1
Şirk nedir ve şirk çeşitleri nelerdir?
Şirk kelimesi, ortak koşmak (ortaklık) demek, «tevhîd» kelimesinin zıddıdır. Şerik ise, ortak demektir. Çoğulu «Şüreka»'dır. Kur'an-ı Kerîm'de insanlar, tevhide, yani Allah'ı birlemeye davet edilmişler, O'na gerek zâtında, gerek sıfat ve fiillerinde başkalarını şerik, yani ortak kılmaktan, yalnız Allah'a mahsus olan ibâdette başkalarını O'na ortak etmekten şiddetle menedilmiştir.
Bu sebeple Kur'an-ı Kerîm'de; «Şirkin pek büyük bir günâh ve zulüm olduğu»(1) Hak Teâlâ'nın «Kendisine şerik koşulmasını asla affetmiyeceği, bundan başka olan günahları dileyeceği kimseler için affedeceği bildirilmektedir.»(2) Çünkü insan, Allah'ın yeryüzündeki halîfesi (vekili)'dir. Zira yeryüzündeki her şey onun emrine ve hizmetine verilmiş, onun idaresine terkedilmiştir.(3) Öyle ise nasıl olur da, kâinatı idare etmek için yaratılan insan, kendisi gibi veya kendi hizmetinde olan şeylerin bazısını ilâh olarak kabul ederek Allah'ı bırakıp, ona ibâdet eder veya onları Allah'a şerik koşar?
İşte şirk insanı bu şekilde alçaltacağı ve Allah'ın onun için takdir ettiği yüksek ve şerefli mevkii idrak ederek O'na ulaşmasına engel olacağı içindir ki, günahların en ağın olduğu ve Allah Teâlâ'nın, kendisine şirk koşan bu gibi insanları asla affetmiyeceği bildirilmiştir.
Şirkin Nevileri (Çeşitleri):
Şirkin birçok nev'ileri vardır :
1. Şirk-i İstiklâlî:
Şirk nev'ilerinin en açığı; güneş, ay, yıldızlar gibi semavî varlıklara, tabiat kuvvetlerine, yan veya tam ilâh zannedilen insanlara, hülâsa, Allah'tan başka canlı veya cansız varlıklara tapınmak ve onlara ibâdet etmektir. Şirkin bu şekilde; Allah'ı bırakarak; veya bir veya daha çok varlıkları ilâh veya ilâhlar olarak kabul edip onlara tapınıldığından, bu türlü şirke, «Şirk-i İstiklâli» denmiştir.
Hayır kaynağı olarak bir «hayır ilâhı», şer kaynağı olarak da bir «şer ilâhı» olduğuna inanan ve bu iki ilâha tapan «Seneviyye ve «Mecûsiler»'in şirki, bu şirke dahildir. «Zerdüşt» dininde olduğu gibi...
2. Şirk-i Teb'iz :
«Şirk-i Teb'iz» denilen bu şirk nev'inde ise; Allah'a inanmakla beraber, O'na başka şeyleri şerik (ortak), koşmak, yâni, ilâh olduğuna inanılan diğer varlıklarınıda Yüce Allah gibi ulûhiyet sıfatıyla muttasıl olduğuna inanmaktır. Hristiyanlıkta sonradan uydurulup icad edilen «Teslis» akidesi, bu nev'i bir şirktir. Çünkü onlaz Hz. îsa'ya oğul, Hz. Meryem'e Ruhu'l - Kudüs adını vererek Oğul veya Ruhu'l - Kudüs'ün de bizzat Allah gibi kâdir-i mutlak ve âlim-i mutlak olduğunu sanmakta ve böylece Baba, Oğul ve Ruhu'l - Kudüs gibi üç başlı bir ulûhiyete inanmaktadırlar.
3. Şirk-i Takrîb :
«Şîrk-i Takrîb», adı verilen üçüncü nev'i şirkte ise; bu âlemin yaratıcısının bir olduğu kabul edilmekle beraber, «O'na yakınlığı temin etmek ve O'nun katında şefaatçi olmak üzere Allah Teâlâ'yı bırakarak O'ndan başkasına, yani putlara ve heykellere tapmak, hiçbir fayda veya zarar veremiyecek olan bu cansız ve kıymetsiz eşyaya ibâdet etmektir." «Veseniyye», yani «Putperestlik» denilen bu şekil, en âdi, kötü ve gülünç şirk şekli olması Ve İslâmiyetin zuhuru sırasında bütün dünyada salgın halinde bulunması sebebiyle, Kur'an-ı Kerîm'de en ağır kelimelerle sık sık zikredilmiş ve bu sapık inanç şiddetle yasaklanmıştır.(4)
— Şirkin diğer bir şekli de; bir kısım insanların kendi aralarından bazılarını «Rabb» olarak kabul etmeleri, onlara körü körüne inanarak Allah'ın emir ve nehiyleri yerine, onların emrettiklerini yapmaları, yasak kıldıklarını da yapmamalarıdır. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de, Yahudilerin hahamlarını (yani kendi din adamlarım), Hıristiyanların da rahiplerini Allah'dan başka birer Rabb edindikleri, yani emir ve yasaklarını bırakarak, kendi din adamlarının emir ve yasaklarını tuttukları, halbuki bir tek Allah'a ibadetle emredilmiş oldukları beyan edilmektedir.(5)
Yukarıda zikredilen bu şirk nev'ileri, şu âyet-i kerimede gayet açık olarak şöylece özetlenmiştir.(6)
«... Hiçbirimiz Allah'dan başkasına tapmıyalım. O'na hiçbir şerik (ortak) koşmayalım. Allah'ı bırakıp içimizden bir kısmını kendimize Rab edinmiyelim.»
Şirkin en kapalı görülen bir şekli de, yine Kur'an-ı Kerîm'de bildirilen, insanın kendi heves ve süflî arzularına körü körüne uymasıdır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de (7)
«Kendi heves ve arzularım mâbûd edinen kimseyi gördün mü?.." buyurulmak suretiyle bu gibiler kötülenmişlerdir.
O halde, açık veya kapalı olan her türlü şirkten dikkatle kaçınmak lâzımdır. Hakîkî Tevhîd'e ancak bu şekilde ulaşılır.
Allah'a şirk koşmanın bütün bu nev'ileri, bilhassa putperestlik, güneş, ay ve yıldızlara ve tabiat kuvvetlerine, iki veya daha çok ilâha tapmak ve Hristiyanların teslis akidesi, Kur'an-ı Kerîm'de şiddetle reddedilmiş, hakîkî tevhîd inancı bütün beşeriyete telkin edilmiştir. Böylece gerçek itaat ve ibâdetin ancak Allah'a yapılacağı, Allah'ın emirlerini terk ederek, başka bir kimsenin emirlerine veya süflî arzularına itaat etmenin bir nevi şirk hükmünde olduğu, birçok âyetlerde beyan buyurulmuştur.(8)
Dipnotlar:
(1) Lokman, 13
(2) Nisa, 48
(3) Bakara, 29-30
(4) Bak: En'âm, 71. 136-138, 139; İbrahim, 30; Ankebut, 25; Araf. 191, 132. 195, 197; Hacc, 12. 13. 73; Meryem, 81: Furkan, 3: Sebe', 21; Fatır, 13. 14, 40; İsrâ, 56.
(5) Tevbe, 31
(6) Âl-i İmrân, 64
(7) Furkân, 43
(8) Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 289-291.
2
Bid'at Nedir, Ne Değildir?
Zaman zaman bir kısım yeni uygulamaların İslam'a aykırı olduğu ifade edilir ve bid'at olduğu söylenir. Bu açıdan bid'atın ne olduğu bilinmeli ki, her yeni uygulamaya, İslam'a aykırı diye karşı çıkılmasın.
Örneğin:
"Yakasız gömlek giymek sünnet, yakalısını giymek bid'at;"
"Yer sofrasında yemek yemek sünnet, masada yemek bid'at;"
"Yer minderinde oturmak sünnet, koltukta oturmak bid'at;"
"Mikrofonsuz ezan okumak sünnet, mikrofonla okumak bid'at;"
"Takke ve sarık takmak sünnet, başaçık gezmek bid'at"
gibi kanaatler ileri sürülür, böylece güya sünnet ve bid'at tanınmış ve tanıtılmış olur çoğu kere...
Bu sözlerle insanları sünnete teşvik etmek gibi bir iyi niyet vardır aslında. Tersini iddia edenler sünnete karşı gelmekle ve bid'ate taraftar olmakla suçlanır. Akabinde ise tartışmalar, münakaşalar başlar, husumet ve kırgınlıklarla konu kapanır.
Bu tür meseleler bazı zamanlar karı-koca, baba-oğul ve kardeşler arasında gündeme geldiği gibi, çok kere de İslâmî hizmetlerde bulunan kişiler arasında sohbet konusu olur, konuşulur, tartışmaya girilir ve sonuçta istenmeyen manzaralar ortaya çıkar.
Resûlullah'ın Sallallahu Aleyhi Vesellem hayatını inceleyen, sünnet ve hadisi tetkik eden İslâm uleması arasında konu müzakere edilmiş, değişik tarzda yorumlar yapılmış ve neticede birtakım tarifler getirilerek bid'at meselesi tasnife tabi tutulmuştur.
Ulema arasında bid'at geniş ve dar kapsamlı olmak üzere iki ayrı şekilde mütalâa edilmiştir. Bid'atı geniş kapsamlı olarak inceleyen başta İmam Şâfiî, İmam Nevevî olmak üzere İbn Âbidin ve benzeri âlimler, kısaca şu tarifi getirirler:
"Bid'at, Resûlullah'tan Sallallahu Aleyhi Vesellem sonra ortaya çıkan her şeydir."
Bu tarife göre, dinî özellik taşıyan amel ve davranışlarla birlikte günlük hayatla ilgili olarak sonradan ortaya çıkan yeni düşünceler, uygulama ve âdetler de bid'at olarak kabul edilmiştir.
Bu âlimler, meseleye delil olarak da şu hadisi zikrederler:
"Kim benim bir sünnetimi ihya ederek insanların onunla amel etmelerine vesile olursa, o insanların kazanacağı sevaplardan hiçbir şey eksiltmeden, onların sevaplarının bir katını almış olacaktır. Kim de bir bid'at icat ederek onunla amel edilmesine sebep olursa, o bid'at ile amel edenlerin yüklenecekleri günahlardan hiçbir şey eksiltmeden, onların günahlarının bir katını yüklenmiş olacaktır." (İbn Mâce, Mukaddime, 15)
Bu tarifle birlikte aynı ulema bid'atı, hasene ve seyyie olarak ikiye ayırır, yapılması mahzurlu olmayanlara bid'at-ı hasene (iyi bid'at), yapılması mahzurlu olanlara da bid'at-ı seyyie (kötü bid'at) derler. Minare ve medrese yapmak bid'at-ı hasene, kabirlerin üzerine mum yakmak da bid'at-ı seyyiedir. Buna göre, hadislerde reddedilen bid'atler, kötü bid'atlerdir.
Hz. Ömer (r.a), Mescid-i Nebevi'de teravih namazını cemaatle kılanları görünce, "Bu ne güzel bir bid'attır." diyerek teşvik etmiş ve bid'at-ı haseneyi belirtmiştir. (Buhârî, Teravih, 1)
Bid'atı dar kapsamlı olarak anlayan başta İmam Malik olmak üzere, Aynî, Beyhakî, İbn Hacer el-Askalânî ve Heytemî, İmam Birgivî ve İbn Teymiyye gibi âlimler de şu tarifi getirirler:
"Bid'at, Resûlullah'tan Sallallahü Aleyhi Vesellem sonra ortaya çıkan ve dinle ilgili olup ilave veya eksiltme özelliği taşıyan her şeydir."
Bu ulemaya göre dinle ilgisi olmayan ve dinî özellik taşımayan yeni icatlar bid'at sayılmaz. Bu bakımdan örf ve âdet türünden olan davranışlar bid'at kavramının dışında değerlendirilir.
Bu görüşün delilleri de şu hadislerdir:
"İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenlerdir." (Müslim, Cum'a, 43)
"Sonradan ihdas edilen her şey bid'attır." (İbn Mâce, Mukaddime, 7)
"Her bid'at dalalettir." (Müslim, Cum'a, 43)
"Din namına sonradan ortaya çıkarılan şeylerden sakının. Gerçekten sonradan ortaya çıkarılan her şey bid'attır ve her bid'at de sapıklıktır. Bu durumda sizin yapmanız gereken şey, benim sünnetime ve birer hidayet ve irşad rehberi olan halifelerimin sünnetlerine sarılmanızdır." (Ebû Dâvud, Sünnet, 5)
Aynı görüşü benimseyen fıkıh usulü uzmanı eş-Şâtibî ise, bid'atı 'sonradan ortaya çıkan dinî görünümlü yol' olarak tarif ettikten sonra, konuya şu şekilde bir açıklık getirir:
"Bid'atı dinî görünümlü bir yol olarak benimseyen kişilerin bu yola girmelerinin sebebi, Allah'a daha çok kulluk etmektir. Bunun yanında, dinî görünümlü olmayan ve dinî telakki edilmeyen şeyler bid'atten sayılmaz. Meselâ, bir kimsenin helâl olan bir şeyi kendisine yasaklaması bid'at değildir, ancak bu yasaklamayı dindarlık düşüncesiyle yapması bid'attır."
Şâtıbî'ye göre bid'atı 'hasene' ve 'seyyie' olarak iki ayırmak doğru değildir. (İbrahim bin el-Musâ eş-Şâtıbî, el-İ'tisam; DİA, "Bid'at" maddesi)
Sünnetin titizlikle korunmasını isteyen ve Hicrî 1000'inci yılda yaşayan İmam Rabbânî bid'atlere karşı mücadele etmeyi dile getirirken şöyle der:
"En bahtiyar odur ki, İslâm'ın ve Müslümanların garip düştüğü bir zamanda terk ve ihmal edilmiş sünnetlerden birisini ihya edip yaygın olan bid'atlerden birisini yok edip kaldıran insandır. Şimdi öyle bir zaman ki, Resûl-i Ekrem Sallallahu Aleyhi Vesellem gönderileli bin seneyi geçmiştir, kıyamet alametleri de teker teker çıkmaya başlamıştır. Resûlullah'ın (a.s.m.) Saadet Asrından uzaklaştıkça sünnetler perdelenmiş, bid'atler yalan illetinin yaygınlaşmasıyla çoğalmıştır. Şimdi öyle bir mücahide ihtiyaç vardır ki, sünnetleri ihya etsin, bid'atleri kaldırsın. Çünkü bid'atlerin revaç bulması dinin tahribine sebep olur." (Mektubat, 1/34-35)
Şâtıbî gibi bid'atin seyyie ve hasene şeklinde tasnif edilmesine şiddetle karşı çıkan İmam Rabbânî, itirazını şu şekilde dile getirir:
"Eski âlimler bid'atlerin bazı güzel taraflarını görmüş olacaklar ki, bazı bid'atlere 'hasene' (iyi) bid'at ismini vermişlerdir. Fakat bu fakir, bu meselede onlara uymuyorum. Bid'atlerden hiçbirisine 'hasene' diyemem. Bid'atlerde karanlık ve bulanıklıktan başka bir şey göremiyorum. Çünkü Resûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem 'Bütün bid'atler dalalettir' buyurmuştur. İslâm'ın garip olduğu ve zayıfladığı bir zamanda kurtuluş ancak ve ancak sünnete uymakta, felaket de nasıl olursa olsun bir bid'ate sarılmaktadır."
"Sonradan çıkan her şey bid'at ve her bid'at dalalet olursa, nasıl olur da bid'atte güzellik olur. Hadis-i şeriflerde buyurulduğu gibi, icat edilen her bid'at bir sünneti kaldırmaktadır. Bu husus bazı bid'atlerle sınırlı değildir ve her bid'at seyyiedir."
"Resûl-i Ekrem Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem buyurmuşlardır ki:
'Peygamberlerinden sonra dinlerinde bid'at uyduran her ümmet, sünnetten de o bid'at kadar bir sünneti zayi etmiş olur.' (Et-Tergîb ve't-Terhîb Trc, 1:109)
"Hassan bin Sabit'ten şöyle bir hadis rivayet edilmektedir:
'Bir topluluk dinlerinde bir bid'at icat ederse, Cenâb-ı Hak sünnetlerden bir sünneti o bid'at gibi çeker, çıkarır, onlardan uzaklaştırır da kıyamete kadar iade etmez.'" (Mektubat, 1/160)
Görüldüğü üzere İmam Rabbânî, sünnete en ufak bir gölge düşürecek bid'ate müsamaha dahi göstermemekle birlikte, Mektubat'ın bazı nüshalarının şerhinde sünnette aslı bulunanlara bid'at ismini bulaştırmaz, onlar için 'güzel âdet' anlamında 'sünnet-i hasene' tabirini kullanır. (M. Paksu, Sünnet ve Aile, s. 19)
Kendisini 'Bid'atüzzaman' olarak tanıtan ve hayatı boyu bid'atlerle mücadele eden ve sünnet-i seniyyeyi ihya etmek için hayatını vakfeden Bediüzzaman Said Nursî, "Mirkatü's-Sünne ve Tiryaku Marazı'l-Bid'a" (Sünnetin Dereceleri ve Bid'at Hastalığının İlacı) adıyla müstakil olarak kaleme aldığı eserinde bid'atı dar kapsamlı olarak tarif eden ulemanın görüşünü benimser ve,
"Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar bid'attır,"
"Şeriat ve sünnet tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut-hâşâ ve kellâ-nâkıs (eksik) görmek hissini veren bid'aları icad etmek dalâlettir, ateştir."
diyerek, bid'at mefhumunun sadece dinle, ibadetlerle ilgili meselelerde söz konusu olduğunu belirtir.
Ona göre, "Her bid'at dalalettir ve her dalalet Cehennem ateşindedir" hadis-i şerifi ve "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim" (Mâide Sûresi, 3) âyet-i kerimesinin bildirdiği üzere, şeriatın kaideleri ve sünnetin düsturları tamamlandıktan ve kemâl noktasına erdikten sonra yeni icatlarla o düsturları beğenmemek veyahut -hâşâ ve kellâ- eksik görmeye götüren bid'atları icat etmek dalâlettir, ateştir. (RNK, Lem'alar, s. 609)
Yine Bediüzzaman'a göre, ibadetlerle ilgili hüküm ve meselelerde yeni icatlar çıkarmak bid'attır ve dince reddedilmiştir. Çünkü sünnetlerin bir kısmı ibadetlerle ilgilidir ve fıkıh kitaplarında açıklanmıştır, onları değiştirmek bid'attır. Diğer kısmı 'âdâb' olarak bilinir ve bunlar siyer kitaplarında mevcuttur. Onlara aykırı hareket etmeye bid'at denilmez; ancak nebevî edebe uyulmamış, onun nurundan ve hakikî edepten istifade edilmemiş olur. Bu kısım da örf ve âdât, fıtrî muamelelerde Resûl-i Ekrem'in Sallallahu Aleyhi Vesellem tevatürle belirlenen hareketlerine uymaktır. Bunlar ise konuşmak, yemek içmek, yatıp kalkmak gibi görgü kurallarıyla alâkalı sünnetlerdir. (RNK, Lem'alar, s. 609)
Sünneti kavlî, fiilî ve hâlî olarak üçe ayıran Bediüzzaman, bu üç kısmı da farz, nafile ve güzel âdetler olarak üç bölüme tâbi tutar. Efendimizin Sallallahü Aleyhi Vesellem namaz ve hac gibi ibadetlerde fiilî olarak bizzat tatbik ettiği -farz namazları kılmak gibi- farz ve vacip cinsinden olan sünnetlere uyma mecburiyeti vardır.
Nafile olarak tespit edilen ve müstehap olarak belirtilen ibadetlerle ilgili sünnetlere uymakta büyük sevaplar vardır; fakat bunları değiştirmek bid'attır, dalalettir.
Efendimizin Sallallahü Aleyhi Vesellem güzel âdetleri sınıfına giren sünnetleri işlemek 'müstahsendir,' çok güzeldir. Ki bunlar şahsî ve sosyal hayatla ilgilidir. Bu sünnetleri işleyenler âdet ve alışkanlıklarını ibadete çevirmiş olurlar. (RNK, Lem'alar, s. 610)
Bu tespitlerin yanında, Bediüzzaman, eserlerinde zaman zaman 'ehl-i bid'a' tabirini kullanır. Bunları muhatap alarak İslâm'ı müdafaa sadedinde bazı açıklamalar yapar. Bediüzzaman'ın ehl-i bid'a olarak isimlendirdiği zihniyetin mahiyetlerini de şu ifadelerinde anlamaktayız:
"Acaba, bu ehl-i bid'a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar?" (RNK, Mektubat, s. 558).
"Ehl-i bid'a, ecnebî inkılâpçılarından böyle meş'um bir fikir aldılar ki: 'Madem Hıristiyan dininde böyle bir inkılâp oldu; öyleyse, İslâmiyette de böyle dinî bir inkılâp olabilir." (RNK, Mektubat, s. 557).
"Şeâiri tağyir eden (İslâm'ın alâmetlerini değiştiren) ehl-i bid'a diyorlar ki: 'Bu taassub-u dinî bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak taassubu bırakmakla olur.'"
Bu ifadelerden, 'ehl-i bid'a'yı İslâm ülkelerinde yaşayan ve taşıdıkları sinsi fikirleriyle İslâm'ın bazı esas ve kaidelerini değiştirmeye ve hatta İslâm'ı tamamen ortadan kaldırmaya çalışan komiteler olarak görmekteyiz.
Mektubat isimli eserinde ehl-i bid'a sayılan bu sapık fikirli insanların teşebbüslerini akim bırakacak, onların hak olarak göstermeye çalıştıkları iddia ve planları kökünden çürütecek izahlar yapan Bediüzzaman, 'tahribatçı ehl-i bid'a'yı da iki kısma ayırır:
Birinciler güya din hesabına, İslâmiyet'e sadakat namına, güya dini milliyetle takviye etme telakkisiyle dine taraftar görünerek 'dinin nurlu ağacını ırkçılığın karanlık toprağına dikmek isterler.' Bu hareketleri bid'akârâne bir teşebbüs olarak gören Bediüzzaman, bu adamlara dünya çıkarı için ahiretini satan âlimler mânâsında "ulemâ-i sû', meczup, akılsız, cahil sufiler" tabirlerini kullanır ki, bu ifadeleriyle onların gerçek kimliklerini açıklar.
İkinci kısım ehl-i bid'a ise, "millet namına milliyet hesabına unsuriyete (ırkçılığa) kuvvet vermek fikrine binaen 'Milleti İslâmiyetle aşılamak istiyoruz' diye bid'atları icat ediyorlar." (RNK, Mektubat, s. 559)
Barla Lâhikası'nda en büyük yedi günahın arasında 'dine zarar verecek bid'alara taraftar olmayı' da sayan Bediüzzaman (RNK, Barla Lâhikası. s. 1547), bid'atı seyyie ve hasene olarak kabul eder ve bu konuda iki misal zikreder:
Birincisi: Her tarikatın kendi meşrebine göre ayrı ayrı tarz ve şekilde virdleri, zikir ve tesbihleri vardır. Bu zikirlerin asılları Kitab ve sünnetten alınmak şartıyla ve sünnete aykırı olmamak ve bütün bütün sünneti değiştirmemek kaydıyla bid'at değildir. Bu çeşit uygulamaya bazı âlimler, bid'at demiş olsalar da, 'bid'a-i hasene' adını vermişlerdir. (RNK, Lem'alar, s. 610)
İkincisi: Bazı cami ve mescitlerde Peygamberimizin mübarek saç ve sakalının telleri bulunmakta ve bunlar belli vakitlerde ziyaret edilmektedir.
"Bazı ehl-i takva, böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azîmet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid'a da deseler, bid'a-i hasene nev'inde dahildir. Çünkü vesile-i salâvattır." (RNK, Lem'alar, s. 637)
Tariflerden, yapılan izahlardan, verilen misallerden ağırlıklı olarak anlaşılan; iman esaslarını, İslâmî şeâirleri ve ibadetlerle alâkalı sünnetleri bozmaya, değiştirmeye, kaldırmaya ve unutturmaya yönelik yeni icatlar, düşünce ve uygulamalar gerçek anlamda bid'at sınıfına girmektedir. Çünkü asıl itibarıyla bid'at, ahkâmla ilgili bir esası kaldırıp yerine beşerî ve arzî bir 'yeniliği' getirmektir. Yoksa Efendimizin güzel âdetlerine ve 'âdap' olarak bilinen beşerî davranışlarına yönelik sünnetleri terk etmek, sadece bir sünnet sevabını alamamaktır. Bu arada, Kitab ve sünnetin ruhuna aykırı olmayan, "Müslümanların güzel gördüğü güzeldir" esasına uygun olarak, dinin kendi dairesinde kalmak şartıyla günlük yaşantıyla alâkalı, evrad ve zikirle ilgili uygulamalar ise 'bid'at-ı hasene' veya 'sünnet-i hasene' kısmına girer.
Bunun yanında, muhatabımızda bizim benimsemediğimiz veya yadırgadığımız bir davranış ve hareket görülecek olsa, onun 'nâzikâne, nezihâne ve kavl-i leyyinle' tashihine ve düzeltilmesine gitmek gerekir.
Sözün özü:
"Bid'atların ve dalâletlerin istilâsı zamanında sünnet-i seniyyeye ve hakikat-i Kur'âniyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehid sevabını kazanabilir." (et-Tergîb ve't-Terhîb, 1/41)
"Ne mutlu o kimseye ki, sünnet-i seniyyeye ittibâından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, sünnet-i seniyyeyi takdir etmeyip bid'alara giriyor. (RNK, Lem'alar, s. 609)
3
İnsanı dinden çıkaracak sözlerden örnekler verir misiniz?
Bazı sözler insanı uçuruma götürür!..
İnsan konuşurken kullandığı sözlere dikkat etmeli, imana aykırı sözlerle dilini ve kalbini kirletmemelidir. Allah korusun bilmeden imanımızı kaybedebiliriz.
İman, kişiyi bütün varlığın tek sahibi Allah’a muhatap kılması ve ona bağlaması itibarıyla, insana huzur ve şeref veren büyük bir güç merkezidir. Çünkü iman sayesinde insan Yaratıcı’sına bağlanır. Bu sayede insan, iman ile insanda görünen İlâhî sanatları ve Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin nakışları itibarıyla kıymet kazanır. İnançsızlık ise o bağı koparır. İnsanın Rabb’iyle arasındaki bağ kopunca, Allah’ın insan üzerindeki sanatı gizlenir.
İnsan çok zayıf ve aciz bir varlıktır. Kendisinin veya başkalarının başına gelen musibetlerde çoğu zaman bir şey yapamaz. Bu musibetler, imansızları veya imanı zayıf olan kimseleri aşırı derecede sıkıntıya sokar, huzursuz eder. Fakat huzursuz olmakla elinden de hiçbir şey gelmez.
İmanı elde eden bir mümin ise her şeyde İlâhî rahmetin izini, özünü görür. Her şeyde onun hikmetini, adaletinin güzelliğini müşahede eder, tam bir teslimiyet ve rıza ile Rabb’inden gelen musibetleri teslimiyetle karşılar. Hayatın zorlukları karşısında dirençli olur. Böyle kimseler, çeşitli musibetlere maruz kalanlara karşı Cenab-ı Hakk’ın merhametinden daha çok şefkat göstermez ki, elem ve azap çeksinler. Böylece sadece ahiret hayatında değil, dünya hayatını dahi saadet içerisinde geçirirler. Ayrıca imanın insana kazandırdığı en mühim fayda, insanı nefsin ve şeytanın vesveselerine kapılmadan huzurlu bir şekilde kabre imanlı olarak götürmesidir. Bu şekilde insan hem bu dünya hem de öte dünya saadetini elde eder.
AĞZIMIZDAN ÇIKAN SÖZLERE DİKKAT!
Bu şekilde imanı elde ettikten sonra önemli bir aşama da imanı muhafaza etmek, korumak; yıpranmasına, zayıflamasına, herhangi bir tehlikeye maruz kalmamasına çalışmaktır. İnanan bir insan her konuda olduğu gibi, imanî meselelerde de ağızdan çıkan sözlere dikkat etmeli, imana aykırı sözlerle dilini kirletmemelidir. Şayet umursamaz bir biçimde, dikkat etmeden, sözün nereye vardığını, nasıl bir sonuç doğuracağını düşünmeden imana aykırı sözleri söylerse, Allah korusun imanını kaybedebilir.
Böyle bir hataya düşmemek için akıllı, dikkatli ve titiz davranırken, hatasının farkına varır varmaz da hemen tedbirini almalı, bir an önce tövbe istiğfar etmeli, imanını yenilemeli, kelime-i şahadet getirerek taze bir imanla yeniden hayata başlamalıdır.
Şimdi imana aykırı düşen, imana zarar veren, imanlı hayatı zedeleyen bazı sözlere dikkat çekelim:
“ALLAH GELSE, ELİMDEN ALAMAZ!”
Bir öfke sonucu düşünmeden bu sözü söyleyen kişinin Allah’ın gücü ve kudreti konusunda en ufak bir bilgisinin olmadığı anlaşılıyor. Bir kere Allah’ın gücünün ve kudretinin ne bir sınırı vardır, ne bir hududu... Çünkü Allah’ın kudreti sonsuzdur, sınırsızdır. “Ve hüve alâ külli şey’in kadîr.” yani “O’nun her şeye gücü yeter.” ifadesi, Kur’an’da 40-50 yerde geçiyor.
“Her şey” derken, bu ifadenin içine girmeyen kalmıyor. Allah’ın kendi Zât’ı (celle celaluhu) dışında, varlık âleminde bulunan, Allah tarafından yaratılmış olan, aklımıza gelen gelmeyen bütün yaratıklar bu “her şey”in içindedir.
“Allah’ın şuna gücü yeter, buna yetmez; şunu yapar, bunu yapamaz; şu kişiyle baş eder, bu kimseyle baş edemez...” diye bir şey söz konusu olamaz.
Bu ifadeler bir insan olarak, bizim için söylenebilir. Mesela, ben 10 kiloyu çok rahat kaldırırım, 20-30 kiloda biraz zorlanırım, 50 kiloda çok zorlanırım; ama 100 kiloyu asla kaldıramam.
Neden? Çünkü benim gücüm ve kudretim bellidir. Ama Cenab-ı Hak için, ağır-hafif, büyük-küçük, az-çok, aşağı-yukarı gibi kavramlardan söz edilmez.
Allah’ın kudreti karşısında bir sinekle dünyamızdan bir milyon üç yüz bin defa büyük olan Güneş aynıdır.
Ufacık bir sineği aynı kolaylıkla havada tuttuğu ve uçurduğu gibi, koca Güneşi aynı kolaylıkla uzayda tutar ve seyrettirir. İçinde milyarlarca yıldızın yer aldığı galaksiyi de aynı kolaylıkla uzayda gezdirir.
Bu açıdan bilir bilmez biçimde, olur olmaz yerde, anlamlı anlamsız durumlarda, ne manaya geldiğini düşünmeden ileri geri konuşup, “Allah gelse, seni elimden alamaz.” gibi sözlerin hiçbir değeri, kıymeti ve anlamı yoktur. Bu değerlendirme, yazımızdaki diğer ifade kalıpları için de geçerlidir.
“BURASI ALLAH’IN UNUTTUĞU YER!”
Bu da çok tehlikeli bir ifade kalıbıdır. Allah’ın unutması mümkün mü? Dünyada yan yana gelmeyecek iki kelime varsa, o da “Allah” ve “unutma” kelimeleridir.
Kur’an, Allah’a “unutma” yakıştırmasını şiddetle reddediyor, Musa aleyhisselamın diliyle Kur’an diyor ki:
“Onlar hakkındaki bilgi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim yanılmaz ve unutmaz.” (Tâhâ, 20/52)
Cebrail aleyhisselamın ağzından da şu gerçeği dile getiriyor:
“Biz ancak Rabb’imizin emriyle ineriz. Geçmişimiz, geleceğimiz ve ikisi arasındaki her şey ona aittir. Ve Rabbim hiçbir şeyi unutmaz.” (Meryem, 19/64)
Bundan dolayı Allah için “unutma” kelimesini kullanmak hem caiz değildir, hem de insanın ayağını kaydırır, kişiyi inançsızlık / imansızlık çukuruna yaklaştırır. Çünkü “unutmak” noksan bir sıfattır. Allah ise bütün noksan ve eksik sıfatlardan beridir ve uzaktır. Böyle bir ifadeyi mecaz manasında kullanmak da doğru değildir. Bir mümin, hangi manayı kasdederse etsin ağzına, neticesi itibariyle kendisini çıkmaz sokaklara götürecek böylesi tehlikeli sözleri alıştırmamalıdır.
“BU ADAM ALLAH’LIĞIN BİRİ!”
Bu söz, imana ve inanca leke getiren, insanın kalbini rencide eden, bir yerde vicdanı sızlatan bir yakıştırma… Çoğu zaman bu ve benzeri sözler rastgele, gelişigüzel kullanılıyor, sözün nereye vardığı hiç mi hiç düşünülmüyor, hesabı kitabı yapılmadan dillerde gezip duruyor. Halbuki bu sözler sakıncalı sözlerdir. Her yönüyle saçma ve bayağı ifadelerdir.
TDK sözlüğü, “Allah’lık” kelimesi için şöyle bir açıklama getiriyor: “Kendisinden hiçbir işte yararlık umulmayan saf ve zararsız kimse.” Bir de örnek cümle veriyor: “Bu adam Allah’lığın biri, elinden hiçbir şey gelmiyor.”
Günlük dilde de şu şekilde dönüp dolaşıyor:
“İşiniz Allah’lık”, “Allah’lık adam”, “Allah’lık Ali Bey misali”, “Tam Allah’lık bir hal, ahı gitmiş vahı kalmış.”
Dikkat edilirse, bilgisiz, beceriksiz, sorunlu ve hiçbir işe yaramayan insanlar bu sözlerle anlatılıyor. Sanki insan Allah’a yaklaşırsa, Allah’a kul olmaya çalışırsa, Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirirse aptal/budala ve sefil bir hale gelirmiş gibi bir mana çıkıyor.
Yahut bir iş yolunda gitmiyorsa, planlandığı ve düşünüldüğü gibi bir sonuca varılamıyorsa, suç Allah’a atılıyor, hata Allah’a mal ediliyor. Böylece insan farkına bile varmadan Allah’a isyan ediyor. Oysa beceriksizlik insanın kendinden kaynaklanır, dağınıklık kişinin kendi ihmali ve tembelliği sonucudur. Neden Allah’a verilsin, bu konularda niçin Allah suçlansın?
Kur’an bu konuda diyor ki:
“Başınıza ne musibet gelirse, kendi elinizle işledikleriniz yüzündendir.” (Şûra, 42/30)
“ALLAH BABA KIZAR!”
Allah’a baba ve oğul isnadı yapılmaz, caiz de değildir, mümkün de değildir. Böyle bir sözü, bir Müslüman söylememelidir. Çünkü mesele doğrudan doğruya Allah’ın birliği ile alakalıdır. Bir kere bütün babaları ve oğulları, erkekleri ve kızları yaratan Allah’tır. Yaratıcı, yaratılan olamaz. İslamî deyimle Hâlık, mahluk olmaz. Böyle bir sözü ve inancı kesin olarak Kur’an reddeder. Hepimizin bildiği İhlas Suresi’nde, “Lem yelid velem yûled.” diyoruz. Bunun anlamı, “O doğurmamış ve doğurulmamıştır.” demektir. Yani, doğanlar ve doğurulanlar Yaratıcı ve Allah olamaz.
Yabancı filmlerdeki sözler olduğu gibi tercüme ederek söylendiği ve bazı eski Türk filmlerinde düşünülmeden bilinçsizce kullanıldığı için, bu batıl inanç ve ifade, dilimize bu filmler kanalıyla geçmiştir. Böyle bir sözü söylemek doğru değildir.
“KADER UTANSIN... KAHPE KADER!”
Kaderi suçlayan o kadar söz var ki, saymakla bitmez. Kendine söz geçiremeyen, kadere taş atar. Kimseyi suçlayamayan, kaderi taşlar. Karşısındakine gücü yetmeyen kadere yüklenir. Böyle bir kör dövüşüdür gider. Kime vurduğunu bilemez, vurduğu yeri göremez, rastgele hücum eder. Beceriksizliğini, tembelliğini ve bilgisizliğini kendi üstüne almaz, eline geçen taşı kadere fırlatır, durur. “Kader utansın.” der. Kader ne yapmış ki utansın, kaderin utanacağı neyi vardır? Gerçekten utanması gereken birisi varsa, o da kişinin kendisidir aslında.
Kader bir suç işlememiş, bir hata yapmamış, bir yanlışa girmemiştir. Suçu işleyen, hatayı yapan, yanlışa giren kişinin kendisi; neden kader hatalı olsun? Geçen zaman içinde daha büyük bir kayba uğramış, daha büyük bir zarar etmiş, daha büyük bir belaya çarpılmışsa, kadere olan kızgınlığının dozunu biraz daha artırır.
Bu sefer ağzından çıkanı kulağı duymaz halde, söylediği sözlerin nerelere vardığını düşünmez biçimde, açar ağzını, yumar gözünü, Allah muhafaza “Kahpe kader.” deyiverir. Bu sözler insanı o kadar boşluğa atar, o kadar uçuruma sürükler ve o kadar sert bir duvara toslatır ki, insanı iman dairesinden çıkarabilir…
Bu gereksiz ve yersiz sözlerin hiçbirinin bir Müslüman’ın ağzından çıkmaması lazım… İnanan bir insanın böyle sözleri söylememesi gerekir. Söylenmemesi bir tarafa, bu sözlere karşı tavır koymalı, böyle sözlerin toplumda barınmasına, tutunmasına meydan vermemelidir.
“SENİNLE CENNET’E BİLE GİRMEM!”
Karşısındakine o kadar kızmış, o kadar öfkelenmiş, o kadar içerlemiş, o kadar kin ve nefret duymuş ki, cennette bile onunla birlikte olmak istemiyor. Bu durumdaki ve bu kanaatteki bir kişiye “Cennete girmen kesinleşse, fakat şu kişiyle girmen gerekir, başka türlü girmen mümkün değil.” dense, sözünün nereye gittiğini bile düşünmeden, “Allah korusun, onunla mı, asla, Allah yazdıysa bozsun.” gibi sözleri bile sarf edebilir. Hatta, “Eğer Allah bana şu kişiyle cennete girmeyi emretse, girmem.” diyecek kadar, hiç hesap kitap etmeden Allah’ın emrine bile karşı gelmeyi göze alabilir.
Cennet, Allah’ın rahmetinin tecelli ettiği bir yer, her türlü nimetinin bolca bulunduğu bir âlem, altı iman rüknünden âhirete imanın bir parçası ve bir âhiret yurdu…
Cennet ve ebedi hayat ve sonsuz saadet Cenab-ı Hakk'ın mümin kullarına sırf bir hediyesi, ikramı ve özel bir ödülüdür. Bu ödülü reddetmek, bir dostunuzun verdiği bir hediyeyi reddetmek gibi değildir, öyle düşünülmez. Bu, Allah’a isyandır, Allah’a başkaldırmak, Allah’a karşı gelmektir, Allah’ın rahmetini reddetmektir.
Çünkü Rabbimiz mümin kullarını cennete davet ediyor ve buyuruyor ki:
“...Allah, sizi izniyle cennete ve bağışlanmaya çağırıyor...” (Bakara, 2/221)
Bu ve bunun gibi pek çok âyette yapılan Allah’ın davetini sırt çevirir bir anlamda, ileri geri konuşarak, bilir bilmez laf ederek “Onunla cennete bile gitmem.” sözlerini sarf etmek, insanı çok büyük kayıplara sürükler. Gerçi kişi, “Ben bu sözü bahsini ettiğiniz manada kullanmıyorum.” dese de bir müminin ağzından böylesi ifadeler çıkmamalı.
“ÖKÜZ ALEYHİSSELAM!”
Kötü bir kimseye -hâşâ- “öküz aleyhisselam” demek, insanı uçuruma götürebilecek sözlerden biridir.
Aleyhisselam, “Allah’ın selamı üzerine olsun.” anlamında bir selam ve saygı ifadesidir. Dinî literatürde peygamberlerin adını söyledikten sonra “aleyhisselam” derken, Peygamber Efendimiz için “aleyhissalâtü vesselam” veya “sallallâhu aleyhi ve sellem” deriz.
“Aleyhisselam” ifadesi peygamberler için kullanılır. Peygamberler, Allah tarafından özel olarak görevlendirilmiş Allah’ın elçilerdir. Peygamberler, insanlığın en yüce ve en yüksek mertebesinde bulunan insanlardır.
Bunun içindir ki, bir mümin, peygamberlerin adını söylerken, onlardan bahsederken, onları anlatırken kullanmış olduğu saygılı ifadeleri ne bir insan için, ne de bir hayvan için kullanmamalı. Hele hele bir hakaret anlamı taşıyan “öküz” lafıyla birlikte hiçbir zaman kullanma cüretinde bulunmamalı.
İmanı tehlikeye atan veya insandan imanı kaldıran sözler elbette bu kadar değildir. Burada bu sözlerin bir kısmına yer verilmiştir.
Bu ve benzeri sözleri söylemekten kesinlikle kaçınmalı ve yanlışlıkla bu sözler söylenirse de hemen kelime-i şehadet getirilmelidir.
Bu sözler insanı küfre götürecek sözler olsa da bu sözleri söyleyenler ekseriyetle imansızlığından değil cehaletinden dolayı söylemektedir. Bu gibi insanlara hemen "Kâfir oldun..." damgasınız da vurmamak gerekir. Yumuşak bir uslup ile ikaz etmeli tövbe etmesini tavsiye etmeliyiz. (bk. Mehmet Paksu, İnsanı Uçuruma Götüren Sözler)
İmanı tehlikeye atan diğer bazı sözler:
“Seni Allah’tan çok seviyorum.” demek.
İnanmayan birisi için “Allah rahmet eylesin.” demek.
Bir adamı sevmediği zaman, “Cehenneme girmeye imza verdim.” demek.
“Dinim, imanım gevredi.” demek.
“Allah bize zulmediyor.”, “Ben Allah mallah tanımam.”, “Şu işe Allah’ın bile gücü yetmez.” gibi sözleri söylemek.
“Eğer Allah bana şunu emretseydi yine yapmazdım.” veya “Allah gelse seni elimden alamaz.” demek.
“Allah’tan korkmaz mısın?” dendiği zaman, “Korkmuyorum.” demek ve bu söz ile cidden Allah’tan korkmadığını kastetmek.
Hasta olan birisine, “Seni Allah unuttu.” demek.
Karısı veya başka birisi için, “Onun hakkından Allah bile gelemez, ben nasıl geleyim.” demek.
“Allah bana merhamet etme hususunda cimrilik etti.” demek.
“Allah bana acımıyor.” demek.
Herhangi bir şey için, “Allah’ın hiç işi kalmamış da bunu mu yapıyor veya yaratıyor?” demek.
“Bana Allah ve Kur’an yeter, peygambere ne ihtiyaç var?” demek.
Peygamberimizin (asm) sünnetlerinden veya hadislerinden birisini alaya alır bir tarzda “Çok dinledik bunları.” demek.
Herhangi bir işi yapan kimseye yapmaması söylendiği zaman, “Peygamber gelse de ‘Yapma!’ dese veya gökten ‘Yapma!’ diye ses duysam yine yaparım.” demesi.
Ramazan ayı yaklaşırken, Ramazana kızarak veya onu değersiz göstererek, “Ağır bir ay geldi.” veya “Musibet bir ay geldi.” demek.
Kendisine “Müslüman değil misin sen?” denildiğinde cevaben, “Değilim” demek.
Hastalığı ağırlaşan kimsenin, “Allah’ım! Yeter ki beni öldür. İster Müslüman olarak ister kafir olarak.” demesi.
“Haram yemek ne tatlı şeymiş?” demek.
Zalim veya haktan sapmış birisine “Âdil” demek.
Kendisine, “Dünya için ahiretini terk etme!” denilen kimsenin cevap olarak, “Ben veresiye için peşin olanı bırakmam.” demesi.
“Falan kimse bana ne emretse yaparım, 'Gavur ol!' dese bile olurum.” demek.
Fakir bir kişinin, “Allah falan kuluna şu kadar zenginlik veriyor; bana ise az veriyor. Böyle adalet olur mu?” demesi.
Kendisine, “Namaz kıl.” denilince, “Sonuna kadar bu emri kim yapabilir?” veya “Namaz insana ne kazandırır?” demek.
“Namaz ve helal olan şeyler, bana iyilik getirmiyor.” veya “Ne için namaz kılacağım; malım yok, mülküm yok. Çoluğum yok, çocuğum yok.” yahut “Namazı rafa bıraktım.” demek.
Güzel bir gayrimüslim kızı görünce, “Keşke ben de onun dininde olsaydım da şu kızı alsaydım.” diye temennide bulunmak.
“Bu nasıl şeriatmış?” veya “Ben talak malak bilmem.” demek.
“Azrail, falan kişinin ruhunu almada yanlışlık yaptı.” demek.
İlave bilgi için tıklayınız:
- "Kahrolsun Şeriat!" ifadesini kullanmanın hükmü nedir? ...
- "Kader utansın, kahrolsun kader" gibi ifadeleri kullanmak doğru ...
- Burada Allah’ın yeri yok, demek imana zarar verir mi?
- Allah beni mi görüp duracak?
- Allah deseydi yapmazdım demenin imana zararı olur mu?
- Bir kimseye Allahlık demenin sakıncası var mı?
- "Allah gelse, seni elimden alamaz!" sözünü kullanmak doğru mudur ...
- "Allah beni unuttu", "Burası Allah'ın unuttuğu yer!" gibi ifadeleri ...
- Allah için "Allah Baba" ifadesini kullanmak doğru mu? ...
- "Yukarıda Allah var!" ifadesini kullanmak sakıncalı mıdır? ...
- Allah’a lazımmış ki öldü demenin sakıncası var mı?
- Cimrilerin Allah’ı demenin sakıncası var mı?
- Fala inanma, falsız da kalma demenin imana zararı olur mu?
- Azrail suratlı adam, demenin imana zararı olur mu?
- Ne günah işledim ki tövbe edeyim, demenin imana zararı olur mu?
- Sünnetin yeri mi şimdi o eskidenmiş, demenin imana zararı olur mu?
- Nuh diyor peygamber demiyor, sözünü söylemek günah mıdır ...
- Bir yudum alsan ne olur aslan sütü bu, demenin imana zararı olur mu?
- Yalansız iş mi var, demenin imana zararı olur mu?
- Bazılarına namaz kılmaları tavsiye edildiğinde "Sen namazı boş ver ...
- İnsanların dış görünüşlerine bakarak onları "Bunda iman ne gezer ...
- Engelli insanlarımızı hakir görmek, onlarla dalga geçmek ve bazen ...
- Kıyamet, hacıdan hocadan koparmış sözü günah mı?...
- Ahirete giden gelen var mı? ...
- Doğanın mucizesi, demenin imana zararı olur mu?
- Kuran çarpsın, Allah çarpsın, ekmek çarpsın, demenin sakıncası var mı?
- Allah kahretsin, demenin sakıncası var mı?
- Lanet olsun, demenin sakıncası var mı?
4
Kafir kime derler?
Kafir kelimesi, İslâm'ı inkâr eden, nimete nankörlük eden, uzak kalan, kaçınan, örten kimse için verilen bir isimdir. Terim olarak ise, imanı olmayanlara denilir.
İslâm'ı, Kur'an'ı, Hz. Muhammed'i inkâr eden kimselere de kafir denilmektedir. Nitekim, Yahudilerin İslâm'a çağrıldığı bir âyette şöyle buyurulur:
"Elinizdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğim Kur'ân'a iman edin. Onu ilk inkâr edenlerden olmayın.." (Bakara, 2/41)
Nitekim ayetlerde Allah'ı inkâr etmek küfür sayıldığı gibi, ona şirk koşmak, Allah'ın oğlu olduğuna inanmak, onun sıfatlarından birini bilerek inkâr etmek de, küfür sayılmıştır.
Ancak Yahudilik veya Hıristiyanlık dinine bağlı olanlara "kitabî" veya "ehl-i kitap" adı verilir ve İslamî kaynaklarda da bu isimle anılır. (et-Teftazâni, Şerhu'l-Makâsıd, İstanbul, t.y. II, 268 vd.)
Yahudi ve Hristiyanların ilâh inancının, inkârcıları taklitten ibaret olduğu şöyle belirtilir:
"Yahudiler; 'Uzeyr Allah'ın oğludur.' dediler. Hristiyanlar da: 'Mesih (İsa) Allah'ı n oğludur.' dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkarcıların sözlerini taklit ediyorlar." (Tevbe, 9/ 30).
Yahudi ve Hristiyanların bozuk inançları yüzünden imansız durumuna düşmeleri hakkında şöyle buyurulur:
"Şüphesiz ki: 'Allah ancak Meryemoğlu İsa Mesih'tir.', diyenler kâfir olmuşlardır. Ey Muhammed! Deki: Allah, Meryemoğlu İsa Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helâk etmek istese, ona kim engel olabilir? Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti yalnız Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah her şeye kadirdir." (Mâide, 5/17)
"Şüphesiz, Meryemoğlu Mesih (İsâ), Allah'ın kendisidir." diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki bizzat Mesih şöyle demiştir: 'Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Çünkü kim Allah'a eş koşarsa, şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar.'" (Maide, 5/72).
"Allah, şüphesiz üçün (üç Tanrının) biridir." diyenler kafir olmuştur. Halbuki bir tek ilâhtan başka hiç bir ilâh yoktur." (Mâide, 5/73).
İlave bilgi için tıklayınız:
- Kafir Kimdir? Küfre Götüren Sebepler Nelerdir?
- EHL-İ KİTAP
- İmanın esaslarını kısaca anlatır mısınız?
5
Allah'a küfür etmenin dinen hükmü ve cezası nedir?
Küfrü gerektirecek şeye inanan kişi kâfir olur. Ancak ağzından küfrü gerektirecek bir söz çıkan kişiye kâfir olur denilmez. Çünkü bazen söz küfür olsa da söyleyeni kafir yapmaz. O sözü söylemesi küfründen değil cehaletinden kaynaklanabilir.
Küfür ve iman kalbe ait şeylerdir. Elfaz-ı küfürden bir söz kullanan kimse kalben imanı terk etmemişse, sırf bu sözü kullanmaktan dolayı imanı gitmiş olmaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Mürted olan öldürülür mü?
6
"Yukarıda Allah var!" ifadesini kullanmak sakıncalı mıdır ?
Bu sözü "gökte Allah var", "üstümüzde Allah var" şeklinde söyleyenler de vardır. Fakat Allah yerde ve gökte aranmaz, O ilmiyle, kudretiyle, hikmetiyle.. her yerdedir. Çünkü Allah’ın olmadığı hiçbir yer yoktur. O’na bir mekân ve yer isnat etmek söz konusu olamaz. Böyle bir şeyin olması da mümkün değildir.
Bu konunun genişçe açıklamasına geçmeden önce, halk arasında bu sözler nerede ve nasıl kullanılıyor, ona bir bakalım.
Öncelikle bazı insanlar sözlerine kuvvet vermek, inandırıcılıklarını pekiştirmek için bu sözleri söylüyorlar. Çok kere de ağızlarından çıkan sözün nereye vardığını bile düşünmüyorlar. "Yukarıda Allah var, ne yalan söyleyeyim" gibi ifadeyle; sözlerinde yalan söylemekden Allah' ın bilgisi olacağından korktuğu, o yüzden yalan söylemediği manası anlaşılmaktadır.
Allah’a imanında en ufak bir şüphesi olmayan bazı insanlar da çok kere farkına varmadan bu sözü söyleyebiliyorlar. Bu kategoriye girenlerin niyetlerinde Allah'ı belli bir mekân içinde düşünmeleri söz konusu olmadığından imanlarına bir zararı yoktur. Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi "Bazen kelam küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz." (Lem’alar, 28. Lem’a, 7. Nükte)
Çünkü buna benzer bir olay Peygamberimizin zamanında da yaşanmıştır.
Savaşta esir düşmüş bir cariye Peygamberimizin huzuruna getirilir. Peygamberimiz ona "Allah nerededir?" diye sorar.
Cariye de "Göktedir" cevabını verir.
"Ben kimim?" diye sorduğunda da cariye:
"Sen Allah’ın Resulüsün" şeklinde cevaplar.
Resulullah (a.s.m.), cariyenin efendisine, "Onu azat et (özgürlüğüne kavuştur), çünkü o, bir mü’minedir" buyurur. (Müslim, Mesâcid 33)
Zaten toplumumuzda bu çeşit sözleri söyleyenlere baktığımızda, onların belli bir dinî eğitimlerinin ve dinî yaşantılarının olmadığını görürüz. Onların nazarında Allah yukarıda olursa yücedir ve münezzehtir.
Mekân ve yer, maddî bir varlık için söz konusudur. Mekânı ve maddeyi yaratan ve bir ismi de Nur olan Allah hakkında böyle bir şeyin düşünülmesi mümkün değildir Kaldı ki, varlıklar içinde bile, mekânla sınırlı olmayanlar çoktur. Bunun en yakın misali kendi ruhumuzdur.
Organlarımızın yerleri, mekânları vardır. Bunun için ki, "Midemiz nerededir?" veya "Böbreğimiz nerededir?" gibi sorular sorulabilir. Fakat ruhumuz ve duygularımız hakkında bu tip sorular sorulamaz. Mesela, "Ruhumuz nerededir; aklımız nerede oturur; sevginin, korkunun mekânları nerelerdir?" şeklinde sorular sorulmaz. Çünkü cevabı yoktur.
İnsan, maddi olan ve mekânla bağlı bulunan bedenini ölçü almak yerine, mekândan bir derece bağımsız olan, ruhlar âlemini, melekleri ve yer çekimi, suyun kaldırması gibi tabiatta var olan kanunları düşünecek olsa böyle bir soruya yer kalmayacaktır.
Meseleye "Allah’a yakınlık ve uzaklık" noktasından da bakılabilir. Yüce Allah sonsuz yüceliktedir, fakat her şeye yakındır. Diğer bir deyimle, her şey O’ndan sonsuz derecede uzaktır, fakat O her şeye her şeyden daha yakındır.
Mesela, güneş bize bir gök cismi olarak 150 milyon kilometre kadar uzaktadır, fakat biz elimizdeki aynayı güneşe tutunca güneş avucumuzun içine girer. Demek ki, biz güneşe mesafe olarak çok uzağız; fakat o ışığıyla, ısısıyla, gönderdiği renk huzmesiyle bize çok yakındır.
Bunun gibi, biz Allah’a çok uzağız, ama Allah bize rahmetiyle, nimetiyle, nuruyla, bereketiyle çok yakındır.
Bir başka örnek: Rütbesiz bir er, bir generale rütbe bakımından çok uzaktır. Çünkü arada onbaşılıktan yüzbaşılığa ve albaylığa varıncaya kadar bir hayli rütbeler vardır. Fakat general emrinde çalıştırmasıyla bu askere yakındır, çünkü onun komutanıdır.
Bu misalde olduğu gibi, biz de Allah’a sonsuz derecede uzağız, fakat O bize her şeyden yakındır. Biz kul olarak ve maddî yönümüz açısından uzağız, fakat O bize kudretiyle, ilmiyle, bizi görmesi ve gözetmesiyle, yaşatıp büyütmesiyle yakındır. Kur’an’ın ifadesiyle bize şahdamarımızdan daha yakındır.
7
Namaz kılmamak şirk ve küfür müdür?
Namaz kılmayan bir kimseyi küfür ve şirkle itham etmek yerine ona, namazın manasını ve mahiyetini tatlı bir sohbet havası içinde açıklamak gerekir. İnsanın namaz kıldığı takdirde kendisini yoktan var eden Yaratıcısının huzuruna çıktığı, Onunla doğrudan muhatap olduğu, Cenab-ı Hakkın rızasına ancak namaz kılmakla erişileceği kendisine anlatılmalıdır. Peygamber Efendimiz (asm), Sahabe-i Kiram ve diğer büyük zatlar da insanları hep yumuşaklıkla, güzel muamele ile, ibadete teşvik etmişler, onları ürkütüp korkutmadan uzak durmuşlardır.
Namaz kılmak, imandan sonra gelen en büyük hakikattir. Bundan dolayıdır ki, Kur’an-ı Kerim'de yüze yakın yerde namazdan bahsedilmektedir. Hiçbir ibadete bu kadar ehemmiyet verilmemiştir. Çünkü namaz, mü’minin Rabbiyle olan en yakın münasebetidir. Namaz kılmayan insan bu münasebeti zayıflatmış, kendisini nefis ve şeytan gibi düşmanların arasına atmış olur ki, asıl büyük tehlike budur.
Namazla ilgi bütün âyetler, hep insanları namaza teşvik ederler. Bu konuda bazı âyet meâlleri:
"O müminler ki, gayba iman ederler, namazlarını kılarlar." (Bakara, 2/3)
"Namaz ancak Allah‘tan hakkıyla korkanlara ağır gelmez." (Bakara, 2/45)
"Müminler namazlarını muhafaza ederler." (Müminun, 23/9)
"Namaz insanı kötülüklerden ve kötü sözlerden alıkoyar." (Ankebut, 29/45)
"Benim mümin kullarıma söyle, namazlarını kılsınlar." (İbrahim, 14/31)
Hadis-i şeriflerde de aynı hususları görmemiz mümkündür. Namazla ilgili hadisleri gözden geçirdiğimizde, hep namaz kılmanın fazilet ve sevabından bahsedildiğini göreceğiz.
Fakat,
”İnsan ile şirk ve küfür arasında namazı terk etmek vardır.“ (Müslim, Îmân 134; Ebû Dâvûd, Sünnet 15)
“Münafıklarla bizim aramızdaki ahid namazdır.” (Tirmizî, Îmân 9; Nesâî, Salât 8)
meâlindeki hadisleri İslâm âlimleri, “namazın farziyetini inkâr eden, namaz kılmamayı helâl sayan” şeklinde izah etmişlerdir. Yoksa namazı Allah’ın emri kabul eden ama kılmakta tenbellik gösteren insan için şirk ve nifak söz konusu olamaz.
İbni Abidin ise Reddü’l-Muhtar isimli eserinde namaz bahsinin baş taraflarında, “Namazın farziyetini inkâr eden kâfir olur. Umursamayarak, yani tembelliğinden dolayı kasten terk eden kimse ise günahkâr olur.” demektedir.
Yani namaz kılmamak büyük günahlardandır. Büyük günahları işleyenin kafir olacağını sadece batıl bir mezhep olan Mutezile mensupları söylerler. Fakat devamlı sûrette namaz kılmayan insanın imanının da zamanla birtakım tehlikelere maruz kalabileceği gözden ırak tutulmamalıdır.
8
Hadis-i şerifte münafığın alâmetleri, "Konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünü tutmaz. Kendine itimat edilince ihanet eder." şeklinde belirtilir. Buna göre, yalan söyleyen insan münafık mı olur?
Bu hadis-i şerifte büyük bir terbiye metodu saklı. Her Müslüman çok iyi bilir ki, yalan söylemek, sözünde durmamak, emanete hıyanet etmek insanı kafir etmez. Yine hepimiz biliriz ki, münafık kâfirden daha alçaktır. Çünkü, münafık gerçekte kâfir olduğu halde, küfrünü gizleyen, Müslüman görünen kimsedir. Bu adam İslâm’ın gizli düşmanıdır ve açık düşmandan daha tehlikelidir. Sizi ne zaman ve nasıl vuracağı bilinmez.
Şimdi, yalan söyleyen bir Müslümanın böyle sinsi ve gizli bir kâfirden daha aşağı olduğunu söylemek elbette mümkün değil.
O halde hadis-i şerifteki inceliği şöyle anlayacağız. Resulûllah Efendimiz (asm) bu sözüyle müminlere şöyle bir ihtarda bulunuyor: “Sakın şu günahlara yaklaşmayınız! Çünkü onlar kâfirden daha alçak olan münafığın sıfatlarıdır.”
Bu fevkalâde tesirli bir ikaz, bir sakındırma metodudur. Bu inceliği sezmeyerek, söz konusu günahları işleyen bir mümini nifaka girmekle itham etmek, tekfir gibi büyük bir cinayet ve dehşetli bir suizandır.
Maalesef bugün, günahkâr müminlerin her sözünü ve her hareketini bin bir bahane ile küfre yoran insanlara çokça rastlıyoruz. Âlimlerimiz, âriflerimiz, önderlerimiz böyle mi yapıyorlardı!?..
Bugün top yekûn İslâm âlemi, bilgili, fâziletli ve günahkârlara bir şefkatli baba gibi üzülen gayretli Müslüman tipine son derece muhtaç...
Islah nedir bilmeyen, hastaya sövmeyi tedavi sanan, sevimsiz, muhakemesiz, şefkatsiz ve hırçın tipler İslâm’ı temsil edemezler...
Bu noktada şu hadis-i şerif bütün müminler için ne büyük bir irşattır!.. Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor:
Resûlullah’a (asm.), “Ey Allah’ın resûlü! Müşriklere beddua et, onları lânetle!” denilmişti.
Şu cevabı verdi:
“Ben rahmet olarak gönderildim, lânetleyici olarak değil!”
9
Yanımızda dine ya da -haşa- mukaddesata küfür edenler oluyor, ne yapmalıyız?
Bu tür meselelerde Müslüman çok hassas davranması gerekir. Özellikle günümüzde inanç olarak zayıf olan bazı insanların mukaddesata hakaret etmeleri, çoğu zaman imansızlıklarından değil inanç olarak zayıf olmalarından kaynaklanmaktadır.
Tebliğ insanı ızdıraplıdır; insanların doğru yoldan sapması, Allah'ın emirlerini çiğneyip O'na baş kaldırması, tebliğ insanını tâ can evinden vurur. İrtidatlar, onu iki büklüm eder ve tebliğ adına çaresiz kalıp eli kolu bağlandığı anlar, onu çileden çıkarır ve ona hafakanlar yaşatır. Kur’ân, Efendimiz (s.a.s)'e hitaben:
"Onlar îman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın." (Şuara, 26/3)
derken, Allah Resûlü'nün tebliğ adına çektiği ızdırabı ve bu ızdıraptan doğan ruh hâlini resmeder. Esasen ızdırabının keyfiyet ve durumuna göre bu ruh hâli, her tebliğ insanında vardır ve olması da gerekir.
İrtidat dinden dönme demektir. Buna göre mürted ise, daha önce inandığı bütün mukaddesâtı inkâr eden insandır. Ve bu insan bir bakıma Müslümanlara ihanet etmiştir. Bir kere ihanet eden, her zaman ihanet edebilir. Onun için de bazılarına göre mürtedin hayat hakkı yoktur. Ancak fıkıh âlimlerinin sistematize ettiği şekle göre, mürted hangi meseleden dolayı irtidat ettiyse, evvelâ ona o mesele en ince teferruatına kadar anlatılıp izah edilecektir. Belli bir süre takibe alınarak, takıldığı hususlarda iknaya çalışılacaktır. Bütün bunların fayda vermediği zaman da artık o insan İslâm bünyesinde bir ur ve çıban başı olduğu tebeyyün edince de ona göre muamele yapılacaktır.(1) Ne var ki, hiçbir mü'min, bir başkasının irtidadı karşısında alâkasız kalamaz. Zira İslâm'ın mürüvvet anlayışı buna manidir. Belki hâdiseyi duyan her mü'min, şuurundaki seviyeye göre böyle bir irtidat hâdisesi karşısında üzülür ve ızdırap duyar. Ama tebliğ adamının ızdırabı herkesten daha derindir. Çünkü insanların hidayeti, onun varlık gayesidir.
İşte Halid b. Velid (r.a)'in başından geçen bir hâdise karşısında Allah Resûlü (s.a.s)'nün hâlet-i ruhiyesi. Hz. Halid, dinin irtidat mevzuundaki prensiplerini değerlendirmede acele davranıp bir infazda bulunur. Bu haber Allah Resûlü (s.a.s)'ne ulaşınca çok üzülür ve ellerini kaldırarak: "Allah'ım Halid'in yaptığından sana sığınırım." diyerek Cenâb-ı Hakk'a ilticada bulunur.(2)
Allah Resûlü (s.a.s)'nün bu hassasiyeti, etrafındakilerde de aynı şekilde ma'kes bulmuştur. Mesela Yemame'den dönen birisine, Hz. Ömer (r.a) ciddî birşeyin olup olmadığını sorar. Gelen zât, ciddî ve önemli birşeyin olmadığını, sadece içlerinden birinin irtidat ettiğini söyler. Hz. Ömer (r.a) heyecanla yerinden doğrulur ve, "Ona ne yaptınız?" diye sorar. Adam, "Öldürdük." deyince, Hz. Ömer (r.a) aynen Allah Resûlü (s.a.s) gibi bir iç geçirir ve adama hitaben, "Onu bir yere hapsedip bir müddet bekletmeli değil miydiniz?" der. Sonra da ellerini kaldırır ve Rabbine karşı şu niyazda bulunur:
"Allah'ım, kasem ederim bunlar bu işi yaparken ben yanlarında yoktum. Ve yine kasem ederim, duyduğum zaman da yaptıklarından hoşnut olmadım."(3)
Her Müslüman üzerine düşen görevi yapmakla sorumludur. Bir insanın toplumda bulunduğu konum ona bazı sorumluluklar yükler. Her Müslüman da o kunumuna göre sorumlu olur. Bu konuya bir hadisi şerifle bakabiliriz:
“Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz.” buyuruluyor.
Herkes her durumda bu hadisi kendine göre yorumlayamaz. Mesela, yolda bir kötülük görsek, onu elimizle düzeltmeye kalksak ve dayak atsak, o adam da davacı olsa, bu durumda bize de ceza tatbik edilir. Öyleyse hadisi şerifin manasını nasıl anlamalıyız?
El ile düzeltmek vazifeli insanların, yani devletin ve emniyetin görevi, dil ile düzeltmek alimlerin vazifesi, kalben buğz etmek ise diğerlerinindir.
İrtidat edenler hakkında hüküm vermek devletin işidir. Yetkili kişiler dışındaki insanların irtidat edenleri öldürmesi veya cezalandırması caiz değildir. Ona nasihat ederek tövbe ve istiğfara davet edilmelidir.
Dipnotlar:
(1) Buhari, Diyat, 6; Müslim, Kasâme, 25; Serahsî, Mebsut, 10/98; Kâsânî, Bedîü's-Sanaî, 7/134.
(2) Buhari, Mağazi, 58; İbn-i Hişam, Sîre, 4/72.
(3) Muvatta, Akdiye, 58.
İlave bilgi için tıklayınız:
Tekfir etme ve elfaz-ı küfür, bir kimsenin bazı sözlerinden dolayı ona kafir demek doğru mudur?
10
Bilerek veya bilmeyerek defalarca küfre giren kimsenin -can boğaza dayanmadığı müddetçe- tövbesi kabul olur mu?
Kur’an-ı Kerim'de,
“Allah, kendisine şirk koşulmasının dışındaki istediği kimselerin bütün günahlarını bağışlar." (Nisa,48/116)
buyurularak, hangi günah olursa olsun affedebileceği bildirmektedir. Allah'ın asla bağışlamayacağı şirk, tövbe etmeden şirk üzere ölenlerin şirkidir. Buna göre, vefat etmeden önce yapılan her tövbe geçerlidir.
Nitekim başka bir ayette,
"Ey kendi aleyhlerine olarak haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah (dilerse) bütün günahları bağışlar; doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." (Zümer, 39/53)
buyurularak, her tövbenin kabul edileceği bildirilmektedir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Günah işleyen kişi tövbe etmekle günahlarından kurtulabilir mi? Tövbenin sınırı var mıdır?
11
"Kahrolsun şeriat!" ifadesini kullanmak doğru mudur?
BİR İNSAN böyle bir sözü neden söyler, niçin söyler, hangi niyetle söyler?
Bu sözü söyleyenlerin bir kısmı var ki, ne dine inanır, ne Allah’a; ne Kur’an’a inanır, ne de Peygambere… İslam’a ve dine karşıdır, düşmandır. Böyle bir insan bu sözü inançsızlığından dolayı söyler. Zaten böyle birisinin yolu da, izi de bellidir. Hiçbir kutsalı yoktur, hiçbir manevî değer tanımaz. Onun gözünde, dini çağrıştıran her şey zararlıdır ve yanlıştır. Böyle düşünenleri kendi ideolojik yapısıyla baş başa bırakalım.
“Kahrolsun şeriat!” diye bağırıp çağıran başka birisi daha vardır ki, o da neyin ne olduğunu bilmeden konuşuyor. Allah’a, dine, Kur’an’a ve Peygambere inanıyor, inancı var, belki namaz da kılıyordur, oruç da tutuyordur, ama “şeriat”ın siyasî ve ideolojik bir düşünce olduğunu sanıyor, farkına varmadan bu saçma sözleri kullanıyor, bir yerde “uydum kalabalığa” diyerek hareket ediyor.
Oysa şeriatla din aynı anlama gelir, ikisi bir arada kullanılır. Din şeriattır, şeriat da dindir.
“Şeriat” kavramının içinde, imanla ilgili hükümler olduğu gibi, ahlakla, ibadetle ve günlük hayattaki işlerle alakalı hükümler de vardır.
Her şeyden önce şeriatı koyan Allah’tır. Bir diğer ifadeyle, dini gönderen ve dinin sahibi Allah’tır. Onun için Allah’a “Şârii Hakiki / gerçek şeriat koyucu” denir.
Zaten Allah’ın, şeriatı koymasının asıl amacı, kullarının sonsuz hayata ve gerçek saadete ulaşmalarıdır. Şeriatın tanımına baktığımızda da aynı gerçekleri görürüz.
Sözlük anlamıyla şeriat "yol, mezhep, metot, âdet, insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol" demektir.
Dinî bir terim olarak da "Allah’ın emir ve yasaklarının toplamı"dır.
Başka bir deyimle, "Kur’an âyetlerine, Allah Resulü’nün (a.s.m.) sünnetine ve İslam âlimlerinin görüş birliği içinde oldukları meselelere dayanan İlahî kanun"lar bütünüdür.
“Şeriat”, İlahî kanunlar bütünü olduğuna göre, tek Şâri/şeriat koyucu Allah’tır. Bunun yanında peygamberler de, şeriatı insanlara haber verdikleri için ayrıca onlar da Şâri olarak anılırlar.
“Şeriat” kelimesi bir terim olarak diğer kanunlar ve dinler için de kullanılabilir. Mesela, “Musa Aleyhisselamın şeriatı” gibi.
Şeriat kelimesinin terim anlamı şu âyete dayanır:
"Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma!" (Câsiye, 45:18)
Peygamberimiz Hz. Muhammed’den (a.s.m.) önce de çok sayıda peygamber gelmiştir. Bu peygamberlerin çoğunu Cenabı Hak, bir şeriatla/kanunla göndermiştir. Peygamberimizin getirdiği İslam şeriatı, daha önceki şeriatların bir devamı ve tamamlayıcısı niteliğindedir. Bu mesele Kur’an’da şöyle dile getirilir:
"Allah, dini doğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemeniz hususunda Nuh’a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiyede bulunduğumuz dinle ilgili hususları size şeriat olarak koydu." (Şûrâ, 42/13)
İslam hukuku kaynakları, şeriatı üç ana bölümde inceler:
İbadetler, muameleler, ceza hukuku.
İbadetler: Allah’ın razı olduğu her çeşit ibadeti içine alır. Özel anlamda ise, âyet ve hadislerde özel şekil ve şartları belirlenen ibadetlerin uygulanması kastedilir. Namaz, oruç, zekât, hac ve kurban İslam’da var olan ve bilinen ibadetlerdir.
Muameleler: İnsanlar arasında medenî, ticarî, ekonomik ve sosyal ilişkileri, insanların devletle ve devletlerin de birbirleriyle münasebetleri bu bölümde yer alır.
İslam dini doğumdan ölüme kadar evlenme, boşanma, nafaka, velayet, vekâlet, vesayet, miras, alışveriş gibi toplum hayatının ihtiyacı olan tüm medeni muamelelere ve hatta devletler hukukuna ait hükümler getirmiştir.
Ceza hukuku: İslam şeriatının kullanımda olduğu bir İslam ülkesinde, İslam dininin emir ve yasaklarına uymayan, toplumsal düzeni bozmaya çalışan kimselere karşı verilecek bedenî, malî veya caydırıcı bazı cezaî hükümleri kapsar.
İslam şeriatı, esas olarak temelde dört delile dayanır. Bunlar şer’î deliller olarak da anılan “Kitap, sünnet, icmâ ve kıyas”tır.
Kitap: Kur’an’ın içerdiği hükümlerdir.
Sünnet: Son Peygamber Hz. Muhammed’in (a.s.m.) söz ve fiilleridir.
İcmâ: İslam âlimlerinin görüş birliği içinde bulundukları konulardır.
Kıyas: Kur’an ve sünnette hükmü açıkça belirtilmeyen bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak nitelik dolayısıyla, hükmü açıkça belirtilen diğer meseleye göre açıklamaktır.
İslam şeriatına karşı çıkanları Prof. Dr. Hayrettin Karaman bir sıralamaya tabi tutuyor ve şöyle bir değerlendirme yapıyor:
"Biz Müslüman’ız, İslam’a varız, ama şeriata yokuz, şeriatı kabul etmiyoruz; şeriat Ortaçağ’ın karanlığına dönmektir" diyenler, "Kur’an, sünnet, icma ve kıyas kaynaklarına dayanan İslam’ın bir kısmını kabul ediyoruz, ama bir kısmını kabul etmiyoruz" demiş oluyorlar.
İslam’ın bütününe inanan ve tamamını yaşamaya çalışan mü’minler “salih ve kâmil” Müslümanlardır.
Yine tamamına inanıp bağlayıcı olduğu halde bir kısmını yaşayamayan (ameli, uygulaması eksik, kusurlu olan) mü’minler ise “fâsık, günahkâr” Müslümanlardır; Allah Teala onları dilerse affeder, dilerse cezalandırır.
“İslam’ın bir kısmını (şeriatı) kabul etmem” diyenler, “Onun da dinden olduğunu kabul ediyor, böyle olduğuna inanıyorum, ancak onunla amel etmek istemiyorum.” demek istiyorlarsa, günahkâr oluyorlar, “Bu kısmına inanmıyorum, şeriatı dinden saymıyorum.” demek istiyorlarsa, İslam’la bağlılık ve aidiyet ilişkilerini kesmiş oluyorlar.
Şeriata karşı çıkanlar, “Şeriat istemiyoruz, kahrolsun şeriat!” diyenler, İslam’ın bir kısmını reddediyor, onunla inanç ve yaşama bakımından ilişkilerini kesiyorlar, hatta ona karşı düşmanca cephe alıyorlar. Bu durumda olanların aynı zamanda Müslüman olmaları mümkün ve sahih değildir.
Şeriat sadece Kur’an hükümleri ve İslamî esaslar değildir. Az önce anlattığımız ve herkesin “şeriat” olarak bildiği bu şeriat, Cenab-ı Hakk'ın Kelam sıfatına dayanır ve asıl itibariyle oradan gelir.
Bir diğer şeriat daha vardır ki, o da Allah’ın İrade sıfatından gelir ve bu sıfatın tecellisidir. Buna “sünnetullah/tabiat/doğa” tabiri kullanılır.
Mesela, yerin çekim gücü, ateşin yakması, soğuğun üşütmesi, zehirin insanı öldürmesi gibi tabiatta var olan fıtrî kanunlar, kevnî kanunlardır. Bunların yaratıcısı ve işleteni Yüce Allah’tır.
Nasıl ki, Kelam sıfatından gelen kanunlara karşı gelenler belli cezalara uğrayacağı gibi, İrade sıfatından gelen bu kanunlara karşı duranlar da cezasını hemen görürler.
Mesela, bir kimse yüksek bir yerden atlarsa, bacağını ve kafasını kırar. Elini ateşe uzatırsa eli yanar, soğukta durursa üşür, yüzme bilmeden denize girerse boğulur, zehir içerse hayatını kaybeder.
Her iki şeriat için de şöyle müşterek misaller verilebilir. Zehir içerek intihara teşebbüs eden hayatını kaybettiği gibi, intihar etmekle haram işlediği için ayrıca günaha girmiş olur.
İkinci bir misal: Silahını suçsuz bir insana kasten çeken kimse onun ölümüne sebep olduğu gibi, ayrıca büyük bir günah işlediği için, İslam şeriatı ona kısas cezasını öngörür, onun da aynı şekilde cezalanması hükmünü verir.
12
Sahte alimlerin veya bile bile yanlış fetvalar verenlerin durumuyla ilgili hadisler var mıdır?
İlmin ve âlimlerin, gerek fazileti ve gerekse musibeti hakkında, hadis kitaplarında pek çok hadis mevcuttur. Nitekim Kenzü'l-Ummâl'de yüzlercesi nakledilmektedir. (bk. el- Hindi, Kenzu’l-ummal, 10/28943-29388)
İlmin insana öğrettiği ilk şey, dünyanın fani ve ahiretin baki olması hakikatidir. Zira, hayat tüm iyiliklerin ve güzelliklerin kaynağı, ölüm de herkesin kabul ettiği bir gerçektir. İnsanın en büyük arzusu ve en önemli hakkı hayat hakkıdır. Hayatını muhafaza kanunu diğer tüm kanunların kaynağıdır. Şayet hayat ölüm ile son bulacaksa bu insana yapılacak en büyük haksızlık ve zulümdür. Hayatı yaratan ise bu gibi zulümlerden münezzehtir. Yoksa hayatı ve insana sonsuz arzuları vermezdi. Öyle ise ebedi bir hayat vardır. İşte dinin amacı insanın ebedi hayatını ebedi bir saadete çevirmektir.
Din bilginlerinin insanlara öğreteceği, dinin temeli olan ilk bilgi budur. Bu bilginin insanlarda yerleşmesi ancak din bilginlerinin dünyaya değer vermemesi iledir. Dünyaya dalmış ve mal sevgisine kapılmış, makam ve mevki sevdasına düşmüş olan bilginler insanların en şerlileridir. Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselam, ehliyetsiz ve ilmini kötüye kullanan ilim adamları için “ulemâ-i sû' ” yani ilmini kötüye kullanan bilim adamları tabirini kullanmaktadır.
"Allah Teâlâ, ilmi kullardan soymak suretiyle çekip almaz. Ancak ilmi, âlimleri almak suretiyle ortadan kaldırır. Allah hiçbir âlim bırakmayınca da insanlar birtakım cahil başlar edinirler ve onlara sorular sorarlar, onlar da ilimsiz fetva verirler. Bu yüzden de hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar." (Buhari, İlim, 34; Müslim, İlim, 13, 14; Müsned, 2/162)
"Ahir zamanda bir kavim ortaya çıkar. Cahiller başa geçerek insanlara fetvâ verirler. Böylece hem kendileri sapar hem de başkalarını saptırırlar." (Buhari, İlim, 34; Müslim, İlim, 13Tirmizi, İlim, 5)
"Kötü âlimler kıyamet günü getirilir, cehennem ateşine atılır. Her biri, cehennemde bir kamış ile değirmen döndüren merkeb gibi dolaşır durur. Ona: 'Vay sana, biz seninle doğru yolu bulmuştuk, bu halin de ne?' diye sorarlar. O da der ki: 'Ben, sizi nehyettiğim şeyleri tutmaz aksini yapardım.'" (el- Hindi, Kenzu’l-ummal, 10/29097)
"Dinin felaketine yol açan üç sebeb vardır: Günahkâr fıkıh alimi, zalim devlet başkanı ve cahil müctehiddir." (Feyzü’l-kadir, 1/52)
"Ümmetimin aleyhine korktuğumuz şeylerin en korkuncu, her dili bilen münafıktır." (Müsned, 1/22, 44)
"Ümmetimin aleyhine korktuğumun en korkuncu, saptırıcı liderlerdir." (İbn Mace, Fiten, 9; Müsned, 6/441)
“Kıyamet gününde insanların en şiddetli azab çekeni, Allah'ın ilmiyle kendisine bir menfaat vermediği âlimdir." (Kenzu’l-ummal, 10/29099)
"Her kim Allah'tan başkası için ilim elde ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın." (Tirmizi, İlim, 6 )
"İlim amelden hayırlıdır, dinin kuvvetlenmesi ise, takva iledir. Âlim, az da olsa ilmiyle amel edendir." (Kenzu’l-ummal, 10/28657)
"Size mükemmel bir fıkıh alimini haber vereyim mi? Allah'ın rahmetinden insanların ümidini kesmeyen ve merhametinden onları ümitsizliğe götürmeyen, Allah'ın tuzağından onları emin kılmayan ve dünyaya rağbet için Kur'ân'ı bırakmayan kimsedir. Haberiniz olsun anlaşılmayan bir ibadette, üzerinde düşünülmeyen ilimde hayır yoktur." (Kenzu’l-ummal, 10/28943; Darimi, Mukaddime, 29)
13
Müslümanlara (erkeğin eşine ve çocuklarına) hakaret etme ve onları küfürle itham etmenin hükmü nedir?
İslam dini her türlü kötülük ve incitmeye karşıdır. Çünkü, İslam insanı insan etmeye gayret ediyor. Hakiki insaniyet mertebesine ulaştırır. Bu nedenle İslam, insanı her türlü kemalat ve güzelliğe ulaştıracak emirleri verdiği gibi, her türlü rezillikten ve çirkinlikten uzaklaştıracak fiilleri de yasaklamıştır.
Bu külli kaidelerden hareketle diyebiliriz ki, küfür ve sövme dediğimiz karşıdaki insanları rencide ve rahatsız eden her türlü fiil günahtır ve haramdır. Çünkü Müslümanları rencide etmek haramdır ve insanı günahkar eder. Hatta kafir bile masum ve hatasız olsa, onu rahatsız etmek İslam dininde yasaktır. Çünkü, Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurmuştur:
"Kim bir zımmiye eziyet etse, şüphesiz ben onun hasmıyım, düşmanıyım."(el-Hindî, Kenzu’l-Ummal, IV / 618; el-Camiu’s-Sağîr, I / 1210)
Müslümana sövmenin hükmü nedir?
Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyuruyor:
"Müslümana sövmek fısktır. Onunla çarpışmak ise küfürdür." (Müslim, 1/325)
Bir Müslümana haksız yere sövüp saymak bil-icma haramdır. Bu işi yapan fasıktır, cezası tedip olunmaktır. Çünkü Allah, Müslümanları kardeş yapmış, dargınların arasını bulmayı emretmiştir.
Haksız yere Müslümanla kavga ve çarpışma yapan ise ehli hak Müslümanlara göre dinden çıkmak manasına küfretmiş olmaz. Ancak Müslümanla harbetmenin helal olduğuna inanırsa o zaman dinden çıkar. Fakat konu yine de ihtilaflıdır.
Hattabi'ye göre:
"Birbirinizi tekfir etmeyin. Sonra birbirinizi öldürmeyin, helal addetmeye başlarsınız." diyor.
Müslüman Müslümana kafir derse hükmü nedir?
Rasulullah (a.s.m):
"Herhangi bir kimse, din kardeşine "Ey kafir!" derse, bu tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne ala. Aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner." buyurdular. (Müslim 1/319)
"Tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner." ifadesinin manası tekfiri kendine döner, kendisi kafir olur, demektir. Zira eğer kafir diyen sözünde sadıksa muhatabı kafir olur. Yalan söylemişse sözü kendisine döner. Ancak kendisi kafir olur sözü, dinden çıkar anlamında değil, o sözün günahı kendine döner anlamındadır.
Din kardeşine kafir demek akibet kendini küfre götürebilir. Çünkü "Günahlar küfrün postasıdır." derler. Bu sözü diline dolayanın akıbeti küfür olacağından korkulur. Bu nedenle hiç bir mümine kafir dememek gerekir.
14
Allah için "Allah Baba" ifadesini kullanmak doğru mu ?
İslamiyette Allah'a babalık ve oğul isnadı yapılamaz, caiz de değildir. Çünkü bu ifade Hristiyanların Hz. İsa' ya "Allah' ın oğlu" demeleri ve Allah'a da "Baba" demeleri ile bizim de dilimize geçmiş bir ifadedir. Böyle bir sözü, bir Müslüman’ın söylemesi düşünülmez. Çünkü mesele doğrudan doğruya Allah’ın birliği ile alakalıdır.
Bir kere bütün babaları ve oğulları, erkekleri ve kızları yaratan Allah’tır. Yaratıcı, yaratılan olamaz. İslamî deyimle Hâlık, mahluk olmaz. Böyle bir sözü ve inancı kesin olarak Kur’an reddeder. İhlas suresi Cenab-ı Allah'ı "O doğurmamış ve doğurulmamıştır" şeklinde anlatır. Yani, doğanlar ve doğurulanlar Yaratıcı ve Allah olamaz.
En’am Suresi’nde de, "O gökleri ve yeri yoktan ve benzersiz şekilde yaratandır. O’nun eşi olmaksızın çocuğu nasıl olur? Her şeyi O yaratmıştır, O her şeyi hakkıyla bilir." (6:101),
"Yahudiler, 'Üzeyir Allah’ın oğludur' dediler. Hıristiyanlar da ‘Mesih Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir ki, kendilerinden önce kâfir olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırılıyorlar." (Tövbe, 9:30)
Hıristiyanlar, Mesih İsa’ya "Allah’ın oğludur" demekle kalmadılar, daha da ileri giderek yine Kur’an anlatımıyla, " 'Allah, Meryem oğlu Mesih’in kendisidir' diyenler de kâfir oldular, Allah üçün üçüncüsüdür' diyenler de kâfir oldular." (Maide, 5:72-73)
Bu yanlış inancı, Kur’an aynı âyette düzeltir ve "Oysa tek bir Yaratıcı’dan başka hiçbir ilâh yoktur” der.
Yabancı filmlerdeki sözler olduğu gibi tercüme ederek söylendiği ve bazı eski Türk filmlerinde düşünülmeden bilinçsizce kullanıldığı için bu batıl inanç ve ifade, dilimize bu filmler ve içimizdeki Rum ve Ermeni vatandaşların kanalıyla geçmiştir. Böyle bir sözü söylemek –Allah korusun– insanı inançsızlığa ve küfre götürür.
Farkına varmadan, sözün nereye gittiğini, nasıl bir sonuç doğurduğunu bilmeden söyleyenler, meseleyi fark eder etmez, yanlışını anlar anlamaz, tövbe istiğfar eder, Allah’tan af ve mağfiret dilerlerse, inşaallah Allah affeder. Fakat anlamını bilerek söyleyen, "Ne yapalım, bir defa dil alışkanlığıdır" diyenler, imanlarını tehlikeye atacak kadar uçurumun kenarında olurlar.
15
İnsanoğlunu, kendi eliyle yaptığı putlara tapmak gibi son derece akıl dışı bir yola iten sebep sizce ne olabilir?
İbadet etme ve yardım dileme insanın yaratılışında var. Çünkü insan sonsuz âciz ve muhtaç olarak yaratılmış.
Gözüne görmeyi kim lütfetmiş ise, güneşe de onun ışık vermiş olacağını, midesini yaratanın bütün rızıkların da yaratıcısı olması gerektiğini, kulakta işitmeyi yaratanın hava âleminde de sesleri halk ettiğini idrak etmiş.
Öte yandan, sürekli olarak sıkıntılar içinde çırpınan ve hastalıklarla, musibetlerle, felâketlerle boğuşan beşer, bütün dertleri ve ihtiyaçları için müracaat edecek bir kapıyı daima aramış. İşte bu arayış insanoğlunu bazen doğruya götürmüş, bazen da büsbütün yoldan çıkarmış.
Bir Hak elçisine kavuşan ve onun emrine giren bahtiyarlar, Allah’a iman etmenin sefasını sürmüşler; her ihtiyaçlarını ona arz ederek, her musibetten yalnız ona sığınmışlar.
Ama esefle görüyoruz ki, insanlık âleminin büyük çoğunluğu, bu vadide hatalı tercihler yapmış ve kendi yaptıkları putlara tapmaktan geri durmamışlar. Bunlar da iki gruba ayrılıyorlar. Bir kısmı kendilerini putların yaptıklarına inanacak kadar basitleşmiş, adileşmiş, bayağılaşmışlar. "Putperest" denilince hemen akla gelen de bu grup olmuş.
Bir kısmı ise doğrudan Allah’a ibadet etme ve yine ancak ondan yardım dilemeyi akıllarına sığıştıramamışlar. Dünyevî işlerinde nice aracılara muhtaç oldukları için, Allah’a da doğrudan ibadet edemeyecekleri vehmine kapılmışlar ve putları bu vadide yardımcı ve şefaatçi edinmişler.
“Biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.” (Zümer, 39/3)
Huzuruna doğrudan çıkılamayan, kendisine vasıtasız yalvarılamayan, dua edilemeyen bir Allah inancı, müntesiplerini putperest olmaya kadar götürmüş. Demek ki, Allah inancının doğru olması gerek.
“Eğer onlara, yer ve gökleri kim yarattı diye sorsanız, elbette Allah derler.” (Lokman, 31/25)
Bu âyet-i kerimede muhatap, işte bu ikinci grup müşriklerdir. Allah’a inanmaları onları müşrik olmaktan kurtaramamış ve bu yanlış iman, onları Allah elçileriyle harp etmekten alıkoyamamıştır.
Bir Hristiyan da günahları için doğrudan doğruya Allah’ın affına sığınmayıp, Hz.İsa (as.)’nın temsilcileri yahut vekilleri kabul ettiği papazlara müracaat etme ihtiyacı duyuyorsa, Cahiliye devri Araplarını bir başka şekliyle taklit ediyor demektir.
16
"Kahpe felek!" gibi bir ifadeyi kullanmak doğru mudur ?
FELEK, HER NE KADAR “dünya, kader, talih, dehr, asr ve zaman” anlamına gelse de, öteden beri herkesin çattığı bir suç makinesi ve bir şikâyet kutusu olmuş. Kafası kızan feleği suçlar, canı sıkılan feleğe taş atar.
İnanç noktasında feleğe çatmanın sakıncası ve insanın imanına zarar vermesi, feleğin kader ve dehr (zaman) anlamında kullanıldığı zamandır.
“Dehre sövmeyiniz, çünkü Allah dehirdir” hadisi en çok bilinen hadislerden biridir. (Müsned, 2:259)
Sahihi Buharî’de geçen bir hadis de aynı noktaya dikkatimizi çeker:
“‘Vay şu dehrin mahrumiyet ve hüsranına’ diye sövmeyiniz. Çünkü Allah dehirdir.” (Buharî, Edeb 101)
Aynı konuda Buharî’nin rivayet ettiği bir başka hadis de şu mealdedir:
“Allah Teala buyuruyor ki: Âdemoğlu dehre söverek bana eziyet verir. Halbuki Ben dehrim. Her şey Benim elimdedir. Geceyi, gündüzü Ben idare ederim.” (Buharî, Tefsir 45)
Görüldüğü gibi, bu konudaki bütün hadislerde “dehr” kavramı geçiyor.
“Dehr” zaman manasına geldiği gibi, gece ile gündüzün art arda gelmesine de denir.
Asr Suresi’nde Cenâbı Allah “asr”a yemin ediyor. Çünkü her şey zaman içerisinde meydana gelir. Zaman, Cenabı Hakkın bir memuru olarak öldürmek ve olgunlaştırmak görevini yapar. Zaman kötü olmaz, insanlar kötüleşir. Zira zaman içinde meydana gelen her şey Allah’ın iradesiyle gerçekleşir.
İslam öncesi Cahiliye döneminde Arapların dehre sövmesini ve bu hadisin de bu kötü alışkanlık üzerine söylendiğini açıklayan Bedrüddin Aynî şöyle der:
“İslam öncesi Cahiliye dönemi Araplarının bir kısmı gece ve gündüzün dönmesinden ibaret olan dehre söverlerdi. Çünkü bu insanlar Allah’a inanmaz ve bütün olayları zamana verirlerdi. Yani olayların meydana geldiği gece ve gündüze yüklerlerdi, her şeyin de zamanın emriyle olduğuna inanırlardı. Bunlara Dehriler denirdi.
“İşte Hz. Peygamber’in (a.s.m.) bu hadisteki maksadı, sizden biriniz zamana sövmesin, çünkü zaman gerçek fail değildir, yapan Allah’tır. Bu musibetleri başınıza getirdiğine inandığınız zaman sövdüğünüzde, Allah’a sövmüş olursunuz. Çünkü musibetleri başınıza getiren zaman değil, Allah’tır. Cenab-ı Hakkın ‘Ben zamanım’ demesi ise, ‘Ben zamanın sahibiyim’ anlamındadır.”
(Umdetü’lKari, 22:202)
Gerçekten de o dönemde her kötülüğü zamana nispet eden bir grubun var olduğuna, “
Bizi ancak zaman öldürür” (Câsiye, 45:24) şeklindeki sözlerini anlatan âyeti kerime işaret ediyor.
Hattâ bu sebeple, zamana nisbeten bunlara “Dehriler” ismi verilmiştir. Bu fikir tarihte de inkârcı cereyanlar arasında “Dehrilik” olarak yer almıştır.
Bunların İslamiyet’ten sonra da tesirleri görülmüştür. İşte bu hadisi şeriflerde, zamanı gerçek fail telâkki ederek sövmek yasaklanmıştır.
Yeri gelmişken şu hususu da açıklamakta fayda vardır: Zaman zaman bazı eski âlimler de kitaplarında zamandan şikâyet etmiş, “feleğin kubbesine” taş atmışlardır. Çünkü bazı kötülükleri gidermeye güçleri yetmemiş, ümitsiz kalınca da zamandan ve felekten şikâyet etmişlerdir. Bunların bu şikâyetleri, zamanı gerçek fail kabul ettiklerinden değil, olayların arzu ve istekleri doğrultusunda yürümediğindendir.
İşte mü’minlerin de felekten şikâyet etmeleri bu yüzdendir. Yoksa inançlarına göre zaman Cenab-ı Hakkın bir mahlûkudur. Bu işleri yapmaya güç yetiremezler. Allah’ı insanlara şikâyet etmeyip zamanı ve ortamı şikâyet ederler. Böylece zaman, haksız tenkitlere karşı, Cenab-ı Hakkın izzetine bir perde olmuş olur. Şikâyetler zamana takılır, kalır; Allah’ın kudretine yapılmaz.
Özetle söylemek gerekirse; Ebu Hüreyre (r.a.) ve diğer râviler tarafından rivayet edilen bu husustaki hadisi şerifler sahihtir. Allah’ın zamanın yaratıcısı olduğuna işaret edilmektedir. Zamanın yaratıcı kabul edilmesi de yasaklanmaktadır. Âlimler de zamandan sadece şikâyet etmişlerdir. Çünkü Cenabı Hakkın yarattığı bir şeye, O’nun hikmetinin cereyan tarzına itiraz etmek, hadisi şerifin yasaklamasına girer.
17
"Kader utansın, kahrolsun kader" gibi ifadeleri kullanmak doğru mudur ?
KADERİ SUÇLAYAN o kadar söz var ki, saymakla bitmez.
Kendine söz geçiremeyen, kadere taş atar. Kimseyi suçlayamayan, kaderi taşlar. Karşısındakine gücü yetmeyen kadere yüklenir. Böyle bir kör dövüşüdür gider. Kime vurduğunu bilemez, vurduğu yeri göremez, rast gele hücum eder. Beceriksizliğini, tembelliğini ve bilgisizliğini kendi üstüne almaz, eline geçen taşı kadere fırlatır, durur.
"Kader utansın" der. Kader ne yapmış ki utansın, kaderin utanacağı neyi vardır? Gerçekten utanması gereken birisi varsa, o da kişinin kendisidir aslında… Kader bir suç işlememiş, bir hata yapmamış, bir yanlışa girmemiştir. Suçu işleyen, hatayı yapan, yanlışa giren kişinin kendisi olduğu halde; neden kader hatalı olsun?
Geçen zaman içinde daha büyük bir kayba uğramış, daha büyük bir zarar etmiş, daha büyük bir belaya çarpılmışsa, kadere olan kızgınlığının dozunu biraz daha arttırır.
Bu sefer ağzından çıkanı kulağı duymaz halde, söylediği sözlerin nerelere vardığını düşünmez biçimde, açar ağzını, yumar gözünü, Allah muhafaza “kahpe kader” deyiverir.
Gerçekten insanoğlu garip bir varlık, tuhaf bir yaratık. Plânsız, programsız iş yapar, bir işe başlarken başını sonunu düşünmez, ele aldığı işin neye mal olacağını hesaplamaz, kendi eliyle kendini tuzağa düşürür, köşeye sıkışır kalır.
Bu sefer de ağzının dolusuyla, “Kader unuttu beni”, “Gözü çıkası kader, ne istedin benden?” gibi bilir bilmez, ileri geri atar tutar. “Kader kötü bir oyun oynadı” der, fakat kendisi oyunu kuralına göre oynamamıştır.
Bu gereksiz ve yersiz sözlerin hiçbirinin bir Müslüman’ın ağzından çıkmaması lazım… İnanan bir insan böyle sözleri söylememesi gerekir. Söylenmemesi bir tarafa, bu sözlere karşı tavır koymalı, böyle sözlerin toplumda barınmasına, tutunmasına meydan vermemelidir.
Neden mi? Çünkü kader dediğimiz şey bizim dinimiz, imanımız, inancımız ve itikat alanımızdır. Daha ilk çocukluk yıllarımızda bize ilk öğretilen imanın şartlarından biri de kadere iman etmek değil midir? Hayrın da şerrin de, iyiliğin de kötülüğün de Allah’tan geldiği değil midir?
Kader, Allah’ın bilmesi, her şeyin O’nun bilgisi altında olmasıdır. Allah’ın ezelden ebede kadar meydana gelecek olayların zamanını, yerini ve niteliklerini önceden bilmesi ve takdir etmesidir. Yani Yüce Allah, olmuş olacak, gelmiş gelecek her ne varsa onları önceden plânlıyor, zamanı gelince de yaratıyor.
Kader bir ölçüdür, bir miktardır. Bir plandır, bir programdır. Kâinat ve içindekiler, insan ve geleceği her şey Allah’ın takdiri iledir, koyduğu bir ölçüye göredir.
Kur’an diyor ki:
“Allah’ın emri biçilmiş bir kaderdir.”
(Ahzab, 33:38)
“Biz her şeyi bir kaderle yarattık.”
(Kamer, 54:49)
“Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın. Ama biz onu ancak belirli bir kaderle/miktarla indiririz.”
(Hicr, 15:21)
Kaderin bizimle ilişkisi nasıl gerçekleşiyor? Bizim yetkimiz nereye kadar, yaptığımız işlerde kaderin payı ne kadar?
Allah Teala insanları yaratmış, onlara diğer yaratıklardan farklı olarak akıl, irade ve güç vermiştir. İnsan, aklıyla ve iradesiyle iyi olanı seçecek, kötü olandan sakınacaktır veya tam tersini yapacaktır.
İnsanın bu seçme gücüne cüz’î irade diyoruz. Yani kişisel istek, yapma niyeti, yapma eğilimi demektir.
İnsan bir şeyi yapmak ister, bir şeyi yapmaya niyet eder, birçok seçenek içinden birisini tercih eder, seçer. Allah da, insanın tercih ettiği o şeyi yaratır.
Meselâ, elimizi kaldırmak istedik, indirmek değil de kaldırma tercihini yaptık, işte o anda Allah elimizi kaldırma fiilini yaratıyor. Çünkü biz kaslarımıza, kanımıza, beynimize, hükmedemiyor, söz geçiremiyoruz. Bu yapma ve yaratma işini Allah yapıyor. Elimizi kaldırdık ve karşımızdaki adamın suratına bir tokat indirdik.
Tokat vurmayı isteyen kim? İnsan.
Tokadı, adamın suratına indirmeyi yaratan kim? Allah.
Burada sorumlu kim? İnsan.
Yine kolumuzu kaldırdık, karşımızdaki kişinin boynuna attık, ona olan sevgimizi ifade ettik.
Onun boynuna kolumuzu atmayı isteyen kim? Biz.
Kolumuzu karşımızdaki kişinin boynuna atma fiilini yaratan kim? Allah.
Burada sorumlu kim? Biz.
Demek ki, biz ne istiyorsak, hangi işi yapmayı tercih ediyorsak o işi Allah yaratıyor. Ve biz de yapılan işten sorumlu oluyoruz.
İşte Allah’ın bu yaratmasının adı kader programının kaza edilmesi, uygulama alanına konmasıdır.
Allah kâinatı ve kâinat içinde yaşayan bizleri, bizim bedenimizi, kaşımızı, gözümüzü bir plân içine almıştır. Allah, plânladığı her şeyi zamanı gelince yaratır. Ancak cüz’î irademize bakan kısmını boş bir sayfa olarak elimize vermiştir. O boş sayfayı biz doldururuz. Oraya ne yazmışsak Allah da ona göre yaratır.
Allah dilimizi yaratmış ve dilimize konuşma kabiliyeti de vermiş. Biz kötü söz söylemeyi tercih edince, Allah o kötü söz fiilini yaratıyor ve kötü sözler dilimizden dökülüyor. İyi söz söylemeyi tercih edince de Allah o iyi söz fiilini yaratıyor ve o kötü sözler dilimizden dökülüyor. Kötü söz söyleyince sorumlu biziz, iyi söz söyleyince de sevilen biziz.
Allah’ın dilimize konuşma özelliğini vermişdir. Fakat biz o dili kullanmada sorumluyuz. İyi söz de söylesek, kötü söz de söylesek... İyi söz söyleyince iyi sözü yaratan, kötü söz söyleyince de kötü sözü yaratan Yüce Allah’tır.
Allah insana akıl gibi iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, hayrı şerden, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan, imanı küfürden, cenneti cehennemden ayırt edebilecek irade gibi bir nimet vermiş. Bütün bu birbirine ters olan şeyleri de önüne koymuş ve bunları seçme konusunda insanı serbest bırakmış.
Demiş ki: “Ey kulum, sen hangisini tercih edersen, hangisini yapmak istersen, Ben onu yaratırım.”
Kul seçeneklerden birini tercih ediyor, Allah da o fiili, o işi yaratıyor. Niyet edip yapan insan mı sorumlu, yoksa o işi yaratan, var eden Allah mı? Tabii ki, insan… Niye, çünkü isteyen insanın kendisidir.
“Allah isteseydi, ben o kötü işi yapmazdım, o zararlı yolu tercih etmezdim” denmez. Neden denmez? Çünkü Allah insana akıl ve tercihini kullanma gibi imkanlar vermiştir. İnsan bunları kullanmakla mükelleftir.
Çalışmayıp tembel tembel yattın, fakir düştün, perişan oldun, sorumlu kim? Sen.
Güzel bir iş buldun, çalıştın, çabaladın, rahat bir hayat geçiriyorsun, kazançlı kim? Sen.
İşveren ne yaptı? Senin yaptığın tercihler istikametinde seni değerlendirdi, hak ettiğini verdi.
Yepyeni bir araba aldın, dümdüz bir yolda giderken, yoldan çıktın, yolun kenarında duran bir kayaya arabayı çarptın.
Yolu yapanı, biraz sonra gelen trafik polisini, arabayı yapan fabrikayı suçlamaya kalkacak olsan, adama ne derler? Gülerler, değil mi? Çünkü dikkatsiz olduğun için bir tek suçlu varsa, o da sensin.
Bir de “Zaten bu benim kaderimde varmış” deyip de suçu kadere atabilir misin?
Veya yolda giderken, hızını artırdın, biraz sonra önünde seyreden arabaya arkadan vurdun. Biraz sonra trafik polisi geldi, kimi suçlu çıkarır? Seni.
Neden? Çünkü hızlı giden sensin. “Öndeki araba çok yavaş gidiyordu, biraz hızlı gitseydi vurmazdım” diyebilir misin?
Bir de üstüne üstlük, “Ne yapalım kader bu” deyip sorumluluktan kaçabilir misin?
Bir başka örnek: Geldin, viraja çok hızlı bir şekilde girdin, arabayı toparlayamadın ve uçuruma yuvarlandın. Az sıyrıklarla kurtuldun.
Biraz sonra bir adam geldi, dedi ki: “Ben zaten senin böyle yapacağını biliyordum, ben seni yukarıdan gördüm, o hızla virajı alamazdın, mutlaka uçuruma yuvarlanacaktın.”
Şimdi kalkıp o adama, “Suçlu sensin, sen benim uçuruma yuvarlanacağımı bildiğin için ben bu kazayı yaptım” diyebilir misin?
Aynen bu misalde olduğu gibi, bir olayın Allah tarafından bilinmesi, bizi o olayın sorumluluğundan kurtarmaz.
18
Ehl-i kitab ne demektir?
Yahudi, Hristiyan gibi semavi din mensuplarına "Ehl-i Kitap" denir. Kur'an-ı Kerim'de Ehl-i kitaptan çokça bahisler vardır. Ehl-i Kitap, Peygamberimizi (asm) kabul etmediklerinden "kafir" sayılmakla beraber, "Allah'ı inkar eden" anlamında kafir değillerdir.
Kur'an-ı Kerim, ehl-i Kitaba bazı konularda, kafirlere nispetle ayrıcalık tanır. Mesela, onlardan kız almak caizdir ve kestiklerini yemek helaldir (Maide, 5/5) Onlara tanınan bu ayrıcalık, ehl-i küfre nispetle, imana daha yakın olmalarındandır. Kur'an, onlara şöyle seslenir:
"Ey Ehl-i Kitab! Bizimle sizin aranızdaki müşterek bir kelimeye gelin! Ancak Allah'a ibadet edelim. Hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp bazınız bazısını Rab edinmesin."(Âl-i İmran, 3/64)
Yani, birbirimizi Rab, Mevla, Hakim-i Mutlak tanımayalım. Bütün hareketlerimizi Hakk'ın emriyle ve Allah'ın rızasıyla ölçelim... Hepimiz Allah'a kul olalım. Kendimizi ancak O'na mahkum bilelim. Birbirimize de ancak bu kural çerçevesinde tabi ve bağlı olalım. (1)
Kur'an, Ehl-i kitabın kendi alim ve ruhbanlarını, Rab edindiklerini bildirir.(Tevbe, 9/31) Hristiyanlıktan İslam'a geçen Adiy b. Hatem, "Ya Resulullah, biz onları Rab edinmiyorduk." deyince Resulullah (asm), şu açıklamayı yapar:
"Onlar, Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal yapıyor, siz de onlara uyuyordunuz. İşte bu, onları Rab edinmektir."(2)
Yoksa, herhangi birini Rab edinmek için illa ona "Rab" namını vermek şart değildir. (3)
Şu ayet, Ehl-i kitapla mücadelede izlenecek yolu ifade eder:
"Onlardan zalim olanlar dışında, Ehl-i kitapla en güzel bir şekilde mücadele edin. Ve şöyle deyin: Biz, hem bize indirilene hem de size indirilene iman ettik. Bizim de sizin de İlahımız birdir. Ve biz, yalnız O'na teslim olmuş kimseleriz." (Ankebut, 29/46)
Bu ayette, Ehl-i kitap, iki kısımda mütaala edilmektedir: 1. Zalim olanlar. 2. İnsaflı olanlar.
İnsaflı olanlarla en güzel bir şekilde mücadele yapılması emredilir. Bu tarz yaklaşım, onları İslam'a çekecek, İslam'a girmekte zorlanmayacaklardır. Çünkü, İslam'a girdikleri zaman Hz. Musa (as)'ı, Hz. İsa (as)'ı reddetmeleri gerekmiyor... Böylece, son peygamberin dinine uyacaklar ve tahrif edilmiş bir dinin mensubu olmaktan kurtulacaklardır.
Kur'an-ı Kerim, Hristiyanların Yahudilere nisbetle İslam'a daha yakın olduğunu bildirir:
"Yahudi ve müşrikleri mü'minlere en çok düşmanlık yapan kimseler olarak bulacaksın. ‘Biz Hristiyanız.’ diyenleri de, mü'minlere sevgide en yakın kişiler olarak bulacaksın. Çünkü, onların içinde bilgin keşişler ve ruhbanlar var ve bir de onlar büyüklenmezler." (Maide, 5/82)
Tarih, üstteki ayetin bir ispatıdır. Yahudilerden İslam'a girenler parmakla gösterilecek kadar azdır. Fakat Hristiyanlardan pek çok kimse, araştırmaları neticesinde İslam'ı seçmişlerdir. Bugün Avrupa'da Hristiyan asıllı Müslümanların sayısı, yüz binleri geçmektedir. Yine Avrupa'da pek çok kilise, cami hâline getirilmiş ve bunlar İslami faaliyet merkezleri olarak hizmet vermektedirler.
Hristiyan ülkelerde İslami faaliyetlerin güzel neticeleri gözle görülen bir realite olduğu gibi, bu ülkelerin idarecilerinin İslam aleyhinde tutumları da yine bir realitedir.
İnsaflı Ehl-i Kitapla en güzel bir mücadeleyi emreden Cenab-ı Hak, şu ayetle de onların zalim kısmıyla ilgili hükmü bildirir:
"Ehl-i Kitaptan Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasulünün haram kıldıklarını haram kabul etmeyen ve Hak dini din olarak seçmeyenlerle, onlar zelil vaziyette kendi elleriyle ‘cizye’ verinceye kadar savaşın." (Tevbe, 9/29)
Ayette sayılan özellikler, “Bütün Ehl-i kitabı içine alır mı, yoksa almaz mı?” meselesi zaman zaman tartışma konusu olmaktadır.(4) Ayetin "Ehl-i kitabın hepsiyle, onlar cizye verinceye kadar savaşın." demeyip, "Ehl-i kitaptan şu özellikte olanlarla savaşın." demesi, herhalde gözden uzak tutulmamallıdır.(5) Resulüllah’ın uygulaması da bu tarzda olmuştur.
Hz. Peygamber (asm), İslam'ın Mekke döneminde bazı Müslümanları Hristiyan bir ülke olan Habeşistan'a göndermiş, orada rahat edeceklerini söylemiştir. Medine döneminde ise, hem Yahudi hem de Hristiyanlarla diyaloğa girmiş, onlara Allah'ın dinini anlatmış, kendilerini iknaya çalışmıştır. Bunun neticesinde Ehl-i kitaptan İslam'a girenler olmuştur.
Kur'an'ın belirttiği gibi, "Ehl-i Kitabın hepsi bir değildir." (Âl-i İmran, 3/113). Onların hepsini aynı kategoride görmek, Kur'ani ve tarihi realiteye muhaliftir.
"Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır. Allah zalim topluluğa hidayet etmez."(Maide, 5/51)
ayeti, onlarla diyaloga ve beşeri ilişkilere mani değildir. Nitekim, ehl-i Kitaptan kız almak, Kur'an'ın hükmüyle sabit bir vakıadır. (Maide suresi,5).
Hamdi Yazır, üstteki ayetle ilgili şöyle der:
"Müminler, Yahudi ve Hristiyanlara iyilik etmekten, dostluk yapmaktan, onlara idareci olmaktan men edilmemiş; onları veli ittihaz eylemekten, yardaklık etmekten nehiy edilmişlerdir. Çünkü onlar, müminlere yar olmazlar."(6)
Meseleyi şu şekilde özetlemek mümkündür:
Onlarla beşeri ilişkilerde bulunmak ayrı, onların din-örf ve adetlerine hayran kalmak ayrıdır. Birincisi Kur'an'ın nehyine dahil değilken, ikincisi kesinlikle yasaklanmıştır.
Kaynaklar:
1. Yazır, II/1132.
2. Razi, XVI/37.
3. Yazır, IV/2512.
4. Razi, X, 333; Kutub, III, 1631-1634
5. Ateş, III, 1133-1134.
6. Beydavi, II, 211.
19
"Allah gelse, seni elimden alamaz!" sözünü kullanmak doğru mudur ?
Bir öfke sonucu, bir kızgınlık anında, düşünmeden bu sözü söyleyen kişinin Allah’ın gücü ve kudreti konusunda en ufak bir bilgisinin olmadığı anlaşılıyor.
Bir kere Allah’ın gücünün ve kudretinin ne bir sınırı vardır, ne bir hududu... Çünkü Allah’ın kudreti sonsuzdur, sınırsızdır.
"Ve hüve alâ külli şey’in kadîr", yani "Allah’ın her şeye gücü yeter" ifadesi, Kur’an’da 40-50 yerde geçiyor.
"Her şey" derken, bu ifadenin içine girmeyen kalmıyor. Allah’ın kendi zatı dışında, varlık âleminde bulunan, Allah tarafından yaratılmış olan, aklımıza gelen gelmeyen bütün yaratıklar bu “her şey”in içindedir.
"Allah’ın şuna gücü yeter, buna yetmez; şunu yapar, bunu yapamaz; şu kişiyle baş eder, bu kimseyle baş edemez" diye bir şey söz konusu olamaz.
Bu ifadeler bir insan olarak, bizim için söylenebilir. Mesela, ben 10 kiloyu çok rahat kaldırırım, 20-30 kiloda biraz zorlanırım, 50 kiloda çok zorlanırım, ama 100 kiloyu asla kaldıramam.
Neden? Çünkü benim gücüm ve kudretim bellidir.
Nasıl bellidir? Çünkü benim gücüm ve kudretimde mertebeler vardır. Az önce verdiğimiz örnekte olduğu gibi…
Ama Cenab-ı Hak için, ağır-hafif, büyük-küçük, az-çok, aşağı-yukarı gibi kavramlardan söz edilmez.
Allah’ın kudreti karşısında bir sinekle dünyamızdan 1 milyon 300 bin defa büyük olan güneş aynıdır.
Minnacık bir sineği aynı kolaylıkla havada tuttuğu ve uçurduğu gibi, koca güneşi aynı kolaylıkla uzayda tutar ve seyrettirir. İçinde milyarlarca yıldızın yer aldığı galaksiyi de aynı kolaylıkla uzayda gezdirir.
Yine bir insanı yaratmasıyla bütün insanları yaratması Allah’ın gücü açısından aynıdır. Âhirette bir insanı diriltmesiyle aynı anda bütün insanları diriltmesi arasında bir fark yoktur.
Kur’an bu konuda diyor ki:
"Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir". (Lokman, 31:28)
Yine İlahî kudreti bize anlatırken Kur’an şu âyeti hatırlatır:
"Onlar Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet gününde yeryüzü O’nun avucunda, gökler de dürülmüş hal-de elindedir (kudreti içindedir)." (Zümer, 39:67)
Kur’an özetle diyor ki: "
Allah, her şey üzerinde dilediğini yapmaya kadirdir." (Kehf, 18:45)
Her şey Allah’ın elinde, her canlı Allah’ın idaresi ve iradesi altındadır.
"
Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onun alnından yakalamış olmasın" (Hud, 11:56) âyetinde ifade edildiği gibi, bütün canlılar, sürekli olarak Yüce Allah’ın kudretiyle ayakta ve hayatta kalmaktadır.
"
Ahalisi zalim olan beldeyi Rabbin yakaladığı zaman işte böyle yakalar. O’nun yakalayışı gerçekten pek acı ve pek şiddetlidir” (Hud, 11:102) âyeti ise, âsi kavimleri, peygamberlerin davetine karşı gelen, azaptan başka bir yolla düzelmeleri mümkün olmayan zalim toplumları Cenab-ı Hakkın, tarihin çeşitli dönemlerinde helak ettiğini, ülkelerini yerin dibine geçirdiğini, onları günahlar içindeyken yakaladığını ve en şiddetli azaba çarptırdığını anlatıyor.
İsrailoğullarını Firavun’un elinden, İbrahim Aleyhisselama inananları Nemrut’un zulmünden, Mekke halkını Ebrehe’nin hücumundan ve İslam’ın ilk yıllarında Müslümanları Ebu Cehil’in işkencesinden kurtardığı gibi, her zaman ve her dönemde mazlumları zalimlerin zulmünden kurtarmış ve kurtarıyor.
Bu açıdan bilir bilmez biçimde, olur olmaz yerde, anlamlı anlamsız durumlarda ileri geri konuşup, "
Allah gelse, seni elimden alamaz" gibi sözlerin hiçbir değeri, kıymeti ve anlamı yoktur.
Bu sözler söylenecek sözler olmadığı gibi, şu veya bu şekilde söyleyen kimselerin, söylediğine bin pişman olup bundan dolayı Allah’tan af dilemesi gerekir.
20
Küfür olan şeyi bilmeden yapan kişi kafir olur mu?
Küfür gerektiren bir söz söyleyen veya bir fiil işleyen kimse kâfir olur. (bk. İbn Hacer el-Heytemi, ez-Zevacir, 1/47)
Örneğin, bir kimse, zinanın, içkinin haram olmadığını veya namazın, orucun farz olmadığını söylese kâfir olur. Çünkü herkes tarafından bilinmesi gereken bu gibi hükümleri bilmemek mazeret değildir. Buna mukabil, bir kimse: “İddet süresi içinde olan bir kadını nikahlamak caizdir” dese kâfir olmaz. Çünkü bu bilgi ilim ehline mahsustur. Bununla beraber, ilgili adama bunun haram olduğunu bildirdikten sonra yine aynı fikrinde ısrar ederse, o zaman kâfir olur. (Nevevî, el-Mecmu’, 3/14, 80)
- Özetle: Bir insan yakın zamanda müslüman olmuş veya dini bilgileri öğrenmesi kolay olmayan bir ortamda yaşıyorsa, bunun -küfür olan bir sözü- hakkında “ben bunun küfür olduğunu bilmiyordum” demesi kabul edilir. (bk. Nevevî, 12/143; 20/19)
Şunu özellikle belirtmek isteriz:
Bu açıklamalar, insanları sakındırmak ve daha dikkatli olmaya yönlendirmek içindir. Yoksa bu ifadeleri söyleyenlere kafir demek doğru olmaz. Bu konuda temel kural şudur: Müslüman olduğunu söyleyen kişiye asla kafir denilemez.
Alimlerimiz “elfaz-ı küfür” dediğimiz bazı kelimeleri söylemenin küfür olacağını söylemişler. Ancak bu sözleri söyleyenlere de kafir dememişlerdir. Daha dikkatli olsunlar diye ikaz etmek için uyarmışlardır.
Bir insanın küfre düştüğüne hüküm vermek için belli bir ilmi heyet tarafından değerlendirilir ondan sonra küfre düştüğü anlaşılırsa tövbeye davet edilir. Eğer tövbe etmezse o zaman küfrüne hüküm verilir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Elfaz-ı küfür söyleyen kişi kafir olur mu? Bir kimsenin bazı ...
21
İnkâr mümkün mü?
"Herkes cahildir." der Will Rogers. "Sadece branşları farklıdır." Mesela, maden mühendisliği dalı bir doktor için, tıp dalı da maden mühendisi için birer cehalet branşıdır. Dini inançlar ise, zamanımızda pek çok kimse için ortak bir cehalet dalını teşkil ediyor. Ne var ki, pek çoğumuz bu gerçeği ihmal etmeye yatkınızdır. Bu yüzdendir ki, bazı isimlerin başında yer alan ünvanlar bizi aldatır ve o kimsenin inkârında bir bilgi kırıntısı ve bir değer aramaya zorlar.
Oysa inkâr, adı üzerinde, tanımamaktır, bilmemektir, reddetmektir. Bunlar ise, yokluk ifade eden fiillerdir. Yokluğun bilgisi olmaz. Tanımamak bilginin değil, bilgisizliğin ifadesi ve neticesidir. Dolayısıyla, kişi başka sahalarda ne kadar derin bilgi sahibi olursa olsun, tanımadığı şey hakkındaki cehaletini mevcut bilgisiyle telafi etmesi mümkün değildir, tıpkı siyaset bilgisiyle biyoloji de ahkam kesmek mümkün olmadığı gibi.
İnkâr etmek kolaydır. Kişi gözünü kapar, sonra "Yoktur!.." der. Bu konuda bir Avustralya yerlisi ile bir kürsü başkanının, Ebu Cehil ile Darwin'in arasında fark yoktur. Bunların inkâr ettikleri şey hakkındaki bilgilerini karşılaştırmak, bir dizi sıfırı birbiriyle mukayese ederek, hangisinin daha büyük olduğunu anlamaya çalışmak kadar abes olur. Hatta inkâr üzerine bir münakaşa yürütmek dahi imkansızdır; zira olmayan şeyin olmayan unsurlarını kullanarak bir yere varamazsınız. İnkâr ehlinin onca deliller karşısında inkârında direnmesine sebep de budur. William G.Mc Adoo'nun, dediği gibi,
"Cahil bir adamı münakaşada mağlup etmek mümkün değildir."
İman ise, hangi seviyede olursa olsun, bir bilginin neticesi ve ifadesidir. İmanın kuvveti, bilginin seviyesine paralel bir artış gösterir. Neye inanıyorum? Kendisine iman ile bağlandığım zat nasıl bir Zat'tır? Özellikleri, sıfatları nelerdir? O, etrafımızdaki alemde nasıl iş görür? Nasıl yaratır, nasıl yaşatır? Benden bekledikleri nelerdir? Ben O'ndan neler bekleyebilirim ve bu beklediklerime nasıl kavuşabilirim? Bunlar gibi pek çok sorunun getirdiği bilgiler, imanı şekillendirir. Nitekim Kur'an'da,
"... Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar..."(Fatır, 35/28)
buyurulmak suretiyle, imanın bir bilgi neticesi olduğunu açıkça bildirmekte, göklerin ve yerin "akıl sahipleri için", "bilgi sahipleri" için Allah'ı tanıtacak delillerle dolu olduğunu, birçok ayette hatırlatılmaktadır.
(bk. Gerçeğe Doğru, C: III, Zafer Yayınları)
22
Materyalistlerin, inkârcıların, din ve mukaddesat hakkındaki propaganda ve telkinleri nasıl değerlendirilmelidir?
Öncelikle, insan yaratılış itibariyle etkilenebilir bir yapıdadır ve telkine açıktır; bu durumuyla boş bir kabı andırır. Kalp ve beyni olumlu fikir ve hakikatlerle doldurulmazsa, onların yerini, ister istemez menfî ideolojiler, hurafe ve safsatalar alır. Bugün gençliği sarsan psikolojik bunalımların, ruh sıkıntılarının asıl sebebi budur. Bu manevi ıstıraplardan kurtulmanın tek yolu, akıl, kalp ve vicdanlarını Kur’an'ın getirdiği ulvî hakikatlerle doyurmak iken, bir kısım gençler, ilim ve fikir yerine, aldatıcı sloganlara, sihirli reçetelere(!) daha çok meyleder. Manevî boşluklarını böylece doldurup, huzura kavuşacaklarını ve ıstıraplardan kurtulacaklarını zannederler.
Materyalistler, onların bu hâlinden istifade ederek bu safdil ve zavallıları, adalet, eşitlik, gibi hayalî slogan ve propagandalarla aldatır, kendilerine çekerler. Onları sempatizan hâline getirdikten sonra, sosyal problemler için ileri sürdükleri, hayalî vehmî reçeteler yanında yer yer bu gençlerin kafalarına maneviyatı sarsıcı şüpheler atarlar. Belli bir dönemden sonra, sürekli ve yoğun telkinlerle, zavallı muhataplarının beyinlerini yıkaya yıkaya, nihayet onları materyalist ve ateist düşünce dışında hiçbir hakikati kabul edemeyecek, bir hâle sokarlar. Artık bu insanlar mantık ve muhakemelerini kaybederek robotlaşır. Basit bir hanenin dahi ustasız olamayacağı kesin bir gerçek iken, şu muhteşem kâinat sarayını, sahipsiz ve yaratansız kabul ederler. Bir harfin kâtipsiz olması muhal olduğu hâlde, her harfinde nihayetsiz hikmetler bulunan şu kainat kitabını katipsiz kabul ederler. Hem bütün bitkiler, hayvanlar ve insanları, hayatsız ve şuursuz ve iradesiz tabiatın yaptığına, yahut bunların kendi kendine meydana geldiğine inanırlar. Kendilerini gayesiz, vazifesiz, başıboş ve sahipsiz zannederler, korkunç bir dalalete düşerler.
İnsanın kıymet ve mahiyetini elmas derecesinden kömür derecesine indiren, bütün insanî özellikleri silip süpürerek, onu hayvandan çok aşağı dereceye düşüren inkârcılığın iç yüzündeki çirkinliği ve imkânsızlığı göremezler. Hâlbuki kâinattaki büyük ve kuşatıcı hakikatler, küfür ve inkâr ile izah edilemez. Mesela, aşağıdaki soruların cevaplarını makul ve tatminkâr bir şekilde, asla materyalist felsefede bulamazsınız:
- Bu kâinatı ve içindeki hadsiz varlıkları yaratan kimdir?
- Bu âlemi atomdan güneşlere kadar, insanın hizmetinde koşturan kimdir?
- Gökyüzündeki binlerce gök cismini, mükemmel bir nizam ve hikmetle evirip çeviren kimdir?
- Yeryüzünü dağ ve bağlarıyla, deniz ve nehirleriyle, toprağı suyu ve havası ile, insanlara hizmet ettiren kimdir?
- İnsanı diğer varlıklara oranla, üstün bir yaratılışta yaratarak, ruhuna harika özellikler veren, o ruha akıl ve hayal gibi her biri dünya kıymetinde binlerce latif hissiyatı takan kimdir?
- İnsan bu âleme nereden gelmiştir, bu dünyadaki vazifesi nedir ve nereye gidecektir?
Her an süratle ölüme yaklaşan bir insan ruhu, ancak bu sorulara cevap bulmakla tatmin olur, huzur bulur; dünyada rahata, ahirette saadet ve selamete kavuşur.
Hem inkârın mahiyeti, yalan olmakla beraber, gerçeğin zıddını kabuldür. Mesela, Selimiye Camii’nin mimarını inkâr etmek, hakikatsiz bir safsata ve büyük bir yalandır. Evet, mükemmel plânı, harika estetiği, sanatlı yapılışı ile akılları hayrete düşüren böyle muhteşem bir eser ortada iken, onun ustasını inkâr etmek en büyük bir safsata, en dehşetli bir zulüm ve en hakikatsiz bir hurafedir.
Aynen bu misal gibi, binlerce menzilleri ihtiva eden şu muhteşem kâinat sarayının Hâlık ve Mâlikini, sahip ve mutasarrıfını inkâr etmek, bu misalden hadsiz derecede çirkin bir yalan, müthiş bir hezeyan, korkunç bir safsatadır.
23
İçerisinde haram olan (jelatin gibi) katkı maddeleri bulunan gıdaları yerken, zatında haram olan bir işe başlarken besmele çeken dinden çıkar mı? Haram para ile kazanılmış bir ekmeği yerken besmele çekilebilir mi?
Dinî kaynaklarımızdan Fıkh-ı Ekber ve Dâmâd’da, bu hususta şöyle denilmektedir:
“Bir kimse haram olduğu kesin olarak bilinen şeyleri yaparken "bismillah" derse, küfre girmiş olur. Meselâ kumar oynarken, şarap içerken, zina ederken, tavla zarlarını eline alıp atmadan önce, yenmesi haram olan bir malı yerken Bismillah derse küfre girer. Çünkü bu insan Allah’ın ismini hafife almış, onunla alay etmiş olmaktadır.”
Ancak, bu kimse daha sonra pişmanlık duyar, tövbe istiğfar eder, tekrar kelime-i şehadet getirirse yeniden imana kavuşmuş olur.
Farkında olmadan, bir alışkanlık olarak, harama başlamadan önce besmeleyi söyleyen kimse küfre girmese dahi, yine de mesuliyetten kurtulamaz.
Böyle bir hareketin küfrü gerektirdiğini bilmeden yapan kimselerin durumuna gelince: Hanefî mezhebine mensup çoğu âlimler cehaleti özür olarak kabul etmediklerinden dolayı, bu kimsenin dininin tehlikeye girdiği kanaatindedirler. Fakat bazıları cehaleti bir mazeret olarak kabul ettiklerinden, böylelerinin küfrüne kail olmamaktadırlar.
İçerisinde domuzdan elde edilmiş jelatin olduğunu kesin olarak bildiğiniz gıdaları yemeniz caiz olmadığı gibi, bu gıdaları yerken besmele çekmek de doğru değildir.
Zatı itibari ile haram olan bir şeyi yerken veya yaparken besmele çekmek haramdır. Ancak zatı itibari ile haram olmayan bir şeyi yerken besmele çekilebilir. Bu bakımdan domuz eti ve içki gibi şeyleri yiyip içerken ve hırsızlık yaparken, kumar oynarken besmele çekilmez. Ancak haram yoldan elde edilmiş bir ekmeği veya yiyeceği yerken besmele çekilebilir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Jelatin ve (E) katkı maddeleri hakkında bilgi verir misiniz?
24
"Allah beni unuttu", "Burası Allah'ın unuttuğu yer!" gibi ifadeleri kullanmak doğru mudur?
Dünyada yan yana gelmeyecek iki kelime varsa, o da "Allah" ve "unutma" kelimeleridir.
Kur’an, Allah’a "unutma" yakıştırmasını şiddetle reddediyor, Musa Aleyhisselamın diliyle Kur’an diyor ki:
"Onlar hakkındaki bilgi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim yanılmaz ve unutmaz."
(Tâhâ, 20:52)
Cebrail Aleyhisselamın ağzından da şu gerçeği dile getiriyor:
"Biz ancak Rabbimizin emriyle ineriz. Geçmişimiz, geleceğimiz ve ikisi arasındaki her şey O’na aittir. Ve Rabbim hiçbir şeyi unutmaz."
(Meryem, 19:64)
Bundan dolayı Allah için "unutma" kelimesini kullanmak hem caiz değildir, hem de insanın ayağını kaydırır, kişiyi inançsızlık/imansızlık çukuruna yaklaştırır.
Çünkü "unutmak" noksan bir sıfattır. Allah ise bütün noksan ve eksik sıfatlardan münezzehtir ve temizdir, beridir ve uzaktır. Bu inancımızı ifade etmek için "Sübhanallah" diyoruz ya! Yani "Allah’ım! Sen bütün eksik ve noksan sıfatlardan münezzehsin. Unutkanlık gibi noksan sıfatlar varsa, o da bendedir, benden kaynaklanır, Sende olması mümkün değildir. Bu sıfatlar Senin uluhiyetine uymaz ve yakışmaz" diyoruz.
Allah’ın bir ismi Alîm’dir. Yüce Allah, olmuş-olacak, geçmiş-gelecek, gizli-açık, görünür-görünmez, en küçükten en büyüğe, en azdan en çoğa varıncaya kadar her şeyi bilir ve her şeyden haberi vardır.
Bitkiler ve hayvanlar aleminin milyonlar türlerinin tüm fertlerinin gıdalarını, giyimlerini, dünyaya gelme ve dünyadan ayrılmalarını, vazifelerinin onlara ilham edilmeleri gibi tüm fiilleri Cenab-ı Allah ezeli ilmi ile aksatmadan kainat yaratılalı beri yapmaktadır. Birde bunlara milyarlarca insan eklendiğinde Cenab-ı Allah' ın ilminin herşeyi nasıl kuşattığını insan hayal bile edememektedir.
Allah beni unuttu diyen birine sormak lazım : "Acaba kalbinin atışını kendin mi kontrol ediyorsun?" veya "yediğin yiyeceklerin vücudun tüm hücrelere dağıtımını kendin mi yapıyorsun?" veya "aldığın temiz nefesi kendin mi kanın temizlenmesinde kullanıyor ve dışarı çıkartırken de ses olarak kullanıyorsun?" ... ve daha bunlar gibi yüzlerce soru.
Cenab-ı Allah insana sadece küçük bir tercih ve karar verme mekanizması vermiştir. Sonrasında ise yapma niyetinde bulunduğu tüm fiilleri ise kendisi külli iradesi ile kendi yapmaktadır. Örneğin elimizi kaldırmak veya ayağımızla adım atmak kararı bizden, bunun beyinde işlem görmesi, koldaki veya ayaktaki sinir sistemlerine, oradan kas sistemlerine, oradan eklemlere varıncaya kadar onlarca biyolojik ve kimyevi işlemi yaptırmak Cenab-ı Allah' ın külli iradesindendir. Bu işlerin hangisi bizim kontrolümüz altındadır vicdanımıza soralım bakalım. Akıl ve vicdan sahibi kim diyebilir ki "ben adım atmak istedim de Allah -haşa- birini attırdı da diğerini unuttu."
Yüce Allah’ın bilgisinin genişliğini ve sonsuzluğunu bize Kur’an öğretiyor:
"De ki: İçinizdekini gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerdeki her şeyi, yerdeki her şeyi de Allah bilir. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir."
(Âl-i İmran, 3:29)
Bu konuda yüzlerce âyet vardır. Bütün âyetler Cenab-ı Hakkın ilminin sonsuz olduğunu bildirir, anlatır. Bizim ilmimiz ve bilgimiz belirlidir ve sınırlıdır. Allah'ın ilmi ve bilgisi ise sonsuzdur, ezelidir, haddi hududu yoktur.
Allah’ın ilmi niye sınırsız ve sonsuzdur? Çünkü Cenab-ı Hakkın ilminde mertebe, basamak ve derece yoktur. "Şu kadarını bilir de, şu kadarını bilmez" denmez. Bu sınırlama biz insanlar için söz konusudur. Bir insan ne kadar âlim/bilgin ve dâhi de olsa ancak belirli şeyleri bilir. "Az bilme, çok bilme" gibi ifadeler insan içindir, insan için kullanılır, böyle şeyleri Allah için düşünmek mümkün değildir.
Bizim bilgimiz sonradan olma ve sonradan öğrenmekle gelişiyor. Oysa Allah’ın ilmi ezelîdir. O’nun ilminin ne başı vardır, ne sonu; ne öncesi vardır, ne sonrası; ne geçmişi vardır, ne de geleceği...
Bunun için Allah’ın unutması, hatırlamaması, bizde olduğu gibi hâşâ "aklına gelmemesi" gibi bir şey kesinlikle söz konusu olmaz ve olamaz.
25
"And olsun senden önce de peygamberler gönderdik ve onlara da eşler ve çocuklar verdik..." (Ra'd, 13/38) ayetinin iniş sebebi, Yahudilerin, Peygamberimizin çok evliliğine yaptıkları itiraz mıdır?
Sorudaki hususu, bu ayetin nüzul sebebi olarak belirten bazı tefsirler vardır. (bk. Beğavî, Alusî, ilgili ayetin tefsiri) Ancak bunu hikaye eden el-Kelbî, rivayet açısından zayıf kabul edilmektedir.
Bu sebeple olacak ki, Taberî ve İbn Kesir gibi ünlü müfessirler, böyle bir nüzul sebebine yer vermemişlerdir.
Bununla beraber, İbn Aşur’un da ifade ettiği gibi, Rad Suresi Mekke’de inmiştir. O zaman Yahudilerle bir bağlantı söz konusu değildir. Böyle bir nüzul sebebi olsa olsa, bazıların dediği gibi müşrikler tarafından yapılan itirazlardır. Bununla beraber, Hz. Peygamber (a.s.m)’in Mekke’de sadece Hz. Hatice ile evli olduğu göz önünde bulundurulursa, Onun evliliğine böyle bir itirazın yapılması pek makul olmadığı anlaşılır.
Diğer bir husus, Yahudilere gelmiş peygamberlerin evlilikler,i eş ve cariyeler olarak kat kat fazla olduğu bilinmektedir. Bu sebeple, Yahudilerin böyle bir iddiada bulunmaları -şayet doğru ise- “ağızların söylediğini kulakların duymadığı” cinsten bir garabet arzetmektedir.
Mekke'li Müşrikler, peygamberin insan üstü varlık olacağını sanıyordu. Hz. Muhammed (asm)''in eş ve çocukları olduğu için, onun peygamberliğine itiraz ediyorlardı. Oysa Kur'ân-ı Kerîm beşerî özellikler bakımından peygamberlerin insan üstü varlıklar olmadığını, onların da birer insan olduğunu, eş ve çocukları bulunmasının peygamber olmaya engel teşkil etmediğini haber vermektedir.
Nitekim Furkân Sûresi'nin 7. âyetinde bildirildiği gibi, kâfirler şöyle diyorlardı: “Bu ne biçim peygamber yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı." İşte onlar Hz. Peygamber (asm)'in bir beşer gibi davranmasını yadırgıyor; onun insanüstü, beşer üstü niteliklerle donatılmış olmasını bekliyorlardı.
Hâlbuki peygamberler de birer insandır. Bu bakımdan beşer olmanın gerekli kıldığı meşru davranışları yapacaklardır. Onlar da yer-içer, ticaret yapar, devlet idare eder, evlenip çocukları olur. Onların bu ifadelerine karşı cevap Ra'd 38. âyetin ilk bölümü; diğeri de Furkân 20. ayettir:
"Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı."
Şimdi âyetlerden çıkaracağımız netice şudur:
Yüce Allah bütün insanlara, özellikle mü'minlere Hz. Peygamber (asm)'in bir beşer olduğunu, onun için Yahudilerin Hz. Üzeyir (as)''i, Hristiyanların da Hz. İsâ (as)'yı tanrılaştırdıkları gibi Hz. Muhammed (asm)'i de tanrılaştırmanın şirk olacağını öğretmektedir.
Âyetin açık delâletinden anlaşıldığı üzere, peygamberler de bizim gibi, erkekle dişinin evlenmesinden doğan insanlardır. Onlar da yemek yerler, su ve meşrubat içerler, evlenirler, uyurlar, alım-satımda bulunurlar. Bütün bu ve benzeri sıfatlar, onlar hakkında caizdir. Ne var ki, onlara vahiy iner; dinî konularda ve bazı çok önemli dünyevî işlerde Allah'tan alır, öyle konuşurlar. Ayrıca onların birtakım vacip olan sıfatları da vardır; doğruluk, keskin zekâ, seyyal bir akıl, günahlardan korunmuşluk, emredilen şeyleri noksansız ve ilâvesîz teblîğ etmek ve güvenilir olmak...
İsa (a.s.) ile Yahya (a.s.) ve bir rivayete göre, Üzeyr (a.s.) evlenmemişlerdir. Diğer peygamberler ise, evlenmişlerdir. Bu iki peygamberin evlenmemesinde bazı sebepler söz konusudur. Onlardan biri ve belki başta geleni, Yahudilerle olan çetin mücadeleden fırsat bulup evlenme imkânı bulamamalarıdır. Aynı zamanda, her ikisi de genç yaşta dünyadan ayrılmışlardır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Peygamber Efendimizin çok evliliği ve evinin ezvac-ı tahirat okulu olması...
- Peygamber Efendimizin çok evlenmesinin hikmetleri...
26
Maç izliyordum, bir futbolcuya istemiyerek "Helal olsun" dedim. Bir şeye "helal olsun" demek kişiyi kafir yapar mı?
Bu sözü söyleyen kafir olmaz. Çünkü Allah'ın haram kıldığı bir şeye helal demiyorsunuz ki kafir olasınız.
Halk arasında, "çok iyi oldu, aferin" anlamında olan helal kelimesiyle, "Allah'ın helal kılması" farklı şeylerdir. Bu nedenle böyle bir sözü söyleyen kafir olmaz. Ancak konuştuklarımıza dikkat etmek, her zaman iyidir.
Küfrü gerektirecek şeye inanan kişi kafir olur. Ancak ağzından küfrü gerektirecek bir söz çıkan kişiye kafir olur denilmez. Çünkü bazen söz küfür olsa da söyleyeni kafir yapmaz. O sözü söylemesi küfründen değil cehaletinden kaynaklanabilir.
Küfür ve iman kalbe ait şeylerdir. Elfaz-ı küfürden bir söz kullanan kimse kalben imanı terk etmemişse, sırf bu sözü kullanmaktan dolayı imanı gitmiş olmaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
Tekfir etme ve elfaz-ı küfür, bir kimsenin bazı sözlerinden dolayı ona kafir demek doğru mudur?..
27
İman esaslarını inkar edenler, kendi inkarlarının da uyumlu olduğunu söylüyorlar?
İnkârcılığı akıl ve mantıkla izah etmek mümkün değildir. Çünkü inkâr etmek bir şeyin olmadığını iddia etmektir. Bir şeyin olmadığını ispat etmek ancak delile dayanarak yapılabilir. Halbuki iman esasları gibi dünya ve ahiret alemini ilgilendiren bir alandaki hususlarda inkâr ettiklerini -bilimsel olarak ispat etmek- ancak bütün evreni ve ahiret alemini gezdikten sonra mümkün olabilir.
Bu inkârcılığı bir delile dayanarak, özellikle pozitivist felsefi düşünceye göre, elle tutulur, gözle görülür bir delile dayanarak ispat etmeleri için -söz gelimi, ahiret alemi diye bir memleketin olmadığını / yokluğunu ispat etmek için- dünya ve ahiret memleketinin her tarafını dolaşmaları gerektir. Böyle bir şey mümkün olmadığına göre, bilimsel olarak, ahireti inkâr etmek de mümkün değildir.
Oysa, iman esaslarının doğruluğunu gösteren yüzlerce delil vardır. Söz gelimi, kış uykusuna yatan canlıların baharda dirilmeleri, kış mevsiminde birer külçe kemik haline gelen ağaçların baharda birkaç hafta içerisinde, dal-budaklarıyla, yaprak ve çiçekleriyle, sümbül ve meyveleriyle yeniden dirilmeleri, her gece uykuyla bir nevi ölmüş olarak sabahleyin tekrar dirilmemiz, çok açık bir delil / bir ipucu olarak gösteriyor ki, her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, kıyamet kışından sonra bir mahşer baharı ve ölüm uykusundan sonra da bir haşir sabahı olacaktır.
Yine -söz gelimi- insanların gözlerinin değeri ancak görme eylemiyle orantılıdır. Görme eylemi ise, ancak güneşin varlığıyla mümkündür. Bu çok açık bir delildir ki, güneşi yaratan ile gözü yaratan aynı Allah’tır.
Keza, bir kulağın değeri de işitmeye bağlıdır, bu da atmosfere/havaya bağlıdır. Demek ki, atmosferi de yaratan, bizim kulağımızı da yaratan aynı yaratandır/Allah’tır. Bunu inkar etmek, güneşle göz, kulakla havanın ilişkisini inkâr etmek anlamına gelir.
28
Sözlerinde Allah'a isyan, şirk olan müzikleri dinlemek insanı kafir yapar mı?
Bu sözler tasdik ederek dinleyen küfre düşer. Tasdik etmeden dinleyen küfre düşmez günahkâr olur; tövbe etmelidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Müzik / çalgı aletleri (bağlama, gitar, piyano, org, saz vb.) kullanmak ve şarkı söylemek caiz mi?
29
Miraç hadisesini inkar eden kişi küfre girer mi?
Mîrâç ile İsrâ hadisesi birbirleriyle ilgili oldukları için, kısaca her ikisini açıklamak îcâb eder. İsrâ lügatta; "gece vaktinde yürütmek" anlamını ifâde eder. Istılahta ise Peygamberi (asm) gece vaktinde Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götürmektir. İsrâ hâdisesi, Kur'ân-ı Kerîm'in nassı ile sabit olduğundan onu inkâr etmek küfürdür.
Mîrâç ise; lügatta merdiven gibi, yükseğe çıkmak için vasıta olan şeydir. Istılahta ise Peygamber (asm)'in Mescid-i Aksâ'dan semâlara ve âlem-i ulviye çıkmasıdır.
Mîrâç olayı Peygamber (asm)'in hadîsiyle sabit olmuştur. Ancak hakkında vârid olan hadîsler mütevâtir değil, meşhur ve âhâd olduklarından onu -Mîrâcı- inkâr eden kimse kâfir değildir, bidatçıdır. Ulemânın çoğu, Necm sûresinin Mîrâc'a delaletinin kat'î değil, zannî olduğunu söyler.
30
Allah'ın, iyi bir ateisti diğer zalimlerle aynı cehenneme gönderecek olması adaletli olabilir mi?
Zulmü, sadece insanlara veya canlılara zarar vermek şeklinde anlamak, eksik bir anlama olur. Zulüm, bir şeyin hakkını vermemek veya bir şeyi hakkı olan yerden başka yere koymaktır. Dolayısıyla ilahlık vasfını Allah'tan başkasına vermek, ortak kılmak veya Allah'ın ilahlık vasfını inkar etmek, en büyük zulümdür. Bu zulmü işleyen ateistlerin cehenneme gitmesi ise adaletin ta kendisidir.
Yüce Allah Kuran'da:
"... Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13)
diye buyurarak, şirki bir zulüm olarak tanıtmıştır.
Şirk; göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların, maddenin ve hayatın zorunlu olarak teslim olduğu küllî bir kanuna isyan etmektir.
Şirkin zulüm oluşu, sadece Allah'ın hukukuna karşı bir tecavüz, iftira ve hakaret oluşu sebebiyle değildir. Şirk aynı zamanda kâinatın ve umum mahlûkatın hukuklarına karşı da büyük bir hakaret ve tecavüzdür. Kainatın birinci maksadı, Allah’ı insanlara tanıtmak ve tevhid hakikatini isbat etmektir. Bütün mevcudat bu maksat etrafında kümelenmiş hizmet ederken, insanın bu ana maksadı görmezden gelmesi ve inkar etmesi, bir cihetle atomdan gezegenlere kadar her mevcudun hareket ve vazifesini hafife almak olup, onların haklarına bir tecavüzdür. Öyle ise basit gibi duran inkâr, neticesi itibari ile çok büyük ve zulümlü bir harekettir.
Bir çocuğa, "zina çocuğu" demek nasıl hem ona hem de onun anne babasına ve akrabalarına hakaret, zulüm, kıymetini düşürmek, haklarına saygısızlık etmek ve tecavüzdür. Bu iftirada bulunan kişinin, insancıl geçinmesi ve iyilik yapıyor görünmesi, bu iftirasını ve hakaretini yok etmez. Bunun gibi, kainattaki bütün varlıkların Sahibi, Maliki, Yaratanı, Rızık vereni gibi binlerce ismin sahibi olan Allah’ı inkar etmek de bundan daha büyük zulüm, hakaret ve saygısızlıktır.
Şirk'e düşen insanın Allah Teala ile bağları kopar, ibadetsiz, yaratılış gayesinden habersiz asi bir duruma düşer.
Her şey Allah’ı tespih eder, ama bu tespihin en mükemmel şeklini insan icra eder. Melekler de bu kâinattaki İlâhî eserleri tefekkür ederler, lakin bu tefekkürün de en ileri seviyesini insan ortaya koyar.
İbadetin zıddı isyandır. Allah’ın rızası yolunda yürümeyen insan, isyan yolunu tutuyor demektir. İsyan ise “kâinatın kemâlâtını inkâr”dır. Çünkü, isyan eden insan da kâinat ağacının bir meyvesidir ve bütün bir ağacı, kendi isyanına hizmet ettirmektedir. İbadetsiz birine yol göstermek, güneş için bir kemâl olmadığı gibi, böyle birinin kanını temizlemek de hava için bir kemâl değildir. Aynı şekilde, böyle birini sırtında gece gündüz gezdirmek de yer küresi için kemâl sayılamaz.
İnsanın hizmetine verilen bütün varlıklar ve yine insana ihsan edilen bütün duygular ve organlar, bu mânâda değerlendirildiğinde, ibadeti terk etmenin şu muhteşem kâinatın kemâlini görmemek ve gafletle perdelemek olacağı daha iyi anlaşılır.
Demek ki, her şey Allah’ı tanıtmak ve sevdirmek üzere programlanmıştır. Bu programın dışına çıkıp bazı şeyleri bazı sebeplere vermek ise şirk ve zulümdür ve affı kabil değildir. Allah kainattan matlup olan ilahî maksatlarını miskin ve aciz olan sebeplere kaptırmaz, onlara bozdurmaz. Bu sebeple kâinatın her şeyi üstünde müthiş bir cebir ve izzet ile kendini ihsas edip ilan ediyor. Bu ilana göz kapamayı veya inkar etmeyi de sonsuz bir azap ile cezalandırıyor.
Mesela, Rezzak ismi kainattaki bütün canlıların rızkını mükemmel bir ahenk ve titizlikle temin ediyor. İnsan bu ismin tecellilerini okuyup, önce Rezzak isminin manasını ve hükmünü talim edip, sonra bu ismin sahibi ve kaynağı olan Allah’a intikal etmesi gerekirken, bütün rızıkları sebeplere taksim ederek ne ismi ne de ismin arkasında duran Allah’ın Zat-ı Akdesini tanımıyor. Bu tanımamak ve inkar etmek, hem Rezzak isminin hukukuna bir tecavüzdür, hem de o ismin sahibi olan Allah’a hürmetsizlik ve saygısızlıktır.
Diğer bir husus; nasıl mahkemede suçun yanında bir de kamu davası açılır. Zira mahkeme insanların ortak bir alanıdır. Aynı şekilde küfür ve şirk sadece Allah’ın izzet ve azametine dokunan bir suç değil, ayrıca bütün kamunun da hakkına bir tecavüz olmasından, Allah kafiri cezalandırırken, bütün bu hakları da nazara alıyor ve öyle yargılıyor.
Bin kişinin çalıştığı bir gemide, dümenci vazifesini yapmasa ve gemiyi karaya oturtsa, gemi sahibi o dümenciyi cezalandırırken, diğer gemi çalışanlarının da hakkını o dümenciden sorar. Dümencinin; "Ben basit bir dümeni döndürdüm, neden bu kadar üstüme geliyorsunuz.", demeye hakkı yoktur. Belki dümeni sağa çevirmek basit bir eylem olabilir, ama neticesinde koca gemi, mürettebatı ile batıyor. Demek önem eylemin basitliğinde değil, ondan sudur eden neticenin büyüklüğündendir.
İşte kainat da koca bir gemi gibidir. İçinde, insandan başka, sayısız mahlukat tam vazifesini ifa ediyor. İnsan ise mahiyeti noktasından şu kainat gemisinin dümencisi gibidir. Şayet iman ve ibadet vazifesini terk ederse, bütün kainat gemisinin mürettebatını tahkir ve tezyif etmiş olur. O zaman elbette kainat gemisinin sahibi olan Allah, hem kendine hem de gemi mürettebatına yapılan bu zulmü cezalandırır.
Özet olarak, mevcudatın asıl yaratılma gayesi ve varlıklarının devam etme gerekçesi, Allah’ın bütün isim ve sıfatları ile insana kendini tanıtmak ve sevdirmek istemesidir. İnsanın en büyük vazifesi de bu tanıtmak ve sevdirmek istemeye mukabil iman ile tanımak, ibadet ile de sevmektir. Koca kainatın çarkları insanın iman ve ibadetine hizmet ederken, insanın küfür ve dalalet ile bu vazifeyi terk etmesi, hem kainatın hukukuna bir tecavüz hem de kainatın arkasında asıl aktör olarak çalışan Allah’ın isimlerine bir tahkirdir, bir hakarettir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah rızası haricinde yapılan iyiliklerin değeri olmadığından gayri müslimlerin iyilikleri boşa mı gidecektir?
31
Mantıken, neden Allah’tan başka sonsuzdan gelen ezeli bir varlık düşünülemiyor?
1) İmkan: Kelime olarak; varlığı mümkün olan şeylere denir. Yani, var olması ile yok olması eşit olan demektir. Bu eşitlikten var olanlara; vaki, yok olanlara da; mümkün denir. İşte bu eşitliği bozmak ancak ve ancak mümkinat cinsinden olmayan Vacip bir vücutla mümkündür.
Zira mümkünün, mümküne illet, yani sebep olması imkansızdır. Yoksa devir ve teselsül dediğimiz, mantıksız şeyleri kabul etmemiz gerekir ki, bu da muhaldir.
Devir: Mümkün bir şeyin, mümkün olan bir şeyi varlık alanına çıkarması demektir ki, bu da batıldır.
Buna şöyle bir temsille işaret edelim; A okuluna kayıt yaptıracaksın ve müracaat ettin. A okulu dedi ki kayıt şartımız, B okuluna kayıt belgesidir. Sen hemen B okuluna gittin. Onlar da dedi ki; kayıt şartımız A okuluna kayıt olmanızdır. Böyle bir durumda senin, her iki okula da kayıt olman ebediyen imkansız hale gelir. İşte devir, yani kısır döngü denilen şey budur.
Şimdi varlık sahasına çıkmamış bir mümkün, nasıl olur da başka bir mümkünün varlık sahasına çıkmasına sebep olabilir. Öncesiz / ezeli olarak var olmalı ki, başka mümküne illet ve sebep olsun. Buradan açıkça anlaşılır ki: Mümkün, mümküne sebep olup yaratıcılık yapamaz.
Teselsül: O sebep, bu sebepten, bu sebep, şu sebepten diyerek sonsuza giden bir sebep-sonuç zinciri kabul etmek demektir ki, bu da aklın kabul etmeyeceği imkansızlar sınıfındandır. Teselsülün batıl bir fikir olduğunu kelam alimleri isbat etmişlerdir.
2) Allah’tan başka ezeli bir varlık daha olsaydı, o da ilah olurdu. Bu takdirde o da kendi peygamberlerini ve kitaplarını gönderecek ve kendisinin var olduğunu ispat edecekti. Böyle bir şey olmadığına göre, öyle bir şey de yok demektir.
Şayet öyle ezeli başka yaratıcılar da olsaydı, onlar da bir şeyler yaratır ve bunu insanlara deklere ederlerdi. Çünkü, güzel bir şeyi yaptığınızda onu teşhir etmek seyircilerin görüşüne sunmak, onların takdirini kazanmak sanat yapanlar için çok önemlidir. Aşağıda meali verilen ayette bu gerçeğe vurgu yapılmıştır.
“Müşriklere de ki: Şimdi baksanıza şu sizin Allah’tan başka ilahlaştırıp yalvardığınız putlarınıza! Söyler misiniz, onlar yerde hangi şeyi yaratmışlar, yoksa göklerde mi bir ortaklıkları var? (Akıl yönünden bu mümkün olmayınca, nakil yönünden putlara ibadetin gerçek olduğunu gösterin) Eğer bu iddianızda tutarlı iseniz, daha önce gelmiş bir kitap yahut hiç değilse bir bilgi kalıntısı varsa getirin görelim.” (Ahkaf, 46/4)
3) Bu vesveselerden kurtulmak gerekir. Dediğiniz şeyler ancak ezeli olan bir varlığın sıfatlarıdır. Allah’a mahsus olan sıfatlara sahip olmak Allah olmayı gerektirir. Örneğin sonsuz ilim ve kudrete sahip olmak veya ezeli olmak… İkinci maddede başka bir ilahın aklen olmadığını belirttik.
Bir aklî delil de hâkimiyette geçerli olan “men-i müdahale” kanunudur.
“Âmiriyet ve hâkimiyetin muktezası; rakib kabul etmemektir, iştiraki reddetmektir, müdahaleyi ref'etmektir. Onun içindir ki; küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını ve nizamını bozarlar. Bir nahiyede iki müdür, bir vilayette iki vali bulunsa, herc ü merc ederler. Bir memlekette iki padişah bulunsa, fırtınalı bir karmakarışıklığa sebebiyet verirler."
"Madem hâkimiyet ve âmiriyetin gölgesinin zaîf bir gölgesi ve cüz'î bir nümunesi, muavenete (yardıma) muhtaç âciz insanlarda böyle rakib ve zıddı ve emsalinin müdahalesini kabul etmezse; acaba saltanat-ı mutlaka suretindeki hâkimiyet ve rububiyet derecesindeki âmiriyet, bir Kadîr-i Mutlak'ta ne derece o redd-i müdahale kanunu ne kadar esaslı bir surette hükmünü icra ettiğini kıyas et."
"Demek uluhiyet ve rububiyetin en kat'î ve daimî lâzımı; vahdet ve infiraddır(Yani: Allah olmanın en açık vasfı bir olmaktır). Buna bir bürhan-ı bahir ve şahid-i katı', kâinattaki intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmeldir(Kâinattaki harika nizam ve intizam Allah’ın bir olduğunun en açık bir delilidir). Sinek kanadından tut, tâ semavat kandillerine kadar öyle bir nizam var ki; akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından 'Sübhanallah, mâşâallah, bârekâllah' der, secde eder.” (Nursi, Sözler, s. 683)
“Halbuki gökte ve yerde, Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı, oraların nizamı bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve hükümranlığın sahibi Allah, onların (o müşriklerin) zanlarından, onların Allah’a reva gördükleri vasıflardan münezzehtir, yücedir!” (Enbiya, 21/22)
mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.
4) İlah demek, bütün varlıkların taptığı hakiki mabud demektir. Hakiki mabud demek, bütün varlıkların kendisine tapmalarına layık olan varlık demektir. Bütün varlıkların kendisine tapmalarına hakk kazanan, bütün o varlıkların yaratıcısı demektir. Bütün varlıkların yaratıcısı demek, sonsuz kudret sahibi olmayı gerektirir. Bu mantık zincirinin neticesi şudur: “Âciz olan ilah olamaz.”
5) Allah’tan başka ezeli bir veya birkaç varlığın olduğunu kabul etmek küfre götürür.
Ancak, böyle bir şeyi tasdik etmeden, sadece tasavvur edip hayal etmek, küfre götürmez. Çünkü, tasavvur tasdikten başka bir şeydir. Tasavvur bir hüküm değildir. Sadece bir konuda tarafsız bir şekilde bir hayal kurmaktır. Örneğin: bir adamı öldürme tasavvuru kişiyi katil etmez. Bir adama sövme tasavvuru ona gerçekten sövmüş gibi yapmaz. Bu konularda ve de vesvese konusunda sitemizdeki vesveseyle ilgili cevapları ve Risale-i Nur’u size tavsiye edebiliriz.
6) Bu sorular sizin de ifade ettiğiniz gibi, akla gelen, hayale üşüşen birer tasavvurdur. Mantıkta bir tasavvur, biri tasdik diye iki analitik konu vardır. Tasavvurlar, birer hüküm ifade etmezler. Çünkü delile dayalı, kişiyi ikna eden bir karaktere sahip olmadığı için tasdik sayılmaz. Tasavvurdan değil, tasdikten sorumludur insan...
Bu sebeple, tahkik etmek, daha güzel cevap bulmak maksadıyla sorulduğu için bunlarda dini bir sorumluluk olmaz. Ancak, sık sık gayri meşru olan tasavvurlarımız, bir gün -Allah korusun- bir nevi şüpheye dönüşme istidadını gösterebilir. Çünkü “Damlaya damlaya göl olur.”
Bu açından, bunları hayalimizde dahi fazla süre bekletmeden kapı dışarı etmeliyiz. Meşru konulara yer verdiğimiz takdirde, gayrimeşru konular zihnimizde yer bulamaz.
Şu açıklamaları da okumanızı tavsiye ederiz:
"Meselâ, nasıl gündüzde çalkanan bir deniz yüzünde ve akan bir nehir üstündeki kabarcıklarda görünen güneşcikler gitmeleriyle arkalarından gelen yeni kabarcıklar, aynen gidenler gibi güneşcikleri gösterip gökteki güneşe işaret ve şehadet ederler ve zeval ve vefatlarıyla bir daimî güneşin mevcudiyetine ve bekasına delâlet ederler. Aynen öyle de, her vakit değişen kâinat denizinin yüzünde ve tazelenen hadsiz fezasında ve zerrat tarlasında ve bütün hadisatı ve fâni mevcudatı kucağına alarak beraber çalkanan zaman nehrinin içinde mahlûkat, mütemadiyen sür'atle akıp gidiyorlar, zâhirî sebepleriyle beraber vefat ediyorlar. Her sene, hergün bir kâinat ölür, bir tazesi yerine gelir. Ve zerrat tarlasında, mütemadiyen seyyar dünyalar ve seyyal âlemler mahsulâtı alındığından, elbette kabarcıklar ve güneşcikler zevalleriyle daimî bir güneşi gösterdikleri gibi, o hadsiz mahlûkat ve mahsulâtın vefatları ve zâhirî sebepleriyle beraber kemâl-i intizamla terhisleri, gündüz gibi şüphesiz, güneş gibi zâhir bir kat'iyette bir Hayy-ı Lâyemutun, bir Şems-i Sermedînin, bir Hallâk-ı Bâkînin ve bir Kumandan-ı akdesin vücub-u vücudu ve vahdeti ve mevcudiyeti, kâinatın mevcudiyetinden bin derece zâhir ve kat'îdir diye bütün mevcudat ayrı ayrı ve beraber şehadet ederler." (Nursi, Şualar, On Beşinci Şua, Birinci Makam)
"Malûmdur ki, ziyayı verenin ziyadar olması lâzım; tenvir edenin nuranî olması gerek; ihsan gınâdan gelir; lütuf lâtiften zuhur eder. Madem öyledir; kâinata bu kadar hüsün ve cemal vermek ve mevcudata muhtelif kemâlât vermek, ışık güneşi gösterdiği gibi, bir cemâl-i sermedîyi gösterirler."
"Madem mevcudat, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi, kemâlâtın lem'alarıyla parlar, geçer. O nehir güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcudat dahi hüsün ve cemal ve kemâlin lem'alarıyla muvakkaten parlar, gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem'aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki, cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler nasıl kendilerinden değil, belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehâsin ve kemâlât, bir Şems-i Sermedînin lemeât-ı cemâl-i esmâsıdır." (Nursi, Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf)
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah tek olmak zorunda mıdır?
- Allah'ın birliğinin delilleri nelerdir? Tevhid delilleri...
32
Gizli şirke örnekler verir misiniz? Etkili bir nasihat nasıl olur?
Cevap 1:
Biz sizin hangi örnekleri bulduğunuzu bilemediğimiz için aynı şeyleri söylemiş olabiliriz.
- Bugün en fazla şirk alanı şunlar olabilir:
a) Mezarlardan vesilelik yönü bırakıp, doğrudan kabrin sahibinden bir şeyler istemek. Yani: “Allah’ım! Şu zat hürmetine benim şu işimi yap!” yerine, “Ey filanca zat! Ne olur benim işimi yap!” gibi ifadeler şirke kapı açar.
b) Bir ibadet yaparken, Allah’ın rızasını insanların da iltifatını kazanmaya çalışmak; riyâkarlık etmek, çok yaygın olan gizli şirklerden biridir.
c) Hacca gitmeye hevesli olmadığı halde, komşusu gittiği için, ondan daha aşağı kalmamak için hacca gitmek de böyle bir gizli şirktir.
d) İnsanların gözünde cömert olduğunu kanıtlamak için ziyafetler vermek.
e) Normalde beş lira vermeyi düşünürken, bazı kimseleri gördüğü için on lira sadaka vermek...
f) Namazın rükünlerini / kıraat, rüku ve secdelerini, oradaki bazı insanlardan ötürü uzatmak, ağır ağır namaz kıldığını göstermek…
g) İnsanların görsün diye dudaklarını kıpırdatarak, zikretmek, Kur’an okumak...
Not: İnsanlar, bazen bütün bu işleri yaparlar, fakat hiç de insanların iltifatını nazara almazlar. Örneğin, evde hızlıca namaz kıldığı halde, camide sükun ve huzuru bulduğu, zamanı ve zemini müsait olduğu için daha düzgün namaz kılmak riyakarlık değildir. Fakat, insanların hatırını saydığı oranda ibadete riya ve gizli şirki karıştırmış olur...
Cevap 2:
Vaaza başlarken, şu hususları sırasıyla takip etmek âdettendir:
- Euzu-Besmele,
- Hamdele-Salvele okunur. Sonra,
- Ayet-hadis zikredilir. Örneğin:
“Andolsun! Allah’ın Resûl’ünde sizin için Allah’a ve âhiret gününe kavuşmaya inananlar ve Allah’ı çok zikredenler için en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 33/21),
“Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 68/4)
mealindeki ayetler ışığında konu açıklanabilir.
- Vaazın konusuna uygun olarak bir giriş yapılır. Ardından;
- İlgili ayet ve hadislerin açıklaması yapılır ve onların ışığında vaaz konusu sürdürülür. Örneğin: onun tevazuu, takvası, şecaati, sahaveti, fetaneti, ailesine karşı saygı ve sevgisi, ümmetine karşı şefkat ve merhametiyle ilgili bazı hadisler zikredilebilir.
- Tevazzu ile ilgili şu hadis zikredilebilir:
“Medine halkından bir cariye (bile) ihtiyaç duyduğu bir konu için Resulullah’ın elinden tutardı (onu yanına alırdı) ve o da elini cariyenin / kadının elinden çekmezdi (kadının istediği yere giderdi); öyle ki kadın onu Medine’nin istediği yerine çeker götürürdü.” (İbn Mace, Zühd, 16)
Not 1: Hz. Peygamber (asm)'in kadının elini tutmadığına dair sahih hadisler vardır. Onun o ifadeler alimler tarafından tevil edilmiştir.
- Mümkünse konuyla ilgili (hurafe olmayan) güzel bir veya birkaç kıssa / canlı örnekler ile konu daha da açıklığa kavuşturulur.
- Örneğin cömertliği ile ilgili şu hadis zikredilebilir:
Sehl b. Sa´d anlatıyor:
“Bir kadın, dokuduğu kumaşı Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem´e getirip verdi ve: ‘Bunu senin giymen için ellerimle dokudum.’ dedi. Hz. Peygamberin böyle bir kumaşa ihtiyacı vardı; onu aldı ve giyinip yanımıza geldi. Elbiseyi Resûl-i Ekrem´in üzerinde gören bir adam, Hz. Peygambere: 'Bu ne kadar da güzelmiş! Verseniz de ben giyinsem.' dedi.
Hz. Peygamber: 'Peki!..' dedi. Orada biraz oturduktan sonra evine gitti; kumaşı katlayıp o adama gönderdi. Sahâbîler, kumaşı isteyen o zâta: 'Hiç de iyi yapmadın; Resûl-i Ekrem´in bir elbiseye ihtiyacı vardı. Onun kendisinden bir şey isteyeni geri çevirmediğini bile bile kumaşı istedin.' dediler.
O zât şunları söyledi: 'Vallahi ben onu giyinmek için değil, kendime kefen yapmak için istedim.' Gerçekten de o kumaş bu zâtın kefeni oldu.” (bk.Buhârî, Cenâiz 28; Nesâî, Zînet 97; İbni Mâce, Libâs 1)
Not 2: Vaazın tesirli olması için:
a) Tesir etsin diye konuşulmamalıdır.
b) Konuşmada güzel cümlelerle edebi sanatlara yer verilmelidir.
c) Kendi konuşmasındaki ifadelere değil, konuya yoğunlaşmalıdır.
d) Tesiri halk etmek Allah’a aittir, bunu ona bırakmalıdır.
e) Allah’ı anlatırken, onun huzurunda dururken, İnsanların iltifatını aramamalıdır. Bu tür gösterişler vebaliyle beraber cemaate de ağırlık hissi verir.
f) Yapmacık ifadelerden mutlaka sakınmalıdır.
g) Güncel siyasi konulara girmeden günlük canlı örneklere yer verilmelidir.
Daha bir çok hususu ferasetinize havale ederiz...
33
Burma'daki kardeşlerimize manevi destek için hangi duaları okuyalım?
- Buhari (Daavat, 37) ve Müslim'in (Zikr, 83) İbn Abbas’tan rivaye ettiğine göre, Hz. Peygamber (asm) bela / sıkıntı ve musibetlerin defi için şu duayı okumayı tavsiye etmiştir:
لاَ إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ العَظِيمُ الحَلِيمُ، لاَ إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ رَبُّ العَرْشِ العَظِيمِ، لاَ إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ رَبُّ السَّمَوَاتِ وَرَبُّ الأَرْضِ، وَرَبُّ العَرْشِ الكَرِيمِ
Okunuşu:
“Lâ ilahe ille'llâhu'l-Azîmu'l-Halîm. Lâ ilahe ille’llahu Rabbu'l-Arşı'l-Azîm. Lâ ilahe ille'llâhu Rabbu's-Semâvâti ve Rabbu'l-Ârdı Ve Rabbu'l-Arşi’l-Kerim.”
Türkçe Anlamı:
“Azîm ve Halîm olan Allah’tan başka ilah yoktur. Büyük Arş'ın Rabbi olan Allah’tan başka ilah yoktur. Göklerin Rabb'i, Yer'in Rabb'i ve Kerîm Arş'ın Rabb'i olan Allah’tan başka ilah yoktur."
Not: Bu duayı sabah, akşam namazlarından sonra ve bir de teheccüd namazlarından sonra seksen sekiz defa okuyup, o kardeşlerimizin kurtuluşu için dua etsek faydalı olur inşaallah!
- Hz. Enes'in bildirdiğine göre, adamın biri namaz kıldıktan sonra şu duayı okudu:
اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ بِأَنَّ لَكَ الْحَمْدُ، لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ الْمَنَّانُ، بَدِيعُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ، يَا ذَا الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ، يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ
Okunuşu:
“Allahumme inni Eselüke bi Enne Leke’l-Hamdu, Lâ ilahe illa ente’l-Mennanu Bediu’s-semavati ve’l-ardi, Ya Ze’l-Celali ve’l-İkram”
Türkçe Anlamı:
"Allah'ım!.. Senden istiyorum. Hamd sanadır, senden başka ilâh yoktur. Sen, ihsanı bol olan, gökleri ve yeri harika bir şekilde yaratan, celâl ve ikram sahibisin. Ey Hayy ve Kayyûm olan Allah'ım!.."
Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.), buyurdu ki: “Biliyor musunuz, bu adam ne ile dua etti?” Onlar da “Allah ve Resulü en iyisini bilir.” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.) şöyle buyurdu:
“Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki o, Allah'a en büyük ismiyle dua etti. O ism-i a'zam (en büyük isim) ki onunla çağrıldığı zaman cevap verir ve onunla istenildiği zaman ihsanda bulunur." (Ebu Davud, el-Vitr, 23; et-Tirmizî, ed-Daavat, 100; Ahmed b. Hanbel, III/120.)
Bu duayı yukarıda zikrettiğimiz vakitlerde defalarca okuyup sonra kardeşlerimizin kurtuluşu için dua etsek güzel neticeler alınır inşaallah!..
- Hz. Eyyüb (Enbiya, 21/83) ve Hz. Yunus (Enbiya, 21/87)’un duaları ile dua etmek çok makbul bir yakarma yoludur:
رَبِّى اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
"Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.”
لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ
"Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.”
- Bir de dualardan önce ve sonra Hz. Peygambere salavat getirmek, duanın makbul olmasını sağlayan önemli bir unsurdur.
Rabbimiz, dünyanın her tarafında inim inim inleyen mazlum ve mağdur olan Müslümanlara ve bütün mazlumlara yardım eylesin ve onları bu haksızlıklardan bu zulümlerden kurtarsın, inşaallahurrahman! ÂMİN!..
34
Cehennem azabı, işlenen günahlara göre fazla değil mi?
- Kur’an’da cehennemle ilgili tasvirler, genellikle dinsiz olan kâfirlerin ve zalimlerin cezası olarak ortaya konulmuştur.
- Bin kişinin çalıştığı bir gemide, dümenci vazifesini yapmasa ve gemiyi karaya oturtsa veya batırsa, gemi sahibi o dümenciyi cezalandırırken, diğer gemi çalışanların da hakkını o dümenciden sorar. Dümencinin; ben basit bir dümeni döndürdüm, basit bir görevi terk ettim, neden bu kadar üstüme geliyorsunuz, demeye hakkı yoktur. Belki dümeni sağa çevirmek veya o görevi terk etmek basit bir eylem gibi görülebilir, ama neticesinde koca gemi mürettebatı ile yatıyor veya batıyor. Demek önem eylemin basitliğinde değil, ondan sudur eden neticenin büyüklüğündendir.
İşte kainat da koca bir gemi gibidir. İçinde, insandan başka, sayısız mahlukat tam vazifesini ifa ediyor. İnsan ise mahiyeti noktasından şu kainat gemisinin dümencisi gibidir. Şayet iman ve ibadet vazifesini terk ederse, bütün kainat gemisinin mürettebatını tahkir ve tezyif etmiş olur. O zaman elbette kainat gemisinin sahibi olan Allah, hem kendine hem de gemi mürettebatına yapılan bu zulmü cezalandırır.
- Kur’an’da küfür-imam muvazenesi esastır. İman ve imana bağlı olarak yapılan salih amel unsurunun güzelliği ile cennet mükâfatı eşleştirildiği gibi, küfür ve küfrün malzemesi olan her türlü zulmün ve kötülük unsurunun çirkinliği ile cehennem mücazatı (cezası) özleştirilmiştir.
Bir hukuk ve adalet kuralı vardır: “el-cezâu min cinsi’l-amel=Ceza/karşılıklar yapılan işin türünden olmalıdır.” Yani, adaletin ölçüsüne göre, iyi veya kötü olsun yapılan işlere verilecek karşılık (mükâfat veya cezalar), o işin şanına, şekline uygun olmak zorundadır.
Nitekim, “bir dilim baklavayı çalana yirmi yıl hapis cezasının verilmesi”, kamu vicdanını derinden yaralayan bir karar olduğu gibi, bir insanı hunharca katleden bir caniye iki yıl hapis cezası vermek de o kadar yaralayıcıdır.
- Şunun unutmayalım ki, bir suç mahiyeti itibariyle aynı da olsa, suçun konusu olan unsurun farklılığı cezanın farklı olmasını gerektirir. Mesela, hainlik yapmak, mahiyeti itibariyle -hıyanetten ibaret- bir suçtur. Ancak, hıyanetin konusu farklı olmakla suçun büyüklük oranı da farklı olur. Bu sebepledir ki, eşlere, arkadaşlara, komşulara, bireysel olarak insanlara karşı yapılan hıyanet cezası ile, vatana karşı yapılan hıyanetin cezası çok farklıdır. “Hıyanet-i vataniye” cezası, benzer kabul etmez.
- İşte suçun mahiyeti ne olursa olsun, her şeyden önce kendisine isyan edilen Zâtın, kâinatın yaratıcısı Allah olması halinde, bu suç ne olursa olsun -bu açıdan- çok büyük bir suç olma özelliğindedir.
Nitekim, Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu:
“Mümin, günahını her an üzerine düşmesinden korktuğu bir dağ gibi görür. Münafık ise günahını, burnuna konmuş -ufak bir hareketle uçacak- sinek gibi küçük ve basit görür.” (Buhari, Daavat, 3)
- Milyarlarca insan ve diğer canlıların bütün hayatî ihtiyaçlarını temin eden, dünyaya gelir gelmez rızkını bulması için annelerin meme musluklarından yavruların rızkını gönderen, en acımasız canavarlara dahi bir anne şefkatini vererek aciz yavruların yardımına koşturan, bir kutup ayısı anneye dahi karlar üzerinde yavrularının rahat süt emmeleri için karlar üzerinde sırt üstü yatıran bir merhamet duygusunu bahşeden Allah’ın sonsuz rahmetini inkâr etmek, ciddi bir körlük ve çirkin bir nankörlüktür.
- Allah’ın kâinat çapında güneş gibi parlayan isim ve sıfatlarının tezahürlerini, her tarafta şimşek gibi çakan şefkat ve inayetinin sinyallerini, her yönden ışıklarıyla göz kamaştıran adalet ve merhametinin yansımalarını inkâr etmek, sadece bir nankörlük ve körlük değil, aynı zamanda milyarlarca varlıkların merhamete olan şahitliklerini tekzip etmek, bu sonsuz merhamet karşısında divan duran varlıkların bu duruşlarını tahkir etmek anlamına gelir.
Bir küfür, bir inkâr; bin katil hükmündedir. Çünkü, binlerce hak ve hukukları manen öldürmektir. Bir tek katlin cezası en az on beş yıl hapis olduğu insanların adaletinde yer etmişken, bin katli birden işleyen bir kimsenin cehennemde yatmasını adaletten uzak görmek akıl-vicdanla izah edilemez. (bk. Nursi, Sözler, 82; Asa-yı Musa, 49)
- Evet, Kur’an’da kâfir ve zalimlere karşı şiddetli ve hiddetli ifadelerin tekrar tekrar kullanılmasının hikmeti:
“ -Risale-i Nur'da kat'î isbat edildiği gibi- beşerin küfrü, kâinatın ve ekser mahlukatın hukukuna öyle bir tecavüzdür ki, semavatı ve arzı kızdırıyor ve anasırı hiddete getirip tufanlar ile o zalimleri tokatlıyor.” (bk. Sözler, s. 458)
- Eğer bu dünyada, gözümüzle gördüğümüz ve Bedüzzaman gibi -dünya ve ahiret hayatını insanların kurtuluşuna adayan şefkat dolu -bir insana “Zalimler için yaşasın cehennem!” sözünü dedirten suçlar işleniyorsa, Cehennemin varlık hikmetini anlamakta zorlanmamak gerekir. Hikmetin tamamını ise, Hakîm-i mutlak ve Rahmanurrahîm olan Allah’ın celalli hikmetine ve izzetli adaletine havale etmekten çekinmemek gerekir.
İşte O, şöyle buyuruyor:
“(Resulüm!) Kullarıma şunu haber ver ki: Muhakkak ki, ben bağışlaması çok olan Gafur, merhameti bol olan Rahim'im. Ve yine muhakkak ki benim azabım çok elem / acı verici bir azaptır.” (Hicr, 9/49-50)
- Son olarak şunu da belirtmeliyiz ki, cennet ve cehennem yurtları, sadece insanların mükâfat ve ceza yerleri değildir. Milyonlar seneden beri var olmaları, bunların varlıklarının başka hikmetlerinin olduğunun göstergesidir.
- Bu hikmetlerden biri şudur: Allah’ın celali ve cemali olmak üzere iki çeşit isim ve sıfatları vardır. Bunlar ezeli ve ebedi oldukları için, tecellileri yalnız bu geçici ve fani olan dünya ile sınırlı olamaz. Bunların ebediliğine uygun yerlerin olması gerekir.
İşte cennet cemali sıfatların; cehennem ise celali sıfatların ebedi tecelligâhıdır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Kâfirlerin cehennemde yanmaları adalet midir?
- Bazı kimseler, Allah Rahman ve Rahim ise, neden insanları akıl almaz işkencelerle ...
- Allah kullarına ceza vermek için neden Cehennem azabını uygun gördü?
35
Bana ibadet edin, benden korkun diyen bir Allah'a inanmıyorum, diyen bir kişiye nasıl cevap verilir?
Bu gibi sorularda çok temel bir mantık hatası yapılmaktadır. Şöyle ki:
"Bir Allah varsa böyle demezdi." ifadesi, Allah mefhumunun ve inancının herkesçe kabul edilen ve tüm zihinlerde zorunlu bir anlam kategorisi olarak önceden mevcut olduğunu itiraf etmektedir. Yani en baştan "Allah şu şekilde ve bu özelliklerde olmalıdır." hükmü ortaya konmaktadır.
Bu durumda bunu söyleyen kişi, belli özelliklere sahip bir Allah inancının var olduğunu itiraf ederek kendisiyle çelişmektedir.
Bizim cinsimizden ve tüm yaratılmışların niteliklerinden ayrı bir tekilliğe sahip Allah'ın mevcudiyet ve nitelikleri hakkında kendi ölçülerimizin bir anlamı olamaz. Bu nedenle Allah risalet vasıtasıyla kendi vasıflarını bizim anlayabileceğimiz bir biçimde ortaya koymaktadır.
"Benden korkun." ifadesi, yapıp etmelerimizin yanlış olan kısımlarının değerlendirilmesi ile ilgilidir. Yaptığımız insanlığa, vicdanımıza, çevremizdeki varlık ve canlılara aykırı ve zarar verici işleri kimse görmeyebilir. Ama bir gören vardır. Ve bu gören bu işlerin yargılamasını yapacaktır.
Yine gücü ve iktidarı elinde bulunduran ve insanlar tarafından sorgulanamaz mevkilerde bulunanlar için de aynı ifade yanlış işler karşısında bir uyarı niteliğindedir. Gerek bireysel durumlarımız gerekse de güç ile alakalı durumlarda bu ifadenin ne kadar gerekli olduğu açıktır.
Üstelik modern ve sivil toplum anlayışlarını XII. yüzyılda dile getiren T. Hobbes gibi filozoflar, korkunun modern sosyal düzenin en temel duygusu olduğunun altını çizmişlerdir.
Bununla birlikte ayetlerde Allah'ın yarattığı insanlara karşı çok lütufkar olduğunu bildiren pek çok ifade de vardır:
"Allah onları sever onlar da Allah'ı severler." (Maide, 5/54),
"Muhakkak ki Allah, insanlara karşı kesinlikle çok lütufkardır." (Mümin, 40/61)
gibi pek çok ifade bunların örnekleridir.
Allah'a kulluk ise, ruhun ihtiyacıdır. Buna izin vererek ruh ve kalbimizin ihtiyaçlarına cevap verdiği için Rabbimize müteşekkiriz.
İslam, Allah'ın tüm insanlığa son defa yinelediği çağrısıdır. Herkes hayattaki tercihinin sonuçlarını kendi yüklenir.
36
Tanrı size cennet vaat etmese ve cehennemle korkutmasa dindar olur muydunuz?
İnanç ile ödül arasındaki ilişki ne varoluşsal ne de nedensel bağlamda değildir. İnancın doğası tekilliktir.
Tanrı'ya inanıyorsanız, bu aklın bir nosyonu olarak "inanmak" yetinizin kendisine bulduğu, kendisinden daha mükemmelini düşünemeyeceği nesnedir.
İnancın nesnesi, öznenin inanç yetisine, bu yetinin edimsel gücüne bağlı olarak değişir.
Tanrı'nın varlığından kendi öznel bilinemezlik yargısı ile şüphe eden birisinin, temelde inanç yetisi büyük oranda tahrip olmuş demektir. Nihilist bir bağlamda bu kişinin kendi öznel ve gerçekte aynı şekilde bilinemez, bilinse de açıklanamaz varlığından da şüphe etmesi yerinde bir tutarlılık olacaktır.
İnançla inanılan arasındaki ilişki, akıl edenle akıl edilen, sevenle sevilen, düşünen ile düşünülen gibi, tüm zihinsel yetilerde geçerlidir.
Tanrı'nın varlığını yadsıyan bir kişi gerçekte, kendi inanç yetisinin varlığını yadsımaktadır.
Sonuç olarak, inancın doğası ile ödül veya ceza arasında kurulmaya çalışılan sözde bağ, yalnızca bir varsayımdır. İnancın doğasını yaşayan hiçbir düşünür, inancını ödül veya ceza ile ilintilendirmemiştir. Ahlaki davranışlarımızın bir karşılığının olması inanç bağlamında değil, eylem bilimi olarak (aksiyoloji) değerlendirilmelidir.
İlave bilgi için tıklayınz:
- Allah, niçin insana ibadet karşılığı cenneti, isyan karşılığı da cehennemi vaat etmiştir?
- Allah rızası için yapılan ibadetle cenneti kazanmak veya azabtan ...
- İbadet niçin yapılır? Cennet vaad edilmeseydi ve cehennemle ...
37
Bir kişinin kafir veya münafık olduğu zannında bulunmak kişiyi dinden çıkarır mı?
Rasulullah (asm):
“Herhangi bir kimse, din kardeşine 'Ey kafir!' derse, bu tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne ala. Aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner.” buyurdular. (Müslim, 1/319)
Tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner, ifadesinin manası tekfiri kendine döner, kendisi kafir olur, demektir. Zira eğer kafir diyen sözünde sadıksa muhatabı kafir olur. Yalan söylemişse sözü kendisine döner. Ancak "kendisi kafir olur" sözü, dinden çıkar anlamında değil, o sözün günahı kendine döner anlamındadır.
Bu nedenle hiç bir mümine kafir dememek gerekir.
Sorularınıza gelince:
1) Bir kimseyi tekfir etmek, yani bir kimsenin kafir olduğunu kabul etmek, sözlü olduğu gibi kalbi/fikri de olabilir. Sözlü tekfirin açıkça yapılmasının günahının daha fazla olması bakımından kalbi tekfirden daha günah olabilir. Fakat kalben kesin olarak bir Müslümanı tekfir etmek de “tekfir” hükmüne dahildir.
- Kalben/fikren bir kimsenin kafir olduğunu düşünmek iki şekilde olabilir:
Birincisi: Kendi içinde kesin bir kararla bir kişinin kâfir olduğuna hükmetmek.
İkincisi: Bazı emarelerden hareketle bir kişinin “kâfir olabileceği” konusunda zanni bir düşünceye sahip olmak. Bu tarz bir düşünce şekli de iki türlü olur:
a) Zanna dayalı bir fikir kesin bir kanaat olmadığı için bir hüküm sayılmaz. Bununla beraber, bir mümin hakkında “açık bir delil olmadığı halde” böyle bir zan, suizan olduğu için bir vebal ve günah getirir. Tabii ki, suizanlar, konusuna paralel olarak ağır veya hafif bir vebal getirebilir. Bu tür bir suizan ağır bir şey olabilir.
b) Bu zan, yalnız fikir dünyasında bir tasavvur olarak söz konusu olabilir. Usuluddin ilminde belirtildiği üzere, “tasavvur”, bir hüküm olmadığı için bir günah da sayılmaz. Bu sebeple, bir kimse hakkında -içimizde- “onun kâfir olup olmadığını” tasavvur etmek, “acaba ... olabilir mi?” şeklinde tahayyül etmek, bir suizan da sayılmayabilir.
2) Soruda da işaret edildiği gibi, bugün -vahiy olmadığı için- kafir manasındaki hakiki münafıkları tespit etmek mümkün değildir. Kur’an’da “münafıklarla mücadele” emri özellikle o gün toplumda yer alan ve vahiy ile bildirilen münafıklara yöneliktir.
- Bugün bu emri, Müslüman olduğunu söyleyen kimselere karşı uygulayamayız. Çünkü, “Müslümanım” diyen bir kimseyi öyle kabul etmek durumundayız.
Ancak, herhangi bir fert veya gruba “münafıklık” damgasını vurmadan yaptıkları yanlışları varsa, onunla mücadele edilir. Şahısların “küfür” mesleklerini tespit etmeden de bu mücadele yapılabilir.
Aslında, Kur’an’da (Ebu Leheb) hariç, hiçbir kimsenin isminin verilmemesi, şahsiyetçiliğin yapılmaması, yalnız yapılan hataların durumuna vurgu yapılması, bu konuda bizim için önemli bir ders sayılmalıdır.
- İslam’da asıl olan, şahıslar, cemaatler, gruplar değil, onların düşünce,tutum ve davranışlarıdır. Yanlış bir hareket ister gayri müslim veya münafık birilerinden gelsin, ister mümin olan bir kimseden kaynaklansın; İslam bununla her zaman mücadele eder.
Özetle, Müslümanların mücadele alanı “kötülük” lerin kendisidir. Kötü olanlar değildir. “Emr-i bil-maruf, Nehy-i anil-münker / İyilikleri istemek, kötülükleri engellemek” prensibi bu gerçeğe işaret etmektedir.
Kimden gelirse gelsin, iyi, güzel ve hakka taraftar oluruz, kötü, çirkin ve haksızlığa asla taraftar olamayız ve usulüne uygun olarak karşı çıkarız. Vesselam...
İlave bilgi için tıklayınız:
- Bir Müslümana, gayri müslime veya kafire, "kafir" diye hitap etmenin ...
- "...Kim bu güruhla eliyle ... diliyle ... kalbiyle mücahede ederse mü ...
38
Yahudi, Hristiyan, Ateist gibilerle dost olursak dinden çıkar mıyız?
Cevap 1:
- Kâfirlerle dost olmak iki şekilde olur:
a) Ehl-i kitap gibi kâfirlerin dinilerini veya ateistler gibi kâfirlerin dinsizliklerini sevdiği için, onlara dost olan derhal dinden çıkar. Çünkü yanlış bir dini veya dinsizliği seven ona taraftar olan -dolaylı olarak- İslam dinini doğru bulmuyor demektir.
Zira, Kur'an’da Hristiyan ve Yahudilerin dinlerinin artık geçerli olmadığı vurgulandığı gibi, dinsizliğin her türlüsü reddedilmiştir. Buna rağmen, bu düşüncede olan kimseleri o düşüncelerinden ötürü sevmek İslam dinini inkâr etmek anlamına gelir.
b) İkinci bir sevgi şekli ise, gerçekten sevdiği kâfirlerin kâfirce olan düşüncelerini değil, başka münasebetlerden dolayı onlara yakınlık göstermektir; iyi olan insani vasıflarını sevmektir.
Mesela: -Allah korusun- bir Müslümanın çocuğu kâfir olsa, yine de ona yakınlık gösterebilir. Bu yakınlık onun dinsizliğinden ötürü değil, evladı olduğu içindir.
Veya, bir kâfirle bir alışveriş eden bir kimse elbette ona yakınlık gösterir. Bu yakınlık da onun kâfirliğine değil, ticaret ahlakı, dünya menfaati adınadır.
Keza, İslam’a göre, bir Müslüman Yahudi veya Hristiyan bir kadınla evlenebilir. Her insan gibi bu adam da bu gayri müslim olan eşini sevmeyecek mi? Elbette sever ve onun bu sevgisi, eşi gayri müslim olduğu için değil, eşi olduğu içindir.
- Kur’an’da Ehl-i kitap olanlara karşı gösterilmesi yasaklanan dostluk, birinci şıktaki dostluğa yöneliktir.
İlave bilgi için tıklayınız:
"Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin!"
Cevap 2:
İslam’da şöyle bir kural vardır: “Küfre rıza göstermek küfürdür.”
Bu kaidenin dayanağı şu mealdeki ayet gibi Kur’an ifadeleridir:
“Kitapta Allah size şunu da indirmişti: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut alaya alındığını işittiğinizde, onlar başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Allah ise münafıkları da kâfirleri de hep birlikte cehennemde toplayacaktır.” (Nisa, 4/140)
- Kurtubi’nin de belirttiği gibi, ayette yer alan “Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.” mealindeki ifadeden açıkça anlaşılan husus şudur: Ayetlerin inkâr edildiği veya alaya alındığı yerde (mazeretsiz) durmak, -buna razı olmak manasına geldiği için- küfürdür. Küfrün olduğu yede -mazeretsiz- durmak küfre, günahın olduğu yerde -mazeretsiz- durmak ise günaha ortak eder. (bk. Kurtubi, ilgili yer)
- Bu açık gerçek ortada iken, yalnız küfre rıza değil; üstelik küfre sokmaya gayret etmek elbette çok tehlikelidir. Çünkü bir kimsenin kâfir olmasını arzu etmek veya razı olmak küfre taraftar olmak demektir.
Hâlbuki, her küfür Allah’a karşı en büyük bir isyandır. Allah’a karşı isyanın olmasını istemek imanla bağdaşmaz.
Keza, Allah küfre razı değildir. Buna göre bir kimsenin kâfir olmasını istemek, hele, hele onun kâfir olmasına çalışmak, Allah’ın razı olmadığı, hoşnut olmadığı bir eylemin gerçekleşmesine taraftar olmak anlamına gelir. Bu da iman ve iman şuuruyla bağdaşmaz.
- Kaldı ki, her Müslümanın temel vazifeleri arasında bulunan bir görevi, insanları iman etmeye, İslam’ı yaşamaya teşvik edip sevk etmektir.
39
Ayette neden, ister şükredin ister küfredin, deniliyor ve hadiste namaz neden şükür olarak geçiyor?
1) İlgili ayetin meali şöyledir:
“Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik; artık o isterse şükreden olur, isterse nankör (kefûr).” (İnsan, 76/3)
Küfür kelimesi, sözlükte “örtmek, gizlemek; nankörlük etmek” gibi manalara gelir. Terim olarak genellikle “Allah’tan alıp din adına tebliğ ettiği hususlarda peygamberi tasdik etmemek, ona inanmamak” diye tanımlanır. (Taftazani, Şerhu’l-Aķaid, s. 189)
Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette küfür kökünden fiil ve isimler -yer yer karşıtı olan şükür kavramıyla birlikte- Allah’ın verdiği nimetlere karşı nankörlüğü ifade etmek üzere yer almakta ve tabiatındaki nankörlük dolayısıyla insan “kefûr” diye nitelenmektedir. (Meselâ bk. Hûd 11/9; İsrâ 17/67; Zuhruf 43/15)
Aynı niteleme şeytan için de geçmektedir. (İsrâ, 17/27)
Hz. Süleyman, Sebe melikesinin tahtını mucizevî bir şekilde yanında bulunca bunun şükür mü yoksa nankörlük mü edeceği hususunda kendisi için bir imtihan olduğunu belirtmiş,
“Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince o bilsin ki rabbim ganidir, kerimdir.” (Neml, 27/40)
demiştir. Benzer bir ifade, Lokman’a hikmet verildiğini ve kendisine “Allah’a şükret” diye buyurulduğunu bildiren ayetin devamında yer alır. (Lokmân, 31/12) İsrailoğullarına lütfedilen başlıca ilâhî nimetler Hz. Masa’nın dilinden hatırlatıldıktan sonra insanların şükretmesi halinde Allah’ın onlara nimetlerini arttıracağı, nankörlük etmeleri durumunda ise azabının çok şiddetli olacağı bildirilir. (İbrâhîm, 14/5-8)
Kur’an’da ayrıca ilâhî nimetler karşısında nankörce davranmanın açlık ve güven ortamının bozulması gibi dünyevî sıkıntılara sebep olacağı belirtilmektedir. (Nahl, 16/112; Sebe’, 34/17)
Diğer taraftan, tohumu toprağa atıp gizleyen çiftçilerden (küffâr) bahsedilirken (Hadîd 57/20) ve Allah’a şükredip nankörlük edilmemesi emredilirken de (Bakara, 2/152; Rûm, 30/34) küfr kökünün türevlerinin sözlük anlamıyla kullanıldığı görülmektedir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “kfr” md.)
Demek ki, soruda geçen ayetteki küfür kelimesi de daha çok sözlük manasına uygun olarak nankör anlamında değerlendirilebilir.
Elmalılı Hamdi Merhum, bu ayeti tefsir ederken, küfür kelimesine hem sözlük hem de terim anlamını vererek çok nefis bir tahlil yapmıştır. Onun bu ayeti tefsiri şöyledir:
İnsanı imtihan edip denemenin bu iki yönü açıklığa kavuşturulmak üzere buyruluyor ki: Kuşkusuz biz ona doğru yolu gösterdik.
Bu yol "O gün sevk ancak Rabbinedir."(Kıyamet, 75/30), "O gün varılıp durulacak yer Rabbinin huzurudur."(Kıyamet, 75/12) ve "Elbette sonunda Rabbine gidilecek." (Necm, 53/42) mealindeki ayetler ve benzerlerinin anlattığı ve Fâtiha'da ifade edildiği gibi doğrudan doğruya Allah'a ve onun katkısız nimetlerine götüren ve Kur'an ile çağrılan hak İslâm dinidir.
Yani insanın içinde ve dışında, başlangıç ve gayesiyle hak yolu göstermek üzere işitilecek, görülecek ve düşünülecek Kur'ân ve kâinat âyetleri, naklî ve aklî deliller, alâmetler ortaya koyarak ve ona görme, işitme ve sezme kuvvetleri vererek nereden gelip nereye gideceğini ve son gayeye ermek için Rabb'ına hangi yoldan gitmek ve ne gibi görevleri yapmak gerekeceğini anlatarak irşat ettik.
Gerek şükredici olsun o insan, gerek nankör kâfir. Yani isterse o irşat ve hidayet nimetinin kıymetini bilerek Rabbine şükretmek üzere iman ve iyi niyetle o hak yoluna girip sıkıntılara göğüs gererek çalışsın, olgunlaşma gayesine doğru yürüsün; isterse nankörlükle küfredip yükümlülük ve olgunlaşmadan kaçınarak, bu irşat ve hidayete karşı işitmez ve görmezden gelerek bu imtihan âlemi olan dünya hayatında kalmak istesin.
Bu cihet kendisine, kendi tercihine bırakılmıştır. Her iki durumda da yol gösterilmiş bulunuyor.
Bu hidayet ve irşattan sonra insanı "şükredici" ve "nankör" diye ikiye ayırmada, bir taraftan şükretmeye teşvik, bir taraftan da küfürden sakındırmak için "Dilediğinizi yapın." (Fussilet, 41/40) tarzında insanın ihtiyarına hitap eden ve kısaca ifade edilmiş bir cezalandırma vaadi ve tehdit vardır. (Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)
2) Hz. Peygamberin ayakları -gece namazını kılmaktan-şişmiş olduğu için sahabiler: “Allah bütün geçmiş ve gelecek günahların affetmedi mi? (neden hala bu kadar kendini yıpratıyorsun?)” diye sorunca, “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” şeklinde cevap vermiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, 2/271)
Bu hadis rivayetinin bazılarının senedi zayıftır, diğer bazılarının ise sahihtir. (Mecmau’z-Zevaid, a.y)
Bu sebeple “bu hadis sahihtir” denilebilir.
- Namaz, Allah'ın yüce şânını ve sonsuz kudretini terennüm eden en güzel şekil ve kelimelerden meydana gelmiştir: Namazın içinde, tekbir, tevhid, tesbih, medh ü senâ, hamd, şükür, hürmet, tevazu', tazarru' ve niyaz, bütün müminlere hayır dua Peygamberimize salât ü selâm bulunmaktadır.
Şükür, Allah’ın lütuf ve ihsanlarına, ikram ve nimetlerine karşı minnettarlık hissetmek, memnuniyetini ifade etmek, sözlü ve fiili/davranışlarıyla bu hassasiyetini ortaya koymaktır. Namaz bu manayı en güzel şekilde yansıtan bir ibadettir. Namaz şükrün bütün çeşitlerini kapsayan bir kulluk görevidir.
- Bediüzzaman Hazretleri bu hususa şu şekilde işaret ediyor:
"Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakınız, insan âleminde iki daire ve iki levha vardır:
Birinci daire: Rububiyet dairesidir. İkinci daire: Ubudiyet dairesidir.
Birinci levha: Hüsn-ü san'attır. İkinci levha ise: Tefekkür ve istihsandır.
Bu iki daireyle iki levha arasındaki münasebete bakınız ki, ubudiyet (kulluk) dairesi bütün kuvvetiyle rububiyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleriyle hüsn-ü san'at ve nimet levhasına bakıyor." (Mesnevi-i Nuriye, s. 31-32)
- Şu kainatı bir ağaç olarak düşünürsek, meyve ve neticesi şükürdür. Şükrün en kapsamlı ve külli olanı ise namazdır.
Evet namaz, külli bir şükürdür. Namaz olmaz ise şükür olmaz, şükür olmaz ise rızık olmaz, rızık olmaz ise hayat olmaz, hayat olmaz ise kainat olmaz.
Demek ibadetlerin özü olan namaz şu kainatın kaim bir sebebi, asıl bir direği hükmündedir. Kur’an’ın ısrarla namazı emretmesi ve insanın en önemli bir kulluk vazifesi olması bundan dolayıdır.
- Bütün ibadetlerin fihristesi olan namazın çekirdekleri ve hülasaları ve içinde ve tesbihatında bulunan ve namazın manasını takviye için tekrarlanan "Sübhanallah" "Elhamdülillah" "Allahü Ekber" kelimeleri namazın asıl manasını ifade etmektedir.
Namaz, bu üç muazzam hakikatlere ve insanın kâinatta yansımalarını gördüğü medar-ı hayret, medar-ı şükran ve medar-ı azamet ve kibriya olan Allah’ın harika icraatlarına karşılık -deyiş yerindeyse-yapılan bir kulluk,bir şükür,bir tevazu, bir saygı ve sevgi gösterisidir. (krş.Asa-yı Musa, 52)
- İnsanın kendi ömür sermayesi ve kuvveti ile Allah’ın sayısız ihsan ve ikramlarına karşılık vermesi ve şükürde bulunması imkansızdır. Değil bütün nimetleri, iki gözün şükrünü bile binlerce sene ibadet etse, karşılığını veremez.
Ama Allah kereminden insana diyor ki, siz benim emrettiğim namazı kılın, ben sizi bütün nimetlerime ve ihsanlarıma şükür etmiş gibi sizden kabul edeyim, namaz sayesinde sizi şakirler sınıfından yazayım.
İnsanın böyle cazip bir teklife ilgisiz kalması akıl kârı olamaz...
40
Hikem-i Ataiyye adlı eser için, az daha Kur'an olacaktı, anlamında bir söz söylenmiş midir?
"el-Hikemü’l-Ataiyye", Şâzeliyye şeyhlerinden İbn Atâullah el-İskenderî’nin sözlerini ihtiva eden bir eserdir.
İbn Ataullah’ın soruda geçen anlamda bir sözü yoktur. Zaten hiçbir Müslüman böyle bir iddiada bulunmaz.
Eserde kulluk ve dervişlik psikolojisinin son derece güçlü bir üslûpla özetlenmesi sebebiyle, daha sonraki yüzyıllarda sûfîler arasında, “Namazda Kur’an’dan başka bir kitap okumak câiz olsaydı, el-Hikem okunurdu.” sözü yaygınlık kazanmıştır.
Sufiler arasında meşhur olan bu söz, muhtemelen yanış aktarılarak veya yanlış anlaşılarak sorudaki hataya düşülmüş olabilir.
Eser, tasavvufun değişik alanlarına ışık tutan müellife ait üç yüz kadar hikmetli sözle, onun dostlarına yazdığı mektuplardan bazı parçalar ve bir münâcâttan meydana gelmektedir.
İbn Atâullah’ın, mürşidi Ebü’l-Abbas el-Mürsî’ye takdim ettiği eserde, tasavvufî hayat ve düşüncenin en tartışmalı konuları çok dikkatli bir üslûpla özlü bir şekilde anlatılmıştır:
“Nurlar kalplerin ve sırların bineğidir.”;
“Talep şan değildir, asıl şan iyi edeple rızıklanmandır.”;
“Seni vehim kadar yöneten bir şey yoktur.”;
“Başlangıcı parlak olanın sonu da parlaktır.”
gibi bazı hikmetler, birer cümleden ibaret olduğu halde birkaç cümle veya birkaç satırla anlatılan konular da vardır.
Havf-recâ, kabz-bast, heybet-üns, cem‘-fark gibi tasavvufî hallerin tanıtıldığı eserde namazla melâmetin, zühdle mârifetin, vahdet-i vücûdla vahdet-i şühûdun, kerâmetle istikametin, ubûdiyetle rubûbiyetin, akılla gönlün, eserle müessirin, tevekkülle teşebbüsün, firkatle vuslatın anlamları ve ilişkileri üzerinde de durulmuştur.
"el-Hikemü’l-Ataiyye"de yeni bir tasavvufî yorum ve yaklaşım yoktur; müellifin yaptığı şey, önceki sûfîlerin geliştirdiği yorum ve tefekkürü Arapça’nın bütün imkânlarını kullanarak şiirle nesir arası bir üslûpla özlü cümleler halinde ortaya koymaktan ibarettir.
Eserde yer alan hadislerin büyük çoğunluğu sahih hadis kitaplarında bulunmaktadır.
Müellifin ayrıca tasavvuf klasiklerinden de istifade ettiği kesin olmakla birlikte, bunların hiçbirinin adından söz etmemiştir. Hikmetlerden birini okurken akla gelebilecek sorular daha sonraki hikmetle cevaplandırılmış, böylece esere bir bütünlük kazandırılmıştır.
İbn Atâullah’ın, “Bu kitapta İhya’da olan her şey fazlasıyla mevcuttur.” ifadesiyle, takdir edilmesi aynı zamanda kitabın kapsamının zenginliğine de işaret etmektedir.
İbadet ve taat gibi konuların özlü ve etkili bir şekilde anlatılması eserin tasavvufî çevrelerin dışında da ilgi görmesini sağlamıştır. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, el-Hikemü’l-Ataiyye md.)
41
İslam mahkemesinde hakimin, bilerek şeriata aykırı hüküm vermesi küfür müdür?
Kur'an-ı Kerim'de Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyerek ilahi emir ve yasakları çiğneyenlerin durumu üç açıdan değerlendirilmiş olup, işledikleri kusur ve günahın cinsine göre nitelendirilmişlerdir:
Birincisi (Maide, 5/44. ayet), Allah’ın indirdiğini inkar ettikleri veya hafife aldıkları için onunla hükmetmeyenler olup bunlar kafirlerdir.
İkincisi (Maide, 5/45. ayet), Allah’ın indirdiğine inandığı halde onunla hükmetmeyenlerdir. Allah’ın hükmü adaleti, onun zıddı zulmü temsil ettiğinden, onunla hükmetmeyenler zalimlerdir.
Üçüncüsü (Maide, 5/47. ayet), Allah’ın indirdiği ile hükmetmemek, O’nun emrinden çıkmak manasına geldiği için onunla hükmetmeyenler fasıklardır.
Bazı müfessirler bu ayetleri şöyle yorumlamışlardır:
“Eğer bir kişi ilahi hükmü yanlış, kendisinin veya başkasının hükmünü doğru kabul ederek, buna göre hüküm verirse bu kişi kafir, zalim ve fasıktır."
"Eğer bir kişi ilahi hükmün doğruluğunu kabul eder ve buna aykırı bir hüküm verirse İslam’ın dışına çıkmış olmazsa da imanına zulüm ve fıskı karıştırmış olur."
"Eğer bir kişi hayatın her alanında Allah’ın hükmünü inkar ve reddederse her bakımdan kafir, zalim ve fasık sayılacaktır. İlahi hükmü bazı noktalarda kabul eder, bazılarında reddederse iman ve İslam’ını küfür, zulüm ve fıskla karıştırmış olur.” (Elmalılı, III, 1696; Mevdudi, I, 429)
Maide Suresi 44 ve 45. ayetler Yahudiler, 47. ayet ise Hristiyanlar hakkında inmiş olmakla birlikte, bu hükümler bütün insanlar için geçerli genel kurallar niteliğindedir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Kur'an ile hükmedenler adaletle hükmetmiş olurlar. Buna göre Kur'an'la ve onun esaslarıyla ...
- Bazı insanlar, bu asırda İslami hükümlerle hükmetmenin mümkün olmadığını, ...Bu konuda orta yolu nasıl bulacağız?
- Mâide Sûresi, 44. ayette geçen; "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, kafirlerin ta kendileridir." ayetini nasıl anlamalıyız?
- Avukatlık, savcılık ve hakimlik mesleğini öğrenmek ve icra etmek caiz midir?
42
Rastlantıyı ve Rastlantısalcıları çürütecek sağlam delil ne olabilir?
Cevap 1:
1/x rastlantısallık için çok küçük bir ihtimali söz konusu eder.
Bu durum aslında insanda açığa çıkan irade ve tercihe dayalı eylem özgürlüğünün de kaynağıdır. Yani başlangıçta sıfır rastlantısallık olsa bu durum insan hayatını, özgür iradeyi dolayısıyla da sorumluluğu devre dışı bırakır.
Bu rastlantısallık oranı varlıkların kendileri üzerlerinde zorunlu bir kaderi kabul ederken aynı zamanda onların kendi doğalarına uygun bir yönelişe girmeleri potansiyelini içermektedir. Dolayısıyla bu ilahi varoluş dışındaki varoluşun her yöne gidebilme potansiyelini içerir.
Örneğin elektronun tüm yönlerde olası döngüselliği onun rastlantısallığını değil de kendi üzerindeki yönlendirmeyi her yönde kabul edişe uygun bir potansiyele sahip olmasını içerir.
1/X'in dar sınırı özgür eylem potansiyelidir. Bu potansiyel olmaksızın var oluşun kendi üzerinde eylem kabul etmesi gerçekleşmez. Ve varlıklar kendi oluşlarını gerçekleştiremez. Ancak bu durum onları rastlantısal yapmaz. Değim yerindeyse milyonda bir ihtimal kendi oluş potansiyeline yönlendirme böylece gerçekleşir.
Rastlantısallık kavramı insan algısının teorik yüklemesidir. "Chance and necessity" dualitesi yerine zorunluluk ve uygunluk (necessity and coincidence) tanımı daha yerindedir.
Buna göre %99 zorunluluk ve % 1 uygunluk söz konusudur. %99 varlığın zorunlu varoluş kaderini %1 uygunluk ise varoluş türlerinin kendi özgünlüklerine sahip olarak var olmalarını içerir. Bu özgünlük her halukarda 1/X deki neredeyse sıfıra yakın potansiyelden açığa çıkmaktadır. 0/x durumunda ise varlığın kendi oluşu değil de ilahi mevcudiyetin mutlak var oluşu söz konusu olmaktadır.
Cevap 2:
Rastlantı, her olayın bir sebebe bağlı olmadan, ya da olayların bir sebep-sonuç zinciriyle meydana gelmediğini varsayan felsefî bir görüştür. Bu görüş, olayların sebepsiz, gelişigüzel bir şekilde kendiliğinden ve bir yapanı olmadan gelişigüzel meydana geldiğini kabul eder.
Dünyada kendi kendine, bir irade ve ilmin eseri olmadan meydana gelmiş bir tek olay var mıdır? Böyle bir şey gösterilebilir mi? Yani, bir yapanı, bir ustası olmadan, kendi kendine bir şey hâsıl olabilir mi?
İnsanlık tarihi şimdiye kadar böyle bir şeye şahit olmamıştır. Bir eser, bir madde varsa, mutlaka onun bir yapanı ve ustası vardır ve olmalıdır. Hal böyle iken bir varlığın ve özellikle canlıların temelini teşkil eden bir hücrenin kendi kendine meydana gelmesi mümkün müdür?
Bunun en basit ve kısa yoldan cevabı ‘hayır’dır. Çünkü, bir iğne ustasız, bir harf katipsiz olamaz. Hücrenin kendiliğinden meydana geldiğini iddianın altında yatan, bütün canlıların bir yaratıcı olmadan kendi kendine teşekkül ettiği fikrini empoze etmek, böylece insanları bir Yaratıcının varlığı düşüncesinden uzaklaştırmaktır.
Bir yaratıcıyı yok sayan, O’nu inkâr eden, varlıkların kendiliğinden, ya da tabiatın eseri olarak meydana geldiğini ileri süren bu felsefî görüş aslında yeni bir düşünce tarzı değildir. Milattan Önce 400’lü yıllarda gündeme gelmiştir. Yani yaklaşık 2.400 yıllık bir geçmişe sahiptir.
Bu felsefe tarafından hücre basit bir yapı olarak gösterilmektedir. Amaç, işin içinde olamayanların zihninde, basit şeylerin kendi kendine olabileceği düşüncesini meydana getirmektir. Basit de olsa hiçbir varlık, kendiliğinden teşekkül etmez. Kaldı ki hüçre hem canlıdır ve hem de basit yapılı değildir.
Kısacası, bir organizmanın basit yapıda olması, onun kendi kendine meydana geldiğini göstermez. Böyle bir iddianın bilimsel hiçbir delili yoktur. Sadece pozitivist felsefeye dayalı bir düşüncedir.
Bir varlığın kendini oluşturabilmesi için, önce kendisi var olacak ki, kendisini yapabilsin. Olmayan bir varlık kendisini nasıl yapacak? Hem her bir varlığın, ister basit yapılı, isterse yüksek yapılı olsun, teşekkül edebilmesi için; ilim, irade ve kudret sahibi birisine ihtiyaç vardır.
Bir Yaratıcı önce o varlığı yapmayı veya yaratmayı irade edecek, buna gücü ve ilmi yeterli olacak, ondan sonra onu yapabilir. Mesela, siz “Hücre” kelimesinin kendi kendine yazıldığını iddia edebilir misiniz? Ya da böyle bir görüş ileriye sürülse, onu kabul edebilir misiniz?
Böyle bir fikri, yani “Hücre” kelimesinin deftere kendi kendine yazıldığını, ilkokul birinci sınıfa giden bir çocuğa bile kabul ettiremezsiniz. Siz de vicdanen biliyorsunuz ki, bir harf bile kendi kendine deftere yazılmaz. Hal böyle iken, bir hücrenin kendi kendine meydana geldiğine nefsinizi nasıl ikna edeceksiniz?
- Sizin ayağınızda çorap var. Bu çorabın kendi kendine imal edildiğini kabul eder misiniz?
- Yani, bu çorap bir ustası ve yapanı olmadan kendiliğinden meydana gelebilir mi?
- Bırakın çorabın kendiliğinden meydana gelmesini, bu çorap sizin ayağınıza kendi kendine mi girip çıkıyor?
- Böyle bir hurafeyi kabul etmenin ilimle, fenle, akıl ve mantıkla bir ilişkisi olabilir mi?
- Ve bu fikri kabul eden kimsenin akıllı ve sağlıklı düşündüğü iddia edilebilir mi?
Hem hücre öyle basit bir madde de değildir; içerisinde âdeta onlarca fabrika var gibidir. Enerji üreten elektrik santrelleri hükmünde mitokontriler, besinlerin teşekkülünde rol oynayan ribozomlar ve RNA’lar, genetik yapının aktarılmasında ve kontrolünde çok önemli roller yüklenmiş olan DNA’lar ve onlardan hasıl olan kromozomlar, besin üretiminde güneş enerjisini kimyevi enerjiye çevirerek bir fabrika gibi iş gören kloroplastlar, besinlerin depo ve nakledildiği endoplazmik retikulumlar gibi onlarca organelin her birisi; sonsuz, ilim, irade ve kudret sahibi Allah’ın eseridir. Bunların her birisi kendi içerisinde ayrı bir âlemdir. Hücrenin yapısını ve içesinde meydana gelen olayları inceleyerek profesör olmuş binlerce insan vardır. Bu inceleme kıyamete kadar da bitmeyecektir.
Demek ki hücrenin içerisinde bilimle iş yapılmış olması, bu işi yapan bir âlimin varlığını gösterir. Bilimin sonsuz oluşu, âlimin ilminin de sonsuz olduğuna işaret etmektedir.
Hücre içerisinde her şeyin son derece planlı ve programlı, düzgün ve ölçülü yapılmış olması, aynı zamanda o ilim sahibinin iradesinin ve kudretinin de sonsuz olduğuna delildir.
Şayet iddia edildiği gibi, bir hücre kendi kendine meydana geliyorsa, o zaman hücreyi araştırma ve incelemek için dev araştırma laboratuvarlarına ve orada çalışan binlerce bilim adamına gerek yok. En azından kendiliğinden meydana gelen hadiselerde, mantıklı ve ölçülü yapı ve fonksiyonlar beklenmez. Her şey bir kaos ve keşmekeş içerisinde olur.
Halbûki hücre içerisindeki organeller, on bin bazen yüz bin defa büyütülerek, oradaki planlı ve ölçülü hadiseler ve mantıklı ve işe yarar tarzdaki reaksiyonlar inceleniyor. Sonuçta her şeyin en mükemmel tarzda planlanıp yapıldığı ve idare edildiği görülüyor.
Rastlantı felsefesini çürütecek delil, insan başta olmak üzere, atomdan galaksilere kadar, kâinatta sonsuz sayıdaki varlıkların mevcudiyetidir, nizamlı, intizamlı, bir ve bazen birden çok gayeye ve maksada göre yaratılmış olmalarıdır.
Bütün bunlar ortada iken, varlıkların bir rastlantı eseri olarak kendi kendine meydana geldiğini iddia etmenin bilimle, akılla ve mantıklı düşünce ile hiçbir ilgisi yoktur.
43
Tagutun hakemliğini kabul edene, küfür hükmü verilebilmesi için irâde ve tercih şartı gerekli midir?
İlgili ayetin meali şöyledir:
“Baksana; hem sana indirilen hem de senden önce indirilen kitaplara inandığını iddia eden o münafıkların yaptıklarına! Kalkıp tâgûtun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki onlara onu reddetmeleri emri verilmişti. Şeytan da onları haktan büsbütün saptırmak ister.”(Nisa, 4/60)
- Tâgût, insanların Allah’tan başka büyük saygı gösterdikleri ve hükümlerine uydukları kimselerdir.(Taberi, ilgili ayetin tefsiri)
Konuyu müşahhaslaştırdığımız zaman, tâgûtun şeytan, sihirbaz, kâhin olarak değerlendirildiğini görmekteyiz.(bk. Taberi, Bakara 256. ayetin tefsiri)
- Ayetin nüzul sebebi şöyledir: Müslüman olduğunu iddia eden munafık bir adam ile bir Yahudi arasında bir ihtilaf, bir niza vuku buldu. Münafık olan kişi, -rüşvet aldıklarını bildiği için- konuyu Yahudilerin hakemliğinde çözmek istiyordu. Yahudi ise -rüşvet almadıkları için- meseleyi Müslümanların hakemliğine götürmek istiyordu. Nihayet (hem Tevrat’ta hem Kur’an’da kâhine baş vurmak yasaklandığı halde) Cüheyneli bir kâhinin hakemliğinde anlaştılar. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.(Taberi, ilgili yer)
- Alimlerin konuyla ilgili ne dediklerini, daha doğrusu sorudaki noktalar hakkında ne dediklerini araştırmak için şu anda yeterince vaktimiz yoktur. Görebildiğimiz kadarıyla ayette söz konusu olan, insanın kendi tercih ve iradesiyle Allah’ın hükmünü bırakıp başkasının hükmünü kabul etmesi durumunda tehlike söz konusudur. İslam’da “mükreh = mecbur bırakılan” kimsenin bundan istisna edildiği kesindir. Bir de Allah’tan başkasının hükmünü kabul ederken, Allah’ın hükmünü kabul etmiyorsa küfür olur.
Yoksa peygamberlerden başka hiç kimse masum olmadığına göre, herkes bir şekilde şeytanın telkinlerini Allah’ın hükümlerine tercih etmiş demektir. Örneğin, gıybet eden, yalan söyleyen kimse de Allah’ın konuyla ilgili emrini dinlememiş ve şeytanın telkinini kabul etmiştir.
Halbuki, İslam alimlerinin büyük çoğunluğunu teşkil eden Ehl-i sünnete göre en büyük günahlar da küfre sebep olmaz.
Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri çok çarpıcıdır:
“...Ehl-i ifratın bir kısmı, Arab'dan sonra İslâmiyetin kıvamı olan Etrak'i tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel kanun-u esasî ve hürriyetin ilânını tekfire delil gösterirdi, وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ ilâ âhir hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki: مَنْ لَمْ يَحْكُمْ bimana مَنْ لَمْ يُصَدِّقْ dır.”(Münazarat, s. 82)
Bunun anlamı şudur: Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler, eğer Allah’ın hükmüne inanmıyor, onu tasdik etmiyorsa kâfir olur. Fakat eğer Allah’ın hükmüne inandığı / tasdik ettiği halde onu uygulamıyorsa, örneğin yalan yasağını çiğniyorsa veya hırsızlık ediyorsa yahut da hırsızın elini kesmiyorsa kâfir değil, günahkâr olur.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Şirk dışındaki büyük günah işleyen kişi neden dinden çıkmıyor?
44
Kafir kimselere yaşadıkları her saniye günah mı yazılmaktadır?
- İslam dini ve diğer hak olan semavi dinlerin hepsinde biri iman bir amel olmak üzere dinin iki temel sahası vardır. Bunlardan iman esaslarını ihtiva eden dinin manevi sahasında, özellikle akıl, fikir ve kalbin toplamından süzülen NİYET önem arz etmektedir.
İslam’ın hükümlerini ihtiva eden ameli konular ise, niyetle beraber bedeni ve mali yönleri ağırlık kazanmaktadır.
- Buna göre, bir kimse, salih bir amel işlediği her zaman diliminde sevap; o ameli terk ettiği her zaman diliminde günah işlemiş olduğu gibi, itikadi bilgilere samimi olarak sahip olan bir kimse de her zaman bunun sevabını, bunları inkâr ettiğinde de her zaman günah işlemekte olduğunda şüphe yoktur.
- Hatta denilebilir ki, iman-inkâr, takva-fasıklık gibi hususlar dünya hayatında -söz gelişi- yetmiş yıllık bir süreye sahip olmasına rağmen, müminin cennette, kâfirin de cehennemde ebedi kalmalarının hikmeti, onların taşıdıkları niyetlerdir. Yani, iman eden dünyada ebedi olsaydı, bu imanını muhafaza ederdi. Kâfir de ebedi kalsaydı, bu küfrünü korurdu. Ve bu niyetlerinin sonucu olarak cennet ve cehennem ebedi olmuştur.
- Cennetliklerin niyetlerini açıklayan Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri, kâfirler için de bize bir fikir vermektedir:
“Evet niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acib bir iksir ve bir mâyedir."
"Ve keza niyet, ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur(…). İşte bu hâsiyete binaendir ki; az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki; az bir ömürde, cennet bütün lezaiz ve mehasiniyle kazanılır. Ve niyet ile insan, daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.” (bk. Mesnevi-i Nuriye, s. 70)
- Küfrün büyüklük meselesini Risale-i Nur’un şu ifadelerinden tahmin etmek mümkündür:
“SUAL: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennem'de hapis nasıl adalet olur?"
"ELCEVAB: Sene, üçyüz altmışbeş gün hesabıyla, bir dakikada katl, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken; bir dakika küfür, bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kanun-u adaletle elli yedi trilyon ikiyüz bir milyar iki yüz milyon sene beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur. Elbette خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا adalet-i İlahî ile vech-i muvafakatı bundan anlaşılıyor.” (bk. Nursi, Lem'alar, s. 276)
45
Taç giymek caiz midir, küfür ameli midir?
"Taç giyme merasimi" biliğimiz kadarıyla Batı'ya aittir ve yeni kral taç giyerek krallığı elde etmiş olur.
Osmanlı'da taç giyme değil, cülus vardır. Cülus yeni padişahın tahta oturmasıdır. Bunun belli töreni vardır ve askere "cülus bahşişi" dağıtılır. Fatih Sultan Mehmed Han tarafından bu usul kanunlaştırılmıştır.
Padişahların başında taç değil, sarıklı bir baş giysisi vardır.
Herhangi bir kimsenin taç giymesi, eğer tacın bir yerinde küfür sembolü yoksa, giyeni dinden çıkarmaz; ama o kişi kendi kültürü yerine başka bir kültürü taklit etmiş olur ki, bu da makbul değildir.
46
Muayyen tekfir ile mutlak tekfirin arasını nasıl ayırabiliriz?
Cevap 1:
Mutlak tekfir ile muayyen tekfiri birbirinden ayıran bütün -selef veya halef- İslam alimlerinin ismini vermek mümkün değildir.
- Mutlak tekfir ile muayyen tekfir kavramı, küfrün mutlak veya muayyen olmasıyla ilintilidir. Mutlak küfür, İslam Literatüründe küfür olarak kabul edilen bir vasfın tahakkukuna dayanır. Bu, küfrün bizzat kendi mahiyetiyle ilgili bir değerlendirmedir. Örneğin, güneşin batmasından ötürü çöken karanlık bir zaman dilimine “gece” denildiği gibi, iman güneşinin batmasından ötürü çöken itikadi karanlık yönüne de "küfür" denir.
Muayyen küfür ise, belli şahıslarda düşünce, söz veya eylem olarak kendini gösteren küfürdür. Buna göre, İslam’ın kesin olarak küfür kabul ettiği bir şeye küfür demek, tekfir-i mutlak veya tekfir-i umum denir.
Namazın farz olmadığını, içkinin, faizin haram olmadığını söylemek -bu bakımdan- bir küfürdür ve bu sözün küfür olduğunu söylemek de “tekfir-i mutlak” tır. Çünkü, burada belli bir şahıstan ziyade genel bir kural olarak: “Kim namazın farz olmadığını, içkinin haram olmadığını söylerse kâfir olur.” demek belli şahısları değil, küfrün kendisini tanımlar. Buna mukabil, “Falanca adam, namazın farz olmadığını söylediği için kâfirdir.” demek tekfir-i muayyen kısmına girer.
- İşte bu iki küfrün farklılığı sahabeden beri bütün ümmetin kabul ettiği bir gerçektir.
Nitekim, eskiden beri İslam alimleri, bazı vasıflara küfür dediği halde, o vasıfları taşıyan her insanı tekfir etmemişlerdir. Bütün Fıkıh kitaplarında geçtiği üzere, “karibu’l-ahd” denilen yeni Müslüman olmuş kimselerin bazı farzları inkâr etmeleri veya bazı haramları caiz görmelerinden ötürü, onları tekfir etmemişler. Örneğin sahabeler, bu gerekçeyle Kudame b. Mazun’u tekfir etmemişler.(bk. İbn Teymiye, Mecmuu’l-Fetava,7/610)
- Burada kural şudur: Her küfür vasfını gösteren kâfir değildir. Her fasıklık eden fasık değildir. Her dalalet vasfını taşıyan ehl-i dalalet değildir.(bk. Mecmu, 12/180).
Çünkü bu küfür sözü veya eyleminin menşei esastır. Menşei cehalet veya başka bir neden ise tekfir edilmez.
Cevap 2:
Bu iki tekfir çeşidinin farklılığını bildiren alimlerden biri de İbn Hazm ( el-Muhalla, 13/151) ve İbn Kudame’dir.(el-Muğni, 2/329)
- Furuatla ilgili olmakla beraber, İbn Kudame’nin verdiği şu bilgi konumuz için de bir örnektir:
“Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali başta olmak üzere bütün alimlere göre, zina eden insan, yeni Müslüman olmuş veya (ilimden uzak) bedevi/kırsal kesimde yaşamış bir kimse ise, 'Zinanın haram olduğunu bilmiyorum.' derse, bu iddiası kabul edilir ve zina haddi tatbik edilmez." (İbn Kudame el-Hanbeli, el-Muğni, 9/58)
- Şaffi alimlerinden İmam Maverdi de şu bilgiyi vermektedir:
“Eğer bir insan zekâta tabi olan malını devletten (zekâtı kaçırmak için) gizlerse bakılır, eğer 'Yeni Müslüman olduğunu, bunu gizlemenin haram olduğunu bilmediğini' iddia eder ve bunu ispat ederse, sözü kabul edilir ve kendisine herhangi bir tazir cezası uygulanmaz…” (bk. Maverdi, el-Havi, 3/134)
- Şunu da belirtelim ki, bu farkı, bütün İslam alimleri fark etmiş ve tefrik etmişlerdir.
Dört mezhebin bütün fıkıh kitaplarında -mutlak / muayyen tabirini kullanmasalar bile- mutlak tekfir ile muayyen tekfir arasındaki farkı fark ettiklerini gösteren ifadeler bulmak mümkündür.
Cevap 3:
Bizim kanaatimize göre, selef alimlerinin bu ifadeleri onların mutlak ve muayyen küfür veya tekfiri ayırmadıklarını göstermez. Bilakis, onların -bu verilen misallerde olduğu gibi- bazı yerlerde mutlak tekfir ile muayyen tekfir şartlarının örtüştüğü, bir araya geldiğini gördüklerini gösterir.
Bunu şöyle açıklayabiliriz:
Yukarıda da açıklandığı üzere, tekfir-i mutlak, İslam itikadına göre küfür olan bir fiil veya sözden dolayı o işi yapmanın veya o sözü söylemenin genel olarak küfür olduğunu bildirmektir.
Tekfir-i muayyen ise, İslam itikadına göre küfür olan bir fiilin veya bir sözün sahibi olan belli bir şahsın tekfir edilmesidir. Ancak, bu iki tekfirin de doğru olabilmesi için, söz konusu edilen KÜFÜR vasfının İslam itikadına göre açık küfür olması, hadisin ifadesiyle “Küfr-ü Bevah” (tevile kabil olmayan açık-seçik küfür) olması gerekir. Eğer tevile kabil ise, açık-seçik küfür olmadığı için ne tekfir-i mutlak ne de tekfir-i muayyen konusu yapılmaz.
- Bazen bir fiil veya bir söz, tekfir-i mutlak şartlarına haiz olduğu halde, tekfir-i muayyen şartlarına haiz olmayabilir. Bu gerçeğe göre, denilebilir ki; “Şartlarına haiz olan her tekfir-i muayyen aynı zamanda bir tekfir-i mutlaktır. Fakat, her tekfir-i mutlak bir tekfir-i muayyen değildir.”
Örneğin, “faizin haram olmadığını” söylemek küfürdür ve tekfir-i mutlak konusuna girer. Fakat bu sözü söyleyen herkes tekfir edilemez. Çünkü, yeni Müslüman olmuş veya İslam’ın öğretildiği yerlerden uzak bir kesimde yaşamış bir kimsenin bunu “bilmediğini” söylemesi onun hakkında küfür hükmünü düşürür.
- Bununla beraber, bazen her iki tekfir de bir araya gelebilir.
İşte, İmam Ahmed, İmam Malik ve daha başka alimlerin Tekfir-i muayyen yaptıkları yerde, iki tekfirin de şartları tahakkuk ettiğini düşündükleri konularla alakalıdır.
Örneğin, İmam Ahmed’e (veya ehl-i sünnet alimlerine göre) “Kur’an mahluktur.” sözü, küfürdür. Bunu ısrarla söyleyenler de açık-seçik küfre götüren bir söz söyledikleri için kâfir olurlar. Yani burada mutlak tekfir gibi, muayyen tekfirin şartları da tahakkuk etmiştir. Yoksa, İslam’ın titizlikle üzerinde durduğu ve rastgele damga vurulmasını yasakladığı Tekfir-i muayyen konusunda, bu büyük imamların titizlik göstermemeleri, dolayısıyla iki tekfir arasında fark gözetmemeleri mümkün değildir.
Onların mealini vereceğimiz şu sahih hadiste ifade edilen hususa dikkat etmemeleri düşünülemez.
Ubade b. Samit’in bildirdiği şu hadis-i şerifte “tekfir-i muayyen" konusunda çok dikkatli olmamız emredilmiştir.
“...İktidar sahibine karşı onda, Allah'tan (Kur’an ve Sünnette) gelmiş bulunan bir delil sebebiyle te'vil götürmeyen açık bir küfür (küfr-ü bevah) görülmedikçe iktidar kavgası yapmamak üzere biat ettik.” (Buhârî, Fiten, 2; Müslim, İmare, 42)
Hadiste yer alan “küfr-ü bevah” İslam itikadına göre tevil götürmez küfür demektir.
Demek ki, tevil götüren küfür de vardır. Ve bu küfürle tekfir-i muayyen yapılamaz.
- Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu şöyle özetlemiştir:
“Bazı âyât ve ehadîs vardır ki; mutlakadır, külliye telakki edilmiş. Hem öyleler vardır ki; münteşire-i muvakkatadır, daime zannedilmiş. Hem mukayyede var, âmm hesab edilmiş.”
“Meselâ: Demiş bu şey küfürdür. Yani o sıfat imandan neş'et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti denilir. Fakat mevsufu ise imandan neş'et ettikleri gibi ve imanın tereşşuhatına da hâize olan başka masume evsafa mâlik olduğundan, o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş'et ettiği yakînen biline. Zira başka sebebden deneş'et edebilir.”
“Sıfatın delaletinde (şekk) var. İmanın vücudunda da (yakîn) var. Şekk ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire (bir kimseye kafir demeye) çabuk cür'et edenler düşünsünler!” (bk. Sünuhat-Tuluat-İşarat, s. 16-17)
Demek ki, bir mü’minde, imandan kaynaklanmayan belki cehaletten, sefahatten yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlara “kâfire” tabir ediliyor. Yine o mü’minin, imanından kaynaklanan birçok da mâsum sıfatı bulunuyor. İşte bu sıfatlar, o zâta kâfir dememize mâni. Onun dilinden küfrü icap eden bir söz çıkmışsa, yahut o mü’min, imandan kaynaklanmayan ve ancak kâfirlere yakışacak fiiller işlemişse, verilen bu ölçüye göre, bunların küfürden doğduğunu, yâni o adamın küfür niyetiyle, İslâm’ı inkâr kasdıyla bunları yaptığını kesinlikle bilmedikçe onu tekfir edemeyiz; kendisine kâfir diyemeyiz.
“Sıfatın delâletinde şek var.” cümlesi kesin hüküm vermemizi engelliyor. Yâni o yaptığı işin, söylediği sözün, taşıdığı sıfatın, onun kâfir olduğuna delil olması şüpheli. Bunları küfür kastıyla yaptığını kat’i olarak bilemiyoruz. Ama kendisinin mü’min olduğunu biliyoruz. Kendisinden sorsak, "Ben mü’minim, Müslümanım." diyecektir.
Buna göre imanın delâletinde yakîn var, kesinlik var, kat’iyet var. Ama küfrün varlığında şek, yâni şüphe var, zan var, tahmin var. Biz yakîni, şek ile iptal edemeyiz ve o adama kâfir diyemeyiz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- TEKFİR MESELESİ.
- Elfaz-ı küfür söyleyen kişi kâfir olur mu? Bir kimsenin bazı ...
47
Kafirlerin ölümüne yer ve gök üzülmediğine göre, biz Müslümanların üzülmesi doğru olur mu?
- Bilindiği gibi üzülmenin çok dereceleri vardır. Bu farklı üzülme dereceleri “üzgünlük” konusu varlığın bizimle olan bağlantılarıyla alakalıdır.
Örneğin, yabancı bir Müslümanın ölmesi ile akraba olan bir Müslümanın ölmesi bizde farklı etki yapar.
Yine, zulme uğramış bir insanın Müslüman olması ile olmaması arasında farklı bir üzgünlük alanını oluşturur.
Bunların farklılığı, insanlık, komşuluk, yakınlık, dindarlık gibi bağlantılarımızdan kaynaklanıyor.
- Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, ölen bir kâfir için belki hiç üzülmeyiz. Fakat işkence edilerek öldürülen bir kâfir için üzülmemek elimizden gelmez. Burada bizi ilgilendiren “insanlık” bağı ve gayri insani bir olgu olan “zulüm” olayıdır. Bu sebeple, dindarlığımız açısından değil, insanlık bağımızdan ötürü öldürülen bir kâfir için üzülmekte bir sakınca yoktur.
- Kaldı ki, bu tür üzülmeler, insanlık bağıyla alakalı olduğu için, gayri ihtiyari ve fıtratın ihtizazının/depreşmesinin dışa vuran bir yansımasıdır.
Göklerin ve yerin ağlamaması, ölenin dinsizliği sebebiyledir. Bu açıdan bakıldığı zaman, bizim de üzülmememiz gerekir. Zira, bir kâfirin hayatta kalmasını arzu etmek, -eğer hidayete girme ümidiyle ilgili değilse-, Allah’a karşı isyan etmesinin devamını istemek anlamına gelir.
Özetle: İnsan olarak fıtratın bir tezahürü olan üzülmek ile dinsizlik konusu itibariyle üzülmek arasında çok fark vardır.
48
Sırf bir iddia için dünyaya geldik, diyenlere ne cevap vermeliyiz?
- Önce şunu unutmamak gerekir ki, bir şeyin doğru olup olmadığını öğrenmenin yolu, kesin bilgiye dayanmayan ihtimaller, şüpheler, vesveseler değildir. Çünkü doğrunun sağlamasının da doğru olması gerekir. Yanlış formüller kullanarak matematik hesaplar yapılmaz. Bu sebeple konuyu ilkeler bazında ele alacak ve ilmi değerler penceresinden tahlil edeceğiz. Bunu da kısa maddeler halinde özetlemeye çalışacağız:
a) Hz. Âdem’in yeryüzü halifesi olarak tayin edilmesi, Allah’ın büyük bir lütfunu göz ardı edip, “Sırf bir iddia yüzünden buraya geldik.” demek insanlığın önemli bir kriteri olan kadirşinaslıkla bağdaşmaz.
b) Bütün varlıkların yegâne yaratıcısı olan Allah’ın, insanlara önemli hikmet derslerini vermek için söz konusu ettiği -mahiyeti bizce meçhul olan- o meşhur karşılıklı konuşmayı “Allah ile şeytan arasındaki iddia” olarak değerlendirmek, kısa yoldan gitmeye çalışırken çamura batmaya benzer. Zira, bu “diyalog” tasviri, dinsizlerin sandığı gibi, bir yerlerde oturup da karşılıklı yapılan bir konuşma metni değildir.
Melekler gibi bazı varlıkların insan için saygı secdesinde bulunması, dünya hayatında insanların maddi-manevi gelişip ilerlemesi için, insanın hizmetine verilen hayırlı sebeplere işaret etmek içindir. Manevi sahada melekler gibi bazı ruhaniler ilhamla insanı hayırlı yollara yönlendirdiği gibi, kâinat çapında yürürlükte olan birçok ilahi kanun da maddi alanlarda terakki etmelerine fırsat sunmakta ve yardımcı olmaktadır.
Buna mukabil, yine manevi sahada insanların ilerleyişini engellemek için kötü yönlendirmeler yapan ve yanlış bilgileri telkin eden şeytanlar olduğu gibi, kâinat çapında var olan bazı kanunların da insana maddi alanında zorluklar çıkartmaktadır.
İblisin Hz. Âdem’e saygı göstermemesi ise, insanların maddi ve manevi terakki yollarında her zaman asi ve zor işlerin olduğunu göstermektedir. Fizikte “her hareket eden kuvvetin karşısında bir direngen kuvvet olduğu” gibi, manevi alanda da “Her Musa’nın bir Firavun’u var.” sözü meşhurdur.
İşte ayetlerde insanların hayat yolculuğunda dikkat etmesi gereken hayati öneme haiz noktalara dikkat çekilmiş olduğu halde, bunu basit “bir iddia/iddialaşma” olarak nitelemek, özellikle Yaratıcı ile zavallı bir yaratığı aynı mindere çıkarmak, hem dinen hem aklen hem vicdanen oldukça sakıncalı ve de züğürt bir tasavvurdur.
c) “İnsanların namaz kıldığı zaman mutsuz olduğunu...” ima eden ifade ciddi bir saçmalıktır. Çünkü; bütün insanların yaratılışında var olan sevgi ve korku potansiyeli mutlaka pratik hayatta tezahür edecektir. Bu iki duygunun yönü ya yaratan Allah’a yahut da yaratıklara dönük olacaktır.
Buna göre, Allah’tan korkan yalnız onun dediklerini yapmaya çalışır. Yaratıklardan korkan ise, canavardan, kuyruklu yıldızın çarpmasından, kanserden, sıtma mikrobundan tutun sivrisineğin ısırmasına kadar binlerce zararlı şeylerden korkar.
Namaz kılmak, yalnız Allah’a kul olmaktır, yalnız ondan yardım dilemektir, yalnız ondan korkmaktır, yalnız onu razı etmektir.
Namaz kılmamak ise, Allah’tan başkası ne varsa, korktuğu her şeyi razı etmeye çalışmaktır.
Halbuki, sonsuz merhamet sahibi, ilim ve kudretiyle her yerde hazır olan Allah korkusu, Allah’ı gerçekten tanıyanlar için acı değil büyük bir lezzet kaynağıdır. Bir çocuğun annesinden korkup da yine onun şefkat sinesine sığındığı zamanki hissettiği lezzet ne ise, Allah korkusundan Allah’ın merhametine sığınan bir müminin o anda duyduğu lezzet o çocuğun duyduğu lezzetten bin kat daha fazladır.
- Keza, insandaki sevgi potansiyeli de ya Allah’a ya da yaratıklara dönük olacaktır. Her şeye gücü yeten, her şeyi gören, her şeyi işiten, her şeyi bilen sonsuz merhamet sahibi Allah’ı sevmekten daha büyük bir lezzet olabilir mi?
Şunu da belirtelim ki, yaratıklara dönük olmakla beraber geçekte Allah için olan bütün sevgiler de Allah’ı sevmek anlamındadır. Allah’ı bırakıp da binlerce varlığı sevmek acı ve kederden başka ne kazandırır ki?
Sağır, kör, âciz, cahil varlıkları sevmenin ne kıymeti var? Ne zararı defeden, ne de yarar dokunduran bir kabiliyette olmayan esbabın/sebeplerin eteğine yapışmak, yalvarıp yakarmak beyhüde bir çabadan öteye geçemez.
- İşte namaz kılan bir insan gittikçe Allah’ı sevmeye başlar ve sevdiği zatın kendisinden her türlü zararı uzaklaştırıp, her türlü yararı dokundurabilecek bir kudrete sahip olduğunu düşünür. Bu düşünceden aldığı lezzet, tarif edilemeyecek kadar büyüktür ve şirindir.
- Namazsız adam ise, Allah sevgisini bilmediği için başka varlıkları sever. Yukarıda belirtildiği gibi, bu sevgi ise üzüntüden ve kederden başka bir işe yaramaz. Bütün bu hakikatlı açıklamalar gösteriyor ki, “namazı üzüntü kaynağı” olarak göstermek yerden göğe haksızlıktır ve namaza büyük bir iftiradır.
- “Bak mesela Kurban’da sokaklar katliam alanına dönüyor'' ifadesi, “uydum kalabalığa...” diyerek, getirdiği ön yargı niyetinden kaynaklanmaktadır.
Bugün dünyada her gün yüz binlerce hayvan kesiliyor... Bir avuç "et yemezler" dışında bütün insanlar et yiyor. Milyonlarca insan et yemeyi çok seviyor ve belki de her gün et yiyor. Bunun yadırganacak bir tarafı da yoktur.
Mülkün sahibi olan Allah, bazı hayvanların kesilip etinin yenmesine izin vermiştir. Asıl mal sahibi olan Allah buna izin verdiği halde, bazı kimselerin fuzuli bir şekilde bu işe burunlarını sokmaları, gerçekten akılla izahı zor bir durumdur.
Kim bilir belki de kurbanların kesilmesine itiraz edenler herkesten daha çok hayvan etini yiyorlar. Belli ki bu konuda samimiyetsizlik var... Kurban dini bir emir olduğu için itiraz ediyorlar. Yoksa içki sofralarında gece gündüz eti meze olarak tüketseler bundan sadece keyif alırlar.
“Öyle kimseler var ki, din sahnesinde bir yarın kenarında dururlar. Eğer dünyevi işleri iyi giderse orada durmaya devam ederler. Şayet kendilerine bir zarar dokunursa, din yörüngesinden kayar ve tepetakla çukura yuvarlanır.” (Hac, 22/11)
biraz tefsirli mealindeki ayetten hepimizin dersler çıkarmamız elzemdir.
Son olarak şunu söylemeliyiz ki; her zaman mucizeleriyle dimdik ayakta duran, âdeta Allah’ın canlı bir mucizesi olan Kur’an gibi bir kitabın müntesipleri olan müminlerin, bir-iki dinsizin hiçbir ilmi değeri olmayan vesveselerinden ötürü tereddüt etmesi hiç de yakışmaz...
49
Küfürde birleşenler kafir mi oldular?
- Zuhruf 33’teki ayetin ifade ettiği hakikat şudur:
Dünya fanidir, imtihan yeridir, baki olan ahiret hayatıyla kıyaslanamaz. Onun için dünyalık mal-mülk, makama bakıp da aldanmayın. Allah katında değerli olanlar, bu dünyalık nimetlere sahip olanlar değil, takva sahipleri, Allah’a gereken saygıyı gösterenlerdir.
- Bu surenin 31. ayetinde belirtildiği üzere, müşrikler, Hz. Muhammed (asm)’e peygamberliği yakıştıramamalarını onun fakir bir kimse olduğuna bağlamış ve şöyle demişlerdi:
“Bu Kur'ân, (bu fakir adama geleceğine) bu iki şehirden (servet, aşiret sahibi) büyük bir adama indirilseydi ya!”
Bunun üzerine Allah o müşriklere cevap vermiş ve yanlışlarını değişik hakikatlerle ortaya koymuştur:
1) Allah’ın rahmetinin bir tezahürü olan peygamberlik ve hak dine sahip olmanın her şeyden daha kıymetli olduğunu ve bunun dünya nimetleriyle kıyaslanamayacağını ifade etmek için şöyle buyurdu:
“Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyor? Oysa dünya hayatında onların geçimlerini biz bölüştürdük ve birbirlerini istihdam etmelerine imkân verecek şekilde kimini diğerlerinden üstün düzeylere yükselttik. Fakat Rabbinin rahmeti, onların toplayabileceği her şeyden daha hayırlıdır.” (Zuhruf, 43/32)
2) Daha sonra, dünyanın malı-mülkü, makam ve servetinin Allah katında bir kıymet ve değer ölçüsü olmadığı ve peygamberlik gibi yüce bir makamın ayarı asla olamayacağını bildirmek için şöyle buyurdu:
“Eğer, bütün insanların dinsizliğe imrenecek bir tek ümmet haline gelme mahzuru olmasaydı, Rahman’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine kurulacakları koltukları hep gümüşten yapardık. Onları altına, mücevhere boğardık. Fakat bütün bunlar dünya hayatının geçici metâından ibarettir. Âhiret ise Rabbinin nezdinde Allah’a karşı gelmekten sakınanlara mahsustur.” (Zuhruf, 43/33-35)
- Bu ayetlerin hiçbirinde Hz. Peygamber (asm)'in veya peygamberlerin muhatap alındığını gösteren tek bir ima bile yoktur.
Bütün mesele şudur:
- Dünyadaki makam-mevkilerin, mal-mülkün Allah katında bir değer ölçüsü olmadığını; insanlar Allah’ın dünyalık olarak verdiği nimetlerin vesilesini küfür olarak görüp de öyle ise “biz de küfre girelim ki zengin olalım” şeklinde yanlış bir algıya kapılıp bir inkârcılık furyasına girmeselerdi, ahirette hiçbir nimete kavuşamayacak olan ve Allah’ın bir numaralı düşmanları olan kâfirlere bu dünyada büyük servet verilecekti ki, bununla dünyanın ne kadar değersiz olduğunu ortaya koymak ve bunu müşriklere hatırlatmaktır. (krş. Razi, ilgili ayetlerin tefsiri)
50
“Küfrün dune küfr” sözü, Emevi halifeleri hakkında mı söylenmiştir?
Taberi, “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse onlar kâfirlerin ta kendisidir.” (Maide, 5/44) mealindeki ayetin tefsirinde Ata ve benzeri alimlerden bu ayetteki küfrün insanı İslam dinin dışına atan bir küfür değil, derece bakımından onun altında / dışında olan bir küfür olduğunu aktarmıştır.
Bunu ifade ederken bazıları “küfrün dune küfr”, diğer bazı alimler de bu manaya gelen başka ifadeler kullanmışlardır. (bk.Taberi, Razi, ilgili ayetin tefsiri)
İbn Abbas’tan gelen rivayet, Hakim’de yer almaktadır. Hakim bu rivayetin sahih olduğunu bildirmiş; Zehebi de ona muvafakat etmiştir. (Hâkim / Zehebi, el-Müstedrek, 2/342)
İbn Abbas, “küfrün dune küfr” sözüne açıklık getirmiş ve şöyle demiştir:
“Bu (ayetteki) küfür, insanların bildiği küfür değildir. Bu küfür, kişiyi dinden çıkaran küfür değildir. Bu küfür, asıl küfürden başka bir şeydir.” (bk. a.g.y)
- İbn Abbas’ın bu sözünü Emevi devlet ricali için kullandığına dair bir bilgiye rastlayamadık.
- Sorudaki bu ayetin tatbiki konusunu Bediüzzaman Hazretlerinden dinleyelim:
“Osmanlı devletinin son döneminde yapılan birtakım yenilikler çerçevesinde bir 'Kanun-u Esâsî'nin yazılması ve hürriyetin ilan edilmesi hususu bazı kimselerce küfür sayılmış ve bununla devlet ricâli tekfir edilmiştir. Gerekçe olarak da 'Kim Allah'ın indirdiği (hükümlerle) hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.' (Maide, 5/44) mealindeki ayet delil gösterilmiştir." (bk. Asar-ı Bediiye, s. 463)
Bu görüşe katılmayan Bediüzzaman, ayetin manasının öyle anlaşılmaması gerektiği hususunu açıklığa kavuşturmaya çalışmış ve konu ile ilgili olarak şunları söylemiştir:
“Bir kısım insanlar, Araplardan sonra İslâm dininin direği sayılan Türkleri tadlil ediyor. Hatta onlardan bir kısmı, ehl-i kanunu tekfir ediyor. Otuz sene evvel teşkil edilen Kanun-u Esasîyi ve hürriyetin ilanını tekfire delil gösteriyorlar. 'Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.' ayetini delil gösteriyorlar. Zavallılar, 'Kim ki Allah'ın hükümleri ile hükmetmezse' cümlesinin manasının 'Kim ki tasdik etmezse' demek olduğunu bilmiyorlar.” (bk. Münazarat, s. 60; Asar-ı Bediyye, s. 434)
İlave bilgi için tıklayınız:
"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir ...
51
Ademoğulları arasında putperestlik ne zaman ve nasıl başladı?
Bazı rivayetlere göre konuyla ilgili bilgiler özetle şöyledir:
Kabil, kardeşi Hâbil'i öldürünce, Babası Âdem Aleyhisselâmdan korkarak Yemen'e kaçtı.
Şeytan, ona: "Hâbil'in kurbanını ateşin yakması ve kurbanının kabul olunması, onun, ateşe hizmet ve ibadet etmesi yüzündendi. Sen de öyle yap!" diye telkinde bulundu. Bunun üzerine, Kabil, bir ateş evi yapıp içinde ateş yakarak ona tapmağa başladı.(1)
Put, ağaçtan veya altın veya gümüşten insan şeklinde yapılırsa, ona: Sanem, taştan yapılırsa, ona da Vesen denir.(2)
Hz. Âdem’den sonra peygamber olan oğlu Hz. Şis’dir. Hz. Şis’in oğulları, önceleri gelir, Âdem Aleyhisselâmın Nevz veya Bevz dağındaki mağarada bulunan cesedini, ziyaret eder ve ona, tazimde bulunurlar, kendisi için, Allah’tan rahmet dilerlerdi.(3)
Kabil b. Âdemoğullarından bir adam: "Ey Kabiloğulları! Şis oğulları, Âdemin cesedinin çevresinde dönüp dolaşarak ona tazimde bulunuyorlar. Sizin ise, böyle bir şeyiniz yok!" dedi ve onlar için bir put yonttu. Tarihte ilk put yapan adam, bu oldu.(4)
Kur'an-ı Kerim'de Vedd, Süva', Yağus, Yauk ve Nesr diye adları anılan putlar(5), rivayete göre: Âdem Aleyhisselâmın oğulları(6) veya oğullarının oğulları idiler.(7) Bunlar, iyi amelli kişilerdi.(8) Halk, bunlara uyardı.(9)
Süva'ın, Şis Aleyhisselâmın oğlu olduğu, Yağus, Yauk ve Nesr'in de Süva'ın oğulları oldukları da rivayet edilir.(10)
Bunlar, öldükleri zaman, adamları: "Keşke, onların suretlerini, bize bir yapan olsaydı da kendilerini hatırladıkça, bizi, ibadete teşvik etmiş olurdu." dediler.(11)
Onlara, yakınları, çok ağladılar. Kabiloğullarından bir adam: "Ey kavmim!(12) Ben, can vermeye güç yetiremem amma, size, onların suretlerine göre beş tane put yapsam, yontsam olmaz mı?" dedi. Onlar da: "Olur!" dediler.
Bunun üzerine, Kabiloğullarının put yapıcısı, onlar için, Vedd, Süva', Yağus, Yauk ve Nesr'in suretlerine göre beş tane put yonttu, dikti.
Adlarına put dikilenlerin kardeşleri, amcaları ve amcaoğulları gelip bu putların çevrelerinde koşarak dolaşırlar ve onlara tazimde bulunurlardı. O asır, böylece geçti.
Yerd b. Mehlâil b. Kaynan b. Enuş, b. Şis, b. Âdem zamanında da böyle yapıldı.(13)
Bazı kimseler, İslâmiyet'ten döndü.(14)
İkinci asır gelince, bu putlara, ilk çağdakinden daha çok tazimde bulundular.
Üçüncü asır gelince:
"Bizden öncekilerin şu putlara tazimleri, ancak, Allah katında, şefaat etmelerini umdukları içindi!" diyerek onlara tapmağa başladılar, küfürlerini artırdılar.
Bunun üzerine, Yüce Allah, onlara İdris Aleyhisselâmı, peygamber olarak gönderdi.
İdris Aleyhisselâm, onları, putlara tapmaktan men ve Yüce Allâha ibadete da-vet etti.(15)
Fakat, onlar, İdris Aleyhisselâmı, yalanladılar. Yüce Allah da onu, yüksek bir makama kaldırdı.
Putperestlik, Nuh Aleyhisselâmın zamanına kadar artmakta devam etti. Yüce Allah, Nuh Aleyhisselâmı, peygamber gönderdi. Nuh Aleyhisselâm, onları, Yüce Allâha ibadete, uzun zaman davet etti. Fakat, onlar, Nuh Aleyhisselâma karşı koydular ve kendisini, yalanladılar.(16)
Nuh Aleyhisselâm, onlarla başa çıkamayınca, kendisini ve yanındaki müminleri, onlardan kurtarması için, Allah'a dua etti.(17)
Yüce Allah da onları, Tufan suyunda boğdu.(18) Tufan suları, Nevz veya Bevz dağından beş putu sürükleyip yere indirdi. Suların, şiddetli akışları, onları, ülkeden ülkeye sürükledi. Nihayet, Cidde toprağına attı. Sonra, sular, çekildi. Esen rüzgârlar, putların üzerine toprak yığdı.(19)
Dipnotlar:
1. Taberî, Tarih 1/82.
2. Ebu’l-münzir Hişam, Kitabu’l-esnam, s. 53.
3. Ebu’l-münzir Hişam, Kitabu’l-esnam, s. 50.
4. Yâkut, Mûcemülbüldan, 5/367.
5. Nuh Suresi, 23.
6. Ebu’l-fida, Tefsir, 4/426.
7. Taberî, Tefsir, 23/99.
8. Ebu’l-ferec İbnü’l-cevzî, Tabsıra, 1/35.
9. Taberî, Tefsir, 29/99.
10. Zürkani, Mevahib Şerhi, 2/348.
11. Taberî, Tefsir, 29/99.
12. Taberî, Tefsir, a.y.
13. Ebu’l-münzir Hişam, Kitabu’l-esnam, 51-52.
14. İbn Sa'd, Tabakat, 1/39.
15. Ebu’l-münzir Hişam, Kitabu’l-esnam, s.52.
16. Ebu’l-münzir Hişam, Kitabu’l-esnam, s.52-53.
17. Şuarâ, 118.
18. Nuh Suresi, 25
19. Ebu’l-münzir Hişam, Kitabu’l-esnam, s. 53; Bk. M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/73-75.