldiğini, ilk manevî et­kinin bu şekilde gerçekleştiğini, Mevlânâ'nın hemen karşısındaki bir sedire otur­duğunu, uzun müddet hiç konuşmadan birbirlerine baktıklarını, ardından Şems'in söze başlayarak Bâyezîd-i Bistâmi'nin, Hz. Peygamber (asm)'in kavunu nasıl yediğini bil­mediği için ona bağlılığı sebebiyle ömrü boyunca hiç kavun yemediği halde, "Ken­dimi tesbih ederim, şanım ne yücedir." "Cübbemin içinde Allah'tan başka kimse yoktur." gibi sözler ettiğini, Hz. Muhammed (asm)'in ise. "Bazen gönlüm bulanır da o sebeple ben Allah'a her gün yetmiş defa istiğfar ederim." dediğini ve bunları nasıl yorumlamak gerektiğini sorduğunu kay­deder.

Mevlânâ, cevap olarak Bâyezîd'in kâmil velîlerden olmakla birlikte çıktığı tevhid makamının yüceliği kendisine gösterilince, bunu yukarıdaki sözlerle ifade etmeye çalıştığını, Resûl-i Ekrem (asm)'in ise her gün yetmiş makam geçtiğini, ulaştığı makamın yüceliği yanında bir önceki ma­kamın küçüklüğünü görünce daha önce o kadarla yetindiğinden dolayı istiğfar ettiğini söylemiş, bu cevabı çok beğenen Şems-i Tebrîzî ayağa kalkarak Mevlânâ ile kucaklaşmıştır.

Eflâkî'ye göre ise Şems-i Tebrîzî Konya'­ya geldiğinde Şekerciler Hanı'na yerleş­miş, Mevlânâ, ders verdiği dört medrese­den biri olan Pamukçular Medresesi'nden talebeleriyle birlikte ayrılıp katır üzerin­de giderken Şems ansızın önüne çıkmış ve katırın gemini tutarak, "Ey dünya ve mâna nakitlerinin sarrafı, Muhammed Hazretleri mi büyüktü yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi?" diye sormuş, Mevlânâ, "Mu­hammed Mustafa bütün peygamberle­rin ve velîlerin başıdır" diye cevap verince Şems, "Peki ama o, 'Seni tesbih ederim Allah'ım, biz seni lâyıkıyla bilemedik" de­diği halde Bâyezîd, 'Benim şanım ne yü­cedir. Ben sultanların sultanıyım" diyor" demiş, bunun üzerine Mevlânâ, "Bâye­zîd'in susuzluğu az olduğu için bir yudum su ile kandı; idrak bardağı hemen doluverdi. Halbuki Hz. Muhammed (asm)'in susuz­luğu arttıkça artıyordu. Onun göğsü Al­lah tarafından açılmıştı. Sürekli susuzluğunu dile getiriyor, her gün Allah'a daha çok yakın olmak istiyor­du" diye cevap vermiş, Şems bu cevabı duyunca kendinden geçmiş, bir müddet sonra birlikte yaya olarak medreseye git­mişlerdir.

Olayı Eflâkî'nin kaydettiği gibi anlatan Abdurrahman-ı Câmî ayrıca şöyle bir ri­vayet aktarır: Mevlânâ havuz başında kitaplarını açmış çalışırken Şems gelerek, "Bunlar nedir?" diye sormuş, Mevlânâ, "Bunlar kil ü kâldir" diye cevap verince, "Senin bunlarla ne işin var?" diyerek ki­tapları havuza atmış. Ardından Mevlânâ'nın tepkisi üzerine onları tekrar topla­mış, suyun kitaplara zarar vermediğini gören Mevlânâ, "Bu nasıl sırdır?" diye so­runca Şems, "Bu zevktir, haldir, senin ise bundan haberin yoktur" demiştir.

Devletşah'ın Tezkire'sinde Şems'in sorusu, "Mücâhede, riyazet, ilim tahsili ve tekrarından maksat nedir?" şeklindedir. Mevlânâ buna, "Sünnet ve şe­riat edeplerini bilmektir" cevabını verince Şems, "Bunların hepsi zahire mütealliktir" demiş, Mevlânâ'nın, "Bunun üstünde daha ne vardır?" şeklindeki sorusuna da, "İlim odur ki insanı malûma ulaştırır" di­yerek Senâî'nin, "Cehalet seni senden al­mayan bir ilimden daha kıymetlidir" an­lamına gelen beytini okumuştur. Mevlâ­nâ bundan çok etkilenmiş ve bu olayın ardından kitap mütalaa etmekten ve ders okutmaktan vazgeçip sürekli Şems ile birlikte olmuştur.

Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile karşılaştık­tan sonra halkla tamamen alâkasını kes­miş, medresedeki derslerini ve müridleri irşad işini bir yana bırakıp bütün zama­nını Şems ile sohbet ederek geçirmeye başlamış. Bu durum müridlerin şeyhlerini kendilerinden ayıran, kim olduğunu bil­medikleri Şems'e karşı kin beslemeleri­ne sebep olmuştur. Mevlânâ'nın vaazla­rından mahrum kalan halk arasında da çeşitli dedikoduların yayılması üzerine Şems'in ansızın şehri terkettiği, Mevlânâ'yı çok üzen bu olayın ardından duru­mun daha da kötüleştiğini farkeden mü­ridlerin Mevlânâ'dan özür diledikleri kay­dedilmektedir. Bir müddet sonra gönder­diği mektuptan Şems'in Şam'da olduğunu öğrenen Mevlânâ, dönmesi için ona çok içli mektuplar yazmıştır.

Eflâkî, Mevlânâ'nın bu ayrılık sırasında matem tutanların giydiği, "hindiban" de­nilen kumaştan birferecî (önü açık hırka) yaptırdığını, başına bal renginde yünden bir külâh geçirip üzerine şekerâvîz tarzın­da sarık sardığını ve öteden beri dört hâneli olan rebabı altı haneli yaptırarak semâ meclislerini başlattığını söyler. Sipehsâlâr onu semâ yapmaya Şems'in teşvik ettiğini belirtmektedir. Sultan Veled, da­ha sonra babasının kendisini Şam'a gönderdiğini, ısrarlı davet karşısında Şems'in Konya'ya dönmeyi kabul ettiğini ve birlik­te Konya'ya döndüklerini belirtir. Mevlânâ ile Şems arasındaki ilişkiyi Hz. Mûsâ-Hızır ilişkisine benzeten Sultan Veled, Hz. Musa (as)'ın peygamber olmasına rağ­men Hızır'ı araması gibi Mevlanâ'nın da zamanında ulaştığı makama ulaşmış hiç­bir kimse bulunmadığı halde Şems'i ara­dığını söyler.

Mevlânâ'daki dinî-tasavvufî düşünce­nin kaynağı Kur'an ve Sünnettir. "Canım tenimde oldukça Kur'an'ın kölesiyim ben. / Seçilmiş Muhammed'in yolunun toprağı­yım" beytiyle bunu dile getirmiş, "Per­gel gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağım­la yetmiş iki milleti dolaşıyorum" diyerek, bir Müslüman olarak insanlığı kucaklaya­bildiğini belirtmiştir.

Kaynak: TDV. İslam Ansiklopedisi, Mevlana Md.

71 Hz. Ali ile Hz. Aişe arasındaki olayı anlatır mısınız?

Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (r.a), Hz. Ali'ye (r.a) giderek ondan, kitabın hükmünü icrâ etmesini ve Hz. Osman (ra)'ın katillerinin cezalandırılmasını istediler.

Hz. Ali (r.a), Kur'an'ın “Velâ tezîrû vâziretün vizre uhrâ.” nassından hareket ile, "Birinin hatasıyla başkasının mesul olamayacağı" görüşünü ileri sürerek, onların bu fikrine katılmadı...

İlave bilgi için tıklayınız:

Cemel Vakası (deve olayı) hakkında bilgi verir misiniz?

CEMEL VAK'ASI.

72 Matbaa, Türkiye'ye dinî sebeplerden dolayı mı geç geldi?

Yakın zamana kadar tarihte matbaayı ilk kullanan miletin Çinliler olduğu yolunda yaygın bir kanaat vardır. Halbuki son araştırmalarda elde edilen bulgular, matbaayı Çinliler’in keşfetmediklerini, bunu Uygur Türkleri’nden alarak geliştirdiklerini ortaya koymuştur.

Paris’teki Bibliotheque Nationale’de Milâdî 9. asırdan kalma bir takım basılı Uygur metinleri vardır. Bu metinler, dinî mahiyettedirler. (1)

İngiliz bilgini Carter de dünyada var olan en eski matbaa harflerinin Uygur dilinde olduğunu savunmuştur. Bunlar, sert, dayanıklı ağaçtan yapılmış ve hareket ederek basım yapan harflerdir. (2)

Türkler tahta harflerden dizgi usulü ile baskı yaptıkları sırada Çinliler, ancak blok baskıyı biliyorlardı. Yani, basılacak metin yekpâre bir blok üzerine kazınıp basılıyordu. Bu yüzden genellikle baskı işlerini Türkler’e sipariş vererek yaptırdıkları sanılmaktadır. Türkler’in oturduğu bölgelerde bulunan Çin dilinde yapılmış çeşitli baskılar, bunu göstermektedir (3)

Çinliler daha sonra Türkler’den dizgi usulünü öğrendiler. Bunu geliştirerek, ilk defa 1041’de tahta harfler yerine demir harfler kullanmaya başladılar (4).

Matbaa, Batı’dan Önce İslâm Âleminde Kullanılmıştır.

Doğu Türkistan’da Uygur Türkleri’nin bulup Çinliler’in geliştirdiği matbaacılık, daha sonra İslâm âleminde kullanılmaya başlanmıştır.

Matbaanın Avrupa’ya geçmesi ise, Haçlı seferleri yolu ile ve Endülüs İslâm Devleti kanalı ile olmuştur. Prof. Risler, “La Civilisation Arabe” adlı eserinin 171. sayfasında şöyle demektedir:

“Kumaşların üstüne tahta kalıpları basma usûlünü Haçlılar’ın Mısır’da öğrendikleri ve Mısırlılar’ın çoktan beri vâkıf oldukları bu san’atın da Avrupa’da matbaacılığın teşekkülüne sebep olduğu muhakkaktır. O sırada aynı san’at Endülüs’te çok ileri gitmişti."

"Kurtuba’da 3. Abdurrahman’ın kâtibi, resmî vesikaları henüz mekanizması keşfedilmemiş olan ibtidaî bir matbaa sayesinde teksir ediyordu.” (5).

Prof. Dr. Philip K. Hitti de, aynı hususu te’yid eder. D. Sigrid Hunke, bu matbaada sadece resmî evrakların değil, para ve diğer kâğıtların da basıldığını söyler (6)

Matbaacılığın Batı’da Gelişmesi

Dizgi yoluyla baskıyı, Batı’da bir meslek şeklinde ilk kullanan Gutenberg’dir. Bu yüzden yanlış olarak matbaanın mucidi sayılmıştır.

Gutenberg, 1400 yılında Meinz’de doğmuş, 1444 yılında yine Meinz’de kurşun ve kalay karışımından harfler dökmeye başlamış, 1450 yılında da ilk matbaasını kurmuştur.

Bundan sonra matbaa Avrupa’da hızla yayıldı. 1470’de Köln’de ve daha sonra Almanya’nın bütün şehirlerinde matbaalar açıldı. İtalya’da ilk matbaa 1465 yılında; Fransa’da 1470 yılında, Londra’da da 1477 yılında açıldı. İngilizler, 1639 yılında da matbaayı Amerika’ya götürdüler (7).

Osmanlı’da İlk Matbaa

Osmanlı Türkleri XV. yüzyılda İtalya’da basılan Arapça ve Farsça bazı kitapları görmüşlerdi.

İstanbul’da ilk matbaayı 1492 yılında Yahudiler açtılar. Bu matbaada İbranice eserler, Tevrat, dilbilgisi, tarih kitapları basılırdı.

Yahudiler’den sonra matbaacılığa Ermeniler el attılar. Osmanlı uyruklu Ermeniler, 1565-1923 yılları arasında 194 matbaa açmış, 598 gazete ve dergi çıkarmış, 4.000’i aşkın da kitap basmışlardı(8).

Maksurîzâde, Netaicü’l-Vukuat adlı eserinde, 1587 yılında Sultan 3. Murad’ın Arapça yazılarla kitap bastırmak ve gümrük ödemeden böyle eserleri Türkiye’ye sokup satmak hususunda bir yabancıya ferman verdiğini belirtti.

İlk Türk Matbaasının Açılması

Sultan 3. Ahmed devrinde, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından Fransa’ya gönderilen Sait Mehmet Efendi, Paris’te matbaacılığı yakından inceleme imkânı bulmuştu. 28. Çelebi Mehmed’in oğlu olan Said Mehmet Efendi, matbaanın sağladığı faydaları yerinde görüp öğrenince, yurda dönüşünde bu konu ile ilgili bazı çalışma ve temaslara başladı. Konuya yabancı olmayan Macar asıllı İbrahim Müteferrika adlı zat da (1674-1742) bu çalışmalara katıldı.

Nihayet, Mehmed Said Efendi ile İbrahim Müteferrika, birlikte yazdıkları bir dilekçeyi devrin sadrazamı Nevşehirli İbrahim Paşa’ya sundular. Dilekçede, baskı yoluyla fakir öğrencilere ucuza, hatasız kitap te’min edilebileceği izah ediliyordu. Bu büyük yeniliğe eskiden beri taraftar olan sadrazam, kurdurttuğu bir komisyona, teklifi inceletti. Şeyhü’l-İslâm Abdullah Efendi’nin de verdiği müsbet fetva ile artık matbaanın kurulmasına hiçbir mani kalmamış oluyordu.

Sultan III. Ahmed, 1726 tarihinde neşrettiği bir ferman ile Şeyhü’l-İslâm’ın fetvasına dayanarak gerekli izni verdi. Gerekli izni alan İbrahim Müteferrika, matbaasını, Sultanahmed semtindeki kendi sokağında açtı. Dârü’t-Tıbaatı’l-Ma’mure adı verilen bu matbaada ilk basılan eser, bir sözlük idi. İsmail Cevherî adlı bir âlimin yazdığı “Sihah-ı Cevheri” adlı eseri, Vanlı Mehmed Efendi Osmanlıca’ya tercüme etmişti. Gerekli görüşmelerden sonra, bu kıymetli eserin "Kitab-ı Lügat-ı Vankulu" adı altında basılarak yayınlanmasına karar verildi.

Türk Matbaacılığının Gecikme Sebebi Dini mi?

Matbaacılığın XV. yüzyıl ortalarında Avrupa’da yayılmasına rağmen Osmanlı’da 1727’ye kadar gecikmesinin en mühim sebebi; gerek İstanbul’da gerek taşrada hattatlıkla geçinenlerin çok büyük bir sayıya ulaşmasından kaynaklanmaktadır. Yani sebep büyük ölçüde ekonomiktir. Mes’elelerin bazı çevrelerce iddia edildiği gibi gericilikle, yobazlıkla bir ilgisi yoktur.

Osmanlı Askerî Kuruluşunu Avrupa’da tanıtan Kont Marsigli, kendisinin İstanbul’da bulunduğu zaman şehirde 90.000 hattatın olduğunu söyler. Yani 90.000 ailenin el yazısı ile geçinmesi söz konusudur. Padişahlar, bu kadar insanı işsiz bırakmanın sosyal ve ekonomik bazı buhranlara yol açmasından çekindikleri için, yerli matbaalara izin vermemiştir.

Matbaacılığın birden kabûlü, böyle büyük bir zümreyi işsiz bırakmak demekti. Bu yüzden ilk Türk matbaasının açılmasına izin verilirken, "dinî eser basmamak" kaydı konulmuştu.

Zaten, Avrupa’da basılmış Türkçe, Arapça ve Acemce eserlerin III. Murad devrinden itibaren, padişah fermanı ile Türk piyasasında arzedilmesi de mes’elenin taassupla bir ilgisi olmadığını apaçık göstermektedir.

Matbaacılığın geç girdiği başka devletler de vardır (9).

Yukarıda belirttiğimiz ekonomik sebepten ayrı olarak, şu iki endişenin de Türk matbaacılığının gecikmesinde bir ölçüde rol sahibi olduğu ileri sürülmüştür:

1. Dinî kitapların baskı sırasında gerekli saygıyı görmemesi endişesi...

2. Yazma kitapların san’at değeri ve estetik güzelliği yanında, basılı eserlerin rağbet bulmama endişesi... Nitekim ilk zamanlar, basılmış eserler daha ucuz ve hatasız olduğu hâlde, pahalı yazma nüshalar, onlara tercih edilmiştir...

Dipnotlar:

(1) İ. Hami Danişmend, Tarihi Hakikatler, I.17.
(2) Bilim ve Teknik, Sayı:145, s.34.
(3) Yıllarboyu Tarih, Eylül, 1979, s.6.
(4) a.g.e.
(5) Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi, s.146.
(6) a.g.e.
(7) Yıllar Boyu Tarih, Eylül 1979, s.6.
(8) Yıllar Boyu Tarih, Eylül 1979, s.7; Mart 1980, s. 48.
(9) Tarihi Hakikatler, I, s.579.

73 Yavuz Sultan Selim Alevi katliamı yapmış mıdır?

Osmanlı Padişahları Müslümandırlar ve kendi idare ettikleri devlette de İslâm Hukukunu tatbik etmişlerdir. İslâm Hukukunda ise, kâfirlerle yapılan savaşlarda dahi katliam yani soykırım yapmak haramdır. Zira Hz. Peygamber, savaş halinde dahi, çocuklar, kadınlar, din adamları ve yaşlılar gibi yedi grup insanı katletmenin caiz olmadığını bütün komutanlarına talimat olarak vermiştir. Mü’eyyed min indillah denecek kadar maneviyâtı yüksek olan Yavuz’un dinin yasakladığı katliamı ve hem de Müslümanım diyen bir gruba karşı yapmış olması mümkün değildir. Ancak tarihî olayları doğru olarak öğrenmek şarttır. Şöyle ki;

Erdebil Şeyhlerinden Şeyh Cüneyd şeyhliğine şahlık katmak istemiş ve ancak muvaffak olamayarak 1460 yılında katl edilmiştir. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi devam ettirmiş ve Anadolu’yu Şî’alaştırmak metodunu kullanarak şahlığını pekiştirmek istemiştir. Kucaklarında büyüdüğü Akkoyunlu Devletine de hıyanet edince, Yakub Bey tarafından 1488 yılında o da öldürülmüştür. Yerine geçen Şah İsmail ise, Erdebil Sofuları veya Halifelerini Anadolu’ya göndererek, hem Anadolu’yu Şî’alaştırmayı ve hem de böylece Anadolu’yu hâkimiyeti altına almayı hayatının gayesi edinmiştir. Nitekim temkinli davranmayan Akkoyunlu Devleti, torunları olan Şah İsmail tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran ve hem şeyhliği ve hem de şahlığıyla Anadolu üzerine yürüyen Şah İsmail, halifeleri vasıtasıyla Anadolu’yu tam bir anarşiye sürüklemekte maalesef muvaffak olmuştur. 1507 yılında üzerine yürüdüğü Alâüddevle Bey’in mağlubiyeti üzerine Elbistan, Harput ve Diyarbekir’i yakmış ve yıkmıştır. Bu arada Erdebil Sofuları da Anadolu’da anarşi çıkarmaya başlamışlardır. Şah İsmail’in taraftarları olan askerler, kırmızı çuhadan taçlar giydiklerinden dolayı onun taraftarı olan herkese Sürhser yani Kızılbaş denmiştir. Şah İsmail’in halifelerinden olan Rumiyeli Nur Ali Halife başkanlığındaki Erdebil sofu ve müritleri, Tokat’a saldırmışlar ve yüzlerce insanı kılıçtan geçirmişlerdir. Maalesef Şehzade Ahmed üzerlerine ordu göndermişse de muvaffak olamamıştır.

Bu arada Antalyalı Hasan Halife ve oğlu Şahkulu veya Osmanlı tarihçilerinin ifadesiyle Şeytan Kulu (Şahkulu Baba Tekeli veya Karabıyıkoğlu da denmektedir) eliyle Anadolu’daki Alevileri Osmanlı Devleti aleyhinde teşkilâtlandırmaya başlamıştır. Antalya’dan Manisa’ya dönen Şehzade Korkut’un hazinesini vuran Şahkulu, bununla da yetinmeyerek Antalya’yı basmış, baş kâdî ile birlikte çok sayıda insanı katletmiştir. Bundan sonra sırasıyla Kızılcakaya, İstanos, Elmalı, Burdur ve Keçiborlu kasabalarını yakıp yıkan Şahkulu Kütahya’ya kadar gelmiştir. Anadolu beylerbeyisi Karagöz Ahmed Paşa da öldürülenler arasındadır. Amasya’da bir araya gelen 20 bin Erdebil Sofuları çevreye dehşet saçmaya başlamışlardır. Bunların yaptığı katliamla Erzurum ve Erzincan 20-30 yıl harabe olarak kalmıştır. Çubukova’da 1511 yılında Şahkulu’nun bir okla öldürülmesinden sonra da Şiî’lerin Anadolu’daki tahribatları devam etmiştir. Bunların Müslümanları nasıl kırıp geçirdiklerini, Diyarbekir ve çevresindeki Kürt beylerinin mektuplarından da anlıyoruz.

Şu cümleler bunlardan sadece biridir:

"Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız."

İşte 918/1512 yılında Anadolu’yu Şi’a tehlikesinden kurtarmak üzere Padişah olan Yavuz, Şah İsmail’in üzerine gitmeden evvel, yukarıdan beri vesikalar ışığında anlattığımız olayları biliyordu ve Anadolu’daki Şii Türkmenlerin binlerce insanı katlettiklerinin de farkındaydı. Bu yaraya parmak basmak için, meseleyi müzâkere etmek gayesiyle bir Divan toplantısı yapmış ve başta İbn-i Kemal olmak üzere büyük âlimlerin de katıldığı bu toplantıda Kızılbaşlarla ilgili neler yapılmasını kararlaştırmıştır. İbn-i Kemal gibi bir âlimden de gerekli fetvayı aldıktan sonra, Anadolu’yu kasıp kavuran ve Kızılbaş adı altında her yerde Osmanlı Devleti’ne karşı kıyam eden bu insanların teftiş ve tahkik olunarak, uslanmayanlarının kati edilmelerini ve uslanması muhtemel olanlarının ise haps edilmelerini emretmiştir. Bunların sayıları bazı tarihçilere göre yaklaşık 40.000 kişidir ve bunlardan ne kadarının öldürüldüğü de kesin belli değildir. Ancak bu isyancı grupların bastırılmaması halinde, Şah İsmail’in üzerine gitmenin tamamen yararsız olduğu da gün gibi ortadadır. Olayı inceleyen Uzunçarşılı, Kızılbaşların ne kadar insan öldürdüğüne dair binleri bulan rakamlar verdikten sonra, Yavuz’un başka çaresi yoktu demektedir.

Şunu da belirtmeliyiz ki, Osmanlı Devleti, herkesi zorla Sünnî yapmak için zorlamamıştır. Ancak dinî inançlar kullanılarak devletin arkadan vurulması tehlikesi karşısında tedbirler almıştır. Hem Şiiler ve hem de Sünnîler için, idarecilerinin yaptıkları hata ve zulümleri tamim etmek çok yanlıştır.

Kaynaklar:

Topkapı sarayı müzesi Arşivi, nr. 6522, 6636, 5321, 5035, 3062, 5812; Solakzade, 359 vd; Âli, Künh'ül Ahbâr, Es'ad Efendi, nr. 2162, vrk. 233/a vd; Hoca Sa'deddin Efendi, Tâc'üt-Tevârih,c. II, sh. 245 vd.; Koca Müverrih, Bedayi', c. II, vrk. 452/a-b; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. II, sh. 225-231, 253-270.

(bk. Bilinmeyen Osmanlı, Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, Doç. Dr. Said Öztürk; Osmanlı Araştırmalar Vakfı)

74 Mukatil b. Süleyman’ın hayatı, fikirleri ve eserleri hakkında bilgi verir misiniz?

Ebü'l-Hasen Mukâtil b. Süleyman b. Beşîr el-Ezdî el-Belhî (ö. 150/767), Kur'an'ı baştan sona kadar tefsir eden ilk müfessir olarak bilinir.

Belh'te muhtemelen 80 (699) yılı civarında doğdu. İlk kelâmcılardan Cehm b. Safvân ile Belh'te itikadî konularda tartıştı ve ilâhî sıfatların ispatı yönündeki tezini savunan bir kitap yazdı.

Emevîler'in Horasan'daki nüfuzu zayıflayınca Basra'ya gitti ve burada Atâ b. Ebû Rebâh, İbn Şihâb ez-Zührî gibi âlimlerden faydalandı. Hayatının son yirmi yılını kapsayan bu dönemde Bağdat, Beyrut, Mekke gibi şehirleri dolaştı.

Bağdat'ta Abbasî halifelerinden Ebû Ca'fer el-Mansûr ve halife olmadan önce Mehdî-Billâh ile ilmî sohbetlerde bulundu. Daha sonra Basra'ya döndü ve burada vefat etti.

Mukâtil b. Süleyman akaid ve tefsirle ilgilenmiştir. Akaide dair görüşleri hususunda kaynaklarda farklı bilgiler yer almışsa da tenzihte aşırı giden ilk kelâmcılar karşısında Sıfâtiyye grubunun temsilcilerinden olduğunda şüphe yoktur.

Şîa'ya, Müşebbihe ve Mürcie'ye nisbet edilmesi yanında bazı Şiî kaynaklarına göre Muhammed el-Bâkır ve Ca'fer es-Sâdık'ın tabileri arasında yer alır. Bir kısım kaynaklarda ise Zeydiyye'den sayılır.

Allah'ın cisim olduğuna ve arşta bulunduğuna inandığı hususunda eski kaynaklarla bazı yeni araştırmalar birleşmektedir. Mukâtil b. Süleyman'a teşbih ve tecsim görüşünün nisbet edilmesi çağdaş bazı ilim adamlarınca tarafgir bir değerlendirme olarak nitelendirilmişse de Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf başta olmak üzere bu değerlendirmeyi yapan Ebü'l-Hasan el-Eş'arî ve Ebü'l-Muîn en-Nesefî gibi âlimlerin bu şekilde itham edilmesi isabetli görünmemektedir.

Aslında Mukâtil hakkındaki farklı değerlendirmeler, onun yaşadığı dönemde Horasan'daki fikrî ve siyasî çatışmalardan kaynaklanmaktadır. Zeydiye ve Şîa taraftarlarının bulunduğu ve özellikle Mürcie taraftarlarının hâkim olduğu Horasan bölgesinde fikir ayrılıkları siyasî çatışmalarda saf belirleme hususunda etkili olmuştur. Ancak bunun mutlak anlamda belirleyici olduğunu söylemek güçtür. Kaynaklarda aktarılan bilgiler, fırkaların kendi içinde hem siyasî hem fikrî cephede yeknesak bir hareket olmadığını göstermektedir.

Kişiler hakkındaki nitelemeler, ortamla ilgili olarak yapılmakta ve her zaman bütünlüğü yansıtmamaktadır. Bu sebeple söz konusu nitelemeler yapıldığında bir mezhebe mensup olmanın veya nisbet edilmenin temel gerekçesi dikkate alınmalıdır. Mukâtil b. Süleyman'ın Mürciî oluşunda esas alınması gereken husus İbn Hazm'ın belirttiği gibi Mürcie'nin temel unsuru olan iman-amel münasebetidir. Mukâtil b. Süleyman, iman ile ameli ayırmakta ve büyük günah işleyen kimsenin mümin olduğunu kabul etmektedir. Öte yandan muhalif fırkalar arasında yapılan tartışmalardaki maksadı aşan ifadeler ve bunlara dayanılarak üretilen yargılar, düşünürler hakkında yaygın nitelemeler haline getirilmiştir.

Mukâtil'in Mücessime ve Müşebbihe'den olduğunu ileri süren ve günümüze ulaşan hiçbir eserinde bulunmayan aşırı teşbihçi düşünceleri ona nisbet eden değerlendirmelerin, Cehm b. Safvân ve başkalarıyla bilhassa Allah'ın zâtı ve sıfatları hakkında yaptığı tartışmalar dikkate alındığında, bu bağlamda değerlendirilmesi daha doğru görünmektedir.

Zeydiye veya İmâmiye'ye mensup olduğuna ilişkin rivayetler bulunmaktadır. Ancak Mukâtil'in mezhebî anlamda bir Şiî olduğunu kabul etmek hem eserlerindeki görüşleriyle hem Emevîler'e yakınlığı ve bazı görüşmelerde onları temsil etmesi gerçeğiyle bağdaşmaz.

Ayrıca, Mukâtil hakkında nakledilen ve aşırı teşbihi (antropomorfizm) ifade eden görüşlere, onun günümüze ulaşan eserlerinde rastlanmadığı gibi, bunların çoğu eserlerinin muhtevası ile çelişmektedir. Bazı araştırmacılar da Mukâtil'in Mürcie-i hâlisadan değil Ehl-i sünnet Mürciesi'nden olduğunu, bazıları ise ilk bakışta teşbih gibi görünen açıklamalarının aslında Kur'an ve Sünnet'e uyduğunu, her ne kadar Mu'tezilî anlayış açısından söz konusu açıklamalar teşbih kabul edilse de Ehl-i sünnet ölçülerine göre Mukâtil'in Müşebbihe'den sayılamayacağını düşünmektedir.

Öte yandan et-Tefsîrü'l-kebîr'i neşreden Şehhâte, Mukâtil'in İstiva, arş, kürsî, sâk ve yemînullah hususunda tecsîme düştüğünü, diğer haberî sıfatları ise te'vil ettiğini belirtmektedir. Makâlât kitaplarında geçen ağır ithamlar Mukâtil'in eserlerinde ortaya koyduğu görüşlerle uyuşmamakla birlikte et-Tefsîrü'l-kebîr'de teşbih ifade eden bir kısım nakil ve izahların bulunduğu da bir gerçektir. Bu sebeple onun yorum ve açıklamalarında kelâmı anlama ile kelâmın konusu olan varlığı anlama arasında doğrudan bir ilişki kurarak, bir meselenin mutlak gayb alanına ait olmasıyla hem gayb hem duyu alanıyla ilgili oluşunu birbirinden ayırdığı sonucuna varılabilir.

Buna göre Mukâtil mutlak gayba dair âyetleri aklî çıkarımlarla te'vil cihetine gitmemektedir; çünkü naklî bir delil olmadan bu tür nasların açıklanamayacağını düşünmekte ve sadece âyetin zikrettiği gerçekliğin Kur'an genelindeki paralel anlatımlarına başvurarak ilgili rivayetleri sıralamaktadır. Açıklama türünden söyledikleri ise daha çok rivayetlerin muhtevasından bir bütünlük oluşturmaya yöneliktir.

Bu tür bir te'vil tarzı, asıl itibariyle mevcut malzemenin aktarılmasından ve Selefe has bir yaklaşımla ifadeleri olduğu gibi kabul etmekten ibarettir.

Buna karşılık gaybî boyutu olmakla birlikte aslında duyulur âleme dair âyetlerden teşekkül eden ikinci kısımla tamamen duyulur âlemle ilgili âyetlerden oluşan üçüncü kısımda ya doğrudan lugavî açıklamaları ya da istidlal ve ri­vayetleri kullanarak âyetin yorumunu ortaya koymaktadır.

Bu yönüyle Mukâtil Selef yaklaşımından ayrılmakta ve Selefin yorumlamaktan kaçındığı haberî sıfatları te'vil etmektedir. Dolayısıyla Mukâtil'in yaklaşımı bir ifade tarzı olup onun teşbihe düştüğünü söylemek isabetli değildir.

Peygamberlerin ismet sıfatına sahip olduklarına dair Mukâtil'in görüşü daha sonra kelâm ilminde benimsenmiş ve kendisi ismet inancının temelini oluşturan âlim olarak kabul edilmiştir.

Mukâtil'in ilmî şahsiyetinde öne çıkan yönü tefsirciliğidir. Her ne kadar kendisinden önce Saîd b. Cübeyr, Hasan-ı Basrî, Amr b. Ubeyd, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî ve İbn Cüreyc gibi âlimler Kur'an tefsiriyle meşgul olmuşlarsa da onların tefsirleri hem kısmîdir hem de tamamı günümüze ulaşmamıştır.

Mukâtil'e atfedilen eserler onun nâsih-mensuh, muhkem-müteşâbih, vücûh-nezâir gibi tefsir ilminin ana meseleleriyle ilgilendiğini ve bu konularda kitaplar yazarak, bu ilmin inşasında önemli rol oynadığını göstermektedir.

Mukâtil âyeti âyetle tefsir etmiş, rivayet ve dirayet yöntemini birlikte kullanmıştır. Bu sebeple Mâtüridî gibi sistematik ve kapsayıcı olmasa da aklî tefsir yöntemini kullanan ilk müfessir kabul edilmiştir.

Dönemin tahammülü'l-ilm anlayışı, bir kimsenin tahsil etmek istediği ilmi o ilme vâkıf hocaların ders halkasına katılarak rivayet hakkını elde etmeyi ve bu ilim anlayışı içerisinde ilim tedrisinde bulunmayı gerektirmekteydi. Anlaşıldığı kadarıyla Mukâtil bu esaslara tam anlamıyla riayet etmeyerek işitmediği kimselerden rivayette bulunmuş ve bu sebeple insanların ilmini topladığı ve bu şahıslardan işitmediği halde bunlara dayanarak tefsir ettiği suçlamalarına mâruz kalmıştır.

Bununla birlikte İbn Adî, Mukâtil b. Süleyman'ın naklettiği hadislerin çoğunun sahih olduğunu, birçok sika ve mâruf râvinin ondan rivayette bulunduğunu ve zaafına rağmen hadislerinin yazıldığını belirtmektedir. Cürcânî de aynı değerlendirmeyi yaparak Mukâtil'in Tefsîrü'l-hamsi mie âye adlı eserinde birçok müsned ve merfû hadis olduğunu söylemektedir.

Hadisteki eleştirilere rağmen, tefsirdeki otoritesi Mukâtil'i haklı bir üne kavuşturmuş ve ihtiyatla da olsa erken dönemden itibaren eserlerine başvurulmuştur.

Mâtürîdî, bazan eleştirmekle birlikte onun yorumlarına temas etmiştir. Ebü'l-Leys es-Semerkandî ise Mukâtil'den yaptığı çok sayıdaki rivayetle ondan yararlanma sürecine katılmış, daha sonra Sa'lebî el-Keşf ve'l-beyân'ında Mukâtil'e ait tefsirin farklı tariklerini derleyerek bu süreci hızlandırmış, ardından gelen Vahidî, Ferrâ el-Begavî, Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, Ebü'l-Berekât en-Nesefî, İbn Kesir gibi müfessirler de aynı yolu izlemiştir.

Bedreddin ez-Zerkeşî ve Süyûtî gibi müteahhir müfessirler Mukâtil'e yönelik eleştirilere atıfta bulunmakla beraber tefsirinden faydalanmış, Ebüssuûd Efendi onun hakkında saygılı ifadeler kullanmıştır.

Eserleri:

- et-Tefsîrü'l-kebîr. Tefsîru Mukâtil b. Süleyman adıyla Abdullah Mahmûd Şehhâte tarafından neşredilen eserde (I-V, Kahire 1979-1989) yer alan ve genellikle isnad zincirleri bulunmayan rivayetlerin büyük bir kısmının hadis mecmualarında mevcut olduğu tesbit edilmiştir.

- el-Vücûh ve'n-nezâir. Birden fazla anlama gelen 185 kelimenin Kur'an'da hangi mânalarda kullanıldığını inceleyen eser daha sonra aynı konuda yapılan çalışmalar için kaynak olmuştur. Eseri, M. Beşir Eryarsoy, "Kur'an Terimleri Sözlüğü" (İstanbul 2004) adıyla Türkçe'ye çevirmiştir.

- Tefsîrü'l-hamsimi'e âye mine'l-Kur'ân. Fıkha dair âyetlerin incelendiği eseri M. Beşir Eryarsoy, "Ahkâm Âyetlerin Tefsiri" (İstanbul 2005) adıyla Türkçe'ye çevirmiştir.

Kaynaklar:

- Fevzi Hamurcu, Mukâtil b. Süleyman ve Kitâbu Tefsîri'l-hamsi mie Âye Adlı Eseri. Doktora tezi, 1995, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü.
- Übey b. Ali el-İd, Tefsîru Mukâtil b. Süleyman: Tefsîrü'l-ham-si mie âye ü'l-emr ve'n-nehy ve'l-he-lâl ve'l-harâm. Yüksek lisans tezi, 1409, el-Câmiatü'l-İslâmiyye, Medine.
- Ömer Türker, Mukâtil b. Süleyman'ın Kur'ân'ı Tevil Yöntemi. Yüksek lisans tezi, 1999, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
- İbrahim Çelik, Mukâtil b. Süleyman ve Tefsirdeki Metodu, Bursa 2000.
- TDV İslam Ansiklopedisi, Mukatil b. Süleyman md.

75 İbn-i Kesir kimdir, yanlış düşünceleri var mıdır?

- Ebu’l-Fida İsmail b. Ömer (İbn Kesir), değerli bir tarihçi, bir muhaddis ve müfessirdir. Şafii Mezhebine bağlıdır. Hicrî 700 yılı civarında Şam’da doğmuş, 750’de vefat etmiştir. Hocaları arasında İbn Teymiye de vardır. Bazı konularda onun etkisinde kalmıştır. Tefsiri, rivayet ve dirayet metodunu ihtiva eden muteber bir kaynaktır.

 “Allah arşa istiva etti.” (Araf, 7/54) mealindeki ayetin tefsirinde şunları söylemiştir

"Bu konuda farklı açıklamalar vardır. Fakat takip edilmesi gereken görüş, Malik, Evzaî, Servî, Leys b. Sad, Şafii, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahuye ve benzeri Selef-i Salih alimlerinin görüşleridir. Bu da Allah’ın bu istivasını hiçbir keyfiyete sokmadan, hiçbir şeye benzetmeden ve inkâr da etmeden kabul etmekten ibarettir."

76 Peygamber Efendimiz (asm)'in getirdiği güzellikler nelerdir?

Bu soruya cevap vermek için her konuyu tek tek incelemek ve değelendirmek gerekir. Ancak bir örnek olması açısından Veda Hutbesi ve içeriği hakkında bilgi vermek istiyoruz:

Vedâ Hutbesinin içeriğini, iç içe geçmiş gittikçe genişleyen daireler biçiminde tasvir edecek olursak, birinci ve merkezdeki dairede birey yer alır. Onu kuşatan dairelerde ise, "aile", "toplum" (müminler toplumu) ve "bütün insanlık" bulunmaktadır.

Vedâ Hutbesinin Muhtevası:

Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlık Arap yarımadasında iyice yayılmıştı. Hicret’in 9. yılı Zilhicce ayında Hz. Peygamber (asm) Ebu Bekir (ra)’i hac emiri olarak görevlendirmişti. O yıl Ebu Bekir, hac ibadetinin nasıl yapılacağını göstermiş, Ali (ra) de müşriklere dört ay içinde Mekke’yi terketmeleri gerektiğini duyurmuştu. Ertesi sene Hz. Peygamber (asm) hac farizasını yerine getirmek maksadıyla 25 Zilkade 10 (22 Şubat 632) günü öğle namazını kıldıktan sonra arkadaşları ile birlikte Medine’den hareket etti. Zilhicce’nin dördüncü günü (pazar) Mekke’ye ulaşıldı. Pazartesi, salı ve çarşamba günlerini (5-7 Zilhicce) Mekke’de geçiren Hz. Peygamber (asm) perşembe günü Mina’yı, cuma günü de (9 Zilhicce) Müzdelife üzerinden Arafat’a gitti ve aynı gün yüz bini aşkın Müslümana burada hitap etti. 7 Mart 632 tarihinde irad edilen Veda Hutbesi, Hz. Peygamber (asm)'in 23 yıldan beri yaptığı ilahi duyurunun ana noktalarını bir kez daha vurgulayan, hatta denilebilir ki ilahi mesajın özünü dile getiren tarihi konuşmanın adıdır. Fazlurrahman’ın değerlendirmesi ile Veda Hutbesi "Hz. Peygamber (asm)in başarılmış temel hedefleri ifade eden 23 yıllık çabasının ana noktalarını özetleyen bir konuşma." dır.

Vedâ Hutbesi’nin içeriğini, iç içe geçmiş gittikçe genişleyen daireler biçiminde tasvir edecek olursak, birinci ve merkezdeki dairede birey yer alır. Onu kuşatan dairelerde ise, "aile", "toplum" (müminler toplumu) ve "bütün insanlık" bulunmaktadır.

Allah’a hamd, O’ndan yardım ve mağfiret talebinin ifade edildiği başlangıç cümlelerinin devamında Hz. Peygamber (asm),

"Ey Allah’ın kulları, sizlere Allah’tan korkup çekinmenizi tavsiye eder, hepinizi O’na itaat etmeye teşvik ederim."

demiştir. Bu başlangıç cümlelerinde kulluk bilincine işaret edilmekte ve bir bakıma Allah’ı tanıma ve O’na itaat etmenin, kişinin kendine karşı olan haklarından olduğu vurgulanmaktadır; kişi ancak bu suretle kendine karşı görevini yerine getirmiş ve gerçek değerini bulmuş olacaktır. Hz. Peygamber (asm) kendisini dikkatle dinlemelerini, belki de bu yıldan sonra bir daha buluşamıyacaklarını söyledikten sonra, temel insani- ahlaki değerlerin saygınlığını işaret eden şu sözleri söyler:

"Ey insanlar! Kanlarınız (canlarınız), mallarınız, ırz ve namusunuz, tıpkı şu gününüzün, şu ayınızın ve şu beldenizin mukaddesliği gibi mukaddes ve dokunulmazdır."

Hutbenin geri kalan kısmı büyük oranda bu evrensel duyurunun açıklaması mahiyetindedir.Hz. Peygamber (asm) devamla, emanetlere riayet etmeyi emretmiş, cahiliye ribasının kaldırılmış olduğunu, yine cahiliyedeki kan davalarının kaldırılmış olduğunu ilan ederek can ve mal güvenliğini sarsan, tehdit eden iki kemikleşmiş hastalığa dikkat çekmiştir. [Burada Hz. Peygamber (asm) ilk kaldırdığı ribanın amcası Abbas’ın ve ilk kaldırdığı kan davasının da kuzeni Rebia’nın kan davası olduğunu belirtmiş olması gözden kaçırılmamalıdır. Kuralların uygulanmasına bizzat kendi yakınlarından başlaması, kuralların yakın uzak ayırımı olmaksızın herkes için aynı şekilde geçerli olduğunun ve herkesi aynı şekilde bağladığının vurgulu bir anlatımıdır. Serahsi’nin yorumuna göre Hz. Peygamber (asm) böyle yapmakla kendi davranışının kralların davranışından farklı olduğunu göstermiştir.] Hutbede adam öldürme suçuna uygulanacak cezalardan, haram aylara riayet gerekliliğinden ve şeytanın küçümsenen tuzaklarının tehlikesinden bahseden kısımdan sonra kadın ve aileye ilişkin tavsiyeler gelmektedir.

"Ey insanlar, eşlerinizin sizin üzerinizde, sizin de onlar üzerinde hakkınız vardır. Sizin onlar üzerindeki hakkınız, yataklarınızı sizden başkasına çiğnetmemeleri, izniniz olmadıkça hoşlanmadığınız kimseleri evlerinize sokmamaları ve ar-namusa dokunan bir çirkinlik yapmamalarıdır. Bunları yapacak olurlarsa Allah onları sıkıştırmanıza, yataklarda terketmenize ve hafifçe dövmenize izin vermiştir. Durumlarını düzeltmeleri halinde onların yiyecek ve giyecek giderlerini maruf bir şekilde karşılamak sizin görevinizdir. Size kadınlar hakkında yaptığım tavsiyeleri tutun. Siz onları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve Allah’ın kelimesiyle onları kendinize helal yaptınız. Kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlar hakkındaki tavsiyeleri tutun ve onlara iyi davranın."

İzleyen kısımda müminlerin kardeş olduğu, gönül rızası olmadıkça kimsenin malının kimseye helal olmayacağını belirtip Allah’ın kitabına tutundukları sürece müminlerin sapmayacakları ifade edildikten sonra hutbe evrensel bir boyuta çekilmiştir:

"Ey insanlar Rabbiniz birdir, babanız da birdir; hepiniz Adem’densiniz Adem de topraktan. Allah katında en değerliniz, en muttaki olanınız yani tavsiyeleri yerine getirmekte en titiz davrananınızdır. Takva dışında kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur."

Hutbe, miras hisseleri belirlendiği için artık varise vasiyet etmeye gerek kalmadığı, varislerden başkasına üçtebirden fazla vasiyette bulunulamayacağı, çocuğun yatağa ait olduğu ve babası dışında birine nesep iddiasında bulunmanın çirkinliği belirtilerek son bulmaktadır.

İnsan Hakları Açısından Veda Hutbesinin Değeri:

Veda Hutbesi politik olmaktan çok, dini ahlaki bir içerik ve niteliğe sahip olduğu için, teknik anlamıyla bireyin siyasal iktidar karşısında haklarının korunması yönünde doğrudan bir mesajı yoktur. Hutbe yine Batıda olduğu gibi bir dini özgürlük talebini de ima etmez. Yaygın olarak belirtildiği gibi, Batıda dini özgürlük talebi, diğer hak ve özgürlüklerin önünü açmıştır. Avrupa tarihinin her iki anlamda da, -gerek dini özgürlüklerin kazanılması gerekse siyasal otorite karşısında bireyin haklarının korunması anlamında- bir insan hakları mücadelesinden ibaret olduğu söylenebilir. Bu sebepledir ki, Magna Carta’dan itibaren ilan edilen tüm bildirgeler Batı için insan hakları açısından oldukça önemli gelişmelerdir. İdealist düşünürlerin yön verdiği tüm çabalara rağmen batı toplumu insan hakları konusunda ancak son iki yüzyılda ilerleme kaydedebilmiştir. İslam toplumlarında insan haklarına ilişkin bildirgelere rastlanmaması, İslam toplumlarında insan haklarının ihlal ve ihmal edildiği anlamına değil, belki, bugünkü anlamda olmasa bile genel anlamda insan haklarının gözetildiği anlamına gelir. İslam toplumlarının bağlı bulunduğu Kur’an-ı Kerim ayrıntılı ve teknik olmasa bile insan hakları kapsamına giren noktalara değinmiş ve bunların korunmasını değişik boyutlarda müeyyidelendirmiştir. Tabiatiyle insan haklarının yazılıp çerçeveye sokulmasının tek başına bir şey ifade etmediğini geçmişte ve halihazırda yaşanan örneklerde görmek mümkündür. Önemli olan bunun hayata geçirilmesi, "yaşam biçimi" haline getirilmesidir.

Günümüzde insan hakları söyleminin temelini insanların eşitliği düşüncesi oluşturmaktadır. Hz. Peygamber (asm)’in veda hutbesinde yer alan; insanların kardeşliğini ve insan olmak bakımından eşitliğini vurgulayan cümleleri bu bakımdan son derece önemlidir.

Bu nokta Kur’an-ı Kerim’de de oldukça vurgulu şekilde ifade edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bireysel ve toplumsal hayatın düzeni için üç temel konu üzerinde ısrarla durulmuştur. Bunlar tevhid esası ile can ve namus dokunulmazlığıdır (Furkan, 25/ 68-69). Bu ve benzeri diğer vurgulardan hareketle fakihler dinin, canın ve namusun korunmasına Şâri’in temel amaçları arasında ilk sıraları vermişlerdir.

Adam öldürme, masum cana kıyma, Kur’an-ı Kerim’de adeta bir insanlık suçu olarak tasvir edilmiştir. İnsanlar bir nefisten yaratıldıkları için (Nisâ, 4/1; En’âm 6/98) birine karşı yapılan bir saldırı adeta hepsine yapılmış gibi kabul edilir. Nitekim,

"Kim bir can karşılığı ya da yeryüzündeki bir fesat sebebiyle olmaksızın bir insanı öldürürse, adeta bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de bir insanı yaşatırsa, o da bütün insanları yaşatmış gibi olur." (Maide, 5/32)

ayeti bu noktayı işaretlemektedir. Bu anlam çerçevesi Kur’an- ı Kerim’in insan hayatına atfettiği önemin ve değerin bir göstergesi olarak yorumlanmalıdır.

Bir çok ayette,

"Allah’ın saygın (muhterem, saygıdeğer) kıldığı canı katletmeyin..." (En’âm, 6/151; İsrâ, 17/33)

denilerek, canın saygınlığı dile getirilerek masum cana kıyma şiddetle yasaklanmakta ve bir can karşılığı olmaksızın birini öldürmenin akıl ve fıtrata aykırı bir iş olduğu ifade edilmektedir. (Kehf, 18/74). Bu ayetler ve özellikle bir mümini kasten öldürmenin cezasının cehennemde sürekli kalış olduğunu belirten ayet, cana kıymanın İslam dininde ne büyük bir günah olduğunu da göstermektedir. Hz. Peygamber (asm)’in

"İnsan, Rabbin binasıdır, onu yıkan mel’undur."

sözü insan hayatının önemini vurgulamaktadır.

Veda Hutbesi açısından üzerinde durulması gereken bir konu da kadın hakları meselesidir.

Kadın hakları konusu öteden beri İslam’a saldırı malzemesi olarak da kullanılan hassas bir konudur. Hemen belirtelim ki "kadın hakları", söylemin kalkış noktası açısından, tekrar "insan hakları" söyleminin sıcaklığından ve bütünleştiriciliğinden biraz uzak ve ideolojik yönü daha ağır basan "devrimci" bir nitelik taşıyor gibi gözükmektedir. Zaten, "insan hakları" söyleminden ayrı bir kadın hakları söyleminin ortalarda dolaşması da bir bakıma bunu teyit eder. Ancak kadın hakları söylemi, insan haklarının felsefi temellendirmesi çerçevesinde, özellikle kadınların kadın oldukları için insan olarak sahip olmaları gereken bazı haklardan mahrum bulundukları iddiasıyla, bu mahrumiyet ve mağduriyetin öncelikle giderilmesi yönünde bir talep içermesi durumunda daha sıcak ve anlamlı olabilir.

Kadınların tarihin akışı içerisinde erkeklerden daha mahrum ve daha mağdur bir görüntü çizdikleri aşikardır. Bunun sebeplerini tahlil etmek bu yazının amacını ve sınırlarını aşar.

Günümüzde insan hakları temeline dayanmayan bir söylemin evrensel düzeyde kabul ve başarı şansı neredeyse hiç yoktur. İnsan haklarına ilişkin talepler temelde, insanın değerinin korunmasıyla ilgili taleplerdir. Kendi kutsal metinlerinde insan haklarına ilişkin referansın bulunması Müslümanlar açısından bir şans ve bir imtiyaz olarak değerlendirilebilir.

(Prof. Dr. H. Yunus Apaydın, Diyanet Dergisi, Nisan-1999)

77 Sahabeler Peygamber Efendimizin kanını içiyorlar mıydı? Sahabelerin Peygamber Efendimizin kanını içtiklerine dair bir kaç hadis okudum ve çok şaşırdım. Ne de olsa dinimizde bunlar yasak. Bu konuda bilgi verir misiniz?..

İslam tarihi klasik kaynaklarında ifade edildiğine göre, Uhud savaşında Hz. Peygamber (s.a.v) şakağından yaralanınca, zırhının halkasını buradan çıkarmak için, sahabeler dişleriyle kemiğe giren halkayı çekmek için uğraşmışlar ve sahabeden Malik b. Sinan bu sırada onun kanını da yutmuştur. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v) kanının karıştığı kimseye cehennem ateşi isabet etmeyeceğeni bildirmiştir. Aynı konu Uhud savaşını detaylarıyla anlatan İslam tarıhi kitaplarında da yer alır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in duasından yola çıkan bazı alimler, onun kanının temiz olduğuna kanaat getirmişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.) yaptığı bu önemli hizmetten dolayı da sahabeye dua edebilir. (bk., Kadı Iyaz, Şifai Şerif, Terc., Suat Cebeci, Rehber Yayınları, Ankara, 1992, s. 62)

İslamiyet'te kan içmek haramdır. Maide suresinin üçüncü ayeti ve tefsirine bakılırsa bu durum iyice anlaşılır.

Cahiliye döneminde insanlar kestikleri hayvanların kanlarını kaplara alarak taze iken veya bekleterek içiyorlardı. Adı geçen ayetle kan içme yasaklandı.

Fakat, Hz. Peygamber (s.a.v)'in kanını içme konusunda özel bir durdum vardır, zırh halkası çıkarılırken kan yutulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v) hiç bir zaman 'benim kanımı içiniz' gibi bir emir vermiş değildir.(bk. Sarıcık, Murat, İnhanç ve Zihniyet olarak Cahiliye, Nesil Yayınları, İstanbul, 2004, s. 250; Sarıcık, Murat, İslam öncesi Dönem- Cahiliye kültürü, Fakülte Kitabevi, Isparta, 2002, s. 270 vd. Cahiliyede kan yeme tarzları için bk.)

Ashab-ı kiramdan Abdulah b. Zübeyir de çocuk yaşta iken Hz. Peygamber (s.a.v)'in hacamat kanını içmiştir. Olay şöyle gelişmiştir: Darekutni ve başka hadis kitaplarında nakledildiğine göre, Abdullah sekiz dokuz yaşlarındayken, Rasulullah (s.a.v) kendisine hacamat ettirdiği kanınını toprağa gömmesi için bir kap
içinde vermiş, Abdullah ise oradan ayrıldıktan sonra tek başına kalınca, kanı gömeceği yerde içmiştir. Geri dönüp gelince Resulullah (s.a.v): "Ne yaptın?" diye sormuş, o da kinayeli konuşarak: "Onu ortadan kaldırdım." demiştir. Hz. Peyggamber (s.a.v) durumdan şüphelenip: "Herhalde onu içtin?" deyince Abdullah: "Evet!.." demiştir.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v): "Kanı kanıma karışana ateş temas etmez." buyurmuş ve şunları da sözlerine eklemiştir: " Veylün leke mine'n nâs ve veylün li'n- nâsi minke = Yazık insanlardan sana olacaklara, yazık senden dolayı insanlara olacaklara." (el-Askalânî, el-Metâlibü’l-Âli¬ye, 4:21; el-Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, 2708; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:554.)

Bu olaydan şunları çıkarabiliriz:

a) Kanı içen bir çocuktur ve kendisi böyle bir karara varmış ve kanı içmiştir. Kan içmek haram olsa da ya çocuk bunu bilmemekte veya Hz. Peygambere (s.a.v) saygısını böyle uygunsuz bir tezahürle ortaya koymaktadır.

b) Konuşmalarıyla kanı içtiğini saklamak istemektedir. Demek Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu davranışını onaylamayacağını düşünmektedir.

c) Hz. Peygamber (s.a.v) ona, kanımı iç, diye bir emir vermemiş, aksine onu gömmesi için kendisini görevlendirmiştir.

d) Hz. Peygamber (s.a.v)'in açıklamalarına bakılırsa, onun kanında farklı bir özellik bulunmaktadır. Kanı kanıma karışana cehennem isabet etmeyecektir. Fakat o, bu yolla cehennemden kurtulmayı tavsiye ve emir etmez.

e) Hz. Peygamber (s.a.v)'in sözlerinin bir tefsiri, Emeviler döneminde Abdullah b. Zübeyr'in Mekke kuşatılmasında şehit edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Mekke'de birçok kimse öldürüldüğü gibi, kendisi de şehit edilmiştir. (bk. Tarihul- Hamis, I/354)

78 Bedir Savaşı'nda, Allah'ın yardımıyla melekler de savaşa katılarak savaş kazanıldığı halde, Uhud Savaşı'nda melekler niye yardımcı olmadı da savaş kaybedildi?

Melekler kendi başlarına hareket edemezler; Allah’ın talimatı olmadan hiçbir iş yapmazlar.

Bedir Savaşı'nda Müslümanlar, az olmalarına ve aslında savaş için değil, kervanı elde etmek için yola çıkmalarına rağmen, savaş söz konusu olunca, hiç tereddüt etmeden canları pahasına yiğitçe meydana atılmışlardı. Allah da daha bir çok hikmetin yanında, Allah’a ve Resulüne karşı gösterdikleri itaatleri ve samimî tavırlarına mükâfat olarak melekleri gönderdi ve eşsiz bir zafer kazınıldı.

Uhud Savaşı'nda ise, Hz. Peygamber (a.s.m)’in savaş stratejisini tespitteki arzusunun aksine hareket edildi. Efendimiz (a.s.m) Medine’nin içinde kalarak müdafaa yapmak istediği halde, istişarede şehrin dışına çıkmayı, meydanda savaşmayı isteyen gençlerin arzularına uygun karar çıktığı için, o da onlara uydu. Buna rağmen, Efendimizin (a.s.m) Uhud'un bir tepesine yerleştirdiği okçu birliğine “İster galip ister mağlup olalım, siz asla yerlerinizi terk etmeyeceksiniz...” şeklinde talimat verdiği halde, bu emre itaatsizlik edenler yüzünden bu savaşta yenilgi mukadder oldu. Böyle bir durumda meleklerin gelmesi nasıl söz konusu olabilir?

Bununla beraber bu yenilgide Allah’ın başka hikmetleri de vardır. Aşağıdaki ayetlerde bu hikmetlerden bazılarına işaret edilmiştir:

"Eğer siz (Uhud'da) bir yara aldıysanız, şüphesiz o topluluk da (Müşrikler de Bedir'de) benzeri bir yara almıştı. İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi ya da kötü günler gösteririz, bazen öbürüne.) Allah, sizden iman edenleri ayırt etmek, sizden şahitler edinmek için böyle yapar. Allah, zalimleri sevmez."

"Bir de Allah, iman edenleri arındırmak ve küfre sapanları mahvetmek için böyle yapar."

"Yoksa siz; Allah, içinizden cihad edenleri (sınayıp) ayırt etmeden ve yine sabredenleri (sınayıp) ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Al-i İmran, 3/140-142)

İlave bilgiler için tıklayınız:

Uhud savaşında Müslümanların mağlup oluşunun sebeb ve hikmetleri nelerdir?

79 Halifelik ilk olarak Hz. Ali'nin hakkı mıydı? "Ben kimin dostu isem Ali de onun dostudur." hadisini nasıl anlamamız gerekir?

Şiiler, halifeliğin Hz. Ali (ra)’nin hakkı olduğunu iddia ederlerken başka deliller getirmeye çalışırlar. Bunlardan biri de "Gadir Hum" hadisesidir. Şöyle ki:

Veda Haccı dönüşüydü. Peygamberimiz (asm) beraberindeki sahabelerle birlikte Mekke ile Medine arasında bulunan Gadir Hum mevkiinde mola verdiler. Orada bir müddet istirahat edip öğle namazını kıldıktan sonra sahabelere hitaben konuşma yapıp sonunda:

“Ben kimin dostu isem Ali’de onun dostudur. Allah'ım ona dost olana dost ol; düşman olana da düşman ol. Ona yardım edene yardım et.” (buyurdular) (1)

Bu hadisi Şiiler yanlış aksettiriyor ve farklı şekilde yorumluyorlar. Peygamber (a.s.m.)’in  Gadir Hum’da sözünü ettiği “velayet” Şiilerin kastettiği halifelik manasında değil “dost” manasındadır. Nitekim Hz. Ali (ra)’nin torunu Hasan el Müsenna bu hususta şöyle der:

“Resulullah (a.s.m.) bununla halifeliği ve sultanlığı kastetmedi. Öyle demek isteseydi bunu açıkça söylerdi. Çünkü Resulullah (a.s.m.) Müslümanların en fasih ve en açık konuşanıdır.” (2)

Yine Hz. Ali (ra)’nin, Basra’da kendisine,

“Halife olman için Resulullah (asm)'ın halifeliği sana bıraktığına dair bir ahdi ve selahiyeti mi var, yoksa kendi görüşüne göre mi hareket ediyorsun?” şeklindeki bir soruya:

“Hayır, yoktur. Vallahi ben Resulullah’ı ilk tasdik ve iman eden kimseyim, onun adına ilk yalan söyleyen kişi olamam. Eğer Resulullah’ın halifeliği bana bıraktığına dair bir ahdi olsaydı, Ebubekir’in de Ömer’in de onun minberine çıkmasına izin vermezdim. Onlara karşı koyacak hiçbir gücüm olmasa, ellerimle mücadele ederdim." (diye cevap vermiştir.) (3)

Şiilerin bir iddiaları da, Hz. Ali (ra)’nin Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer (ra)’e biat edip onlara yardımcı olmasının, onlardan korkmasına bağlamaları ve onu riyakarlıkla itham etmeleridir. Bu konuda Bediüzzaman Lem’alar isimli eserinde şöyle demektedir:

“Amma Şia-i Hilafet ise Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünkü bunlar Hz. Ali’yi (r.a.) fevkalade sevmek davasında oldukları halde tenkis ediyorlar ve su-i ahlakta bulunduğunu onların mezhepleri iktiza ediyor. Çünkü diyorlar ki. ‘Hz. Sıddık ile Hz. Ömer haksız oldukları halde Hz. Ali onlara mümaşaat etmiş. Şia ıstılahında takıyye etmiş, yani onlardan korkmuş, riyakarlık etmiş.’ Acaba böyle kahraman-ı İslam ve ‘Esedullah’ ünvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zatı riyakar ve korkaklık ile sevmediği zatlara tasannukârane muhabbet göstermekle, haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hz. Ali teberri eder."

“İşte, ehli hakkın mezhebi hiçbir cihette Hz. Ali’yi tenkis etmez, su-i ahlak ile itham etmez. Öyle bir harika-i şecaate korkaklık isnat etmez ve derler ki: ‘Hz. Ali Hulefa-i Raşidin’i hak görmeseydi, bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek onları haklı ve racih gördüğü için, gayret ve şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş”
(4)

Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi Hz. Ali (ra)’ye Peygamberimizin (asm) bir vasiyeti olmadığı gibi Hz. Ali (ra)’de kendinden önceki halifelere onlardan korktuğu için biat etmemiş, Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer (ra)’i halifeliğe kendinden daha layık gördüğü, Hz. Osman (ra)’a da itaat edeceğine söz verdiği için karşı çıkmamıştır. Ve Hz. Ali (ra) kendinden önceki bu üç halifeyi ciddi olarak sevmiş, bunu her yerde söylemekten çekinmemiştir.

Hz. Ebubekir (ra)’e biat etmeyenlerden bazıları Hz. Ali (ra)’ye biat etmek istediler. Fakat Hz. Ali (ra) hayatı boyunca Müslümanların birlik ve beraberliği için mücadele etmiştir. Fitne kapısını hiçbir zaman açmayacaktı. Böyle diyenleri sert bir şekilde yanından uzaklaştırdı. Mesela Hz. Ali (ra)’ye biat etmek isteyenlerden biri de Hz. Süfyan (ra) idi. Ona şöyle cevap vermişti:

“Biz halifelik makamına Ebubekir’i (r.a.) yeterli görüyor ve layık buluyoruz. Biz onu bu işte baş başa bıraktık. Araya girmedik.” (5)

Hz. Ali (ra), Hz. Ebubekir (ra)’in halifeliği müddetince onun en büyük yardımcılarından oldu. Hz. Ebubekir (ra) vefat ettiğinde şu mealde bir konuşma yaptı:

“Sen, fırtınaların ve en şiddetli kasırgaların kımıldatamadığı bir dağ idin. Resulullah’ın buyurduğu gibi sen bedeninde zayıf, Allah’ın dilinde kuvvetli, mütevazi, Allah’ın yanında ve yeryüzünde makamı yüce, mü’minlerin yanında büyüktün. Hiç kimsenin sana kini yoktu. Hiç kimsenin sende değersiz bulduğu bir vasıf yoktu. Kuvvetli olan, zayıfın hakkını alıncaya kadar senin yanında zayıftı. Zayıf olan da hakkını alıncaya kadar kuvvetliydi. Allah senin sevabından bizi mahrum etmesin. Bizi senden sonra saptırmasın.” (6)

Hz. Ali (ra) kendi halifeliği müddetince Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) aleyhinde bir şey söylenmesine izin vermezdi. Bir defasında şöyle diyor:

“İşittiğime göre bazıları beni Ebubekir’den ve Ömer’den üstün tutuyorlarmış. Daha önce bu hususta bir şey söylemiş olsaydım şimdi böyle söyleyenleri cezalandırırdım. Söylemediğim için bunu yapmıyorum. Kim bundan sonra böyle bir şey söylerse o iftiracıdır. Allah’ın Resulünden sonra insanların en üstünü Ebubekir sonra Ömer’dir. Allah ikisinden de razı olsun."

“Kuru tohumları yeşerten, cansız varlıklara can veren Allah’a yemin ederim ki, Ebubekir ve Ömer’i mü’minlerin üstün ve faziletli olanlarından başkası sevmez. Günahkâr insanlardan başkası da onlara kötü gözle bakmaz, düşmanlık etmez.”
(7)

Hz. Ali (ra), Hz. Ömer (ra)’e olan sevgisinden dolayı kızı Ümmü Gülsüm’ü ona nikahlamıştı. (8) Hz. Ömer (ra) vefat ettiğinde Hz. Ali (ra) naşının başına gelmiş ve ona olan sevgisini ifade eden şöyle bir konuşma yapmıştır:

“Ey Ömer, ben Allah’ın huzuruna senin istediğin bir amelle çıkmaktan çok hoşlanırım. Senden başka ameline imrendiğim kimseyi bulamadım.” (9)

Hz. Ali (ra), Hz. Ömer (ra)’in şehadetinden sonra oluşan şura tarafından seçilen Hz. Osman (ra)'a hemen biat etti. Hz. Ali (ra), Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer (ra)’i sevdiği gibi Hz. Osman (ra)’ı da severdi. Hz. Osman (ra)’ın halifeliği döneminde onun en büyük yardımcısı oldu. Fitnecilere karşı müdafaa etti. Hz. Osman (ra)’ı azledip kendisine biat etmek isteyenlerin tekliflerini reddetti. Bozguncuların biatını Hz. Osman (ra) şehit edildikten sonra da kabul etmedi ve şöyle dedi:

“Osman’ın katillerinin biatını kabul etmekten Allah’a sığınırım.” (10)

İlave bilgi için tıklayınız:

Dört halifenin sırasıyla halife olmalarına işaret eden hususlar nelerdir?

Kaynaklar:
1. Ahmed b. Hambel, Müsned, IV / 368.
2. İsmail Mutlu, Dört Halife Devri, s. 333.
3. bk. Suyuti, Tarihu’l-hulefa, s. 297
4. Lem’alar, s. 31.
5. Dört Halife Devri, s. 340.
6. a.g.e., s. 341.
7. Hayatü’s-sahabe, III/348, 349.
8. H. İbrahim Hasan, İslam Tarihi, s. 317; Dört Halife Devri, s. 343.
9. Dört Halife Devri, s. 343.
910 a.g.e., s. 345.

80 Üsve-i hasene ne demektir?

Üsve-i Hasene: "Güzel bir örnek" anlamına gelmektedir. Bu tabir Ahzab Suresinin 21. ayetinde geçmektedir.

"Andolsun ki, sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü ümid eden ve Allah'ı çokça anan kimseler için, Resûlullah'ta güzel bir örnek vardır." (Ahzab, 33/21)

Bu hitap halis müminleredir. "Üsve" kelimesi güzel bir haslet demektir.

İnsanlar dünyada amaçlarına ulaşabilmek için uygun örnek ve rehberler edinirler, bunların yollarını izleyerek, tavsiyelerine uyarak hareket edip istediklerini elde etmeye çalışırlar. Allah'a iman edip O'nun rızâsını isteyen, âhirette lutfedeceği emsalsiz nimetlere mazhar olmayı uman ve daima Allah sevgisiyle yaşamak isteyen insanlar için eşi bulunmaz örnek, O'nun sevgili kulu, elçisi, rahmeti, şahidi, müjdecisi, davetçisi, ışığı olan Muhammed Mustafa'dır. (bk. Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu: IV/344.)

İlave bilgi için tıklayınız:

Ahlâkî Örnek Olarak Hz. Peygamber (S.A.S.)

Sünnetin bağlayıcılığı, örnek alınması ve kaynağının vahiy olup olmadığı konusunda bilgi verir misiniz?

81 Ebu Talip ve ailesi hakkında bilgi verir misiniz?

Peygamber Efendimizin (asm) amcası ve Hazreti Ali'nin babası olan Ebu Talib, 535 yılında doğdu. Abdülmuttalib ve Fatıma bint Amr bin Aiz el-Mahzumiyye'nin evladı olarak dünyaya geldi. Asıl adı Abdülmenaf olup, Talib adlı oğlundan ötürü, Talib'in babası anlamına gelen "Ebu Talib" lakabıyla tanınmaktadır. Künyesi Ebu Talib Abdülmenaf bin Abdülmuttalib bin Haşim el-Kureyşi el-Haşimi şeklindedir.

Bilindiği gibi Peygamber Efendimizin (asm) önce babası ve daha sonra annesi de vefat edince dedesi tarafından yetiştirildi. Abdülmuttalib, hastalanıp ölümünün yaklaştığını hissedince oğullarını ve Hazreti Muhammed'i (asm) çağırarak, kendisinden sonra mübarek torununa bakacak kimseyi tespit etmek istedi. "Vefatımdan sonra hangi amcanın himayesinde kalmak istiyorsun?" sorusu üzerine Hazreti Muhammed amcası Ebu Talib'in boynuna sarılarak onun yanında kalmak istediğini belirtti. Bu seçim Abdülmuttalib'in hoşuna gitti ve oğluna şu vasiyette bulundu:

"Onu sana emanet ediyorum. O, İlahi bir emanettir. Onu her şeye rağmen, canın ve başın pahasına da olsa koruyacağına dair bana açıkça söz ver ki, gözlerim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin."

Bunun üzerine Ebu Talib;

"Sen hiç merak etme babacığım. Onu öz çocuklarıma, hatta kendi canıma bile tercih edeceğimden emin olabilirsin. Hayatta bulunduğum müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum."

diye karşılık verdi ve hayatı boyunca da verdiği bu söze sadık kaldı (bk. Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, I/102-103).

Kainatın Efendisini (asm) himayesine alan Ebu Talib, hem son derece fakir hem de ailesi kalabalık idi. Dolayısıyla geçim sıkıntısı çekiyordu. Çok merhametli ve dürüstlüğüyle tanındığından Kureyşliler tarafından çok fazla sevilip hürmet görüyordu. Üstün vasıfları ve değerli şahsiyetinden dolayı da yörenin ileri gelenlerindendi. Oysa, o zamana kadar fakir olup da büyük olarak kabul ve saygı gören pek kimse gelmemiş ve böyle birisi kavminin başına geçmemişti. Ebu Talib adeta bir istisna idi.

Ebu Talib, Peygamber Efendimiz (asm)'e çok yakın alaka göstererek gittiği her yere onu da götürür, kendisiyle bir arkadaş gibi sohbet eder, yetişmesine de özel önem verirdi. Evinde de benzer hava hakimdi. O olmadan sofra kurulmaz, sofrada olmadığı zaman Ebu Talib, "Muhammedim nerede, çağırın gelsin." demek suretiyle hassasiyetini hemen belirtirdi. Peygamber Efendimiz (asm) de aynı sevgi ve saygıyı göstererek büyükleri sofraya oturmadan ve yemeğe başlamadan yemek yemezdi. Onun bulunduğu her sofra bereketlenir ve herkes doymuş bir vaziyette kalkardı. O olmadığı zaman aksi olurdu.

Ebu Talib'in önemli özelliklerinden birisi de cahilliye döneminin çirkinliklerine bulaşmamış ve böyle bir yaşantıyı ömrü boyunca yaşamamış olmasıdır. Hiçbir zaman içki içmezdi, Kainatın Efendisi (asm)'i himaye etmeye layık bir hayat tarzı vardı. Mekke'de Kabe'nin perdedarlığı ve hac mevsiminde hacılara su içirme hizmetinde bulunuyordu. Ancak, bu hizmetler önemli masraf gerektirdiğinden ve imkanlarının da elvermemesinden dolayı kardeşi Hazreti Abbas'a devretmek zorunda kaldı.

Ebu Talib, ticaret kervanıyla Suriye'ye gitmeye karar verdikten sonra Hazreti Muhammed (asm)'i de yanında götürmeye karar verdi ve böylece yine yanından ayırmamış oluyordu. Bu Suriye seferi sırasında Busra'da konakladıkları sırada meşhur bir rahip olan Bahira tarafından misafir edilmişlerdi. Bahira Peygamber Efendimizi (asm) görüp, onun ilerde geleceği kutsal kitaplar tarafından müjdelenen peygamber olduğunu anlayınca hemen Ebu Talib'i yanına çağırarak şu tavsiyelerde bulundu:

"Yeğenini hemen memleketine geri götür. Onu hasetçi Yahudilerden koru. Vallahi, Yahudiler çocuğu görüp de benim fark ettiklerimi onlar da fark ederlerse ona kötülükte bulunurlar. Çünkü, senin bu yeğenin ileride büyük şan ve nam kazanacaktır. Durma, onu hemen geri götür."(bk. age., s. 119).

Bu tavsiye üzerine Ebu Talib Şam'a gitmekten vazgeçip hemen geri döndü.

İslam güneşinin doğuşu ve insanların İslam'a davet edilmeleriyle beraber bu şerefe nail olan ilklerden biri de Hazreti Ali'dir. Ebu Talib, günün birinde yeğeni ve oğlunun beraber namaz kıldıklarını öğrendikten sonra, atalarının dinine bağlı kalacağını beyan etmekle beraber onlara ilişmediği gibi, Peygamber Efendimizi (asm) ömrünün sonuna kadar savunmaya devam etti. İnsanların açıkça İslam'a davet edilmelerine paralel olarak müşriklerin tazyik ve baskıları arttı. Müslümanları her açıdan ablukaya almaları üzerine, Ebu Talib Haşim ve Muttalib oğullarını yardıma çağırdı. Kardeşi Ebu Leheb hariç diğerleri Ebu Talib'in etrafında toplanarak boykot ve ambargolardan etkilenme pahasına da olsa sıkıntıya katlanarak bir bakıma Müslümanlar safına geçmiş oldular.

Ebu Talib'in desteğinden dolayı Peygamber Efendimize (asm) istedikleri zararı veremeyen müşrikler O'nu kendilerine teslim etmesini istediler. O teklifi kabul etmediği gibi, iman etmemiş olmasına rağmen korumaktan vazgeçmedi.

Ebu Talib'in yaşı epey ilerlemiş olup hastalığı şiddetlendi. Peygamber Efendimiz (asm), kendisini küçük yaşından beri bağrına basıp şefkatini esirgemeyen, himayesinde büyüten, kendisini koruma adına her türlü tehlikeyi göze alan sevgili amcasını kaybedeceğine son derece üzülüyordu. Diğer yandan Müslüman olup ebedi saadete ulaşmasını sağlamak için elinden gayreti gösteriyordu. Amcasının hastalığı ilerleyince tekrar kelime-i şehadet getirmesini ve böylece kendisine ahirette şefaatçi olabileceğini söyledi. Bu teklif üzerine Ebu Talib;

"Yeğenim, vallahi, benden sonra sana ve atalarının oğluna, çok yaşlanmaktan dolayı bunaklık atfetmeleri korkusu olmasaydı, istediğin şeyi söyleyip sana tabi olurdum. Kureyş, o istediğin sözü ölümden korkarak söylediğimi zannedecekleri için söyleyemeyeceğim."

diye karşılık verdi. Böylece Peygamber Efendimizin (asm) beklediği cevabı vermesi tekrar nasip olmadı. Görüş birliği olmamakla beraber, İslam ulemasının ekseriyetine göre, iman etmeden son nefesini vererek vefat etti.

Herkesin Peygamber Efendimize (asm) sırtını döndüğü, Müslümanların binbir eziyet ve işkencelere maruz kaldığı bir dönemde Ebu Talib'in desteği elbette ki çok büyük önem taşır. Başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere tüm müminlerin gönlünden geçen arzu, Ebu Talib'in Müslüman olarak ebedi aleme geçmesi idi. Ancak, bu gerçekleşmedi. Oysaki kainatta en büyük hak ve hakikat imandır. Bediüzzaman Hazretlerinin, II. Dünya Savaşı ile ilgilenmediğini görenler, "bu olaydan daha büyük ve önemli bir dava mı var, ilgilenmiyorsun" diye soranlara şöyle cevap vermiştir:

"Her bir insanın başında ebedi hayatı kazanıp-kaybetme davası var.  ...eğer İngiliz, Alman kadar serveti ve kuvveti olsa ve aklı da varsa, yalnız o dâvâyı kazanmak için bütününü sarf edecek... Eğer iman vesikası olmazsa ve berâtı ve senedi olan itikadı sağlam bir surette elde etmezse, o dâvâyı kaybeder. Acaba bu kaybettiği şeyin yerini hangi şey doldurabilir?"(bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 168-169)

Ebu Talib'in iman edip etmediği sorusu Bediüzzaman Hazretlerine de sorulmuştur. Risale-i Nur'un bu konuda verdiği cevap, net ve çok önemli bir konuya işaret etmesi bakımından orijinal bir tespittir. Ebu Talib'in, Hazreti Muhammed Aleyhisselam'a gösterdiği muhabbetin peygamberliği cihetiyle değil de, şahsı ve zatına olan bir sevgi olduğuna işaret edilmektedir.

"Ebu Talib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî, o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir. Evet, ciddî bir surette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib'in, inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine, Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten hâlk edebilir. Kışta bazı yerde baharı hâlk ettiği ve zindanda, uyku vasıtasıyla, bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hususî bir nevi cennete çevirebilir." (bk. Mektubat, s. 375-376).

Bu tespit, kendisine iman edilmediği halde kullarından zuhur eden güzel haslet ve amelleri karşılıksız bırakmayan Cenab-ı Hakk'ın merhametinin azametine çok güzel bir örnek teşkil etmektedir.

82 Emevilerin İslam'a çok zarar verdiği iddiasına ne dersiniz?

Emeviler Devletinin kurucusu Hz. Muaviye (r.a.)’dir. Hz. Muaviye (r.a.), Ashab-ı Kiram’dan olup Peygamber Efendimiz (asm)'in kayınbiraderi ve aynı zamanda vahiy katibi idi. Hz. Muaviye zamanında iç huzursuzluklar giderildi. İslâm orduları fetihlerine devam etti ve Sicistan, Afganistan ve Semerkand’ı fethetti.

Emevilerin İslama büyük katkıları olduğu gibi, bazı yöneticilerin zararları da olmuştur. Ancak bunu bahane ederek bütün hataları bir devletin bütün yöneticilerine veya fertlerine veya bir şahsa bağlamak doğru olmaz. Ayrıca suçun şahsiliği esastır. Bazı yöneticiler zarar verdi diye, özellikle Hz. Muaviye’ye dil uzatmak bir müslümana yakışmaz.

Bu açıdan, bir şahsın veya devletin hem katıldığımız ve benimsediğimiz uygulamalarını hem de katılmadığımız ve zararlı gördüğümüz yönlerini belirtmenin daha faydalı olacağını düşünüyoruz.

Emeviler İslam devletini Arap milliyeti üzerine dayandırıp, İslam kardeşliği bağını milliyet bağından daha zayıf bıraktıkları için, iki şekilde İslam’a ve Müslümanlara zarar verdiler:

Birincisi; diğer milletleri rencide ederek İslamiyet’ten uzaklaştırdılar.

İkincisi de Arap olmayan insanlara zulmettiler. Çünkü ırkçılık ve milliyet düşüncesi adaleti ve hakkı esas almadığından, Emeviler adaletle hükmedemeyip zulmettiler. Zira menfi milliyeti esas alan bir hakim, öncelikle kendi ırkdaşını tutar, adaletle hükmedemez. Oysa İslam’ın adalet anlayışında dine bağlılık önemlidir. Dine bağlılık yerine milliyete bağlılık ikame edilemez; edilse adaletle hükmedilemez. O zaman hakkaniyet gider, zulüm olur. (bk. Nursi, Mektubat, On Beşinci Mektup)

Bu olumsuzluklarla birlikte;

- Emeviler döneminde İslâm ülkesinin sınırları Batı’da Atlas Okyanusu, Doğu’da Çin kıyıları ve Afganistan, Kuzey’de kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemiştir.

- Kur’an-ı Kerim’in yanlış okunmasını önlemek maksadıyla nokta, hareke ve işaretler ilk kez Mushaflara konuldu.

- Halife Ömer ibn-i Abdulaziz döneminde hadisi şerifler toplanıp kitap haline getirilerek, tasnifine başlandı.

- Emevilerin en parlak zamanları olan Halife Yezid ve Haşim ibn-i Abdülmelik devirlerinde Türkler Müslüman olmaya başladılar.

- Tarık bin Ziyad Endülüs’ü fethederek, Akdeniz’i Atlas Okyanusuna bağlayan boğaza adını verdi (Cebel-i Tarık).

- İskenderiye Akademisi’nde Arapça bilen âlimlere kimya, tıp ve astronomi konularında Yunanca ve Kıptça eserleri tercüme ettirilmiştir. (Detaylı bilgi ve değerlendirmeler için bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Emeviler md.)

83 Bediüzzaman Said Nursi kimdir, hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ

Risale-i Nur’un müellifi Bediüzzaman Said Nursî hayatını üç devreye ayırır: Doğumundan Risale-i Nur’u telif etmeye başlama tarihi olan 1926 yılına kadarki hayatını Eski Said, bu tarihten 1950’ye kadar olan kısmını Yeni Said, 1950’den sonraki hayatını da Üçüncü Said diye adlandırır. Ancak bu ayırım fikrî bir değişiklikten ziyade bir metod ve tarz değişikliğidir. Her üç dönemde de dine ve imana hizmet yönünde zamanın ve zeminin durumuna göre değişik metodlar uygular.

Bediüzzaman Said Nursî, 1878 yılında Bitlis’in Hizan Kazasına bağlı İsparit Nahiyesinin Nurs Köyünde dünyaya geldi.

Öğrenim hayatına dokuz yaşında Tağ Köyündeki medresede başladı. Eğitim hayatı çok hareketli geçti. Kendine uygun medrese arayışıyla yaşadığı bölgede bir çok medreselerde kısa sürelerle bulundu. Bu arayış yaklaşık üç yıl sürdü. Bu dönem içerisinde, Kur’ân-ı Kerimi hatmedip, medrese usulünün başlangıç kitaplarını okudu. Fakat öğrenim hayatının en önemli kısmı Doğubeyazıt’ta geçirdiği üç aylık dönemdir ki, bu dönemde, Şeyh Mehmet Celâlî’den ders aldı ve medrese eğitiminin temel kitaplarından olan seksenden fazla kitabı tahkik etti ve icazet alarak Doğubeyazıt’tan ayrıldı.

Daha sonra Bitlis’e giden Said Nursî, o dönem medrese âlimleri arasında gelenek olan ilmî tartışmalara katıldı. Bu ilmî münazaralardaki üstün başarıları, zekâsı ve hafızasıyla herkesin takdirini kazandı. Bu tartışmalar sonunda on üç yaşındayken aldığı icazetini kabul ettirip, ilmî rüştünü ispat etti ve ‘Bediüzzaman’ diye anılmaya başlandı.

Genç âlimin ününü duyan Van Valisi Hasan Paşa onu Van’a davet etti. Van’da uzun süre kaldı ve araştırmalarına devam etti. Hasan Paşa’nın yerine tayin olan Tahir Paşa’nın geniş kütüphanesinde fen ilimlerine dair kitapları inceleme imkânı bularak fizik, kimya, coğrafya, astronomi ve felsefe ile ilgilendi.

Van’da bulunduğu yıllar Said Nursî’nin düşünce dünyasında önemli oluşumların meydana geldiği dönemdir. Bir gazetede okuduğu İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladstone’un Kur’ân’ın yok edilmesi veya Müslümanların Kur’ân’dan soğutulması gerektiğine dair sözü Bediüzzaman’ı derinden etkiledi ve daha sonraki hayatını Kur’ân’ın anlaşılmasına adadı.

Doğunun en önemli problemlerinden olan öğrenim ihtiyacının giderilmesi için Doğu’da fen ilimleriyle medrese ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulması gerektiğini düşünen Üstad Said Nursî, bu fikrini hükümete iletmek ve böyle bir projeyi gerçekleştirmek için gerekli teşebbüslerde bulunmak amacıyla 1907’de İstanbul’a gitti. Malta’da (Fatih / İstanbul) Şekerci Handa kalırken, İstanbul’un ileri gelen âlimleriyle görüşmeler yapan Üstad Said Nursî, kapısına “Burada her soruya cevap verilir ancak soru sorulmaz” diye yazarak sarayın, ilim çevrelerinin ve halkın dikkatini üzerine çekti.

Doğuda kurulmasını istediği üniversiteyle ilgi fikirlerini bir dilekçeyle saraya iletti. Fakat dönemin hükümeti bu ihtiyacın önemini kavrayamadı ve projenin gerçekleşmesi için herhangi bir teşebbüste bulunmadı. Aksine, gerek daha önceki hayatında baskı kabul etmeyen davranışları, gerekse İstanbul’a gelişiyle sergilediği tavırlar sonucunda halkın etrafında toplanmaya başlaması sebebiyle zaten en ufak bir hareketten bile şüphelenen Saray’ın kuşkulanmasına sebep oldu. Saray, onu tımarhaneye gönderdi. Ancak doktorlar “Eğer bu adamda zerre kadar cünun varsa dünyada akıllı adam yoktur.” diye rapor verdi.

O yıllarda İstanbul’un gündemini hürriyet ve meşrutiyet tartışmaları oluşturuyordu. Üstad Said Nursî de bu tartışmalara katıldı ve gazetelerde yayınladığı makaleleriyle hürriyet ve meşrutiyetin İslâma aykırı olmadığını bilakis istibdat ve mutlâkiyetçi yönetimlerin İslâm'a aykırı olduğunu savundu. Ayrıca, Meşrutiyet’in ilânının üçüncü gününde İstanbul’da meşrutiyete sahip çıkan bir nutuk okudu. Aynı nutku Selanik Hürriyet Meydanında geniş bir halk kitlesi karşısında tekrarladı. Meşrutiyetin getirdiği serbestlik ortamında filizlenen bir çok siyasî oluşuma katıldı ve pek çok siyasî olayın içinde yer aldı.

1909 yılındaki 31 Mart olaylarında karışıklığı önlemek amacıyla konuşmalar yapmasına ve yatıştırıcı rol oynamasına rağmen, tutuklanarak "Divan-ı Harp"te idam talebiyle yargılandı ve beraat etti. Bu mahkemedeki müdafaasını daha sonra İki Mektebi Musibetin Şehadetnamesi adıyla yayınladı.

1910 yılında İstanbul’dan ayrılarak Van’a döndü ve yöredeki aşiretleri ziyaret ederek başta meşrutiyet, hürriyet, anayasa, parlamento gibi konular olmak üzere bir çok konuda yöre halkını aydınlatıcı bilgiler verdi. Aynı yıl, bu görüşmeleri özetleyen Münazarat adlı eserini yazdı.

Aynı yılın kışında Şam’da bulunduğu sırada yöredeki âlimlerin daveti üzerine Şam Emevî Camii'nde âlimlere hitaben İslâm dünyasının problemleri hakkında hitapta bulundu. Bu konuşması 1911 yılında Hutbe-i Şamiye adıyla yayınlandı. Şam’dan ayrılarak İstanbul’a gitti ve aynı yıl içerisinde Sultan Reşad’ın, Üsküp’te bir üniversitenin temel atma törenini de içeren Rumeli seyahatine doğu illerini temsilen katıldı. Balkan savaşları sebebiyle yarım kalan bu projenin Doğuda gerçekleştirilmesi için Padişahı ikna eden Üstad Said Nursî, 1912 yılında İstanbul’dan ayrılarak tekrar Van’a döndü. 1913 yılında "Medresetü’z-Zehra" adını verdiği üniversitenin temelini Van Valisiyle birlikte attı. Ancak Birinci Dünya Savaşı çıkınca öğrencileriyle birlikte cepheye gitti ve uğruna çok çaba sarf ettiği üniversite projesi de savaş sebebiyle yarım kaldı.

Savaş sırasında İşârâtü’l-İ’câz isimli tefsir kitabını yazmaya başladı. Bu savaşta pek çok talebesi şehit oldu ve kendisi de 1916’da Ruslara esir düştü. Yaklaşık iki buçuk senelik esaret hayatı Rus ihtilalinin getirdiği karışıklık sırasında firar etmesiyle son buldu. Sibirya, Berlin, Varşova ve Sofya üzerinden 1918’de İstanbul’a geldi.

İstanbul’da kendisine hem ilim çevrelerince, hem de saray çevresince büyük ilgi gösterilmiş ve Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye üyeliğine tayin edilmiştir. İstanbul’da bulunduğu yıllarda Nokta, Sünuhât, Lemeât, Katre, Habbe, Zerre, Şemme adlı risâlelerini yazdı ve bunlarla birlikte yirmi iki eserini matbaada bastırdı. Baskısı yapılan bu eserler arasında, daha önce yazdığı mantık ilmine ait Kızıl İcaz ve İşârâtü’l-İ’câz adlı tefsiri de yer almaktadır.

Takvimler 1920 yılını gösterdiğinde İstanbul İngilizler tarafından işgal ediliyordu. Üstad Said Nursî işgale karşı tepkisini yayınladığı Hutuvat-ı Sitte risâlesiyle halkı işgale karşı uyandırmaya çalıştı ve Anadolu hareketini ‘isyan’ olarak niteleyen Şeyhülislâm fetvasına karşı bir fetva yayınlayarak Kuva-yı Milliye hareketini destekledi. İstanbul’daki faaliyetleri sebebiyle hakkında İngilizlerin idam kararı aldığı Said Nursî, Anadoluda ki Büyük Millet Meclisi tarafından ısrarla Ankara’ya davet ediliyordu. Bu davetler sonucunda 19 Kasım 1922’de Ankara’ya geldi ve Mecliste resmî bir törenle karşılandı.

Ancak, vekillerin dine karşı umursamaz tavırları karşısında uyarı için bir beyanname yayınladı. Fakat onun bu çalışmaları, Mustafa Kemal ile tartışmalarına sebep oldu. Vekiller Yunan ordusu karşısında alınan galibiyetin coşkusuyla avunurken o Zeylü-z-Zeyl adlı tabiatçılık ve determinizmi eleştiren Arapça risâlesini yayınladı. Bu eserin dışında Hubab ve Zeylü’l-Hubab adlı eserlerini yazdı. Ankara Hükümetince kendisine, milletvekilliği ve Şark umumî vaizliği ve diyanet üyeliği gibi makamlar teklif edildi. Ancak o, bütün bunları kabul etmeyerek, 1923 Mayıs'ında Ankara’dan ayrılarak Van’a gitti.

Van’da Erek Dağı'nda inzivaya çekildi ve ibadetle meşgul oldu. Siyasetin merkezinden kendisine önerilen makamları reddederek bir dağın başına çekilip, siyasetten uzak durup ibadetle meşgul olması Üstad Said Nursî’de yeni bir dönemin işaretlerini veriyordu. Esaret hayatından itibaren başlayan sorgulama sonucunda, Kur’ân’ı 20. yüzyıl insanının anlayışına uygun bir tarzda açıklayan Risale-i Nur’un yazıldığı ve kendisinin “Yeni Said Dönemi” diye adlandırdığı yeni bir dönemi ortaya çıktı.

Bu Yeni Said döneminde onu hiç rahat bırakmadılar. 1924 yılında başlayan Şeyh Said isyanı bahane edilerek Ankara Hükümetinin emriyle Erek Dağından alınıp Burdur’a mecburî ikâmete gönderildi. Burdur’la başlayan dönemde yalnızlığa mahkum edildi.

Burdur’da Nur’un İlk Kapısı adlı eserini yazdı. Buradan 1926 yılında Isparta’ya gönderilen Üstad Said Nursî, Isparta’da kısa bir süre kaldıktan sonra Eğirdir İlçesi’nin Barla Köyüne mecburî ikamete gönderildi. Barla’daki yaklaşık sekiz yıllık mecburî ikamet hayatı boyunca Sözler, Lem'alar ve Mektubat adlı eserlerin büyük bölümünü yazdı.

Barla döneminde zehirlenme, özel hayatın ihlâli ve dostlarıyla görüşmelerin keyfi engellenmesi gibi çeşitli baskı ve zulümlerle rahatsız ettikleri Üstad Said Nursî’yi daha yakından gözleyip, kontrol altında tutmak için Ankara’nın emriyle tekrar Isparta merkezine getirdiler. Said Nursî adından korkanlar onu göz hapsinde tutmakla engellemenin mümkün olamayacağını anlayınca, bu defa onu hapse göndermenin yollarını aramaya başladılar ve 1935 yılında Tesettür Risalesi adlı eserini bahane ederek; gizli örgüt kurmak, rejim aleyhtarlığı yapmak, rejimin temellerini sarsmak ithamlarla Üstad Said Nursî ve talebelerini Eskişehir hapsine gönderdiler.

19 Ağustos 1935 tarihinde verilen kararla bir sene hapis ve Kastamonu’da bir yıllık gözetim altında zorunlu ikamete mahkum edildi. Eskişehir’deki bir yıllık hapis hayatının ardından Kastamonu’ya gönderildi.

Yedi yıl süren Kastamonu hayatında Ayet-ül Kübrâ, Birinci Şua, İkinci Şua, Yedinci Şua ve Sekizinci Şua adlı eserlerini yazdı. Bu defa da Ayetü’l-Kübrâ risâlesi hakkında açılan davadan dolayı Denizli mahkemesinde yargılandı ve beraat etti. Ancak Ankara hükümetinin talimatıyla Afyonkarahisar’ın Emirdağ ilçesinde zorunlu ikamete tabi tutuldu. 1948 yılında Afyon Ağır Ceza Mahkemesi tarafında hakkında yeniden dava açılan Üstad Said Nursî, 1949 yılında beraat etti. Ancak eserleri müsadere edildi. Müsadere kararının temyiz edilmesi üzerine Afyon Ağır Ceza Mahkemesi 1956 yılında Risale-i Nur’un serbestçe basılması ve dağıtılması yönünde karar verdi. Afyon mahkemesinin beraat kararının ardından yeniden Emirdağ’a döndü.

Üçüncü Said olarak adlandırdığı dönem ise Risale-i Nur’u neşir, yani çoğaltma ve yayma dönemidir. Bu dönem Bediüzzamanın Risale-i Nur’un yayılmasına ve anlaşılmasına yönelik hizmetlere ağırlık verdiği, hizmetin geleceği açısından sosyal hayatla meşgul olduğu bir dönemdir. Bu yıllar bir nebze de olsa rahatlamanın ve hürriyet havasının estiği yıllardır. Muhtelif halk tabakalarına Risale-i Nur hakikatleri duyurulmuş ve özellikle üniversite ortamlarında Risale-i Nur okunmaya başlamıştır.

1952’de Gençlik Rehberi adlı eseri hakkında açılan davaya katılmak üzere İstanbul’a gitti ve bu mahkeme de beraat kararıyla sonuçlandırıldı.

İstanbul’dan Emirdağ’a gitti. Ancak Samsun’da açılan yeni bir dava sebebiyle Samsun’a gitmek için İstanbul’a geldi. Çok yorgun ve hasta olduğu için hastane raporu alarak istinabe yoluyla İstanbul mahkemelerinde ifade verdi. İstinabe Mahkemesinin Samsun’a gönderdiği ifadesi sonunda beraat etti.

İstanbul’dan tekrar Emirdağ’a dönen Said Nursî, oradan Isparta’ya gitti ve ömrünün son dönemlerini, Emirdağ ve İstanbul’a kısa ziyaretlerde bulundu.

1960 yılı Ocak ayında başladığı seyahatinde İstanbul, Ankara, Konya ve Emirdağ’a uğrayarak tekrar Isparta’ya döndü.

20 Mart 1960 yılında hasta olmasına rağmen, kendilerinin ısrarlı isteği sonucunda talebeleri tarafından Urfa’ya götürüldü. Burada hastalığı iyice ağırlaşan Üstad Bediüzzaman, 23 Mart 1960 tarihinde kaldığı otelin mütevazı odasında hakkın rahmetine kavuştu.

İlave bilgi için tıklayınız:

Risale-i Nur nasıl bir tefsirdir, Bediüzzaman kimdir?

84 Halid Bin Velid'in, eşcinselleri bir yerde grup halinde toplayıp yaktırdığı, doğru mudur?

Hadis-i şerifte “Lut Kavminin işlerini yapanları gördüğünüzde, faili de mefulü da öldürün.” buyurulmuştur. (Hadisi, İmam Ahmed b. Hanbel,  Sünen ashabı, Darekutnî, Hakim, Beyhakî İbn Abbas’tan rivayet etmiştir.)

Öldürme işinin şekli ise farklı uygulamalara sahne olduğuna dair değişik rivayetler vardır.

İmam Şafiî, İbn Ebî Şeybe, İbn Ebî’d-dünya ve Beyhakî’nin Yazid b. Kays’tan yaptıkları rivayete göre, Hz. Ali (ra), bir Lutîyi recm etmiştir.

İbn Ebî’d-dünya, İbnu’l-Müzir, İbn Büşran ve Beyhakî’nin Muhammed b. El-Mükender’den, İbn Kudame’nin  ise Safvan b. Süleym’den naklettiklerine göre, (bir grup eşcinsel değil, sadece) bir kişinin kadın gibi kendini kullandırdığını duyan Halid b. Velid, konuyu Hz. Ebu Bekir’e bildirmiş, Ebu Bekir de sahabelerden bazı insanları toplayıp onlarla istişare etmiş, heyette bulunan Hz. Ali, “Bu işi tarihte yalnız bildiğiniz bir kavimden başka (Lut kavmini kastediyor) yapan yoktur. Onların akıbetini de biliyorsunuz. Bu sebeple, bu adamı yakmanızı öneriyorum.” demiş ve Hz. Ebu Bekir de Halid b. Velid’e onun yakılması için emir göndermiş ve emir yerine getirilmiştir. (bk. İbn Kudame, eş-Şerhu’l-Kebir, 10/176) Şevkânî, bu hadisin mursel olduğunu söyleyerek, zayıf olduğuna işaret etmiştir.(bk. Neylu’l-Evtar, 7/129).

Kaynaklardan anlaşıldığına göre, bu yakma işi öldürüldükten sonra gerçekleşmiştir.(bk. a.g.e, a.g.y).

Tarihte olduğu rivayet edilen yakma olayını hiçbir mezhep âlimi benimsememiştir. Bu konuda değişik hadis rivayetlerine dayanan âlimlerden bazılarına göre, eşcinsel olan kimse livata yaptığı zaman, zina suçunun cezası ile bekâr veya evli farkı gözetilerek, cezalandırılır. Bazılarına göre, evli veya bekâr olması fark etmez, her halükârda recmedilir. İmam Azam’a göre ve İmama Şafii’nin bir kavline göre, eşcinselin yaptığı suçtan dolayı, zina cezası değil, tazir cezası (hâkimin uygun göreceği, kınama, azarlama, kırkın altında değnek vurma gibi bir caydırıcı bir ceza) gerekir.(Tuhfetu’l-ahvezî, 4/94-şamile)

85 Hz. Osman'ın Peygamber Efendimizin kızı Ümmü Gülsüm ile evlenmesi olayını anlatır mısınız?..

Hz. Osman (ra)'ın Ümmü Gülsüm (ra) ile evlenmesi hakkında Allah'ın istemesi diye bir rivayet bulunmamaktadır. Bu konuda İslam tarihi kitaplarındaki rivayetler şunlardır:

- Rasûlullah’ın kızı Ümmü Gülsüm, Uteybe b. Ebu Leheb ile nikahlanmış fakat düğünleri henüz olmamıştı. Rukiye isimli kızı da Ebu Leheb’in diğer oğlu Utbe ile nikahlanmış onun da düğünü henüz yapılmamıştı. Hz. Peygamber (asm)’e peygamberlik verilip Tebbet suresi inince Ebu Leheb iki oğluna,

“Eğer siz Muhammed’in kızlarını boşamazsanız yanınızda durmak bana haram olsun.” dedi. Harb b. Ümeyye’nin kızı olan anneleri de,

“Muhammed’in iki kızını da boşayınız. Çünkü onlar babaları gibi sapıtmışlardır.” dedi. Onlar da Hz. Peygamber (asm) kızlarını boşadı. Uteybe, Ümmü Gülsüm’ü boşadığı zaman Rasûlullah’a,

“Ben senin dinini inkar ettim ve senin kızını boşadım. Artık ne sen bana gel, ne de ben sana geleyim.” dedikten sonra Hz. Peygamber (asm)’e saldırdı ve Peygamber’in gömleğini yırttı. O sırada Uteybe ticaret için Şam tarafına gitmek üzereydi. Hz. Peygamber (asm) onun yüzüne bakarak,

“Allah’tan, köpeğini sana musallat etmesini dilerim.” diye beddua etti. Bundan sonra Uteybe Kureyşli tüccarlar ile yola çıkarak Zerka’ denilen bir yere vardılar. Oraya vardıklarında bir arslan onların etrafında dolaşmaya başladı. Uteybe feryad ederek,

“Vallahi Muhammed’in bedduası yüzünden bu arslan beni parçalayacak. İbn Ebî Kebşe (Muhammed) Mekke’dedir amma, benim katilim odur.” dedi. Arslan onların etrafında bir kaç kere dolaştıktan sonra kayboldu. Onlar da Uteybe’yi aralarına alarak yattılar. Arslan tekrar dönüp aralarından geçerek Uteybe’nin yanına vardı ve pençeleriye onun başını ezdi.

* * *

Hz. Osman önce Rukiye’yi nikahladı. Onun ölümünden sonra da Ümmü Gülsüm’ü aldı. (bk. Heysemî, 6/18)

Hz. Osman (ra), hanımı Rukayye (ra) ağır hasta olduğu için, Resulullah (asm)'in izniyle Bedir savaşından geri kalmıştı. Rukayye ordu Bedir'de bulunduğu esnada vefat etmiş, Müslümanların zaferinin müjdesi Medine'ye ulaştığı gün toprağa verilmişti. Fiili olarak Bedir'de bulunmamış olmakla birlikte Resulullah (asm) onu Bedir'e katılanlardan saymış ve ganimetten ona da pay ayırmıştı (Üsdül-Gâbe, 3/586; Suyutî, Târihul-Hulefâ, s. 165; H.İ.Hasan, Tarihu'l-İslâm, 1/256).

Hz. Osman Bedir savaşı hariç, müşriklerle ve İslâm düşmanlarıyla yapılan bütün savaşlara katılmıştır.

Rukayye'nin vefat edişinden sonra Resulullah (asm), Hz. Osman (ra)'ı diğer kızı Ümmü Gülsüm (ra) ile evlendirdi. Hicretin dokuzuncu yılında Ümmü Gülsüm vefat ettiğinde Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştu:

"Eğer kırk tane kızım olsaydı birbiri peşinden hiç bir tane kalmayana kadar onları Osman'la evlendirirdim."

ve yine Hz. Osman (ra)'a "Üçüncü bir kızım olsaydı muhakkak ki seninle evlendirirdim." demişti (Üsdül-Gâbe, aynı yer).

Hz. Osman (ra) Resulullah (asm)'in iki kızıyla evlenmiş olduğu için iki nûr sahibi anlamında, "Zi'n-Nureyn" lakabıyla anılır olmuştur. Zatü'r-Rika ve Gatafan seferlerinde Resulullah (asm), onu Medine'de yerine vekil bırakmıştır (Suyuti, a.g.e., 165).

* * *
Resûl-i Ekrem Efendimize (asm) peygamberlik vazifesi verilmeden önce dünyaya gelen Hz. Hafsa (ra), daha önce Huneys b. Huzayfe'yle (r.a.) evlenmişti. Huneys vefat edince Hz. Hafsa dul kalmıştı."

Hz. Ömer, kızını evvelâ münasip bir dille Hz. Osman'a, on­dan müsbet cevap alamayınca da Hz. Ebû Bekir'e vermek is­temişti. Ancak o da bu isteğine müsbet veya menfî hiçbir ce­vap vermemişti.

Bu durum karşısında üzülen Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem Efen­dimize başvurarak olup bitenleri anlattı. Hz. Ömer'in gönülden arzusunu farkeden Peygamber Efendimiz, kendisini daha fazla üzüntü içinde bırakmak istemedi ve, "Ben, sana Osman'dan daha hayırlı bir damat, Osman'a da senden hayırlı bir kayınpe­der söyleyeyim mi?" diye sordu. Hz. Ömer, "Söyleyin yâ Resûlallah" deyince, Resûl-i Ekrem, "Sen, kızın Hafsa'yı ba­na nikâhlarsın; ben de kızım Ümmü Gülsüm'ü Osman'a nikâh­larım!" buyurdu.Hz. Ömer'i bu teklif fazlasıyla sevindirdi ve derhâl kabul et­ti. Böylece, Peygamber Efendimiz, Hz. Hafsa'yı Ezvac-ı Tâhi-rat arasına alırken, kızı Hz. Ümmü Gülsüm'ü de Hz. Osman'a nikahladı. Hz. Osman, daha önce de, Peygamberimizin vefat eden kızı Hz. Rukiyye île evliydi. Hz. Ümmü Gülsüm'le evle­nince kendisine "Zinnureyn (İki Nur Sahibi)" lâkabı verildi. (İbn-i Sa'd, Tabakat, 8/81-83)

86 Hz. Hüseyin'in başı nerede?

Hz. Hüseyin'in Başı Hakkında Bilgiler:

Hz. Hüseyin'in başı Dımaşk'ta bir mızrağa takıldı.(1) Mızrakta üç gün asılı bırakılmak suretile teşhir edildi,(2) Hz. Hüseyin'in başının, Yezid tarafından Medine'ye gönderilip orada da astırılarak teşhir edildiği de rivayet edilir.(3)

Hz. Hüseyin'in başının gömüldüğü yer hakkında bir hayli ihtilaf vardır.

İbn-i Sa'd'e atfen, Yezid'in, onu Medine naibi Amr b. Saîd'e gönderdiği ve Hz. Fatıma'nın yanına gömdürdüğü rivayet edildiği gibi, Yezid'in ölümüne kadar Mahzeninde bırakıldığı ve sonra, kefenlenip Dımaşk Ferâdis kapısına gömüldüğü de rivayet edilir. Hattâ, İkinci Feradis kapısı içinde "Baş" diye anıla gelen bir Mescid de mevcuddur.(4)

Ebû Kerib der kî «Dımaşk'ta Yezid'in oğlu Velid'in yanında toplananlar arasında ben de bululuyordum. Atıma binip Tevma kapısına doğru gittim. Kapıyı açtığım zaman, içinde, üzerinde "Bu, Hüseyin b. Ali'nin Başıdır." diye yazılı bir baş vardı. Kılıcımla bir çukur kazıp onu gömdüm!»(5)

Hamza b. Yezid-ül Hadramî de bu hususta şu bilgiyi verir:

«Hüseyin'in başı, Dimaşk'ta üç gün asılı olarak görüldü. Bana, Yezîd'in dadısının söylediğine göre baş, Süleyman b. Abdulmelik, Halife oluncaya kadar (Hicrî: 96) askerî silah deposunda bekletildi. Süleyman b. Abdulmelik, adam gönderip onu getirtti. Başın, sadece beyaz kemiği kalmıştı. Bir Tabut getirildi. Baş, kokulandı, kefenlendi ve Tabut içinde Müslüman makbercsîne gömüldü. Müsevvede (Abbas Oğulları) Dımaşk'a geldikleri, girdikleri zaman, başın bulunduğu yeri soruşturdular. Bulunduğu yeri kazdılar ve onu, oradan aldılar. Sonradan, onun ne yapıldığını Allah bilir.»(6)

Dipnotlar:

1. Yakubi-Tarih c. 2, s. 245.
2. Zehebi-Tarihul'islam c. 3, s. 12, Makrizi-Hitat c. I, s. 430.
3. İbn-i Habib-Kitabülmuhabber s. 491.
4. Ebülfida-Elbidaye Veimi'iâye c. 8, s. 204.
5. Zehebî-Siyerü Âlâmünnübela c. 3, s. 213.
6. Zehebi-Siyerâ Âlâm c. 3 s. 216, Tarihül'islâm c. 3, s, 12-13, Ebülfida-Elbidaye Vennihâye c. 8, s. 204, Nakrizi-Hıtat c. l, s. 430.

(M. Asım Köksal, İslam Tarihi Hz. Hüseyin ve Kerbela Faciası, 213-214.)

87 Peygamber Efendimiz'in Taif'e gitmesinin sebebi nedir?

Müşrikler, Ebû Tâlib ve Hz. Hatice (r.anha)'nin vefatlarını fırsat bildiler. Âdeta bu zamanı bekliyorlarmış gibi, Peygamber Efendimize (asm) revâ gördükleri ezâ ve cefalarını birden kat kat arttırdılar. Öyle ki, Efendimiz (asm) onların zulüm, hakaret ve işkencelerinden dini neşretme vazifesini âdeta yapamaz hale gelmişti.

Müşriklerin bu insafsız ve merhametsiz tutumu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizi (asm) fazlasıyla müteessir ediyordu. Bu sebeple Tâif'e gitmeye karar verdi. Maksadı, Kureyş müşriklerine karşı Tâif'te oturan Sakif Kabilesinden kendisini korumalarını ve İslâm dâvâsını kabul etmelerini istemekti.

Tâif, Arabistan'ın mühim yerlerinden biriydi. Bağ ve bahçeleriyle şöhret bulmuştu. Ayrıca, Resûlullah (asm)'ın süt annesi Halime'nin mensup olduğu Beni Sa'd Kabilesi de buraya yakın oturuyordu. Dolayısıyla Efendimiz (asm), bu belde sakinlerinin İslâma alâka duyup îmânla şereflenebilecekleri ümidini besliyordu. Bu ümidi tahakkuk ettiği takdirde, Kureyş müşriklerine karşı büyük bir güç de elde etmiş olacaktı.
Tarih, bi'setin 10. yılı, Şevvâl ayının 27'sini gösteriyordu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm) Hz. Zeyd bin Hârise ile birlikte gizlice Mekke'den ayrılarak Tâif'e vardı. Orada Sakif Kabilesi ileri gelenleriyle görüşmeye başladı. Onları İslâm dinine dâvet etti. Kavminden muhalefet edenlere, kendisiyle birlikte karşı koymalarını taleb etmek için geldiğini anlattı. Ancak, kaldığı on gün zarfında hiç bir müsbet netice elde edemedi. Üstelik hakaret ve istihza ile mukabele gördü. Türlü türlü ithamlara maruz kaldı.

Reislerinden biri, "Allah, peygamber göndermek için senden başka kimse bulamadı mı?" diyecek kadar küstahlıkta ileri gidip mübârek kalblerini teessüre boğdu.

Bir başkası, "Vallahi ben hiç bir zaman seninle konuşmayacağım. Çünkü sen şayet dediğin gibi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, senin sözünü reddetmekle kendimi büyük tehlikeye atmak istemem. Eğer, sen Allah'ın Peygamberiyim diye Allah adına hilâf-ı hakikat konuşuyorsan, o takdirde de ben seninle konuşmaya lüzum görmem." dedi.1

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), bu davranışları ve sözleri üzerine Sakîflilerden hayır gelmeyeceğini anladı ve bundan müteessir oldu. Müşriklerin bu durumu haber alıp cüretlerini arttırmalarından endişe duyduğu için de yanlarından ayrılacağı sırada onlara,

"Bâri konuştuklarımız aramızda kalsın! Başka kimse duymasın!"

dedi. Ne var ki, şirk inancının kuvvetle yaşandığı ikinci bir belde olan Tâif sakinleri Resûl-i Zişânın bu arzusunu da kabul etmediler. Gençlerinin İslâmiyete alaka duymalarından korkarak, İki Cihan Güneşi Efendimize (asm) şöyle dediler:

"Memleketimizden çık da nereye gidersen git! Kavmin ve hemşehrilerin söylediklerini kabul etmeyince, çıkıp bize geldin! Vallahi, biz de senden elimizden geldiğince uzak duracağız, isteklerini kabul etmeyeceğiz."2

Lât ve Uzza'ya tapmakta Mekkeli müşriklerle yarışıp duran Sakifliler bu çirkin sözlerle de yetinmediler. Beldelerinde misafir olarak bulunan Cihan Peygamberine (asm) ayak takımını, sokak gençlerini ve kölelerini kışkırtarak saldırttılar.

Gözü dönmüş, kendini bilmez küstahlar, yolun iki tarafında sıralanarak Kâinatın Efendisi (asm) ve Hazret-i Zeyd'i (ra) taşa tuttular. Resûlullah (asm)'ın mübârek ayakları kana bulandı. Öyle ki, isâbet eden taşların açtığı yaraların acısı yürümeye engel olur hale geldi. Resûl-i Ekrem (asm), zaman zaman oturmak zorunda kaldı. Ama bu vicdansızlar, her seferinde onu zorla ayağa kaldırarak, yeniden yaralı ayaklarını taş yağmuruna tutuyorlardı. Ayak takımı, Peygamber Efendimizi (asm) ısdırap içinde bırakırken, taşlarıyla beraber kahkahalar da savuruyorlardı.

Hz. Zeyd (ra), hayatını hiçe sayarcasına vücudunu Resûl-i Kibriyâ'ya siper etmişti. Şirk ehlinin elinden çıkan taşların ona ulaşmasına mani olmaya çalışıyordu. Ama nafile idi. O da kan revân içinde kaldı.

Resûl-i Ekrem (asm), bu âdice saldırıdan ancak kendini bir bağa atmakla kurtarabildi. Bağın sahipleri kendilerine uzaktan akraba sayılan Utbe ve Şeybe bin Rabia adında iki kardeşti.

Resûl-i Ekrem (asm) bitkin bir vaziyette kendisini bir asmanın altına attı. İnsanlığı utandıracak bu âdice saldırının tesirinden biraz olsun kurtulduktan sonra şu hazin münacaatta bulundu:

"Allah'ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hakîr görüldüğümü ancak sana arzeder, sana şikâyet ederim."

"Ey merhametlilerin merhametlisi olan Allah! Herkesin hakir görüp de dalına bindiği çaresizlerin Rabbi ancak sensin. Benim Rabbim de ancak sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar merhamet sahibisin."

"Allah'ım! Yeter ki, aenin gazabına uğramayayım. Ne çekersem ona katlanırım. Fakat senin af ve mağfiretin bunları bana yaptırmayacak kadar geniştir.

"Allah'ım! Senin gazabına uğramaktan, ilahi rızandan uzak durmaktan, senin o zulmetleri aydınlatan ve ahiret işlerini yoluna koyan ilahi nuruna sığınırım!"

"Allah'ım! Sen razı oluncaya kadar, affını dilerim! Allah'ım! Her kuvvet, her kudret ancak seninle kâimdir!"3

Köle Addas

Bağ sahipleri, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (asm) maruz kaldığı şen'i ve menfur saldırıyı uzaktan seyretmişler ve acıma duyguları harekete geçmişti. Köleleri Addas'la Efendimize (asm) biraz üzüm göndererek ikrâmda bulundular.

Addas tabak içindeki üzümü alıp Peygamber Efendimize (asm) getirdi. Resûl-i Ekrem (asm) üzümü, "Bismillah" diyerek alıp yemeğe başlayınca Addas'ın dikkatini çekti. Kendi kendine,

"Vallahi, bu sözü, bu beldenin halkı bilmezler ve söylemezler." dedi. Fahr-i Âlem Efendimiz,

"Ey Addas, sen hangi dindensin?" diye sordu. Addas:

"Ninovalıyım ve Hristiyanım." cevabını verdi. 

"Demek, sen o salih kişi Yunus İbn-i Mettâ'nın hemşehrisisin?"

"Sen, Yunus İbn-i Mettâ'yı nereden biliyorsun?"

"O, benim kardeşimdir. O bir peygamberdi. Ben de peygamberim."

Bunun üzerine, Addas kendisini tutamadı ve Resûlullah Efendimizin (asm) başını, ellerini ve ayaklarını öptü. Manzarayı uzaktan seyreden bağ sahiplerinden biri diğerine,

"Senin adamın, gözünün önünde kölenin itikadını bozdu." dedi. Addas, yanlarına dönünce de ikisi birden ona çıkıştılar:

"Yazıklar olsun sana, Addas! Sen bu adamın başını, ellerini ve ayaklarını nasıl öptün?" Addas'ın efendilerine cevabı ise şu oldu:

"Yeryüzünde, bu zattan daha hayırlı bir kimse yok! Bana bir şey bildirdi ki, onu ancak bir peygamber bilebilir."4

Peygamberimizin Şefkat ve Merhameti

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), bağdan ayrılıp düşünceli düşünceli ve Sakif Kabilesiyle, Tâiflilerden maksadına muvafık bir netice alamamanın teessürü içinde yoluna devam etti. Mekke'ye iki konaklık bir mesafe kalmıştı ki, zatını bir bulutun gölgelemekte olduğunu gördü. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Hz. Cebrâil (as)'i fark etti.

Cebrâil (a.s.) seslendi:

"Şüphesiz Allah, kavminin sana neler söylediğini işitti. Sana şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında dilediğini yapmak üzere ona emredebilirsin."

O anda görünen dağlar meleği de emrine âmade olduğunu ve istediği takdirde Ebû Kubeys ile Kuaykıan dağlarını müşriklerin üzerine kapanırcasına birbirine kavuşturabileceğini söyledi.

Fakat, şefkat ve merhamet kaynağı Resûl-i Ekrem (asm)'in arzusu başka idi. Dağlar meleğine şu cevabı verdi:

"Hayır, ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey, Hak Teâlâ'nın bu müşriklerin sülbünden, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır."5

Evet, Peygamber Efendimizin (asm) maksat ve gayesi insanları bedduâlarla yok etmek, belâ ve musîbetlere uğratıp perişan etmek değildi. Aksine, insanların îmâna kavuşması, hidâyete ulaşması ve ebedî saadete ermesiydi. Her adımını bu gayenin tahakkuku için atıyor, her hareketini bu ulvi maksat için yapıyor, her teşebbüsünde bu eşsiz hedef bulunuyordu. Bu sebeple her dakikası bir nevi ibadetle geçiyor ve her anı nûrlu bir manzara olarak maziye akıp gidiyordu.

Kaynaklar:

1. İbni Hişâm, Sîre: 2/61; İbni Sa'd, Tabakât: 1/211.
2. İbni Hişâm, Sîre: 2:61; İbni Sa'd, Tabakât: 1/211; Taberî, Tarih: 2/26.
3. İbni Hişâm, Sîre, 2/61-62; İbni Sa'd, Tabakât 1/212.
4. İbni Hişâm, Sîre: 2/63.
5. İbni Hişâm, Sîre: 2/60-63; Buharî, 4/83.

88 Peygamberimize yapılan suikastlar nelerdir? Peygamberimiz (asm)'ı müşrikler öldürmek için toplam kaç defa suikastte bulundular?..

- Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vücudunu ortadan kaldırmak için planlanan ilk suikast girişimi nasıl başarısızlıkla sonuçlanmıştır?

İçlerinde Ebû Cehil ve Velid bin Muğîre'nin de bulunduğu Mahzumoğullarından bir topluluk, uzun uzun konuştuktan sonra Peygamber Efendimizin (sav) vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Vazifeyi Velid bin Muğire yerine getirecekti.

Resûl-i Ekrem (sav), namazda Kur'ân okumaya başladığı bir sırada, Velid yanına kadar sokuldu. Fakat, o da ne! Öldürmeye gittiği zâtın sesi var, okuduğu Kur'ân şirk kiriyle paslanmış kulağına geliyor, fakat gözü onu bir türlü göremiyordu.

Velid şaşkınlaştı. Telaşla arkadaşlarının yanına döndü ve durumu anlattı. Bu sefer hep beraber gittiler. Fakat, yine Efendimizi (sav) görmeye muvaffâk olamadılar. Çünkü, ileri gittiklerinde ses arkadan, arkaya doğru gittiklerinde ise ses ön taraftan geliyordu. Nihayet hayretler içinde kalıp dağıldılar.

Kâinata bir rahmet güneşi olarak doğan Peygamber Efendimiz (sav), müşriklerin bu küstahça hareketleri karşısında evine döndü. Birazcık olsun üzüntüsünü yok etmek, sıkıntısını gidermek için örtüsüne büründü ve yattı.

- Peygamberimiz’e (s.a.v.) (hicret öncesi) yapılmak istenen suikast planı nasıl sonuçsuz kalmıştır? 

Kureyş müşrikleri Resûl-i Ekrem Efendimizin (sav) vücudunu ortadan kaldırmak için kat'î karar almışlardı ve bunun için faâliyetlerini sürdürüyorlardı. Bu sırada Cenâb-ı Hak, Sevgili Resûlüne hicret emrini verdi.

Peygamber Efendimiz (sav), Hz. Ebû Bekir (ra)'in evine her gün sabah veya akşam vakitlerinde uğrardı. Fakat, hicret emrini aldığı gün, öğle vakti sıcağında, âdeti olmadığı bir saatte başını sararak Hz. Ebû Bekir (ra)'in evine vardı. Efendimizin (sav) geldiği haber verilince Hz. Ebû Bekir (ra) şaşırdı ve "Vallahi, Resûlullah bu saatte hiç gelmezdi. Bu gelişinde mutlaka bir iş var." diye konuştu.

Sonra Efendimizi (sav) içeri alıp minderinin üzerine oturttu ve "Anam, babam sana fedâ olsun, Yâ Resûlallah, ne haber var?" diye sordu.Peygamber Efendimiz (sav), "Yüce Allah, bana Mekke'den çıkmaya ve Medine'ye hicret etmeye izin verdi." buyurdu.

Hz. Ebû Bekir (ra) merakla, "Senin refakatınla şereflenecek miyim, yâ Resûlallah?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz (sav), "Evet!.." deyince gönlüne sürûr, gözlerine sevinç göz yaşları doldu.
Hz. Aişe (ra) bu ânı şöyle anlatır:
"O güne kadar, bir insanın sevincinden böylesine ağladığını görmemiştim."1

Resûl-i Ekrem (sav) ve Hz. Ebû Bekir (ra), Medine'ye kadar kendilerine kılavuzluk etmek üzere, henüz müşrik, fakat güvenilir, sözünde durmasıyla tanınmış biri olan Abdullah bin Ureykit'le anlaştılar. İki binit devesini kendisine teslim ettiler. Üç gün sonra Sevr Dağı eteğinde buluşmak üzere sözleştiler.

Bundan sonra Peygamber Efendimiz (sav), Hz. Ebû Bekir (ra)'in yanından ayrılarak Hâne-i Saadetine döndü.2

Hz. Cebrâil (as)'in İhbârı

Bu sırada vahiy meleği Cebrâil (a.s.) gelip Peygamber Efendimize (sav) müşriklerin kararını bildirdi ve başvuracağı tedbiri de şöyle açıkladı:

"Şimdiye kadar yattığın yatağında, bu gece yatma!"

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (sav), Hz. Ali (ra)'yi çağırdı ve

"Yatağımda bu gece yat uyu! Şu yeşil, geniş aba hırkamı da üzerine ört! Korkma! Sana hiç bir zarar erişmeyecektir." dedi.

Ayrıca Hz. Ali (ra)'ye, kendisine teslim edilen emânetleri sahiplerine verinceye kadar da Mekke'de kalmasını emretti.

Mekkeliler, "Muhammedü'l-Emîn" lâkabını verdikleri Peygamber Efendimize (sav) son derece güvenirler ve en kıymetli eşyalarını, saklayamamaktan korktukları için ona teslim ederlerdi. Kureyş ileri gelenlerinin, hakkında ölüm kararı aldıkları sırada da kendilerinde emanet olarak bir çok kıymetli eşya vardı. Ama o, bu karara rağmen, emânetlerin sahiplerine verilmesini Hz. Ali (ra)'ye emretmekle bir kere daha büyüklüğünü ve emânete sadakatını ortaya koyuyordu.

Peygamberimiz (s.a.v.)’in Evinin Kuşatılması

Plân gereği her kabileden seçilmiş eli kılıçlı iki yüze yakın müşrik, gecenin üçte biri geçince, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (sav) evinin önünde toplandılar. İçlerinde Ebû Cehil, Ebû Leheb ve Ümeyye bin Halef gibi azılıları ve elebaşıları da vardı. Katiller, gecenin geçmesini, aydınlığın etrafı sarmasını ve Fahr-i Âlem'in evinden çıkmasını bekliyorlardı. Zira, âdetlerine göre, bir adamı evinin içinde katletmek korkaklığın en âdisi sayılırdı.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (sav), eli kılıçlı katillerin Hâne-i Sâadetinin etrafını sardıkları sırada evinden çıktı. Yerden aldığı bir avuç toprağı başlarına attı ve "Yasîn Sûresi"nin ilk sekiz âyetini okudu. İçlerinden hiç biri onu görmedi, çıkıp gitti.

Bir müddet sonra yanlarına bir hemşehrileri uğradı:

"Burada ne bekleyip duruyorsunuz?" diye sordu.

"Muhammed'i bekliyoruz." dediklerinde, "Muhammed, sizin başınıza toprak saçıp ve içinizden çıkıp gideli hayli vakit olmuş. Hele bir kere üstünüze başınıza bakınız." diyerek gözü dönmüş katillerle âdeta alay etti. Birbirlerine baktılar. Üzerlerinin toz toprak içinde kalmış olduğunu gördüler. Şaşırıp kaldılar. Derhal Hane-i Sâadetin içerisine baktılar. İçerde birinin abaya sarınıp bürünerek yattığını görünce, "İşte, Muhammed yatıyor." diyerek beklemeye devam ettiler. Tâ ortalık ağarıncaya kadar.

Sabahleyin Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (sav) yerine Hz. Ali (ra)'nin yataktan doğrulup kalktığını görünce, bütün bütün şaşırdılar ve "Vallahi, bize söylenen doğru imiş." dediler.

Sonra da Hz. Ali (ra)'ye, "Muhammed nerede?" diye sordular. Hz. Ali (ra), "Bilmem!.." deyince hayrette kalıp ne yapacaklarını şaşırdılar.

Cenâb-ı Hak, bu münâsebetle indirdiği âyet-i celîlede şöyle buyurdu:

"Hani kâfirler, bir zaman seni yakalamak, öldürmek ve yurdundan çıkarmak için bir tuzak kurmaya kalkmışlardı. Onlar tuzak kurar, Allah da tuzaklarını başlarına geçirir. Allah, hileyi hile ile cezalandıranların en hayırlısıdır."3

- Gatafan Gazâsı nasıl meydana gelmiştir? Bu gazvede Peygamberimiz’e (s.a.v.) Gavres'in suikast teşebbüsü nasıl sonuçlanmıştır?

Hicretin 3. senesi, Rebiülevvel ayı.

Bedir muzafferiyeti, Peygamberimiz (s.a.v.)le sulh anlaşması akdetmemiş bulunan civar Arap kabilelerini de kara kara düşündürüyordu. Büyük kuvvet kazanmış bulunan Müslümanların bir gün kendilerinin de kapısını çalabileceği endişesini taşıyorlardı. Bu bakımdan Bedir Harbinden sonra etraftaki Arap kabilelerinde bir hareket göze çarpar. Bu hareketlenme sonucu cereyan eden gazalardan biri de Gatafan ve Anmar gazâlarıdır.

Benî Muharib yiğitlerinden sayılan Haris oğlu Du'sur (diğer namıyla Gavres), Gatafan Kabilesine mensup Sa'lebe ve Muharipoğullarından çok sayıda adam toplayarak Medine üzerine baskın düzenlemeye karar verdi. Maksat, güyâ Müslümanlara göz dağı vermek ve bir de Medine civarında bulabilirse bir şeyler yağmalamaktı.4

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav), durumu derhal haber aldı. Medine'de yerine vekil olarak Hz. Osman bin Affan'ı bırakarak, aralarında atlıların da bulunduğu dört yüz elli kişilik bir kuvvetle çapulcu müşrikler üzerine yürüdü. Ancak, Peygamberimiz (s.a.v.)in gelmekte olduğunu duyan yağmacılar kaçıp tepelere sığınmışlardı. O anda kimse görülmedi. Sadece Sa'lebeoğullarından Cabir adında biri esir edildi. Durum kendisinden öğrenildi. Daha sonra İslâma dâvet edildi. O da kabul edip Müslüman oldu.5

Gavres'in Suikast Teşebbüsü

Çapulcuların tepelere sığındığını öğrenen Peygamber Efendimiz (sav) bir müddet burada beklemeyi uygun gördü. Bekleme esnasında bir ara sağanak halinde yağmur yağdı. Efendimizin (sav) elbiseleri ıslandı. Kuruması için elbiselerini çıkarıp bir ağacın dalına astı, kendisi de istirahat maksadıyla ağacın altına, yanı üzerine uzanıverdi.

Baskın düzenlemek isteyenler tepeden Resûl-i Ekremi (sav) gözlüyorlardı. Peygamberimiz (s.a.v.)'in zırhını çıkarıp ağacın altına istirahata çekildiğini, yanında da kimsenin bulunmadığını farkedince, heyecan ve sevinç içinde reisleri Gavres'e haber verdiler:

"İşte eline bir daha geçmez bir fırsat! Muhammed, ashabının yanından ayrılıp tek başına kaldı. Ashabı gelip onu korumaya çalışıncaya kadar biz işini bitiririz!"

Gavres, derhal harekete geçti. Kimse görmeden, tam Peygamber Efendimizin (sav) başı üzerine geldi. Yalın kılıç elinde olduğu halde, "Kim, seni benden kurtaracak?" dedi.
Resûl-i Ekrem (sav), "Allah!.." buyurdu; sonra da şöyle duâ etti:

"Allah'ım! Beni onun şerrinden koru!"

Gavres, birden iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yedi. Kılıç elinden düştü ve kendisi de yere yuvarlandı. Bu sefer Fahr-i Âlem Efendimiz (sav) kılıcı eline aldı ve "Şimdi seni kim kurtaracak?" dedi.

Gavres, "Hiç kimse!.." dedi. Sonra da, "Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed de Onun Resûlüdür. Artık, bundan sonra hiçbir zaman senin aleyhinde kimseyi toplamayacağım." diyerek Müslüman oldu.

Bunun üzerine Resûl-i Zişan Efendimiz (sav) de Gavres'i affetti. Gavres giderken, bir ara Resûl-i Ekrem Efendimize (sav) döndü ve, "Vallahi, sen benden daha hayırlısın." dedi.

Peygamber Efendimiz (sav), "Elbette, ben, buna senden daha lâyıkım." buyurdu.

Cesur ve pek cüretkâr olan Gavres kavmine dönünce, onlar şaşkınlık içinde, "Ne oldu sana, neden bir şey yapamadın?" diye sordular.

Gavres onlara başından geçenleri anlattıktan sonra ilâve etti:

"Vallahi, ben şimdi insanların en iyisinin, en hayırlısının yanından geliyorum!.."6

Bir ay kadar süren seferden sonra Peygamberimiz (s.a.v.) Medine'ye geri döndü.7

Dipnotlar:

1. Sîre, 2/128-129
2. A.g.e., 2/128-129; Tabakât, 1/227-228; Buhari, 2/332, Taberî, 2/245; Uyunu'l-Eser, 1/181
3. Enfâl Sûresi, 30.
4. 
Tabakât, 2/34
5. Tabakât, 2/34
6. Tabakât, 2/35; Müsned, 3/365; Şifâ, 1/81; Mektûbat, s.161
7. Sîre, 3/46; Taberî, 3/2.

[bk. Salih SURUÇ, Kainat' ın Efendisi (asm)].

89 Kadı İyaz kimdir?

I. Hayatı:

Iyaz b. Musa ebu’l Fazl el Yahsubi es Sebti el Maliki, meşhur ismiyle Kadı Iyaz, 1083’te Septe’de doğmuş ve özellikle fıkıh, hadis sahasında tanınmış bir İslam alimidir. Maliki mezhebine müntesiptir.

Septe’de başladığı ilim tahsiline 1114’te gittiği Kurtuba’da devam eden Kadı Iyaz, burada hadis ilmiyle meşgul olmuş, Ebu’l Valid İbn Rüşd gibi hocalardan ders almıştır. Maliki mezhebini benimsemesi de bu aşamalara tevafuk etmektedir. Gerçi bulunduğu çevrenin de Maliki mezhebine müntesip olması, onun için böyle bir tezahürü gerekli kılmış olabilir.

Bir müddet sonra tekrar Septe’ye dönen "Kadı Iyaz", burada yaptığı kadılıktan dolayı kendisine bu meşhur lakab verilmiştir.

Hadislere son derece ihtimamkâr bir yaklaşım içerisinde bulunan Maliki mezhebi ve bu mezhebe bağlı olan Kadı Iyaz, ‘nass’lara bağlı kalarak sonraki dönem ulemalarınca ‘gelenekçi’ olarak nitelendirilmişse de fıkıh sahasında beyan ettiği bir takım görüşlerle, aslında bu nitelendirilmeden uzak tutulmasını gerektirmektedir.

Zira Kadı Iyaz; ‘Tevhid’ doktrinine oldukça önem veren ve Murabıtlara karşı devamlı bir çatışma içerisinde olan Muvahhidlere ve Berberi lider İbn Tumert’e, onların kudretli dönemlerinde destek olmuş ve ta’zimde bulunmuştur. Nitekim 1149’da yaşanan çatışmalarla yıkılma sürecine giren Muvahhidleri terkeden Kadı Iyaz, Septe’den Merakeş’e kaçmış ve aynı yıl burada vefat etmiştir.

II. Eserleri:

1. Kitabü'ş-Şifa bi Tarifi Hukuku’l-Mustafa
2. Meşarikü’l-Envar fi İktifa Sahih (Bir şekli de ala Sahih)
3. Kitabü.Tertib el- Medarik ve Takribü’l Mesalik li marifeti a’lam Mezhebü’l-Malik
4. Kitabu’l İlma ila Marifet usul’ul Rivaya ve takyidüs.Sema
5. İkmal’ul Mu’lim fi Şerh Sahihü’l-Müslim
6. El. Tenbihatü’l Müstanbata ala’l Kutup ala’l Mudavvana
7. Buğyatu’l Raid ila Matazam Manahu hadis Umm Zarr mine’l Fevaid
8. Kitabu’l İ’lam bi hudud Kavaidü’l İslam
9. Kasida
10. Akida.

Biz bu çalışmamızda, Kadı Iyaz’ın “Şifa” adlı eseri üzerinde durmak istiyoruz. Şifaü’ş-Şerif Bediüzzaman’ın ifadesi ile, “mucize-i ahlâk-ı hamîdeyi pek güzel beyan” eden bir eserdir. Mu’cizat-ı Ahmediye (On Dokuzuncu Mektup) risalesinin On Yedinci İşaretinde yer alan bölümde Bediüzzaman, Kadı Iyaz’ın ilgili eserini şöyle değerlendiririr:

“Rasul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Kur’ân’dan sonra en büyük mucizesi kendi zâtıdır. Yani, onda içtima etmiş ahlâk-ı âliyedir ki, herbir haslette en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşman ittifak ediyorlar. Hattâ şecaat kahramanı Hazret-i Ali, mükerreren diyordu:

'Harbin dehşetlendiği vakit, biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın arkasına iltica edip tahassun ediyorduk.'

Ve hâkezâ, bütün ahlâk-ı hamîdede en yüksek ve yetişilmeyecek bir dereceye mâlikti. Şu mucize-i ekberi Allâme-i Mağrib Kadı Iyaz’ın Şifâ-i Şerif’ine havale ediyoruz. Elhak, o zat, o mucize-i ahlâk-ı hamîdeyi pek güzel beyan edip ispat etmiştir.”

Şimdi bu eser üzerinde duralım:

Şifaü’ş-Şerif*

Schopenhouer, “Hiç kimseyi incitme, elinden geldiği kadar herkese yardım et.” yargısını ahlakın temeline koyarak onun, saf ve basit bir içerikten meydana geldiğini vurguluyor olmalıydı. Otto Friedrich, “Basit Ahlaklılık” kavramını da muhtemelen Schopenhouer’un bahsi geçen yargısıyla ilişkilendirmekteydi. Leibniz ile Wolff, diğer taraftan Konfiçyus’a dek uzanan ahlak görüşlerinin gün yüzüne çıkartılma gayretleri, sanırım, seküler manada günümüz insanlığı için pek de gurur vesilesi olamamaktadır.

Öte taraftan Kur’anî ifadeyle, “üsvetün hasene” yani “güzel bir numune” olması bakımından son peygamber Hz. Muhammed’in (a.s.m.) yaşayış tarzı, ahlaki olgunluğu ve öğretilerinin gün yüzüne çıkarılması, zaruri olarak tanımlanması hasebiyle, büyük önem taşımaktadır.

Bu bağlamda günümüze kadar ulaşmış olan “Şemail”, Hz. Peygamber (asm)’in günlük yaşam tarzı, eserleri arasında Kadı Iyaz’ın ‘Şifaü'ş-Şerif’i, İslami litaratürde sınırları çizilmeye çalışılan “ahlak” ya da “ahlakilik sorunu”na “ikna edici” delil olması açısından yaklaşan önemli bir eserdir. Özellikle Kadı Iyaz’ın müteşabih ayetlerdeki muğlak (kapalı) ifadelere çözümlemeci yaklaşımıyla ve muhakeme tarzı itibariyle “Kelamcı” doktrinden küçümsenemeyecek derecede etkilenmesini de göz ardı etmemek gerekecektir. Bu etki onu, kısa zaman zarfında anlaşılamayacak da olsa, epistemoloji (bilgi felsefesi)nin çizgisine taşınmasını zaruri kılacaktır.

Tirmizi’nin (ö. 892) ilk olarak bir eserinde kullandığı ‘Şemail’ kelimesi ve ona yüklemiş olduğu klasik anlamı, Kadı Iyaz’ın Şifa’sında aşılmıştır. Iyaz’ın geniş manada ‘Tevhid’ nazariyelerine iltifat etmesi usul olarak kendisinden sonra gelecek olan alimler için farklı bir aşama olarak değerlendirilebilir.

Mantık ve kelam arasındaki soyut denklemi sağlamada ‘bir deneme’ olarak da nitelendirilebilecek olan Şifa, yaklaşık üç asır sonra kesin olarak telaffuz edilmeye başlanacak mantık ve kelam şerhlerinin de öncüsüdür.

Bu yazı, ancak Şifaü'ş-Şerif’te Peygamber Efendimiz (asm)'in güzel, övülmüş ahlakına ilişkin sıfatları ve bu sıfatlar hususunda indirilen ayetlerin keyfiyetini anlamada, az da olsa katkı sağlayacaktır. Binaenaleyh yazı, Peygamber Efendimizin ahlaki yapısıyla ilgili genel bir düşünce atmosferi oluşturma amacında, fakat yeni bir ahlaki nazariye üretme iddiasında değildir.

1. Peygamber Efendimizin Beşeri Sıfatları

Bu bölümde ifade edilen kavramlar, Peygamber Efendimizin ‘ümmet’ nazariyesine bağlı kalınarak anlamlandırılmış ve ‘İslam Devleti’nin sosyal yapısının mihenk taşları olarak kabul edilmiştir.

a. Tevekkül: ‘Hira Süreci’ nin şekillendirdiği bu kavram, Şifaü'ş-Şerif’te sıklıkla zikredilen ve üzerinde ısrarla durulan bir kavram olarak göze çarpmaktadır. Eserde de örneği verilen ve Hz. Ebu Bekir’e ‘Sıddık. Sadık’ liyakatı da tevekkülün pratik bir sonucudur. Bir ahlaki latife olarak tevekkülü, ‘Allah’a sığınma’ ya da ‘Sen onu görmüyorsan da O seni görüyor.’ şeklinde de anlamak mümkün görünüyor. Zira Hz. Muhammed’in (a.s.m.) özellikle savaşlarda maruz kaldığı zor durumlar karşısında takındığı tavrın ‘Kur’an’ ayetleriyle övülmesi ve Yunus peygamberin ümmetinin iman etmemesi üzerine ümitsizliğe kapılması, ardından Cenab.ı Hakk tarafından bir balığın karnında imtihana tabi tutulması... gibi vak’alarda öne çıkan tevekkülün, sosyal ahlak öğesi olarak görmenin zaruriliğine de işaret etmektedir.

b. Sadig’ul Kavl ve’l Ef’al: Kadı Iyaz, Peygamber Efendimiz (asm)'in bu hasletinin onun peygamberliğinden önceki hali için de gerekli olduğunu özellikle vurgular. Aynı zamanda ‘İsmet’ ve ‘Sıdk’ sıfatlarının bir yansıması olarak da düşünülmesi elzem olan bu hasletin bir ahlak yapısı olarak, ümmetin tüm bireylerini ‘Müslüman’ olmaları hasebiyle yakından ilgilendirmektedir. Kadı Iyaz, "Sadigu’l kavl", teriminin tersini ‘Kizb’le nitelendirmiştir. Takdir edileceği üzere ‘yalan’ söylemek peygamberler için mümkün olamadığı gibi Müslümanlar için de caiz değildir.

"Sadigu’l ef’ali" ise hâl ve hareketlerdeki tutarlığı anlatmada kullanmıştır Kadı Iyaz. ‘Müslüman elinden ve dilinden kimsenin zarar görmediği kimsedir.’ hadisine de burada yer vermiştir.

c. Adalet: Bilhassa ‘devlet’ ve ‘yönetim’ hukuku söz konusu olduğunda önem kazanmaktadır adalet kavramı. ‘Adil bir yönetici’ye isyanın peygambere, peygambere isyanın Allah’a isyan olduğu eserde geçen şu hadisle ifade edilmiştir:

‘Kim emirine itaat ederse bana itaat etmiş olur; kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.’

Kadı Iyaz burada geçen emirin vasıflarını izah ederken onun adil olmasını başa almaktadır.

Peygamber Efendimiz (asm)'in adil olması, onun devlet başkanlığına da delalet etmektedir.

d. Emin: Peygamber Efendimiz (asm)'in peygamberliğinden önce insanlara kendisi hakkında kazandırdığı hasletlerden en önemlisinin ‘emin’ olması stratejik açıdan oldukça önem arz etmektedir. Çünkü içinde yaşadığı toplumun kendisine hayatının her anında güvenmesi ya da sözlerinin dikkate alınması için onun emin olması gereklidir. Nitekim peygamberlikten önce dahi kendisine ‘Muhammedü’l-Emin’ denmesini de bu hususlarla birlikte değerlendirmek icap etmektedir. Doğru sözlü olmaktan ziyade ‘güven’ kavramını çağrıştıran bu kavram, aynı zamanda onun ‘vesvese’den hali olması anlamını da içinde barındırmaktadır. Zira vahyin bir vesvese olduğuna dair ileri sürülen iddialar, Peygamber Efendimiz (asm)'in emin olmasıyla sadece bir hezeyana dönüşmektedir.

e. Takva: Şifaü’ş-Şerif’te takva kavramından sığınma ve korkma anlamları türetilmiştir. İbadetler hususunda Peygamber Efendimiz (asm)'in ‘Allah’tan en çok korkanımız’ olması da bu perspektiften değerlendirilmektedir.

f. Af Dilemek: Bu mey’anda Kadı Iyaz şunları söylemektedir:

‘Af dilemek insanların hatalarına ma’tuftur. Günah işlemek ise tövbenin kapısını açar. Peygamber Efendimiz (asm)'in af dilemesi yalnızca Allah’a yöneliktir. Ancak O, hata yapmaktan münezzehtir. Peygamberlerin ancak küçük hataları vardır ve bunlara ‘zellat’ denir.’

Kadı Iyaz’ın bu meseleye yaklaşım tarzı ilginçtir. O, klasik akıl yürütmeyle şu sonuca varmaktadır: ‘Eğer peygamberler dahi af diliyorlarsa, sultanlar dahi dilemelidirler.’ Bu akıl yürütmenin vardığı sonuç aşikardır: Af dilemek insanın büyüklüğüne zarar getirmez!

g. Komşu Hakkı: ‘Komşusu aç iken tok yatan’ hadis-i şerifinde nitelenen insan tipinin Müslüman karaktere sahip olamayacağı açıktır. Kadı Iyaz, hadisin manasını -tabiri caizse- biraz yumuşatarak, "komşusu aç iken tok yatan, yani çevresini gözetmeyen insanlarda muhakkak bir iman eksikliği vardır", şeklinde yorumlama gereği duymuştur. Bu gereksinim sanırım bugün için artık bir zaruret halini almıştır.

h. Yumuşak Dil (Kavl-i Leyyin): İnsanlar arası mükalemede ve tebliğin başarıya ulaşmasında Peygamber Efendimiz (asm)'in bir yöntem olarak benimsediği en önemli haslettir. Eserde de bu kavrama ‘uyarmak, ikaz etmek, tebliğ etmek’ gibi manaların yüklendiği belirtilmektedir.

ı. Soruları Cevaplaması: Ahlaki bir olgunluk olarak klasik tanımlarda pek de yer verilmeyen bu hasletin, toplum içerisinde nasıl davranılması gerektiğine ilişkin sosyal bir olgudur. Peygamber Efendimiz (asm), insanların toplum içerisinde kendisine yönelttiği tüm sorulara kesin olarak cevap vermiştir. Soruların mahiyetiyle ilgilenmeyen Peygamber Efendimiz, sorulan sorulara mukabil soru sormayarak bunu, bir eğitim yöntemi olarak da ümmetine yol göstermiştir.

Bazı sorulara da sükut eden Peygamber Efendimiz (asm), bu sükutunun akabinde inen ayetlerle malum sorulara açıklık getirmektedir. Örneğin;

‘Sana kıyametten soruyorlar; de ki; Onun bilgisi Allah katındadır.’

ayetinin nüzul sebebi bu türden bir sükutun neticesidir. Burada dikkat edilmesi gereken, toplum içinde bir insanın sorduğu soru dolayısıyla rencide edilmemesidir.

i. Vefa: Takva, adalet, komşu hakkı ve bu hasletin ‘Tevrat’ta da Peygamber Efendimize (asm) atfen geçmekte olduğunu belirten Kadı Iyaz, vefa tabirini ‘kimden gelirse gelsin aynı şekilde mukabele edilmesi lazım gelen ef’aldir’ şeklinde tanımlamaktadır. Nitekim ‘ahde vefa’ kavramı da Kur’ an’da geçen bir kavramdır.

2. Peygamber Efendimizin Ahlakının Kudsi Kaynakları

Yukarıda bahsedilen ahlaki terimlerin yanı sıra Kadı Iyaz, Kur’an-ı Kerim’de geçen ve özel olarak Peygamber Efendimiz (asm)'in şahsına müteallik ıstılahlara da yer vermiştir. Fakat bu ıstılahları kavram olarak belirtmemiş, ‘dirayet tefsiri’nin yöntemiyle açıklama yoluna gitmiştir. Aynı zamanda rivayetlere de yer vererek, konu ettiği yargıları delillendirmiştir. Genelde eserin ilk bölümünde ayetlerin delili, sonraki bölümlerinde ise rivayetlerin delili beyan edilmiştir. Bundan amacının, Peygamber Efendimizin ahlakını ve yüce şahsının övülmesini izhar etmek olduğunu tahmin etmekteyiz.

a. ‘Rü’yetullah’: Müfessirler tarafından çokça tartışılan ancak sağlam bir zemine oturtulamayan bir kavramdır. Kadı Iyaz, ‘Rü’yetullah’ın sadece Peygamber Efendimiz (asm)'e nasib olduğunu belirtmektedir. ‘Allah ve resulüne itaat edin.’ Ayetinde geçen ‘itaat’ kelimesinin ortak manada anlaşılabileceğinin de caiz olduğunu söylemektedir. Nitekim ‘Bana ittaat eden Allah’a itaat etmiş olur.’ hadisinin de bu manaya işaret ettiği açıktır. Ancak bu konuda yanlış anlaşılmayı önleyecek olan

‘Bir şey isteyecekseniz Allah’tan isteyin.’

hadis-i şerifinden de Kadı Iyaz’ın bahsetmesi yerinde bir davranıştır. 

‘Ahlakı ve edebi’ sürekli olarak Allah tarafından övülen Peygamber Efendimizin ‘ahlaku’l hamide’ olarak da nitelendirilmesi dikkat çekicidir.

b. ‘Nur’ kelimesini de Kadı Iyaz, Peygamber Efendimiz (asm)'in ‘kalb’ine atfetmektedir. ‘Rahmet’ kelimesini de Peygamber Efendimizin ahlakının bir özeti olarak belirler.

c. ‘Ümmilik’ nazariyesine de farklı bir açıdan yaklaşan Kadı Iyaz, Peygamber Efendimizin bu özelliğinin Kur’an-ı Kerim’de bir ‘medh’ unsuru olarak yer aldığını, ilim ve edebiyatta ileri giden bir topluluğun ‘cahiliyye’ olarak nitelendirilmesine rağmen ümmi bir peygamberin onlara galebe çalmasıyla da bu savı kuvvetlendirdiğini ifade eder.

d. ‘Hırs’ kavramının negatif yönünün bir tarafa bırakıldığı ve ‘hidayete ulaştırmada hırs göstermek’ şeklinde tasvir edildiği eserde, yine bu hasletin Peygamber Efendimiz (asm)'in şahsında yüceldiği düşünülmektedir.

Kadı Iyaz’ın, ‘Huruf-u Mukataa’lara çözümlemeci yaklaşımı da kayda değer bir özellik taşımaktadır ki; o, ‘Elif-Lam-Mim’ harflerini şu şekilde yorumlamıştır:

‘Elif harfi Allah ismine, Lam harfi Cibril’e, Mim harfi Hz. Muhammed’e rücu eder.’

Gerçekten de bu harfler üzerine yapılan yorumlar oldukça farklı ve çeşitlidir. Tam anlamıyla bir bütünlük sağlanamamakla birlikte, genel kanı, bu harflerin Cenab-ı Hakk’la Peygamberi arasındaki ‘şifre’ler olduğudur. Fakat Kadı Iyaz bu kanıya katılmamaktadır ve tüm huruf-u mukataaları bu şekilde çözümlemektedir.

Benzer şekillerde, Peygamber Efendimiz (asm)'in ‘şahiden, mübeşşiran, neziran’ olmasını, ona ‘kevser’ verilmesi, Kur’an’da hiçbir şekilde ismiyle hitap edilmemesi, beraberinde getirilmiş olanların korunması ve dahi Allah tarafından bu konuda söz verilmesi... gibi hususları Kadı Iyaz, kendine has ifade tarzıyla yorumlamış ve Peygamber Efendimizin şemailine ve ahlakına ilişkin çıkarımlarda bulunmuştur.

Sonuç

Şifaü'ş-Şerif’in bir ‘Şemail’ eseri olarak usulü oldukça farklıdır. Bu farklılık onun sahip olduğu ilmi birikime bina edilmelidir. Özellikle Tirmizi’ nin ‘Şemail’ ile müstakilleşen bu tür eserlerin, rivayet ve ayetlerle desteklenmesi, dolayısıyla güçlü yapılar haline gelmesi fevkalade önemlidir. Ahlak diye tanımlana gelen kavramların toplumların sosyo-dinamiklerini oluşturduğu göz önünde tutulursa, bu yapı taşlarının değeri daha iyi anlaşılmış olur.

Bir hayat hikayesinden çok, Peygamberimiz (asm)'in peygamberliğini, münhasıran ahlaki yüceliğini kudsi kaynaklarla delillendiren Kadı Iyaz’ın te’lif ettiği söylenen, ancak yarısına tesadüf ettiğimiz eserlerini, günümüz gelişmiş fikirleriyle anlamlandırmak fevkalade önem taşımaktadır.

* Eser genel itibariyle iki ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümünde Peygamber Efendimiz (asm)'in sıfatları ve sıfatlarının tanımları; ikinci bölümünde ise bu sıfatlarla ilgili ayet- i kerimelerin dirayet tefsiri yer almaktadır.

90 Sakife olayı nedir, bu olayda neler yaşanmştır?

Rasûlullah (asm)'ın vefatından hemen sonra Ensâr ve Saideoğulları Sakifesi denilen yerde toplanmış ve Sa'd b. Ubâde'yi halife seçmek istemişlerdi. Ancak bu konuda onlar arasında da görüş ayrılığı bulunuyordu.

Bu konuda tartışmaların devam ettiği sırada Hz. Ömer (ra) ve Ebu Ubeyde ile berâber gelmiş olan Hz. Ebu Bekir (ra) söz alarak, Kur'ân'da Ensâr kadar Muhâcirûn'dan da övgüyle söz edildiğini ifade etti. Ancak bu işte Arapların Kureyş'ten başkalarına itaat etmeyeceklerini anlattı ve bu nedenle Ebu Ubeyde ile Ömer'den birisine bey'at edilmesini istediyse de, ikisi de bu teklifi reddettiler ve bu işe Hz. Ebu Bekir (ra)'in seçilmesi gerektiğini bildirdiler.

Başta Beşir b. Sa'd, Ebu Ubeyde ve Hz. Ömer (r.a) olmak üzere hazır bulunanların tümü ona bey'at ettiler. O anda bey'at etmeyen Sa'd b. Ubade (ra) ve hazır bulunmayan Hz. Ali (ra) ile diğer bazı Hâşimîler sonraları teker teker bey'at ettiler. Hz. Ebu Bekir (ra) aralıklarla üç defa minbere çıkıp her gün bu görevi kabul etmediğini bildirdi ve yerine başka birisini seçmelerini Müslümanlardan istediyse de, onlar kendisinin halifeliğinde ısrar ettiler.

Böylelikle Hz. Ebu Bekir (r.a)'in halifeliği kesinleşmiş oldu.

Kaynaklar:

Ibn Sa'd Tabakat, III, 178 vd.; Ibnü'l-Esîr, el-Kamil, Beyrut,1400/1980; 220 vd; Ibn Kutaybe I, 7-20; Kandehlevi, II, 606, 616; Hamidullah, Islâm Peygamberi, çev. s. Tuğ, Istanbul 1969; II, 315-319; Ashab-ı Kiram, I, 177-184; Şibli, Asr-ı Saadet, IV, 33-40 vd.

91 Yavuz Sultan Selim'in sol kulağında küpe bulunan bir resmi mevcuttur. Bu doğru mudur?

Konuyu birkaç açıdan ele almakta yarar vardır:

1) İslâm Hukukuna göre kulakların küpe takılmak üzere delinmesi ve küpe takılması, kadınlar için caiz görülmüş; ama erkekler için caiz görülmemiştir. Bazı hukukçular, erkek çocukların da kulaklarının delinebileceğini ve bu tür bir olayın Hz. Peygamber (asm) zamanında yapıldığı halde yasaklanmadığını ileri sürmektedirler. Her hâlükârda ergen erkeklerin kulaklarını deldirmeleri ve küpe takmaları, çoğu hukukçulara göre haram ve bazılarına göre ise mekrûhtur; yani kısaca caiz değildir.

İşte bu şer'î hükmü bilen Yavuz Sultân Selim'in kulağını deldirip küpe taktığına ihtimal dahi vermiyoruz. Zira Yavuz, Mısır Seferi dönüşünde oğlu Süleyman'ın süslü elbiselerini görünce, "Bre Süleyman, sen böyle giyinirsen, anan ne giysin?" dediğini biliyor ve onun şahsî hayatında sade ve süsten uzak olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Yavuz, süs ve ihtişamdan hoşlanmayan bir padişahtır. Doğru olan resimlerinde, pala bıyıklar vardır; ancak küpe yoktur.

2) Şu anda Topkapı Sarayı'nın Portreler Bölümünde 17/66 numara ile 70 x 65 cm ebadında bulunan küpeli Yavuz Portresi ile Macar bir ressama ait olduğu söylenen küpeli resme gelince; evvela, Yavuz'un minyatürlerde ve elimizde bulunan resimlerinde, bunun gibi küpeli olan üçüncü bir resmi bulunmamaktadır. Kaldı ki, bu resimler arasında resmî nakkaşlar tarafından yapılanları vardır.

İkincisi, Yavuz'a isnad olunan, ama tamamen hayalî ve uydurma olan Avrupalı ve İranlı ressamlara ait resimler çokça bulunmaktadır. Tarih kaynakları bu noktanın altını çizmektedirler. Bu küpeli resmin de uydurma resimlerden biri olması kuvvetle muhtemeldir. Zira Sultân'ın kulağında küpe, boynunda incili madalyon, sarığında taç bulunmaktadır.

Osmanlı Padişahlarının kıyafetleri ile bağdaşmayan bu süsler, tablonun yakın tarihlerde yapıldığını göstermektedir. Zaten 1926 yılında Dolma Bahçe Sarayı'ndan getirilmiştir. Dolma Bahçe Sarayı'na ne zaman konulduğu da bilinmemektedir.

Üçüncüsü, bazı araştırmacılara göre, bu küpeli resim Şah İsmail'e aittir. Zira başında Şii Mezhebinin alâmeti olan kızıl börk ve bunun üzerinde İran Şahlarına mahsus taç vardır. Ayrıca küpe de Şi'a mezhebinde caiz görülmektedir.

3) Küpeli resmin Yavuz'a ait olmadığı ortadadır. Ait olsa bile, son zamanların bazı ahlaksız insanlarının bunu, gay'liğe yorumlamaları, en az bu resmin Yavuz'a isnad edilmesi kadar yanlıştır. Doğru olsa bile böyle yorumlanmasının mantıksızlığını, iç oğlanı meselesinde uzun uzadıya açıklamış bulunuyoruz. Kaldı ki, bazı kölelerin, kölelik alâmeti olarak kulaklarına küpe taktıkları bilinmektedir. Tek kulağında olduğu hiç mevzubahis dahi edilmemiştir. Bazı yazarlar, Yavuz'un bu küpesini Allah'a kul olma özelliği olarak taktığını ve bununla Cihan hâkimi olmasına rağmen âciz bir kul olduğunu göstermek istediğini anlatmaya çalışmışlardır. Bize göre bu yorumlar kısmen zayıf yorumlardır. Zira küpeli resim hadisesi doğru görünmemektedir. Fakat kölelerin küpe taktıkları doğrudur.

Kaynaklar:

İbn-i Âbidin, Redd'ûl-Muhtar, c. VI, sh. 420, Heyet, Resimli-Haritalı Mufassal Osmanlı Tarihi, İstanbul 1958, c. II, sh. 717, 719, 725, 731, 739, 788; Gönenç, Halil, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul 1983, c. II, sh. 164; Dirler, Ayten, "Yavuz Selim Küpeli miydi?", Zafer Dergisi, Haziran 1995, sayı 222, sh. 28-29; Kuşoğlu, M. Zeki, Tılsımdan Takıya, İstanbul 1998, sn. 52 vd.

92 Peygamber Efendimiz, "Allah'ım, iki Ömer’den biriyle bu dini kuvvetlendir." diye dua etmiş, neden ikisini birden dememiş de ikisinden biriyle demiştir?

Bu bir nübüvvet sırrı olabilir. Fakat şunu tahmin etmekte bir sakınca olmayacağını düşünüyoruz. Hz. Peygamber (a.s.m) bu iki Ömer’den birinin -belki bizzat Ebu Cehil’in- asla imana gelmeyeceğini bildiği için ikisi için dua etmemiş olabilir.

Ayrıca, Allah’tan bu meşhur olan iki kişinin imana gelmesini istemek, bu konuda Allah’tan her şeyi istemek anlamına gelirdi. Oysa, Allah’tan isterken, onun iradesinin tamamen kendi lehine olmasını istemek kulluk edebine yakışmazdı. Bu açıdan arzulanan meselenin yarı yarıya kabul görmesinin daha muhtemel olacağını ve kulluğa daha da yakışan bir husus olduğunu düşünmüş olabilir.

Bu duayı Allah’ın kendisine yaptığı ilhamla da yapmış olabilir. Nitekim bir rivâyete göre, Rasûlullah (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Allah’ım, şu iki adamdan -Ebû Cehil ve Ömer b. Hattâb’tan- sana en sevimli olanı ile İslam’ı güçlendir.”

Rasûlullah (a.s.m.) sözünü şöyle sürdürdü:

“O iki kişiden Allah’a sevimli olanı Ömer’di.” (Tirmizî, Menâkıb, 18; bk. Müsned 2/25;; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1/327; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 2/215)

93 Velid bin Ukbe ve Mervan bin Hakem hakkında bilgi verebilir misiniz?

Velid bin Ukbe, Hz. Osman (ra)'ın anne bir kardeşidir. Sa'd b. Ebi Vakkas, Beytül-Malden borç olarak aldığı parayı geri ödemekte sıkışınca Osman (r.a), onu azlederek yerine anne bir kardeşi Velid b. Ukbe'yi Küfe valiliğine getirdi (İbnul-Esir, III, 82). Velid, beş sene Küfe valiliginde bulunmuştur.

Mervan b. Hakem, Hz. Osman (ra)'ın amcası Hakem b. Ebu'l As'ın oğludur. Hz. Osman (ra) halife olunca, Mervan b. Hakem'i Hilafet Kâtibi tayin etmişti.

Kaynakların verdiği bilgiye göre, Mervan b. El-Hakem, hicretin 2. veya 3. yılında doğmuştur. Bu sebeple, bazıları onu sahabi olarak, bazıları da onu tabiinlerin büyükleri arasında saymaktadır. Hicrî 65 yılında Şam’da vefat etmiştir.(bk. Hulefau beni Ümeyye fi Demaşk)

Kadı Ebu Bekir b. El-Arabî gibi bazı alimler, onun  sahabe, tabiin ve İslam fakihleri tarafından adil bir kimse olarak değerlendirildiğini söylemiştir.(a.g.e).

Hz. Osman (ra)’ın katipliği esnasında hakkında çıkan dedikodular doğruysa, onun bu yaptığını hoş görmek mümkün değildir. Fakat, ölmüş gitmiş, Allah’a hesap vermek üzere  ahiret alemine göçmüş bir Müslüman hakkında aşırı tepki göstermek doğru değildir. Allah için kızmak isteyen kahramanlar, her şeyden önce kendi nefislerine kızmalı ve şu anda meydanda yaşayan binlerce Allah düşmanı inkârcılara karşı -Allah rızası için- fikrî ve ilmî bir mücadele vermelidir.

94 Peygamberimizin (asm) dedesinin iman durumu nedir; putlara tapmış mıdır?

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) her yönden olduğu gibi, aile, asalet ve nesep bakımından da insanların en üstünü, en faziletlisi, en muhteremi ve en seçkini idi.

Bir seferinde sahabe-i kiram, kendisine nesebini sordular. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şu cevabı verdi:

“Cenab-ı Hak mahlûkatı yarattı ve beni en hayırlılarından kıldı. Sonra iki milletten (Arap ve Arap olmayan) en hayırlısından kıldı. Sonra kabileleri ayırdı ve beni en hayırlı kabileden (Kureyş’ten) kıldı. Sonra aileleri ayırdı, beni de en hayırlı aileden kıldı. Ben şahıs olarak da, aile olarak da insanların en hayırlısıyım.”1

Bu hususta Sahih-i Buharî’de şu hadis-i şerif kayıtlıdır:

“Ben devirden devire, aileden aileye intikal ile seçilerek Âdemoğulları soyunun en temizinden naklolundum. Sonunda şu içinde bulunduğum Hâşimî câmiasından neş’et ettim (dünyaya geldim).”2

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ecdat ve atalarının hepsi de asil, temiz ahlâklı, dürüst kimselerdi, Tevhid dinine bağlı insanlardı. Peygamberimizin (a.s.m.) hayatını ve mücadelesini anlatan siyer kitaplarında genişçe kaydedildiği gibi, Peygamberimizin (a.s.m.) nurunun intikal şekli Hz. İsmail (as)’den başlar, sonra Kinâne’den Kureyş’e, Kureyş’ten Haşimoğullarına kadar gelir. Bu tertibin uzaktan yakına doğru geldikçe terakki ettiği görülür.

Tabakatü’l-Kübrâ sahibi İbni Sa’d, Peygamberimizin (a.s.m.) anneleri hakkında da şu bilgiyi verir:

“Resul-i Ekremin (a.s.m.) beş yüz kadar büyükannesini tespit ettim. Bunların hiçbirisinde Cahiliye devri ahlâksızlıklarından ne bir zinaya, ne de başka bir kötülüğe rastlamadım.”3

Yine siyer kitaplarında yer aldığına göre, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) dedelerinin ve büyük annelerinin İbrahim Aleyhisselâmın dini olan Hanîf dini üzerinde bulundukları rivayet edilir ki, hiçbirisinin şirkin çirkinliklerine bulaşmadıkları bildirilir. Çünkü Cenab-ı Hak insanların içinden seçtiği, kendine dost ve elçi olarak kabul ettiği bir insanın neslini her türlü kötülüklerden koruyacak, ona hususi lütuf ve keremini ihsan buyuracaktır.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) büyük annelerine gelince; babaannesinin ismi Fâtıma, anneannesinin ismi de Berre idi. Dayılarına Adiy bin Neccaroğulları denmektedir. Peygamberimizin (a.s.m.) büyük anneleri, onun peygamberlik zamanına yetişemediler, dolayısıyla İslâmiyetle müşerref olamadılar. Fakat onlar Hanîf dini üzerinde yaşamışlar, Mekke müşriklerinin düştüğü putperestliğe bulaşmamışlardır.

Abdulmuttalib ahirete, ahiret ceza ve mükâfatına inanır;

"Vallahi, şu dünyanın arkasında bir dünya daha vardır ki, iyilik edenler orada iyiliklerinin mükâfatını görecekler, kötülük edenler de orada kötülüklerinin cezasını çekeceklerdir!" derdi.4

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) annesi Âmine, babası Abdullah ve dedesi Abdülmuttalib’in imanı hakkında kendisine sorulan bir sual vesilesiyle, Bediüzzaman şu kısa izahı getirir:

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i Cennettir ve ehl-i îmandır. Cenab-ı Hak, Habib-i Ekreminin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendâne şefkatini elbette rencide etmez.”5

Yani; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) baba ve anneleri kurtuluş ehlidir, Cennet ehlidir ve iman ehlidir. Cenab-ı Hak Sevgili Habibinin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı şefkati elbette rencide etmez.

Dipnotlar:

1 Tirmizî, Menâkıb: 1.
2 Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, 9: 272.
3 İbni Sa’d. Tabakat, 1: 60.
4 Şehristâni, el-Milel ve'n-nihâl, c. 2, s. 240.
5 Mektubat, s. 361.

(Mehmed Paksu, Aileye Özel Fetvalar)

95 İnsanlığın başlangıcı, yazının tarihçesi ve Kutsal kitapların yazılması? Gerçekten insanlar kabataş yontma veya cilalı devirleri yaşadılar mı; bu çağların evrim teorisi ile alakası var mıdır?..

Cevap 1:

Bunların nedeni, tarihi bilgilerin belli bir zamana kadar ulaşması, ondan öncesi hakkında kesin bir bilginin olmamasıdır. Resmi tarih de bu bilgilere göre yazılmaktadır. Peygamberlerden ve onların hayatından bahseden eserler ise, insan bilgisine değil vahye dayanmaktadır. Bu bilgileri Allah elçilerine bildirmesi sayesinde öğrenmekteyiz. Bu açıdan resmi tarih ile dini kaynaklı bilgiler arasında farklılıklar olabilmektedir. Bir Müslüman bu bilgileri beraber değerlendirmeli ve ona göre anlatmalıdır.

Allah Hz. Adem (as)'e bütün varlıkların ismini dünyaya göndermeden önce öğretmiştir. Cennet lisanın Arapça olduğunu hadislerden anlıyoruz. (Feyzü'l-Kadîr, 1, 178 Hadis no: 225; Mevâhib-i Ledünniye, 1, 276) Bu bakımdan Hz. Adem (as) de ilk olarak cennette yaşadığı için Arapça konuşuyordu denilebilir. Başka meslek erbabı olmadığına göre Hz. Adem (as) ihtiyacı olan her mesleği icra ediyordu. Allah Hz. Adem (as)'i dünyada yaşayabilecek bilgi ve becerilerle donattıktan sonra dünyaya göndermiştir.

İnsanların ilk devri, vahşet değil, aksine ilk medeniyetti. Bu ilk medeniyet dersini de insanlara hak peygamberler vermişti. İnsanlara ilk din dersini verenler (yani tek Allah inancını öğretenler), nasıl peygamberler olduysa, ilk medeniyet dersini de insanlara, bu peygamberler vermişlerdi.

Şu kadar var ki, peygamberlerden bu ilk medeniyet dersini almış bulunan insanlar, sonra bu medeniyetten uzaklaşa uzaklaşa ilk dersi unutarak vahşi olmuşlar, daha sonra tekrar medeniyete girmişlerdir.

Cevap 2:

Yazı, söylenen sözcüklerin kayda geçirilmesi yöntemidir. Çoğu tarihçiye göre insanlık tarihinin en önemli buluşu olan yazının, ilk olarak M.Ö 3000 yıllarında Sümerliler tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Hatta bilenen tüm yazı türlerinin Sümer yazısından kaynaklanmış olması kabul edilmektedir. Ancak, bu günkü şekliyle olmasa bile, yazının, ilk insan Hz. Adem (as) tarafından kullanılmış olması da ihtimalden uzak değildir. Bu ihtimali destekleyen bazı rivayetler de vardır.

Ayrıca, Allah Teâlâ'nın kullarına yol göstermek ve aydınlatmak üzere peygamberine vahyettiği sözleri yazılı bir metin olarak sunmamaktadır. Dolayısıyla, yazının ilk olarak Sümerliler tarafından kullanılmaya başlaması Hz. Adem’e (a.s.) gelen ilahi vahye tezat teşkil etmemektedir.

Bununla birlikte, İlâhî kitaplar Allah kelâmı olmak bakımından aralarında farklılık bulunmamasına rağmen, hacimleri ve hitap ettikleri kitlenin büyüklüğüne göre, suhuf ve kitap olmak üzere ikiye ayrılırlar.

Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. İbrâhim (as) ve Mûsâ (as)'ya indirilen sayfalardan bahseden iki âyet vardır (Necm, 53/36-37; A‘lâ 87/14-19). Bunun dışında Kur'an'da ve mütevâtir hadislerde suhuf ile ilgili bir bilgi bulunmamaktadır.

Ebû Zer'den rivayet edilen bir zayıf hadise göre sayfaların sayısı yüz olup şu peygamberlere indirilmiştir: Hz. Âdem'e on sayfa, Hz. Şît'e elli sayfa, Hz. İdrîs'e otuz sayfa, Hz. İbrâhim'e on sayfa (bk. Süyûtî, ed-Dürrü'l-mensûr, VIII/489; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XV / 141-142). Bugün bu sayfalardan elimizde hiçbir şey yoktur.

Suhufa göre daha hacimli ve kitap şeklinde olan ve evrensel mesajlar içeren ilâhî kitaplar ise Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an olmak üzere dört tanedir.

Kur'ân-ı Kerîm, kendinden önceki kitapları tasdik etmiş, fakat onların koymuş olduğu bazı hükümleri ortadan kaldırarak yeni hükümler getirmiştir. Mümin olabilmek için, Hz. Peygamber (asm)'e ve ona indirilen Kur'an'a uymayı ısrarla vurgulamıştır (bk. Âl-i İmrân 3/31; Nisâ, 4/47; Mâide, 5/15; En‘âm, 6/153; A‘râf 7/3).

Kitaplara iman, Allah tarafından bazı peygamberlere kitaplar indirildiğine ve bu kitapların içeriğinin tümüyle doğru ve gerçek olduğuna inanmak demektir. Yüce Allah,

"Ey iman edenler, Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam mânasıyla sapıtmıştır." (Nisâ, 4/136)

buyurarak, kitaplara inanmanın bir iman esası olduğunu belirtmiştir. İslâm'da iman esasları birbiriyle bağlantılı ve birbirinden ayrılmaz olduğu için kitaplara iman diğer esaslardan ayrılmaz. Allah'a inanmak, bizi O'nun birer yol gösterici olan peygamberler gönderdiğini kabul etme sonucuna götürür. Peygamberlere iman da onların Allah'tan getirip tebliğ ettiklerini tasdik etmeyi gerektirir. Peygamberlerin tebliğ ettikleri şeyler de Allah'ın kitaplarıdır.

Bizler bugün kitapların şu andaki şekillerine değil, Allah'tan gelen bozulmamış şekillerine inanmakla yükümlüyüz. Çünkü ilâhî kitaplara inanmadıkça kişinin imanı gerçekleşemez. İlâhî kitaplardan bir kısmı tamamen kaybolmuş, bugün için elimizde ondan hiçbir şey kalmamıştır. Hz. İbrâhim (as)'in sahifeleri böyledir. Tevrat, Zebur ve İncil ise zamanla insanların iyi veya kötü niyetli müdahaleleri sonucu değişikliğe ve bozulmaya uğramıştır. Allah'ın vahyettiği şekilde varlığını korumuş, hiçbir bozulma ve değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiş ve kıyamete kadar da bu özelliğini sürdürecek olan yegâne kitap Kur'ân-ı Kerîm'dir:

"Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik. Elbette onu yine biz koruyacağız." (Hicr, 15/9)

ayetiyle Allah, insanlara Kuran'ın ilâhî koruma altında bulunduğunu ve kıyamete kadar değişikliğe uğramadan kalacağını bildirmektedir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

İnsanlığın ilk devri vahşi miydi? İlk insan Hz. Adem okur-yazar mıydı?

İnsanlık tarihi ne kadardır?..

Evrim (Konuları Dosyası)