Bazı ayetlerin, bir tanrı tarafından söylenemeyeceği göze çarpıyor?

Tarih: 23.06.2017 - 00:04 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Çelişki olduğu iddia edilen bu ayetlere lütfen tatmin edici cevaplar verebilir misiniz(İkinci kısım)?
1) Nahl(16)/101 İddia:
- Her şeyin en doğrusunu önceden bilen Allah, sonradan bazı ayetleri yenileriyle değişmiş; ama neden. Geçmişi ve geleceği bildiği halde neden gerek duymuş. Ve peygamberi de zor duruma sokmuş sanki. Yoksa Hz. Muhammet kendi belirlediği ayetleri, en uygun hale getirmek için sürekli düzenliyor muydu?
2) Tevbe(9)/30 Şura(42)/10 Fatiha(1)/5 İddia:
- Direkt tanrının kendi ağzından olduğunu bildiğimiz Kuran’ın yukarıdaki ayetlerinin bir tanrı tarafından söylenemeyeceği göze çarpıyor. Ayrıca “de ki” sözü başka birçok ayette hazır yazılı olduğu halde, Hud/2 ayetinin orijinalinde ise bu sözün yazımı bulunmadığından (Diyanet kendi ek düzenlemesiyle parantez içine sonradan yazmıştır) o ayetin de direkt tanrı tarafından söylenemeyeceği anlaşılabiliyor.

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Cevap 1:

“Biz bir âyetin yerine onun hükmünü neshederek başka bir ayet getirdiğimiz zaman -ki Allah göndereceği âyetleri pek iyi bilmektedir- onlar: "Sen iftiracının tekisin!" dediler. Hayır, hiç de öyle değil! Onların çoğu işin gerçeğini bilmiyorlar.” (Nahl, 16/101)

mealindeki ayette yer alan konu bir nesih konusudur.

- Sorudaki problem Ehl-i sünnete aykırı olan bida ehli Mutezile anlayışına göredir. Onlara göre, bir şeyin hükmünü sonradan değiştirmek yeni bir bilgiyle olur. Buna “beda” denir. Allah için sonradan bir şey öğrenmek ezelî ilminin kuşatıcılığına aykırı olduğu için nesih de yoktur, derler.

- Ehl-i sünnet alimlerine göre, nesih “beda” değildir. Yani, sonradan yeni bir şey öğrenmek manasına gelmez. Bilakis, şartlara göre hüküm koymak veya  bir hükmü kaldırıp yerine yeni bir hüküm koymak, hikmetin gereğidir. ilk okulda matematik dersini veren bir öğretmenin aynı dersi üniversitede daha farklı anlatması, öğretmenin yeni şeyler öğrendiğini değil, muhatapların durumunu göz önünde bulunduran hikmetli bir tavır sergilediğinin göstergesidir.

- Keza, bu değişme ve neshetme meselesi, Allah’ın ilmine göre değil, zaman ve zeminin şartlarına göre söz konusudur.

Mesela, bir elbise fabrikası, ilkbahar ve yaz hazırlığı için ince elbiseler; son bahar ve kış hazırlığı için de kalın  kışlık elbiseler yapıyor. Ve görüldüğü gibi hiç kimse kalkıp da “Bu fabrika sahipleri, yazdan sonra kışın geleceğini bilmiyorlar mıydı ki, önce ince elbiseler yapıp sonra bunları kalın elbiselerle değiştiriyorlar?” şeklinde bir itirazda bulunmuyor. Çünkü herkes biliyor ki, burada gözetilen hikmet, insanların  ihtiyacına uygun üretim yapmaktır. Yoksa, tekstilcilerin yeni bilgilere ulaşması değildir.

- Değişik çağ ve devirlerde farklı şeriatların olması, farklı vahiylerin, emir ve yasakların bulunması da bu hikmetin birer yansımasıdır.

- Örneğin: “Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden tam sabırlı yirmi kişi olursa, iki yüz kişiye galip gelir ve eğer siz müminlerden yüz kişi olursa, kâfirlerden bin kişiyi mağlup eder; çünkü o kâfirler gerçeği ve akıbeti anlamayan bir güruhtur.” mealindeki Enfal suresinin 65. ayetinde bir müminin 10 kâfir karşısında sabırla durması ve savaşı bırakıp kaçmaması ön görülmüştür.

- Bunun ardından gelen surenin “Ama şimdi Allah yükünüzü hafifletti, çünkü sizde savaşma konusunda bir zayıflık olduğunu müşahede etti. O halde sizden sabırlı yüz kişi, Allah’ın izniyle onlardan iki yüz kâfire üstün gelir ve eğer sizden bin kişi olursa, onlardan iki bin kişiye galip gelir. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” mealindeki 66. ayette ise, önceki ayetin hükmü neshedilmiş ve bir müminin bundan böyle on kişi yerine “iki kişi”nin önünden kaçmasının doğru olmadığına işaret edilmiştir.

Bu hükmün hikmeti çok açıktır. Çünkü, her hareketin, özellikle İslam dini gibi bir hareketin insanlarda meydana getirdiği coşku çok kuvvetlidir ve bir mümin on kâfire karşı mücadele edecek kadar güçlüdür. Buna mukabil, bu hareketin üzerinden yıllar geçtikten sonra eski coşku gevşemeye başlar ve ilahî hikmet de bunu nazara alarak hükmünü vermiştir.

Cevap 2:

İlgili ayetlerin mealleri:

“Yahudiler 'Üzeyir Allah'ın oğludur' dediler. Hristiyanlar da 'Mesih Allah'ın oğludur' dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözleridir ki, kendilerinden önce kâfir olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da (hak yoldan) saptırılıyorlar!” (Tövbe, 9/30)

- Burada herhalde “Allah kahretsin” sözü anlaşılmamıştır.

Eğer Allah’a izafe edilen ifadelerden ötürü böyle bir vesvese hasıl olmuşsa, Kur'an’da bunun onlarca misali vardır. “Allah her şeye kadirdir, Allah her şeyi bilir, Allah hakimdir, Allah rahimdir…” gibi.

Oysa, Kur'an’ın Allah’ın sözü olduğunun hatırlatılması için Allah lafza-i celalin sık sık kullanılması gerekir. Çünkü, Allah lafzı bütün kemal sıfatlarını havidir. Bir ism-i azam ve Zat-ı Akdese mahsus bir alem / özel isim olan “Allah” lafza-i celal, her yerde Allah’ın azametini, merhametini, sonsuz ilim, kudret ve hikmetini, ezeli ve ebediliğini ders veren bir ism-i celildir.

Baştan sona celal ve cemal sıfatlarının nazara verildiği Kur'an’da, zikr edilir edilmez muhatabın zihnine söz konusu sıfatları nakşeden “Allah” lafza-i celal ile icraatına vurgu yapmak belagatin en güzel bir unsuru olan îcaz sanatının mucizevi parıltısının bir göstergesidir.

Bu sebepledir ki, bu ifade tarzı Kur’an’da birçok ayette kullanılmıştır.

Yoksa, bu gibi ifadelerden hareketle, Kur’an’ın Allah’tan başkasına ait olduğunu düşünmek ciddi bir cehaletin ürünüdür. Zira, bu ifadenin yer aldığı aynı ayette Hz. Peygamber (asm)'e açıkça hitap eden ifadeler de vardır. Mesela:

(Resulüm!) Onlar (o münafıklar) düşmandır, onlardan sakın, Allah onları kahretsin, nasıl da (hak yoldan) saptırılıyorlar!” (Munafıkun, 63/4)

mealindeki ayette “Onlardan sakın” mealindeki ifadenin muhatabı Hz. Muhammed (asm)’dir; başkası olamaz.

“Anlaşmazlığa düştüğünüz bir şey hakkında hüküm Allah'a aittir. Rabbim olan Allah işte budur. Ben Ona tevekkül eder, Ona yönelirim.” (Şura, 42/10)

Bu ayette ise herhalde “Rabbim olan Allah işte budur.” ifadesi kapalı gelmiştir.

Oysa, Şura suresinin bu ayetinden üç ayet önce açıkça “Biz sana bu Arapça olan Kur’an’ı vahyettik.” (Şura, 42/7) ifadesiyle Hz. Muhammed (asm)’in peygamber olduğuna vurgu yapılmıştır.

İlmi bir kural vardır: “İki ifadeden bir açık ise, kapalı olan ifade de bu açık olana göre değerlendirilir.”

Buna göre, iki ayet önce peygamberliği vurgulanan Hz. Peygamber (asm)'in, iki ayet sonra bu peygamberliğini ortadan kaldıracak bir ifadenin Kur’an gibi bir kitapta olması mümkün değildir. İman eden ve etmeyen bütün belagat erbabınca çok mümtaz ve pek harika olduğu kabul edilen bir kitapta böyle basit çelişkiler olabilir mi?

Nitekim, İslam alimlerine göre, Rabbim olan Allah işte budur. Ben Ona tevekkül eder, Ona yönelirim.” mealindeki ifadenin bir gereği olarak, ayetin başında Hz. Muhammed (asm)’de hitap eden bir “Kul = De ki:” mukadderdir. Bu takdirde ayetin başlangıç ifadesi: “Resulüm! De ki: Anlaşmazlığa düştüğünüz bir şey hakkında hüküm Allah'a aittir.” şeklindedir. (bk. Razi, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

“Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (Fatiha, 1/ 5)

- Prensip olarak Kur’an’ın bütün surelerinin başında “Kul = De ki:” emri vardır. Bazılarında açık, bazılarında gizli olarak vardır. Bu emir “Fatiha” suresinde hem bir surenin hem de Kur’an’ın başı olması hasebiyle “Kul” emrinin mukadder olarak bulunması lazım ve elzemdir.

- Kur’an’da 332 defa kullanılan “Kul” emrinin açıkça kullanıldığı ve kullanılmadığı bütün yerlerin hikmetini zikretmek -takdir edersiniz- kolay bir iş değildir. Bununla beraber, Kur’an’da “De ki:” manasına gelen “Kul” kelimesinin fazlaca kullanılmasının bazı hikmetlerini şöyle sıralamak mümkündür:

1) Ayetlerde geçen "Söz" (Kavil) tabiri, Kur'an lafzının Allah'tan gelen bir vahiy olduğunu, diğer bir ifadeyle "elçinin sözü, onu gönderenin sözüdür" gerçeğini, yani elçinin tebliğden başka hiçbir müdahalesinin olmadığını ifade etmektedir. (krş. Yazır, Hak Dini, VIII/324)

Türkçemizdeki "elçiye zeval olmaz" deyimi de bu gerçeğin bir ifadesidir.

2) “Kul” kelimesinin kullanılması, Kur’an’ın hem lafız hem de manasıyla Allah’ın kelamı olduğunu göstermektedir.

3) Kuran'da Hz. Peygamber (asm)'e hitaben "De ki:" anlamına gelen “Kul" kelimesinin üç yüzden fazla kullanılması, Kur’an’daki bu ifadelerin dışarıdan gelen bir emrin varlığını göstermektedir.  

Halbuki elçiler, kendilerini gönderenlerin söylediklerini farklı bir tarzda ifade ederler. Meselâ biri diğerine "Git filan adama de ki: Allah birdir", dese, elçi olan kimse, vardığı yerde herhalde aynı cümleyi tekrarlamaz. Aksine, eğer gönderen kimseyi de işe katarsa, "Beni gönderen kimse, Allah'ın bir olduğunu size söylememi istedi" der.

Şimdi bu küçük misali göz önünde bulunduralım ve Kur'an'ın üslubuna dikkat edelim!

"De ki: Allah birdir.", "De ki: eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var." (Furkân, 25/77),

"De ki: ben kendime bile, Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahibim." (Yunus, 10/49)

4) Kur'an’ın dört temel maksadı vardır. Tevhid, nübüvvet, haşir akidesi, adalet ile ibadet.

“Kul” kelimesi, her zaman bu dört maksadın başında gelen tevhid ve nübüvveti nazara vermektedir. Çünkü, “Kul = De ki...” emrinin bir mütekellimi vardır ki Allah’tır; bir de muhatabı vardır ki Hz. Peygamber (asm)'dir.

5) ”Kul = De ki” emrinin daha çok mukadder/zımnen var olmasının önemli bir hikmeti ise, Kur’an’ın belagatten sonra en büyük müczevi yönü olan “îcaz”dır. Çünkü her ilgili ayetin başında “Kul” kelimesinin tekrarı usandırdığı gibi, ifade tarzını da uzattığından bıktırır.

6) Diğer bir hikmeti de Kur'an’ın hem lafız hem mana bakımından Allah’ın kitabı olduğuna işaret etmektir. Adeta görünürde “Kul = De ki” emrinin zikredilmemesi, Kitap sahibi Allah ile kitabın muhatabı olan Hz. Peygamber (asm)'in tebliğlerinin aynı şey olduğuna; yani Hz. Peygamber (asm)'in yalnız bir elçi olduğuna, Kur’an’ın ifadelerinde zerre kadar dahli bulunmadığına, bunun için açıktan “Kul” demeye bile gerek olmadığına işarettir.

“Elif Lâm Râ. Bu Kur’an; ayetleri, hüküm ve hikmet sahibi (bulunan ve her şeyden) hakkıyla haberdar olan Allah tarafından muhkem (eksiksiz, sağlam ve açık) kılınmış, sonra da Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye ayrı ayrı açıklanmış bir kitaptır. (De ki:) 'Şüphesiz ben size O’nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.'” (Hud, 11/1-2)

Bu iki ayetin birincisinde, Kur'an’ın Allah’ın kitabı olduğu açıkça vurgulanmıştır. Sonra da onun indirilmesinin sebebi olarak da Allah’a kulluk etmek olduğuna işaret edilmiştir.

“Allah’a kulluk etmeniz için...” cümlesi yerine, “Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz” şeklin de olması, muhatapların müşrik olup putlara taptıklarından ötürü tercih edilmiştir.

Önceki izahlar burada da geçerlidir.

Demek ki, ayetlerde herhangi bir çelişki yoktur.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 5.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun