Bazı ayetlerdeki "Bizim bir günümüz sizin elli bin yılınıza denktir." gibi ifadeleri nasıl anlamalıyız?

Tarih: 14.07.2009 - 00:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Bir ayette "Bizim bir günümüz sizin bin yılınıza" (Hac, 22/47 ve Secde, 32/5),
- Başka bir ayette de "Bizim bir günümüz sizin elli bin yılınıza denktir." (Mearic, 70/4), buyrulmaktadır.
- Bu zaman farkını açıklar mısınız?
- Ona yükselmek ne demektir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Ayette, meleklerin hızlı gidişlerine vurgu yapılmıştır. Yerden Arş’a kadar sadece bir günde ulaşırlar. Melekler nurani varlıklar olduğu için, insanların binlerce yılda gidemeyeceği yerlere ve makamlara bir anda giderler. Buradaki “bir gün” ifadesi de zihinlerin kavramaları için seçilmiş bir sözcük olabilir. Yani “bir gün” bir an manasına da gelebilir. Nitekim, Rahman suresinde yer alan, 

“O her gün ayrı bir yaratıştadır.” (Rahman, 55/29)

mealindeki ayette geçen “her gün”, “her vakit” olarak açıklanmıştır. (bk. Razî, Bedavî, İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri)

Allah katında bir gün insanların dünyadaki günlerine göre 50.000 senelik bir zamandır. Yani dünya günlerinin ve yıllarının meydana gelmesi, yerkürenin kendi ekseni etrafında ve güneşin etrafında dönmesinden kaynaklandığı gibi, Allah’ın nezdinde daha öyle sistemler var ki, oradaki bir yıldız veya güneş kürenin kendi ekseni etrafında veya başka bir gök cismi etrafındaki dönüşü -bizim hesabımıza göre- elli bin senelik bir zaman dilimine tekabül etmektedir.

Soruda geçen ayetler ve açıklaması şöyledir:

"Onlar senden o tehdit edildikleri azabı, çarçabuk getirmeni isterler. Telaşa kapılmasınlar, Allah vâdinden asla dönmez. Bilin ki Rabbinizin ölçüsüyle bir gün sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir." (Hac, 22/47)

Hz. Peygamberden o tehditedildikleri azabı çabuk getirmesini istedikleri belirtilmektedir. Ayetten de anlaşıldığı üzere Hz. Peygamber (sav) müşriklere, inanmadıkları takdirde başlarına azab geleceğini söyleyip onları uyardı. Onlar ise Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmadıkları için onun bu uyarısıyla alay ederek: "Hani söylediğin azap niye gelmiyor; işte biz seni inkâr ediyoruz. Peygamber isen bizi tehdit ettiğin o azabı getirsene!" diyorlardı.

İşte ayetin ikinci cümlesinde Allah'ın sözünden caymayacağı ve onun katında bir günün, insanların hesabınca bin yıl gibi olduğu ifade ediliyor. Bundan anlaşılan şudur: İnsanlara verilen bir süre kendilerine uzun gelir. Derhal azaba uğratılmamaları, kendilerini aldatır. Zannederler ki hiç başlarına azab gelmeyecek, yaptıkları yanlarına kar kalacak, hep böyle rahat yaşayacaklar. Oysa bu Allah tarafından kendilerine verilmiş bir deneme süresidir. Bu süre onlara uzun gelsede Allah'a göre kısadır, çabuk geçer. Çünkü insan kısa ömürlüdür. İnsana çok kısa gelen süreler, Allah'a göre saniye kadar dahi değildir. Allah katındaki bir gün süresi, insanlara bin yıl gibi uzun gelir. Allah insanlara, kendi katındaki gün kadar bir günlük süre verir ama bu, insanlara bin yıl gelir. Müfessirler bu son cümleyi şöyle açıklamışlardır.

Onlara ulaşacak bir günlük azab şiddetinden dolayı bin yılın azabı gibi gelir. Azabın şiddetinden ötürü bir gün, bin yıl kadar uzun sürer.

Bu ayette zamanın göreceliği ifade edilmiştir. Her alemde zaman farklı işlemektedir. Mesela kabir aleminin bir günü, mehşer meydanının bir günü aynı değildir. Hatta bu kainatta bile farklı gezegenlerde farklı zamanlar vardır. Buda zamanın değişebileceğini göstermektedir.

Ehl-i Sünnet âlimlerinin ittifakına göre, Allah zaman ve mekândan münezzehtir.

Bir hadis-i şerifte meal olarak:

“Allah vardı ve onunla birlikte hiçbir şey yoktu.” (Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed'u'l-Halk 1, Tevhid 22)

ifadesine yer verilmiştir. “hiçbir şey” sözcüğünde diğer varlıklar gibi, zaman ve mekân da dahildir.

Zaman ve mekân yokken de Allah vardı. O, mekân ve zaman üstü bir varlık olduğu gibi, şimdi de öyledir.

“Allah’ın hiçbir benzeri yoktur.” (Şura, 42/11)

mealindeki ayette de bu gerçeğe işaret vardır. Çünkü, mekânda yer almak demek, başka varlıklara benzemek anlamına gelir.

Allah’ın bir adı Samed’dir. Her şeyin kendisine muhtaç olduğu, kendisinin ise hiçbir şeye muhtaç olmadığı anlamına gelir ve onun hiçbir denginin olmadığını gösterir. Eğer Allah mekâna muhtaç ise o takdirde Samed olmaz. Ve o takdirde bir madde olan mekân da ezeli olur. Bu ise, İhlas Suresinin sırrına aykırıdır ve materyalist bir düşüncedir.

Söz konusu ayetlerdeki bin-elli bin ifadeleri, bizzat Allah’ın -hâşâ- bulunduğu bir mekâna giden bir yolun mesafesine değil, bizim dünyamızdan çok uzak olan yıldızlara doğru giden bir yol güzegâhına işaret etmektedir.

“Ona yükselmek”, onun bulunduğu bir mekâna yükselmek demek değildir. Gök, makam yüksekliğini, hükümranlığı, gücün nüfuzunun simgesidir. Bu tabirle bir yandan, umumî tasarruf sahibi yüce Allah’ın makam-ı Rububiyetine, onun -bütün kâinatta- yegâne hükümran olduğuna işaret edilirken, bir yandan da bu hükümranlığın maddî boyutunun genişliğine işaret edilmiştir. Tefsir kaynaklarında bu konuda pek çok değişik yorumlara yer verilmiştir. Fakat hiçbir kaynakta, bu ayetlerden Allah’a zaman veya mekan izafe eden bir görüşe yer verilmemiştir.

Bediüzzman Said Nursi’nin aşağıda mealen özetlenmiş açıklamaları bu konuya ışık tutmaktadır:

“Bilindiği üzere, yerküresinin kendi ekseni etrafındaki hareketinden gece-gündüz, güneşin etrafındaki hareketinden de seneler meydana gelir. Güneşle beraber her bir gezegenin, hatta sâbit yıldızların ve Şemsü'ş-Şümusun dahi, her birinin kendi ekseni üstündeki hareketi, kendilerine mahsus günlerini gösterdiği gibi, kendi yörüngesi üzerindeki hareketi de bir nevi seneleri gösteriyor. Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın ezelî bir hitabı olan Kur’an’da, dünyanın farklı hareketlerinden meydana gelen zaman dilimlerine işaret edildiği gibi, bu çok uzaktaki dev güneş ve yıldızlara mahsus günlere ve senelere de işaret edilmiştir."

 "Sonra bütün bu işler, sizin hesabınızla bin sene tutan bir günde ona yükselir." (Secde, 32/5)

 "Melekler ve Ruh / Cebrâil, onun Arşına miktarı elli bin sene olan  bir günde yükselirler." (Meâric, 70/4)

mealindeki âyetler bunu ispat ediyor."

"Evet, kış günlerinde ve kuzey taraflarında, güneşin doğuşu-batışı arasında dört saatlik günden ve bu yerlerde kışta sekiz dokuz saatten ibaret olan günlerden tut, tâ güneşin kendi mihveri üstünde bir aya yakın olan gününe, hattâ kozmoğrafyanın/Astronominin bildirdiğine göre, tâ "Rabbü'ş-Şi'râ" tâbiriyle Kur'ân'da adı ilân edilen ve güneşimizden büyük olan "Şi'râ" namında diğer bir güneşin, belki bin seneden ibaret olan gününden, tâ Şemsü'ş-Şümusun mihveri üstündeki elli bin seneden ibaret bir tek gününe kadar eyyâm-ı Rabbâniye/İlahî günler vardır.

"İşte göklerin ve yerine Rabbi, Şemsü'ş-Şümus ve Şi'râ'nın yaradanı, hitap ettiği vakit, o göklerin ve yerin cisimlerine ve âlemlerine bakan kudsî kelâmında o eyyamları/günleri zikreder ve zikretmesi gayet yerindedir. Çünkü eyyâm-ı şer'iyenin, dört saatten elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü var." (bk. Barla Lahikası, s. 325).

Burada bizi özellikle ilgilendiren hususa tekrar bakarsak;  Kur’an’da zikredilen bu zaman dilimlerinden maksat, -Allah’ın zatı ile ilgili olmayıp- bizim için bir nevi gaip sayılan o çok uzaklardaki güneşlerin hareketlerinden meydana gelen zaman dilimlerdir. Söz konusu mesafeler de o güzergâhlara işaret etmektedir.

Tefsirciler Meâric, 70/3. ayette geçen "Meâric" kelimesinin tefsirini yaparken başlıca dört yorum getirmişlerdir.

BİRİNCİSİ, İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere "gökler, yüksek dereceler" demektir ki, melekler bunlarda gökten göğe yükselirler. Bazıları da bunlar için gök demeden, "meleklerin emir ve yasaklarla çıktıkları asansörler ve derecelerdir" demişlerdir.

İKİNCİSİ, Katâde'nin rivayetine göre, faziletler, nimetler ve yücelikler, yani yükseklikler ve yüksek yüksek lütuflar ve nimetlerdir. Çünkü Allah'ın lütuf ve nimetlerinin birçok dereceleri vardır. Bunlar insanlara çeşitli mertebelerde ulaşırlar.

ÜÇÜNCÜSÜ, Cennette Allah'ın, dostlarına ihsan ettiği derecelerdir, denilmiştir.

DÖRDÜNCÜSÜ, manevi ve ruhi mertebelerdir. Fahreddin er-Râzî tefsirinde bu yorumu açıklayarak şöyle der:

"Gökler yükseklik ve alçaklıkta, büyüklük ve küçüklükte farklı olduğu gibi, meleklerin ruhları da kuvvet ve zayıflıkta, olgunluk ve eksiklikte, ilâhî marifetlerin vukuunun çokluğunda ve bu âlemin işlerini çevirme kuvvetinin şiddet ve azlığında farklıdırlar. Yüce Allah'ın rahmetinin bolluğunun eseri ve nimetlerinin nuru, gerek olağan ve gerekse olağanüstü yollarla bu âleme "Derken bir iş çevirenlere andolsun."(Nâziat, 79/5) ve "Derken bir emir taksim edenlere andolsun."(Zariyât, 51/4) buyrulduğu üzere, o ruhlar aracılığıyla ulaşması nedeniyle yüce sözü, bu âlemden ona ihtiyaç basamaklarının yükselmesi için çıkış ve o âlemden buruya rahmet eserinin inmesi için iniş aletleri olan o değişik ruhlara işaret olabilir."

Âlûsi de bunu şöyle açıklar: Bir de meâric, amellerin ve zikirlerin bulunduğu manevî makamlar; bir tarikata girmiş olan müminler için de o yolda yükseldikleri mertebeler yahut meleklerin mertebeleri denilmiştir.

Bunun sadece ruhî ve manevî makamlar için olduğunu söylemeleri,

BİRİNCİSİ, âyette sadece meleklerin ve Ruh'un yükseldiğinin zikredilmiş olması,

 İKİNCİSİ, Allah'ı cisme benzetme kuruntusuna düşülmemek için Allah'ın noksan sıfatlardan uzak olduğu kuralına uyulması düşüncesinden çıkmış olması gerektir. Fakat yer ve göklerin maddî olması, onların mülkünü elinde bulunduran ve cisimlerin ve ruhların yaratıcısı olan yüce Allah'ın bir cismî olmasını gerektirmeyeceği gibi, meâricin hem cismânî hem ruhanî olması da onların sahibi olan yüce Allah'ın noksan sıfatlardan uzak olmasına zıt olmaz. Zira, birisinin bir şeyin sahibi olduğunu ifade etmekte kullanılan kelimesi ile yapılan tamlamalar, sahib olunan şeyle onun sahibi arasında bir cüz'iyet - külliyet (parça bütün) ilişkisi olduğunu göstermez. Nitekim Zü'l-Mâl, mal sahibi, demektir. Bu, mal sahibinin malının içine hulul edip girerek onunla bütünleştiğini ifade etmez. Aynı şekilde yukarılara doğru yükselenlerin melekler ve Ruh olması çıkılan basamak ve derecelerin de sırf manevî ve ruhanî olmasını gerektirmez. Cismani ve ruhaniliğin üstünde olan yüce Allah'a yükselmek de cismanî ve ruhanî mertebelerin hepsinin üstüne yükselmek demek olacağı için o da bunlardan birine mahsus olmayı gerektirmez. Aksine bu makamda onların fani ve yok olucu olduklarını hissettirir. Bu mânâ ve hakikat iyice düşünülebilirse "meâric"ten maksat, İbnü Abbas'tan rivayet olunduğu üzere maddî ve manevî bütün varlık mertebelerini kapsayan dereceler demek olup meleklerin ve ruhların çıkıp indiği cismanî, ruhanî âlemlerin, tabaka tabaka bütün mertebe ve derecelerini, zi'l-meâric (dereceler sahibi) sıfatı da yüce Allah'ın bunların hepsinin sahip ve maliki ve hepsinin döneceği ve en son varacağı yer olmak sıfatıyle hepsinden yüksek olan yücelik ve ululuğunu ifade eder ki, bu mânâ Zi'l-Arş (Arş'ın sahibi) vasfı gibidir.

"İleyhi" tabirindeki zamir onların yeri olan o mekâna yükselip gidiyor, demektir. Çünkü Sema, Cenab-ı Hakk'ın ikram ve ihsanının yeridir. Bazıları "Bu, Hz. İbrahim'in, kesinlikle 'Ben Rabbime gidiciyim' sözü gibidir." dediler. Yani Rabbimin emrettiği yere gideceğim.

Bu mertebe ve basamaklarda çıkıp inen yüce Allah'ın kendisi değil, onun emri ve emrini taşıyan elçileri ve memurları yani melekler ve ruh olduğunu açıklamak için buyruluyor ki, Melekler ve Ruh ona yükselir. Onun emriyle hepsi çıkar yanına varır, ona döner, hepsi onun huzurunda

"O gün Ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar." (Nebe, 78/38)

âyetinin mânâsına göre saf bağlayıp dururlar. Vasıtalar tamamen kalkar.

"Ve yalnız ona döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/245),

"Oysa bütün işler Allah'a döndürülür." (Bakara, 2/210)

"Yeryüzündekilerin hepsi fanidir." (Rahmân, 55/26),

"Onun zatından başka her şey yok olucudur." (Kasas, 28/88),

"Bugün mülk kimin?" (Mümin, 40/16)

sırrı ortaya çıkar, ona karşı bir savunucu bulunmaz. (bk. Elmalılı Tefsiri, Mearic Suresi, 4. ayetin tefsiri)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun