Kainata ve içindekilere, mana-yı harfi ve mana-yı ismi ile bakmak ne demektir?

Tarih: 27.12.2010 - 00:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Biyoloji, fizik, botanik gibi ilimleri, Yaratıcıya vererek anlatmak, “ilmin tarafsızlığı” ilkesine aykırı olmaz mı?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Bediüzzaman Hazretleri, Arapça gramer ilminde geçen “isim ve harf” tariflerini akaid ilmine uygulamış ve İlâhî birer sanat eseri olan bu âlemdeki varlıklara, nasıl bakılması gerektiğini bu tariflerle ortaya koymuştur.

“İsim”, başkasına muhtaç olmaksızın tek başına bir mana ifade eder; ama harfler tek başlarına bir mana ifade etmeyip başka bir kelimenin anlaşılmasına yardım ederler. Meselâ, masa kelimesi bir isim olarak tek başına bir mana taşımaktadır. Ama, “nın” edatı yalnız olarak bir mana ifade etmez, ancak “masanın” dediğimizde masa kelimesinin anlaşılmasına yardımcı olur.

Burada şunu ifade etmek gerekiyor: Arapçada "harf" dendiği zaman a, b, c gibi harfler anlaşılmaz. Birkaç  harften meydana gelen harfi-i cerler, harf-i tarifler de yine harf olarak nitelendirilirler. “İle” manasına gelen “ba” harfi, gibi, “…den, …dan” manasına gelen “min” de birer harf-cerdirler. Yani kendilerinden sonra gelen ismi esre okutan birer harftirler. Halbuki, "min" harf-i cerri iki harften (mim, nun) meydana gelir. Keza, “…ye, …ya” görevi yapan “ilâ” da üç harften (elif, lam, ya) meydana gelir. Muayyenlik ifade eden harf-i tarifler de elif ve lam olmak üzeri iki harften meydana gelirler. Bir ismin başına  “el” harf-i tarifi geldiğinde onun “bilinen bir şey” olduğu anlaşılır; bu harf-i tarif gelmese “herhangi bir şey” olarak anlaşılır. İngilizcedeki “a” ve “the” gibi.

Bir meyveden, meselâ bir portakaldan söz ederken, onun özelliklerinden, taşıdığı vitaminlerden, yetiştiği beldelerden bahsedip de onun bir İlâhî eser ve insanlara bir ihsan, bir lütuf olduğundan hiç söz etmemek, portakalı mana-yı ismiyle seyretmek demektir. Yani, onu müstakil bir varlık olarak düşünüp, yaratıcısını hiç nazara almamak “mana-yı ismiyle” bir bakıştır.

O portakalın insana faydalı bir rızık olduğunu, bunu ise şuursuz ağacın bilip yapamayacağı, şeklinden, kokusundan, renginden taşıdığı zengin C vitaminine kadar her şeyiyle insana göre yaratılan bu meyveyi, Allah’ın Rezzak isminin bir tecellisi olarak seyretmek ise mana-yı harfiyle bir bakıştır. Yani, o meyve bir harf olarak Rezzak isminin anlaşılmasına yardım etmekte, insanlara o İlâhî ismi hatırlatmakla onları düşünmeye ve şükre davet etmektedir.

Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın masivasına (yani kâinata ve içindekilere) mana-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır. (bk. Bediüzzaman, Mesnevi, Katre)

Burada mana-yı harfi için “Onun hesabına bakmak” tarifi getirilmiştir; Örneğimizde, portakala Rezzak ismi hesabına bakmak gibi.

“Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak”, yani  portakalı sahipsiz, yaratıcısız, tek başına müstakil bir varlık gibi düşünmek, yahut ona ağacın bir eseri imiş gibi bakmak “hatadır.

Dünyanın çok büyük bir coğrafyasında olduğu gibi ülkemizde de kâinatla ilgili, biyoloji, fizik, botanik, zooloji, kimya, biyokimya gibi ilimler gençlerimize ders verilirken, bütün bilgiler mana-yı ismiyle verilir. Karaciğer şu görevleri yapar, şu bitki şu özellikleri taşır, Güneş'in büyüklüğü ve ısısı şu kadardır, şeklindeki ifadeler "müstakil bir ağa" gibi gösteriliyor. Yani, eşyadaki  büyük hikmetler gençlerimize öğretilirken,  sanki bu varlıklar kendi başlarına buyruk birer ağa imişler gibi çok sönük ve donuk bir üslup kullanılıyor. Bunu da “ilmin tarafsızlığı” gibi bir kılıfa sokarak yapıyorlar.

Halbuki, Allah’ın eseri olan bu varlıkları O’ndan hiç söz etmeden anlatmak tarafsızlık değil, gaflet yahut inkar hesabına bir taraflı anlatımdır. Meselâ, Selimiye Camiinde sergilenen mimarî dehayı nazarlara verirken, Sinan’dan hiç söz etmemek tarafsızlık değil, o büyük mimarı nazarlardan saklamaya dönük “taraflı ve kasıtlı” bir bilgilendirme olur.

“Evet, her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk'a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk'a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk'a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır.” (bk. Bediüzzaman, a.g.e.)

Burada “mana-yı harfi ve mana-yı ismi” konusuna devam edilerek, mana-yı harfinin “Hakka bakan cihet”, mana-yı isminin ise “halka bakan cihet” olduğu nazara veriliyor. Hakk’a bakan cihet, bir şeyde tecelli eden İlâhî isim ve sıfatlar, o şeyin yaratılış hikmetleri, onda kendini gösteren rahmet ve inayet, o eseri Cenâb-ı Hakkın bizzat müşahede etmesi, meleklerine göstermesi, bütün ruhaniyata seyrettirmesi gibi gayelerdir. Halka, yani mahlukata bakan ciheti ise o şeyin başka varlıklara sağladığı faydalardır.

Meselâ, Güneş'in Hakk’a bakan ciheti O’nun Nur ismine ayna olması, kudret ve azametini göstermesi gibi görevleridir. Halka bakan ciheti ise, yeryüzündeki bütün canlılara yaptığı çok hayatî hizmetlerdir. Aslında bu hizmetler, Allah’ın rahmet ve inayetini göstermeleri yönüyle de Hakk’a bakmaktadırlar.

Varlıkların halka bakan faydaları ve hikmetleri düşünülürken, bunları şuursuz, ilimsiz, cansız, merhametsiz sebeplerin yapamayacağı dikkate alınırsa, böyle bir bakış “tenteneli bir perde yahut şeffaf bir cam parçası” gibi olur ve biraz dikkat edildiğinde altında Hakk’a bakan ciheti gösterir.

Kalın bir perde yahut puslu veya renkli bir cam parçası, altındaki şeylerin görünmesine engel olduğu gibi, varlıklara mana-yı ismiyle bakmak, yani sadece onların özelliklerini ve faydalarını inceleyerek bunların o varlıklara nasıl ve kim tarafından takıldığını hiç düşünmemek de hakikatlerin görünmesine mani olur.

Cansız ve şuursuz varlıklardan gördüğümüz faydalarda  gafletin dağıtılması ve bütün hayrın Allah’tan olduğunun anlaşılması bir derece kolaydır.  Ama bu hayır insanların eliyle geliyorsa ve o kişiler de bu başarılarını kendilerine mal ediyorlarsa, perdeler çok kalınlaşmış ve camın rengi çok koyulaşmış demektir. Böyle bir durumda, o kimseler kendilerini büyük bir tehlikeye attıkları gibi, bu iyilikleri onlardan bilen kişiler de yine büyük bir gaflete düşerler. Yani, insan, mahlukat içinde en şerefli olmakla birlikte, enaniyet ve kibir yoluna girdiğinde hakkın görünmesini engelleyen çok  kalın bir perde olmaktadır. Bir cam parçası gibi görev yapacağına, katı bir cisim gibi nazarları kendine çeker ve nimetin gerçek sahibinden kendisi gaflet ettiği gibi başkalarının da helaketine sebep olur.

Bir nimetin sadece insana olan faydalarına nazar edilirse, ona mana-yı ismiyle bakılmış olur. Halbuki  o nimet, insanı ve onun ihtiyaçlarını bilmeyen toprağın, suyun, ağacın yahut güneşin işi olamaz. O nimeti bir Mün’im (nimetlerdiren) yaratmıştır ve bize ikram etmektedir.

Her biri, bir sanat mucizesi olan varlıklara baktığımızda da onları yapan Sani’ zihnimize gelmelidir. Bir çiçeğin yapılışını ne toprağa verebiliriz, ne suya, ne güneşe, ne de bahar mevsimine. Bunların tümünü birlikte çalıştırarak o eseri meydana getiren Allah, bütün kâinatı onun imdadına göndermekte ve onu taklit edilmesi mümkün olmayan bir sanat mucizesi olarak icat etmektedir.

Sebeplere bakıldığı zaman da “Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.” Bu hikmet dünyasında Cenâb-ı Hak bir takım varlıkları bazı sebeplerle yaratmaktadır. Bunun en açık örneği insanın yaratılışına anne ve babasını sebep kılmış olmasıdır. İnsanı anne ve babası yapmış değillerdir, zira onlar da yapılmışlardır. Anne ve babayı yaratan kim ise onlar vasıtasıyla insanı dünyaya gönderen de odur. Aynı şekilde, bir meyveyi ağacın yaptığı söylenemez, zira ağaç da yapılmış, yaratılmıştır. O halde, o ağacı kim yaratmışsa, ondan meyveleri süzüp çıkaran da odur.

Adem babamızın topraktan yaratılması, kavun ve karpuzun ağaç olmaksızın ince bir saptan çıkarılması gösteriyor ki, anne baba gibi ağaçlar da sadece birer sebeptirler. Onların yaratılmasında ve onlardan neticelerin süzülüp çıkarılmalarında ayrı İlâhî sanatlar sergilenmekte ve ayrı ayrı isimler tecelli etmektedir.

Sebeplere riayet edilmesi fıtratın bir kanunudur. Ağaç dikmeden meyveye kavuşmak mümkün değildir. Ancak bu sebeplere bakıldığında “Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.” Bunların, o mucize eserleri yapamayacakları düşünülmeli ve Müessir-i Hakikinin (gerçek tesir sahibinin) ancak  Cenâb-ı Hak olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bir önceki cümlede de ifade edildiği gibi, sebepler tenteneli bir perdedir; az bir dikkat ile bu hakikat görülecektir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun