Neden tanrıya inanamıyorum?

Tarih: 30.07.2015 - 07:53 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Bir ateist, neden tanrıya inanamıyorum, diyerek onlarca iddia bulunuyor. Bu yazıya bir reddiye yazmanızı rica ediyorum.

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Bu yazı çok uzun olduğundan, bütün iddialara tek tek cevap vermeyi daha uygun gördük. Bu nedenle önce ilgili iddiayı vereceğiz, sonra da o iddiaya cevap vermeye çalışacağız:

İddia:
- Ateist düşünce, bir anda sahip olabileceğiniz bir fikir değil. Okudukça, araştırdıkça, düşündükçe ulaşmak zorunda kaldığınız bir sonuç.

Cevap 1:

- Aklı başında herkes biliyor ki, bir tek harf yazarsız, bir tek iğne bile ustasız olmaz, olamaz.

Binler harika sanat estetikleriyle dolu şu kâinat kitabının yazarsız, şu evrendeki sanat tablolarının ustasız olduğunu düşünmek için önce akıldan istifa etmek zorunludur.

Hiçbir bilim adamı ve hiçbir fen bilimi, bir tek kalemin kendiliğinden ortaya çıktığını, bir ilin kanalizasyonunun, elektrik ve telefon hatlarının kendiliğinden oluştuğunu söyleyemez. Söyleyeni anında tımarhaneye götürürler.

İnsan anatomisi bu işlerden bin kat daha harika olduğu halde, bunu tesadüfe veren insan önce insanlık ailesinden istifa etmelidir.

- Ateist düşünce;

Aklın vizyonunu yitirdiği,
Kalbin misyonundan uzaklaştığı,
Zihnin vesveseye mağlup olduğu,
Fikrin dumura uğradığı,
Vicdanın sesinin kısıldığı, bir sara nöbetinin nüksettiği dinsizlik dehlizinden habis bir ur gibi ortaya çıkan bir hezeyan-ı küfridir.

İnsanlık erdemlerinin iflas bayrağını çektiği bir zavallılığın bir diğer adresidir.

Ateistler, Orta Çağ skolastik felsefe bataklığına düşmüş olan ve içinde bulundukları bunalımdan ötürü akıldan da istifa etmek zorunda kalan bir kısım sofistlerin çağdaş versiyonlarıdır.

Cevap 2:

Ateizmin felsefe olarak kabul ettiği tez, aslında bir Tanrı olmadığını, insanların Tanrı’yı yarattığını söylemektedir. İnsanda sınırsız bir güce inanma ihtiyacı, hikmeti ve kudreti sınırsız olan bir güce sığınma duygusu var olduğundan, insan Tanrı’ya inanmaktadır. Nedensellik bağıyla insanda bulunan bu genetik kod, özel sebeplerle kendisini direkt göstermemektedir.

Genlerde endofenotip kavramı vardır ki bu, kişinin yaşadığı çevrenin gen ifadesinde yaptığı değişikliği ifade etmektedir. Eğer çevre ve insan o genin ifadesini istemiyorsa, o genin ifadesi bastırılmaktadır.

Anoreksia nervoza gibi bir hastalık nasıl ki zayıflamayı çok isteyen kişinin yeme duygusunu köreltirse, Tanrı’ya inanmayan kimselerde genlerinden gelen bu ifadeyi yok etmekte ve çalışmasına engel olmaktadırlar.

Bu kimselerde Tanrı yerine, parayı ve gücü, devleti ya da sebepleri kutsallaştırma söz konusudur. Mesela Mısır’da kutsallaştırılan firavunlar, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olduğu düşünüldüğünden, her söylediklerine ilahi emir gibi itaat edilmiştir.

Cevap 3:

Görünmeyene inanmak, somutlaştırmanın bir ifadesidir. Mesela bir çocuğun eline kırmızı bir ışık tutsanız, çocuk bunun ışık olduğunu fark edemeyebilir ve elinin boyandığını zannedip ağlayabilir. Zira çocuğun soyut ile somut farkını bilmesi zordur.

Görünür olana inanmak, arka planı görememek, kişinin soyut düşünce seviyesine erişememesinden kaynaklanmaktadır. Bu sebeple insanlardaki din ihtiyacı, insanların gelişmişlik düzeylerine göre artmaktadır. Soyut düşünceler yönünde ilerleyen bir insan, aslında din ihtiyacını ortaya koyuyor demektir. Ancak IQ seviyesi elli puan civarında seyreden ya da otistik olan bir çocuğun temel ihtiyaçlarının ötesinde bir ihtiyacı kalmamaktadır.

Soyut düşünce, insanın varoluşla ilgili soruları yoğunlaştığında, kendisine ve hayata anlam katmak için uğraştığında, zaman ve gelecek konusunda sorular sorduğunda ortaya çıkmaktadır. Görünmeyene inanmak, insanın gelişmişlik düzeyini gösterir.

Cevap 4:

Evrenin varoluşu ile ilgili dört hipotezi tek tek incelediğimizde, bu varsayımlardan üçünü yanlışlarsak eğer, kalanın doğru olduğunu düşünebiliriz.

Bu durum, tıpkı dağın tepesinde yol arayan kişilerin durumuna benzer: Tepeye çıkabileceklerini düşündükleri üç yolun da çıkmaz olduğunu gören dağcılar, sorgulamadan dördüncü yola girer ve herkese de bu yolu tavsiye ederler.

İlk üç hipotezin mümkün olmadığı anlaşıldıktan sonra, son seçeneğin akla en yatkın alternatif olduğu fark edilir ve onda karar kılınır. Çünkü tepeye çıkan bir yol mutlaka vardır.
İşte bu gerçekliğe deneyüstü gerçeklik veya görünmeyene inanma gerçekliği diyebiliriz. Örnektekine benzer şekilde, evrenin varoluşu ile ilgili hipotezleri de şu şekilde sıralayabiliriz:

- Tesadüfi varoluş hipotezi
- Evrenin otonomisi hipotezi
- Kuralların hâkimiyeti hipotezi
- Tasarımsal varoluş hipotezi (Tanrı hipotezi)

Biyolojik verileri bir kenara bırakarak değerlendirdiğimizde, kişinin inandığının gerçekliğinden şüphe ettiği durumlarda, inancın psikolojik belirleyicilerinin değiştiğini görmek söz konusu olabilir.

Bu nedenle inancı akla yatkın bir gerçeklikle tanımlamakta yarar vardır. Temelsiz ve sağlam olmayan inançlar, yanlışlar üzerine kurulu öğretilerdir ve insanların ruhsal yaşantılarını, düşünce kalıplarını, sorun çözme tarzlarını ve hayata bakışlarını etkiler.

İnanç konusunda birinci varsayım olan "tesadüfi varoluş hipotezi"ne sadece şu örnek bile imkansız dedirtecektir:

DNA zincirimizde tolemer adında bir protein molekülü vardır. Tolemer, DNA’nın ömrünü yani kaç defa bölünebileceğini belirler. Matematikte olasılık hesaplarına göre 1050 imkansız kabul edilir.

Tolemerin kendi kendine rüzgâr ve şimşeklerle dizilme olasılığı 10652’dir. Yani olasılık hesaplarına göre 1050’nin çok üstündedir ve bu da tesadüfi varoluşun imkansız olduğunu göstermektedir.

DNA’nın tek bir protein molekülünün bile bu derece ince bir hesaba dayanması, evreni de tesadüfi varoluşla açıklamanın imkan dışı olduğunu gösterir.

İkinci teori "evrenin otonomisi"ne dayanmaktadır. Evren bir makine gibi kendi kendine çalışan bir özelliğe sahiptir; yani bozulmaz, ayar ya da bakım gerektirmez.

Bu yapıdaki bir makinenin tabiattaki çirkinlik, felaket ve kötülükleri bertaraf etme biçimi ve bu felaketlerden etkilenmeyi bir kenara bırakalım, kendisini nasıl bu kadar kusursuz, eksiksiz, mükemmel, kolay ve hızlı bir şekilde işletebildiği cevaplanamamış bir sorudur.

Mükemmel olduğu söylenen bir bilgisayar bile atıl ya da bakımsız kaldığında bozuluyor veya bir virüs bulaştığında çalışamaz hale geliyorsa, evrenin otonomisi görüşü temel alındığında bu bozulmanın söz konusu olması mümkün değil midir?

Makrokozmozda dengeleri bozmaya engel olacak bir kontrol olmazsa, evren makinesi sağlıklı çalışmaz. Demek ki bir dış kontrol mekanizması, evren için şarttır.

Üçüncü teori, "kuralların hâkimiyeti"ne dayanır. Newton prensibinden, Arşimet’in kurallarına kadar her türlü görüş, evrenin dijital bir formatta var olduğunu gösterir niteliktedir.
Her şeyde bir sebep sonuç ilişkisi vardır. Standartlar bellidir. Evrende kuralsız, tanımlanmamış hiçbir eylem yoktur.

Bilgi, enerji, anlamlılık, madde gibi bütün unsurların bir araya gelmesi evrenin düzenli çalışmasına yeter mi?

Bir inşaat düşününüz; inşaatın projesi çizilir, yeri belirlenir, gerekli nakit temin edilir, malzemeler alınır, işçiler bulunur ve çalışmaya başlanır. İşlerin sağlıklı yürümesi için görev tanımları ve kurallar nettir. Ancak, projenin sahibi olmadığında, onun iradesi hissedilmediğinde, inşaat yapılamaz. Çünkü kurallar ve tanımlar ölü metinlerdir. Onlara hayat veren bir iradeye ihtiyaç vardır.

Evrenin varoluşuna ilişkin dördüncü teori ise evrenin ilahi irade tarafından yaratılması ve yönetilmesine dayanır. Ancak ilmi, hikmeti, gücü ve iradesi sınırsız olan bir zat evreni işletebilir.

Bizim bu konudaki incelemelerimiz,“Karıncaların fili analiz etmesine” benzemektedir.

Yaratılış dilinin nasıl olduğunu fizik, kimya, matematik, biyoloji gibi temel pozitif bilimler açıklamaktadır. Kendini göstermeyen, dünyayı canlı bir laboratuvara dönüştüren ilahi akla ve mutlak bilince inanmak, bu mevzuda akla en yakın seçenektir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Ateistler neden insanları dinsizleştirmekte bu kadar ısrarlılar, ne ...
Yaratılış Delilleri

İddia:
- Kuran (vb. tüm kutsal kabul edilen kitaplar) insanüstü bir varlığın, bir tanrının yazamayacağı kadar sıradan.
- Sıradan bir kitabı okuyan insanların büyük çoğunluğu onu anlayabilir. Kitaplar, edebi kaygılarla, olay örgüsüne dikkat edilerek, anlatım bozuklukları olmadan yazılır.
- Peki, gerçekten evreni yaratmış her şeyden üstün bir varlık, sıradan insanların anlaşılır bulamayacağı, fazlasıyla yorumlara açık, net bilgiler içermeyen kendi içinde tutarlılığı olmayan, tüm tarih devirlerine uygun olmayan, tüm dünya coğrafyasına uyum sağlayamayan özensiz bir hitabet ile mi kendisine inandırma yolunu seçerdi. Bazı inananlar, Kuran’ın bu yönünü görmelerine rağmen “mükemmel olsaydı herkes inanırdı, o zaman sınav olmazdı” şeklinde cevaplar ile bu durumu mantığa uydurmaya çalışıyorlar. Hatta Kuran’da mucizeler olduğunu iddia ediyorlar. - - Kuran’ın içindeki sözde mucizelerin, herhangi bir kitaptan elde edilebileceği de defalarca kanıtlandı.

Cevap:

a) Kur’an’ın sıradan bir kitap olduğunu iddia eden bu gibi adamlar, Kur’an’ın belki bir tek ayetini bile asıl Arapça metninden okumamış, okuyamamıştır.

b) On beş asır önce insanın anne rahminde nasıl yaratıldığını açıkça bildiren Kur’an mı sıradan bir kitaptır?..

- Rum suresinde, Bizanslıların 7-8 yıl içinde daha önce yenildikleri İranlılarla yeniden savaşa girişeceği ve bu kez onları yeneceklerini haber veren ve tarih tarafından bu haberi tasdik edilen Kur’an mı sıradan bir kitaptır?

- Hudeybiye dönüşü bir gecede inen Fetih suresinde Mekke’nin mutlaka fethedileceğini bildiren Kur’an mı sıradan bir kitaptır?

c) Ateistin mantıksız hezeyanlarına bakın; diyor ki, “Kur’an’da var olduğu söylenen bazı mucizeler başka kitaplardan alınabilir.”

Acaba yukarıdaki gaybi haberler hangi kitaptan alınmıştır? Acaba, yüzlerce tefsir, siyer ve tarih kaynaklarının bildirdiğine göre, Fetih suresinin Hudeybiye’den dönüş esnasında hangi bir kitap bulunmuş ve bu konular ondan kopyalanmıştır?

Anlaşılan iman etmemek için şeytanın en zayıf telkinlerini bile büyük bir delil kabul edecek kadar bir dinsizlik sara nöbetleri, söz konusudur. Yoksa aklı başında hiç kimse böyle bir iddiada bulunamaz.

d) Her ilmin bir ihtisas, uzmanlık alanı vardır. Tarih boyunca, değişik alanlarda şöhret bulmuş milyonlarca ilim damları tarafından Arapça belagat ilminde uzman oldukları kabul edilen yüz binlerce İslam aliminin “Kur’an’ın belagatine yetişmek insan için imkânsızdır.” dediği halde, “Elifi Görse Mertek Zanneden” bir ateistin sözüne itibar etmek kadar komik bir şaka olabilir mi?

e) Bu ateistin aklının almadığı bir gerçek de şudur: Diyor ki:

“Peki, gerçekten evreni yaratmış her şeyden üstün bir varlık, sıradan insanların anlaşılır bulamayacağı, fazlasıyla yorumlara açık, net bilgiler içermeyen, kendi içinde tutarlılığı olmayan, tüm tarih devirlerine uygun olmayan, tüm dünya coğrafyasına uyum sağlayamayan özensiz bir hitabet ile mi kendisine inandırma yolunu seçerdi?”

- Önce şunu belirtelim ki, Kur’an, bir fen kitabı değildir. Kur’an, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu netice veren prensipler manzumesidir. Bununla beraber, Kur’an fen bilimlerinin konusu olan bazı olaylara da dikkat çekmektedir. Bununla, Allah’ın sonsuz ilim, kudret, hikmet ve iradesini nazara verir.

Özetle, Kur’an’ın sonsuz ilim sahibi Allah’ın kelamı olduğuna dikkat çeker. Bu cümleden olarak, KUR’AN;

- Evrenin ilk yaratışından son yıkılışına kadar birçok safahatına işaret etmektedir. Gök ve yerküresinin başlangıçta bitişik bir kütle olduğunu sonradan ayrıştırıldığını (Big Bang) ifade etmektedir. (Enbiya, 21/30)

- Göklerin duhan/bulutsu/nebülöz halindeki (Fussilet, 41/11) şeklinden söz etmektedir.

- Yerkürenin deve kuşu yumurtası gibi, tam yuvarlak olmayıp, geoit şeklinde olduğunu bildirmektedir. (Naziat, 79/30)

- Yer çekim kanununa işaret etmektedir. (Murselat, 77/25-26)

- Tatlı ve tuzlu suların birbirine karışmadığından söz etmektedir. (Furkan, 25/53; Rahman, 55/19-20)

- Kur’an, kâinatın yıkılmasından da söz eder. Termodinamiğin II. kanunu  ve Entropi çerçevesinde olabilecek gerçeklere işaret etmektir.

Bu cümleden olarak, güneşin söneceğinden, yıldızların dağılacağından, dağların tuz buz olacağından, denizlerin fokur fokur kaynayacağından söz eder. (Tekvir suresi)

Bu gerçekler açıkça gösteriyor ki, bu bilgileri bize bildiren Kur’an, Evreni yaratan, sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah’ın kelamıdır.  

Kur’an’da Allah’ın sonsuz ilminin yansımaları olduğu husus şöyle ifade edilmiştir:

Bugünkü ateistlerin kardeşleri olan eski müşrikler: “Onun söyledikleri, kendisi için yazdırmış olduğu ve sabah-akşam kendisine dikte ettirilen önceki nesillerin efsanelerinden ibarettir.”(Furkan, 25/5) ediler. Buna cevap olarak Kur’an’ın semavi ve ilahi kimliği nazara verilmiş ve bunun bir insanın veya insanların sözü olamayacağı gerçeği veciz bir şekilde şöyle ifade edilmiştir:

“ De ki: Onu/Kur’an’ı, göklerde ve yerdeki bütün sırları bilen Allah indirmiştir. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Furkan, 25/6)

f)  Kur’an hakkında “sıradan insanların anlaşılır bulamayacağı, fazlasıyla yorumlara açık, net bilgiler içermeyen...” ifadesi gerçekten katmerli bir cehaletin göstergesidir.

Kur’an gibi, dünya ve ahiretle alakalı her türlü bilgiyi içeren, kıyamete kadar gelen her asırdaki bilgi seviyesini ve o asırdaki farklı kesimlerin bilgi seviyelerini göz önünde bulundurarak aynı ifadeyle bütün insanlara hitap eden Kur’an’ın bu geniş kapsamlı ifade tarzının herkes tarafından anlaşılmadığına itiraz den gerçekten cahil olmalıdır.

- Şu bir hakikattir ki, bu gibi adamlar, fizik, kimya, astronomi, jeoloji, matematik ve benzeri fen bilim kitaplarını bilmedikleri halde bunu normal görüyorlar. Hatta bir fizik profesörü de bir kimya bilgisine sahip olmayabilir. Kimse bunu yadırgamaz.

Şimdi bütün ilimleri ihtiva eden Kur’an’ın herkes tarafından anlaşılmadığını yadırgamaya çalışan bir kimse, ilmin ne olduğunu bilmediğini ortaya koymuş olur.  

Kur’an’ın aynı dersinden farklı seviyedeki insanların farklı şeyler anlaması için ifade tarzının değişik manalar ifade etmesi kaçınılmazdır.

Şimdi bir ilkokul bilgisine sahip bir ateistin bir ayetten anladığı ile, İmam Gazali, İbn Rüşd, İbn Sina gibi filozofların anlaması arasında elbette büyük farklar olacaktır.

İşe Kur’an’ın bu eşsiz kapasitesi dahi onun insan üstü bir kitap olduğunun göstergesidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an-ı Kerim'in Allah kelamı olduğu ve günümüze kadar hiç ...
Hz. Muhammed'in peygamberlik delilleri ve Kur'an'ın Allah kelamı ...
Kur'an mucizeleri..
Kur'an'ın gelecekten verdiği haberler..
Kur'an'ın bilimsel mucizeleri..

İddia:
Dinlerin (özellikle İslam’ın) dünyaya indiriliş hikayesi güvenilir değil.
- Tanrı’nın milyonlarca insan içinden rastgele birini seçerek, tüm insanlığın kaderini, seçilen bu kişinin ikna yeteneğine bağlama senaryosunu inandırıcı bulmuyorum. Peygamber ve (gerçek olduğunu iddia ettiği) tanrısı arasındaki bu ittifaka, başka hiçbir üçüncü şahısın şahit olmaması, inandırıcılık dozajını daha da düşürüyor.
- İnananlar bu noktada peygamberlerin gösterdiği mucizelerden bahsedecekler. Eğer bir kaynak olarak alacaklarsa, Kuran’da hiç mucize gönderilmediği de açıkça yazıyor. (Bknz: İsra 59)
- Anlaşılan o ki, Muhammed bir mucize sergileyememiş ve tanrının bu duruma dair bir açıklama sunduğunu iddia etmiş.

Cevap:

- Allah bir imtihan açmıştır. Bu imtihanı açarken elbette ateistlerle istişare etmemiştir.

Sonsuz ilim, hikmet, rahmet ve adaletinin tezahür etmesi için açtığı bu imtihanda, elbette her zamanda bir peygamber göndermiş ve diğerlerinin buna inanıp inanmamasını test etmeyi hedeflemiştir.

İslam’ın bildirdiğine göre, insanlık tarihi boyunca 124.000 peygamber gönderilmiştir. Her peygamber de peygamberlik nişanesi olarak bazı mucizelerle donatılmıştır.

Hz. Muhammed (asm)’in en büyük mucizesi ise Kur’an’dır. Sahih hadislerden gelen bilgiye göre Hz. Muhammed (asm)’in Kur’an dışında da binden fazla mucize gösterdiği siyer, tarih, hadis ve tefsir kaynaklarında mevcuttur. Ancak kıyamete kadar daimi canlı bir mucize Kur’an’dır.

Bu konuda Peygamberimiz şöyle buyurdu:

“Her peygambere insanların onun bir benzeriyle imana gedikleri bir mucize verilmiştir. Bana verilen (en büyük mucize) ise, Allah’ın bana vahiy ettiği bir vahiydir/Kur’andır. Bu sebeple kıyamet günü, diğer peygamberlere karşı, tabileri/ümmeti en çok olan peygamberin ben olacağımı ümit ediyorum." (Buharî, Fezâilu'l-Kur'ân 1, Î'tisâm 1; Müslim, İman 239)

Bugünkü ateistler gibi, eski müşrikler de Allah tarafından peygamber olarak tayin edilen elçilere tabi olmayı nefislerine yediremiyorlar. Her biri birer peygamber olmak istiyor. “Bu beyler, bu öğütle/Kur’an’la yetinmeyip üstelik her biri kendisine mahsus özel kitap, özel ferman isterler!” (Müddesir, 74/52) mealindeki ayette bu kendini bilmez adamların şımarık tavırlarına işaret edilmiştir.

Halbuki, bir padişah,bir devlet başkanı, bir başbakan, bir vali, bir müdür binlerce milyonlarca insanı yönetiyor ve -her zaman yanlış yapma ihtimalleri olduğu halde- bu ateistler itaatte kusur etmezler. Oysa, Allah’ın elçisinin hata etme ihtimali yoktur.

- Kur’an’da Kamer suresinde Hz. Peygamber (asm) tarafından AY’ın iki bölündüğü açıkça ifade edilmiş ve alimlerin büyük çoğunluğu bunu böyle anlaşmıştır.

Ayın ikiye bölünmesi mucizesi, hem sahih hadislerde, hem tarih kaynaklarında geçmektedir. el-Kettani, Ay’ın yarılması mucizesini mütevatir hadislerle ilgili yazdığı eserine almıştır. (bk. Nazmu’l-Mütenasir mine’l-hadisi’mütevatir, 1/211)

“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. Kâfirler bir mucize görünce yüz çevirirler ve: ‘Bu devam ede gelen bir büyüdür.’ derler.”(Kamer, 54/1-2)

mealindeki ayetlerde Ayın yarıldığı ve kâfirlerin bunu inkâr edemedikleri, yalnız bunun bir büyü olarak değerlendirdiklerine açıkça vurgu yapılmaktadır.

- Soruda geçen ayetin meali şöyledir:

“Kâfirlerin keyfî olarak istedikleri mucizeleri göndermeyişimizin tek sebebi, daha önceki kâfirlerin bu gibi mucizeleri yalanlamış olmalarıdır. Nitekim Semud halkına açık bir mucize olarak o dişi deveyi verdik de onu öldürdüler ve bu yüzden kendilerine zulmettiler. Biz o ayetleri sadece korkutmak için göndeririz.” (İsra, 17/59)

Görebildiğimiz bütün kaynaklarda, bu ayetin nüzul sebebi, müşriklerin Hz. Peygamber (asm)'den daha önceki peygamberlerin gösterdiği türden bir mucize olarak, örneğin Safa tepesinin altından bir külçeye çevirmesini, dağları giderip yerine ziraat ekmeye uygun verimli tarlalara döndürmesini istemişlerdir.

Ancak, iman etmemeleri durumunda bunların da daha önceki ümmetler gibi helak edileceğini öğrenen Hz. Peygamber (asm), bunu istememiştir. Çünkü o, müşriklerin bir kısmının mümin olacaklarını ve onların nesillerinden iman edecek olanların geleceğini -Allah’ın izniyle- düşünmüş ve onların hatırı için bunların helak olmalarını istememiştir.

Bundan daha önemlisi, Allah bu müşriklerin bir kısmının imana geleceklerini ve o müşriklerin soyundan gelen bir çok insanın mümin olacağını bildiği için, onları toptan yok edecek bir sünnetullaha maruz kalmalarına fırsat vermemiştir. (bk. Taberi, Razî, Beydavî, Nesefî, Kurtubî, İbn Kesir, Şevkânî,  el-Merağî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

- Demek ki bu ayette Hz. Muhammed (asm)’e mucize verilmediği/verilmeyeceği değil, önerdikleri tarzda bir mucizenin verilmeyeceği bildirilmiştir. Bunun hikmetini de az önce açıkladık.

Yoksa, Kur’an’da bir çok mucize açıkça ifade edilmiştir. Örneğin;

- Kur’an’da “birkaç yıl içinde Rumlar İranlılarla savaşacak ve onları yenecekler.” (Rum, 30/1-4) diye ifade edilmiş ve bu haber aynen vuku bulmuştur.

- Keza, iki sene önce Mekke’nin kesin olarak fethedileceği bildirilmiş (Fetih, 48/27) ve aynı tarihte fetih tahakkuk etmiştir.

Böyle gelecekten haber veren bir kitabın göz önündeki bu mucizeleri görüldükten sonra, akıl gözüyle bu kitabın Allah’ın sözü olduğuna kesin olarak iman etmek akl-ı selimin gereğidir.

- Kur’an’ın açık ifadesiyle; ayı iki parçaya bölen (Kamer, 54/1-3), Bedir savaşında düşmana attığı bir avuç toprağın/çakıl taşının, bütün düşmanların gözüne girip onları hezimete uğratması (Enfal, 8/17) gibi mucizelerle  insanüstü olayları gerçekleştiren Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunda tereddüt edilebilir mi?

- Kesin bilgi edinme yollarından biri sağlam haber denilen “haber-i sadık”tır.

Hz. Peygamber (asm) gibi; "Muhammedü’l-Emin" unvanıyla meşhur olmuş, okuma-yazması olmadığı halde, Kur’an gibi ilim ve mucizeler dolu bir kitabı elinde tutmuş, yüzlerce mucizeler göstermek suretiyle hak peygamber olduğunu ispat etmiş bir zatın söylediklerinin doğruluğunda tereddüt etmenin akılla izahı mümkün değildir.

Her şeyden önce Kur’an-ı Kerim, birçok yönden mucize olduğunu ispat etmiştir. Onun insan sözü olamayacağına milyonlarca ilim adamı sahasında uzman olanlar şahitlik etmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an-ı Kerim'in yazılması, toplanması ve kitap haline getirilmesi ...
Peygamberimiz'in Kuran-ı Kerimde Bahsedilen Mucizeleri..

İddia:
Allah, pis işleri için insanları kullanıyor.
- Yine Kuran’da görüyoruz ki, Allah, insanları hep birbirine düşürme derdiyle, kendisine inanmayanları, inananlara öldürtme emirleri yağdırıyor. Koca evreni yarattığı iddia edilen bir varlık, insanları birleştirici, yapıcı, sevgi ve saygıya yönelten bir formül üretmeyi başaramaz mıydı? - Köleliği yasaklayamaz mıydı? Kadınları cariye (seks kölesi) olarak kullanmanın ve tecavüz etmenin yanlış bir şey olduğunu öğütleyemez miydi? Zengin-fakir arasında denge kurulmasını sağlayarak sömürüleri günah ilan edemez miydi? Tanrı, en azından çocuk istismarını, 50küsür yaşındaki sapkın bir insanın çocuklarla ilişkiye girmesini, pedofiliyi yasaklayamaz mıydı?
- Ama bahsi geçen tanrı, domuz eti yemeyi affedilmez saydı!
- Basit insani değerlerin, ilkel kapasitede çiğnenmesi kutsal kitabın tanrı sözü değil, o dönem, kendini peygamber ilan eden kişinin bir uydurması olduğu izlenimini veriyor. Hatta, kutsal kitapta, peygamberin yatak hayatına dair detayların bulunması durumu da bu tezi destekliyor.

Cevap:

- İslam Dini’nin adı olan “İslam” SİLM kökünden gelir ve barış demektir. Barış dini için soruda kullanılan “insanları birbirine düşüren” ifadesi çirkin olduğu kadar açık bir yalandır.

- Mekke döneminde 13 yıllık süreçte dinsizlerin bütün zulümlerine rağmen Müslümanların sabırla hatta yuvalarını terk etmekle mukabele etmeleri İslam’ın barış dini olduğunun ayrı bir delilidir.

- Medine döneminde cereyan eden bütün savaşların Medine bölgesinde cereyan etmesi ve dinsizlerin Medine’ye kadar gelip Müslümanlara hucum etmesi sonucu meydana geldiği bilinen gerçeklerdendir. Bu, İslam’ın savaşı esas almadığının göstergesidir.

- Müslümanlara ilk defa savaş izni verilen ayetin yumuşak ifadesi de savaşın İslam’da esas olmadığını göstermektedir: İlgili ayetin meali şöyledir:

“Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme maruz kaldılar. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir.” (Hac, 22/39)

- Her devlet, insanların kendi kanunlarına uymalarını ve hukuk etrafında birleşmelerini ister. Bu husus -sosyal hayatın emniyeti bakımından- insanlık camiası için olmazsa olmaz şartıdır.

İnsanların yaratıcısı da insanların dünya ve ahiret hayatının mutluluğunu netice veren ahlaki ve hukuki prensipler ihtiva eden kendisinin kitabı olan Kur’an’a ve İslam’a sımsıkı sarılmalarını, ayrılığa düşmemelerini açıkça emretmektedir. Bu ayetlerden birinin meali şöyledir:

“(Ey İnsanlara!) Hep birden Allah'ın ipine (Kur’an’a/İslam’a) sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin. Allah'ın üzerinizdeki nimetini de hatırlayın ki, siz (Müslüman olmadan önce) birbirinize düşman iken, O kalplerinizi kaynaştırdı da Onun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız; O sizi oraya düşmekten kurtardı. Doğru yola erişmeniz için, Allah size ayetlerini işte böyle açıklıyor.” (Al-i İmran, 3/39)

“Onlardan zalim olanlar dışında, Ehl-i Kitapla en güzel bir şekilde mücadele edin. Ve şöyle deyin: Biz, hem bize indirilene, hem de size indirilene iman ettik. Bizim de sizin de İlahımız birdir. Ve biz, yalnız O'na teslim olmuş kimseleriz." (Ankebut, 29/46)

mealindeki ayette ehl-i kitapla en güzel şekilde mücadele etme metodu tavsiye edilmiştir. Bundan daha birleştirici daha barışçı bir din olabilir mi?

“Haksız yere bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibi olur.” (Maide, 5/32) diyen, “Dargınları derhal barıştırın.” (Enfal, 8/1; Hucurat, 49/9) şeklinde emir veren Kur’an’ın sahibi olan Allah için “pis işleri için insanı kullanıyor” diyen kişi, insan ismine layık mıdır? Böyle bir yalancı ancak bir ateist olabilir.

- Şu var ki: Allah bu imtihanı açmakla, güzel işler yapan iyi insanlarla pis işlerle uğraşan habis insanları birbirinden ayırmak ve böylece ateizm mikroplarını taşıyanları insanlık camiasından ayıklamak istemiştir.

- Kölelik kurumu İslam dini gelmeden binler sene önceden var olduğunu azıcık tarihi bilgisi olan bilir. İslam’ın bir anda köleliği ortadan kaldırması mümkün değildi. Bu konuyu bir çok alim eserlerinde işlemiştir. Biz burada bir kaç hikmetine kısaca işaret ederiz:

a) İslam dini daha önce hiç olmamış şekilde kölelik statüsünü değiştirmiştir. Efendilerinin yediklerinden onlara yedirmeleri, giydiklerinden giydirmeleri, “kölem” yerine “kardeşim” gibi ifadelerle hitap etmeleri, dini bir hata işledikleri zaman karşılığında bir köle azat etmelerini emretmesi, İslam dininin kölelere bakışını göstermektedir.

Her insaf sahibi, İslam’ın köleliği ortadan kaldırmak istediği fakat şartlar müsait olmadığından bunu zamana bıraktığını anlar.

b) Köleler toplumda önemli bir nüfus teşkil ediyordu. Eğer bunlar bir anda kölelikten çıksaydı, şimdiye kadar hiçbir inisiyatif kullanmadıkları için parazit bir grup olarak ortada kalırlardı.

c) Kölelerin hiçbir malı-mülkü yoktu. Eğer bir anda bunlar hürriyetlerine kavuşturulsaydı, Efendileri -bunlar artık onlara iş yapmadıkları için- onlara yardım etmez ve her yönüyle fakir bir grup ortaya çıkardı. Bu fakirlik ve ihtiyaç onları hırsızlık ve gasp gibi değişik gayr-ı meşru hareketlere zorlar ve cemiyet anarşiye dönerdi.

d) Köleliğin önemli bir kaynağı savaş esirlerdir. Eğer İslam, savaş esirlerini köle yapmayı yasaklasaydı, kâfirlerin elindeki Müslüman esirleri kurtarma imkânları kalmazdı. Çünkü düşmanlar Müslümanların kendi esirlerini köle gibi alıkoyma imkânları olmadığını bildikleri için “esirlerin mübadelesi” fırsatı kaçırılmış olacaktı. Her tarafı hikmet dolu olan İslam gibi bir dinin böyle bir hikmetsizliğe yol açması düşünülemez.

Demek ki, şu bir gerçektir ki, İslam köleliği getirmemiştir. Var olan köleliğin statüsünü oldukça iyileştirmiştir. Evrensel bir realite olan bu kurumu bir anda ortadan kaldırması mümkün değildi. Bu sebeple İslam, bir yandan iyileştirici düzenlemeler, diğer yandan zamanla ortadan kalkacak şekilde bir yol izlemiştir.

Soruda geçen diğer konular hakkında bilgi için tıklayınız:

İslam dininin yardımlaşmaya verdiği önem nedir?
İslamın, sosyo-ekonomik hayatta yetersiz kalacağı iddiasına nasıl ...
İslamiyete göre ekonomik sistemler, prensipler ve temel kurallar ...
Hz. Ayşe / Aişe validemiz, Peygamber Efendimiz ile evlendiğinde ...
Küçüklerin zorla evlendirilmesi caiz mi?
Domuz eti niçin haram kılınmıştır?
İnsan hakları nelerdir?
Peygamber Efendimiz'in getirdiği güzellikler nelerdir?
İslam`ın insana verdiği temel haklar nelerdir?

İddia:
Çok fazla sayıda tanrı var.
- Tarih boyunca insanlar, hepsi farklı isim ve özelliklerde binlerce tanrıya inandı. Hepsinin toplum içinde inanılma oranı çok yüksekti. Tüm tanrılar, dini önderlerce (rahipler, kahinler, büyücüler vs) korunup yayıldı ve inanmayan insanlar ölümle cezalandırıldı. Bu tanrıların, aslında “tek bir tanrı” olması gerektiğini düşünürsek (çünkü islam inancı bunu söylüyor) neden tüm tanrıların inananları her daim birbirine düşmandı? İnanç şekilleri neden birbirinden hep farklıydı?2
-  Tanrı kullarına neden hep farklı şeyler söyleyip onları birbirine düşürdü? Tanrıların yaratıcısı aslında, inananlarının ta kendisi olduğu için olabilir mi?
(Tarihin en büyük tanrılarından birkaçı: Ra, Zeus, Thor, Yehova, Shiva, Allah, Quetzalcoatl, Gılgamış, Vishnu, Gaia, Enki, Baal, Krishna, Ahura-Mazda, Enlil, Anu, Bast, Brahma, Inanna… )
- 13.800.000.000 yıllık evrende, dünyada sadece 3.000.000.000 yıldır canlı yaşamı var. Bu canlılığın da 50.000 yılında bildiğimiz anlamda insan var. Ve sadece son 15.000 yıllık dönemde tanrıya dair izler görüyoruz. İslam ise 1.400 yıllık geçmişe sahip. Geri kalan milyarlarca yıl, tanrının israfı mı?
- Günümüzde insanların tapındığı her inancın, kendi içinde sağlam görünen temelleri var. Her inanç, diğer tüm dinlerinin yanlış inanç olduğunu iddia ediyor. Herkes ailesinin kendisine aşıladığı inancın gerçek olduğunu ve başka bir yerde doğmuş olsa bile yine şimdiki inancını seçeceğini savunuyor. Bu işte bir gariplik yok mu?

Cevap:

- Verilen rakamların kesin olmayan birer teori olduğu bilinmektedir. Şekli ne olursa olsun, Allah’ın daha sonra evreni yarattığı bir gerçektir. Yani bugün Evrenim ezeli değil, sonradan var olduğu bilimsel bir gerçektir.

- İtirazcı diyor ki: “İnsanların varlık yaşı 50.000’dir. O halde Allah bu insanları yaratmadan önceki zamanı israf etmiştir...”

Önce ateist şunu bilmeli ki, insanlardan milyarlarca sene evvel canlı varlıklar olan melekler ve ruhaniler yaratılmıştır. Daha sonra cinler var edilmiştir. Daha sonra diğer canlılar yaratılmıştır. Evren canlı varlıklarla şenlendirildikten sonra yeryüzü halifesi olan insanlar yaratılmıştır. Onun için bu ateistin zannettiği gibi bir israf yoktur.

- Bununla beraber, Allah ezelidir/önsüzdür. Evren sonradan var edilmiştir. O halde, evrenin daha sonraki bir süreçte var edilmesi akli zorunluluktur. Bu Evreni ne zaman yaratmayı uygun görmek ise Allah’ın tercihine bağlıdır. Bu tercihin elbette binler hikmeti olabilir. Ancak biz şunu bilmeliyiz ki, Allah Evreni yaratırken ateistlerin aklıyla istişare etmemiştir.

- Allah her şeyden önce Evreni yaratmakla kendi sıfatlarının tecellilerini, yani, sonsuz ilminin, kudretinin, hikmetinin tezahürlerini görmek istemiştir. Daha sonra da bu harika sanatını şuurlu varlıklara göstermek için melekleri, cinleri, insanları yaratmıştır.

- Tarih boyunca insanlık camiasında ateistin ifadesiyle birden çok “tanrılar”ın varlığı da semavi dinlerin, özellikle İslam’ın kabul ettiği Allah’ın gerçekliğini ortaya koymaktadır. Çünkü, bu “tanrı” kavramının varlığı, bir yaratıcının varlığı düşüncesinin insanlarla birlikte devam edegelen bir hakikat olduğunun göstergesidir.

- Evet, başta İslam dini olmak üzere, bu gün milyarlarca mensubu bulunan üç semavi dinlerin ortak kabullerine göre, ilk insan Hz. Âdem Allah’tan vahiy alan ilk peygamberdir. O günden beri, genel olarak bütün insanlar Allah’a inanmışlardır.

Hak dinlerin tanıttığı Allah tasavvurunu kaybedenler, yine de bu düşünceden vazgeçememişler, başka adlarla bu mefkureyi devam ettirmişlerdir. Güneşe, Aya, yıldızlara, değişik totemlere tapmışlardır.

Bu ortak tapma duygusu, insanların hem vicdanlarında, hem ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’in öğretilerinde “Allah” düşüncesinin var olduğunun açık delilidir.

- Tarih boyunca ateistlerin sayısı çok fazla değildi. Bu son asırlarda özellikle XVII-XVIII. asırdan itibaren pozitif bilimlerin revaç bulmasıyla gerçek bilimi dinsizliğine alet eden bazı eğitmenlerin telkinleriyle bu güruh çoğalmaya başlamıştır.

Bugün artık git gide bu düşüncenin tamamen ilme aykırı olduğu görülmeye başladığı için artık iflas etmek durumundadır. Hatta bilinen ifadeyle “tanrı parçacığı” yani Allah’ın varlığını açıkça gösteren bilimsel keşifler ortaya konulmuş iken ateizmde ısrar etmek bilimi hafife almak anlamına gelir.

- Tarih boyunca müşrikler zaten Allah’a inanıyorlardı. Kendi putlarını Allah’a yaklaşmak için bir vesile olarak görüyorlardı.

"Onlara (putlara) bizi, Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler.” (Zümer, 39/3)

mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Birden fazla ilah olsaydı sonuç ne olurdu?
"Higgs Bozonu" hakkında bilgi verir misiniz? Neden tanrı parçacığı..
Ateist düşünce, okudukça, araştırdıkça, düşündükçe ulaşmak ...
DNA'da Tanrı'yı görmek mümkün mü? Zihin okunabilir mi?..

İddia:
Yaratıcı olduğu iddia edilen karakterler, sıradan insani arzulara sahip.
Tüm bu “yaratıcılar”, kendilerini üreten insanların sıradan isteklerine sahip:
• düşman toplumları alt etmek ve onlardan öç almak,
• inananları itaatkar hale getirmek,
• değerli toprakları ele geçirmek,
• bazı ticari malları değerli hale getirmek,
• kadınları erkeklerin hizmetine sunmak, vs.
Gerçek bir yaratıcının egoist, obsesif, seksist tavırlar içinde olmaması beklenmez mi?

Cevap:

Allah insanları imtihana tabi tutmuştur. İmtihana tabi tuttuğu insanları kendi isim ve sıfatlarına mazhar etmiştir.

Bununla insanlar Allah’ı daha yakından tanıyacak neden hoşlanmadığını, nelerden hoşlandığını, onun da razı olduğu şeylerin ve kızdığı şeylerin olduğunu daha iyi bilirler.

Bunun ilmi ifadesi “vahid-i kıyasi”dir. Yani Allah insanlarda kendi sıfatlarının bazı yansımalarını göstermek suretiyle, onların kendisini daha yakından tanımalarını sağlamıştır.  

Örneğin, insanlarda ilim, hikmet, merhamet gibi özelliklerin Allah’da da var olduğunu kolaylıkla öğrenebilirler.

Keza, canileri, hırsızları, yalancıları sevmemek duygusuyla, Allah’ın da bunları sevmediğini bilir ve ona göre bir hayat çizgisini takip eder.

Bununla beraber, insanlar Allah’ın sonsuz ve sınırsız olan mutlak sıfatlarını idrak edemez. Fakat sınırlı olan kendi sıfatlarıyla onları idrak edebilir.

Örneğin, sınırlı çaptaki ilmi, kudretiyle Allah’ın sonsuz ilim ve kudretini kavramaya çalışır. Bu konu için pek çok misal verilebilir. Ancak konunun anlaşıldığını düşünüyoruz.

Diğer taraftan, insana verilen ve “vahid-i kıyasî” denilen bu ölçülerle, hayalî bir zıddın görünümü tasavvur edilerek o zıdsız sıfatlar tanınır. Mesela, âcizliğimizle Allah’ın kudretini; cahilliğimizle Allah’ın ilmini; fena vasfımızla Allah’ın bekasını; muhtaçlık vasfımızla Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını ifade eden Samed sıfatının varlığını anlayabiliriz.

Allah’ın isim ve sıfatları sonsuzdur. Kainat ve mahlukat bu sonsuz isimlere tam manası ile mikyas ve mahal olamazlar. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarını, kainattaki tecellileri ile ölçüp biçemeyiz. Sadece bir fikir edinebiliriz. Bütün mahlukattaki tecelliler, Allah’ın sonsuz isimlerinin bir damlası, çok perdelerden geçmiş zayıf bir gölgesi mesabesindedir.

Bu konu üzerinde düşünürken, öncelikle, Allah’ın varlığının “vacip”, insan varlığının ise “mümkin” olduğu dikkatten uzak tutulmamalı. İnsan mahlûk olduğu gibi, sıfatları da mahlûktur. İnsan mümkin olduğu gibi, sıfatları da mümkindir. Ve nihayet bir mahlûk olan insanın Hâlık’ına benzemesi düşünülemeyeceği gibi, onun mahlûk sıfatlarının da, meselâ, iradesinin, ilminin, kudretinin de Allah’ın ilim, kudret ve iradesine hiçbir cihetle benzemeyeceği unutulmamalıdır.

Bize takılan sıfatlar, İlâhî sıfatlara birer işaret... Bunlarla o vacip, sonsuz ve mutlak sıfatların varlıklarını bilebiliriz. Ama haritadaki noktalara benzeyen bu sıfatlarımızla, İlâhî kudret arasında hiçbir benzerlik olamayacağını da hatırdan çıkarmayız. Bunlar birer işarettirler, o kadar.

İlave bilgi için tıklayınız.

Allah’ın zatını, aklımızla anlayabilir miyiz?
Halık ve mahluk kıyaslanır mı?
Yüce Allah hakkında, neşe, sevinç, ferah, memnuniyet gibi isimler ...
Bazıları cihadın sadece savaştan ibaret olduğunu söylüyor...
Cihad ne demektir? Bazı kimselerin, cihadı "kutsal savaş" olarak ...
Din, cihad ve zorlama: İslam barış dini midir? "Ben, insanlar Allah ...
Kadının hakları nelerdir? İslamın kadınlara bir baskı ve kısıtlama ...
Tanrı egoist midir?

İddia:
Tanrının tapınılma ihtiyacı var.
- Evreni yaratmış bir gücün, değersiz insanlara sonsuz gelecek sunmak için ibadet edilme gibi basit bir ihtiyacı neden olsun? İnananlar burada “ibadet tanrı için değil, bizim için gerekli” şeklinde savunma yapacaklar. Ama ibadetlerin ilkel kökenlerine baktığımızda, kızgın tanrılarından af dilemeye çalışan insanlar tarafından bir çeşit özür dileme şekli olarak ortaya çıktığı görülüyor. Tanrı önünde eğilme (secde), Tanrı’ya kurbanlar verme, Kendini aç bırakarak cezalandırma, Kutsal ibadet alanlarına giderek tanrıya yakın hissetme vs, en ilkel inançlardan, günümüz inançlarına kadar değişim göstererek süregelmiş.
- Ayrıca, evren ve olanaklar tanrı için sınırsız ise, her insana mutlu ve iyi kalpli olabilecekleri sonsuz hayatlara sahip olarak dünyaya getirmek, zor olabilir miydi?
- Neden kusurlu kullar yaratarak onları elekten geçirme ve cezalandırma ihtiyacı oldu bu yaratıcının?
- Adem ve Havva bir elma yemiş, ceza olarak dünyaya gönderilmişiz. Aslında önceleri cennetteymişiz…
- Düşünmeyen insanları köleleştirebilmek için ne basit masallar.

Cevap:

- İhtiyaç demek, onsuz olmanın zor olduğu olgu demektir. Allah ezelidir. Evreni yaratmadan önce de vardı ve ona tapanlar da yoktu.

Özellikle ibadetle mükellef olan cinler ve insanların varlık tarihi çok eski değildir.

Demek ki, Allah’ın tapınmaya ihtiyacı yoktur. Fakat insanların ona tapmaya ihtiyacı vardır. Çünkü, insanların manevi yapısı bununla inkişaf eder, mana kazanır, derinleşir.

- Cenâb-ı Hakk`ın hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi, bizim ibâdetimize de ihtiyacı yoktur. İbâdete asıl muhtaç olan biziz. İbâdet bizim mânevî yaralarımıza bir devâdır. Ruhumuzun gıdası, kalbimizdeki hastalıkların ilâcı ve şifasıdır.

Bu bakımdan Cenâb-ı Hakk`ın bize ibâdeti emretmesi, yine bizim fayda ve istifademiz içindir.

Bir doktorun hastasına bazı ilâçları ısrarla tavsiye etmesi, kendinin bir ihtiyacı ve menfaati olduğu için değil, hastanın faydası ve iyileşmesi içindir.

Doktora "Ne ihtiyacın var ki bu ilâçta ısrar ediyorsun?" demek ne kadar manasız ise, Cenâb-ı Hakk`ın ibadet emrine karşı da, "Ne ihtiyacı var ki bize emrediyor?" diye düşünmek o kadar manasız ve mantıksız olur.

- Bununla beraber, Allah’a kulluk meselesi bir imtihan konusudur. İmtihan ise tembellerle çalışkanları, akıllılarla geri zekalıları, kıvrak zekalılarla idefiks olanları, elmas ruhlularla kömür ruhluları birbirinden ayırmak için yapılır.

Dünya imtihanları da böyledir. Başaran ile başarmayan aynı mıdır?

- Allah’ın celal ve cemal şeklinde iki türlü sıfatları vardır. Bu sıfatların tezahürü olarak cennet ve cehennem yaratılmıştır. Şu anda da bunlar mevcuttur.

Allah herkese imtihanı kazanabilecek donanımlar vermiştir. Nitekim, akıldan mahrum özürlüler ve çocuklar imtihana tabi tutulmamıştır.

Fakat aklı olduğu halde, 124.000 peygamber, 104 kitap ve bunların öğretilerini ders veren milyonlarca İslam alimi ve evliyasına rağmen kendi nefsini bir nevi “ilah” edinip onun emrinden çıkmayanlarla, gece gündüz ona itaat etmeyi, vazife bilenleri bir tutması adaletsizliktir.

Demek ki cennet adam istediği gibi, cehennem de adam ister.

Hayatı boyunca Allah’a kulluk eden, insanlara faydalı olmaya çalışan kimselerle, katil, cani, kumarbazların ve tanrı tanımaz ateistlerin aynı yere girmeleri veya ölümle yok olup gitmeleri elbette yerden göğe kadar haksızlıktır.

İşte cennet ve cehennem bu haksızlığı önlemeye yöneliktir.

İlave bilgi için tıklayınız:

İbadete İhtiyacı Olan, Biziz!
İnsan niçin yaratılmıştır? Allah'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı vardır?
Allah insanları, melekleri, cinleri ve şeytanları niçin yarattı ...
Yaratıcının bizim ibadetimize ihtiyacı yoksa, bizim nasıl ibadete ...
Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar ...
Şeytan cennetten kovulduğu halde, nasıl Hz. Adem'e yasak meyveyi.

İddia:
- Tanrı kavramı mantık çerçevesinde sürekli çelişkilere dönüşüyor.
- Herhangi bir varlık mantıksal açıdan, hem her şeyi bilen, hem sonsuz, hem tek, hem her şeye gücü yeten, hem yaratma ihtiyacına sahip olamaz. Eldeki bu verilerin her birinin bir diğeri ile kıyaslanması paradoksal mantıksız durumlar oluşturuyor.
Örnek-1;
Hem her şeye gücü yeten bir tanrı, hem ölümsüz olamaz. Ölmüyorsa, ölmeye ya da kendini öldürmeye gücü yetmiyor demektir.
Örnek-2;
Her şeyi bilen bir tanrının her şeye gücü yetiyorsa, insan gibi bir varlık yaratıp kendini kanıtlama gibi bir dert sahibi olamaz. Bu durumda insan yaratmak gibi bir ihtiyaca sahip olmuş, ki bu konuda bir yetersizliği var demektir. Yetersizliği olan tanrı olabilir mi?
Örnek-3;
Her şeyi bilen, ama yaratma ihtiyacı olan bir tanrı da yine mantıksal olarak hatalı olur. Her şeyi biliyor ise, neden bir şeyleri yaratma gereği duymuş olsun. Kendine kendini mi ispatlamak istemiş, yoksa canı mı sıkılmış?
Bunlar gibi onlarca çelişki kolayca üretilebilir. Anlaşılan, var olduğu iddia edilen tanrı, bu mantık dengesini kuramayacak düzeyde ya da tanrı kavramını ortaya atan insanlar yeterince düşünmemiş.

Cevap:

Bu safsatalar kadar mantık dışı paradoksal bir çelişki olamaz:

Örnek 1:

- Ölüm ölen kimseyi mağlup eden bir olgudur. Her ölen istemeyerek bu ölüm hükümdarının karşısında el pençe durmak ve emrini yerine getirmek zorundadır.

Allah, ölümsüz olmakla, ölüm gibi bir olgu karşısında sonsuz kuvvet sahibi olduğunu göstermiştir.

- Kaldı ki, ölüm olgusu sonradan var olanların başına gelen bir olaydır. Ezeli olan Allah ise aynı zamanda ebedidir. Çünkü ebedi olmayan ezeli olamaz. Çünkü ezeli olana sonradan var olan ölüm gibi hadiseler arız olamaz.

- Bir de farz edelim ki -haşa- Allah kendini öldürebilir. Ama niye böyle bir şey yapsın ki!..

Hz. Nuh yaklaşık bin sene yaşamış, fakat hiçbir zaman ölmek istememiştir. Mükemmel bir hayata sahip bir insanın milyar sene ömrü olsa yine ölmek istemez..

Bu olayı Allah’ın sonsuz kudretiyle karşılaştırmak bir cinnet versiyonudur.

Örnek 2:

- Bugün bütün dünyada değişik konularda imtihanlar olmaktadır. Acaba, dünyada zerre kadar aklı olan “Bu devletlerin bu imtihanlara ne ihtiyacı var?” diye bir akıl yürütme cihetine gider mi?

- Allah iyi insanlarla kötü insanları ayırmak için bu imtihanı yapmaktadır. Yoksa onun hiç de ihtiyacı yoktur.

“Eğer dileseydik bütün insanlara hidâyet verir, doğru yola koyardık. Lâkin 'Cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım.' hükmü kesinleşmiştir.” (Secde, 32/13)

mealindeki ayette bu imtihanın gerekçesi açıkça ortaya konulmuştur.

Yoksa Allah isterse hiç imtihan yapmadan herkesi cennete koyardı. Fakat onun merhameti yanında adaleti de vardır. Adalet ihkak-ı haktır.

“Biz hiç, Allah’a itaat ve teslimiyet gösterenleri suçlu kâfirlerle bir tutar mıyız?” (Kalem, 68/35)

mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

Örnek 3:

Bu kadar mantıksızlık ancak ateist birinde bulunur. Bu mantığa göre;

Şair bile şiir yazmamalıdır.
Doktor olan reçete yazmamalıdır.
Mühendis olan bir mimar inşaat yapmamalıdır.
Hiçbir bilen, bir iş yapmamalıdır. Çünkü madem biliyor yapmaya ne gerek var?

Allah aşkınıza buna güler misiniz, ağlar mısınız?

- İşin hakikatini Bediüzzaman Hazretlerinden dinleyelim:

“Malûmdur ki;

- Her bir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister.
- Her bir hüner sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilân etmekle nazar-ı dikkati celbetmek ister ve sever.
- Ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mana, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever.

Madem bu esaslı kaideler, her şeyde derecesine göre cereyan ediyor;

Elbette Cemil-i Mutlak olan Zât-ı Kayyum-u Zülcelal'in bin bir esma-i hüsnasından her bir ismin, kâinatın şehadetiyle ve cilvelerinin delaletiyle ve nakışlarının işaretiyle, her birisinin her bir mertebesinde hakikî bir hüsün, hakikî bir kemal, hakikî bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki herbir ismin herbir mertebesinde hadsiz enva'-ı hüsünle hadsiz hakaik-i cemile vardır.” (bk. Lem'alar, s. 348)

Allah için sıkılmak söz konusu olamaz. İnsanların Allah'ı kendileri gibi düşünme cehaleti bu gibi yanlış fikirlere yol açabilmektedir. Allah yarattıklarına benzemez. Hiçbir sanatkar sanatı cinsinden olamaz. Misal bir mobilya ustası mobilya cinsinden değildir. Mobilyacıyı koltuk cinsinden düşünmek kadar büyük bir cehalet olamaz.

Öyle de Allah'ı sanatı olan insan özelliklerinde düşünmek ve Allah'a sıkılmayı atfetmek o kadar büyük bir cehalet örneğidir.

Rotası olmayan bir düşüncenin ortaya koyduğu fikir de öylesine çürük bir fikirdir ki, varlıkta sıkılmanın çaresini, yoklukta arıyor.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah için ezeliyet, zamansızlık ve zaman üstülük müdür?

İddia:
Tanrı birçok konuda bilgisiz.
- Basit matematik işlemlerini yapamayan, insan anatomisinden bihaber, dünya ve uzay algısı hatalı, eski kültürlerin efsanelerini bile doğru yansıtamayan, coğrafyadan, fizikten, biyolojiden, kozmolojiden, habersiz bir tanrı olabilir mi? Bir tanrının, sıradan bir ilkel çöl insanının bildiği kadar bilgiye sahip olması normal mi?
- Yine Kuran’a kaynak olarak bakalım:
Kehf 86: Dünya’nın sonuna giderek güneşin balçiğa battığını görebilirsiniz.
Şura 33: Gemilerin tanrı tarafından rüzgar ile hareket ettiği iddia edilir. Motor gücünün icat olacağı düşünülmemiş.
Tarık 7: Spermin yumurtalıklardan değil de omurgadan çıktığı zannedilmiş.
Rad 13: Paratonerlerin icad olunacağından da habersizmiş tanrı.
Hacc 65: Gökyüzünü (Uzayı) yeryüzüne düşebilecek bir şey sanıyor olmalısınız. Çünkü uzayın dünyaya düşmemesinin sebebi tanrıdır.
Bu örnekler onlarca, yeter ki Türkçe Kuran mealleri okuyun ve düşünün.

Cevap:

- Bütün alimlerin ittifakıyla Arapça lisanı özellikle teşbih, istiare, mecaz gibi Bedii sanatlar üzerine kurulmuştur. Arapça Lisanla inen Kur’an’da da bu sanatlar çokça kullanılmıştır.

Genellikle her şeyde bir yan etki olduğu gibi, bu sanatların da şöyle bir yan etkisi vardır: “Mecaz ilmin elinden cehline eline/alimlerinden elinden cahillerine eline geçtiği zaman hakikat zannedilir.” Bu da manayı bozduğu gibi, ifadenin güzelliğini de ortadan kaldırır.

Kehf: 86 “(Zulkarneyn) Güneşi sıcak bir gözede batar buldu.

Bu anlatımda mecazî bir anlatım şekli vardır. Zülkarneyn öyle gibi gördü. Bu durum yerkürenin yuvarlak ve küre şeklinde olduğuna da delil teşkil etmektedir. Dünyanın hareketi ile Güneş batmış gibi görünmektedir. Aslında Güneş batmamaktadır. Dünya bir taraftan kendi ekseni etrafında dönerken, di­ğer taraftan da Güneş'in etrafında dönmektedir.

Ayette geçen “ayn”, "göze, pınar, suyun çıktığı yer" anlamına gelmektedir. Gözden yaş çıktığı için, göze de pınar anlamında “ayn” denmiştir.

Hamîe kelimesi de "sıcak" anlamına gelmektedir. "hamiye" şeklinde okunursa "sıcak", "hamie" şeklinde okunursa "bal­çık" manasına gelmektedir.

Bunun anlamı Zülkarneyn'in yolculuğu Güneş'in denizde batar gi­bi göründüğü nihai noktaya, yani ötesine gidilemeyecek noktaya ulaş­mıştı. Bu noktanın neresi olduğu zikredilmemektedir.

- Bugün bir çoğumuz bir şekilde güneşin bir denizin içinde battığını seyretmişizdir. Bu, gerçekten güneşin denizin içinde battığını değil, bizim görüşümüze göre bu manzara oluşmaktadır. İşte ayette de bu mecaz ifadeye yer verilmiştir.

Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle:

“Bahr-i Muhit-i Garbî'ye çamurlu bir çeşme tabiri, Zülkarneyn'e nisbeten uzaklık noktasında o büyük denizi bir çeşme gibi görmüş. Kur'an’ın nazarı ise her şeye yakın olduğu cihetle, Zülkarneyn'in galat-ı his nevindeki nazarına göre bakmaz, belki Kur'an semavata bakarak geldiğinden Küre-i Arz'ı kâh bir meydan, kâh bir saray, bazen bir beşik, bazen bir sahife gibi gördüğünden; sisli, buharlı koca Bahr-i Muhit-i Atlas-ı Garbî'yi bir çeşme tabir etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor.” (bk. Lem'alar, s. 108)

Demek ki ayet-i kerimede güneşin battığı çamurlu çeşme suyu Atlas Okyanusudur.

Önceki âyetlerde zikredilen Zülkarneyn’e bu denizin ona bir çeşme havzası gibi göründüğü belirtilmiştir. Dış görünüm itibarıyla, yazın şiddetli sıcaklığıyla, çok yoğun olarak meydana gelen buharlaşmanın etkisiyle Atlas Okyanusu büyük bir çeşme havzası şeklinde görünmüştür.

Böyle bir benzetme, Kur’ân-ı Kerimin yüceliğini gösterir.

- Şura, 42/33:

İlgili ayetin meali şöyledir:

“O (Allah) dilerse rüzgârı durdurur da (gemiler) denizin üstünde hareketsiz kalıverirler. Çok sabreden ve çok şükreden her bir kul için bunda ayetler/alınacak dersler vardır.”

Buradaki eleştiri tamamen yersizdir. Çünkü, Kur’an’da gemiden söz edilirken, maksat onun Allah’ın bir nimeti olduğunu nazara vermektir. Belirtilen nimetin şekli o günkü mevcut durumuna göre bildirmek belagatin gereğidir.

Aksi takdirde ileride olacak şeklinden söz etmek, insanları şüpheye düşüreceğinden irşadın üslubuna tamamen aykırı olur. Bu ayette belirtilen geminin o dönemde insanların gördüğü ve rüzgar ile hareket eden gemiler olduğu anlaşılmaktadır.

Ve bu ayette motorlu gemilerin olmayacağına dair herhangi bir ifadenin bir kırıntısı bile yoktur.

- Bununla beraber, Arapça’da genel anlamda “gemi” kelimesinin karşılığı “el-sefinetü”dür. Fakat bu ayette akıp giden anlamına gelen “el-Cariye”nin çoğulu olan “el-cevari” kelimesi kullanılmıştır.

Meallerde bu kelime de gemi olarak çevrilmekle beraber, doğrusu bu kelime cereyan eden, akan gemiler anlamına gelir. Bu akma işi rüzgarla olduğu gibi, motorla da olabilir. Önemli olan su üzerinde akıp gitmesidir.

Dolayısıyla bu kelimenin tercih edilmesi, irşadın gereği olarak o günkü mevcut muhataplara rüzgarlı gemiyi hatırlattığı gibi, bugün de motorlu gemiyi de hatırlatmaktadır.

Aynı ifadeyle, hatta aynı kelimeyle her zamanda bulunan insanların anlayışına uygun ve gerçeğin ta kendisi olarak bir ifadenin seçilmiş olması, Allah’ın sonsuz ilim ve hikmetini yansıtan Kur’an’a mahsus bir mucize parıltısıdır.

Tarık, 86/6-7:

Bu ayetlerin meali şöyledir:

“Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. Atılan bir sudan yaratıldı. O su, erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar.(Târık, 86/5-7) 

Bu ayet metninde geçen “sulb ve teraib bölgesi/nahiyesi”nden maksat, erkek ve kadının üreme hücrelerinin yer aldığı bel ile göğüs/belkemiği/kaburga kemiğinin bulunduğu bölge demektir. Bu ifadeden de insanın, dişi yumurtası ile erkek sperminin telkihiyle/birleşmesiyle insanın yaratıldığını anlayabiliriz. (krş. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

Rad suresi, 13. ayet:

Rad,  13/13: (Paratonerlerin icad olunacağından da habersizmiş tanrı.)

Ayetin meali:

“Gök gürlemesi O’nu hamd ile tesbih eder, melekler de O’ndan korkmaları dolayısıyla tesbih ederler. O (inanmaya)nlar, Allah hakkında tartışıp dururlarken, O yıldırımları gönderir de onları dilediğine çarptırır. O karşılık darbesi pek çetin olandır.”

- Bu ayette paratonerlerin olmayacağına dair bir tek kelime bulan varsa beri gelsin!..

- İşi tamamen sebeplere dayandıran ateistlere göre, ayette yer alan “O yıldırımları gönderir de onları dilediğine çarptırır” ifadesi, yıldırımların çarpmasını engelleyen  paratoner teknolojisi hesaba katılmamıştır.

Halbuki, sebepleri de yaratan Allah’tır. Nice sapasağlam adamlar bir anda kalp sektesinden ölürken, ölümü beklenen niceleri de yıllarca ömür sürer.

Nice ağır hastaların başında ağlayanlar ölmüş, o hastalar ise şifa bulmuştur.

Nice kimseler, paratonersiz yerde yıldırım yanı başına düşmesine rağmen Allah’ın izniyle yara bile almadan kurtulmuş, buna mukabil, paratonerin zırhına bürünmüş olmasına rağmen yıldırım çarpılmış nice kimselere bu dünya defalarca şahit olmuştur.

Ayette “onları/yıldırımları dilediğine çarptırır” mealindeki ifadeden de anlaşıldığı üzere, her konuda olduğu gibi bu meselede de Allah’ın iradesi esastır. Allah’ın “ölmesini istemediği” kimsenin ölmesi mümkün olmadığı gibi, “ölmesini istediği” kimsenin ölmemesi de imkânsızdır.

Ayetten bu dersi öğrenmek dururken, ateistçe hezeyanlara girmek gerçekten mide bulandırır.

Hacc, 22/65: (Gökyüzünü/uzayı yeryüzüne düşebilecek bir şey sanıyor olmalısınız. Çünkü uzayın dünyaya düşmemesinin sebebi tanrıdır.)

Ayetin meali:

“Görmedin mi ki Allah yerde olan her şeyi ve kendi emriyle denizlerde yüzen gemileri, sizin hizmetinize verdi? Yerin üstüne düşmesin diye, göğü O tutuyor. Gök ancak O'nun izniyle düşebilir. Çünkü Allah raûfdur, rahîmdir/ insanlara karşı çok şefkatlidir, pek merhametlidir.”

Ateistin vehmine ilişen “Yerin üstüne düşmesin diye, göğü O tutuyor. Gök ancak O'nun izniyle düşebilir” mealindeki ifadedir.

Bunlar göklerin varlığını inkâr ediyorlar. Ayrıca bu adam bilerek veya bilmeyerek meali de yanlış vermiştir.

Ayette “sema” kelimesi geçmektedir ki, “gök” manasınadır. O ise buna “gökyüzünü/uzayı” şeklinde meal vermiştir ki tamamen uydurmadır.

Arapçada “uzay” kelimesi “feda/feza” sözcüğüyle; “gökyüzü” ise, “cevvüs-sema” kelimesiyle ifade edilir. Oysa ayette yalnız gök manasına gelen “sema” kelimesi kullanılmıştır.

- Bununla beraber, bu ayet “bilimsel keşifler” bakımından da bir mucizedir. Çünkü ayette göklerin (güneşini ayın, yıldızların, diğer gök cisimlerin hepsinin) boşlukta havada muallak olarak direksiz durdurulduğuna işaret edilmiştir. Ve bu ayette geçtiği üzere, bütün bu gök cisimlerini havada direksiz tutanın ancak Allah’ın kudreti olduğuna vurgu yapılmıştır.

Rad suresinin 2. ayetinde de bu gerçeğe dikkat çekilmiştir: “Allah, gökleri gördüğünüz herhangi bir direk olmadan yükselten, sonra Arş'a istiva eden(bütün varlığın saltanatını elinde tutan), güneşi ve ayı buyruğu altına alandır. Bunların hepsi belli bir zamana kadar akıp gitmektedir. O, her işi (hakkıyla) düzenler, yürütür, ayetleri ayrı ayrı açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.”

- Görüldüğü gibi burada da ateistin cehaleti, çarpıtmaları, iftiraları, hezeyanları açıkça ortadadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kehf suresinin 85-90. ayetlerinde, güneşin doğuş ve batışı ile sebep ...
Rüzgârın kesilmesi sonucu gemilerin hareket edemeyeceğini ...
Kur'an'da iki üç yerde, gemilerin denizin üstünden gitmesiyle ...
Kur'an'da, insanın, erkeğin spermi ile kadının yumurtasından ...
Kur'an mucizeleri...
Kur'an'ın gelecekten verdiği haberler...
Kur'an'ın bilimsel mucizeleri...

İddia:
Tanrı ırk ve cinsiyet ayırt ediyor.
- Bir tanrının başka inançlara sahip insanlar ile görüşmeyi yasaklamasının nedeni ne olabilir? Foyasının ortaya çıkacak olması mı?
- Peki nasıl bir yaratıcı, bir cinsiyeti, bir diğerinin hizmetine sunduğunu iddia edebilir? İşini bilen bir erkek insan tarafından üretilmiş bir tanrı mı?
- Hiç Allah’ı dişi ya da cinsiyetsiz olarak algılayan birini gördünüz mü? Tanrı figürüne bilinçli olarak hep bir erkek olarak algılanacak şekilde anlamlar yüklenmiş. Kadın cinsiyeti, genelde yarım-eksik insan olarak görülmüş.
- Kadını aşağılayan bazı ayetler: Nisa 3 - 34 -128, Bakara 228, Nur 31, Ahzab 50 - 51.
- Ayrıca, bilimsel olarak Erkek ve Kadın kadar doğal olduğu kanıtlanmış, eşcinsellik ve çift cinsiyetlilik için de dinlerin bakış açısı fazlasıyla hatalı.

Cevap:

- Allah diğer insanlar ile görüşmeyi yasaklaması şöyle dursun, onlarla görüşmeyi Müslümanlara bir görev olarak vermiştir.

İslam dinini başka insanlara tebliğ etmek ve öğretmek, dolayısıyla onlara görüşüp konuşmak Müslümanların asli görevidir. Böyle olmasaydı, on dört asır boyunca, nüfus bakımından dünya insanlarının beşte birine, yüz ölçüm bakımından dünyanın yarısına nasıl hâkim olabilirdi…

“Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe’, 34/28) mealindeki ayet ortada iken, bu yalana cüret etmek gerçekten insanı hayretten hayrete düşür.. Allah akıl, fikir versin…!

- Allah’ın “erkek” olarak gösterildiği iddiası da diğer iddialar gibi temelden çürüktür. Bu konuda pek çok delil ortaya koymak mümkündür. Ancak şu ayet meali yeterlidir:

“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şura, 42/11)

Demek ki Allah ne kadına ne de erkeğe benzer…

- Arapça’da zamirler hem “eril” hem “dişil”  olarak kullanılır. Dil bakımından “eril zamirler” Allah için kullanılmıştır. Çünkü bu iki zamirden bir çeşidinin kullanılması gerekir. Eğer “dişil” kullanılsaydı, bu defa niye “eril” kullanılmadı denilecekti.

Kaldı ki, Tarih boyunca, insanlık camiasında erkekler daha güçlü, daha otorite kabul edilmiştir. Evrenin yaratıcısı için “erkek” zamiri daha yakışır. Fakat bu hiçbir zaman onun -haşa- cinsiyet sahibi olduğunu göstermez. Meallerini verdiğimiz ayet ve benzeri ayet ve hadisler bu konuda çok açıktır.

İslam’da kadının ikinci sınıf vatandaş kabul edildiğini gösteren hiçbir delil yoktur.

- Kur’an’da, “Nisa, Mümtahine, Mücadele, Talak” gibi kadınlarla ilgili sureler vardır. Fakat hiçbir erkekle ilgili hususi bir sure yoktur. Bu da Kur’an’da kadınlar için “pozitif ayrımcılık” yapıldığının göstergesidir.

- Cahiliye döneminde kızlara hor bakan cahiller Kur’an’da  şöyle kötülenmiştir:

“Birisine bir kız çocuğu müjdelenirse, üzüntüsünden yüzü simsiyah kesilir..." (Nahl, 16/58)

- Hz. Peygamber: "Üç, iki, hatta bir kız çocuğunu, haklarını koruyarak yetiştiren babanın, cennette kendisiyle beraber olacağını” ifade buyurmuştur” (Ibn Mâce, Edep 3)

-"Erkeğin en hayırlısı, eşine  en iyi davranandır." (bk. Buhâri, nikâh 43; Müslim, fedâil 68) hadis-i şerifi görmezlikten gelmek, ortada  bir cehalet olduğu kadar bir nankörlük ve körlük olduğunu da gösteriyor.

Şimdi ilgili ayetlere bakalım:

Nisa, 4/3:

“Himayeniz altındaki yetim kızlarla evlenince haklarını gözetemeyeceğinizden, adaleti sağlayamayacağınızdan endişe ederseniz, onlarla değil, size helâl olup arzu ettiğiniz diğer kadınlarla iki, üç veya dört hanım olmak üzere evlenin. Eğer bu takdirde de aralarında adaleti gerçekleştirmekten endişe ederseniz, bir kadınla veya elinizin altında olan cariyelerle yetinin. Bu durum, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.”

İslam dini Arabistan Yarımadasına yayıldığı sırada, bir kısım cahiliye âdetleri de bütün tesirleriyle hükmünü icra ediyordu. İslamiyet bunlardan bazılarını tamamen kaldırıyor, bazılarını mutedil hale getiriyordu.

Bunlardan birisi de Cahiliye dönemindeki sınırsız kadınla evlenme meselesi idi. İslamiyet gelmeden önce Arap Yarımadasında erkekler, sayı tahdidi olmaksızın, istedikleri kadar kadınla evlenebilirlerdi.

İşte Kur'an-ı Kerim bu cahiliye âdetine bir sınırlama getirdi; azami olarak dörde kadar evlenebileceğini açıkladı.

- Bununla beraber Kur’an’da bu dört sayısını/daha doğrusu birden fazla evlilik konusunu da belli şartlara bağlamıştır. “Eğer hanımlarınız arasında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, sadece bir tane ile yetinin...” (Nisa, 4/3) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

- Bu çok evliliğe cevaz verilmesinin hikmetlerinden biri de fazla çocuk sahibi olmak ve yetiştirmektir. Çünkü bir kadından doğan çocukların sayısı elbette dört kadından doğan çocuk sayısından saha fazla olacaktır.

Evliliğin asıl sebebi, insan mahsulatını tahsil etmektir. Çocuk yapmak, çocuk yetiştirmek çok zor bir iştir. Şehvet duygusu ise, bu meşakkatli işin peşin bir ücretidir.

Her millet nüfusunun çok olmasını istediği bir gerçektir. Hatta Peygamberimiz de: “Evlenin, çoğalın, zira ben, kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.”(Beyhaki, 7/81) diye buyurmuştur.  

- Tarihin her devrinde milletler arasında ortaya çıkan kanlı savaşların acımasız tesiriyle erkek nüfusu azalıp, kadın nüfusu bir kaç misli artar. Böyle bir durumda bir erkeğin bir kaç kadını koruması bir vazife olur. Türkiye, Birinci Dünya, Almanya da İkinci Dünya Savaşından sonra bunu yaşamıştı.

Bu gibi durumlarda şu üç formülden biri devreye girecektir:

1. Her erkek yalnız bir kadınla evlenecek ve her üç kadından ikisi aile hayatını, çocuk sevgisini, annelik şefkatini tadamayacaktır.

2. Her erkek bir kadınla evlenecek, fakat diğer kadınlarla da gayrimeşru münasebetler kuracak; kadın bu durumda yine aile hayatını, annelik şefkatini ve çocuk sevgisini tadamayacaktır.

3. Bir erkek birkaç kadınla evlenecek, meşru daire dahilinde aralarında adalet prensiplerine riayet ederek haysiyet ve şereflerini koruyacak, vicdani rahatsızlıktan kurtaracaktır.

İşte İslam dini, bu gibi şartların olduğu zamanları göz önünde bulundurarak, bu çok güzel ve onurlandırıcı olan son formülü devreye sokmuştur.

- Kadının hasta olması ve daha başka sebeplerden ötürü de çok evliliğin -şartların tahakkuk etmesi durumunda- zorunlu bir hal alacağı da bir gerçektir.

Nisa, 4/34:

“Kocalar eşleri üzerinde yönetici ve koruyucudurlar. Bunun sebebi, Allah’ın bazı insanlara bazılarından daha fazla nimet vermesi ve bir de kocalarının mehir verme, evin masraflarını yüklenmeleri gibi malî yükümlülükleridir. O halde iyi kadınlar: itaatli olan ve Allah kendi haklarını nasıl korudu ise, kocalarının yokluğunda, onların hukuklarını koruyan kadınlardır. Dikbaşlılığından yıldığınız kadınlara gelince: Onlara evvela öğüt verin, vazgeçmezlerse yatakta yalnız bırakın ve bunlarla da yola gelmezlerse onları hafifçe dövün.Şayet size itaat ederlerse, onlara yüklenmek için bir sebep aramayın. Unutmayın ki üstünüzde çok yüce ve büyük olan Allah vardır.”

- Kur’an’ın hiçbir ayetinde erkeklerin kadınlardan üstün olduğuna dair bir ifade yer almamıştır.

Soruda belirtilen  hususları maddeler halinde cevaplayalım:

Hâkimlik: Ayette erkekler “kavvamdır”  deniliyor. Bu kelime, hâkim manasına değil, yönetici, gözetmen, sorumlu manasına gelir.

Bununla beraber, -biraz sonra da ifade edileceği üzere- İslam’da reis olmak hizmetkâr olmak anlamına gelir.

Üstünlük: Ayette erkeğe bu sorumluluğun verilmesinin gerekçesi olarak gösterilen “erkeklerin üstünlüğü” fazilet üstünlüğü değildir. Ayette belirtilen üstünlük, aile geçimini sağlama noktasındaki üstünlüktür. Yani, erkek kuvvette, sabırda, aile geçimini temin etmede kadından daha üstündür/daha kabiliyetlidir/daha dayanıklıdır demektir.

Nitekim, ayetin ilgili ifadesinin özetle meali şöyledir:

“Kocalar eşleri üzerinde kavvamdır/yönetici ve koruyucudurlar. Bunun sebebi, Allah’ın bazı insanlara bazılarından daha fazla nimet (maddi-manevi güç -kuvvet) vermesi ve bir de kocalarının mehir verme, evin masraflarını yüklenmeleri/evi geçindirmeleri gibi malî yükümlülükleridir.”

Fazilet üstünlüğü: İslam’da gerçek üstünlük, fazilet, kıymet ve değer üstünlüğüdür. Yoksa, bir çok hayvanın insanlardan güç-kuvvet bakımından daha üstün olduğu bilinmektedir. Nitekim, “Allah katında en değerli/ en üstün olanınız Allah’a karşı en çok saygılı olanınızdır.” (Hucurat, 49/13) mealindeki ayette üstünlük kriteri (erkeklik-kadınlık değil), Allah’a karşı gösterdikleri saygı olduğu ifade edilmiştir.

Evin Reisi: Bir evde hiçbir reis olmazsa anarşi olur. İki reis olursa kavga olur. Kadın reis olursa, riyasetin temel özelliği olan kuvvet, metanet, sözünü dinletmek gibi konularda -şefkat kahramanı olan birer anne oldukları için-otoriteyi kurmalarının zor olduğuna insanlık tarihi ve insanlık ailesi şahittir.

Demek ki bir evde sözü dinlenen bir büyük, bir reis olmazsa o ailede anarşi kol gezer. Böyle sözü dinlenir bir büyüğün büyük çoğunlukla ancak erkelerden olabilirliği herkesin bildiği bir realitedir. Çocukların -yüzde doksanın üzerinde bir oranda- anneden ziyade babadan çekindikleri, onun sözünü daha fazla dinledikleri gerçeği, gün gibi ortadadır.

Bu durumda siz olsanız evin sorumluluğunu kime verirsiniz?

Demek ki, evin reisi olmak, daha üstün olmak anlamına değil, aile huzur ve barışını ve de geçimini temin etmek manasına gelir.

İtaat: Kadınların erkeklere itaat etmesi, onlar için bir küçüklük değildir. Evde bir erkeğin makul olan sözlerini yerine getirmenin ne zararı vardır. Evde sözü dinlenecek bir kimseye ihtiyaç olduğuna göre ve bu kişi de erkek olduğuna göre, çocuklara örnek olma adına kadının kocasına itaat etmesi kadar makul bir durum olamaz.

Dairede çalışan kadınların yabancı erkeklerin emirlerini harfiyen yerine getirdikleri ortada iken, kendi eşine karşı duyarlı davranması kadar doğal bir şey olabilir mi?

- Bununla beraber, bu itaat kavramı, bir amir-memur durumunu çağrıştırmamalıdır. Çünkü, İslam’da evvela İslam’a aykırı, bir emir ve rica olamaz. Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı olan konularda hiçbir kimseye itaat edilmez. Bu sebeple bu itaat, aile içerisinde kadının dik kafalılık etmemesini ön gören bir kavram olarak görülmelidir.

Bu açıklamadan, erkeğin hanımına itaat etmemesi diye bir anlam da çıkarılmaz. Nitekim, Peygamberimiz, meşhur Hudeybiye olayında, kurbanların kesilmesini istediği halde, sahabeler vaziyetin şaşkınlığından ötürü yerlerinden kımıldamamışlardır. Ve bu durumu eşi Hz. Ümmü Seleme ile istişare etmiş ve dediklerini yerine getirmiştir.

İslam’ın bu karşılıklı anlayışları benimsediğini çok iyi bilen Bediüzzaman hazretleri: Ailenin huzur ve mutluluğunu “hürmet-i mütekabile=karşılık saygı” erdemine bağlamıştır.

Dayak: Peygamberimiz (asm)’in Veda haccında konuyla ilgili olarak söylediği şu sözleri, ilgili ayetin de bir nevi açıklaması durumundadır:

“Kadınlar hakkında Allah’tan korkun. Onlar, Allah’ın yanınızdaki avaneleridir, emanetleridir (bu emanetlere riayet edin). Onların da sizin hoşlanmadığınız/istemediğiniz kimseleri evinize almamaları sizin onlar üzerindeki hakkınızdır. Şayet öyle bir şey yaparlarsa (istemediğiniz kimseleri evinize alırlarsa), -onların canını yakmadan- dövebilirsiniz. Memleketin örfüne göre onları giyindirmek, yedirip içirmek sizin görevinizdir.” (Müslüm, hac,147; İbn Kesir, Nisa 34. ayetin tefsiri)

- Görüldüğü gibi bu hadis-i şerifte “kadını dövme ruhsatı”, erkeğin istememesine rağmen kadının bir kimseyi eve alması gerekçesine bağlanmıştır. “Erkeğin istemediği, hoşlanmadığı kimse”, şüphe uyandıran bir konumda olan kimse anlamına gelir. Bu ise erkeği çileden çıkaran bir husus olduğu ortadadır. Bu ökesini hafif bir dayakla atlatması en uygun bir psikolojik tedavi bile sayılabilir.

- Aslında evin içerisinde  kadının kendisine terettüp eden görevlerini yapmaması da “nüşuz/serkeşlik” anlamına gelmekle beraber, bunun en kritik noktası, erkek açısından şüphe uyandıracak davranışlarda bulunma halidir.

Öyle anlaşılıyor ki, ayette söz konusu edilen “nüşuz/serkeşlik” de ailenin huzurunu içten dinamitleyen “şüpheli ortam” anlamına gelir.

Aslında, ilgili ayette (Nisa, 4/34) -meal olarak- yer alan: “O halde iyi kadınlar(…) kocalarının gıyabında/yokluğunda, onların hukuklarını, onurlarını koruyan kadınlardır” cümlesinden de böyle bir işareti görmek mümkündür.

(Kur’an’ın, bu ailevî “kaba davranışı”, zor sezinlenebilecek “çok kibar” bir kalıpta anlatması, onun ifade inceliğini ve nezaketli üslubunu göstermektedir.)

- İşte, böyle bir ortamı hazırlayan bir kadının -hadiste ifade edildiği şekilde- hafifçe dövülmesi, şişirilmiş balon haline gelen erkeğin şak diye patlamaması, yuvayı bir anda dağıtmaması için, hikmetli bir sübap görevini yapacak ve adamın kafatası tenceresinde kaynayan türlü, türlü şeytanî telkinlerden uçuşan buharların yavaş, yavaş beyni terk etmesine imkân sağlayacaktır.

Bununla beraber, ayette “önce öğüt, sonra uzak-küs durma, en son çare olarak da dövmenin” sahneye konulmasının ön görülmesi, Allah’ın adalet, ilim ve hikmetine inanan kimselerin üzerinde uzun uzadıya düşünüp kavramaya çaba göstermeleri gereken bir hikmet tablosudur.

- Bazı alimlerin de ifade ettikleri gibi, Hz. Peygamber (asm)’in bu “dövme” ruhsatını asla kullanmaması ve “eşini döven sizin hayırlınız değildir” diye buyurması, - caydırıcı bir unsur olarak Kur’an’da yer almasına rağmen-, bu ruhsatı kullanmanın uygun olmadığının bir kanıtı olarak değerlendirilebilir. (krş. İbn Aşur, Nisa, 4/34. ayetin tefsiri)

Nisa, 4/128:

“Eğer bir kadın kocasının kötü muamelesinden ve kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, bazı fedakârlıklar göstererek sulh olmak için gayret göstermelerinde mahzur yoktur. Barışma, elbette daha hayırlıdır. Nefisler menfaatlerine düşkün yaratılmıştır. (Ey kocalar!) Eğer siz iyi davranıp arayı düzeltir, kadınların hakkını çiğnemekten sakınırsanız unutmayın ki Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır (İyi davranışlarınızın karşılığını size fazlasıyla verecektir).”

- Serkeş Erkek: Bir erkeğin serkeşlik etmesi durumunda onun da kadın tarafından hafifçe dövülmesini tavsiye etmek herhalde hikmetten uzak olan bir husus olduğu izahtan vabestedir. Çünkü, genel olarak kadının böyle bir şey yapması mümkün değildir. Çünkü, genel olarak erkekler kadınlardan daha güçlüdür. Zayıf olan birini, kendisinden daha güçlü olan birisini dövmekle terbiye etmeye tahrik etmek, bilerek veya bilmeyerek zayıf olan kişiye açıkça fenalık etmek manasına gelir.

Bu hikmeti çok iyi bilen Rabbimiz, erkeğin serkeşlik yapması durumunda “kadının onu dövmesini” tavsiye etmemiştir. Bilakis en makul ve hikmetli ve olabilirliği her zaman mümkün olan “sulh ve barışma”yı tavsiye etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Eğer bir kadın, kocasının nüşuzundan/ geçimsizliğinden, yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, (karşılıklı bazı feragatler yapıp anlaşarak) aralarını düzeltmelerinde bir sakınca yoktur. Sulh (her zaman ayrılmaktan daha) hayırlıdır. Her ne kadar (erkek ve kadındaki) nefisler aşırı cimriliğe hazır duruma getirilmiş (kendi arzularını karşı tarafın arzularından daha fazla öncelemeyi ön gören bir yapıya sahip kılınmış olmakla beraber, yine de) eğer (siz ey erkekler/ey eşler!) güzel geçinip (kadınlara/veya birbirinize eziyet etmekten) sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa, 4/128)

Demek ki erkek dik kafalılık ederse, bunu önlemenin çaresi barıştır. “Yumuşak dil yılanı deliğinden çıkartır” prensibini kullanmak özellikle kadınlara düşer.

Burada kadına yapılan hiçbir haksızlık yoktur..

Bakara: 228:

“Erkeklerin hanımları üzerinde bulunan hakları gibi, hanımların da kocaları üzerinde meşru çerçevede hakları vardır. Şu kadar ki erkeklerin onların üzerindeki hakları bir derece daha fazladır. Unutmayın ki Allah üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”

- Bu karşılıklı haklar, bir ailenin huzur ve mutluluğunu sağlayan her türlü davranışla, her türlü ödev ve görevlerle ilgilidir. Ahlaki açıdan, karşılıklı saygı ve sevgiden tutun, birbirinin hasbel-beşer olacak kusurlarını görmezlikten gelmeye kadar; her türlü maddi-manevi zarar vermekten kaçınmaktan tutun, konuşmalarında incitici sözlerden kaçınmaya kadar, bir aile için gereken bütün fedakarlık ve samimiyetin tezahürlerini ihtiva eden geniş bir ifadedir. “erkeklerin onların üzerindeki hakları bir derece daha fazladır” mealindeki ifadeden maksat, mirastaki farklılık ve cihatla mükellefiyettir.

“Erkeklerin onların üzerindeki hakları bir derece daha fazladır” mealindeki ifadeden maksat, mirastaki farklılık ve cihatla mükellefiyettir. Mirasta kadın erkek kardeşinden az aldığı kısmını kocasından alarak telafi eder. Cihattan sorumlu olmaması bir ayrıcalıktır.

- Bununla beraber, İslam alimleri bu ifadeden farklı ve ilginç şeyler  anlamışlardır:

- Mesela, Zeyd b. Eslem, bundan “erkeğin emrine itaati” anlamışken, Şabi bunu “erkeğin kadına mehir vermekle yükümlülüğünü” anlamıştır.

Mucahid’e göre, bu ifadeden maksat, mirastaki farklılık ve cihatla mükellefiyettir.

İbn Abbas ise, bundan “erkeğin kadına karşı daha toleranslı davranmasını; örneğin kendisinin kadına karşı sorumlu olduğu  hakkını tastamam yerine getirmekle beraber, onun kadının üzerindeki hakkı kadın tarafından noksan bırakıldığı takdirde bunu müsamaha ile karşılamasını” emreden bir kriter olarak anlamıştır. (bk. Maverdi, ilgili ayetin tefsiri)

Razi, erkeğin değişik yönleri itibariyle kadından daha güçlü olduğunu, kadının Allah’ın ona bir emaneti olduğunu belirttikten sonra, bu ifadenin erkekler için ciddi bir tehdit ve kadınlara haksızlık etmemeleri yönünden onlara ciddi bir uyarı niteliğinde olduğunu ifade etmiştir. (bk. Razi, ilgili ayetin tefsiri)

Görüldüğü gibi, ilk etapta erkeğe farklı bir üstünlük derecesi, ayrıcalıklı bir hak gibi görünen bu ifadenin tamamen kadının lehinde, erkeğin aleyhinde bir kriter olarak kabul edildiği görülmektedir.

Nur, 24/31: Tesettürler ilgilidir.

Bu konu sitemizde oldukça fazla işlenmiştir.

Ahzab, 33/50-51. ayetleri de sitemizde detaylı açıklanmıştır.

Bu ayetlerin hiçbirinde kadınlara bir haksızlık söz konusu değildir(bu konular için sitemize bakılabilir)..

İlave bilgi için tıklayınız:

Başörtüsünün bir esaret olduğu söyleniyor. Kadın için fıtri olan ...
Ahzab suresi 50-52. ayetleri açıklar mısınız? Bu ayetler bahane ...

İddia:
İnanç, sıradan bir insanın rahatça insan öldürmesini sağlayabiliyor.
- İnsanlara kendi ölümlerinden sonra dirileceklerini vaat ettiğinizde ve emirleri yerine getirirse, sonraki hayatlarında ödüllendirileceklerini söylediğinizde, onlara yaptıramayacağınız şey yoktur. “Git şu düşmanı öldür, tanrı istedi, cennetle ödüllendirileceksin!” bu kadar basit. Alın size tanrı sevgisi ve cennet aşkı ile dolu bir katil sürüsü. Tarih, bu katillerin yaşattığı acılarla dolu…
- Ayrıca insanları katil yapmaya yetecek bir sürü ayet kutsal sayılan kitaplarda ve sahih hadisler arasında da mevcut.
- Kuran’a kaynak olarak tekrar bakalım; Nisa 89–91, Bakara 191, Maide 33, Tevbe 5, Ahzab 60–61, Muhammed 4.
- Eğitimli ve sağduyulu inananlar bu ayetleri bir şekilde “farklı” yorumlayarak katil olmaktan kendilerini kurtarabiliyorlar. Ama bu ayet ve hadisleri gerçekte yazıldığı gibi “net” anlayıp binlerce suçsuz insanı katleden inananlar da fazlasıyla mevcut hatta IŞİD gerçeği kapımıza dayanmış durumda…
- Ayrıca, günümüzde de ateist düşünceye sahip insanları halen hedef gösteren “din adamları” fazlaca mevcut.

Cevap:

- Burada akıl ve mantığımıza müracaat edelim: Acaba, haksız yere bir adamı öldüren kimse Allah’a ve hesap gününe inansa mı daha dikkatli olur, yoksa, Allah’a ve hesap güne inanmasa mı daha dikkatli davranır.

Aklıselim sahibi herkes bilir ki, yaptığı suçun bir cezası olacağını düşünen kimse, böyle bir cezanın olmadığını düşünen kimseden suç işlemekten çok daha fazla çekinir.

- Bugün İŞİD gibi İslam’ı doğru anlamamakla beraber, dış güçlerin bir maşası olduğu her halinden belli olan bir örgütün yaptığı yanlışları İslam’a mal etmek büyük haksızlık ve İslam’a beslenen kinin bir seslendirilmesidir.

- Bugün dünyanın her tarafında hâkim kuvvetler seküler ve dinle ciddi şekilde alakaları olmayan kimselerdir.

- Bugün PKK, DHKP-C ve benzeri katil örgütlerin dinle bir alakalarının olmadığı herkes tarafından bilinmektedir.

Demek ki insan unsurunun bulunduğu yerde kötülükler olur. Bu kötülüklerin az bir kısmında din duygusu olabilir, fakat bu kötülüklerin büyük bir kısmının sebebi İslam dininin hoş görüsünün hâkim olduğu zeminin ortadan kalkmasıdır. Bunun en büyük delili, Osmanlı devletinin ortadan kalkmasından sonra her tarafta dünyanın cehenneme dönmesidir.

- Dünyanın değişik yerlerinde yapılan komünist ihtilallerinde öldürülenlerin haddi hesabı yoktur. Kemalist kadronun başa geçmesiyle millete kan kusturanlar, yüz binlerce masum insanı öldürenler; yalnız Dersimde yarım milyonu aşkın kadın, çocuk demeden herkesi öldürenler çok mu dindar kimselerdi? Bunu din namına mı yapmışlardı? Yoksa Allah ve hesap günü korkusu olmadığı için mi?

- Nisa, 4/89-91. ayetlerindeki ifadeler müşriklerin zulmüne uğramış ve kendilerine savaş açılmış bir savaş ortamındaki ifadelerdir.

Bütün dünya, savaşırken askerlerini düşmanı öldürmeye teşvik etmiyor mu?

- Geriye kalan diğer ayetler de savaş ortamıyla alakalıdır. Onların meallerine bakan bunu anlar.

- Bununla beraber, Nisa suresi 90. ayette:

“Şayet onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah onlara saldırmak için size yol vermez.”

mealindeki ifadeyle, Müslümanlara, barışa taraftar olan düşman kâfirlere savaş açmaları açıkça yasaklanmıştır. Bu da İslam’ın gerçekten bir barış dini olduğunun açık göstergesidir.

- Bakara suresi 190-191. ayetler de savaşa ortamıyla ilgilidir.

Ateistimiz, aynı konuyu işleyen bu iki ayetten birinci (190) ayeti es geçmiştir. Çünkü bu ayette kinini kursağında bırakan açık ifadeler vardır.

İşte ilgili ayetin meali: “Sizinle savaşanlara karşı, siz de Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın. Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez.” Bu ayetteki en azgın saldırgan düşmanlara karşı aşırı/orantısız güç kullanmamayı ön gören ifadesini görüp de iman etmeyenlere bin defa yazıklar olsun..,

- Maide, 5/33’te “Allah ve resulüne savaş açan/İslam devletine açıkça saldırıya geçen ve yeryüzünde fitne fesat çıkaran canilerin, katillerin cezasına işaret dilmiştir. Ateiste göre bunlara ceza verilmemelidir.

“Yüz masum koyunu parçalayan kudurmuş bir canavara karşı şefkat göstermek, yolsuz bir şefkate mukabil yüzlerce merhametsizlik örneğidir.”

İlave bilgi için tıklayınız:

İslamın sevgi, barış ve hoşgörü dini olduğuna dair örnekler verir ...
İnançlar ve ameller üzerinde insan psikolojisinin, aile ve çevrenin ...
Cihad nasıl olmalıdır; bombalı saldırılar cihad ile açıklanabilir mi ...
Bazıları “İslam savaş dinidir” diyorlar, öyle midir?
Cihadı, başkalarını zorla İslam'a sokma şeklinde anlatıyorlar. İslam ...

İddia:
Dinler, dünyayı her gün daha yaşanılmaz hâle getiriyor
- Dinlerin iddiaları yüzünden, insanlar, tüm dünyanın ve diğer canlıların kendileri için yaratıldığını zannediyor. İnsanın, tüm canlılar içinde üstün olduğu gibi saçma bir izlenime kapılarak, her şeyi yok etme lüksüne sahip olduklarını düşünüyor. Tüm savaşların arka planlarında da tanrıların insanlığa dair vaatleri yer alıyor.
- İnsanlık, tanrılarından kurtulmadığı sürece, dünyadaki acılar da son bulmayacak. (Tüm canlılar için)

Cevap:

- İslam’da güneşin, ayın, denizlerin insanlar için yaratıldığını söylerken, insanların istifadesine sunulduğunu anlatıyor. Yoksa bunların yalnız insan için yaratıldığını düşünmez.

- Dünyanın kendi istifadesine sunulmuş büyük bir nimet sofrası olduğunu düşünen müminler, bu nimetlere daha fazla saygı gösteriyorlar. Bunların sahibinin Allah olduğunu ve bunların kendilerinin istifadeleri için sunulan birer emanet olarak verildiğini bilirler ve bu emanetlere saygı göstermenin gereğine inanırlar.

Bu sebeple, hayvanlara, çevreye en çok saygı gösterilmesini emreden İslam dinidir.

- Bununla beraber, İslam’a göre, canlı, cansız  bütün her şey Allah’ı hamd ile tesbih etmektedir. Bu açıdan da müminler çevreye, dünyaya sevgi beslerler.

Ayrıca, iman edenler, dünyanın, Allah’ın isimlerinin tecellilerini iman şuuruyla mümine okutan birer mektup olduğunu düşünürler. İlahi birer mektup olan varlıklara bu açıdan da saygı ve sevgi beslerler.

Üstelik, İslam dinine göre, dünya cennetin kazanılması için var olan bir zemin, bir tarla, bir bahçe mesabesindedir. Müminler bu açıdan da dünyaya sevgi ve saygı gösterirler, kıymetini bilirler.

Özetlersek; Allah’a inanalar her şeyin sahibinin Allah olduğunu bilirler. Allah’a inanmayanlar ise, her şeyin sahibi kendileri olduğunu tevehhüm ederler, onun için her şeye fütursuz ve saygısızca yaklaşırlar.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allahı inkar edene saygı gösterilir mi? Kafir olan anne babayla dost ...
Peygamberimiz'in hayvanlara olan merhametini açıklar mısınız ...
Hayvan hakları konusunda bilgi verir misiniz?..
Hz. Peygamberin Çevre Korumaya Yönelik Tedbir Ve Uygulamaları ...
İslam'da çevre ve komşuluk konusunda bilgi verir misiniz ...

İddia:
Cevaplanamayan her sorunun cevabının tanrı olduğu sanılıyor
Asırlar önce yer sarsıntısı, şimşek ve gök gürültüsü, yangın, yağmurlar, kuraklık, sel, güneş ve ay tutulması gibi sıradan doğa olaylarının sebebi bilinemiyordu. İnsanlar bu bilinmezliği açıklamak için “cehaletlerine” başvurdular. O çağlarda birilerinin, bilgisizlikten dolayı, korkuyla şöyle bir çıkarım yapması çok doğal: “tüm bunları yapan, görünmeyen üstün bir güç olmalı ve bu güç, insanların yaptığı kötülüklere ceza olarak tüm bu felaketleri yaşatıyor olmalı! Ve biz insanları da o güç var etmiş olmalı…” Meteoroloji, tektonik, astronomi, kozmoloji, fizik gibi bilim dallarından haberdar olmayan insanların bu mantık dışı iddiaya inanmaları ve korkmaları da çok doğal. Günümüzde tüm doğa unsurlarının nasıl meydana geldiğini ve arkasında görünmeyen bir güç olmadığını net olarak biliyoruz. Bilimsel konuda yetkin bir insanı, “fırtınaları tanrının çıkarttığına” inandıramazsınız. Günümüzde de tanrı, bilimin tam olarak cevap veremediği konuların bıraktığı küçük boşluklara sığdırılmaya çalışılıyor. Kutsal sayılan kitapların içinden, cımbızla kelimeler seçilip, kelimelerin yan anlamları bilimsel bulgulara göre yeniden yorumlanarak açıklamalar yazılıyor. Bu kutsal kitabın aciz bir güncelleştirme çalışmasından başka bir şey değil…
“Bir şeye anlam veremiyor olmak, tanrının kanıtı değildir. Anlayış eksikliğinin kanıtıdır.” Lawrence Krauss

Cevap:

- Bir şeyin sebebini, hikmetini bulmak, o şeyin yaratıcısız olduğunu değil, yaratıcısının varlığını daha da pekiştirecektir. Çünkü, “bilinmezlik” cehaletinin arkasında pek çok imkânsızlıklar saklanabilir.

Fakat bir şeyin sebebini bilmek, akl-ı selim sahiplerini Allah’a götürür. Çünkü, mevcut sebeplerin hiçbirisinde ne akıl, ne fikir, ne de ilim bulunmaktadır. Örneğin, akılsız güneş, durmadan kendi ekseni etrafında hareket etmektedir. Bu hareketin sebebi daha önce bilinmezdi. Şimdi hareketten ısı, ısıdan enerji/kuvvet, enerjiden çekim kanunun meydana geldiği bilinmektedir.

Peki neden güneş çekim kanununu oluşması için bu kadar enerji, harcamaktadır? Çünkü, güneş sistemindeki gezegenlerin dağılıp gitmemeleri için bu çekim kanunun olması şarttır. Peki, güneş bu işi bilir mi? Hayır! Öyleyse zorunlu olarak güneşe bu hareketi yaptıran ve bilen birisi vardır ki o da Allah’tır.

- Ateistler, cehaletlerini başka bir cehaletle örtmeye çalışırlar. Örneğin, onlara denilse; “Neden bu madde bu maddeyi kendine çekiyor?” Cevapları şudur: “Çünkü bu çeken madde mıknatıstır, mıknatıs ise çeker...”

Halbuki soruda zaten bu soruluyor: “Neden mıknatıs denen madde başka bir maddeyi çekebilir?” Buna cevapları yoktur.

İşte ateistlerin bu bilgilerine, iki cehaletin bileşkesi olan bir cehalet manasında “cehel-i mürekkep” denir.

Bu konuda onlarca misal verilebilir ki, sebepler ve hikmetler bilindikçe Allah daha da yakından bilinir. Çünkü -istisnasız- bütün sebepler akılsızdır, kördür, cansızdır, şuursuzdur. Fakat bunlardan meydana gelen bütün işlerin arka planında sonsuz bir ilim, bir hikmet, bir kudret, bir irade, bir şuur, bir hayat vardır.

Bu nedenledir ki, Kur’an’da Allah peygamberine “Rabbim! İlmimi arttır.” diye dua etmesini emretmiştir. Çünkü ilmin artması derecesinde yüce yaratıcının varlığı bütün isim ve sıfatlarıyla daha kuvvetli bir şekilde bilinir.

İddia:
Tanrının varlığına dair kanıt yok.
- Bilim insanları, bir çok keşif ile evrenin ve canlıların oluşması için bir tanrıya ihtiyaç olmadığını kanıtladı. Tanrı, gerçekten de evreni, kendi yokluğunu kanıtlayacak şekilde yaratmış olabilir mi?
- Diyelim ki yarattı, öyleyse, tanrının yokluğunu keşfedecek çabayı sarf eden insanlar, tanrıya inanabilecekleri bir kanıt bulamadıkları için cezalandırılacak mı?
- Tanrının varlığına dair kanıt olarak kutsal saydıkları kitapları gösteren insanlar büyük yanılgı içinde. Çünkü, ejderhaların, devlerin, kurt adamların, vampirlerin, faytona dönüşen kabakların varlığından da bahseden kitaplar var. Ama kimse o kitapların kutsal gerçekler olduğunu iddia edecek çılgınlığı göstermediği için bu masal karakterlerine inanan çılgınlar da görmüyoruz.

Cevap:

- En son bilimsel keşiflerde Allah’ın varlığını gösteren bazı delillerin olduğunu bu ateist de duymuş olmalı ki, özellikle bunun tersini söylemekle birilerinin kafasını bulandırmaya çalışmıştır.

- Allah’ın varlığının delilleri genel olarak üç şekilde düşünülebilir:

Birincisi, Evren: Bir Süleymaniye camisi mimarsız olması mümkün olmadığı gibi, bu evrenin mimarsız, ustasız olması ondan bin kata daha fazla imkânsızdır.

Her bir varlık, onu var edenin varlığına bir değil birçok açıdan delildir.

Örneğin, bir eczanede, muhtelif maddelerle dolu yüzlerce kavanoz şişenin bulunduğunu farz ediyoruz. Bizlerden, bu kavanozlardaki maddeleri kullanarak bir macun ve bir ilaç yapmamız istendi. Bizler eczaneye geldik, gördük ki: O macun ve ilacın yüzlercesi yapılmış ve tezgâha konulmuş. O macun ve ilaçları tetkik ettik, gördük ki: O kavanoz şişelerin her birinden, mahsus bir ölçüyle bir-iki miligram bundan, üç-dört miligram ondan, altı-yedi miligram başkasından ve bunlar gibi, her birinden muhtelif miktarda maddeler alınmış ve o macun ve ilaçlar oluşturulmuş. Eğer birinden bir miligram eksik ya da fazla alınsa o macun ve ilaç tesirini gösteremez; ilaç iken zehir olurlar.

Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mıdır ki, o şişelerden alınan muhtelif miktarlar; şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpması sonucu devrilmesiyle her birinden alınan miktar kadar, yalnız o miktar şişeden aksın, diğer şişelerden akanlar ile beraber gitsin ve toplanıp o macunu ve ilacı teşkil etsinler?

Acaba bütün dünya toplansa bir macunun ve ilacın tesadüfen oluştuğuna bizi ikna edebilirler mi? Hele bu ilaç ve macunun milyonlarca ferdi bulunsa, tamamının tesadüf eseri olduğuna bizi inandırabilirler mi? Acaba bu fikirden daha hurafe ve daha batıl bir şey var mıdır?

İşte bu misal gibi, her bir hayat sahibi bir macundur. Her bir bitki ise bir ilaçtır ki çok çeşitli maddelerden, gayet hassas bir ölçüyle alınan elementlerden terkip edilmiştir. Mesela sadece insana bakalım:

Vücudumuzda altmışa yakın element bulunmaktadır. Bu elementlerin hepsi bir ölçüye ve dengeye göre vücudumuzda bulunmaktadır. Vücudumuzda belli ölçülerde demir, magnezyum, krom gibi elementler vardır. Bunların azlık veya çokluğu hastalıklara sebep olur. Mesela bakır kan yapıcı özelliğe sahiptir. Eksikliğinde sinir hastalıkları baş gösterir. Mangan, beyin fonksiyonlarını işlettirir. Eksikliği davranış bozukluklarına sebep olur. Kadmiyumun görevi ise tansiyonu ayarlayıp düzgün çalışmasını sağlamaktır. Eksiklik veya fazlalığında tansiyon rahatsızlıkları baş gösterir. Vücudun herhangi bir yerine elementlerin yığılması ise hormonal bozuklukları meydana getirir.

İnsanın vücudunda böyle son derece hassas bir denge hâkim olduğu gibi, diğer hayat sahipleri olan hayvanların ve bitkilerin vücudunda da aynı denge hâkimdir. Bizler, bu dengenin misalleriyle sözü uzatmıyor ve bu dengeyi öğrenmek isteyenleri ilgili fen kitaplarına havale ederek soruyoruz:

Acaba en basit bir ilaç dahi tesadüfen oluşamazken, bu derece dengeli olan insan vücudunun ve diğer varlıkların tesadüfen oluşması hiç mümkün müdür?

Bütün dünya toplansa bir aspirinin, cam kavanozdaki ilaçların tesadüfen dökülmesi sonucunda oluştuğuna bizi ikna edemez iken; nasıl olur da, bu haptan milyonlar derece daha hassas bir yapıya sahip olan insanın, tesadüf sonucu ortaya çıktığına bizi ikna edebilir?

Acaba böyle batıl bir fikre inanana akıllı denilebilir mi? Değil akıllı denilmek, evvela ona insan denilebilir mi?

Ayrıca vücudumuz, bir ilaç gibi bir defa yapılan ve sonra öylece bırakılan bir şey değil, daima yenilenen bir terkiptir. Bir sene boyunca bağırsaklarımızda ölen toplam hücre ağırlığı 90 kg’dır. Ölen deri hücrelerimizin ağırlığı ise 45 kg’dır. Her gün vücudumuzda 200 milyar alyuvar ölür ve saniyede 10.000 alyuvar yaratılır. Vücudumuz altı ayda bir tamamen yenilenen harika bir terkiptir.

Bu terkibin tesadüfen olması nasıl mümkün olur? Hem de bu terkipten şu anda yeryüzünde yaklaşık yedi milyar insan varken. Hepsinin tesadüfen oluştuğuna nasıl inanılır?

İkincisi, bütün peygamberlerin en son temsilcisi olan Hz. Muhammed’dir. Yüzlerce mucizeleriyle, güzel ahlakıyla, en dürüst insan manasındaki “Muhammed’ul-Emin” unvanını kazanmasıyla, tek başına bütün dünyaya meydan okuyup davasını başarıya ulaştırmasıyla, dünyanın nüfus bakımından her asırda en az beşte birine; yüz ölçüm bakımından dünyanın yarısına emrini dinletmesiyle, herkesten daha çok Allah’tan korkmasıyla, Kur’an’a bağlanmasıyla ve kulluk etmesiyle gösterdiği binlerce delille hak peygamber olduğunu göstermek suretiyle doğruluğunu ispat etmiştir.

İşet insanların en güvenilir ve en akıllısı olduğu bilinen Hz. Muhammed’in davasının temel esası “Allah’ın varlığı ve birliği”nin ispatıdır ve ispat de etmiştir.

Üçüncüsü: Semavi kitapların en son temsilcisi olan Kur’an’dır.

Kırk yönden mucize olduğunu ispat eden Kur’an’ın en başta ispatına çalıştığı husus Allah’ın varlığı ve birliğidir. Ortadadır herkes bakabilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Ateist düşünce, okudukça, araştırdıkça, düşündükçe ulaşmak zorunda kaldığınız bir sonuçtur?
Mekke’de doğan bir çocukla, dünyanın her hangi bir yerinde doğan İslam’dan habersiz bir çocuk manevi mesuliyet yönünden bir tutulabilir mi?..
İnanmayanlara Allah'ın varlığını nasıl anlatabiliriz?
Allah var mı; bunun mantıki delilleri nelerdir?

İddia:
Günümüzde de fantastik kurgu ürünler üretiliyor.
- İnsanların bugün nasıl fantastik kurgu yapıtlar üretme ihtiyacı var ise, binlerce yıl öncesinde de bu ihtiyaç mevcuttu. Bu insani bir yaratma ve üretme güdüsüdür. Tolkien, günümüzde Gandalf karakterini yaratabiliyor ve bunu Orta Dünya’da geçen mükemmel bir hikayeye nasıl dönüştürebiliyorsa, geçmişte de bu karakterlerden binlercesi insanlar tarafından yaratıldı. Masalları da dilden dile anlatılarak yayıldı. (Günümüzde tüm bunlara mitoloji diyoruz.) Tabii ki o zamanın şartlarında bazı insanlar bu masalların gerçek olduğunu zannedip inandı. Bazıları da bu inançları, diğer insanlara acımadan kendi çıkarları için kullandı. Artık bu binlerce yıllık kandırmacanın peşinden gitmeyi bırakmanın vakti gelmeli. Gandalf ne kadar gerçekse, Allah ismindeki mitolojik karakterin de o kadar gerçek olduğu kabul edilmeli. İslam mitolojisi, sadece hak ettiği yere sahip olmalı, daha fazlasına değil!

Cevap:

Evrenin ve diğer varlıkların kendileri birer gerçeklik olarak ortada iken, bazı masallara sarılanların durumu göründüğü gibi içler acısıdır.

Örneğin, insanın gören bir gözü vardır. Ve görmesi için de güneş gerekir ve o da vardır.

Acaba bu ikisi arasındaki yakın ilişkiyi görmeyenler başka hangi gerçeğe inanabilirler.

Bir şehrin kendiliğinden kurulduğunu söyleyeni tımarhaneye yollarlar. Bu harika düzen içindeki koca Evrenin kendiliğinden kurulduğunu söylemek için normal deli olmak bile yetmez...

İddia:
İnananlar, cehaleti erdem sayıyor.
- Tanrıya inanan insanların din haricindeki konulara ilgileri neredeyse hiç yok. İnsanlar ne kadar bilgisizlerse, tanrı inancına bağlılıkları da o kadar artıyor. Eğitim düzeyi yüksek, araştıran sorgulayan insanların ve bilim insanlarının dinlere inanma oranı ise neredeyse sıfır.
- Araştıran ve sorgulayan her insan, tanrının bir masal olduğu sonucu ile yüzleşiyor. Bir insan bilgisizliği ölçüsünde inançlıdır. Çünkü, inanmanın doğası, kandırılmış olmayı gerektirir.

Cevap:

- Bugün sahasında uzman olan binlerce Müslüman ilim adamının varlığı bu iftiranın düzeysizliğini ortaya koymaktadır. Hatta gayri müslüm ilim adamlarından Müslüman olanların sayısı azımsanamayacak kadardır.

- Bugünkü modern bilimin önemli bir kısmının ilk üstatlarının Müslümanlar olduğunu söyleyen ehl-i insaf batılı bilim adamlarının sayısı da az değildir. Anlaşılan bu ateist bu bilim adamlarının yazılarını da unutmuşa benziyor.

- İki-üç yüz yıl öncesine kadar İslam alemi ilimde en ileride olduğu, buna mukabil Avrupa cehalette yüzüyor olduğunu bilmeyen yoktur.

- Bir Müslüman ilim adamı ve  İslam bilim tarihi araştırmacısı olan Prof. Fuat Sezgin’in Almanya devletinin ricası ve desteğiyle Almanca olarak kaleme aldığı koca bir ilim külliyatı (GAS), ve Karl Brockelmann’ın (GAL) adlı külliyatı, tarihte zirveye çıkmış yüzlerce Müslüman bilim adamının hayat hikayesini görmek mümkündür.

Bir söz var “yalancının mumu yatsıya kadar devam eder” diye. Bu söz doğrudur fakat bazen “yalancının mumu ikindi vaktinde sönmeye başlar.” Bu ateistin misalinde olduğu gibi.

İddia:
Çocuklara çok küçük yaşlardan itibaren inandırma seansları yapılıyor.
- İnsanları dinlere inandırmaya başlamak için nedense en kolay kandırılabilecekleri yaşlar seçiliyor. Hiç “çocukları yetişkin olacakları yaşa kadar bilimsel bilgiler ışığında eğitelim, yetişkin yaşa geldikten sonra dini seçimlerini isterlerse yapabilirler” görüşünü savunacak bir dindar ile karşılaştınız mı?
- Tam tersine, küçücük çocuklar tapınmaya özendiriliyor. Masallara inanan sağlıksız, uyuşturulmuş nesiller yetiştiriliyor. Böylece onlar da cennete gitme hayali ile zamanı geldiğinde bazı insanların amaçları uğruna rahatça harcanabilirler.
- Çocuklar “anlattığın bu saçmalığa neden inanayım?” diye soramazlar. Onları inandırmak kolaydır. Çocukken inanılmış bir şeyin, gerçek olmadığını kabul etmek yaşınız ilerlediğinde zorlaşır. Çünkü, insan beyni, küçük yaşta edinilen deneyimleri yol gösterici olarak kabul edecek şekilde evrimleşmiş.
- İnsanlığa en çok zarar veren uyuşturucu dindir. İnsanlar, küçük çocuklarına bu zehri en yüksek motivasyonla aşılıyor…

Cevap:

Bütün dünyada eğitim yaşı küçük yaşlardan itibaren ön görülmektedir. İslam dinini öğrenmek da onların hakkıdır. Yoksa, çocukları ailelerinden bile ayırarak milliyetsiz, dinsiz bir nesil yetiştirmek için ateistlerin insafına mı bırakılsın.

- Önemli olan; insanları vatanına, milletine, halkına, insanlığa faydalı bir uzuv haline getiren din eğitimi mi verilmeli; yoksa insanları dinsiz, milliyetsiz, insanlık sınıfından ayıran anarşist yapan ateist bir eğitim mi verilmeli?

- Ateistin bu ifadelerinden, Müslüman çocukların ta küçük yaştan beyinlerini yıkamak suretiyle dinden imandan uzaklaştırmak için materyalist eğitime verdikleri önemi anlamak da mümkündür.

- Şunu da belirtelim ki, sonradan İslam dininden çıkan mürtetlerin zararları, asli kâfirlerin zararlarından kat kat fazladır. Çünkü, asli kâfirlerin bağlı oldukları bazı meziyetleri olabilir, onunla bir kısım ahlaki değerlerini muhafaza edebilirler.

Fakat, bütün ahlaki değerlerini Hz. Muhammed’den ve onun getirdiği İslam dininden alan bir kimse, bu dini reddettiği zaman, daha beyninde, vicdanında ahlaki değerlere kaynaklık eden bir mekanizması kalmaz. Tamamen toplum için bir zehir olur. Bir kanadından zulüm ve istibdat, diğer kanadından bozgunculuk ve anarşi fışkırmaya başlar.

- Evet, şairin dediği gibi, “Ne irfandır veren ahlak yükseklik ne vicdandır / Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”

İddia:
“Şükretme kültürü” körükleniyor.
- Toplumun el uzatılmayan fakir kesimi, sahip oldukları kötü konumun “tanrı tarafından kendilerine bir test olarak sunulduğuna ve bu hallerine şükrederek öldükten sonra ödüllendirileceklerine” inandırılır. Ne kadar şükrederlerse, öldükten sonra alınacak ödülün de o kadar çok olacağı iddia edilir. Bu sayede toplumda varlık sahibi olamayan ve sömürülen bu insanların haksızlığa karşı çıkmadan, varlık sahiplerinin rahatlarını bozmamaları sağlanır.
- Dinlerin beni en çok rahatsız eden yanlarından biri de bu sömürüyü destekliyor olmaları. “Şükret ve sitem etme, kabullen!”
- “Din, fakirler zenginleri öldürmesin diye vardır.” Napoleon Bonaparte

Cevap:

- Önemli olan insanların sıkıntısını hafifletmektir. İnsanlık tarihi boyunca, fakir-zengin sınıfları her zaman olmuş ve olmaya da devam edecektir.  O halde yapılacak en önemli şey bu yarayı tedavi etmektir. Yoksa toplumda kışkırtıcılıkla toplumun huzurunu bozanların en büyük zararları yine fakirleredir.

Zalimler her zaman güçlüdür. Ve bu gibi toplumsal anarşilerde en az onlar zarar görür. Bu sebeple, insanlara sabır ve şükrü tavsiye etmek fakirleri yardımsız bırakmak manasına gelmez. Ama onlara psikolojik bir direnç sağlar.

- Şimdi insafla düşünelim:

Fakir bir adam, bu sıkıntılarının bir karşılığı olduğunu düşündüğü zaman mı daha rahat eder, yoksa bunların boş yer olduğunu düşündüğü zaman mı?

Bir hasta, bu hastalığının bir karşılığı, bir sevabı olduğunu düşündüğü zaman mı hastalığı hafifler, yoksa bunun bir karşılığını düşünmediği zaman mı? Bunun örnekleri pek çoktur.

İşte, İslam dini fakirlere sabrı telkin ederek, mükâfatlarının olduğunu belirtmek suretiyle onlara en büyük bir teselli veriyor. Ve bu teselli hakikati pek çok delile dayalı olduğu için muhatapları tarafından tereddütsüz kabul ediliyor.

- Evet, 1789 Fransız İhtilali ile başlayıp, komünizm hareketi ile devam edip, en nihayetinde İkinci Dünya Savaşını netice veren ve ondan sonra soğuk savaşa yerini bırakan emek-sermaye çatışması, insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden bir dönemdir ki, bu karanlığın en önemli nedeni iki kelimedir.

"Birinci kelime: 'Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!..' İkinci kelime: 'Sen çalış, ben yiyeyim.' " (bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule)

Birinci kelime zekat ve yardımlaşma ruhunun terk edilmesi anlamına geliyor. İkinci kelime ise bencilliğin en alçakçası olan faizciliğe, yani bankacılığa işaret ediyor.

İslam dini, faizi yasak edip, zekatı emrederek, bu iki sınıf arasında sağlam ve sağlıklı bir köprü kuruyor ve bu kavgayı bitiriyor. Şayet insanlık İslam’ın bu enfes reçetesini tatbik etmiş olsa idi, bu kavga ve savaşlar yaşanmayacaktı.

- Yoksulun, zenginin malında 40’ta bir hakkının olması kadar âdil bir düzenleme olamaz. Çünkü, bunda daha fazla mal sahibinin emeğine karşı bir haksızlıktır. Daha az olması ise, yoksulun hakkına karşı saygısızlık olur.

- Bu oranı az görenler, acaba kendi malından fakirlere ne kadar veriyorlar? Bugün bizim ülkemizde zenginlerin değil 40/1 oranındaki zekâtlarını, belki bu zekâtın zekâtını hakkıyla verseler hiçbir yoksul kalmaz.

- Kapitalizmin zulmüne karşı ortaya çıkan sosyalizmde  de yoksulluğa bir çare bulmadıkları ortadadır. Sosyalist olarak geçinenler, acaba kendi mallarının kaçta kaçını fakirlere veriyorlar; insan merak ediyor..

-Fakirlik üzerinden rant elde etmeye çalıştıkları açıkça belli olan sosyalistlerin bir çoğu, “sosyalistlik” sloganlarını atarken, kendi özel hayatlarında en kaba bir “kapitalist” olarak yaşadıklarını inkâr eden varsa, beri gelsin!

- İslam dini, işçilere “ölmeyecek kadar bir ücret veren patronların” kapitalist düzenini reddettiği gibi, “sen çalış ben yiyeyim” diyen aynı kapitalizmin faizci sistemini de reddediyor.  

Bir yandan zekât, sadaka ve teberrularla zenginleri fakirlerin yardımına koştururken, diğer yandan haksız kazancı engellemek adına faizi tamamen yasaklıyor.

Bundan daha güzel bir sistem olduğunu söyleyen kendini kandırır.

İddia:
Kimse aslında dinlere inanmıyor
- Hiç öleceği için sevinen bir dindar gördünüz mü? Oysa cennete gideceği için çok mutlu olmalıydı.
- En iyi arkadaşı ölüm döşeğinde olan bir dindarın şenlikler yaptığına şahit oldunuz mu?
- Sevdiği birini şehit eden düşmana teşekkür eden bir inananla karşılaştınız mı? Öyle ya, şehit olanlar cenneti garantiliyordu. Böyle bir insan gördüyseniz gerçekten inançlı biri ile karşılaşmışsınız demektir. Ben hiç karşılaşmadım. Çünkü insanların mantıkları da ölümden sonra yaşamı benimsemiyor.
- Dindarlar sadece kendilerine anlatılmış bu masalın gerçek olmasını umut ediyorlar. İnanmıyorlar.

Cevap:

- Sahabe döneminden beri, cennete gitmek için canlarını feda etmekten çekinmeyen yüz binlerce şehit bu iftirayı sahibinin suratına aşk etmektedir.

- Hırsız olan herkesi hırsız; katil olan herkesi cani sandığı gibi, ateist olan da herkesi kendisi gibi düşündüğünü sanmaktadır.

- Müslümanların ölümden çekinmeleri, cennete gidip gitmeyecekleriyle alakalı bir husustur. Müminlerin ölümden korkuları, günahları sebebiyle cezaya çarpılma, cenneti kaybetme endişelerinden kaynaklıdır. Yoksa ahiretin varlığında zerre kadar tereddütleri, yoktur.

- Kaldı ki, imanın zirvesine ulaşanlar, ölümden zerre kadar perva etmezler. Mevlana’nın ölüm gecesini “şeb-i arsus” (düğün gecesi) olarak nitelemesi bunun açık göstergesidir. Bu konuda İmam Gazali ve daha başka alimlerin kitaplarında bunun çok örnekleri vardır.

Bu asrın en kuvvetli imana sahip olan ve dinsizlerin düşüncelerini altüst eden Bediüzzaman Hazretlerinin 31 Mart hadisesinde gösterdiği tavır, bu ateistin yalanını kökten yıkan tarihi bir gerçektir.

“Hürriyetin başında şeriat isteyenleri astıkları bir zamanda, Hareket Ordusu'nun dehşetli divan-ı harb-i örfîsinde, aynı günde onbeş adam asıldığı bir zamanda, Divan-ı Harb-i Örfî reisi ve a'zaları dediler ki: "Sen mürtecisin, Şeriat istemişsin" sözlerine mukabil demiş: "Şeriatın bir tek mes'elesine ruhumu feda etmeye hazırım. Eğer Meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ve hilaf-ı Şeriat hareket ise, bütün dünya şahid olsun ki ben mürteciyim." diyen bir adam, i'dama beş para ehemmiyet vermeyen ve dünyasını, her şeyini Şeriata feda eden hiç mümkün müdür ki: Dini, şeriatı bir şeye ve bir siyasete âlet yapsın. Buna ihtimal veren sofestaî de olamaz.” (Emirdağ Lahikası-II, s. 130)

- Şu bir gerçektir ki, imanlı olan kimseler, ateistlerden bin kat fazla ölüme karşı cesurdurlar. Çünkü, her mümin iman şuuruyla ölümü cennet gibi ebedi bir saadetin mukaddimesi olarak görür.

Oysa, bir ateist ölümle yok olup hiç olacağını, bir daha hayat yüzünü görmeyeceğini düşündüğü için hayatı cehennemden beter bir zehir haline gelmiştir.

Her gün bir adım daha -kendisini ebediyen hiçliğe atan, bütün sevdiklerinden ebediyen ayıran ölüm darağacına çıkmaya- yaklaştığını düşünen bir insanın durumundan daha kötü bir trajedi olabilir mi?

Evet, ateizm, intiharın bir diğer adıdır. Allah her insanı bu musibetten uzaklaştırsın inşaallah!..

İddia:
İnanma zorunluluğu
- Dinlerin insanlara öldükten sonra yaşamaları ve cennete gidebilmeleri için zorunlu tuttuğu şeylerden biri de inançtır. Tanrı’ya, kıyamete, cennete, cehenneme, meleklere, kısaca masalın büyüsünü size yaşatacak her şeye inanmak zorundasınızdır. İnanmazsanız da sonsuz acıya tabi tutulmakla korkutulursunuz. Çünkü, bunlardan birinin ne kadar mantıksız olduğunu fark ettiğiniz anda ipler çözülür. İbadet de insanları bu masalın içinde meşgul tutmak için uydurulmuş harika bir kurgu. O kadar çok ibadet edin ki, masalın içinde kalın ve köle toplumun itaatkâr kuzularından biri olun. Birileri de sizi dilediğinde kurban edebilsin… Tabii ki tanrılar için!

Cevap:

- Dinlerin özellikle İslam dininin kabul ettiği iman esaslarının doğruluğunu gösteren yüzlerce delil vardır. İmtihanın temel harcı da bu iman esaslarıdır. Buna iman edenler kurtulur, iman etmeyenler ebedi olarak cehennemde kalırlar.

İnsanların ölümden sonraki hayatla ilgili endişelerinden daha büyük bir meseleleri var mı?  

Cennet gibi ebedi bir saadet yurdunu kazanıp veya kaybetmekten daha büyük bir insanlık meselesinin olmadığını her vicdan sahibi tasdik edecektir. Çünkü, dinsiz insanların ölümden korkmalarının en büyük sebebi, ölümden sonra bir hayatın olup olmadığı yolundaki tereddütlerdir. Müminlerin ölümden korkmalarının sebebi ise, cenneti kazanıp kazanmayacağı yolundaki tereddütleridir.

- İşte İslam dini, bir yandan ahiret hayatını ispat etmek suretiyle insanları hiçlik çukuruna düşme korkularını izale ettiği gibi, ahiret memleketindeki cennet yurdunu kazanmanın yolu olan Allah’a kul olmayı öğretmekle bu kaygılarını da ortadan kaldırmıştır.

Semavi dinleri ve özellikle İslam dininin insanlığın en büyük sorunu olan bu konuyu açıklamasına ve gerçek yolunu göstermesine itiraz eden insan, insani özelliklerini inkar etmiş demektir.

- Allah’a kul olmak insanlar için en büyük şeref nişanesidir. Zira herkes intisap ettiği yere göre bir şeref kazanır.

Kâinatın yaratıcısına intisap etmekten ibaret olan iman ve kulluk gibi bir şereften daha büyük bir insanlık şerefi olamaz.

Çünkü, Allah’a kul olmak, kula kul olmaktan kurtuluş reçetesidir. Fayda ve zararı elinde tutanın yalnız Allah olduğunu bilen bir insanın bütün dünyaya meydan okuması mümkündür.

“Hakiki imanı elde eden kimseyi dünya bomba olup patlasa ihtimaldir ki onu korkutmaz.”

Demek ki, bütün faziletlerin, şereflerin kaynağı iman olduğu gibi, şecaat ve cesaretin kaynağı da Allah’a ve ahirete imandır.

Buna mukabil, bütün rezilliklerin, süfliliklerin  kaynağı imansızlık ve ateizm olduğu gibi, korkaklığın ve alçaklığın da en büyük kaynağı da bu tür dinsizliklerdir.

İddia:
Semavi dinlerin hepsinin aynı coğrafyadan çıkmış olması
- Dünya genelinde ilkel toplumların hepsi, cevap arayıp bulamadıkları şeylerin doğaüstü görünmez varlıklar, güçlü tanrılar tarafından yapıldığını zannetme refleksi gösterdi. Kimileri hemen her güç için de ayrı tanrılar uydurdu. (Can alma tanrısı, şimşek çakma tanrısı vs.) Ya da aralarında hiyerarşik yapılara sahip bir tanrılar kadrosu hayal ettiler. Belki de tek tanrıya inanmayı sıkıcı bulmuşlardı.
- Sonunda, “insanlar arasından bir elçi seçmiş tek tanrı olduğunu ve o seçilmiş elçinin de kendisi olduğunu” iddia etmenin, diğer çok tanrılı inançlara oranla daha kârlı olduğu keşfedilmiş olmalı… Bu fikirden ilhâm alan, aynı coğrafyada (mekke ve kudüs civarları) kendini peygamber ilan eden onlarcası çıktığını, çoğunun halk ya da diğer peygamber olduğunu iddia edenler tarafından öldürtüldüğünü görüyoruz. (İsa dâhil!) (Maslama ismindeki peygamber, Muhammed tarafından öldürtülmesi gibi) (ayrıca, Musa ve İsa’ya dair inanç, onların ölümünden çok sonraları inananlarını bulmaya ve yayılmaya başladı. Bunun nedeni de çok bariz değil mi?)
- Koca dünyada tüm tantana şu küçük dairenin içinde kopuyor!
- Bu tek tanrılı din iddiaları coğrafyası dışında, bahsi geçen tanrının diğer kıtalarda insanları uyarmak üzere gönderdiği elçilerinin olmaması garip değil mi? Neden Güney Amerika’nın bir peygamberi yok? Neden, Sibirya halkı tanrı tarafından uyarılmamış? Avustralya’ya inen kutsal kitap nerede?

Cevap:

- İslam Literatüründe verilen bilgiye göre, ilk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed (asm)’de kadar 124 bin hak peygamber gelmiştir. Ancak, Kur’an’da muhatapların yakından bildiği coğrafyadaki bazı peygamberlerden haber verilmiştir. Bunun sebebi de ilgili peygamberlerin genel olarak Allah tarafından nasıl korunduğuna ve onlara karşı isyan eden toplulukların nasıl helak edildiğine dikkat çekmektir.

- Yoksa peygamberlerin geldiği bölgeler yalnız Mezopotamya ve  orta doğudan ibaret değildir. “Biz seni gerçeğin ta kendisine sahip olarak, rahmetle müjdeleyen ve kâfirleri azapla uyaran bir elçi olarak gönderdik. Zaten uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir millet yoktur.” (Fatır, 35/24) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

- Bazı peygamberlerin dinsizler tarafından öldürülmesi onların peygamberliklerine bir noksanlık değildir. Nitekim, Hz. Zekeriya, Hz. Yahya gibi bazı peygamberler Yahudiler tarafından öldürülmüştür.

Buna mukabil, Maslama (doğrusu: Müseyleme) adında peygamberlik iddia eden yalancı ve daha başka yalancılar da Müslümanlar tarafından cehenneme yollanmıştır.

Bu yalancı bizzat kendi kızı tarafından da yalancılıkla suçlanmıştır. Ve tarih boyunca “Müseyleme-i kezzab=Yalancı Müseyleme” olarak meşhur olmuştur.

- Burada Hz. Muhammed’in hayatını garanti altına alan bir ayetin varlığı da ayrı bir mucizedir ve Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunun açık göstergesidir.

İlgili ayetin meali şöyledir:

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden/öldürmelerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri hidayet etmez, emellerine kavuşturmaz.” (Maide, 5/67)

İddia:
Dindarlar bu çılgınlığın farkında değiller
- Dinlerin insan uydurması masallar olduğunu fark ettikten sonra, dindarları istemsizce akli dengesini yitirmiş insanlar olarak görmeye başladım. Gerçekten, öylesine saçma bir hikayeyi hayatlarının parçası haline getirmiş ki bu insanlar, onlarla herhangi bir işe girmeyi, aynı ortamda bulunmayı bile risk olarak görüyorum. Din çılgınlığının içindeki insanların, insanlığa faydalı olmasını beklemek mümkün mü? Ben kendimce hayata dair bir çok faydalı şey yapmaya çalışıyorum. Ama dindarlar sadece din adına fayda gösterme çabası içinde. Ne büyük bir gereksiz harcama, gerçek israf budur.
- Bir de, sırf çocukken kendilerine “tanrının var olduğu” söylendiği için ona inanan, dua eden, ama Kuran’da ve hadislerde akla sığmayacak, günümüz toplumunun ahlak yapısına uymayacak bir sürü zırvanın olduğunun farkında olmayan çok büyük bir inanan kitlesi de var. Bu yazıda bahsettiklerimin hepsi, yine o insanların sorgulamaya yönelmediği konular. Ulaşacağınız tüm yanıtlar araştırma, düşünme ve sorgulamada.

Cevap:

- Askerlik düzeninde bir komutanın varlığına inanmayan bir asker, her askerin bu arada kendisinin de kendi başına birer komutan olduğunu düşünmeye başlar. Böyle bir kimse kendisinde bir komutanlık tevehhüm ettiği için, diğer askerlere yukarıdan bakmaya ve onları aşağı görmeye hakkı olduğunu kabullenmeye başlar.

- Aynen bunun gibi, bir tek Allah’ın varlığına inanmayan bir ateist, her insana bir nevi ilahlık vermeye temayül eder. Tabii ki bu arada kendisini de bir nevi ilah gibi görmeye başlar. Bu psikolojik saplantı hem Kur’an’da (Furkan:43), hem deccalle ilgili hadislerde tespit edilmiştir.

- Bu ateistin insanlara bakışındaki bu psikolojik saplantı, patolojik bir vaka olarak ortadadır.

İddia:
İnançlı ülkelerinin geri kalmışlığı ve siyaset faktörü
- İnançlı insanların oluşturduğu toplumlara baktığımızda teknoloji, bilim, sanat, hukuk gibi konularda çağı yakalayamadıklarını ve halen ilkel çağların bilgilerini doğru sandıklarını görüyoruz. 1970'lere kadar dünyanın düz olduğu ısrarla iddia ediliyordu. Günümüzde de durum pek farklı değil. Bilgi sahibi olmaktan çok, inanmayı tercih ediyor dindar toplumlar.
- “İnanmak istemiyorum, bilmek istiyorum.” Carl Sagan
- Türkiye’de de dindarların iktidara gelmesi sonrasında gericiliğin el üstünde tutulup bilgisizliğin körüklenmesi ve bunların “özgürlük” adı altında paketlenip cahil halka yutturulması üzerine, daha önce pek ses çıkarmayı yeğlemeyen bir çok ateist birey, dinlerin insan uydurması olduğunu, çeşitli kanallardan seslendirmeye başladı. Benim de içimde bir çok şüpheyi gerçek anlamda sorgulayıp bana inandırılan ve her şeye rağmen tutunmaya çalıştığım masalların, boş inançlar olduğunu fark etmem, ateist düşünceye sahip insanların bu seslerine kulak vermemle başladı. Onlara teşekkür ediyorum.
- Sonrasında ben de toplumun din karanlığına tutulmaması için kendime düşen görevi yapmam gerektiğini düşündüm ve bu yazıyı yazmaya karar verdim. Yazının paylaşılması ve insanlara ulaşması görevimi başardığımı hissetmemi sağlayacak. (Şimdiden teşekkürler).

Cevap:

- Cumhuriyet kurulalı günden beri, Türkiye cumhuriyeti, dindar kadroların başa geçtiği dönemden daha fazla ne askeri ne sosyal ne siyasal, ne de bilimsel ve kültürel bir seviyeyi hiçbir zaman yakalamamıştır.

- Bununla beraber, İslam dininin öğrettiği hakikatler, hiçbir zaman -dindar da olsa- siyasi kadrolarla ölçülemez. Zira İslam, evrensel hakikatleri ihtiva etmektedir. Siyasilerin yanlışlığı ona bulaşamaz.

- Dünyanın fakir ve zenginliğinin dinlere göre oluşmadığını, dünyanın din veya dinsizlik durumu ile ekonomik durumu bunun şahittir. Komünist  ülkelerdeki halklardan daha fakir milletler yok gibidir. Eşitlikten dem vuran sosyalist ve komünist yöneticiler en acımasız kapitalist bir hayat sürüyorlar.

- İslam alemi asırlarca dünyanın en bilgili, en huzurlusu ve en zengini olarak hayat sürmüştür.

- İslam ülkeleri dinden uzaklaştıkları oranda dünyanın refahını da kaybettiler. Bununla beraber, Türkiye onlarca gayri müslim ülkeden daha müreffeh bir konumdadır.

- Bugün dünyada bir  numaralı devlet ABD’dir ve anayasasında bile dindar olduğunu belirtmektedir. Avrupa ülkeleri de dindarlıkla övünürler ve onlarca dindar olmayan ülkelerden daha zengin, daha güçlüdürler.

İddia:
Tüm bu ipuçları ışığında yaşayabileceğim tek hayat, bir yalan üzerine harcanmamalı.
- Hayat kısa. Tek hayatım var. Masallardaki gibi öldükten sonra yaşam yok. Bedenim fonksiyonlarını yerine getirecek güç bulabildiği sürece yaşayacağım. Bu hayatı, binlerce sene öncesinden uydurulmuş masallar uğruna neden harcayayım?
- Şunun gibi bir sözü ateist düşünceye sahip herkes, dindar kişilerden defalarca duyar: “Tanrı yoksa biz bir şey kaybetmeyiz. Ama varsa, siz sonsuza kadar cehennemde yanacaksınız.”
- Bu yazıda anlattığım düşüncelerim üzerine bu soruya karşı, şu soruyu yöneltirim:
- Ne kadar çok düşünürsem düşüneyim, bir tanrının var olma ihtimali, mantığıma uymuyor. Her düşündüğümde dinlerin insan uydurması olduğuna emin oluyorum. Bu durumda sizin düşüncenize göre (inanamadığım) cennete gidebilmek için; inanmadığım tanrıya inanıyormuş gibi yaparak, inanmadığım tanrıyı kandırmaya mı çalışayım?
Bir çelişki daha mı? Evet, Paradoks! :)

Cevap:

- Şunu biliriz ki, “Her günah içerisinde küfre giden bir yol vardır.” Baştan aşağı suç makinesi gibi işleyen bir ateist kafanın küfürde karar kılması bu sırdan ileri gelmektedir.

“Allah onların (o küfürde direnenlerin) kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de bir perde inmiştir. Bunların hakkı büyük bir azaptır.” (Bakara, 2/7)

mealindeki ayetten ateistlerin durumunu anlamak mümkündür.

“Biz (özgür iradelerini kullanmak suretiyle hakkettikleri) cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalpleri vardır ama bu kalplerle idrak etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Hasılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır.” (Araf, 7/179)

mealindeki ayette ise, ateistlerin kendi elleriyle kazandıkları cehennemde ebedi olarak kalacaklarına vurgu yapılmıştır.

Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir akıtır. Gülden güzel koku, lağımdan da kötü koku gelir.

“De ki, herkes (iman edenler de etmeyenler de) kendi hal ve niyetine göre iş yapar.” (İsra, 17/84)

İddia:
Bir ateist boşluk hisseder mi?
- Yetişkin olmanın kurallarından biri anne-babalarımızdan ayrı yaşamaya başlamaktır. Ailemizi terk etmek ne kadar boşluk içinde hissettiriyorsa, “tanrının insanları köleleştirmek için uydurulmuş bir masal olduğu gerçeği” ile yüzleşmek de başlangıç aşamasında bir boşluk oluşturuyor. O boşluk daha çok bilgilenerek, daha çok sorgulayarak kolayca dolduruluyor.

Cevap:

- Komünist ülkelerde doğup büyümüş ve sonra Müslüman olmuş arkadaşlarımız vardır. Bizzat bunlardan “nasıl bir boşluk hissettiklerini” dinlemiştik.

Hatta onlardan birisi: “Benim okulda çok zeki bir arkadaşım vardı. Allah’a ve ahirete inanmamayı öğreten okulda dayanamadı kalbi çatladı ve öldü.” demişti (bunun ismi bizde mahfuzdur).

- Bir zamanlar Türkiye’de bir dergi ateistlerin listesini yayımlamıştı. Daha sonra bu listede adı geçen yüksek makamlarda siyaset yapmış birisiyle (ismi bizde mahfuzdur) röportaj yapılmıştı. O kişi aynen şöyle demişti:

“Ben bundan sonra gittikçe yaşlanıyorum, kendimi daha fazla yalnız hissederim. Onun için ben ateist değilim; Allah’a inanırım.”

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun