HAŞR SURESİ 24. AYETE GÖRE YARATILIŞ İMKÂNI VE MAHİYETİ

Dr. Öğr. Üyesi Ahmet ÖZDEMİR
Bitlis Eren Üniv. İslami İlimler Fakültesi TİBB. Tefsir Anabilim Dalı.
 [email protected]

     Kur’an, açık bir şekilde ilk canlının ne zaman ve nasıl yaratıldığına dair herhangi bir bilgi sunmamaktadır. Fakat genel olarak kâinatın; özel olarak da her bir varlığın yaratılışına dair bilgi vermektedir.

     Haşr Suresinin 24. Ayetinde Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

     “O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir[1].

     Söz konusu ayetten anlaşılacağı gibi, Allah varlıkları belli bir nizama ve ölçüye göre yokluktan, hiçlikten örneksiz yaratıp belirli ve gerekli form haline getirmekte ve fizikî veya zihnî olarak suret verip güçlendirmektedir. O, varlıkları yarattıktan sonra kendi başına bırakmamıştır. Her an bütün mevcudat O’nun idaresi, kontrolü ve hükmü altındadır.    

     Kur'an’a Göre Kâinatın Yaratılışı

     Kuran’a göre yaratılış, Vacibu’l-Vücud olan Yaratıcı tarafından bütün mümkinatı, yani canlı cansız bütün eşyayı ve varlığı içine almaktadır. Toprak, bitkiler ve hayvanlar, melekler ve cinler gibi bütün ruh sahibi varlıklar ve son olarak insan, hepsi yaratılmış âlemlerdir. İnsan, aynı zamanda yaratma fiilinin nihayi noktasını teşkil etmektedir. Kur’an’da şu ayetlerde genel olarak kâinatın yaratılışı ve safhaları hakkında geniş bir bilgiye sahip olabilmekteyiz:

     "(Gök ile yer) bitişik iken, Biz onları birbirinden koparıp ayırdık"[2].

     "Sonra da yeri yayıp (düzenleyip) döşedi"[3].

     “Doğrusu sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde (devrede) yaratıp sonra arşa hükmeden, işi düzenleyen Allah'tır, izni olmadan kimse şefaat edemez. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'na kulluk edin. Nasihat dinlemez misiniz?”[4]

     “Göğe burçlar yerleştiren, orada bir ışık kaynağı (güneş) ve aydınlatıcı bir ay yaratanın şanı çok yücedir. O, geceyi ve gündüzü birbiri ardınca getirendir”[5].

     “O, o yaratıcıdır ki, yerde ne varsa (faydalanıp ibret alasınız diye) hepsini sizin için yarattı. Sonra semayı (yaratmayı) kasdetti de onları (semaları), yedi gök halinde nizama koydu. O her şeyi hakkıyla bilendir.”[6].

     “İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi, konuşmayı) öğretti. Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir. Otlar ve ağaçlar (Allah’a) boyun eğerler. Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu”[7].

      “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamt ile tespih eder”[8].

     Âlimler tarafından boşluğu doldurmak için hem şer’i hem diğer farklı kaynaklardan birçok bilgi bir araya getirilerek yaratılışa dair bazı yorumlar geliştirilmiştir:

            “Şeriatın nakliyatına nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır, sonra o maddeye tecellî etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mâyi kılmıştır. Sonra mâyi kısmı da, tecellîsiyle tekâsüf edip zebed (köpük) kesilmiştir. Sonra arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halk etmiştir. Bu itibarla, herbir arz için hava-i nesîmîden bir sema hâsıl olmuştur. Sonra o madde-i buhariyeyi bast etmekle (açmakla) yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer'etmiştir (ekmiştir) ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat, in’ikad etmiş, vücuda gelmiştir.”    

     “Hikmet-i cedidenin nazariyatı (fennin görüşüne göre) ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye ile tâbir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaati, basit bir cevhere imiş. Sonra bir nevi buhara inkılâp etmiştir. Sonra o buhardan, mâyi-i nârî hâsıl olmuştur. Sonra o mâyi-i nârî, burudetle (sıcaklıkla) tasallûb etmiş, yani katılaşmış; sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmıştır. O parçalar tekâsüf ederek (yoğunlaşarak) seyyarat olmuşlardır[9].

     Söz konusu bu iki alandan yani dini ve pozitif ilimler alanından getirilen delillerle yapılan yorumlara baktığımızda hem birbirlerini hem de yukarıda sunduğumuz ayetlerin manalarına işaret ettikleri ve destekledikleri görünmektedir.  

“Sonra arşa hükmeden, işi düzenleyen Allah'tır,”[10]ayetinde geçen arş ifadesi, Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve her şeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer manasındadır. Bir yoruma göre Allah’ın kudretinin tecelli ettiği arş veya yer su hükmünde olan esir maddesidir:

     “Cenâb-ı Hakkın arşı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni’in ilk icadlarının tecellîsine merkez olmuştur. Yani esîri halk ettikten sonra, cevâhir-i ferde kalb etmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmış ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır”[11].

     Hadislerde de Kur’an ayetlerini destekleyen rivayetlere rastlamaktayız. Hayber fethi sırasında Yemenli bir grup Peygamber efendimizin huzuruna giriyor ve “Ey Allah'ın Resûlü! Biz dinimizi öğrenmeye ve bu yaratılış başı ne idi, onu senden sormaya geldik!” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s), mahlûkatın ve Arş’ın başlangıcını anlatmaya başladı:

     “Bidayette Allah vardı, O'ndan önce başka bir şey yoktu. O'nun Arş'ı suyun üzerinde bulunuyordu. Sonra gökleri ve yeri yarattı. Sonra zikr (denen kader defterinde ebede kadar cereyan edecek) her şeyi yazdı”[12].

     Yine başka bir rivayette “Mahlûkat yaratılmadan önce Rabbimiz nerede idi?” sorusuna karşılık Peygamber efendimiz, “el-Amâ'da idi. Ne altında hava, ne de üstünde hava vardı. Arşını su üzerinde yarattı” cevabını veriyor.  Ahmed İbnu Hanbel de Yezid’den rivayetle, el-Amâ, Allah'la birlikte başka bir şeyin olamaması, demektedir[13].

      Kur’an’a Göre Canlı Varlıkların Yaratılışı

     Kâinatın yaratılışı ile gerek Kur’an ve hadisler gerek diğer kaynaklarda yer alan bilgiler kısaca yukarıda arz ettiğimiz şekildedir. Ancak kâinatın yaratılışının ötesinde tek tek canlı varlıkların yaratılışı nasıl olmaktadır? Evrimci görüşün savunduğu gibi biyolojik evrim ve bununla birlikte türler arası geçiş söz konusu mudur? Sorularına karşılık, Kur’an’dan kesin ve açıklayıcı deliller görmekteyiz. Kur’an’da canlı varlıklardan özellikle insanın yaratılışını anlatan birçok ayet göze çarpmaktadır. Âli- İmran, 3/59; Kehf, 18/37; Hac, 22/5 önce; Fatır, 35/11; Mü'min, 40/67; Rum, 30/20 ayet-i kerimelerinde insanın önce topraktan ve sonraki aşamaları olan nutfe, alaka ve mudğadan yaratıldığı belirtilir. Hicr, 15/26, 33 ve Mü’minun, 23/12 ayetlerinde de bir çeşit çamurdan (salsâl) ve toprak ya da balçıktan süzülmüş bir “öz”den yaratıldığı belirtilir. Bazı müfessirler ayetlerde geçen “insanı bir nutfeden yarattık” hükmünün, Âdem (aleyhhisselam) için de geçerli olabileceğini ileri sürerler. Onlara göre, bu balçıktan nutfe hâsıl edilmiştir[14]. Aşağıdaki ayette ise, yaratılış bütün safhaları ile anlatılmaktadır:

            “Ey İnsanlar! Ölümden sonra dirilmede şüphedeyseniz, o zaman, [hatırlayın ki,] Biz, gerçekten de sizi topraktan, sonra bir sudan (meniden- döl suyu damlasından), sonra bir ‘alaka’dan (döllenmiş hücreden), sonra ‘mudga’dan (bütün öğeleriyle henüz tamamlanmamış bir ceninden) yarattık ki, size [menşeinizi böylece] açıklayalım. Ve [doğmasını] dilediğimizin, [annesinin] rahminde [Bizce] belirlenmiş bir süre için kalmasını sağlarız; sonra sizi çocuk olarak dünyaya getirir ve [yaşamanıza imkân veririz]; böylece [bazılarınız] olgunluk çağına erişir; öyle ki, kiminize [daha çocukluk çağında] ölüm tattırılırken, kiminiz de yaşlılığın öyle düşkün çağlarına eriştirilir ki, bildiğini bilmez olur. Ve [sen, ey insanoğlu, ölümden sonra tekrar dirilişten şüphe ediyorsan, düşün ki:] bir bakıyorsun yeryüzü kupkuru; ama ona su indirdiğimizde, (bir de bakıyorsun) canlanıp kabarmış ve her türden güzel ekinler ortaya koymuş![15].

     İhtira / İbda ve İnşa

     Canlı varlıkların yaratılışlarına dair kanunlar ve o kanunların mahiyetinin anlaşılabilmesi, öncelikle iki kavramın anlaşılmasına bağlıdır. Bunlardan birincisi, ihtira’/ibda’; ikincisi, inşa/san’at kavramlarıdır. Bu iki kavram, her şeye kadir olan Yüce Allah’ın yaratma tarzlarıdır. İhtirâ' ya da ibdâ', Yüce Allah’ın, kudretiyle bir varlığa hiçlikten, yokluktan vücut vermesi ve ona lâzım her şeyi de yokluktan var edip yaratmasıdır.   

     Kısacası ihtirâ’, Allah’ın her bir şeyi, daha önce bir benzeri olmadan emsalsiz bir şekilde, hiçten ve yoktan var etmesine denir. Allah’tan başka hiçbir şeyin olmadığı bir hengâmda yarattığı ilk varlık ya da varlıklar buna örnektir. Bununla birlikte ilk defa varlık sahnesine çıkmış varlıklar ve bunlar içinde vücuda gelmiş nisbi sıfat ve arazların da vücuda çıkması buna misal teşkil eder.

     İnşa ve san'at tarzı ise, var olan mevcudat ve eşyadan, yeni vücut ve eşyaların yaratılması demektir. Mesela var olan topraktan bitkilerin, bitkilerden de meyvelerin yaratılması buna örnek teşkil eder. İnşa, Yüce Allah’ın, ilim ve hikmetiyle isimlerinin tecellisini göstermek için, kâinatın unsurlarından varlıkları sanatlı bir şekilde inşa edip farklılaştırmasıdır. Kâinatta en çok icra edilen yaratma şekli inşadır ve her bahar mevsiminde milyonlarca örneklerini görmekteyiz[16].

     Yaratılışın Üç Safhası

     Yüce Allah Kur’an’da, ihtira’ ve inşa kapsamında yaratılışın mahiyeti ve safhalarını beliğ bir tarzda kendi isimleri üzerinden sunmaktadır. Çünkü kâinat ve bütün varlığın mahiyeti, Yüce Allah’ın isimlerine dayanır[17]

هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“O, Hâlık, Bâri’ Müsavvir olan Allah’tır. En güzel isimler O’nun’dur. Göklerde ve yerde ne varsa, O’nu tesbîh eder. Çünki O, Azîz, Hakîm’dir”[18].

     Bu ayette yaratılışın üç farklı safhasından bahsedilmektedir.

     a. Birinci Safha

      … هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ “O Halik olan Allah’tır”

Birincisi, varlığın belli bir ölçüye göre tanzim/takdir edilmesi, bununla birlikte örneksiz ve emsalsiz bir tarzda yokluktan varlık meydanına çıkarılmasıdır.

     h-l-k kelimesinin aslı “takdir etmek/doğru dürüst planlama”dır. Buna göre halk kelimesi, “ölçüp biçme, takdir etme, planlama ve bir şeyi daha önce bir benzeri olmaksızın, örneksiz, emsalsiz bir şekilde yoktan, hiçlikten planlayarak yaratma” anlamına gelmektedir. Yine Kur’an’ın, “O, sizi tek bir nefisten yarattı”[19] ve “O, insanı bir nutfeden yarattı”[20] ayetlerinde geçen“bir şeyi başka bir şeyden yaratma fiili” de halk olarak ifade edilmiştir[21].

     Halk kelimesi, Kur’an’da başkası için kullanılmayan Allah’tan başkası için söz konusu olmayan ibda’ manasındadır. Dolayısıyla ölçme, değerlendirme, takdir etme, yani “bir benzeri ve örneği olmaksızın yaratma” anlamındadır. Bu anlamların yanında “şekil verme, dönüştürme” anlamını da ihtiva ettiği Kur’an’ın ifadelerinden anlaşılmaktadır. Mesela; “Hani iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şeyler yaratıyordun ve ona üfleyince de iznimle kuş oluveriyordu”[22].

Tefsirlere göre yaratmak tabir edilen halk fiili, iki mana ifade eder. “Birisi, takdir etmek, yani bütün açıklığı ile eşyanın miktar ve derecelerini tayin etmektir. Dolayısıyla Hâlık, varlıkları sınıflandıran, her sınıfa bir ölçü koyan ve buna göre büyük küçük, uzun-kısa, insan-hayvan, yerde sürünen-gökte uçan herşeyi, ölümü ve hayatı, özetle bütün varlıkları var edendir. Şüphesiz yoktan ve örneksiz var etmeyi kabul etmek, yaratmayı kabul etmektir. Çünkü yaratma, örneksiz var etmenin bir şeklidir. Bu yüzden birbirinden ayrılmazlar. Zira bir şeyi bütünüyle takdir etmek, onun eşyâ arasındaki miktar ve derecesini tamamıyla bilmeye bağlıdır. Bu takdir manası itibariyledir ki halk, ekseriya miktar ve sayısı bulunan şeylerde kullanılır. Diğer bir manası ise, yok olan şeye varlık vermek, hiçbir asıl ve örneği yokken icat etmektir. Bazen bir şeyden başka bir şeyi ortaya çıkarmak manası da verilebilir. Ancak bu manaya daha çok inşâ (icat) tabir edilir. Yaratıklara nispet edilen en yüksek sanatlar, Allah Teâlâ’nın takdir buyurduğu keşf ve icat mahiyetinden ileri geçemez. Çünkü mahlûk, fiillerinin tafsilatını takdir edemez ve bir atom bile yapamaz. Böyle bir yaratma sonsuz ilim ve kudrete bağlıdır. Mahlûk ise bundan ancak sınırlı kısmını elde edebilir. Her şeyi tam anlamıyla takdir ve icad ederek yaratan Ancak Allah Teâlâ'dır. O, öyle Allah’tır ki, Hâlık’tır diğerleri ise mahlûktur”[23].

     b. İkinci Safha

هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئ ... “O Halık, Bari’ Olan Allah’tır”

     B-r-e fiili, bir şeyden kurtulmak, uzaklaşmak ve kirli işlere bulaşmamak anlamındadır. Mastar olarak da hoşlanılmayan şeyden uzak durmak manasındadır. 

     Bu fiilden türemiş ve ism-i fail olarak el-Bâri’ kelimesi ise, Allah’ın sıfatıdır ve varlığı yoktan var eden anlamındadır[24]. Başka bir yoruma göre de “var eden ve kudretiyle bir şeyi türeten, ortaya çıkaran, icat eden, birbirleriyle uyumsuz olmaktan uzak bir şekilde yapıcı/yapan” demektir[25].

     Lisanu’l-Arab’ta geçtiği kadarıyla, bu kelimede ihtisas vardır ve genel olarak canlı varlıklar için kullanılır. Cansız varlıklar için nadiren kullanılmakla birlikte, b-r-e fiili canlılar için kullanılmaktadır. Genel olarak yer ve gökler, yani cansız varlıklar için ise h-l-q fiili kullanılır[26].

     Tefsirlerde el-Bari’isminin geçtiği ayetlere baktığımızda şu ortak yorumları görmekteyiz. Barî’,Yüce Allah’ın Hâlık ismiyle takdir edip var olmasını istediği şeyi, fiiliyatıyla türetip var edendir. Varlıkları/yarattıklarını, tertemiz ve muhkem bir ölçü ve kanun ile irade edip, birbirlerinden farklı özelliklerle yokluktan türetip ortaya çıkaran ve inşa eden demektir. Çünkü Allah’tan başka bir şeyi takdir edip düzene koyarak infaz ve var etmeye gücü yeten başka bir yaratıcı yoktur.

     “Tenfiz edip vücuda getirmek”, kararlaştırılan ve takdir edileni fiiliyata geçirmektir. Birbirlerine bağlı bu sıfatların arasındaki fark ise ince ve dakiktir[27].

     Ayrıca yaratan manasında olan Bari’, hem “cevherde hem de arazda” sağlam bir yaratış ile yaratmaktadır[28]. Cevher, “asıl, öz” demektir ve “kendi başına bulunan, değişmeyen, daima bir yüklemin konusu olup kendisi yüklem olmayan öz varlık anlamında mantık, felsefe ve kelâmda kullanılan bir terimdir”. Bu kullanımıyla kelime “bir şeyin menşei, tabii teşekkülü veya yapısı, nesnelerin hâsıl edildiği madde, tabii cins ve türler” anlamına gelmektedir.

     Kısaca cevher, madde; araz ise maddenin özellikleri demektir. Mesela demir bir maddedir, onun sertliği ise arazdır, yani sonradan verilen bir özelliğidir. Gümüş bir maddedir, beyazlığı ise onun için arazdır[29].

     Bu noktada Said Nursî, eğer yaratılanlara önyargılardan uzak ve insaflı bir göz ve akıl ile yaklaşırsak atom parçacıklarının hareketlerinin bir sonucu olarak rastgele ortaya çıktığı iddia edilen kuvvet ve suretlerin, türlerin cevherini/özlerini meydana getiremeyeceğini ifade etmektedir.

     Zerrelerin hareketinden meydana geldiği iddia edilen kuvvet, şekil ve görünümler, sonradan ortaya çıkan a’razlar olmaları hasebiyle türlerdeki cevheri ya da öze dayalı farklılıkları veya aykırılıkları teşkil edemez. A’raz, cevher olamaz. Yani, bizzat bir varlığın özü/cevheri olmayan ve daha sonra bir özellik olarak ortaya çıkan şeyler, varlığın veya eşyanın özü, esası, fıtratı olamaz. Ancak türleri ve türlerin alt gruplarını birbirinden ayıran bütün özelliklerin yoktan takdir edilmesidir[30].

     c. Üçüncü Safha

هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ“O, Halık Bari’ Müsavvir olan Allah’tır”

S-v-r fiili şekil vermek ve tasvir etmek demektir. Bu kökten türemiş olan el-Musavvir, ism-i fail olarak şekil, suret ve renk veren manasındadır. Yaratmanın bu üçüncü aşamasında el-Musavvir, varlığa belirli bir form veren, model haline getirip yaratandır. Varlığı kademeli olarak değiştirerek/geliştirerek var eden ve yaratıklara son şekli ve her birine has özellik veren, onları birbirinden farklılaştırıp yaratandır.

     Kısaca, murat edilen son için uygun görülen belirli bir formu, şekli veya rengi verendir. Bu, yaratılışın gözle görülür aşamasının tamamlanmasıdır. Artık bu aşamayla birlikte bir gayeye, hikmete ve faydaya matuf tekâmül denilen olay gerçekleşmektedir. Taberî’nin deyimiyle el-Musavvir, “varlığı dilediği gibi var eden şekil veren”dir[31]. “O, seni yaratıp sana şekil veren, seni düzgün ve ölçülü kılan, istediği şekilde seni terkip edendir”[32] ayetlerinde geçen “istediği şekilde seni terkip eden” kavli de buna işarettir.

     Bu isim noktasında da tefsirlerde benzer görüşlerin olduğunu görmekteyiz. Şöyle ki el-Musavvir,“yaratıkların suretlerini ve hallerini takdir edip, dilediği şekilde icat ederek tasvir eden, bütün formlara ve görüntülere şekil veren”dir. Suret, varlığın kendisiyle nakışlanıp diğerlerinden fark edildiği şeydir. Bu da iki kısımdır. Birincisi, hissedilen surettir ki, onu hem sıradan hem seçkin insanlar, hatta hayvanlardan birçoğu da idrak eder. Mesela görülen bir hayvanın sureti gibi. Biri de makul olan surettir ki, bunu bütün insanlar değil ancak seçkinler anlar. Mesela, insana mahsus olan akıl, düşünce ve eşyanın birbirlerine nazaran hususiyetlerini ifade eden manalar gibi ki, “Sizi yarattık, sonra size biçim verdik”[33] şeklindeki ayetlerde iki surete de işaret edilmiştir.

Önce yaratılış ortaya konuluyor sonra var ediliyor sonra da tasviri yapılıyor. Böylece el-Musavvir, varlıkları birbirlerinden ayırtedilen alametlerle şekillendiren manasını ifade etmektedir. Dolayısıyla her şeye özel kimliğini, kişiliğini kazandıran temel özellikleri ve belirtileri veren demektir. Bu da önceki iki sıfatla, yani Halık ve Barî’ ile ilgili/bağlantılı bir sıfattır. Birbirine bağlı olan ve aralarında ince farklar bulunan bu sıfatların art arda sıralanışı insanın kalbini harekete geçirip duyarlılık kazandırmak içindir. Böylece O'nun yaratma, var etme, icat etme ve ortaya çıkarmayı, insanın düşüncesine göre aşama şeklinde izlenmesi sağlanmak istenmiştir. Gerçek âlemde ise, aşamalar ve adımlar sözkonusu değildir. Bu sıfatların anlamlarına ilişkin bildiklerimiz ise onların sınırsız gerçekleri değildir. Bunu Allah'tan başkası bilemez. Biz sadece bunların etkilerinden bir kısmını öğrenebiliyoruz. İşte biz bu bildiklerimizle az olan gücümüz ve imkânlarımızla onları anlamaya çalışıyoruz![34].

     Kur’an’ın bize bildirdikleri doğrultusunda yukarıda ifade etmeye çalıştığımız yaratılışın üç safhası hakkında Mevdudi’nin söyledikleri, bütün olayı özetler niteliktedir. Ona göre “Allah'ın yaratması üç safhada beyan edilmiştir:

Birincisi “Halk”, yani planı çizmek, takdir etmek demektir. Tıpkı bir mühendisin binayı yapmadan önce binanın maksada uygun kullanılacak şekil ve özelliklerde bir modelini çizmesi gibi.

     İkinci safha, “Ber” yani kısımlara ayırmak, parçalamak, yırtmak demektir. Hâlik olan Allah, hakkında çizdiği modeli bölüm bölüm meydana getirdiğinden dolayı, “Bari” sıfatı kullanılmıştır. Adeta bir mühendisin önce kendi zihninde bir model çizip, bu modele göre araziyi ölçmesi, üzerinde hesaplar yapması, temeller kazıp, duvarlar örmesi ve binanın inşaatını tedricen (kısım kısım) tamamlaması gibi.

     Üçüncü safha ise “Tasvir”, yani şekil vermektir. Burada, Allah'ın her şeye son şeklini vermesinden bahsediliyor. Musavvir olan sadece Allah'tır. O her cinse, her cüz'e ve her ferde benzersiz şekil vermiş ve hiçbir modeli aynen tekrarlamamıştır”[35].

     Buraya kadar söz konusu üç yaratılışın üç safhasını toparlayacak olursak, varlığın sahneye çıkarılması, yaratılması, ya yokluktan ya da terkip suretinde,  yani çeşitli unsurlardan ve eşyalardan bir araya toplanır. Biz, bütün bu safhaların tek bir ilah tarafından meydana getirildiğini kabul ediyorsak zorunlu olarak o ilahın, her şeyi kuşatan bir ilmi ve her şeye yeten bir kudretinin de bulunduğunu kabul ettiğimiz anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu şekilde, onun ilminde suretleri ve ilmî varlıkları bulunan varlığa, eşyaya dış bir varlık vermek, yani “vücud-u ilmîyeye vücud-u haricî” vermek ve zahir bir yokluktan/ademden çıkarmak ise, bir kibrit çakar gibi veya göze görünmeyen bir yazıyla yazılan bir hattı göze göstermek için gösterici bir maddeyi üstüne geçirmek ve sürmek gibi veya fotoğrafın merceğindeki şekilleri kâğıt üstüne nakleden işlem gibi çok kolay bir şekilde yapılmaktadır.

     Sâni’ olan Yüce Allah, ilminde plânları ve programları ve mânevî miktarları bulunan eşyayı, “ol” emri (Cenâb-ı Hak, Bir şeyin olmasını murat ettiği zaman, Onun işi sadece 'Ol' demektir; o da oluverir"[36]) ile zahirî yokluktan varlık sahnesine çıkarmaktadır. Bu şekilde yaratma, ayette belirtilen Yüce Allah’ın Halık ve Bari’ sıfatlarıyla ilk iki safhada varlığı yaratmasıdır, yani ihtira’ ya da ibda’dır.

     Bir diğer boyut olan inşa ya da terkip suretindeki Allah’ın yaratması ise, hiçlikten, yokluktan, yokluktan/ademden yaratmayıp unsurlardan ve etraftaki diğer eşyalardan toplamak şeklindedir. Bu ise, ayette belirtilen yaratmanın üçüncü safhasına işaret etmektedir. Bütün kâinatın Sultanı olan Yüce Allah’ın emrindeki zerreler, O’nun takdir ettiği ölçü ve ilmî düsturlarıyla ve her şeyi içine alan kudretinin kanunlarıyla ve ayrıca temas ettikleri diğer çeşitli varlıklar, Allah’ın kuvveti, kanunu ve memurları olarak sevk olunup bir araya gelerek varlığı şekillendirirler. Bu zerreler, bir canlının vücudunu teşkil etmek için, ilmî olarak ve takdir edilen bir ölçü nispetinde birer mânevî kalıp hükmünde belirlenmiş bir miktarın ve şeklin içine girer ve dururlar[37].

     Kısaca ihtira’/ibda’ varlığın her türüne ve ferdine ve o tür ve o fert için tertip ve takdir edilmiş, onlara has özelliklerini ortaya çıkaran ve o türe ve ferde özel kabiliyet, kabiliyet ve ruhi özelliklerine uygun bir vücudun verilmesidir. İnşa ise, takdir edilmiş miktar ve ölçüde uygun bir şeklin, rengin ve kokunun verilmesidir. Dolayısıyla aklî açıdan zahiri olarak üç safhada meydana getirilen bütün varlıklarda, yaratmanın her iki boyutu da söz konusudur: Mesela; bir insan suretinin ana hatları, yani yüzündeki aza ve organları bir kalıp ve model olarak öncekilere ve sonrakilere benzer; bu yüzden ana hatları ile insanın yaratılışı ihtira’ değil inşadır. Ama diğer insanlara hiç benzemeyen kendine mahsus yüz kimliği, sesi, kokusu ve parmak izi itibari ile insanın yaratılışı ihtira’dır. Yani benzersiz ve modelsiz olarak hiçten yaratılıyor. Öyle ise inşa tarzı yaratma gibi, ihtira’ tarzı yaratma da hâlihazırda sürekli olarak devam ediyor. İlk varlıkların yaratılması ile son bulmuş ve bitmiş bir yaratma şekli değildir[38].

     Bu da Cenab-ı Hakk’ın her an kâinatta devamlı tasarruf ettiğinin delillerinden birisidir.

     En Güzel İsimler O’nundur

لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى

     Yüce Allah’ın üç ismi üzerinden yaratılışın üç safhası ifade edildikten sonra ayetin “en güzel isimler O’nundur”ifadesi ile devam edilmesi, zerreden güneşe kadar her bir eşyanın ve kâinattaki her bir canlının ancak O’nun isimlerinin mührünü taşıdığının ifadesidir. “En güzel isimler” ifadesinden kasıt, Yüce Allah’ın onlarla kendisini ve fiillerinin birer ünvanı olarak isimlendirdiği isimlerdir[39]. “En güzel isimler O’nundur” derken, aynı zamanda güzellikleri kendilerindendir. “Hüsna”,“kalplere güzellik mesajı veren ve üzerine güzellik bahşeden demektir. Bunlar, müminlerin üzerinde düşünüp kendilerini onların mesajlarına ve yönlendirmelerine göre şekillendirmeyi planladıkları sıfatlardır”[40].

     Şüphesiz bütün güzel isim ve sıfatlar Allah’a aittir. Ancak ayetin bu kısmını, öncesinde zikredilen “Halık, Bari’ ve Musavvir” isimlerinin ünvanı olduğu Yüce Allah’ın fiilleri doğrultusunda anlamak gerekmektedir. Yaratma eyleminin üç safhadan meydana geldiği ve bu üç safhanın da kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın sonsuz ilmi, iradesi ve kudreti çerçevesinde tesadüften uzak olarak belirli bir ölçü ve miktarda ve bir gayeye matuf olarak yaratıldığı; dolayısıyla burada tecelli eden isimlerin en güzel unvanlar olduğu vurgulanmaktadır.

     Kur’an’ın geneline baktığımızda Yüce Allah, zatından bahsetmemektedir. “Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur”[41] ayetinden, Allah’ın zatının bizim anlayabileceğimiz hiçbir şeye benzemediği ve benzerinin de olmadığını; “Sizin elinizdekiler tükenir, ama Allah’ın elinde olanlar bakidir”[42] ayetinden Allah’ın bekasını, ebediliğini;  “Yerin üstünde olan herkes fanidir. Ancak senin azamet ve kerem sahibi Rabbinin Zatı baki kalır”[43] mealindeki ayetten de Allah’ın zatının ebediliğini/sonsuzluğunu anlıyoruz. Allah, Kur’an’da daha çok fiillerini nazara vererek, mülkün tek sahibinin kendisi olduğunu; mülkünde de onun dilediğinin dışında hiçbir şeyin meydana gelmediğini, isimleri üzerinden bizlere hatırlatmaktadır. Bu gerçeği belirtmek için şöyle denilmiştir: “Allah’ın halk ettiklerini, san’atını tefekkür edin, ancak onun zatını düşünmeyin, çünkü onu tam anlamıyla değerlendirip anlayamazsınız[44].    

     Canlı Varlıkların Yaratılışını Sebeplere Vermek Akıl Dışıdır

     Kâinattaki bütün faaliyet ve eylemlerin her birisi, Yüce Allah’ın birer isim ve sıfatlarına dayanır. Canlı varlıkları, sahip oldukları eşsiz güzellik ve inceliğe rağmen tesadüfe havale etmek, gerçek olarak sunulan tezlerdeki çelişkilere işaret ettiği gibi, insanların insaf, akıl ve mantıklarını kullanmaktan ve fikirlerinin gerçekliğini sorgulamaktan ne kadar uzak olduklarını göstermektedir. Tüm bilim dalları, her şeyin ilim ile yapıldığını ilan ederken yeni var oluşların arkasındaki gerçek itici gücün şuursuz sebepler olabileceğini ve gerçek bir varlığı olmayıp hayalde cisimleştirilmiş bir fikirden ibaret olan tabiatın, varlıkların kaynağı olabileceğini söylemek ya da varlıklardaki akılları hayrette bırakan eşsiz sanat ve güzelliği kör tesadüfle bağdaştırmak, gerçeklikten uzak bir iddiadır[45]. Çünkü her bir varlığa Yüce Allah, hikmetiyle sanatlı bir şekilde yokluktan icat etmekte, ilmi ve iradesiyle yaratıp şekil vermektedir. Ayrıca, “Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdut yumurta ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüz binler çeşit tarzlarda ve birer mu'cize-i hikmet mâhiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatasız bir hey'ette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattir ki, hayvanlar adedince senetler, deliller o hakikati tenvir eder[46].

“Göklerde ve Yerde Olan Her Şey O’nu Tesbih Eder”

يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ

     “Semavat ve arzda bulunan her şey onu över, onu tesbih ve her türlü noksan sıfatlardan tenzih eder. Yerde ve göklerde var olan her şey O’nu tespih eder ve isteyerek veya istemeyerek secde ederler[47]. Çünkü “her bir şey, O’nun tarafından yaratılmış, var edilmiş ve şekil verilmiştir ve O’nun mülkü ve O’nun mülkündedirler. Yine “Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmektedirler. İzzet sahibidir O. İşlerini hikmetle düzenleyendir” cümlesinde sergilenen sahne, yukarıda geçen isimlerin sıralanmasından sonra kalbin beklediği bir manzaradır.

     Bazı hadis rivayetlerinde, “Her şey sahibini, kendini terbiye edeni bilir”. “Yüce Allah, zatının tanınmasını ve bilinmesini istedi. İsim ve sıfatlarının tecellisi olarak kâinatı yarattı”[48]. Kutsi bir hadiste de Yüce Allah: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek ve tanınmak istedim mahlûkatı yarattım” buyurmuşlardır[49].

     Bu rivayetlerden çıkan sonuç, kâinatın yaratılması Yüce Allah’ın kendisi içindir. İnsanın yaratılmasındaki amaç ve gaye de Allah’a iman vasıtasıyla tanıması ve ibadet yoluyla O’na kulluk etmesidir. Said Nursî’nin ifade ettiği gibi, “Allah’ı tanımayanlar ve eşyanın ardındaki olağanüstü varlığı göremeyenler, olağanüstü bir varlığı kabul etmemekten doğan zorunluluk ve çaresizlikten dolayı parçacıkların hareketinin arka planındaki kanunlara ve sebeplere olağanüstülük vermektedirler”[50].

     “O Aziz ve Hakîm’dir”

وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

     O azizdir, izzet ve azamet sahibidir. Her işi, bir hikmete binaen yapar ve her yaptığı şey de ilim ve hikmetin bir gereğidir. Genel olarak surenin; özel olarak da ayetin bu fezlekeyle bitmiş olması, ayetin ve surenin bağlamıyla ilgilidir. Sure, Yahudi kabilesini, Müslümanlar ve münafıkların davranışlarını konu edinirken, son ayette bir nevi Yüce Allah’ın bazı isim ve sıfatlarına dikkat çekerek buna rağmen onların o olumsuz davranışları nasıl sergileyebildiklerini vurgular mahiyettedir.

“Aziz”, düşmanlarından şiddetli bir şekilde intikam alan; “Hakîm”, varlığı uygun bir şekilde idare eden ve yerli yerinde tasarrufta bulunan manasındadır. Ayrıca bu iki isim, “her şeye galip, hüküm ve hikmet sahibi” olarak da tefsir edilmektedir[51]. Dolayısıyla Yüce Allah, el-Halik ismiyle, eşyayı hikmetin iktizasına binaen takdir eder; el-Bari’ ismiyle eşyanın gerektirdiği eksiklik ve fazlalıktan beri olarak meydana getirir veya eşyanın bir kısmını diğerinden değişik şekillerle ayırt eder; el-Musavvir ismiyle de dilediği gibi eşyanın suret ve keyfiyetlerini var edendir. En güzel isimler O'nundur ifadesiyle, güzel mânâlara delâlet eden isimlerin hepsi O'na aittir. Bu durumda Göklerde ve yerde bulunan her şey O'nu tesbih eder, yani mevcudatın tamamı lisanı hal ile O'nu tesbih eder. Çünkü mevcudatın içinde hikmet ve maslahatlar vardır ki dille onları saymaya imkân yoktur. Veya Cenab-ı Hak onlara konuşan dil verir. Herkese kendisine uygun olduğu şekilde lisan verir. O aziz ve hâkimdir, ifadesinden, Aziz ismiyle Yüce Allah, bütün kemâlatı derleyendir. Zira kemalatın çokluğuna rağmen hepsi kudretin kemâline dönüşür. Ayrıca Hakîm ismiyle de her şey ilmin kemâline dönüşür. Çünkü Hakîm’in manası hikmetin gereğini yapan demektir[52]. Bu durumda, yaratılışın kanun ve prensiplerine uygun hareket edilmemesi izzet sahibi olan Allah’ın azametine ters düşer ve O da azametin gereği olarak, herkese ve her şeye galip gelir; hikmet sahibi olarak hükmünü verir.

     Yaratılışın kanun ve prensiplerine uygun hareket edilmesi gerektiği gibi, varlık ve eşyayı da yaratılışa uygun bir şekilde ele almak gerekmektedir. Çünkü “halk etmek, icat etmek yalnızca Allah’a mahsustur. Sebepler ise yalnız birer perdedir. Melekler gibi şuur sahibi olanların bile yalnız cüzi ihtiyarıyla, cüz'î, icadsız, kesb denilen fıtri bir hizmet ve amelî bir çeşit ubudiyetten/kulluktan başka bir rolleri yoktur”. Bu durumu, şu ifadeler veciz bir tarzda ortaya koymaktadır: “Evet, izzet ve azamet isterler ki, esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve ehadiyet isterler ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden”[53].

   Demek ki sebepler, akıl için Allah’ın izzet ve azemetine bir perde olarak konulmuştur. Eşyanın meydana gelmesinde sebeplerin doğrudan müdahalesi yoktur. Çünkü Allah’ın tekliği, sebeplerin hakiki tesir sahibi olmamasını gerektirir. Zira, sebeplere hakiki tesir vermek şirke yol açar.

     Sonuç

     Kâinattaki varlıklar bir kudret olmadan nasıl şekilden şekle girecektir? Burada önemli olan kâinatta cari olan kanun ile o kanunun mahiyetinin birbirine karıştırılmamasıdır. Çevremizi gözlemlediğimizde sürekli bir şekilde düzenli olarak birbirine benzer formlarla yaratılışın meydana geldiğini görmekteyiz. Ancak yaratılışın meydana gelmesini sağlayan şey, kanunlar değil; onların mahiyetini oluşturan tek bir Yaratıcı’nın ilmi, iradesi ve kudretidir. Meselâ, tek hücreden yaratılan insanı ele aldığımızda onun tek bir hücreden yaratılması, çamurdan insan yaratılmasından daha kolay değildir. Gözle görülemeyecek kadar küçük bir hücreden, dokuz ayda şuur ve akıl sahibi bir insan süzülüyor. Zigotun bebek hâline gelinceye kadar geçirdiği değişiklikleri adım adım takip etmek mümkündür. Ama hadisenin izahını nasıl yapacağız? Hangi kudret kalbi tanzim ediyor; baştan gözü, ağızdan dişi çıkarıyor? Hem de, Hz. Âdem (a.s.)’den beri bütün insanlarda aynı kanunlar icra ediliyor. Meselenin anlaşılmasındaki güçlük, ileri sürülen yanlış kıyastan ileri gelmektedir. Kâinattaki hadiselerin cereyan tarzını devamlı kendi güç, kuvvet ve ilmimizle mukayese ettiğimizden işin içinden çıkamamaktayız. Hâlbuki bu hadiselere Cenab-ı Hakk’ın kuvvet, kudret ve ilmi noktasından bakmak gerekmektedir. O zaman, her şeyin gerek vücuda gelmesi, gerekse ortadan kalkması o kadar kolay olur ki, şüpheye mahal kalmaz.


[1] Haşr Suresi, 24.ayet.
[2] EnbiyâSuresi, 30.ayet.
[3] Nâziât Suresi, 30.ayet.
[4] Yunus Suresi, 3.ayet.
[5] Furkan Suresi, 61.ayet.
[6] Bakara Suresi, 29.ayet.
[7] Rahman Suresi, 3-7.ayetler.
[8] İsra Suresi, 44.ayet.
[9] Nursİ, Bediüzzaman S., İşârâtü’l-İ’caz, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 4. Baskı, Ankara 2015, s. 618.
[10] Yunus Suresi,3.ayet.
[11] Nursî, a.g.e., s. 620.
[12] Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed'u'l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.
[13] Tirmizi, Tefsir, Hud, 3108.
[14] Yazır, Elmalılı Hamdi. Hak Dini Kur’an Dili, c. X, Azim Dağıtım, İstanbul 1992. V/3058.
[15] Hac Suresi, 5.ayet.
[16] Nursi, Bediüzzaman S. Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 4. Baskı, Ankara 2015, s. 461.
[17] Nursî, Bediüzzaman S. Mesnevî-i Nuriye, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 4. Baskı, Ankara 2015, s. 212.
[18] Haşr Suresi, 24.ayet.
[19] Nisa Suresi, 1.ayet.
[20] Nahl Suresi, 4.ayet.
[21] İsfahani, Müfredat, s, 359.
[22] Maide Suresi, 110.ayet.
[23] Beğavi, Ebu Muhammed el-Huseyn b. Mesûd (v. 516/1122), Me’alimu’t-Tenzil, DaruİbnuHazm, Beyrut 2002. s, 1301; Kutub, Seyyid, Fizilali’l-Kur’an, (Ter: M. Emin Saraç-İ. Hakkı Şengüler- Bekir Karlığa), Birleşik Yayıncılık, İstanbul 2012. XIV/399;Elmalılı, VII/527.
[24] İsfahani, s. 138.
[25] Taberi, Tefsiru’t-Taberi, VII/268; KâdıBeydavî, Muhtasar Kur’an Tefsiri (Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil), 2. Baskı, Trc. Şadi Eren, Selsebil Yayınları, İstanbul 2011, s. 397.
[26] İbnManzûr, Ebu’l-Fazl Muhammed b. Mükerrem (ö. 711/1311), Lisânü’l-‘Arab, I-XV, Dâru Sâdır, Beyrut, tsz, c. I/30.
[27] İbn Kesir,Ebü’l-Fidâ İsmail b. Ömer ed-Dımeşkî (ö. 774/1373) ,Tefsiru’l-Kur’ani’l-‘Azim,c. VIII, 1. Baskı, Daru’L-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1999,VIII/109; Beğavi, s, 1301; Kutub, XIV/399; Elmalılı, VII/527
[28] İbn Manzûr, a.g.e.,c. I/30.
[29] Kutluer, İlhan, “Cevher”, TDV İslam Ansiklopedisi (DİA), 1993. s, 450-455
[30] Nursi, Bediüzzaman S.  Muhakemat. rnk Yayınları, İstanbul 2008. s. 135.
[31] Taberi, VII/268
[32] İnfitâr Suresi, 7-8.ayetler.
[33] A'râf Suresi, 11.ayet.
[34] İbn Kesir, a.g.e.,VIII/109; Şeyh Zade a’laTefsiri'l-Beydavi, c. VIII, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 1999, VII/178; Beğavi, s, 1301; Kutub, XIV/399; Elmalılı, VII/527.
[35] Mevdudî, Ebu’l-A’la, Tefhimü’l-Kur’an, c. VII, (Trc: M.H. Kayani-Y. Karaca-N. Şişman-İ. Bosnalı-A. Ünal-H. Aktaş), İnsan Yayınları 1997, VI/226.
[36] Yâsin Suresi, 82.ayet.
[37] Nursi, Bediüzzaman S. Şualar. Rnk Yayınları, İstanbul, 2008, s. 49.
[38] http://www.sorularlarisale.com/makale/21873/
[39] Taberi, VIII/269.
[40] Kutub, XIV/399
[41] Şura Suresi, 11.ayet.
[42] Nahl Suresi, 96.ayet.
[43] Rahman Suresi, 26-27.ayetler.
[44] Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-hafâ ve muzîlu’l-ilbâs amma işteheremine’l-ehâdîsialâelsineti’n-nâs, I-II, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut 2009, I/311.
[45] Nursî, Bediüzzaman Said. Muhakemat, rnk Yayınları, İstanbul 2008. s. 135.
[46] Nursi, Bediüzzaman S. Tarihçe-i Hayat, rnk Yayınları, İstanbul 2008. s. 423.
[47] Hadid Sures,i 1. ayet; Ra’d Suresi, 15. ayet; İsra Suresi, 44. ayet;
[48] Buharî, 67
[49] Aclûnî, a.g.e.,II/132.
[50]  Nursî, Muhakemat, s. 135.
[51] Taberi, VIII/268
[52]  Arslan, A. Büyük Kur’an Tefsiri, 14 Cilt, Arslan Yayınları, İstanbul 1984, 15/73-76.
[53]  Nursi, Bedizzaman, S. Şuâlar, s. 235.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun