Cemalde ehadiyet, celalde vahidiyet ne demektir, nasıl olur, örneklerle açıklar mısınız?

Önce bazı kelimelerin açıklamasını yapmak gerekir:

Mana-yı harfi: Mahlukata ve bütün kainata Allah hesabına ve Allah’ın sanatı ve eseri nazarı ile bakmaktır. Yani kendi başına bir mana ifade etmez. Ancak başkasına işaret ederse anlam kazanır manasınadır.

Bir elmada kendi nefsine bakan bir yön varsa, Mucidi ve Sanatkarı olan Allah’a bakan  yüzlerce yönü vardır. İşte burada sanatkara ve mucide bakan yüzlerce yöne; "mana-yı harfi" denilmiştir. Aynı şekilde eneye de "mana-yı harfi" ile bakmak; Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamak, kıyas etmek anlamındadır.

Mana-yı ismi: Mahlukata ve kainata kendi hesaplarına bakmak; Allah namına ve Allah’ın sanat ve eseri olarak bakmamak demektir. Yani mahlukat ve kainata kendi namına bakıp, sanatkar ile olan ilişkisini koparmak manasınadır.

Elmayı Allah’ın sanatı olarak değil, sadece nefsine bakan yönü ile değerlendirip, Allah’a bakan binlerce nispeti ve işareti kesmektir. Benlik duygusunu  mevcut görüp, Allah ile nispetini kesmek demektir. İnsanın cüzi kudretçiğini, Allah’ın sonsuz kudretini  kıyas ederek anlamakta değil, firavunlukta kullanmasıdır.

Aynada yansıyan ışık, aynanın kendi malı değil, güneşin malıdır. İnsanın benliği de bir ayna gibidir. Bu benlikte görünen cüzi ilim, irade,  kudret, sahiplik gibi hissiyatlar, Allah’ın isimlerinden yansıyan tecellilerdir.

Cüz-Küll: Küll; bütündür, cüz ise; bütünün bir parçasıdır. Cüz, küllün bütün özelliklerinden sadece bir tanesini üzerinde barındırır. Mesela; insan bir külldür, yani bütündür, parmak ise bu küllün bir parçasıdır. İnsan denilince bütün azalar ve özellikleri akla gelir; ama parmak denildiği zaman, sadece parmak ve kendine mahsus özelliği akla gelir.

Cüz-küll ilişkisinde, parça-bütün ilişkisi hakimdir, parça ile bütün arasında rabıta ve bağ zayıftır. Burada cüz, küll olmadığı gibi; küll de cüz değildir. Yani; insana nasıl parmak diyemiyorsak, parmağa da insan diyemiyoruz. 

Cüzî- Küllî: Cüzî, küllînin küçültülmüş bir modelidir. Küllîde ne varsa, hepsi cüzîde de vardır. Cüzî ile küllî, keyfiyeten aynı, kemiyeten farklıdır. Küllide azametli ve haşmetli olan meseleler, cüzide de aynen; ama küçültülmüş ve mütevazi olarak vardır. Cüziye bakarak külli hakkında fikir edinilebilir.

Mesela; insan cüzî iken, insanlık küllîdir. İnsanlıkta ne varsa aynısı insanda da vardır. İnsan ile insanlık arasında sadece kemiyet farkı vardır.

Bir çiçek ile bir çiçek bahçesinin ifade ettiği hakikat ve manalar aynıdır. Aralarında bir fark vardır; o da külliyet ve cüziyettir. Çiçek cüzidir, bahçe ise küllidir. Çiçek ve üzerindeki manalar, zihinde berrak ve net bir şekilde okunup ihata edilebilir. Ama bahçe ve üzerindeki hakikati idrak ve ihata o kadar kolay değildir. Bu yüzden bahçeyi zihinde toplayıp somutlaştıracak bir şahs-ı maneviyi düşünmek gerekir ki; cüziyet bu manayı ifade ediyor.

Allah’ın isim ve sıfatlarının iki tarzda ve iki tecelli mahalli vardır.

Birisi: Kainatın umumu üzerinde büyük ve azametli tecelliyatıdır. Diğeri ise: Kainatın bir cüz’ünde ve cüzîsindeki küçük  tecelliyatıdır.

Kainatın umumunda tecelli eden o isim ve sıfatlar, çok azametli ve kibriyalı olmasından, okunması ve ihata edilmesi herkese müyesser olmuyor. Onun için Allah, o kainatın umumundaki  azametli ve kibriyalı olan tecelli yazısını herkesin rahat ve kolaylıkla okuyabileceği boyutlara indiriyor.

İşte, kainatın umumunda azamet ve kibriya ile tecelli eden isim ve sıfatlarına vahidiyet denir. Onun küçük bir modeli hükmünde olan cüz’ündeki tecelliyatına da ehadiyet denir.

Vahidiyet: Külli ve umumi tecelliyattır. Ehadiyet ise, cüzi ve hususi bir tecelliyattır.

Bu hakikate, şöyle bir temsil ile bakabiliriz.

Mesela, büyük bir denizin üstüne, denizi ihata edecek kadar büyük harflerle kelime-i tevhit yazılsa, bu yazıyı okuyabilmek için, denizi kuşbakışı ihata edecek bir mevkiye çıkmak lazımdır. Ama buna herkes tam güç yetiremeyeceği için, o yazıyı yazan zat, aynı manayı ve şekli ifade eden o yazıyı denizin damlalarına da  yazıyor. Böylece her nazar sahibi o denizin umumu üstündeki yazıyı damlalar vasıtası ile okuyor. Sonra o denizin üstündeki haşmetli yazıya intikal ediyor. Yoksa, damla olmasa, o yazıyı okuması mümkün değildir.

İşte, deniz kainattır. O yazı ise Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisidir. Damla ve üstündeki aynı yazı ise, kainatın umumundaki o tecellilerin cüzündeki tecellisidir. Deniz, vahidiyeti; damla ise ehadiyeti temsil ediyor.

Bütün nebatat veya umum çiçekler, vahidiyeti gösterir. Küçük ve tek bir çiçek ise, ehadiyeti gösterir. Vahidiyet, azamet ve kibriyayı temsil eder; ehadiyet ise, cemal ve şefkati temsil eder.

"İ'lem eyyühe'l-aziz! İsm-i Celal, alelekser nevilerde, külliyatta tecelli eder. İsm-i Cemal ise, mevcudatın cüz'iyatına tecelli eder. Bu itibarla, nevilerdeki cüd-u mutlak, celalin tecellisidir. Cüz'iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri cemalin tecelliyatındandır."

"Ve keza, celal, vahidiyetin tecellisinden, cemal dahi ehadiyetin tecellisinden zahir olur. Bazen de cemal, celalden tecelli eder. Evet, cemalin gözünde celal ne kadar cemildir; celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir." (bk. Nursi, Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale)

Mesela; bir kenarda bir tek kuş yavrusunun beslenmesi, daha ziyade bir cemal ve şefkatkarane bir güzelliği hissettirir. Ancak yer yüzündeki bütün kuşları bir araya getirmek ve hepsinin birden, bir yerde, bir anda rızıklandırıldığını görmek ise celal, haşmet ve azametin ifadesidir. Yani fertler, ism-i cemal, neviler ise ism-i celal'e bakar. Celal ise, azamet ve haşmetin ifadesidir.

Tevhid'in nevilerdeki tecellisinde tesadüf ihtimali olamaz. Zira aynı varlıkları, vakti vaktine, hiç birini unutmayarak, eksiksiz bir şekilde beslenmeleri elbette tesadüf ve şuursuz olan tabiatın işi olamaz.  Ancak ferdin rızıklandırılmasında bir sebep devreye girip bizi aldatabilir.

Azamet; bizim anlayabileceğimiz şekliyle; büyüklük demektir. Büyüklük ise şerike, ortağa, yardımcıya ihtiyaç duymaz ve müsaade etmez. İşte bu sırdandır ki, zahiren çirkin gibi görünen şeyler, Allah’a gitmesin diye Allah sebepler yaratmıştır.

Cenab-ı Hakk'ın, kainatta sayısız isim ve sıfatları tecelli ediyor. Bu tecelliler aynı anda ve aynı yerde tecelli ediyorlar. Durum böyle olunca, isimler iç içe ve beraber tecelli ediyorlar. Sanki isimler birbirlerinin yardımcısı ve aralarında bir yardımlaşma cereyan ediyor. Zira müsemma aynı; ancak isimler farklıdır. Yani, isimlerin hüküm ve manaları ayrı ayrı; ama sahipleri birdir.

Meseleye böyle bakınca, tecelli eden isimlerin birbirinden habersiz ve bağımsız olması düşünülemez. Lakin her bir isim ve sıfatın bir arşı, yani galip olduğu bir alan ve daire vardır. Orada o isim ve sıfat galiben tecelli eder. Orada hüküm onundur. Diğer isim ve sıfatlar, onun gölgesinde ve emrindedir. Orada, o isim diğerlerine reistir, diğer isimler ona göre hareket ederler.

Ancak diğer isimler hiç tecelli etmiyor anlamında değildir. Yalnız bir isim diğerlerine nispeten daha fazla tecelli ettiği için, diğer isimler gölgede kalıyor demektir. Mesala; semavatta, Allah’ın celal ve kibriya ismi hükümrandır, galip odur. Ama diğer isimler de orada, onun gölgesi ve riyasetinde tecelli ederler. Yani; latif ve cemal manası tamamen kaybolmaz, sadece geri planda durur.

Onun için, bir şeye nazar ettiğimiz vakit, bir ismi orada galiben görürüz, diğerlerini de ona tabi olmuş olarak görürüz. Bu yüzden her bir isim ve sıfat birbirlerine hem delil hem netice oluyor. Zira, bir işin veya sanatın vücuda çıkması için ilim kafi değildir, Kudret sıfatı da lazımdır, irade sıfatı da lazımdır, biri birisiz olmaz. Bir sanatta veya eserde, bir isim sabit oldu mu, diğerleri de sabit olmak durumundadır; yoksa  biri eksik olsa o eser vücut bulamaz.

Yani ilim aynasında sair isimler de görünür. Ama orada ilim delil, diğerleri neticedir. İlim asıl, diğerleri ise zımnidir. Kudret aynasında da kudret delil, diğerleri neticedir. Kudret asıl, diğerleri gölgedir, yani ona tabidir. Bir esere bakıldığında, kudrette ilmi, ilimde kudreti görmek mümkündür. Buradaki fark; biri net ve açık görünürken, diğerleri dikkatle bakıldığında görünür.

Özet olarak; her ismin mana ve hükmü, tabiri yerinde ise, kendi bünyesine göre tecelli mekanı ister. Celal ve kibriya isimleri elbette azametli bir mahal ve mekanda kendisini ifade ederken; cemal ve Rahim isimleri de basit ve cüzi bir şeyde daha parlak ve güzel durur. Yoksa bir yerde bir isim var, diğerleri yok demek yanlıştır. Her isim ve sıfat, her yerde tecelli ediyor; bazısı zahir olarak tecelli ediyor, bazısı da gizli ve zımni olarak tecelli ediyor.

Dev galaksi ve yıldızların Allah’ın kudreti elinde basit bir taş gibi olması, onun büyüklüğünü hayretli bir şekilde bize nasıl gösteriyor ise, aynı kudretin bir insanın mide ve böbreğinde aynı işlemi göstermesi de şefkat ve güzelliğinin bir tezahürüdür.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 5.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun