Kur'an'ın dilsel lengüistik açıdan mucizevi yönü nedir?

Tarih: 15.03.2017 - 09:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Ben Müslüman'ım İslam öğrenimi almış birisiyim Üniversitede..
- Tecrübeli bir tartışmacıyım.. Fakat bunun cevabını bilmiyorum.
- Mesela Kafirun suresini (lengüistik bakımdan) mucizevi yapan nedir?
- Bu imanımız için de çok önemli bir sorudur.

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Kur’an’ın mucizevi belagatini gösteren en önemli bir gösterge, “Kur’an’ın Nazmı / Nazm-ı Maani” nazariyesidir.

Bu nazariye, "Bir ifadeyi nahiv ve beyan ilminin kurallarına göre dizmek, kullanılan kelimeler arasında ince münasebetler gözetmek suretiyle meydana getirilen söz örgüsü" olarak tarif edilebilir. (bk. Muhâkemat, s. 86-88)

- Kur’an’ın her bir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. (Etrafında, esrardan müteşekkil bir cesed-i manevîye kalb ve bir şecere-i maneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.)

İşte insanın sözlerinde, Kur'an’ın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, ayetler bulunabilir. Fakat Kur'an’da, çok münasebat gözetilerek bir tarz ile yerleştirildiği yerde; bir ilm-i muhit lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin. (bk. Mektubat, s. 187)

- Bu nazım nazariyesinde, Kur’an’ın  “lengüistik” açıdan da mucizevi yönünü görmek mümkündür. Bu nazariyede harika bir “nazm-ı maani” yanında, mucizevi bir “nazm-ı mebani” de söz konusudur.

Bu iki nazmın uyum içinde, birbirini destekler şekilde omuz omuza vermesi nispetinde ifadenin belagat mertebesi güçlenir.

- Bu açıdan bakıldığında denilebilir ki, belagat: Nazm-ı mebaniyi ihtiva eden bir nazm-ı maanidir. Yani, seçkin lafızlar içinde yer alan mümtaz manaları barındıran bir ifade tarzıdır.

Kur’an’ın en büyük i’caz yönü onun belagatidir. Belagat ise, mukteza-yı hale mutabakattır. Bu ise, ifade tarzında tercih edilen kelimelerin uygun seçimiyle mümkündür. Uygun kelimelerin seçimi ise, ifade sahibinin -arzu ettiği şekilde meramına uygun- sözcükleri bulabilecek kelime hazinesine sahip olmasıyla mümkündür.   

Bu noktadan bakıldığı zaman Kur’an’ın belagatin zirvesinde olmasının sırrı daha iyi anlaşılır. Zira, Allah sonsuz ilim, hikmet ve kudretiyle, meramını ifade edecek her türlü kelime hazinesine sahiptir. Kur’an’da  ıtnab, îcaz gibi farklı üslupların bulunması bu hakikatin bir göstergesidir.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu tespitleri, bu hakikati seslendirmektedir:

“Evet (nazm-ı mebanide) lafza zînet verilmeli (kullanılan kelimeler edebi yönden süslü, cazibeli olmalıdır), fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla (fakat nazm-ı maani / seslendirilmek istenen mananın tabiatı bu ziynetli lafızlara yabancı olmaması gerekir).

Ve suret-i manaya haşmet vermeli (manaya giydirilen lafızlar temsil, teşbih, mecaz, istiare, kinâye nevinden olan nakışlarla dokumak suretiyle, o mananın haşmetini yansıtacak şekilde olmalıdır), fakat mealin iznini almak şartıyla (ancak, lafızların asıl göstermesi gereken mananın hüviyetine yabancı olmamalıdır).

Ve üslûba parlaklık vermeli (kullanılan ifade tarzına parlaklık verilmelidir), fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla (fakat, bu ifade tarzının sevk edildiği gaye ve maksadın da bu tür bir ifadeyle örtüşmelidir)..

Ve teşbihe revnak vermeli (Teşbih ve benzeri edebi sanatlarla ilgili ifade tarzına cazibe kazandırılmalıdır), fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla (Fakat, anlatılmak istenen asıl konu göz ardı edilmemelidir).

Ve hayale cevelan ve şaşaa vermeli (kullanılan ifade tarzıyla, muhatabın hayali canlandırılmalı ve şaşaalı bir şekilde harekete geçirilmelidir.), fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdad etmek şartıyla gerektir (fakat, hayali harekete geçirirken, hakikati incitmemeli, hayali hakikatin sırtına yük etmemelidir. Bilakis, hayali canlandıran bu ifade tarzı, hakikati gösteren bir misal olmalı ve ondan destek almalıdır).” (bk. Muhakemat, s. 88)

Bu kısa girişten sonra, Kur’an’ın bir i’caz parıltısı olan lengüistik konusunu birkaç örnekle açıklayabiliriz:

a) Vereceğimiz ayette yer alan kelimelerden her biri, açıkça seslendirilmeyen bazı gerçekleri lengüistik tema içerisinde ayetin muhtevasına dahil etmişlerdir.

“و مما رزقناهم ينفقون Kendilerine verdiğimiz şeylerden Allah yolundaharcarlar.” (Bakara, 2/3)

Bu cümlede yer alan kelimeler ve cümlenin kendi düzeni; zekât ve diğer sadaka çeşitlerini ihtiva eden "infâk" in makbul olmasının şartlarını nazara verecek şekildedir:

Sadakaya muhtaç olmayacak şekilde sadaka vermek gerekir. Ayette geçen ve "bir bölümü" ifade eden "مما" lafzındaki "من" kelimesi bu şartı ifade ediyor. Makbul bir sadaka, Ali'den alınıp Veli'ye verilen cinsten olmayıp, kişinin bizzat kendi malından olması gerekir. Ayette geçen "رزقناهم" lâfzı bu şartı gösteriyor.

Sadakanın üçüncü şartı, minnet etmemektir. Bütün malların asıl sahibinin Allah olduğunu gösteren "رزقناهم" daki, çoğul birinci şahıs için kullanılan "نا" zamiridir. Yüce Allah bu ayetin bu işareti ile manen buyuruyor ki: "Ben size rızık veriyorum. Benim malımdan benim kullarıma bir şeyler verirken, minnet etmeye hakkınız yoktur."

Sadakanın bir diğer şartı da sadakayı kötü yerlerde değil iyi ve gerekli ihtiyaç yerlerinde kullanan kimselere verilmesidir.

Sefahete sarf edenlere sadaka vermek makbul değildir. İşte bu şarta "ينفقون" lâfzı işaret ediyor. Beşinci şart sadakayı Allah namına vermektir. Bunu, "رزقناهم" lâfzı ifade ediyor. Bu işaretin lisanı ile Allah buyuruyor ki : "Mal benimdir, benim namımla vermelisiniz"

Demek ki bu ayet, zenginlerin mal sahibi değil sadece birer veznedar olduklarını onlara hatırlatıyor.

Ayrıca "ما" kelimesi sadakanın maldan olduğu gibi, ilim, zekâ, akıl, güç ve nasihat gibi şeylerden de verilebileceğini gösteriyor. (bk. Sözler, s. 387-388)

b) Kullanılan kelimelerin varlıktaki realiteyle örtüşmesi, hakikatli bir i’cazdan haber verir.

Mesela;

“Güneşi bir ziya (ışık), Ayı bir nur yapan ve yılların sayısını ve hesabınızı bilesiniz diye Aya menziller takdir eden Odur.” (Yunus, 10/5),

"Gökte burçlar kılan, orada parlak bir lâmba(ışıklı) ve aydın­latıcı (Nurlu) bir ay yaratan Allah, yücedir." (Furkan, 25/61)

mealindeki ayetlerde ol­duğu gibi, Kur'an'da, Güneş’in ışığı için "ziya" ve bu an­lama ge­len "sirac" gibi sözcüklerin, Ay için ise "nur" ve bu kök­ten gelen "münir" gibi kelimelerin kullanılması dikkat çekici­dir.

Bu ke­limeler, insanlara değişik ipuçları vermiş, eğitim ve kültür seviyeleri farklı olan kesimlerin Kur'an ayetlerin­den istifade imkânlarını arttırmıştır. Sonuçta aynı ayetten farklı manalar çıkartılmıştır ki hepsi de doğrudur. Mesela;

Alelâde bir insan, bu ayetten, Güneş ve Ay’ın her ikisinin de yeryüzüne ışık gönderdiğini anlar.

Bir Arap filoloğu ise ayette geçen “ziya” ve "sirac" kelimelerinin işare­tiyle, Güneş’te ışıkla birlikte ısındırma özelliğinin de var olduğu manasını çıkartır.

Bir astronomi âliminin bu sözcüklerden elde ettiği ipucu, Güneş’in bizzat ışığın kaynağı, Ay’ın ise ışığını dışarı­dan almakta olduğu hakikatidir. Çünkü Arapçada ışığın kaynağı olan şeyler için"ziya / muzi" tabiri, ışığını dışarıdan alanlar için de "nur / münir" tabiri kullanılır. Meselâ:

Aydınlık bir oda için "ğurfetün müzîetün" denilmez, aksine" münîre­tün" denilir. Çünkü odanın ışığı dış kaynaklıdır. Buna karşılık bir ateş közü için de "kabesün münîr" denilmez, aksine "müzî"denilir. Çünkü ateşteki ışık, kendisine aittir.

İşte Kur'an-ı Hakîm'in Kur'an'da Ay için "nur-münir," Güneş için "ziya-siraç" tabiri kullanması, bu ince farkı be­lirtmek içindir. (bk. Niyazi Beki, Rahman suresi 5. ayetin tefsiri)

c) Bir ayetin ifadesinde yer alan kelimelerden her birinin, ayetin sevk edildiği maksada hizmet etmesi, lengüistik / dilbilim açısından bir mucize parıltısıdır.

Mealini vereceğimiz şu ayet buna bir örnek olabilir:

"Yemin olsun ki, onlara Rabbinin azabından ufak bir esinti dokunsa, şüphesiz ‘Eyvah bize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz.’ diyecekler.” (Enbiyâ, 21/46)

Kur'an, bu cümlede, azabı dehşetli göstermek için, en azının tesir derecesini en şiddetli bir tarzda ifade etmiştir. Şöyle ki:

“ولئن مستهم نفحة من عذاب ربك Onlara, Rabbinin azabından ufak bir esinti dokunsa” cümlesinde yer alan altı kelimenin her birisi "azlığı" ifade etmekle, Kur'an'ın "az bir azap ile çok korkutma" maksadına hizmet etmişlerdir.

İlk kelime lâfzı "faraza, eğer" anlamında olup, şek ifade eder. Şek ifade etmekle de "azlığı" gösterir.

İkinci kelime "مس" fiilidir. Bu kelimenin anlamı "hafif dokunmak"tır. Yine azlığı ifade eder.

Üçüncü kelime "نفحة" lafzıdır. Bu kelime üç yönden "azlığı" ifade ediyor.

a. Anlamı bir kokucuk olduğu için azlığı ifade eder.

b. Sarf ilmi açısından kelimenin yapısı, "ism-i merre" dir. "Biricik" anlamında olup "azlığı" gösteriyor.

c. Kelimenin sonundaki "tenvin", tenkir ve taklil içindir. O da "azlığı" ifade ediyor.

Dördüncü kelime,"tab'iz"i, yani: bir şeyin bir parçasını, az bir kısmını ifade eden "من" lafzıdır.

Beşinci kelime "عذاب" lafzıdır. "Nekâl" ve "ikâb"a nisbeten hafif bir cezadır. Azlığı gösteriyor.

Altıncı kelime "ربك" lafzıdır. Allah'ın Cebbar, Kahhâr, Müntakim isimleri yerine, şefkati gösteren bu kelimenin gelmesi "azlığı" ifade etmek içindir. Bu kayıtların işaretleri çerçevesinde ayetin meali, şöyle verilebilir:

"(Resulüm!) Eğer o inkârcılara, senin şefkatli Rabbinin azabının ufak bir parçasından, görünmeyecek kadar küçük bir kokucuk / esinti, bir defaya mahsus, faraza azıcık dokunu verse; zalimler mahvolduk, diyecekler."

Bediüzzaman'ın kendi ifadesiyle: "âyette geçen kelimelerin her birisi, âyetin asıl maksadına kuvvet veriyor" (bk. Muhâkemat, 93-94; Sözler, s. 386-87)

d) Bir tek kelimenin lengüistik bakımından ayetin maksadına destek olması, bir i’caz parıltısıdır.   

Meali verilecek şu ayette bir i’caz nüktesi olarak bu inceliği görmek mümkündür:

“İnkâr edenler, Göklerle yer bitişik bir hâlde iken Bizim onları birbirinden kopardığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi, yine de inanmazlar mı?” (Enbiya, 21/30)

Bu ayette meal olarak yer alan “Göklerle yer bitişik bir hâlde iken...”ifadesindeki “bitişik” kelimesinin ayetteki Arapça aslı “ratk”tır.

Normal bir Arapça ifadede bir ismi meful manasında bir mastar olan bu kelime yerine, “metrukateyn” şeklinde bir ismi meful tesniyesi kullanılırdı. Çünkü, burada “ratk = bitişik” sözcüğü, gökler ile yer gibi iki varlık için zikredilmiştir.

Ancak ayette Arapça dil bilgisi bakımından “iki bitişik” anlamına gelen “metrukateyn” değil de yalnız “bitişik” manasına gelen “ratk”kelimesi tercih edilmiştir. Çünkü, ayette anlatılmak istenen şey, gökler ile yerküresinin ilk defa tek bir cevher, tek bir kozmik çorba, tek bir kevni hamur olduğunun vurgulanmasıdır.

İkiliği ortadan kaldıran, homojen bir yapıyı en güzel ifade eden “ratk”kelimesi, bu makamda mucizevi bir konuma sahiptir.

e) Sorunun merkezinde yer alan Kâfirûn suresinin tahliline gelince;

Tahlil lengüistik /dilbilim açısından yapıldığı için, surenin Arapça olan asıl metnini yazmakta fayda vardır.

قُلْ يا أَيُّهَا الْكافِرُونَ (1) لا أَعْبُدُ ما تَعْبُدُونَ (2) وَلا أَنْتُمْ عابِدُونَ ما أَعْبُدُ (3) وَلا أَنا عابِدٌ ما عَبَدْتُّمْ (4)

وَلا أَنْتُمْ عابِدُونَ ما أَعْبُدُ (5) لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ (6)

Surenin Türkçe meali:

1) De ki: Ey kâfirler!

2) Ben tapmam sizin o tapmakta olduklarınıza!

3) Ve Siz de benim kulluk ettiğime tapacak değilsiniz.

4) Ben de  sizin taptıklarınıza tapacak değilim.

5) Ve siz de  benim kulluk ettiğime tapacak kimseler değilsiniz.

6) Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.

1) Surenin ilk ayeti “kul = de ki” kelimesiyle başlamıştır. Bunun bir kaç belagat inceliğini şöyle arzedebiliriz:

a) Suredeki muhataplar kâfirlerdir. Kul = de ki emri ise, Hz. Muhammed (asm)’in Allah’tan emir alan bir peygamber olduğuna delalet eder.

İşin hemen başında muhatap olan kâfirlere Hz. Muhammed (asm)’in peygamberliğini ders vermek, güzel bir iltifat, merhametli bir irşad ve mukteza-yı hâle mutabakat eden bir belagattir.

b) Bu surede muhatap olan belli kâfirlerdir. Rivayete göre, Velid b. Muğire, As b. Vail, Esved b. Abdulmuttalib ve Ümeyye b. Halef adındaki müşrikler, Hz. Peygamber (asm)'e, “Gel sen bizim putlarımıza ibadet et, biz de senin Rabbine ibadet edelim. Eğer senin dinin daha hayırlı ise, biz bu hayırdan da hazzımız almış oluruz. Yok eğer bizim dinimiz daha hayırlı ise sen de ondan nasibini almış olursun” şeklinde bir teklifte bulundular. Bunun üzerine bu sure nazil oldu. (bk. Kurtubi, ilgili yer)

İşte Allah’ın bu küstah kâfirlere doğrudan hitap etmemesi, “kul = de ki:” şeklinde peygamberi vasıtasıyla onlara hitap etmesi, Hz. Peygamber (asm)'in Allah katındaki değerine, onlarında değersizliğine işarettir. Bu ise Allah dostlarının saygın yerlerine, düşmanlarının da hakir konumlarına bakar.

Aynı ayette yer alan “ya eyyuhe’l-kâfirun” cümlesi de dil-bilim açısından çok harikadır. Şöyle ki:

a) “Ey kâfirler!” anlamındaki “ya eyyuhe’l-kâfirun” cümlesi bir nida/çağrı cümlesidir. Nida harfi olan hemze yakın için, “eya-heya” harfleri uzak için; “ya” harfi ise hem yakın hem uzak için kullanılır.

Bu ayette kâfirler için “ya” edatının kullanılması çok harika düşmüştür. Çünkü, söz konusu kâfirler, fiziki mekân itibariyle, Hz. Peygamber (asm)'in bulunduğu aynı yerde oldukları için ona yakın; imanla kazanılan manevi dostluk bakımından ise ona çok uzaktırlar. “ya” edatının bu makamda zikredilmesi, muhatap olan kâfirlerin bu iki vaziyetine de işaret etmektedir.

b) Kâfirlerin hem uzak hem yakın olmalarına işaret edilmesinin şöyle bir esprisi de vardır:

Kâfirler manevi değerleri / daha doğrusu değersizlikleri itibariyle Allah’tan çok uzaktırlar. Ancak onların hakettikleri cezayı vermek için Allah ilim ve kudretiyle onlara çok yakındır.

c) Az önce de ifade ettiğimiz üzere, bu surede muhatap olan kâfirler belli bazı şahıslardır. “el-Kâfirun” kelimesinin başında yer alan “el” takısı, ahd-i harici anlamıyla mâhud/bilinen bazı  kimselere işaret etmek içindir. Çünkü, surede “kâfirlerin” bundan sonra da iman etmeyeceklerine işaret edilmiştir.

Bütün kâfirlerin bu gaybi habere dahil olmaları, ne din imtihanı ne adalet ne de realite bakımından mümkündür.

İşte burada zikredilen “el” takısı, böyle yanlış bir vehmi ortadan kaldırmaya yöneliktir.

d) Bir isim olan “el-Kâfirûn” kelimesinin “ellezine keferû” şeklindeki bir fiil cümlesine tercih edilmesi, muhatap olan kâfirlerin eskiden beri bu küfürlerinde devam ettikleri ve bundan sonra da küfürlerinde sebat edeceklerine işarettir. (bk. Alusi, ilgili yer)

Bu kelime, bu değişmez yönüyle, sonraki ayetlerde gelen “bunların iman etmeyeceklerine” dair hükmün doğruluğuna ışık tutan bir projektör gibidir.

2) “Lâ A’budu Mâ Ta’budûn” şeklindeki 2. ayetin tahlili şöyle yapılabilir:

a) Ayetin başında bulunan “Lâ” edatı, nefy-i istikbal içindir. Başında bulunduğu “A’budu” muzari/gelecek fiilini olumsuzlaştırır.

b) “Mâ” edatı bir ism-i mevsuldur. Daha çok akılsız nesneler için kullanılır. Bunun tercih edilmesi, müşriklerin taptıkları batıl mabutlarının cansız ve akılsız olduklarına işaret etmek içindir.

c) “Ta’budûn” fiili, hal ve istikbal zamanlarını içine alan geniş bir kalıptır. Buna göre bu iki ayetin kısa açıklamalı mealleri şöyledir:

“Resulüm! De ki: Ey küfürlerinde sebat eden inkârcılar! (Siz birbirimizin dinine girip birbirimizin mabuduna tapmayı teklif ediyorsunuz, öyle mi?) Şunu iyi bilin ki, Ben sizin tapmakta olduğunuz ve tapacağınız batıl mabutlarınıza asla tapmam.”

3) “Ve lâ Entüm Âbidûne Mâ A’budu” cümlesinin tahlili:

a) Vav atıf edatıdır., bir isim cümlesinin başında yer almış bir nefy edatıdır. Âbidûn ismi fail cemidir. Bu kelime de isim olması hasebiyle, söz konusu kâfirlerin ne şimdiki zamanda ne de gelecek zamanda Allah’a iman edip ibadet etmeyeceklerine işaret etmektedir.

b) Mâ A’budu: Benim taptığım, ibadet ettiğim Mabud, manasına gelir. Ancak Allah için kullanıldığı halde, “akıllılar için kullanılan men” değil de “akılsızlar için kullanılan ma”nın tercih edilmesi, birkaç belagat nüktesi içindir:

Birincisi: Batıl mabudlar için kullanılan “mâ” hakiki Mabud için de kullanılması, bir müşakele sanatıdır. Görünürde aynı şey ifade etmelerine rağmen gerçekte farklı şeylere bakar. Örneğin, burada Allah için kullanıldığı zaman akıllı varlıklar için kullanılan “men” anlamına gelir.

İkincisi: Manevi bir müşakeleye işarettir. Batıl da olsa Arapçada tapınaklar için mabud kelimesi kullanılır. Madem Mâbud kelimesi, hem Allah için hem putlar için kullanılabilir. Bu ortak kavram için ortak bir edat olan “ma”nın kullanılması güzel bir inceliği gösterir.

Üçüncüsü: “Mâ”nın iki kullanım ciheti vardır; biri akılsızlar, biri de akıllılar için kullanılır. Sadece akıllılar için kullanılan “men” edatı değil de iki manaya gelen "ma" edatının kullanılması, putların ve şirkin akıldan son derece uzak bir şey olduğuna işaret etmeye yöneliktir. Çünkü müşrikler de biliyorlar ki, “akıllı varlık” için kullanılan “men” kelimesinin putlar için kullanılamaz. Öyleyse bu taptıklarının gerçekten akılsız olduğunu idrak ederler.

4) Bu ayette Hz. Peygamber (asm) için ismi fail olan “âbid” kelimesi kullanılmıştır. Fiil kalıbı yerine ismin tercih edilmesi, Hz. Muhammed (asm)’in dininde kararsız olmadığına, geçmişte olduğu gibi gelecekte de bu hak din üzerinde tam kararlı ve sabit-kadem olduğuna işret etmeye yöneliktir.

Kâfirler için daha önce muzari fiil kullanılırken burada mazi fiili kullanılmıştır. Âdeta ayette şu mesaj veriliyor. Peygamberin şimdiye kadar gördüğü dininizin ne mal olduğunu çok iyi bilir. Şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da asla bu batıl dininize girmez.

5) “Ve siz de benim kulluk ettiğime tapacak kimseler değilsiniz.” mealindeki ayette de Kâfirler için ismi fail cemi olan “âbidune” kelimesi tercih edilmiş ve bununla söz konusu inkârcıların hayatları boyunca küfrü terk etmeyeceklerine işaret edilmiştir.

6) “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” mealindeki ayetten şu mesajları anlamak mümkündür:

a) Siz ey mahut olan (bilinen) kâfirler, size haber veriyorum ki, siz bundan sonra da asla iman etmeyeceksiniz, İslam dinine girmeyeceksiniz. Sizin dininiz sizinle birlikte kabre girecektir. Ve ben de asla sizin dininize girmeyeceğim.  

Aslında bu bir meydan okumadır. Çünkü, eğer o muhatap olan kâfirlerden bir tek kişi bile yalandan da olsa “iman ettim” deseydi, İslam doğmadan biterdi.

b) Herkes bağlı bulunduğu dininin karşılığını görür. Siz dininizin karşılığını, ben de dinimin karşılığını görürüm. Bu ayrıca kâfirler için ciddi bir uyarıdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an'ın mucizelik yönleri kırk tanedir deniliyor; bunu nasıl anlamak ...
Bediüzzaman Said Nursi Düşüncesinde İ'caz-ı Kur'an ve İ'caz Yönleri
Kur'an'ın Edebi Yönü
Ayetler arasında bir ilgi var mıdır? Yoksa her ayet müstakil midir ...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun