Hz. Muhammed -haşa- geleceğe yönelik konularda ilerlemiş biri mi?

Tarih: 25.02.2023 - 11:44 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Ateizm modasının sertçe estiği bu devirde çok kesin bir surette cevap veriyorsunuz. Ben de sizin vesilenizle tahkike ulaştım. Ancak bazı ameli sıkıntılarımdan dolayı olduğunu düşündüğüm bir vesvese yumağı içindeyim. Allah bize Müslüman olduktan sonra vesvesesiz bir şekilde yaşamayı vaad etmemişti zaten.
- Bu suallerime de cevap alabilirsem bir daha vesvese krizi geçirmem diye tahmin ve ümit ediyorum. Çünkü en uç noktada suallerim.

1) Güneş tutulması hesaplaması, Dünyanın gidişatı gibi şeyler bilinebiliyor. Hz. Muhammed haşa geleceğe yönelik bu hususlarda ilerlemiş biri mi? Edebiyat hususunda kimsenin bilmediği bir ilmi mi biliyor haşa?

2) Hasılı mucizeler izah edemediğimiz hadiseler. İzah edemediğimiz başka hadiseler var mı? Bir yalancı peygamberlik iddia etse açıklanamayacak şeyler göstermesi mümkün mü?

- Bu arada cevap verirken Hz. Muhammed kesbederek ilim öğrenmekten oldukça uzaktı, okuma yazma bilmiyordu tarihi kaynaklara göre diye cevap vermeyin. Böyle bir yol tutmak çok tatmin edici olmayabiliyor. Ateist gözüyle bakanlar İslam tarihi kaynaklarına güvenmiyor, bir senaryo olarak görüyor.

3) Bir ayrı sual: Vesveselere itibar etmememiz, umursamamamız ve tahkiki imana ulaşmamız gerektiği söyleniyor. Bu ikisi zıt değil mi? Mucizeler en temel mevzu olduğundan tahkiki iman için bu konudaki vesveseleri dikkate almak gerekmez mi? Diğer konularda ben mucize gördüm bu soruların bir önemi yok diye soruyu atabiliriz.

4) Başka bir dinin mensubu aklına bir şey geldiğinde de vesvese deyip geçebilir.

- Hocam bu yazıya tatmin edici cevap vermeniz benim için çok mühim. Erken cevap gelse güzel olur ama gerekirse acele etmeyin ama tam cevap bekliyorum muhterem hocalarım. Gerekirse bu sualler için farklı branşlardan insanlar çağırın.

Ben bu suallerden kurtulursam İslam'a sımsıkı bağlanırım diye umud ediyorum. Diğer konularda gelen sual olursa mucize gördüğüm şey hakkında şüpheye düşmem deyip geçerim inşallah. Mucize hususunda da bundan daha uç bir sual olamaz diye düşünüyorum.

5) Sualimi farklı vecihle tekrar edeyim: Mucizelerin yanında yine açıklayamadığımız bir şey olur mu, olursa nasıl bir tutum göstermeliyiz?

6) Nil nehrinin yarılmasını gören İsrailoğulları yine ilginç bir şeyle karşılaşıyorlar. Samiri'nin böğüren buzağısı. İçlerinden kimi buzağıyı rab ediniyor. Bunun sebebi böğüren buzağıyı izah edememeleri ve gördükleri şeye tapma isteği galiba. Nil nehrinin yarılması ve böğüren buzağı.

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Genel olarak insanlık camiasında ilimlerin kaynağı iki şekilde bilinmektedir: Birisi, kesbî, diğeri vehbi ilimdir.

Kesbî ilim: İnsanın kendi çabasıyla çalışıp elde ettiği ilimdir. Bu çalışmanın sahası ise, şifahi veya kitabî yollarla ilim öğreten muallimler, yazılı kitaplardan alınacak bilgiler, doğrudan kâinat kitabını okumak suretiyle elde edilen bilgilerdir.

Diğer benzer bir taksime göre, kesbî ilmin kazanma yolları üç çeşittir.

Birincisi: “Havass-ı selime” denilen duyu organlarının sahasına giren bilgi edinme yolu.

İkincisi: “Haber-i sadık” denilen mütevatir yolla gelen haberler (yalan üzere ittifak etmeleri mümkün olmayan sağlam bir grup insanın bildirdiği bilgiler).

Üçüncüsü: Aklıselim: Bu özellik dünyada görülen varlıklar arasında yalnız konuşan ve düşünen bir varlık olan insanların sahip olduğu aklın kabullendiği bilgiler.

Önemli bir not:

Duyu organlarının işlediği saha farklı ve sınırlıdır. Mesela göz, görme organımızdır. Kulak, işitme organımızdır. Burun, koku alma organımızdır. Dil, tat alma organımızdır. Deri, dokunma organımızdır.

Buna göre, gözlerimizle işitemediğimiz gibi, kulaklarımızla da göremeyiz. Bunun gibi aklımızın da sınırlı bir sahası vardır, onun dışına çıkması söz konusu olamaz. Örneğin, akıl bilmediği şeyleri bildiği şeylerle karşılaştırmak suretiyle bir sonuca varabilir. Şunu söyleyebiliriz ki:

“Akıl icat edici değil, keşfedicidir. Yani, bilmediği bir şeyi yoktan var eder gibi icad etme kabiliyeti yoktur. Görüş sahasının dışında olan bir şeyi göremez. Örneğin, duvarın arkasında bulunan bir cismi göremez, bilemez. Gaybî meseleleri bulup çözemez. Yalnız görüş sahası içerisinde olan bildik şeyleri bir ayna gibi kullanıp, bilmediği benzer şeyleri o tasavvur aynasında görüp gösterebilir."

Bu ilmi açıklamalardan sonra asıl konumuza bakacak olursak, şunu diyebiliriz:

Soru 1:
Hz. Muhammed haşa geleceğe yönelik bu hususlarda ilerlemiş biri mi ? Edebiyat hususunda kimsenin bilmediği bir ilmi mi biliyor haşa?

Cevap 1:

a) Hz. Muhammed (asm) insanların en akıllısı olduğunda şüphe yoktur. Fakat Kuran’da “aklın sahasının dışında olan” öyle konular var ki, kendi aklıyla onları bilmesine imkân ve ihtimal yoktur. Rum suresi, Fetih suresi, Nasr suresi, Tebbet suresi gibi Kuran’ın gaybî haberleri hakkında “Onları akılla bilmek mümkündür.” diyen kimsenin zerre kadar aklının olmadığına milyonlarca akıl sahipleri şahitlik edecektir.

b) Kuran’da önceki peygamberler ve kavimleri ile ilgili kıssaları diğer insanlardan daha fazla bildiğini iddia etmek çok açık bir yalan ve iftiradır.

Zira, Kuran’da bu kıssalardan bazıları hakkında, Hz. Muhammed’in (asm) hiçbir bilgisinin olmadığı kesin bir dille ifade edilmektedir. Mesela:

(Resulüm!!) İşte bu anlatılanlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin! Sabret, çünkü iyi son takva sahibi / Allah’a karşı saygılı olan kimselerindir.” (Hud, 11/49)

mealindeki ayette Hz. Nuh tufanını -Kuran’da bildirilmeden önce- ne Hz. Peygamberin (asm) ne de kavminin bilmediği açıkça ilan edilmiştir.

- Keza, “Biz, bu Kuran'ı sana vahyetmekle, geçmiş ümmetlerin birtakım haberlerini en güzel şekilde beyan ediyoruz. Şu bir gerçek ki daha önce senin bundan hiç haberin yoktu.” (Yusuf, 12/3) mealindeki ayette ise özellikle Hz. Peygamberin (asm) vahiy almadan önce bu konu hakkında hiçbir bilgisinin olmadığına dikkat çekilmiştir.

c) Daha başka ayetlerde de bu gerçeğe işaret edilmiştir. Eğer Hz. Peygamber (asm) -Kuran’da bilmediği belirtilen- bu konuları daha önce bilmiş olsaydı, mutlaka bir yerde bunları konuşmuş olacaktı. Hatta bilinen bir gerçeğin bir toplumda hak ettiği değeri bulması ve birçok kimse tarafından daha önce bunların seslendirilmiş olması insan tabiatının bir gereğidir.

Buna göre, bu ayetlerin verdiği bilgilerin doğru olmadığını gören ve özellikle Hz. Muhammed’in (asm) peygamberlik iddiasını çürütmek için her türlü fırsatı kollayan insanların bu konuda sükut etmeleri düşünülemez. Kuran’da müşrikler tarafından değişik yönlerden koparılan yaygaralar, yapılan haksız eleştiriler ortada olduğu hâlde, Hz. Peygamberin (asm) söz konusu kıssaları önceden bildiği veya Hz. Nuh tufanının özelinde olduğu gibi, kavminden hiç kimsenin onu bilmediği iddiası karşısında hiçbir itirazda bulunmaması, yalandan da olsa hiçbir Allah’ın kulunun “Ben bunları biliyordum” dememesi, diyememesi, Kuran’ın Allah’ın kelamı, Hz. Muhammed’in (asm) Allah’ın hak peygamberi olduğunu gündüz gibi ispat etmektedir.

d) Kaldı ki, hayatı boyunca, hiçbir kitap okumadığı, okuma-yazmasının olmadığı bütün kavmi tarafından bilinen bir gerçektir.

Bununla beraber, "(Resulüm!) Sen bundan (Kuran'dan) evvel hiçbir kitap okur değildin. Elinle de onu yazmadın. Böyle olsaydı (hak ve hakikati) iptal (ve inkâr) etmek isteyenler elbette şüphe düşerlerdi." (Ankebut, 29/48) mealindeki ayette onun okuma-yazmasının olmadığı dünya âleme ilan edilmiştir.

- Bu hususun zihinlere kazınması hikmetiyle Kuran’da onun ümmi (okuma-yazmasının olmadığı) hususu mükerrer olarak vurgulanmıştır. (bk. Araf, 7/157-158)

Soru 2:
Hasılı mucizeler izah edemediğimiz hadiseler. İzah edemediğimiz başka hadiseler var mı? Bir yalancı peygamberlik iddia etse açıklanamayacak şeyler göstermesi mümkün mü?

Cevap 2:

a) Mucize demek, başkasının getirmesinden âciz olduğunu bildiren olağanüstü olaylar demektir. Bunun izah edilmesi için onların bağlı oldukları hikmetli sebeplerinin bilinmesi gerekir. Oysa mucizelerin en önemli özellikleri normal sebeplerin dışında ve ötesinde oluşan, oluşturulan hadiseler demektir.

Bu gibi sebeplerin izah edildiği ve buna bağlı olarak söz konusu mucizenin açıklandığı bir olay zaten ta baştan özelliğini kaybetmiştir. Onun için mucizeleri izah edememek onların noksanlığını göstermez.

b) Dünya bir imtihan salonudur. İmtihanının adaletli bir tarzda cereyan etmesi için soruların birden çok ihtimallere sahip manalar ihtiva etmesi gerekir. Bu sebeple, mucizeler gibi çok açık soruların dahi başka manalara gelebilmesi gerekir ki, -tabir yerindeyse- imtihanı kazananlar yanında kaybedenler de olsun.

Örneğin, hissi mucizeler denilen gözle görülen olayların, sahneye konulduğu zaman ve zemine uygun bir formatı vardır. Hz. Musa zamanında sihir fazla revaçta olduğu için onun gösterdiği mucizeler o neviden olmuştur. Böylece bazıları bu mucizeleri de bir sihir türü olarak değerlendirmişti.

Hz. İsa zamanında harika olaylar genellikle tıp noktasında cereyan ediyordu. Onun mucizeleri de bu neviden meydana geldi. Böylece, bu mucizeleri görenler, bunları tıbbın gelişmiş bir tezahürü nazarıyla bakmışlardı.

Bunun gibi Hz. Muhammed’in (asm) döneminde ve içinde bulunduğu toplumda özellikle edebiyat hakimdi. Belagat, fesahat, edebi sanatlar ön planda idi. Toplumda en popüler ve saygın insanlar edebiyatı güçlü, şair ve hatip kimseler idi. Bir de kahinlerin haber verdiği bazı gaybi haberler idi.

İşte Kuran bu akımlara karşı meydan okumak ve mucize seviyesinde bir edebiyat şaheserini ortaya koymak için manevi ve aklî (akla hitap eden) bir mucize formatını ortaya koymuştur.

c) Bu açıklanan gerçekler bize değişik devirlerde peygamberler tarafından gösterilen mucizelere paralel olarak başka şahıslar tarafından da benzer harikalar sahnelenmiştir.

Bu ikisini insanların çoğu fark etmeyebilir. Fakat işin uzmanları neyin mucize neyin sihir olduğunu çok iyi biliyorlar. Hz. Musa’ya karşı harika işleri sahneleyen ünlü sihirbazların, Hz. Musa’ya iman etmeleri bunun canlı göstergesidir.

d) Önemli bir nokta şudur ki, diğer peygamberlerin ve hatta Hz. Muhammed’in (asm) göze hitap eden, lokal ve tarihselliği olan hissi mucizelerin hiçbirisi onların zamanından sonra -insanları imana getirme noktasına- bir fonksiyonları olmamıştır. Örneğin, ne Hz. Musa’nın harika asası, ne Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi ve ne de Hz. Muhammed’in (asm) Ay'ı ikiye bölmesi, parmaklarından suyun akması, bazı hayvanların kendisiyle konuşması veya bir süre minber olarak kullanılan hurma kütüğünün Efendimizin ayrılığından dolayı inleyip ağlaması ve cami cemaatinin hepsinin bunu işitmesi gibi hissi ve lokal mucizelerin hiçbirisini şu anda gözümüzle görmeyiz ve o mucizeler şu anda devam etmiyor.

Bu hikmet içindir ki, kıyamete kadar yürürlükte olan bir kitap olarak Kuran’ın mucizevi yönü manevi, akli bir formatta gönderilmiştir. Artık her zaman ve her zeminde insanları imana davet ederken, edebi, ilmi ve aklî mucizelerini her zaman gösterebilir bir donanıma sahiptir.

e) Kırk cihetten fazla mucize unsurlarına sahip olan Kuran’ın bu harika formunu idrak etmek için çok ciddi çaba göstermek gerekir. Örneğin;

"(Resulüm!!) İşte bu anlatılanlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin! Sabret, çünkü iyi son takva sahibi / Allah’a karşı saygılı olan kimselerin olacaktır." (Hud, 11/49)

mealindeki gaybi haberler gibi durumları tarihi bilgileri doğru bir şekilde öğrenmek gerekir.

"Kuran’ın gerçek (hakikaten Allah’ın kelamı) olduğu kendileri için apaçık belli oluncaya kadar onlara çevrelerinde ve kendilerinde bulunan kanıtlarımızı hep göstereceğiz. Rabbinin her şeye tanıklık etmesi (onlar için) yeterli değil midir?" (Fussilet, 41/53)

mealindeki ayette ifade edilen hakikatleri öğrenmeden, bilimsel araştırmalar yapmadan veya bu gibi ilmi araştırmaların ortaya koyduğu verileri görmeden Allah’ın bu vaadini nasıl görebilirsiniz? 

- Kuran’ın “Kulumuza indirdiğimiz kitap hakkında bir şüphe içinde iseniz, onun benzeri bir sure de siz getirin, Allah’tan başka taptıklarınızı da yardıma çağırın; eğer iddianızda samimi iseniz!” (Bakara, 2/23) mealindeki ayetin meydan okumasının ne kadar kuvvetli tanık olduğunu görmek istiyorsanız, Kuran’ın mucizeliği ile ilgili yazılan onlarca kitap okumanız elzemdir. Hiç olmazsa, Türkçe olarak bu asırda yazılan, Kuran’ın hakiki ve manevi bir tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatını büyük bir ciddiyetle okumak, hiç olmazsa bu külliyatın “İşaratü’l-İ’caz ve 25. Söz” adlı risaleleri anlayarak okumakta büyük faydalar vardır.

f) Kuran’ın iki yüzden fazla mucize yönünün olduğunu söyleyen Bediüzzaman’a göre, her ayetin başka ayetlere bakan birer yüzü birer gözü vardır.

Onun kendi ifadesiyle:

“Güya serbest her bir ayetin, ekser ayetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'an içinde binler Kur'an bulunur ki, her bir meşrep sahibine birisini verir.” (Sözler, s. 138);

 “Bu mucizenin sırrı şudur ki: Kur'an-ı Hakim'in ayetlerinin ve kelâmlarının münasebetleri yalnız beraber olanlara değil, belki pek çok ayetlere ve kelamlara ve kelimelere münasebeti var, bakıyor. İşarat-ül İ'caz tefsir-i Nuriyede bu sır bir derece gösterilmiş. Demek başka kelâmlara benzemez. Her bir ayet, binler ayetlere bakar birer yüzü ve gözü var. Bu vaziyet-i Kur'aniye çok hakaika medardırlar. Ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikatın her bir kısmı kendi mesleğine göre, o küllî Kur'an içinde bir mahsus hizbleri var.” (Emirdağ Lahikası-II, s. 151)

Bu hakikati gözler önüne seren bir misal olarak İsra suresinin 88. ayetini gösterebiliriz.

“De ki: 'Yemin ederim, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak için insanlar ve cinler bir araya gelip birbirine destek olsalar dahi onun benzerini ortaya koyamazlar.'” (İsra, 17/88)

mealindeki ayette bütün insanların ve cinlerin bir ar araya gelip çalışsalar bile Kuran’ın bir benzerini getirmeyeceklerine yeminle vurgu yapılmıştır. Ve âdeta “Kur’an’ın bir benzerinin getirilmesinin imkânsızlığı” bu ayetin dizaynıyla gösterilmiştir. Konu cennetin 8 kapısı gibi, bütün yollar Kur’an cennetinin 8 kapısına açılmıştır. Şöyle ki:

a) Benzerinin ortaya konulamayacağı vurgulanan anahtar kelime olan “Haza’l-Kuran” (bu Kuran) kelimesinin ebced değeri: 1088=136x8’dir.

b) Bu surenin gayr-ı mukatta olan sureler sistemindeki sırası 8’dir.

c) Kur’an kelimesinin ilk harfi olan "Kaf" harfinin şifresiyle başlayan Kaf suresinin birinci ayetinde Kuran’ın bir vasfı olarak kullanılan “el-Mecîd” (şerefli, üstün, karşı konulmaz, çok cömert / geniş kapsamıyla herkese dersinden pay ayıran) kelimesinin ebced değeri, 88’dir.

d)  Bu ayetin suredeki tertip numarası da 88’dir.

e)  Bu sistemde, ayetin başında yer alan “Kul = De ki” kelimesinin buradaki tekrar sayısı da: 88’dir.

f)  Bu ayetin içinde bulunduğu gayr-ı mukattaat sureler sistemindeki tertip numarası; 888’dir.

g)  Bu ayetin gayr-ı mukattaat Mekki sureler sistemindeki sırası: 388’dir.

h) Bu ayet surenin başından itibaren tertip sırası 88 olduğu gibi, surenin sonundan itibaren sırası da 24=3x8’dir.

ı) Ayetin ilk harfi olan “KAF” harfinin sure içindeki tekrar sayısı: 112=14x8’dir.

j) Bu rakam aynı zamanda 88 ile 24’ün toplamıdır ki, ayetin baştan ve sondan suredeki tertip numaralarını göstermektedir.

k) Bu ayet, Kuran’ın 2117. ayetidir. Bu rakam, 29x73’tür. 73 sayısı, Celil kelimesinin ebced değeridir. Bu tevafuk da meydan okumanın bir celal yansıması olduğunu göstermektedir.

Soru 3:
Bir ayrı sual: Vesveselere itibar etmememiz, umursamamamız ve tahkiki imana ulaşmamız gerektiği söyleniyor. Bu ikisi zıt değil mi? Mucizeler en temel mevzu olduğundan tahkiki iman için bu konudaki vesveseleri dikkate almak gerekmez mi? Diğer konularda ben mucize gördüm bu soruların bir önemi yok diye soruyu atabiliriz.

Cevap 3:

Önce vesvese ile şüphe arasındaki farkı belirtelim ki, bu ikisi arasında çok büyük fark vardır. Matematiksel ihtimaller tablosunda %100 bir bilgi kesin bilgidir. Bu kesin bilginin kendi içinde de “ilmelyakin, aynelyakin ve hakkalyakin” şeklinde mertebeler vardır.

Söz gelimi bu ihtimaller tablosunda %80-90 bilinmez bir durum varsa buna "zann" denilir. %60-70 civarındaki bilinmez tabloya "şek / şüphe" denilir. %50 ve aşağısındaki değerlere "vehim / vesvese" denilir.

Bu özet halde sunduğumuz hususları biraz daha açmak adına şunları söyleyebiliriz. İlim konusunda muhtemel bilgileri dört kısma ayırmak mümkündür:

1) Yakin bilgisi: Az önce ifade edilen üç mertebesiyle de kesin bilgiyi ifade eder. İnsanın malumatında tereddüde düşmesine yol açan bir bilinmezlik söz konusu olmaz.

2) Zan bilgisi: Yakin mertebesinden sonra ikinci derecede yer alan bir malumattır. Bunda bir yakinî bilgi hasıl olmasa da delillerine kuvvetine dayanan bir tarafı tercih etmek mümkündür. Fıkıh, tefsir, hadis yorumlarında, mantık, felsefe bilgilerinin çoğu zannı ifade eder. Yani; zannın malumatı oldukça mamulün bihtir.

3) Şek ihtimali: Bu ihtimal, zan mertebesinden aşağı düştüğü için, mevcut bilgiyle ilmen tercih edilen bir tarafı yoktur. Tereddüdün iki tarafı da eşittir.

4) Vehim-Vesvese kuruntusu: Vesvese ve evhamın tutulacak ve tutunacak hiçbir tarafı yoktur. Çünkü tereddüdün bir tarafını kaldıracak ve onu göz önüne aldıracak bir değer ölçüsü yoktur.

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, sorudaki “vesveseye kulak asmayıp es geçmek” hükmü ile “tahkiki iman mertebesine ulaşmak için araştırmayı öngören” hüküm arasında bir çelişki yoktur. Birinci konuda, tereddüdün bir tarafını tercih etmeyi destekleyen ilmî doneleri bulmak mümkün olmadığı halde; ikinci konuda, tereddütlerden kurtaracak ve bir tarafı tercih etme imkânını sağlayacak ilmî donanımlar mevcuttur.

Bu konuları güzelce hazmetmek için Risale-i Külliyatını tavsiye etmekte bir tereddüt olmamalıdır. Özellik “Hikmetü’l-İstiaze” adlı eseri defalarca okuyup bu illetten kurtulan birçok arkadaşımız bu reçetenin ne kadar faydalı olduğunun canlı şahididir.

Bu konuyla ilgili son olarak burada yakından tanıdığımız bir arkadaşımızın şöyle bir tecrübesini aktarmakta fayda olduğunu düşünüyoruz. Bu kardeşimiz, bir süre ciddi vesvese ve evhama maruz kalmış. Bir gün bu hastalığın aktif bir şekilde tesirini icra ettiği bir esnada söz konusu “Hikmetü’l-İstiaze” adlı reçeteyi okurken, şeytanla ciddi mücadeleye başlıyor. Fakat o ne kadar delil getirse de şeytan onlara da hücum ediyor. Ancak genel olarak o vesveselerin önemli bir kısmı o reçete sayesinde -en az- askıya alınmış oluyor. Nihayet akşam ezanı okunuyor ve kardeşimiz namaza duruyor. Namaza durunca, şeytan aynı tonda o yüksek vesvese voltajını üzerine salıyor. O da “Ben şimdi namazı bitirir bitirmez tekrar sayfaları açık duran kitabı okumaya devam edeceğim, o zaman ne yaparsın!..” demiş. Bunun üzerine aynı saniyede vesvese biter ve şeytan onu terk edip kaçar. Arkadaşımız bu durum karşısında namazda iken tebessüm eder...

Bütün bunlar Allah’ın bir lütfudur. Fakat bu lütuflar hikmetli vesilelere bağlı olarak gelir... Yani, yağmuru buluta bağlayan, bitkilerini yeşermesini yağmura bağlayan, şifayı da maddi- manevi ilaçlara bağlamıştır..

Soru 4:
Başka bir dinin mensubu aklına bir şey geldiğinde de vesvese deyip geçebilir.

Cevap 4:

Başka bir din mensubunun aklına gelen fikirler de 3. sorunun cevabında verilen bilgiler dışında değildir. Onlara da bazen araştırmayı gerektiren bir şüphe içine girebilirler. Bu durumda mutlaka şüpheleri izale edecek mükemmel bir eser veya mükemmel bir şahsa açabilir ve açmalıdır. “Eğer bilmiyorsanız, ilim ehli olan bilenlere sorunuz.” (Nahl, 16/43) mealindeki ayette herhangi bir konuda cehalet hastalığından şikâyet eden kimsenin işin ehli uzmanlara işi bilen hekimlere başvurmalarının gereğine işaret edilmiştir.

Şayet onların içinde deprenenler bir vesvese ve evham mahsulü ise, bunu da yine bilenlere sorsun, fakat onun tavsiyelerine mutlaka uysun. Çünkü bu konuda işin ehli bilge bir hekimin tavsiyesi, genel olarak evham hastalığının ilacı o tür vesveselere dikkat etmemenin gereğine işaret edecektir.

Tabii ki, bu konuda yüzlerce vehim ve vesvese söz konusu olabilir. Mesela; psikolojide bu tür evham ve vesveseye takıntı, obsesyon adını vermişler ve ilaçtan ziyade başka işlerle meşgul olmak suretiyle o konudan uzaklaşmalarını tavsiye ediyorlar.

Bu sebeple, ruhi bunalım, psikolojik rahatsızlık, nörolojik depresyondan kaynaklanan obsesif düşünce ile cehaletten kaynaklanan kalbi ve akli buhranlar arasında büyük fark vardır. “İte ot, ata et vermek” ne kadar yanlış ise, gözlerinden mustarip kimsenin baytara gitmesi de o kadar hatadır.

Bundan ötürü, insan kimliğini taşıyan herkesin -hastalığın çeşidine göre- en iyi bir hekime, en uzman bir bilim adamına, en güzide bir din alimine başvurması bizim en samimi dileğimizdir.

Soru 5:
Sualimi farklı vecihle tekrar edeyim: Mucizelerin yanında yine açıklayamadığımız bir şey olur mu, olursa nasıl bir tutum göstermeliyiz?

Cevap 5:

Mucizeler peygamberlik iddiasında bulunan kimselerin gösterdiği olağanüstü harika olaylardır. Yaklaşık 15 asırdan beri ve bu asırda da artık peygamberlik diye bir şey söz konusu olmadığına göre, böyle bir iddiayı seslendiren kimsenin yalancı olduğunda şüphe edilmemelidir.

Dini unsurlar taşıyan konularda da doğru bilgiye ulaşmak için, mucize, keramet unvanıyla ortaya konulan subjektif olaylara değil, “kaziye-i mütearife” hükmüne geçmiş objektif deliller sunan sağlam kaynaklara bakmak gerekir.

Bu sebeple, karşılaştığımız bütün harika olaylar karşısında tek dayanağımız asfiya denilen sağlam İslam âlimleri ve müçtehitlerinin ortaya koyduğu zahiri ilimler olmalıdır. Zira keşif, keramet gibi batıni marifetlerin doğru olup olmadığı ancak bu zahiri ilimlerden öğrenebiliriz.

Özellikle bu asırda, ispirtizma, telepati, büyücülük, simyacılık, cincilik ve benzeri olağanüstü durumlar karşısında da şaşkınlığa düşmek mümkündür. Bunları da izah etmekte zorlananlar olabilir.

Her şeyden önce, inançlı biri olarak kendilerinden harika şeyler gördüğümüz insanların imanına, ameline ve takvasına bakmamız gerekir. Zira, nice salih evliya mertebesinde olan kimselerin göstermediği veya gösteremediği bir harika durumu, fasık olan birilerinin gösterdiği bilinen bir hakikattir. Artık peygamber gelmeyeceğine göre, “mucize” adıyla harikaları göstermeye teşebbüs edenin bir yalancı olduğunda asla tereddüt edilmemelidir.

Keramet veya başka modern metotlar kullanarak harikaları gösteren kimselere de hemen teslim olmamalı, yaşantısına bakmalı, keramet gösterebilecek kadar salih amellerle hemhal olup olmadığına, o nispette takva sahibi olup olmadığına dikkat edilmelidir. Zahiri bozuk olanın batını daha bozuktur. “Dışı çürük elmanın içi daha da çürüktür.” demektir. Merhum M Akif’in şu şiiri ne kadar da güzeldir:

"Namaz kılmaz, oruç tutmaz bunca kuru laf elverir,
Sen kalbe bak diye diye kirli kalbini gösterir."

Soru 6:
Nil nehrinin yarılmasını gören İsrailoğulları yine ilginç bir şeyle karşılaşıyorlar. Samiri'nin böğüren buzağısı. İçlerinden kimi buzağıyı rab ediniyor. Bunun sebebi böğüren buzağıyı izah edememeleri ve gördükleri şeye tapma isteği galiba. Nil nehrinin yarılması ve böğüren buzağı.

Cevap 6:

İnsanların izah edemedikleri her şeye tapma alışkanlığının olduğunu söylemek isabetli değildir. Bizim de izah edemediğimiz yüzlerce olay, varlık vardır. Ama biz hiç birisine tapmıyoruz.

Diğer yandan Ay ve Güneş'in ilah edinilmesi, altın ve gümüşten yapılan buzağıdan çok daha fazla layıktır. Güneş ve Ay'ı hep gördükleri halde, onlara tapmayıp, buzağıyı görür görmez tapmaları onun gerçeğini bilmediklerinden değildir. Zira Yahudilerin beraberinde getirdikleri mücevherler onların gözü önünde Samiri tarafından bir macun haline getirilmiştir. (krş. Razi, ilgili yer)

Mahiyet ve hakikati bilinmeyen şeylere tapmak, mitolojik efsaneler olup hayal ürünü masallardır. Zira bütün kâinatta mahiyeti ve hakikati gaybın gaybı olup en çok bilinmez varlık kâinatın yaratıcısı Allah’tır. Eğer bu “bilinmezlik” yorumu doğru olsaydı, Allah’a iman etmeyen kalmazdı. Tarih boyunca Güneş'e, Ay'a, yıldızlara, ateşe, ağaca vs. varlıklara tapanlar olmuşsa da bunların hiçbirisi “bilinmezlik”lerinden ötürü ilah edinmemiştir.

- Böğüren buzağıyı izah etmemeleri söz konusu olmadığı gibi, aksine gözleri önünde, mücevherlerden yapılan bir buzağıyı -kendilerince çok iyi bildikleri bir canlıyı- ve buzağı olduğuna göre böğürmesinin de -kendilerince olağan dışı olmayan- aksine olması gereken bir ses olduğuna inandıkları için tapmışlardır.

- Kaldı ki, gözleri önünde yeni yapılan bu sesli heykelin bir ilah olduğunu, kendileri dâhil bütün varlıkları var eden bir yaratıcı olduğunu düşünmeleri imkânsızdır. Zira, -deyiş yerindeyse- daha yeni doğmuş bir heykel, aslı toprak ürünü altın ,gümüş gibi metallerden yapılmış bu hayvana bu nazarla bakan insan değil, hayvan da olamaz.

Bunun asıl sebebi, şunlar olabilir:

a) Yahudiler Mısır’da bulundukları sırada, oradaki önemli bir kesim inek-öküz gibi hayvanlara tapıyorlardı. Bunlar bir fırsatını bulduklarında özlem duydukları o eski Mısır totemini canlandırmış olabilirler. Kuran’ın en uzun suresi olan Bakara suresinin bu isimle anılması ve o yanlış düşüncenin zihinlerden silinmesi için yapılan çabaların zikredilmesi bu anlatılanları desteklemektedir.

- Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri de bu gerçeğin altını çizmektedir:

“İşte Kur'an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidadlarına işlemiş olan o bakar-perestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile ifham ediyor.” (bk. Sözler, s. 246, 247)

“Hem kavm-i Musa (as) bir bakarayı, bir ineği kesmekle Mısır bakarperestliğinden alınan ve 'İcl' (buzağı) hadisesinde tesirini gösteren bir bakarperestlik mefkûresinin Musa Aleyhisselâmın bıçağıyla kesildiğini ifade ediyor…” (bk. Sözler, s. 401)

b) Yahudiler Mısır’da puta taban insanlarla birlikte yaşadıkları için, Hz. Musa’ya ve ona indirilene iman etmelerine rağmen bu alışkanlıklarını gönüllerinden tamamen silemediklerini şu ayetten öğreniyoruz:

“İsrâiloğullarını denizden geçirdik; derken kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavimle karşılaştılar. Bunun üzerine, 'Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi, sen de bizim için bir tanrı yap.' dediler. Mûsâ dedi ki: 'Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz!'”  (Taha, 20/138)

- Kuran’da önce Yahudilere yapılan iyilikler hatırlatılmış, Firavun’dan kurtulmaları, denizden geçmeleri, bıldırcın ve helvanın kendilerine ikram edilmesi, Hz. Musa’nın gösterdiği birçok mucizeyi görmeleri ve benzeri nimetler sayıldıktan sonra, onların yolda gördükleri puta tapanlara imrenmeleri ve sonra konakladıkları bir yerde buzağıya fiilen tapmaları hatırlatılarak onların acayip cehaletleri ortaya konulmuştur. (krş. Razi, ilgili ayetin tefsiri)

c) Hülasa bu yanlış işler bilinmez bir zaviyeden kaynaklanan bir cehaletin ürünü değil, önceden çok iyi bildikleri ve edindikleri alışkanlıkların içlerine kadar sızmasıyla, ayrıca şeytani ve nefsani dürtülerin tahrikiyle “yarı ilim, yarı cehalet” kompozisyonda işlenen “cehl-i mürekkep” bataklığına düşmüşlerdir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun