Ruh ve bedene mi insan denir?

Tarih: 24.06.2017 - 00:45 | Güncelleme:

Soru Detayı

- İnsan olarak isimlendirilen şey ceset mi, ruh mu yoksa her ikisi midir?
- Ehli sünnet kelamcılarının bu konudaki görüşü nedir?
- Bu konuda ehli sünnet kelamcıları arasında farklı görüşler de mevcut mudur?
- Bu konuda ittifak-ihtilaf var mı?
- İnsanların ruhu Hz. Adem' in ruhunun parçalara ayrılmasıyla mı oluştu? Sizi tek nefisten yarattım ayetinden bu sonuç çıkamaz mı? Çünkü ruh ve nefis bazı alimlere göre eş anlamlıdır?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

İnsan mahiyetinin aslı ve esası ruhtur.

Ruh, bütün hasse ve duyguların efendisi ve yaşam kaynağıdır.

Ruh basittir, bölünmez, parçalanmaz, eskimez, pörsümez, ölmez, dağılmaz, yaşlanmaz. Hayat ve şuur (akıl) ruhun bir hassesi ve vasfıdır.

Ceset olmasa da ruhun hayat ve şuuru devam eder. Yani insan ruhu hem görür, hem işitir, hem konuşur, hem düşünür, hem hisseder hem hatırlar, hem lezzet ve elemi hisseder.

Hatta insan bedeni öldükten sonra, yani ruh bedenden çıktıktan sonra ruha münasip, ruh ayarında, bir latif kılıf giydirilir, ruh bütünü ile çıplak kalmaz.

Bütün bu özelliklere rağmen insan sadece ruhtan ibaret değildir.

İnsan nefis, ceset, ene, ruh, akıl, vicdan, kalp  ve benzeri şeylerden mürekkep cami ve geniş bir varlıktır. İnsanı bunlardan sadece birisi ve birkaçı ile özdeşleştirmek yanlış olur.

Ama ruhun özelliklerinde de ifade edildiği gibi, insanın en temel ve esaslı cevheri ruhtur. Diğer bütün aza ve cihazlar tamamen ruh temeli üstündedir.

Beden ruh içindir, ruh beden için değil.

Mesela bedeni kafese, ruhu ise kuşa benzetirsek;

- Kafesin boyanmasıyla kuş güzelleşmez. Beden sıhhati de ruhun olgunluğuna delil olamaz.

- Kafesi büyütmekle kuşu geliştirmiş olamazsınız. Onun büyüme yolu daha başkadır.

- Kuş, kafesten dışarıyı seyreder, ama gören kafes değildir. “Göz bir hassedir ki; ruh, bu âlemi o pencere ile seyreder.” cümlesi, bu manayı ne güzel ifade eder.

- Kuşsuz kafesi kimse evinde barındırmaz. En yakınımızı bile ölümünden sonra kaç gün misafir ediyoruz?

- Kuş kafesten önce de vardı, kafesten uçtuktan sonra da varlığını devam ettirir.

Şu koca kâinat sarayı, ruh için bir oda gibi. Beden ise kafes. Ruh kafesten uçtuğu gibi, saraydan da çıkar gider, daha geniş âlemlere kavuşmak üzere.

Ruh, göz penceresinden görür, kulak penceresinden işitir, burun penceresinden koku alır, ten penceresinden dokunmayı sezer, beyin penceresinden algılar, idrak eder.

Ruh olmadan bunların hiçbiri bu işlevleri yerine getiremez.

Fakat bunlar olmadan ruh da -biyolojik bünyeye bağlı olarak oluşan psikolojiyi ve diğer- hassasiyetleri algılayamaz.

Örneğin, bir odanın içinde bulunan kimse, o odanın penceresinden dışarıyı seyreder, ama seyreden pencere değil, odanın içindeki insandır. Eğer pencerede bir arıza oluşur da dışarıyı görmeye engel olursa, bu durum içerideki kişinin de hasar gördüğü anlamına gelmez.

Bunun gibi, insan bedenindeki ruh, göz penceresinden kainatı seyreder. Gözde bir hasar olsa dışarıyı görmeye engel olsa bile bedendeki ruhun da hasar gördüğü anlamına gelmez. Ama dışarıyı görmez.

Demek ki, temel cevher ruhtur, beden ise ruhun aletler yumağıdır. Ruh beden ile beraber insan olur. Bu dünyada, bu dünya şartlarına uygun beden elbisesi verildiği gibi, kabir hayatında ruha münasip elbisesi verilir, ahirette de o aleme uygun yeni bir beden elbisesi verilecektir.

Özetle, insan ruhuyla ve hangi alemdeyse o aleme uygun bedeniyle insandır.

İslam alimlerinin görüşlerine gelince:

İbn-i Sina’ya göre insan, cisimle ruhtan mürekkeptir.

İnsan (yani ruh) bir boşlukta dünyaya gelse, göz, kulak gibi birçok azaları da bulunmasa, fakat buna karşılık akıl ve şuuru yerinde olsa, böyle bir hâlde o, zaman, mekân, uzunluk, genişlik gibi mefhumları anlayamamakla birlikte, kendi varlığından da şüphe etmeyecektir.

İnsanın azalara ihtiyacı, mevcudatla münasebeti içindir. Kendi varlığını ise, bu azalar olmadan da bilebilir. İşte o kendini bilen varlık ruhtur.

İnsan, “Şöyle yaptım”, “Böyle yaptım” der. Bu sözler, onun bedenine yahut organlarına veya bunların fiillerine verilemez.

Şu hâlde, insan, “ben” demekle nefs-i natıkasını, yani, ruhunu kastetmektedir.

İmam-ı Gazâlî’nin ruh konusundaki fikirleri özetle şöyledir:

İnsanda, bedenden başka asıl ve sabit bir varlık vardır ki, o da ruhtur. Beden ruhta değil, ruh bedende tasarruf etmektedir.

Ölmüş bir insanın ortada cesedi vardır, fakat ruhu yoktur.

Meselâ, bir insan gözünü yumduğu zaman, varlıklar nazarından kaybolur. Hatta kendini bile göremez. Bununla birlikte, kendi varlığını yakinen bilir, hiçbir şüpheye kapılmaz.

Demek ki, esas insan, çevresine ve bedenine bağlı olmaksızın kendi varlığını müstakilen bilip düşünendir. O ise, ruhtan başkası değildir.

Beden, o ruhun tezahür ettiği bir kalıp, çalıştığı bir tezgâh, bir kışla, bir mekteptir.

Ruh, beden içerisinde herhangi bir yeri mekân tutmaz. Ruh, bedene dahil olmadığı gibi, hariç de değil; muttasıl (bitişik) olmadığı gibi, munfasıl (ayrı) da değildir. Muttasıl ve munfasıl olma, cismin özelliklerindendir. Hâlbuki ruh cisim değildir.

Yâni, ruh için, bedene muttasıldır denemeyeceği gibi, munfasıldır da denemez. Bu hakikati şöyle bir misalle akla yakınlaştırıyor:

“Cansız bir cisme cahil denemediği gibi, alim de denemez. Yani, o şey ne cahildir, ne de alimdir. Aynı şekilde, ruh da ne muttasıldır ne munfasıldır.”

İmam-ı Gazâlî, ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu söylemiş ve bunu şöyle bir temsil ile izah etmiştir:

"Ruh, bir hükümdar, beden ise onun tasarruf ettiği büyük bir ülke, yahut ikamet ettiği bir hanedir."

Fahreddin-i Razî ruh hakkında şunları söyler;

Bir insanın kullandığı eşyalar ile kendisi arasında mahiyet bakımından farklılıklar vardır. Meselâ, “Benim kalemim” dendiğinde, elbette, “ben” başka, “kalem” başkadır.

Aynen bu misal gibi, her insan “başım”, “ayağım”, “gözüm” diyerek, bu azaları nefsine nisbet etmektedir. İşte, beden azalarının nisbet edildiği bu hakikat ruhtur. Malûmdur ki, nisbet olunan başka, nisbet edilen başkadır.

İnsan hakikati, şu görünen bedenden ibaret değildir. Zira insanda ilim ve marifetin varlığı açıktır. Halbuki ilim ve marifet ceset ile kaim değildir. Demek oluyor ki, insanda şu cesetten başka bir şahsiyet mevcuttur. Bu da ruhtan başkası olamaz.

Hiçbir cismin tabiatında irade yoktur. Halbuki insanda nihayetsiz iradî hareketler vardır. Bu iradî hareketler, onun cismine isnad edilemeyeceğine göre, demek ki, onda bir mebde-i irâde vardır. Bu ise ruhtur.

Bütün mutasavvıflar gibi, Hz. Mevlânâ da insanı ten ve can, yâni, beden ve ruh olmak üzere başlıca iki kısımda inceler.

Can esas, ten yardımcıdır; can aziz, ten hakirdir; can efendi, ten hanedir; can baki, ten fanidir… Ruhtum, nasıl oldu da bedene büründüm?

Elmalılı Hamdi Yazır, ruhla ilgili olarak şöyle demektedir:

Cisim ile ruhun buluşması olmasa idi, ben şu kalemi ve hatta o kalemi tutan bu elimi nasıl bulur, nasıl tanırdım? Günahlarımın karaları gibi şu kara satırları nasıl dökerdim?

Demek ki, alem pergelinin kutupları yerindeki o iki kavuşma başlangıcı arasında, daha mühim ve daha büyük bir kavuşma başlangıcı var. Var ki, ruh ile beden birleşebiliyorlar.

Ruh ile bedenin bu kavuşma başlangıcından ben kendimi buluyorum. (Ben) diyebiliyorum. Ruhâniliği ve cismaniliği toplayabiliyorum. Bu iki suretin aksettiği bu aynaya "nefsim" diyorum. "Kendim" dediğim bu birlik başlangıcında ikileme, üçleme yıkılıyor. Ortak koşma, tek varlığın kabulüne dönüşüyor.

Artık “Men arefe nefsehu, fekad arefe Rabbehu” yani “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hakikatinin ne demek olduğunu bu görme ile anlıyorum...

Ömer Nasuhî Bilmen, ruhun mevcudiyeti hakkında İslâm’ın inancını nazara verdikten sonra, materyalistlerin ruh hakkındaki değerlendirmelerini ele almış ve bunların tenkidini yapmıştır:

“Vaktiyle ruhun mevcudiyetine inananları, cehl ile akılsızlıkla itham eden birçok filozoflar, mütefenninler (müsbet ilim adamları), bilâhare yaptıkları tecrübe ve tetkikler neticesinde tebdil-i fikir etmiş, bu hususta birçok kitaplar neşrederek ruhun müstakil varlığını itirafa mecbur kalmışlardır."

"Hatta birtakım kimseler daha ileri giderek, ruhlar ile konuştuklarını, hatta ruhların fotoğraflarını bile alabildiklerini iddiaya cür’et göstermişlerdir.”

Bediüzzaman Said Nursi, iman ve Kuran hakikatlerini izah ve isbat eden yüz otuz parça eserlerinde her insanı pek yakından alakadar eden ruh konusu üzerinde de hakkıyla durmuş ve birçok zihni meşgul eden bu insani hakikat konusunda fikirlerini beliğ ve vecîz ifadeleriyle ortaya koymuştur. Hatta ruh konusunda müstakil risale yazmıştır.

Sözler isimli eserinde, ruhu şöyle tarif etmektedir:

“Ruh, zîhayat, zişuur, nûrânî, vücûd-u haricî giydirilmiş, cami’, hakikatdâr, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emridir.”

İnsanın tek bir nefisten yaratılmış olması (Nisâ, 4/1), bir yandan ilk insan prototipinin yaratılış aşamasına işaret ederken öte yandan bununla bütün insanlığın ortak ana babadan geldiği hatırlatılarak onlara kardeşçe yaşamaları gerektiği telkin edilmektedir.

Buna göre aynı türden ve kökten gelen insanların soy sopla övünmesi anlamsızdır.

Genellikle buradaki “nefis”ten Hz. Âdem’in kastedildiği belirtilir.

Buna göre Hz. Havva, Hz. Âdem’den yaratılmıştır.

Ancak ilgili ayetin, “Eşini de ondan yarattık.” kısmını “onun cinsinden” şeklinde anlamlandıranlar da olmuştur.

Bu ikinci manaya göre, Hz. Havva, ilk insanın bedeninden değil onun da aslı olan topraktan var edilmiş olmaktadır. (bk. Fahreddin er-Râzî, IX, 161; XVIII, 136-138; XXV, 110-111; Taberî, IV, 149; XXIV, 88-89)

İlave bilgi için tıklayınız:

Ruh nedir, ruhun mahiyeti anlaşılabilir mi? Ruh beyinden mi ibarettir ...
İslamiyet'e göre insan nedir?
İnsan nedir; nasıl tarif edilebilir? İnsanın mahiyeti nasıldır ve diğer ...
İslam'a göre insanın konumu, insanın özellikleri nedir?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 5.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun