Kuran ahlakı var mıdır?
- Kuran'dan evrensel ahlaki esasları çıkar mı?
Değerli kardeşimiz,
Cevap 1:
Kuran, diğer birçok konuda olduğu gibi, ahlak konularını da her hangi bir ahlak kitabı gibi sistematik olarak ele almamakla birlikte, eksiksiz bir ahlak sistemi oluşturacak zenginlikte nazari prensipler ve ameli kurallar getirmiştir.
Arapça bir kelime olan ahlakın konusunu; insanın karakteri, iyi ve kötünün tespiti, iyiyi alıp kötüden kaçınma yolları, insanın yapması gereken vazifeler oluşturur. Ahlak sayesinde insan davranışlarındaki güzel ve çirkin olanı anlarken fazilet ve reziletleri de kavrar, ahlakî faziletlerle süslenme ve kötülüklerden yahut manevi hastalıklar (emradu’l-kalb) dan kurtulma yollarını öğrenir. Zaten ahlakın gayesi de budur.
Kur’an-ı Kerim’de iki yerde “hulk” kelimesi geçmektedir. Ayrıca pek çok ayette “amel” teriminin alanı ahlaki davranışları da içine alacak şekilde geniş tutulmuştur. Bunun yanında birr, takva, amel-i salih, istikamet, husün, hayr, ma’ruf gibi iyi ahlaklılık; ism, dalal, fahşa, münker, bağy, seyyie, heva, fısk, fücur, zulm gibi kötü ahlaklılık ile ilgili anlam ifade eden birçok kavram vardır.
Kur’anda nazari ve ameli ahlakla ilgili çok zengin malzeme ve prensipler bulunmaktadır. Bunları şöyle maddeleştirmek mümkündür.
1. Kuran’da ahlak, iman ve ibadetle iç içedir.
Kur’an imanın yanı sıra ibadet etme ve güzel ahlaka sahip olma gereğine birçok ayetlerde işaret eder. Bu ayetlerden birisi şöyledir:
“Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar; kızdıkları zaman da onlar, affederler. Rab’lerinin çağrısına gelirler, namazı kılarlar. İşleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar. Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman kendilerini savunurlar. Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükafatı Allah’a aittir. Doğrusu o, zalimleri sevmez. Kim zulme uğradıktan sonra kendini savunursa onlar kınanmaz ve cezalandırılmazlar. Kınanan ve cezalandırılacak olanlar, insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere saldıranlardır. İşte böylelerine acı bir azap vardır. Fakat kim sabreder, affederse, şüphesiz bu çok önemli işlerdendir.” (Şura, 42/37-43; ayrıca bk. Mü’minun, 23/2-8)
Öyle anlaşılıyor ki, Kur’an’da ahlaki vazifelerle dini emirler bir arada zikredilmiştir. Hiçbir ahlaki emir yoktur ki, dini veya imani bir emir olmasın. Örneğin namaz, oruç, hac ve zekat nasıl bir dini vazife ise, sağlığı koruma, aileyi yaşatma ve başkalarına yardım birer dini görevdir. İnsan öldürme, içki içme ve zina yapma nasıl birer kötülük ise, sağlığını korumama, gıybet, dedikodu, insanların ayıplarını araştırma da haramdır.
2. Kur’an-ı Kerim, insanın sorumluluğuna geniş yer vermiştir.
Sorumluluk (mes’uliyet) insanın değerini ortaya koyan bir kavramdır. Sorumluluk ve sorumsuzluk, akıllı varlık olan insanla, akılsız varlıklar arasındaki farkı ortaya koymaktadır. Kur’an’ın emir ve nehiylerinin insanı merkeze aldığı görülmektedir.
İnsan önce Allah’a karşı sorumludur. Bu sorumluluk gereği insan, Allah’a ve O’nun vahyettiği gerçeklere inanmak, ona şartsız olarak itaat etmek; O’nun kelamı, eserleri ve nimetleri üzerinde fikretmek, zikretmek ve şükretmek; O’nu her şeyden çok sevmek, O’na günlük ibadetini yapmak; O’na güvenmek, tevbe etmek ve rahmetinden ümit kesmemek zorundadır.
İnsan Allah’tan sonra Peygamberine, değerlerine, kendisine, ailesine, çevresine ve tüm insanlara karşı sorumludur. Ahlaki sorumluluğun en bariz ifadesini,
“Oku kitabını, bugün nefsin sana hesap görücü olarak yeter… Hiçbir günahkar başkasının günah yükünü yüklenemez.” (İsra, 17/14-15)
ayetlerinde buluyoruz.
Ayrıca her nefsin kendi hazırladığını bileceği, içlerinden hiç birinin bırakılmayacağı, davranışlarının her birinin tespit edilip yazılacağı, herkesin tek tek hesaba çekileceği; kulak, göz ve kalbin mesul tutulacağı, dünyada verilen nimetlerin hesabının sorulacağı belirtilerek, sorumluluk kesin çizgilerle pekiştirilmiştir. (Tekvir, 81/14; İnfitar, 82/5; Kehf, 18/47,49; Bakara, 2284; İsra, 17/36; Tekasür, 102/8)
Kur’an’da sorumluluk için hürriyete geniş yer verilmiştir. Nasihat ve öğütler verilmekle birlikte hürriyete müdahele edilmemiştir. Hürriyet içinde insan, ya nefsini temizleyip gerçek mutluluğa erecek ya da nefsini kötülükle karartıp ziyana uğrayacaktır. Bu yüzden sorumluluk-özgürlük ilişkisini ölçülü kuramayanlara şeytan “O halde kusuru bana yüklemeyin, kendinizi kınayın!” (Şems, 91/9-10; Müddessir, 74/38; İbrahim 14/22) diyecektir.
Ahlaki sorumluluk şuuru devam ettikçe, ahlak devamlılık arzeder.
“Bir millet kendilerinde bulunan (güzel meziyet)i değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez..." (Enfal, 8/53)
Böylece ilahi adalet, nimetin değiştirilmesi ile insani sorumluluk arasında doğrudan ilişki kurmuştur.
3. Kur’an, ahlakta mecburilik ve mutlaklığı birleştiren bir vazife ahlakı sunar.
Vazife gerekli ve zorunludur. (Hicr, 15/99) Yine vazife, genel, evrensel ve değişmez bir kaidedir. Bu umumiliği Kur’an’ın “Ey insanlar!” şeklindeki hitabından anlıyoruz. Onun emir ve nehiyleri her yerde bütün insanlar için aynıdır. Vazife yapılabilir türdendir. Zira Allah, kimseye gücünün üstünde bir şeyi yüklememiştir. Son olarak vazife mutlaktır, lizatihidir. Yani vazife, vazife olduğu için yapılır, menfaati veya hazları sağladığı için yapılmaz. Kur’an, vazifeye bu açıdan bakarak, görevlerini yapan insanların anlayışlarını kendi dillerinden şöyle nakleder:
“Biz size ancak Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür istemeyiz.” (Dehr, 76/9)
4. Kur’an ahlakında yükümlülük (mükellefiyet)ün zaruriliği işlenir.
Kur’an’da bu durum, emir, kitabe ve fariza terimleriyle işlenir. Ameli ahlakta yükümlülük olmazsa, sorumluluk olmaz, sorumluluk ortadan kalkınca adaletin gerçekleşmesi mümkün olmaz. O zaman anarşi yaygınlaşır, düzen bozulur.
Kur’an, ahlaki yükümlülüğü açığa kavuşturmak için ahlaki hareketin iki düşmanını zikreder. Bunlar, düşünmeksizin nefsin isteklerine uyma ve körü körüne bağlılıktır. Bu sonuncuda aklın bütünüyle faaliyet dışı kaldığı ve bunun akıl almaz ölçüde bir şaşkınlık olduğu kaydedilmiştir. (Sad, 38/26; Zuhruf, 43/22-23; Bakara, 2/170)
Kur’an, ahlaki yükümlülükleri koyarken;
- İşin yapılabilirliğine önem vermiş (Talak, 65/7; En’am, 6/52; Mü’minun, 23/62; Bakara, 2/286),
- Kolaylık prensibi getirmiş (Bakara, 2/185; Hacc, 22/78; Nisa, 4/28),
- Hayatın gerçeklerini gözetmiş (Müzzemmil, 73/2-4, 20; Enfal, 8/65-66; Fetih, 48/17; Nisa, 4/98, 101; Bakara, 2/185, 215, 235)
- Ve tedrici olarak hayır yarışına zemin hazırlamıştır. (Bakara, 2/158, 184, 219, 237, 280; Furkan, 25767; šura, 42743)
5. Kur’an’da ahlaki yükümlülükler bazı yaptırım (müeyyide)lar ile takviye edilmiştir.
Bunlar ahlaki, kanuni ve ilahi yaptırımlardır. Kişinin kendi nefsine uyguladığı ahlaki yaptırımları tevbe, hatayı düzeltme ve kaza etme, günah ihtimali olan yollardan uzaklaşma şeklinde sayabiliriz.
Kur’an, insanların can, mal ve namuslarının korunmasını, insanın şeref ve haysiyetine uygun bir sosyal düzenin kurulmasını ahlaki bir zaruret saymıştır. Uyulmasını istediği kaideler yerine getirilmediği zamanlarda had, tazir gibi kanuni yaptırımları uygulama yoluna gitmiştir.
Kur’an, bu ceza uygulamalarıyla ahlaki hayat için en etkili yaptırımları getirerek, ahlakla hukuku birleştirmiştir. İlahi yaptırımlar ise, ahlaki ölçülere uyan yahut onları ihlal edenlerin dünyada ve öte dünyada (uhrevi) karşılaşacakları mükafat yahut cezayı içermektedir. Bu ilâhî yaptırım ahlaka, laik ahlakta bulunmayan bir kutsiyet ve derinlik kazandırır.
6. Kur’an’da, “hayır” ahlakı işlenir. O, bütünüyle hikmeti, rahmeti ve genel faydayı gözetmiştir.
Böylece kötülük, fesat, bozulma ve nefsin hevasına uyma önlenebilecektir. Gözetilen ilkeler yerine nefsin heva ve hevesleri seçilirse, yeryüzünün mutlaka bozulacağı belirtilmiştir. (Mü’minun, 23/71; A’raf, 7/33, 157; Kasas, 28/47)
Kur’an’da hayır, davranışların iç ve dış yönünü kapsayan, en güzel gayeleri içine alan anahtar kavramlardan biridir. Hayır, insanın Rabb’ına karşı ibadetinden, insanlarla olan ilişkilerine kadar her güzel tutum ve tavrı içeren kapsamlı bir kavramdır. Kur’an’da hayır, iman ve ibadet kavramlarıyla bir arada zikredilerek, hayır-ibadet ve hayır-iman ilişkisine geniş yer verilmiştir. Bu ilişki, ferdin ve toplumun bütün hayatını çevreleyen zengin bir içeriğe sahiptir. Kısacası hayır, Kur’an toplumunun yolu ve ölçüsüdür.
Müminle fasık, karanlıkla aydınlık, doğruyla eğri, cennetlikle cehennemlik bir olmadığı gibi hayırla şer de bir olamaz. Kur’an şerri, genel manada yasaklanan davranışlar olarak saymış, şirk koşma, nefse zulmetme, tembellik, tefrika, haksız yere yeme içme, kibir ve haset gibi hareketlerin hepsi şer kapsamına alınmıştır.
Öyleyse bize düşen, Kuran’ın hayır kapsamına aldığı güzellikleri yaşamak, şer olarak nitelediği kötü düşünce ve davranışlardan da kaçınmak olacaktır.
Cevap 2:
Evrensel Ahlak İlkelerinin Kuranî Temelleri
Ahlak (morality, ethic) için tek bir tanım yoktur. Ancak genel olarak ahlakın "bir davranış kodu" ve "toplum fertleri için bir rehber" olduğunu söylemek mümkündür.
Bu davranış kodlarının ya da rehberin kendisi kadar temelleri de önemlidir. Kimi filozoflar ahlakın temelinin insan tabiatı, kimileri akıl, bazıları da din olduğunu söylemişlerdir. Günümüz toplumlarında bu üç temel üzerine kurulu ahlaki rehberlikleri görüyoruz..
Burada bu üç temele göre ahlak kavramının değerlendirilmesi yapılmakta ve bir örnek olması bakımından Said Nursi'nin ahlak felsefesine yer verilmektedir.
Giriş
Ahlak (morality, ethic) için tek bir tanım yoktur. Ancak genel olarak ahlakın "bir davranış kodu" ve "toplum fertleri için bir rehber" olduğunu söylemek mümkündür. Bu davranış kodlarının ya da rehberin kendisi kadar temelleri de önemlidir. Kimi filozoflar ahlakın temelinin insan tabiatı, kimileri akıl, bazıları da din olduğunu söylemişlerdir. Günümüz toplumlarında bu üç temel üzerine kurulu ahlaki rehberlikleri görüyoruz. Ahlakın toplum ile birlikte bir anlam taşıdığı tartışılmaz bir gerçektir. Her toplumun adetleri, gelenekleri, düşünceleri farklı olduğundan farklı ahlak prensipleri ortaya çıkmaktadır. Bir toplum için ahlakî görülen bir davranış, bir başka toplum tarafından gayr-ı ahlakî. Çünkü sadece bir bölgede yaşama şansı olan bir insanın herkesi mutlu edecek ahlak prensiplerini tespit etmesi mümkün değildir. İlahi dinlerin asıllarından uzak bir şekilde hazırlanan ahlak kodları ise, kişilerin bireysel duygu ve düşüncelerini, şahsi arzu ve isteklerini yansıtmaktadır.
Bunların da çoğu insanı sadece bu dünyada yaşayan, hazlarını tatmin etmesi gereken bir varlık olarak gördüklerinden ahlak teorileri de bu düşünceyi tamamlayıcı unsurlar içermektedir.
İnsanları yaratıcısından bağımsız bireyler olarak algılayan ve ona göre prensipler ortaya koyan bu tür ahlak telakkilerinin topluma huzur ve barış getirmesi, insanları mutlu etmesi mümkün değildir. O halde bir toplum için değil, bütün insanlar için ve insanların iki dünyada da mutlu olmaları için ahlak kodlarını belirlemek gerekir. Bunu da bizim gibi bir insanın ortaya koyması imkansızdır. Bu ahlak kodları, insanı yoktan yaratan ve ona sayısız duygular ve değişik kuvveler veren Allah tarafından belirlenmelidir. İşte bu ahlak kodları en gelişmiş ve evrensel bir şekilde Kur'an'da bulunmaktadır. Bu kodlar sadece teorik nasihatlerden ibaret değildir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) de, bunların hayatıyla göstermiş ve insanlığa Kur'an'ın ifadesiyle "üsve-i hasene" olmuştur.
Kur'an'ı Kerim ahlakının temelini iman ve sevgi olarak tespit eder. Bu temellere dayalı ahlak prensiplerinde ise insanın kendisini ve toplumu tekamül ettirici özellikler taşır. İnsanın kendisine olduğu kadar başkalarına da değer vermesini, onların haklarını gözetmesini öngörür. İnsanın kendisini, ailesini ve içindeki yaşadığı toplumu ve dünyayı da hesaba katan Kur'an, huzurlu, barış içinde, birbirini seven bir fert, bir aile, bir toplum ve bir dünya oluşturmak ister. Kur'an'ı ve onun yaşayan örneği olan Hz. Muhammed'i kendisine referans alan Said Nursi de, eserlerinde ahlakın temelinin iman ve sevgi olduğu noktasından hareket eder. İslam'ın özünde de imanın ve sevginin göstergesi olan muavenet, özgecilik, şefkat, başkasına da kendine de zarar vermeme, insanlığın faydası için çalışma gibi evrensel ilkeler vardır. Said Nursi'nin ahlak öğretisi, hükümlerini akla tespit ettiren İslam dininin iman, sevgi, şefkat, fedakarlık, yardımlaşma, affetme, kardeşlik gibi temelleri üzerine oturmaktadır.
A. Felsefe Tarihinde Belli Başlı Ahlak Teorileri
İlkçağın büyük düşünürlerinden Sokrates, ahlakta üstün olmanın bilgiye bağlı olduğunu, ancak doğru bilginin doğru eyleme ulaştıracağını bildirir. Ona göre ahlaklı olmanın özü, iyiyi bilmektir. Bilgi insanın iradesine etki eder. Hiç kimse bile bile kötülük işlemez, kötülük bilginin eksikliğinden ileri gelir. Bilgi öğrenildiği gibi ahlak da öğrenilir. Sokrates'e göre ahlak ile mutluluk (eudaimonia) aynıdır. (Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İst. 1980, s. 50)
Sokrates'ten etkilenerek ortaya çıkan Kyrene okulu, ahlakta hedonizmi esas almıştır. Bu okula göre hazzı istemek ve aramak insan ve hayvan için doğal bir duygudur. İradenin biricik amacı hazdır. Haz iyinin kendisidir. Hazzı sağlayan şey iyi, acı veren şey ise kötüdür. Bu ikisi dışında kalan şeylere de aldanmamalıdır. (Gökberk, a.g.e., s. 55)
Kyrene okulunun kurucusu Kyreneli Aristippos'tur. Bu şahıs aynı zamanda hedonizmin de kurucusudur. Sokrates mutluluğun ruhun sağlığı olduğunu dile getirirken, Aristippos ise, mutluluğun bir anlık haz duygusu olduğu ileri sürer. Ona göre maddi hazlar, manevi hazlardan daha üstündür. (Gökberk, a.g.e., s. 56) Bu okul bireycidir. Toplum hayatına önem vermez.
Platon ise, Sokrates'ten etkilenerek ortaya çıkan okulların aksine bireyci değildir. Onun ahlak telakkisi sosyal ahlaktır. Ona göre tek kişinin değil, toplumun mutluluğu önemlidir. (Gökberk, a.g.e., s. 65)
Aristoteles bütün Yunan ahlakçıları gibi, bütün çabalarımızın en yüksek amacının mutluluk olduğunu söyler. İnsanın özü akıldır. İnsan ancak aklının etkinliği ile mutlu olabilir. (Gökberk, a.g.e., s. 87) Aristoteles'e göre iyinin ne olduğunu bilmek, onu yapabilmek değildir. İnsan ancak iradesini eğitmekle güçlü isteklerine karşı koyabilir, aklın gösterdiğini yapabilir. (Gökberk, a.g.e., s. 88) Aristoteles, bazı erdemleri derin bir anlayışla işlemiştir. Ona göre bazı etik erdemler vardır. Cesaret, ölçülü-düşünceli olma, cömertlik, yüksek ruhluluk, adalet, dengeli olma, şan-şeref sevgisi, edep, şeref duygusu, ağırbaşlılık, dostluk bu çeşit erdemlerdendir. Bu çeşit erdemlerin özü de "doğru olan ortayı" bulmadır. Bu şu demektir: İsteklerimiz bizi hep kötü olan aşırılıklara doğru itip sürükler. Bu arada doğru görüş, bize iki aşırılığın ortasındaki doğruyu, "pek çok" ile "pek az"ın ortasını buldurur. Doğruyu yapa yapa edinilen alışkanlık da, hep bu doğru ortayı bulacak gibi irademizi ayarlar. Cesaret delice atılganlık ile korkaklığın, cömertlik müsriflik ile cimriliğin, ölçülü-düşünceli olma, dizginsizlikle düşüncesizliğin, adalet, haksızlık yapma ile haksızlığa katlanmanın; dengeli oluş, deli gibi kızıp köpürme ile vurdumduymazlığın arasında bulunan "doğru ortalar"dır. Ona göre insan, "zoon politikan"dır. Yani sosyal bir varlıktır. Bu yüzden ahlak olgunluğuna ancak toplumda erişilebilir. (Gökberk, a.g.e., s. 88)
Epikuros, hedonist ahlak felsefesini yeniden canlandırır. Ona göre mutlu olmak isteyen filozof evlenmemelidir. Aile yükü ve sorumluluğu mutluluktan uzaklaştırır. (Gökberk, s. 101)
Aquino'lu Thomas, bütün skolastik çığırın en büyük düşünürüdür. Öğretisi bugün de Katolik kilisesinin resmi felsefesidir. (Gökberk, s. 170) Onun ahlak öğretisi, intellektualisttir. Yani akılcıdır. Ona göre akıl ruhtan daha üst sıradadır. Çünkü akıl değerleri bilmesi ve amaçlar koymasıyla iradeye yön verir. Ancak irade kendi bakımından özgürdür. Onda bir özgür olarak seçme yeteneği vardır. İrade özgürlüğü her türlü ahlakın ön şartıdır. Bizim eylemimiz, Allah tarafından yaratılmış olan nesnelerin değer düzenine uygunsa iyidir. (Gökberk, s. 173) Thomas, Yunan felsefesinin dört ana erdemini (yiğitlik, ölçülülük, bilgelik ve adalet) benimser. Ama bunlara şu üç Hıristiyan erdemini de ekler. Bunlar inan, sevgi ve umuttur. İnan, alçak gönüllülükle inanmayı, sevgi yakınları sevmeyi, umut da Allah'ın inayetiyle kurtulmayı umut etmeyi ifade eder. (Gökberk, s. 174)
Malebrance, insanın eylemlerinin en olgununun Allah sevgisine ulaşmak olduğunu söyler. (Gökberk, s. 292)
Aydınlanma Çağında Shaftesbury, antikçağın dinden uzak ahlak anlayışına tekrar dönenlerinin başında gelir. Ona göre ahlak duygusu, insanın eğilim ve eylemlerine uygulanan estetik bir duygudur. Bu ahlakî estetik duygu, bütün doğal olmayan, sosyal olmayan duyguları, yani çekememezlik, kötülük etmek, zulüm gibi ne kendimizin ne de başkalarının iyiliğini göz önünde bulunduran eğilimleri uygun bulmaz. Ona göre özgecilik önemlidir, ama bencillik de ihmal edilmemelidir. (Gökberk, s. 370)
Bernard de Mandeville ise, kendini beğenmişliğin, para ve mal hırsının, lükse ve eğlenceye düşkünlük gibi fenalıkların, eylemlerimizin zorunlu olan güdüleri olduğunu söyler. Bunlarsız bir toplum ne zengin olabilir, ne icat ve keşiflere varılabilir, ne de ticaret ve sanayi gelişebilir. Ona göre doğal insan, erdemli insan değil, egoist insandır. Ona göre ahlak, kendimizi herkesten üstün tutma çabası ile bunun okşanmasında doğan bir şeydir. (Gökberk, s. 372-375)
Bir Fransız düşünür olan Claude Adrien Helvetius da, Mandeville gibi, Hobbes'un bencillik sistemini geliştirmiştir. Ona göre de doğal durum egoizmdir. İstediği de elden geldiğince çok ve sık duyusal hazza erişmektir. Erdem insanların toplum hayatlarında ortaya çıkan bir takım bencil davranışlardır. (Gökberk, s. 373)
Yine Fransız materyalistlerinden Lamettrie'ye göre de insan hayatının en son amacı mutluluktur. İnsan duyusal bir varlık olduğuna göre, duyu hazzı eylemin en yüksek amacıdır. Onun haz teorisinde esas olan maddi hazlardır. Mutluluk dayanağı, insanın düşünme bakımından olgun olması değil, maddi zevk alma yeteneğidir. Vicdan azabı ve günah duygusu yararsız ve temelsiz üzüntülerdir. (Gökberk, s. 374. Ayrıca bütün bu ahlak teorileri ile ilgili olarak geniş bilgi için bk. Turgut, Ali, Kur'an-ı Kerim'e Göre Ahlak Esasları, Şamil Yayınevi, İst. 1980; Çubukçu, İbrahim Agah, Ahlak Tarihinde Görüşler, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1994; Güngör, Erol, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, Ötüken, İst. 1997; Bertrand Alexis, Ahlak Felsefesi, çev: Salih Zeki, sadeleştiren: Prof. Dr. Hayrani Altıntaş, Seba Yayınları, Ankara, 1999; Akarsu, Bedia, Mutluluk Ahlakı, İnkılap, İst. 1998)
B. Felsefi Ahlak Teorilerinin ve Kodlarının Çağımıza Yansıması
Geride bıraktığımız 20. asırda ve şu anda içinde bulunduğumuz 21. asırda, antikçağdan itibaren ortaya çıkan ahlak telakkilerinin etkisi görülmektedir. Özellikle de insanı dinin değerlerinden, inançtan uzaklaştıran ahlak teorileri Batı ülkeleri ve onların mukallitleri üzerindeki etkisini hala sürdürmektedir. Çağımızda baktığımızda medeniyetin maddi yönü, teknolojik boyutu baş döndürücü bir şekilde ilerliyor. Ahlakta ise, ilerleme değil, gerileme var. Erich Fromm yaptığı uygarlık eleştirisinde, insanoğlunun tekniği ve maddi tüketime tek taraflı ağırlık vermekle, kendisiyle ve hayatla olan bağını yitirdiğine dikkat çekerek, "dinsel inancını ve ona bağlı insanca değerleri yitirince, teknik ve maddi değerler üzerine yoğunlaştı; derin coşkular duyma kabiliyetini, bu duyguların getirdiği sevinç ve üzüntüyü duyma kabiliyetini yitirdi." (Fromm, Erich, Umut Devrimi, s. 16-84.) demektedir.
Dinden uzak felsefenin insana hediyesi, ferdiyetçilik, insanın kendi kendine yeterli olduğu düşüncesidir. (Graudy, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği, çev. Cemal Aydın, Pınar Yayınları, İst. 1996, s. 37) Batının bireycilik ve madde üzerine kurulan bir uygarlık olduğunu dile getiren Rene Guenon, bu uygarlığının ilkesizliğinden dolayı insanlığa zararlarının daha fazla olduğuna dikkat çekiyor. (Guenon, Rene, Modern Dünyanın Bunalımı, çev: Mahmut Kanık, Verka Yayınları, 1999, s. 91-143.) Allah'a iman olmadığında bütün ahlaki değerler bozulur. (Fromm, Erich, Umut Devrimi, s. 145-146) Çünkü Cahiliye döneminde de görüldüğü gibi bir olan Allah inancından, ona bağlı Allah sevgisinden ve ahiret inancından mahrum toplumlarda ahlaki ilkelerin adı olsa bile içleri boş olmakta, bazen de insanlara zarar veren şeyler "ahlak" olarak telakki edilebilmektedir. Ahlakı İlahi bir otorite belirlemeyince onu insanın aklı, nefsani arzuları, menfaati, hazzı, lezzeti belirlemektedir.
Bu gayr-i ilahi ahlak telakkilerinin etkisinde kalan, hiçbir sınır tanımadan herkesin her istediğini yapabilmesini sağlayan faydacı ve zevk ahlakına uyan kimseler, başkalarına da kendilerine de zarar verir duruma gelmişlerdir. Bu zararlar içinde soygunlar, cinayetler, tecavüzler, zulümler, uyuşturucu kullanımı ve ticareti sayılabilir. Bunun olumsuz etkileri, fert, aile, toplum ve genel olarak dünyada açık bir şekilde görülmektedir. Evrensel olarak ahlakın temeli kabul edilen, "kendine yapılmasını istemediğin bir davranışı, sen de başkalarına yapma" prensibini (Karl, Hans Küng, Kuschel, Josef, Evrensel Bir Ahlaka Doğru, çev. Nezvak Y. Aşıkoğlu. Cemal Tosun, vd, Gün Yayıncılık, Ankara, 1993, s. 10) Peygamberimiz (s.a.v) de asırlar öncesinde kendisini için sevip istediğini, başkasını için de sevmeyen, istemeyen bir kimsenin iman etmiş olamayacağını dile getirmiştir. (Müslim, Sahih, İman, 71-72)
Bediüzzaman Said Nursi, bütün bu felsefi akımların ahlak teorilerinin Batıda nasıl bir insan ve toplum modelini ortaya çıkardığını tahlil ediyor. Onun dinsiz felsefenin yetiştirdiği bir kişinin Firavun tabiatında bir kişi olduğu, menfaati için her şeye tapacak kadar alçalabildiği, sadece lezzeti için çalıştığı, tek amacının hayvansal hazlarının doyurmak olduğu şeklindeki yorumları, felsefe tarihindeki "hazcı, egoist, bencil" teorilerin çağımızda ne kadar etkili olduğunu gösteriyor. Zaten insanlığın bir kaos içinde olması, zulümlerin, haksızlıkların, tecavüzlerin artması da hep bu kodların hayata hakim olmasından kaynaklanıyor.
C. Ahlak Doktrinleri İçinde Evrensel Ahlak
Günümüzde üç önemli ahlak doktrini ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birincisi amoralizm denilen, ahlak kurallarına karşı çıkan doktrindir. Alman düşünürü, Friedrich Nietzsche'nin başını çektiği bu doktrine göre ahlaki gerçekler diye bir şey yoktur.
Ahlaki rölativizm ise, ahlak kurallarının toplumdan topluma, bölgeden bölgeye değişeceğini savunmaktadır. Buna göre herkes için geçerli olan ahlak kuralları yoktur. Modernitenin dayattığı ahlak ilkeleri dünyayı kaosa sürüklediği gibi, postmodernizmin insanları sevk ettiği rölatif ahlak da bir kaosa sürüklemektedir.
Halbuki insanlar, fıtraten benzer özellikler sergilemektedir. Allah'ın kainatta koyduğu nizam, intizam kanunu insanlar için de geçerlidir. İnsan bedenindeki uzuvlar aynıdır, iç organlar aynıdır. Bunların hastalıkları da bellidir. Eğer insanlar arasındaki bir benzerlik olmasaydı tıp ilminin ortaya çıkması mümkün olmayacaktı. Aynı şekilde insan mana alemi de aynı ortak özellikler taşıyor. Bu yüzden insanların ortak özelliklerine uygun, birlikte barış ve huzur içinde yaşayacakları herkes için geçerli ahlak kodları gerekmektedir. İşte bu ahlak ilkeleri evrensel ahlak ilkeleridir.
Ruh, kalb, ana duygular ve kuvvetler herkeste var. Bu yüzden herkesi mutlu edecek, kötü ahlak ilkelerinden uzaklaştırıp iyi ahlak ilkelerini yerleştirecek olan da tarih boyunca ilahi dinler olmuştur. Bin dört yüz senedir ise bu ilahi dinlerin ortak yönlerini içinde barındıran, yanlışlarını tashih eden İslam dini bu görevi yapıyor. Eğer herkes için geçerli ahlak kodları benimsenmezse, şu anda dünyanın içinde bulunduğu durum daha da vahimleşir ve dünya, toplumlar için yaşanmaz hale gelir.
Konfiçyüs'ün evrensel ahlak kuralı: "Sana yapılmasını istemediğini, sen de başkasına yapma."
Ernest Hawingway: "Ahlak konusunda inandığım ilke şudur: Bir şeyi yaptıktan sonra kendini iyi hissediyorsan o davranışın ahlakidir. Eğer kendini iyi hissetmiyorsan gayr-i ahlakidir." (http://www.canaktan.org.)
Evrensel ahlak Kant'ın ahlak felsefesiyle irtibatlandırılmaktadır. Ona göre ahlakın temelini herkes için aynı olan ve bütün insanlar için değişmeyen bir şey oluşturmalıdır. Herkes için aynı kalan değişmez temel, "iyiyi isteme, iyi niyet ve ahlak kavramı"dır. İnsanda temel olan iyiyi istemedir. Ona göre iyiyi istemenin kaynağı da saf isteme olan pratik akıldır, yani vicdandır.
Hadislerde kendisi için istediğini başkası için de istemedikçe bir kimsenin gerçek iman sahibi olamayacağı bildirilir. Aynı zamanda "Müminlerin imanca en mükemmel olanı, ahlakça en iyi olanıdır." buyrulmaktadır. Diğer taraftan "Müslüman diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir" ifadesi zikredilmektedir. Filozofların tesbit ettiği evrensel ahlak kuralları Hadisler ve Kur'an ayetlerini teyit etmektedir.
Nitekim, şu esaslar evrensel ahlak kuralları olarak kabul edilmektedir:
Saygı: İnsanların kendisine ve diğerlerine saygı göstermesini, yani başkalarının fiziksel ve ruhsal sağlığını bozacak davranışlardan kaçınılmasını ifade etmektedir.
Güvenilirlik: Her bakımdan güvenilecek bir insan olmayı ve başkalarına da güvenmeyi anlatmaktadır.
Sorumluluk: İnsanın ailesine, çevresine, arkadaşlarına, işyerine, dinine karşı sorumluluklarını yerine getirmesini, topluma karşı genel olarak iyi olanı yapmasını dile getirmektedir.
Adil olmak: Başkalarına karşı adil olmayı ve herkese eşit şartlarda eşit muamele etmeyi ifade etmektedir.
Şefkatli olmak: Duyarlılığı ve nezaketi anlatır.
Bu beş esasta toplanan evrensel ahlak kodlarının açılımlarının, nasıl yaşayacağımız ve birbirlerimize karşı nasıl davranacağımızın da bilinmesi gerekmektedir. Yalan söylememek, kendine nasıl davranılmasını istiyorsan başkalarına da öyle davranmak, hırsızlık yapmamak, aldatmamak, başkalarını haksız yere itham etmemek, zina yapmamak, tecavüz etmemek, adam öldürmemek, çevreyi tahrip etmemek bunlar arasındadır. Diğer taraftan, adaletli olmak, dürüst olmak, iyiliksever olmak, aile ve arkadaşlara sadakatli olmak, küçüklere şefkatli, büyüklere merhametli olmak, güçsüz ve zayıflara yardım etmek, bütün hayata saygılı olmak, çevreyi korumak da yapılması gereken evrensel ahlak kuralları olarak değerlendirilebilir. (http://www.universalmoralcode.com)
D. Kur'an'da Evrensel Ahlak ilkeleri
Kur'an en son indirilen ilahi hitap ve kitaptır. Bu yüzden mesajı da evrenseldir. Ayetlerin bir kısmının belli nüzul sebepleri olmasına rağmen, ifadelerin ekserisinin umumi mesajları içermesi, insan fıtratına uygun hükümleri taşıması, her şeyi akla havale etmesi, ayetlerinde "ey insanlar" hitabını kullanması onun evrenselliğinin delillerindendir. Nitekim her milletten insanların İslam'ı kolaylıkla kabul edebilmesi de bu evrenselliğin canlı şahididir.
Cenab-ı Hak insanı bir sınava tabi tutmak için bu dünyaya gönderdiğinden dolayı insanın fıtratına hem iyilik, hem de kötülük yapma kabiliyetini yerleştirmiştir. Yani insanda iyi ahlakın tohumları da, kötü ahlakın tohumları da var. (Şems, 91/8)
Kur'an-ı Kerim iyi ahlakın, ya da kötü ahlakın neler olduğunu tespit etmeyi sadece insanın aklına bırakmamıştır. Çünkü akıl da istikameti bulması gereken bir kuvvedir. İnsan o kadar kompleks bir yapıya sahiptir ki, bütün duyguların birbirleriyle alakası vardır. Hepsinin ötesinde ise insanın iyi ya da kötü ahlaka yönelmesini sağlayacak olan özgür bir iradesi vardır. Kur'an insanların hem dünya, hem de ahiret mutluluklarını sağlamak maksadıyla iyi ve kötü ahlak prensiplerini ortaya koymuştur. Buna uyup uymama da ise serbest bırakılmıştır. Ancak Kur'an insanların dünya ve ahiret mutluluklarını sağlamak amacıyla geldiği için, insanları hep iyi ahlak ilkelerine uymaya teşvik etmiştir. Çünkü insanın mutluluğu buna bağlıdır. İnsan iyi ahlaklı olması, kendisini, ailesini ve toplumu mutsuz edecek olan kötü ahlak ilkelerinden uzaklaşması, iyiyi elde ederek mutlu olması için de, inanç ve sevgi gibi temel esasları belirlemiştir. Bunlar, Kur'an ahlakının kaynağını oluşturuyor. Bunun sonucunda ise iki dünya mutluluğu meyvesi karşımıza çıkıyor. Bu iki kaynak, ahlakın evrensel kaynağı olarak kabul edilen,"kendine yapılmasını istemediğin bir davranışı, sen de başkalarına yapma" ilkesinin de aslında teoriden pratiğe geçmesini sağlıyor. Acaba insan niçin kendisine yapılmasını istemediği bir davranışı başkasına yapmayacak? Eğer kendisini bundan alıkoyacak bir manevi güç yoksa, bu ilke teoride kalır. Halbuki hadis-i şeriflere aynı ilke iman şartına bağlanıyor.
O halde insanın kendisine yapılmasını istemediği bir davranışı başkasına yaparsa imanı kemale ermemiş demektir. İman, Allah'a, ahiret gününe ve diğer iman esaslarına iman etmeyi içine alıyor. Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda güzel ahlak ilkelerini uygulamanın Allah sevgisiyle ilişkisini görürüz. Cahiliye döneminde Allah'a inandıklarını söyleyen ama elleriyle taştan, yiyecekten yaptıkları putları Allah'a ortak koşan, Kur'an'ın ifadesiyle putları "Allah'ı sever gibi seven" bir topluluk vardı. (Bakara, 2/165.)
Cahiliye toplumunda görülen toplumun huzurunu bozan zulüm, gösteriş, zina, içki, kız çocuklarını diri diri öldürmek gibi ahlaksızlık ve cinayetlerin altında hep Allah sevgisi yerine ikame edilen put sevgisi vardı. Çünkü putlar Kur'an'ın ifadeleriyle onlara ne zarar verebilirlerdi, ne de menfaat. Yaptıkları kötülükleri cezalandıracak, iyilik yaptıklarında mükafatlandıracak, seven, şefkat eden ve adaletli olan bir Allah inancı yoktu. Bu yüzden toplum büyük bir kaos içindeydi. Ama Kur'an önce onları tevhide çağırdı. Sonra da "müminlerin Allah sevgisinin, müşriklerin putlarına olan sevgisinden çok fazla" (Bakara, 2/165.) olduğunu beyan etti. Böylece tevhid inancı ile birlikte Kur'an Allah sevgisini merkeze aldı. Sevgi üzerine kurulu ahlaklı bir toplum oluşturmayı hedefledi. Şirki bırakan, bir tek Allah'a inanan insanlar, Allah'ın kendilerini sevdiği, kendilerinin de Allah'ı sevdiği, aynı zamanda birbirlerini seven insanlardır.
Zaten Kur'an'ın istediği toplum da Allah'ı seven, Allah'ın da kendilerini sevdiği, birbirlerini seven insanların oluşturduğu bir toplumdur.
"Ey iman edenler, sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü, şefkatli, kafirlere karşı onurlu, zorlu bir toplum getirecektir." (Maide, 5/54)
ayeti de bunun delilini oluşturmaktadır. Putları seven ve putlar için birbirlerini seven insanlar, aslında kendi bencilliklerine ve menfaatlerine, çıkarlarına kılıf geçiren insanlardı. Ve bu sevgi onları kin, düşmanlık, tecavüz, zina, içki, kumar gibi fertlerin, ailelerin ve toplumun huzurunu bozacak davranışlara sevk etmişti. Cahiliye şiirlerinde bütün ahlaksızlık türlerinin övülmesi bunun delilini teşkil ediyor. Kur'an ise, tek Allah inancı, Allah sevgisi ve bunlara bağlı olarak insan sevgisi ve şefkatini merkeze aldı. Bu toplumun huzurunu bozan olumsuz ilkelerini kısa bir süre içinde değiştirdi.
Kur'an-ı Kerim, bir taraftan insanları iman etmeye davet ederken, diğer taraftan Allah'ı sevmeye davet ediliyor. Aynı zamanda Allah tarafından sevilmek için de güzel ahlaktan yana tavır alınmasını istiyor. Cenab-ı Hakkın, müttakileri, muhsin olanları, sabırlı, adaletli olanları, tövbe ve tevekkül edenleri seveceğini bildirmesi, güzel ahlak prensiplerinde Allah inancının ve onun sevgisini kazanmanın en önemli bir vasıta olduğunu gösteriyor. Yine Cenab-ı Hakkın kafirleri, zalimleri, müfsidleri, haddini aşanları, israf edenleri, hainleri, kibirli ve gururlu insanları sevmeyeceğini bildirmesi de, kötü ahlak ilkelerinden uzaklaşmada Allah inancının ve sevgisinin oynadığı rolü gösteriyor. (Bu konudaki ayetler ve ayrıntılı açıklamalar için bk. Yargıcı, Atilla, Kur'an'ın Önerdiği İdeal İnsan Modelinin Oluşmasında Sevginin Rolü, yayınlanmamış doktora tezi, Ankara 2002, s. 101-162)
İnsanın güzel ahlak ilkelerini uygulamasını sağlamada Allah inancı ve sevgisi ile birlikte ahiret inancı da önemli bir rol oynuyor. Kur'an-ı Kerim'in dört ana konusundan birisi de ahiret inancıdır. Kur'an'a göre insan öldükten sonra tekrar diriltilecek, Allah huzurunda toplanacak ve dünyadaki hayatının hesabını verecektir. Bu hesap, insanın dünya sınavında başarılı olup olmadığını gösterecek olan bir hesaptır. Hesap vermenin sonunda, insan mükafat ve ihsan için cennete, ya da ceza çekmek için cehenneme gönderilecektir. Bu durumda ahiret inancı insanı Allah'a hakkıyla kulluk yapmaya, bu da emirleri yapıp yasaklardan kaçınmaya teşvik ediyor. Emirleri yapıp yasaklardan kaçınan bir insan ise, Allah tarafından sevilen bir insan olmakla birlikte toplum tarafından da sevilen bir insan konumuna yükselir. Kur'an'da bildirilen ve inanç ve sevgi ile bağlantılı olan ahlak ilkeleri de teoride kalmamış, Hz. Muhammed (s.a.v.) bu ahlakın yaşayan bir timsali olmuştur. Kur'an'da peygamberimiz (s.av.)'in, "büyük bir ahlak üzere olduğu"nun (Kalem, 68/4) beyan edilmesi de, onun Kur'an ahlakına sahip olduğu gösteriyor. Kur'an'ın inanç, sevgi ve şefkat odaklı ahlak kodları bütün insanların gerçek iyiyi bulmalarını, mutlu olmalarını sağlayacak kodlardır.
Bu ahlak kodlarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
- Doğruluk (Bakara, 2/177; el-Ahzab, 33/70),
- Takva (el-Araf, 7/96, et-Talak, 65/2),
- Tövbe (Nisa, 4/26-27; et-Tevbe, 9/104; eş-Şura, 42/25),
- Şükür (ed-Dehr, 75/3; İbrahim, 14/7),
- İhlas (el-Bakara, 2/138.),
- Sabır (el-Asr, 103/2-3; el-Ahzab, 33/35),
- Merhamet (el-Araf, 7/156; el-Mü'minun, 233/110; el-Beled, 90/17-18),
- Hilm (Al-i İmran, 3/159),
- İiffet (en-Nur, 24/33; el-Maide,5/55; el-Ahzab, 33/35),
- Güzel söz (en-Nisa, 4/114; el-İsra,17/53; en-Nahl, 16/125)
- Salih amel (el-Maide, 5/9; en-Nisa,4/173; Al-i İmran, 3/114)
Diğer taraftan Kur'an'ın belirlediği herkes tarafından kabul gören ve fertlerin, ailelerin ve toplumların menfaatine olan yok edilmesi gereken kötü ahlak kodları da vardır. Bunlar da;
- Yalan söylemek (en-Nahl, 16/105,116; ez-Zümer, 39/3),
- Sefahet (el-Bakara, 2/113,242; el-Araf,7/155; el-Cin,72/4),
- Azgınlık (Hud, 11/16; el-İsra, 17/16, Seb'e, 34/34),
- Nankörlük (Hud,11/9; el-Hacc, 22/16; lokman, 31/32; Fatır, 35/36),
- İsraf (el En'am, 6/141; el Furkan, 25/67; el Araf, 7/34,81),
- Cimrilik (En Nisa, 4/53; el-İsra, 17/100; Muhammed, 47/38; el-Bakara,2/268),
- Ümitsizlik (er-Rum, 30/37; Hud, 11/11; ez-Zümer,39/53),
- Başa kakmak (el-Müddessir, 74/6; el-Bakara, 2/262,264; el-Hücurat, 49/17),
- Tecavüz (en-Nisa, 4/29; el-Maide, 5/2; en-Nur, 24/22),
- Kibir (en-Nahl, 16/22; en-Nisa, 4/172; el-Mümin, 40/60),
- Fuhuş ve zina (e-Araf, 7/28; en-Nahl, 16/90; el-Müminun, 23/5; el-İsra, 17/32; en-Nur, 24/3)
- Kumar ve içki (Maide, 5/90) gibi hususlardır.
E. Said Nursi'nin Ahlak Felsefesi
Said Nursi'nin ortaya koyduğu ahlak Kur'an'ın evrensel ahlakını esas alıyor. Dünyada genel olarak ahlaki değerle büyük bir yozlaşma yaşanıyor. Son birkaç asırdır Cahiliye toplumunu aratacak derece bir dejenerasyon görülüyor. Said Nursi'nin tespitleriyle bunun en önemli sebebi, imanın esaslarına saldırıların olmasıdır. Ateizm, darwinizm, hedonizm, materyalizm gibi doğru inançtan mahrum teori ve ideolojiler doğrudan ya da dolaylı olarak insanlara eğitim, medya, sinema, kitaplar ve internet yoluyla enjekte ediliyor. Bilim ilerlerken, doğru din, inanç ve onlara bağlı güzel ahlak ilkeleri de görmezden gelinmiş, akıl kutsallaştırılmış, insanın dünyevi, geçici hazları ön plana çıkarılmıştır. Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, onların sağlayacağı güzel ahlak kodlarından mahrum kalan insanların ruhlarında, akıllarında meydana gelen boşluğu, birbirlerine zıt fikirleriyle ahlak felsefecileri dolduruyor. Genellikle doğru inançtan mahrum olan, bencilliği, hedonizmi esas alan bu felsefi akımların ahlak kodları, bilim ve teknolojinin imkanları da kullanılarak gittikçe yaygınlaşıyor.
Nursi, İsevilik din-i hakikisinden uzaklaşan Avrupa'yı "ikinci Avrupa" olarak isimlendiriyor. Bu ikinci Avrupa'yı tahlil ederken, onun natüralist felsefenin zulmetiyle, medeniyetin kötülüklerini iyilik zannederek, insanlığı sefahate ve sapıklığa sevk ettiğini bildiriyor. "Bozuk" diye nitelendirdiği bu Avrupa, bir elinde "sakim ve dalaletli felsefeyi", diğer elinde de, "sefih ve muzır medeniyeti" tutuyor ve insanlığının mutluluğunun bu ikisiyle olacağını iddia ediyor. (Nursi, Said, Lem'alar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2001, s. 168)
Sefahat, insanın sadece dünyaya yönelmesi, ahireti unutması, bedensel hazları ön plana alarak aklın ve ruhun lezzetlerini hesaba katmaması demektir. Bu görünüşüyle Avrupa, antikçağdaki hedonist, yani hazcı, lezzetçi, zevkçi ve indivudialist ahlak teorilerini hayata geçirmiş gibi gözüküyor. Said Nursi'nin sakim ve dalaletli felsefe tabirinden bu manaları da anlamak mümkündür. Elbette bunun kaynağını da Allah inancı yerine tabiatı koymaya çalışan naturalist felsefe oluşturuyor. Çünkü Allah'a inanmayan, ahirete inanmayan, Allah'ı sevmeyen ve Allah tarafından sevilmeyi düşünmeyen bir kimsenin hedonizmi, bireyselciliği, kötülük yapmayı meşru görmemesi mümkün değildir. Böyle bir insanın kendi menfaatinden başka bir şey düşüneceğini ummak doğru olmaz. Bu inanç ve değerlerden mahrum insanların bedensel hazların peşine düşmesi kolaylaşıyor. Ölümü kendisine hatırlatan aklını içki, uyuşturucu ve eğlencelerle uyuşturarak kendisini ölümün pençesinden kurtaracağını zannediyor. Aldığı geçici ve elemli mutluluğu gerçek mutluluk zannediyor. Bu yüzden Said Nursi, hedonist, bireyselci ve naturalist ikinci Avrupa'nın cismi yalancı cennette, kalbi ve ruhu cehennem azabı çeken, görünüşte mutlu, aslında mutsuz ve umutsuz bir insan tipi ortaya çıkardığını ifade ediyor. (Nursi, Lem'alar, s. 168)
Avrupa'nın bu felsefi doktrini, insanların tek hedefinin bu dünyada yaşamak ve varlıklarını devam ettirmek olduğunu ifade ediyor. Bunun için de bedensel menfaatler ve hazlar peşinde koşmak gerekir. Bu anlayış hayvanlardan çok yüksek duygularla ve cihazlarla yaratılmış olan insanı bir basit hayvanla aynı seviyeye getiriyor. Halbuki insanın hayvan gibi olması mümkün değildir. Bu anlayış hayatı bir mücadele suretinde gördüğü için, toplumda gönüllü yardımlaşma, fakir ve fukaranın gönlünü alma ortadan kalkıyor. Üstelik bu mücadele prensibi, çatışmayı, bu da toplumsal huzursuzluğu beraberinde getiriyor. Bu anlayış bazı fertleri zenginleştirerek azdırıyor, çoğunluğu ise yoksul olarak bırakıyor. Bu felsefeye göre insan sadece kendi menfaatini düşünmeli, kendi lezzetini takip etmelidir. Böylece bir insanın nefsini de ilah derecesine çıkarıyor. Büyük bir narsistlikle kendinden başka hiçbir kimseyi sevmiyor, beğenmiyor. (Nursi, Lem'alar, s. 170)
Said Nursi, eserlerinde önce içinde yaşadığı ülkeden, Türkiye'den başlayarak bu insanlığı en alçak derecelere sürükleyen gidişatı durdurmak için, Kur'an'ın evrensel ahlak kodlarına dayalı bir ahlak felsefesi geliştirmektedir. Birçok yönüyle Cahiliye dönemine benzeyen bir çağda, Kur'an ilkelerine dönmekten başka çare yoktur. Kur'an ruhlarda, akıllarda, kalplerde ve davranışlarda bir değişim meydana getirme gücüne sahiptir.
Bu yüzden Nursi, "İmanın insanı insan edeceği, belki de insanı sultan edeceği" gerçeğini dile getirerek, inancı temel alır. Çünkü bütün bu ahlak yozlaşmalarının altında sağlam ve doğru bir inançtan mahrumiyet vardır. İman esaslarının tamamının üzerinde duran Nursi, özellikle de Allah'a iman ve Ahiret'e iman üzerinde daha fazla tahşidat yapar. Ona göre toplumsal kargaşanın, anarşinin kaynağı dinsizlik tohumlarının ekilmesidir. Allah inancından, ahiret inancından ve diğer inanç esaslarından mahrum bırakılan bir toplumun, onların sağladığı yüksek ahlaki değerlerden uzak kalması da tabii bir sonuç olacaktır ve öyle de olmuştur. Bu yüzden Nursi, bütün mesaisini iman üzerine yoğunlaştırır. Hastalık teşhis edilmiştir: "Zaaf-ı diyanet". İşte bunu tedavi etmek için iman esaslarını bilimin verilerine dayanarak aklın alabileceği, ruhun ve kalbin tatmin olabileceği şekilde anlatmıştır. Onun ahlak felsefesinin temelinde "tahkiki" diye nitelendirdiği kuvvetli bir Allah inancı vardır. İnsanın kendisini ve kainatı bir kitap gibi okuyarak, her şeyde Allah'ın isimlerinin, fillerinin yansımalarını okuyacak dereceye gelen bir insan, kendisini her zaman Allah'ın huzurunda hisseder. Yani "huzur-u daimi" kazanır.
Bu düşünce insanı Allah'ın emrettiklerini yapmaya, yasakladıklarından da kaçınmaya sevk eder. O halde güzel ahlaklı olmak için yüzeysel bir iman olarak isimlendirebileceğimiz, Nursi'nin ifadesiyle "taklidi" bir iman yetmez. İmanın tahkiki hale gelmesi gerekir. Aynı tahkikilik diğer iman esasları için de geçerlidir. Nursi'nin esas vurgusu Allah'a, ahirete iman ve Allah sevgisi üzerinedir. Sevginin daha geniş bir anlamını ifade eden şefkat de çok önemli bir ilkedir.
Allah'a inanan, O'nu isim ve sıfatlarıyla tanıyan bir insan O'nu sever. Bu da kişiyi O'nun sevgisini kazanmaya sevk eder. Onun sevgisini kazanmak için de O'nun sevdiği zat olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'e tabi olur. Zaten ona tabi olmak, İslam'ı yaşamaktır, Kur'an'ın evrensel olan ahlak kodlarını uygulamaktır. Diğer taraftan Allah'a inanmak, Hz. Muhammed'e inanmayı, meleklere inanmayı, ahirete inanmayı, kadere inanmayı ve kutsal kitaplara inanmayı gerekli kılar.
Nursi'ye göre bütün iman esaslarına tahkiki bir şekilde inanan bir insan, ihlaslı bir kul, mütevazi bir insan, fakrını, zaaf ve acziyetini bilen ama Allah'ın kudretini arkasında hisseden, Allah rızası için ve fazilet için çalışan bir kişi olur. (Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2001, s. 122) Ona göre böyle bir şahsın sahip olduğu bazı faziletler vardır. Bunlar toplumsal hayatın huzuru ve mutluluğu için önemlidir. Bu faziletler şunlardır: Kuvveti değil, hakkı üstün tutmak; faydacılığı değil, Allah'ın rızasını esas amaç haline getirmek; ırkçılığı değil, din, sınıf ve vatan bağını önemsemek; nefsin kötü arzularına set çekip, ruhu yüce şeylere teşvik etmek; böylece insanı kamil bir insan haline getirmektir. Bütün bu faziletlere sahip olmak toplumdaki tecavüzleri, haksızlıkları, çarpışmayı, kavgayı, boğuşmayı ortadan kaldırır. İttifak, dayanışma, yardımlaşma, kardeşlik, sevgi meydana getirir. Bu da insanın iki dünyada da mutlu olmasına sebep olur. (Nursi, Sözler, s. 122)
Bu faziletleri, asılları Kur'an'da bulunan temel ahlak kodları olarak da isimlendirebiliriz. Nursi'nin, insanın iman vasıtasıyla elde edeceği, antik yunan felsefesinde izlerini gördüğümüz ama farklı bir şekilde ele aldığı ahlak kodlarına "şecaat, iffet ve hikmet"i katıyor. Ona göre bu üç ahlak kodunun birleşmesinden dördüncü ve daha yüksek bir kod meydana gelir. Bu da adalettir. Nursi, bu dörtlüye "sırat-ı müstakim" diyor. (Nursi, İşaratü'l-İcaz, Yeni Asya Neşriyat, İst., s. 29)
Nursi'ye göre insan, bütün hayvanlardan farklı bir mizaçla yaratılmıştır. Bu mizaç sebebiyle insanda türlü türlü meyiller, arzular meydana gelmiştir. Bu meyillerin gereğince yiyecek, giyecek ve diğer gereksinimlerini istediği gibi güzel bir şekilde karşılayabilmek için çok sanatlara ihtiyacı vardır. İnsanın o sanatların hepsinde maharet sahibi olması mümkün olmadığından, diğer insanlarla "teşrik-i mesai" etmeye mecburdur. Bu sayede herkes çalışmasıyla elde ettiği ürünleri karşılıklı olarak değiştirir. Günümüzde bu ticaret yoluyla olmaktadır. Yani ihtiyaçlarını bu şekilde sağlar. Fakat insanda şehvet, gazab ve akıl kuvveleri yaratılış olarak sınırlandırılmamıştır. Bunun da sebebi insanın cüz-i iradesiyle terakkisini temin etmektir. Bu yüzden muamelelerde zulümler, haksızlıklar, tecavüzler meydana gelir. Bu haksızlıkları, zulümleri ve tecavüzleri önlemede insan toplumları ticaret yaparken, ürünleri alıp satarken adalete muhtaçtır. Fakat her ferdin aklı, adaleti idrak etmekten acizdir. Bu yüzden külli bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler o külli akıldan istifade etsinler. Öyle bir külli akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun da ancak şeriattır. (Nursi, İşaratü'l-İcaz, s. 141)
O halde insanın şehvet, gazab ve akıl kuvvelerini dengeleyecek olan şeriat dediğimiz, İslam dinidir. Yani Kur'an ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hadisleridir, sünnetidir.
İnsandaki şehvet kuvvesi menfaatli şeyleri almak için verilmiştir. Eğer İslam dininin sağlam inanç esaslarıyla dengelenmezse, ya humud ya da fücur ortaya çıkar. Humud helal ve harama da insanın arzusunun olmamasıdır. Böyle bir insan "insanlık" özelliklerini kaybeder. Fücur ise, helal haram demez, saldırır, namus ve ırzları payimal etmek ister. Bunun orta mertebesi ise iffettir; helal olan şeyleri arzular, haramlar kaçınır. (Nursi, İşaratü'l-İcaz, s. 29)
İşte, insanın yeme, içme, giyinme, barınma, karşı cinsle münasebetlerinde iffetli olmasını ancak İslam dininin inanç ve ibadet esasları sağlar.
İnsandaki gazap kuvvesi, zararlı şeyleri uzaklaştırmak için verilmiştir. Eğer İslam dininin sağlam inanç esaslarıyla dengelenmezse, ya cebanet ya da tehevvür ortaya çıkar. Cebanet korkulmayacak şeylerden bile korkmaktır. Bu durumda korku insanın başına bela olur. Tehevvür de, maddi manevi hiçbir şeyden korkmamaktır. Bütün haksızlıklar, zulümler, tecavüzler bu duygusunu sınırlandıramamış insanlardan çıkar. Halbuki bunun orta mertebesi şecaattir. Yani yiğitliktir. Böyle bir insan kimseye haksızlık yapmaz. Ama dini ve dünyevi hukuku için gerekirse cana feda edecek derecede cesur olur. (Nursi, İşaratü'l-İcaz, s. 29)
Akıl ise iyi ile kötüyü birbirinden ayırt etmek için verilmiştir. Eğer İslam dininin sağlam inanç esaslarıyla dengelenmezse, ya gabavet ya da cerbeze ortaya çıkar. Gabavet ahmaklık demektir. İnsan bu durumda hiçbir şeyden haberi olmaz. Zararını menfaatini ayırt edemez. İyi ile kötüyü fart edemez. Cerbeze ise, insanın hakkı batıl, batılı hak gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya sahip olması demektir. Bunun orta mertebesi hikmettir. Hikmet hakkı hak bilip uymak, batılı ve yanlışı yanlış bilip ondan uzaklaşmaktır. (Nursi, İşaratü'l-İcaz, s. 29)
İffet, şecaat ve hikmet adalet kodunu meydana getirir. Bunların hepsi birden ise insan için "sırat-ı müstakim"dir.
Bütün ahlak kodlarını pratik hayata aksettirmede Allah inancı ile birlikte ahiret inancı da önemli bir rol oynar. Ona göre ahiret inancı, ferdin ve toplumun hayatının ve mutluluğunun temelidir. Özellikle gençlerin şiddet-i galeyanda olan hislerini kontrol altına almanın önemli yollarından birisi de cehennemin varlığına inanmaktır. Bu inanç gençleri, ifratkar bulunan nefis ve hevalarını tecavüzlerden, zulümlerden ve tahribattan uzaklaştırır ve sosyal hayatın güzel bir şekilde devam etmesini sağlar. (Nursi, Sözler, s. 89)
Aynı zamanda ahiret inancı mutlu bir aile modeli ortaya çıkarmada yardımcı olur. Ailenin mutluğu Nursi'ye göre, "samimi, ciddi, vefalı hürmet" ve "hakiki, şefkatli ve fedakarane merhamet"tir. Hürmet saygıyı, merhamet ise şefkati ifade etmektedir. Her ikisi de evrensel ahlakın önemli kodlarından birisidir. Bu gerçek saygıyı ve şefkati sağlamak ancak ahirette ebedi bir arkadaşlık fikriyle olabilir. Eğer inançlı, ibadetini yapan bir insan olursa eşiyle ebedi alemde birlikte olacağını düşünen bir insan, bu dünyada ona saygısızlık yapmaz, vefalı davranış, onun zahiri güzelliği bozulsa bile, ona bir huri gibi muamele eder. (Nursi, Sözler, s. 89)
Gerçek saygıyı ve şefkati gösterir, onu rencide etmez. Sevginin, saygının ve şefkatin gerçek manada kullanılması ve aile hayatının mutlu bir yuva haline gelebilmesi, ahiret inancının sağlam olmasına bağlıdır. Ahiret inancı olmazsa, ölümle ebedi bir şekilde birbirinden ayrılacaklarını düşünen karı-koca birbirlerine sadakatli, şefkatli ve saygılı olmazlar. Batı dünyasında aile hayatının ortadan kalkacak dereceye gelmesinin, boşanma oranlarının %70'ler seviyesine çıkmasının altında yatan en önemli sebeplerden birisi de bu ahiret inancındaki boşluk olsa gerektir.
Diğer taraftan da Allah inancı ve Ahiret inancı ile birlikte sevgi de güzel ahlak kodlarının hayata tatbikinde önemli bir rol oynar. Nursi, sevgiyi, kainatın varlığının sebebi, bağı, nuru ve hayatı olarak nitelendirir. Ona göre insan evrenin en kapsamlı bir meyvesidir. Bu yüzden insanın kalbine kainatı kuşatacak genişlikte bir sevgi duygusu verilmiştir. Nursi, sevginin ya mahlukata, ya Allah'a yöneltilmesinin kaçınılmaz olduğuna dikkat çekerek, önce Allah'a yöneltilmesini öngörür. (Nursi, Sözler, s. 331-333)
Ona göre insan, Allah'a tahkiki bir şekilde inanıp O'nu sevdiği zaman, bütün varlıkları da onun namına sevebilir. Bu da teorik olan ahlak kodlarını pratize etmenin en önemli sebeplerinden birisidir. İnsan lezzetli yiyecekleri Allah namına sevdiği zaman bunun en önemli alameti, meşru dairede kanaatkarane kazanmak, tefekkür ve şükrederek yemektir. (Nursi, Sözler, s. 597) Yani insan vücudunun ihtiyacı olan nimetleri Allah için sevdiği zaman, haram yoldan değil, helal yoldan kazanç sağlayacaktır. Bu da başkalarına haksızlık, kötülük yapmayı engelleyecektir. Bu durumda insan Allah'ı sevdiği için, Allah'ın sevgili bir kulu olmak için din tarafından konulan sınırlara riayet edecektir. Nursi, zaten bunu iffetin tarifi içinde değerlendirmektedir. İffet de çok önemli olan bir ahlak kodudur.
İnsan anne-babasını da nefsi hesabına değil, Allah hesabına sevmelidir. Bunun alameti ise, onlar ihtiyar olduklarında ve sana hiçbir faydaları kalmadığı bir zamanda, onları daha çok sevmek, onlara daha çok merhamet ve şefkat etmektir. Böyle bir insan pederini haksız görse de isyan edemez. (Nursi, Sözler, s. 597)
Annesine saygısızlık edemez. İmanı zayıf olan, bu yüzden de anne-babalarını nefisleri hesabına seven kimseler, menfaat elde etmek için onları öldürmekten bile geri kalmıyorlar. Bu da insanın vicdanın tefessüh etmesi demektir. Bundan daha kötü bir ahlak olamaz.
Çocuğunu Allah için seven bir kimsenin onu Allah için sevdiğinin alameti, o çocuğu öldüğü zaman sabır ve şükür içinde bulunmaktır. Ümitsiz bir şekilde bağırıp çağırmamaktır. (Nursi, Sözler, s. 597)
Bir insanın eşini Allah için sevmesinin alameti de, onu ahlakı güzel olduğu için, şefkati güzel olduğu için sevmesi, geçici güzelliğine bel bağlamamasıdır. Çünkü şefkatin ve ahlakın güzelliği hayatın sonuna kadar devam eder. Eşler Allah için sevilmezse, suret güzelliğinin bozulmasıyla aile de dağılır. (Nursi, Sözler, s. 598)
Sonuç
İnsanların tecrübeleriyle elde ettikleri evrensel ahlak ilkelerini en ayrıntılı ve gelişmiş şekilde Kur'an ilk nazil olduğu zamanda tespit etmiştir. Saygı, güvenilir olmak, sorumluluk, adil olmak, şefkatli olmak, özgeci olmak, yardımsever olmak gibi evrensel olarak kabul edilen ahlak kodları, on dört asır önce nazil olan Kur'an'da en gelişmiş şekilde bulunmaktadır.
Evrensel ahlak ilkelerinin tespit edilmesi kadar hayata geçirilmesi de önemlidir. Bu da evrensel ahlak kodlarının kaynağı sorununu gündeme getiriyor. Bu ahlak kodları tek bir Allah inancı, ahiret inancı ve Allah sevgisi gibi bunları en güzel şekilde pratize etmeye sebep olacak kaynaklardan mahrum bir şekilde düşünülürse, ahlak kodlarının uygulanmasında büyük sorunlar yaşanır. Günümüz dünyası bu sorunların yaşandığını açık bir şekilde gösteriyor. Kurallar var. Kodlar, ilkeler mevcut. Ama bunları uygulatacak güç yok. Bu yüzden insanlar sanki kendilerine hiç kutsal kitap gelmemiş gibi davranıyorlar. Bu ilkeler, kodlar bir tarafta bekler, toplumlarda zulümler, haksızlıklar, tecavüzler engellenemiyor.
İşte Kur'an bu ahlak kodlarını teoriden pratiğe geçirecek kaynağı da dile getiriyor. O da Allah inancı, ahiret inancı ve Allah sevgisidir. Bu yüzden çağımızın ahlak kaosundan kurtulması için Kur'an'ın evrensel ahlak kodlarına ve bunları sosyal hayatta uygulanabilir kılan Allah inancı, ahiret inancı ve Allah sevgisine dönmekten başka çare yoktur.
(bk. Atilla YARGICI, Evrensel Ahlak İlkelerinin Kuranî Temelleri, The Qur'anic Foundations of Universal Principles of Ethics, Köprü Dergisi, Yaz 2006, 95. Sayı).
İlave bilgi için tıklayınız:
- Ahlak ilkeleri ile ilgili ayetler hangileridir?
- Kur'an-ı Kerim'in evrenselliğini örneklerle açıklar mısınız?
- Ahlâk kavramını ve "Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için ...
- Ahlâkî Örnek Olarak Hz. Peygamber (S.A.S.)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- Tanrı / Allah olmadan ahlaklı olunamaz mı?
- Ahlaki yargıların bilim gibi evrensel olmaması yanlış değil midir?
- Ahlaklı olmak, dindar olmak mı?
- Ahlakın rotası, hayatın rotasını tayin eder
- Bakara 45-46. ayetlerini açıklar mısınız?
- Dindar bir eşin faydaları, dindar olmayan bir eşin zararları ne olabilir?
- İnsanın, Allah’ın isimlerini en güzel yansıtan bir ayna olması ne demektir?
- İslam ahlakı hakkında bilgi verir misiniz?
- Her fen Allah’ın bir ismine mi dayanıyor?
- Müslümanlar için hangi yönetim modeli idealdir?