Embriyolojik evreler İslam’ın bilimsel mucizesi mi, yoksa taklit mi?

Tarih: 27.07.2021 - 10:08 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Müslümanlar Kuran'da embriyolojik evrelerin İslam’ın bilimsel mucizesi olduğunu ve Kuran’ın îlâhi bir kökene dayandığı bildiriliyor.
- Ancak eleştirmenler bilimsel olarak yanlış olduğunu ve o sırada mevcut olan Yunan teorilerinden etkilendiğini iddia ediyorlar, doğru mu?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Hak dinlerin ilk zamanı Hz. Âdem devridir. İlk insan olan Hz. Âdem (as) aynı zamanda ilk peygamberdir.

Allah her millete peygamber göndermiştir. (bk. Fatır, 35/24)

Şu halde, bir millette veya kütürde görülen bir güzellik veya özellik, İslam’da da varsa, bunların aynı vahiyden alındığını gösterir. Bu inceliği ve gerçeği bilenler, bütün gerçeklerin ve hakikatlerin, aslında peygamberler vasıtasıyla insanlığa verildiğini anlarlar.

Kaldı ki, Kur'an’ın bildirdiği mucizelerle ilgili bazı bilgiler eski milletlerde görülmüşse, bunların bir taklit değil, aksine Allah’ın onlara da bazı bilimsel mucizeleri haber verdiği anlamına gelir.

Kaldı ki, Yunan felsefesinde iddia edildiği gibi bir bilimselliğin olduğu da kesin değildir.

İslamiyet 600’lü yılların başında gönderildi; yani yedinci asırda. Ondan önceki bilim ve felsefe dünyasına göz atmak bu konuda yeterli bilgi verecektir.

1800’lü yıllara kadar bütün bilimler felsefe adı altında okutuluyordu. Yani fen ve felsefe olarak ayrılmamıştı. Bizim burada bütün çağlardaki felsefî düşünceleri nazara vermemiz mümkün değildir. Buna gerek de yoktur. İsteyen geçmişe ait kitapları açıp bakabilir.

Milattan Önce VIII. Yüzyılda başlayıp MS. V. Yüzyıla kadar devam eden çağa Antik Çağ denir. Antik Çağ'ın ilk devresinde filozofların üzerinde durduğu mesele varlık ve var oluştur. Her türlü fiziksel nesnenin kendinden çıktığı ilk varlık olarak “arke” kabul edilir. Bu arkenin mahiyeti ve oluşu tartışılır.

MÖ 384-322 yılları arasında yaşamış olan Aristo, bilim dünyasına iki bin yıl hükmetmiştir. Aristo’ya göre Allah eserlerini amaçlı yaratır, rastgelelik ve tesadüf yoktur. Aristo canlı türlerin değişmezliğini savunmuş, bitki ve hayvanları görünen dış karakterlerine göre sınıflandırmıştır.

Gerek Aristo ve gerekse diğer felsefeciler canlıların iç yapıları hakkında çok fazla bilgi vermemektedirler. Zaten mikroskobun keşfi 1670’li yıllardır ve ancak bundan sonra ilerleyen zaman içerisinde canlıların hücre yapıları, üremeleri ve embriyolojik yapıları 1900’lü yıllarda bir derece anlaşılabilmiştir.

Böyle bir iddiayı ortaya atanlar, bunun gerçek olmadığını kendileri de gayet iyi biliyorlar. Fakat gençleri İslâmiyet’ten soğutmak ve uzaklaştırmak için her yönden saldırıyorlar. Kur’an’a, hadislere, büyük zatlara, evliyalara, kısacası bu memleket ve İslamiyet aleyhine aklınıza ne gelirse iftira atarak hücum ediyorlar. Derler ya “Çamur at. Tutmasa da izi kalır.” İşte bunlarınki tam da böyle. Gençler her meseleyi araştırma ve bilme imkânında olmadığı için, hiç aslı ve esası olmayan şeyler bilimsel çalışma adı altında piyasaya sürülüyor.

Aslında Kur’an 1.400 senedir Kur'an’ın Allah kelamı olmadığını iddia eden inkârcılara meydan okumakta, Kur'an’ın surelerinin benzerlerini getirmeye onları davet etmektedir. Nitekim Bakara suresinin 23. ve 24. ayetleri şöyledir:

“Kulumuza (Hz. Muhammed’e) indirdiğimiz kitaptan dolayı bir şüphe içinde iseniz onun benzeri bir sure de siz getirin, Allah’tan başka taptıklarınızı da yardıma çağırın; eğer iddianızda samimi iseniz! Bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının; o, inkârcılar için hazırlanmıştır.”

Demek ki, bugünkü inkârcıların ataları 1.400 sene önce Kur'an’ın değil herhangi bir ayetinin, hatta bir kelimesinin bile benzerini getiremediklerini ve ondan sonra da getiremeyeceklerini Kur'an 1.400 sene önce meydan okuyarak bildirmiş. İlk Çağ felsefecilerin sözlerinde Kur'an’ın herhangi bir ayeti veya kelimesi aynı olsa idi, o zamanın inkarcıları elbette bunu ileriye süreceklerdi.

Not: Üsküdar Üniversitesi tarafından 2017 yılında ikinci baskısı yapılan 696 sayfalık “Bilimlerin Işığında Yaratılış” kitabında Prof. Dr. Mustafa Nutku’nun bu konu ile ilgili güzel bir makalesi var. Aşağıya aldığımız “Hayat Nedir?” isimli bu makaleyi okumanızı ve akla takılan bir şey olursa, yine sitemize sormanızı istirham ederiz:

HAYAT NEDİR?

MEŞHUR BİR BATILI ROMANCI; “Hem insan olmak hem de hayatı hayvanlardan daha az anlamak, ne hazin şey.” demiştir. Hayatı hayvanlardan daha az anlamak, biz insanlara büyük bir hakaret gibi gelse de maalesef insanların ekseriyeti bu durumdadır.

"Hayat görüşüm, bana göre hayat, hayat felsefem" gibi bilgiçlik taslayan iddialı girişlerle söylenenler, umumiyetle; “Hayat nedir?” sorusuna cevap verebilmekten çok uzak kalmaktadır.

Bu meselenin üzerinde sathî kalmaktan çıkıp derinine inmeğe çalıştığımızda, ilk anda bize ağır ve haksız olarak yapılmış bir hakaret gibi gelen o Batılı romancının sözündeki hakikat payını, yavaş yavaş kavrar gibi oluruz.

Yaşadığı halde yaşadığından gafil olmak, insan gibi en mütekâmil ve şuurlu canlılar için, hakikaten çok hazin değil midir? Peki, nedir bu hayat? İsterseniz bu mühim mesele hakkında biraz imâl-i fikir edip derinine nüfuz etmeğe çalışalım:

İlköğretimden itibaren okullarda ders olarak verilen Biyoloji, Hayat Bilimi manasındadır. Okul eğitimi sisteminde, lise, yüksekokul, üniversite ve üniversite üstü (lisansüstü) seviyesinde yazılmış biyoloji kitaplarını incelerseniz, ismi “Hayat Bilimi” manasına gelen bu bilim alanının, en evvel yapması icap eden hayatın mahiyetini açıklamak işini yapmadığını görürsünüz. Bugün dünyanın her tarafında bulunan binlerce biyoloji profesörüne; “Hayat nedir?”  sorusunu sorsak, hiçbirinden bu sorumuzun tatminkâr bir cevabını alamayız. Bize hayatın ne olduğunu açıklamak yerine ancak hayat sahibi, yani canlı olmanın emarelerinden, tezahürlerinden bahsederler.

Bir bilim alanında en yüksek akademik unvanları taşıdığı halde, o bilim alanının adının tatminkâr bir açıklamasını bile yapamamak, hayret edilecek bir husustur. Diğer bilim alanlarında (fizik, kimya, jeoloji...) bu hal görülmez. O bilim alanlarının adının manâsı, mahiyeti, daha ilköğretim seviyesindeki kitaplarda bile açıklanabilir.

Biyoloji, hayat bilimi manasına geldiği halde, bu bilimle meşgul olanların en başta yapmaları icap eden hayatın mahiyetini açıklayamamaları, hatta bilimsel açıklama yapmayı bir tarafa bıraksak, hayatın mahiyeti hakkında medar-ı bahis olabilecek bir felsefi görüş bile şimdiye kadar ortaya konulamaması, “Hayat nedir?” sorusunu fevkalade alâka çekici hale getirmektedir.

1. Fen ve Felsefe Hayatın Mahiyetini Açıklayamadığına Göre

Madem hayat, en alt mertebesi kabul edilen bitki hayatından itibaren hayvanların hayatı ve insanların hayatı şeklindeki daha yüksek mertebeleriyle binlerce yıldır var olduğu halde, bunun mahiyeti hakkında şimdiye kadar insanların fenleri ve felsefeleri bir açıklamada bulunamamıştır. Bu hal, hayatın inkâr edilemez hakikatinin açıklamasını fenlerin ve felsefenin dışında aramağa bizi mecbur bırakmaktadır. Fenlerin ve felsefenin dışında, hayatın açıklamasını sorabileceğimiz de sadece din vardır. Din, nakle dayanır. Semavi dinler, Allah (cc)’ın peygamberleri, suhuf ve kitapları ile bize bildirdikleridir. Bunların arasında en son, tahrif edilmemiş, en mükemmel ve kıyamete kadar baki kalacak din olan İslâmiyet, Kur’an âyetlerinde hayatın mahiyetine de açıklama getirmiştir.

2. Kâinatın Ruhu, Nuru, Mayası, Esası ve Neticesi Hayattır

Allah (cc) Yuhyî, yani hayatı verendir. Hayat; hakikatlerin en şereflisi, en temizi, en büyük nimet, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acib bir mu’cizesidir. Dışı da içi de, iki yüzü de lâtif olduğundan, insanlara hoş gelmeyen hiçbir çirkin tarafı bulunmamaktadır. Onun için Allah (cc) Yuhyî sıfatını tecelli ettirirken, insan aklının nazarında, kudret elinin perdecisi olarak Sânii gizleyecek sebepleri, vasıtaları araya koymamıştır. (Nursi, B.S. Lem’alar. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996, s. 329-331)

Bu sebeple, başta biyoloji (hayat bilimi) olmak üzere, nakle dayanmayan fenler ve felsefeler, hayatın mahiyetini açıklayabilmek için, bu açıklamalarını dayandırabilecekleri sebepler ve vasıtalar bulamamakta, bundan dolayı da hayatın mahiyetini açıklayamamaktadırlar.

Allah (cc)’ın diğer bir sıfatı olan Yumît, mevti (ölümü) veren manasındadır. Ölümün ekseriya zahirî yüzü insanlara hoş gelmediği için, Allah (cc) hakikatte öldüren kendisi olduğu halde, insan aklının nazarında kudret elinin perdecisi olacak ölüm sebeplerini ve bu sebeplerin de üstünde dört büyük melekten biri olan Azrail (aleysiselâm)’ı ölüm meleği olarak vasıta kılmıştır. İnsanlar bir akraba veya dostlarımın ölümü halinde, büyük ekseriyetle bu sebepler ve vasıtalara takılırlar ve Allah (cc)’ın izzet ve azametine, karşı bir söz söyleyene pek rastlanmaz. Ölüm için bin bir sebep ve vasıta vardır: Çeşitli hastalıklar, yaşlılık, çeşitli kazalar, harpler, darpler ve kendisi de Allah (cc)’ın öldürme fiiline perde olan Azrail (aleyhisselâm).

Hayatı veren de ölümü veren de Allah (cc) olduğu halde, hayatı verirken insan aklının nazarında perde olacak hiçbir sebep ve vasıta koymayıp, ölümü halk ederken ise, çeşitli sebep vasıtaları insan aklının nazarında perde yapması, Allah (cc)’ın hikmetidir. Hayatı veren de, hayatı alıp ölümü veren de, hakiki fail Cenab-ı Hakk (cc) olduğu halde, ölüm meleği olarak Hz. Azrail (aleyhisselâm)’ın vazifeli olmasına mukabil, Hayat meleği olarak bir melek isminin duyulmamış olması, hayat ile kudret-i ilahiye arasında zahirî bir sebep bulunmadığının bir delilidir.

3. Ol Mâhiler ki, Derya İçredürler; Deryayı Bilmezler

Bir şairimiz işte böyle, yani; “O balıklar ki, denizin içindedirler; denizi bilmezler.” diyor. İnsanlar da hayat denizinin içindedir, fakat hayatı bilmezler! Hâlbuki

Kâinatın ruhu, nuru, mayası, esası, neticesi, hülâsası hayattır. Hayatı veren kim ise, bütün kâinatın Hâlıkı da O’dur. Hayatı veren, elbette O’dur, Hayy-ü Kayyum’dur...

Hayat, Allah’ın (cc) bize en büyük nimetidir. Dünya hayatı, bize âhiret hayatını kazanabilmek için verilmiş bir imtihan fırsatıdır. Ebedî âhiret saadeti imanla kazanılır; fakat hayat olmadan iman olmaz. Yani, imtihana girilmeden imtihanda muvaffak olunmaz!

İnsanlar umumiyetle gaflettedirler; yaşadıkları hayatın kendilerine kimin tarafından niçin ve ne maksatla verildiğini, bu hayatı nasıl yaşamaları icap ettiğini, bu hayattan sonra kendilerini neyin beklediğini bilmeden bu dünyada yaşar ve giderler. Bu, denizin içinde olduğu halde denizi bilmeyen balıkların haline göre, çok daha fazla garip karşılanacak bir haldir. Çünkü balıklarda şuur yoktur ki, içinde yaşadığı denizi bilebilsin. İnsana ise şuur verilmiştir ve bu şuurla birlikte bunu iyi kullanabilmek mesuliyeti de yüklenmiştir. Verilen her hakkın ve nimetin, bu hak ve nimeti iyi kullanabilme mesuliyetini de yüklemesinin en mühim bir misali; insana bu hayatın verilişiyle yüklenen mesuliyettir, denilebilir. Dünyanın sonu olan kıyametle, bütün insanların imtihanları da tamamlamış olacak, insanlar yeniden diriltilip haşir meydanında toplanacak, Mahkeme-i Kübrâda bütün insanların dünyadaki imtihanlarının neticesi görülecek ve bu büyük imtihanı kazananlar ile kaybedenler tefrik edilecek, ayrılacaktır.

Bütünlemesi ve telâfisi olmayan bu dünya imtihanında akıllı geçinenler değil de, hakikaten akıllıca yaşayanların yapacağı, akıbette kendisine kazanç getirecek şekilde yaşaması, ebedî zararını celbedecek halden uzak kalmaya çalışmasıdır. Yaradan’ını, onun kendisine gönderdiği elçisini, kitabını tanıması; kim olduğunu, nereden geldiğini, nasıl hayat sahibi olduğunu, nereye gittiğini, ölümün mahiyetinin ne olduğunu anlaması ve bu anlayışla yaşamayı, en başta gelen vazifesi bilmesidir.

“Hayat nedir?” sorusunun, insanların ortaya koyduğu fenlerde ve felsefelerde bulunmayan cevabını veren Allah (c.c)’ın kelamı Kur’an, bu cevapla aynı zamanda insanın kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, ölüm ve sonrası ile alâkalı, insanın meraklı suallerinin cevabını da vermiş olmaktadır. Bu âyetlerden biri olan Bakara Sûresi’nin 28. âyetinin meali şöyledir:

“Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz. Hâlbuki sizin hayatınız yoktu; o, size hayatı verdi, sonra sizi öldürecektir. Sonra yine hayat verecektir, sonra ona rücu edip gideceksiniz.”

Bu dünyaya kendi isteğiyle geldiğini, bedenini, azalarını, şuurunu, hislerini, hafızasını, muhakemesini ve insan olarak bütün varlık unsurlarını kendisinin meydana getirdiğini iddia edebilecek hiçbir normal insana rastlanmaz. Böyle bir iddiada bulunana deli nazarıyla bakılır. İnsan, mevcut bu varlığını kendisi meydana getirmiş olamayacağı gibi, anası-babası, tabiat, tesadüf, evren bilinci, vs. de yapmış olamaz. Bu fiilin sahibi ancak tek (Vahid) bir Allah (CC) olabilir. İnsanoğluna, imtihan sırrı icabı, akıl ve iradesi ile bu dünyada bir derece hür ve serbest olmak imkânı tanındığından, bu hür ve serbest oluşu gaflet ve dalâlete sapmak yolunda kötüye kullanabiliyor. Hâlbuki Yaratan ne diyor? Onu merak edip onu anlamağa ve yaşamağa çalışması, aklını ve iradesini kullanırken en doğru seçimi olabilir. Dikkat edelim:

“Kâinat mescid-i kebîrinde Kur’an, kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” (Nursi, B. S. Sözler. Diyanet Vakfı Yayınları-600, Ankara, 2. baskı, 2016, s. 41-42)

4. Hakikati Teslim Eden Bir Bilim Adamı

1984 yılında, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji Anabilim dalında doçent (şimdi profesör) olan bir arkadaşımı ziyaret gitmiştim. Bana, Üniversite kütüphanesinden aldığı İngilizce bir embriyoloji kitabının bazı sayfalarını gösterdi. Kitap, Kanada’nın Toronto Üniversitesi Anatomi Bölüm Başkanı ve çeşitli ilim kuruşlarının üyesi olan Prof. Dr. Keith L. Moore’un, ismi; Gelişen İnsan olarak tercüme edilebilecek büyük boy ilmî bir eserdi. (Kitabın tam ismi: Moore, K.L; The Developing Human-Clinically Oriented Embryology, 3.rd Ed. Philadel-phia, W.B Saunders Co, 1982)

Embriyoloji ilmine göre, insanın tek bir hücreden itibaren gelişimini teferruatıyla anlatan bu kıymetli eser, sekizinci ve dokuzuncu sayfalarında insan embriyolojisinin tarihçesinden bahsediyor. Orta Çağ'da insanların fen ilimlerinde terakkilerinin yavaş olduğundan ve ancak Müslümanların mukaddes kitabı Kur’an’da insanın tek bir hücreden itibaren gelişimi hakkında mühim bilgiler verildiğinden geniş bir şekilde bahseden kısmı, bilhassa dikkati çekmekteydi.

Bu anabilim dalının dışında olmama rağmen, benden bu konuyu işlememi isteyen arkadaşımın isteği üzerine, Zafer dergisinin Eylül 1984 sayısında neşredilen çok kısa bir yazı göndermiştim. O yazıda kısaca şöyle demiştim:

“Çeşitli fen ilimlerinin tarihî gelişimleri incelendiğinde, araştırma metot ve vasıtalarının bugünküne nispeten çok daha kifayetsiz olduğu Orta Çağ'da, insanların umumiyetle daha önceki bilgilerin tahliline dayalı yeni tahmin ve yakıştırmalarla, sonradan yanlışlığı ispatlanan teoriler ortaya atmaktan fazla ileri gidemedikleri görülmektedir. İnsanın ilk 40 günlük nutfe, alaka ve mudga safhalarından geçerek tek hücreden itibaren gelişimine dair 14 asır önce Ortaçağ denilen zaman aralığı içinde insanlara nazil olan Kur’an’da verilen bilgiler, bugünkü modern embriyoloji ilmiyle de teyid ve tasdik edilmektedir.”

5. Kur’an’ın İnsanın Yaratılışını Tarifi, Tıp Bilimiyle de Gözleniyor

Bu yazımı okuyan, Kanada’nın Toronto şehrindeki Zafer dergisi okuyucusu olan Türkler, kendi şehirlerindeki bu profesörü ziyaret edip meseleyi geniş bir şekilde konuşmuşlar. Bir Kanada radyosunda kendisiyle uzun bir program da yaptıktan sonra, Prof. Moore, The Gazette ve The Globe and Mail adlı günlük iki gazetede, 22-23 Kasım 1984 tarihlerinde neşredilen geniş beyanatta bulunmuş, ayrıca ilmî bir makalesinde bu konuyu işlemişti. Embriyoloji Mevzuunda Mu’cizeler başlığıyla neşredilen ilmî makalesinde Prof. Moore, Kur’an âyetlerini ve hadisleri hem orijinal yazılışıyla hem de İngilizce mealleriyle klişeler halinde hazırladığı posterleri basın toplantısında gazetecilere göstererek resim çektirmiş, bunları sayfa ebatına göre küçültülmüş halde ilmî makalesine de koymuştu.

Prof. Dr. Keith L. Moore, neşrettiği bu ilmî makalesinde, Kur’an ve hadisten embriyoloji mevzuunda tespit ettiği mu’cizelere şöyle işaret ediyordu:

“Embriyoloji mevzuundaki ilk çalışmalar, bildiğimiz kadarıyla M.Ö 4. asırda yapılmış ve gelişen civciv embriyonları incelenerek mukayeseli bir neticeye varılmak istenmişti. Bu çalışmanın üzerinden geçen yaklaşık 2000 yıl boyunca embriyolojide dikkate değer bir gelişme görülmedi. Ve mikroskobun 17. yüzyılda keşfedilmesiyle, insan hücresindeki embriyolojik safhalar belirlenmeye başladı. Birkaç yıl boyunca Kur’an ve hadisler üzerinde çalışma yaparak insanın embriyolojik gelişmesini inceledim. Ve 7. yüzyılda insanlığa gönderilen bu ilâhî kitaptaki, ilmî hakikatlerle tam uyum gösteren bilgiler karşısında şaşırıp kaldım."

“Şimdi Kur’an’dan seçtiğim âyetleri, embriyolojideki son gelişmelerin ışığındaki bilgilere dayanarak ele alacağım."

“İnsanoğlunun ana rahminde devreler halinde geliştiği, bir fikir olarak 1942 yılında ortaya atılmış, ancak, bugün de geçerli olan son bilgiler, 1974 yılında herkes tarafından kabul edilmiştir. Hâlbuki Kur’an, Zümer Sûresi 6. Âyette mealen:

“Allah sizi tek bir nefisten yarattı, sonra da ondan eşini yarattı. Sizin için hayvanlardan sekiz eş meydana getirdi. Sizi de annelerinizin karınlarında üç katlı karanlık içinde çeşitli safhalardan geçirerek yaratıyor. İşte bu Yaratıcı, Rabbiniz Allah’tır. Mülk onundur. Ondan başka İlah yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (Ona kulluktan) çevriliyorsunuz?”

demek suretiyle, insanın gelişmesinin üç karanlık bölgede cereyan ettiğini açıkça belirtmektedir. Embriyoloji biliminin son tespitlerine tam olarak uygunluk gösteren bu bölgelerden birincisi rahim duvarı, ikincisi annenin karın zarı, üçüncüsü ise, birleşik embriyo ve kroyonların meydana getirdiği amniyokoriyonik membran’dır. Bu üç anatomik bölge, embriyonu dış tesirlerden ve zararlardan korur. Mü’minun Suresi 12-14. âyetleri ise, ilk haftalardaki gelişmeleri dile getirirken insan embriyosunun da eksiksiz bir tarifini yapıyor ve onun tırmanan sülük gibi bir şekilden, bir çiğnemlik ete döndüğünü ifade ediyordu:

“Biz insanı çamurdan, bir sülâle’den yarattık. Sonra onun neslini sağlam bir karargâh olan dölyatağında dökülmüş su yaptık. Sonra o dökülmüş suyu kan pıhtısı, bu kanı da bir çiğnem et yaptık. O bir çiğnem etten kemikler yarattık. Kemikleri de et ile örttük. Sonra onu başka bir yaratılışta yaptık. Allah; bilgide, güçte ve kuvvette pek yücedir, yaratanların en güzelidir.”

Bu âyetleri ilk önce anlamamış olmamıza rağmen, insan embriyosunun 24. gün sonunda aldığı şekli Arap sülükleriyle karşılaştırdığımızda, hayret içinde kaldık. Embriyonun bu hali, sülüklere son derecede benziyordu. Ve bu dönem alakanın lügat manalarından biri olan tırmanan sülük ifadesine uygun olarak, embriyonun rahim duvarına tırmandığı dönemdi.

Asırlar boyunca, insanın ufak bir modelinin erkeğe ait spermler içinde bulunduğuna ve bunun ana rahminde hiç değişmeden büyüdüğüne inanıldı. Benzer şekilde diğer bir grup da anne yumurtasında bir insan modelinin bulunduğunu ileri sürüyordu. Yani asırlar boyunca, sperm ve yumurta hücreleri birbirinden ayrı olarak ele alındı. Embriyolojide insanın zigot denilen tek bir hücreden yaratıldığını, bunun da yumurta hücresinin döllenmesiyle meydana geldiğini, ancak 18. yüzyılda Spallanazani tarafından yapılan deneyler neticesinde öğrendik. Hâlbuki Kıyame Suresi’nin 37. ve Secde Suresi’nin 8. âyetleri bu keşiften tam on bir asır önce, “Nutfe” olarak bahsedilen zigotun nasıl meydana geldiğini belirtiyor, Abese Suresi’nin 19. âyeti ise, zigotun gelişmekte olan insanoğlunun özelliklerini ve onun hayat programını taşıdığını açıkça anlatıyordu. 19. yüzyılın sonlarında keşfedilen bu durum, Kur’an tarafından asırlar öncesinden belirtilmişti ve işin enteresan tarafı bu âyetlerin o asrın insanları için bile rahatlıkla anlaşılabilecek şekilde olmasıydı.

Spermin, döllenmeyi sağlayan faktör olduğu son asırlarda keşfedilirken, Kur’an âyetleri döllenmeyi, tarif etmekle kalmamış ve spermin özelliklerini de ortaya koymuştu. Dışarı atılan milyonlarca spermin ancak çok küçük bir bölümünün yumurtanın beklediği rahime ulaşabildiği ve bunlardan sadece bir tanesinin yumurta hücresi ile birleştiği 18. yüzyılda keşfedilmişti. Hâlbuki Allah, Kıyamet Suresi’nin 37. âyetinde; “O, (döl yatağına) akıtılan meninin içinden bir nutfe (sperm) değil miydi?” ve Secde Suresi 8. âyetinde;

“Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir.” denilerek 1.200 sene öncesinden insanın bu yaratılış safhasını açıklamış bulunuyordu. Bununla alâkalı bir hadiste de, her meniden çocuk olmadığı açıkça ifade edilmekteydi.

Yukarıdaki ifadelerine ilâve olarak, Dr. Moore, mu’cize olarak vasıflandırdığı diğer tespitlerini de şöyle anlatmaktadır:

“Araştırmalara göre, embriyo döllendikten on gün son rahime iner. Sekizinci haftada insana benzer. Rahime gelmesinden 50-55 gün sonra, embriyo her şeyiyle insandır artık. Ancak kulak ve gözler, 4. haftada şekillenmeye başlar. 6. haftanın sonunda iyice belirgin hale gelir."

“Bir hadiste: Nutfe meydana geldikten kırk iki gün sonra, Allah (CC) ona bir meleğini gönderir, cenine karakterini aşılar, duyularını (göz ve kulak gibi) yerleştirir, etini, kemiğini yaratır ve melek “Allah’ım” diye sorar. Bu erkek mi, dişi mi?buyrulur. Peygamber (sav) kelamında, ancak 1100 sene sonra ilmen ispatlanabilecek bir hadisenin günleri aynen verilerek tarif edilmesi, acaba mu’cizeden başka hangi kelimeyle ifade edilebilir?"

“Bu hadiste bir incelik daha vardır. Melek Rabbin niçin bebeğin cinsiyetini sormaktadır? Bu sorunun cevabına, bugünkü ilmî bilgilerle bakıldığında hayret vericidir: Çünkü kırk ikinci güne gelinceye kadar, ceninin eti, kemiği tamamlandığı, karakteri ve duyuları yerleştiği halde, cinsiyeti henüz belli değildir ve hadiste bu durum 1200 sene önce, harika bir şekilde bildirilmiştir."

“Kur’an, ayrıca insan blastosistine ait bir işleme de implantasyon, (yani ekme işlemi) açıklık getirmektedir. Bakara Sûresi’nin 223. Âyeti; Kadınlarınız sizin için bir tarladır...’ demek suretiyle blastosistin rahimdeki durumunu, toprağa atılan tohuma benzetir. Bu âyet de çok mânidardır. Çünkü toprak tohumu örttüğü gibi, rahmin epidelyumu da ona asılan blasosisti örter. Ve blasosist, hemen ardından beslenmek maksadıyla kroyonik villi adı verilen lifçikleri meydana getirir. Aynen tohumların, toprak içindeyken beslenmek için çıkardıkları kökler gibi...”

Dr. Moore, kendisini hayrete düşüren bir başka tespitini de şöyle anlatıyor:

“Daha önce verdiğimiz Kur’an âyetleri, insan embriyosunun dört haftalık şeklinden, neden Bir çiğnemlik et (mudga) olarak bahsetmektedir? Kur’an’da mudga kelimesiyle ifade edilen bu 4 haftalık embriyonu incelediğimizde, üzerinde tesbihimsi bir yapı meydana geldiğini ve bu yapının görünüş olarak, diş izlerine benzediğini, hayretle gördük. Dört haftalık insan embriyosunu plastikten bir modelini yaptık ve ağzımızla çiğneyip diş izlerimizi bıraktık. Meydana gelen şekil, hakikî embriyoya fevkalade derecede benziyor ve Kur’an’ın bu safhadaki embriyodan niçin mudga (bir çiğnemik et) olarak bahsettiğini çok güzel açıklıyordu. Bir çiğnemlik et hakkında Kur’an’da verilen bilgilerle, bugünkü embriyolojik çalışmaların neticeleri arasındaki uygunluk bundan ibaret de değildir. Müminûn Sûresi’nin 14. âyetindeki ...O bir çiğnem ette kemikler yarattık. Kemikleri de et ile örttük. Sonra onu başka bir yaratılışta yaptık. Mudga da meydana getirildiği bildirilen bu gelişmeler, yapılan embriyolojik çalışmalar neticesinde de, aynen âyetin ifadesindeki gibi tespit edilmiş; hatta beyin ve kalp gibi organların da bu safhada teşekküle başladığı görülmüştür.”

Bugünkü embriyoloji ilminin tespitleriyle Kur’an ve hadisi karşılaştırarak Kur’an ve hadislerdeki mu’cizelere hem basın toplantısıyla hem de kitaplarla dikkati çeken Kanadalı Profesör Keith L. Moore, bu mevzuda son olarak şunu söylemektedir:

“Kur’an âyetlerinin ve hadislerin açıklamalarının bugünkü müspet ilimlerle de doğrulanmış hakikatlerini, bilgimin artmasıyla daha iyi değerlendirebileceğimi zannediyorum. Din ile ilim arasında yıllar boyu bırakılan mesafenin, Kur’an ve hadislerin hakikatlerinin anlaşılması ve anlatılması ile kapatılabileceğine inanmaktayım.

Prof. Dr. Keith L. Moore’un Müslüman olup olmadığını bilmiyoruz. Eğer Kur’an ve hadislerde, profesörlük mevzuu ile alâkalı bu mu’cizelere sadece ilmî perspektifle, bakmakla iktifa edip bunun ilerisine geçememişse ve iman edip Müslüman olamamışsa, bu onun meselesidir ve dünyadaki kulluk bir imtihandır. Onun bu delillere rağmen, iman etmemesi, bizim imanımıza bir zaaf getirmez. Aksine “En kati hakikat odur ki, düşmanları dahi onu tasdike mecbur olur.” kaidesiyle, bağlı olduğumuz iman hakikatlerinin hakkaniyetini İslâm düşmanı bile olsa tasdikiyle, imanımıza kuvvet vermiş olur.

Mü’minlerin, Allah (CC)’a, İslâm’ın hak din olduğuna, Kur’an’ın Allah (c.c)’ın kelamı, Peygamberimiz (sav)’in Allah (c.c)’ın resulü, bize gönderdiği elçisi olduğuna inanmak ve bu inancını arttırmak için aslında Kanadalı bir profesörden ders almağa da ihtiyacı yoktur. Çünkü gerçek bir mü’min, Kur’an’ın “En hakikî mürşid” olduğuna inanır.

6 Hayat Sadece Bu Dünya Hayatından İbaret de Değildir

Daha önce bahsettiğimiz, Bakara Suresi’nin 28. âyetinde, hayatın ne olduğu, nasıl meydana geldiği sorularının cevabı verilirken; aynı zamanda insanın nereden geldiği, nereye gittiğine dair en mühim soruların cevabı da verilmektedir. Bu âyet, hayatın Allah (cc) tarafından verildiğini, bu dünya hayatındaki ölümün zamanın geçmesiyle değil, Allah (cc) tarafından husule getirildiğini, bu dünyadaki ölümden sonra âhirette, yine Allah (cc) tarafından ikinci defa hayat verileceğini haşir ve kıyamette tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıtların birbirinden ayrılacağını, sebepler ve vasıtaların da ortadan kalkacağını, ortadaki perde ve örtü kalktıktan sonra, herkesin Sâni’ini göreceğini ve hakîki Mâliki’ni bileceğini de vermektedir. Her bir kelimesi hayatın ve insanın ne olduğuna, insanın nereden gelip nereye gittiğine, bu dünyadaki vazifesinin ne olduğuna dair çok mühim hakikatleri çok kısa ve veciz olarak insana bildiren bu âyeti mealen tekrar okuyalım:

“Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatınız yoktu; o size hayatı verdi; sonra sizi öldürecektir. Sonra yine hayat verecektir; sonra ona rücu edip gideceksiniz.” (Bakara, 2/28)

İman, kâinattaki en yüksek hakikattir. İmanın altı esası Hz. Cebrail (aleyhisselâm) tarafından Peygamberimiz (sav)’e bildirilmiş, çocukluğumuzdan itibaren bize ezberletilmiş “Amentü” Hadis-i Kudsî’sinde hülâsâ edilmiştir. Çocukluktan, yetişkinlik ve olgunluk çağına geçtiğimizde bize düşen iş, kâinatın bu en yüksek hakikatıyla, değeriyle mütenasip olarak haşîr-neşir olmaktır. Gelişen zekâ, his ve kabiliyetlerimizi, hakikatin incelik ve derinliklerini kavrayabilmek için kullanmalı, tesir sahamızda bulunan aile, iş, dost, arkadaş vs gibi yakın çevremizde de, lüzumsuz, faydasız, zararlı meşguliyetlere karşı tavır alarak imanî meselelerin önceliğine inanmış olarak yaşamalı, anlatmalı, yaşanmasını temine çalışmalıyız.

Sözümü, biz insanlara Allah’ın Kur’ân’ı rehber olarak gönderdiğini bildirdiği Bakara Sûresi 2. âyetiyle bitirmek istiyorum (mealen):

“Budur işte o Kitap (Kur’an-ı Kerîm); onda asla şüphe yoktur, muttakîleri (kötüye sapmaktan endişe içinde olanları) doğruya yöneltir”

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun