Allah'ın gelmesi gibi ayetler neden tevil edilir?
- Bakara 210; Fecr 22; Mülk 16/17 gibi ayetlerde.. Bakara 210 da Neden Allah ve Melekler diyor da ayetin dediğiniz gibi anlamıyla değil yani Allah’ın gelmesi değil Allah’ın azabının gelmesi diye dememiş?
- Ve ayrıca açıkça Allah ve Meleklerin gelmesi diyor onun Allah'ın azabı olduğunu nasıl biliyoruz?
- Aynı şekilde Fecr suresi 22. ayette Neden Allah’ın gelmesi yazıyor da dediğiniz gibi Allah’ın emrinin gelmesi yazmıyor?
- Allah’ın emrinin geldiğini nasıl anlıyoruz?
- Aynı şekilde Mülk Suresi 16 ve 17. ayetlerde Allah direk Allah göktedir diyor, biz nerden öyle olmadığını çıkarıyoruz?
- Bu 3 ayeti de bana kısa bir şekilde sorduğum sorularla birlikte cevaplarsanız çok sevinirim. (Verdiğiniz cevapları okudum benim için sorduğum sorularla birlikte kısada olsa bir cevap verirseniz sevinirim.)
- Ayrıca şöyle bir şey söylemek istiyorum bu da beni çok vesveseye düşürdü. Biri demiş ki Biz Allah (c.c.) kendisini nasıl tanıtmışsa biz öyle söyler ve ayetler üzerinde tevil yapmayız. Biz “Allah (c.c.) semadadır (göktedir)” sözünü bizzat Kuran’dan naklettik ve üzerinde yorum yapmadık. Çünkü peygamberimiz ve sahabesi de böyle yaptı. Oysa siz hiçbir ayette geçmemesine rağmen “mekandan münezzehtir” diyor ve bunun üzerine yorum yapıyorsunuz. Bunun hakkında var mı bir ayet ya da hadis?
- Allah’ın mekandan münezzeh olduğunu gösteren ayet hadis yok mu?
- ALLAH aşkına bu sorulara cevap verin sorabildiğim bir tek siz varsınız o yüzden bu kadar fazla soru soruyorum lütfen beni affedin ve Allah rızası için soruları cevaplayın çünkü çok vesvese yapıyorum.
Değerli kardeşimiz,
- İtikadî ve Kur'anî yorum konusunda insanları ifrat-tefrit / aşırı-uçuru anlayışa kaydıran iki önemli ana hat vardır: Zahirilik ve Batınîlık.
Zahirilere göre, nasların / ayet ve hadislerin ifade tarzlarını hiçbir tevil ve tefsire tabi tutmadan, onların lafızlarından anlaşılan manayı olduğu gibi kabul etmeyi ön görmektedir.
Batınilere göre ise, nasların lafızlarından ziyade asıl anlaşılması gereken onların iç yönlerdir, batın manalarıdır.
- Bu iki düşünce tarzının da sabit ilkeleri olmadığı için, birçok mantık çelişkisini barındırmaktan kurtulamamaktadır. Çünkü, “ayetin ifadesinin yalnız batınî manası kastedilmiş” denilirse, bu takdirde Arapça bir ifadenin barındırdığı lafızların, sözcüklerin bir anlamı kalmaz. Bu takdirde her “Ayn” harfi Hz. Ali’ye, her “F” harfi Hz. Fatıma’ya bakabilir. Firavun NEFİS, Musa KALB olarak ortaya çıkabilir. Bu ise dili dil olmaktan çıkartır. Bunun saçmalığı açık olduğu için bunu geçiyoruz.
- Eğer bir ifadenin yalnız zahirine göre bakılırsa, lisanların özellikle de Arap lisanının üzerine kurulduğu teşbih, temsil, istiare ve mecaz gibi önemli dil unsurlarını tamamen göz ardı etmek gerekir.
Bu bakış açısına göre,
“Resulüm! Sizin öldürdüklerinizi siz öldürmediniz. (Yine Bedir savaşında düşmana) attığın çakılları atarken sen atmadın, onları Allah attı.” (Enfal, 8/17)
mealindeki ayeti anlamak mümkün değildir. Bunu ancak bir mecaz sanatı çerçevesinde değerlendirebiliriz.
Keza, “Cennette gümüş şişeler.” (İnsan, 76/16) mealindeki ayetin manasını kavramak imkânsız gibidir. Çünkü gümüşten yapılmış şişelerin varlığından söz edilemez. Bunu ancak bir teşbih / benzetme sanatıyla anlaya biliriz.
Bu zahirilik hastalığının bir sonucu olarak meşhur zahiri alimlerinden biri: “Durgun suda idrar yapıldığı zaman o su pis olur. Fakat eğer kişi bu idrarını suyun dışında yapmış ve sonradan sızarak suyun içine girmişse pis olmaz. Çünkü hadiste 'Durgun suyun İÇİNE...' denilmiş." diyebilmiştir.
İşte soruda yer alan “Allah’ın gökte olduğunu” savunanların bu zahiri görüşleri, nassın / ayetin zahirine göre doğrudur. Çünkü Kur’an’da Allah’ın gökte olduğunu bildiren ayetler vardır. (Zuhrüf, 43/84)
Yine Ebu Hureyre’nin anlattığına göre;
"Adamın biri geldi, Peygamberimize (asm) 'Mümin bir cariyeyi azat etme borcum vardır.' diyerek (yanındaki cariyesinin bu şarta haiz olup olmadığını) sordu. Peygamberimiz (asm) kadına dönerek 'Allah nerdedir?' diye sordu. Kadın başı ve işaret parmağıyla semaya işaret etti. Bu defa Peygamberimiz (asm) 'Ben kimim?' diye sordu. Kadın parmağıyla semaya ve Resulallah’a işaret etti. Yani 'Sen Resulallahsın' demek istedi. Bunun üzerine '(Bu mümindir), bunu azat et.' diye buyurdu." (bk. Mecmau’z-Zevaid, 1/23)
Beyhakî’nin de işaret ettiği gibi, Selef-i salihin tarafından kullanılan bu gibi ifadelerin dayanağı, Kur'an’da Allah hakkında kullanılan “Gökte olan...” (Mülk, 67/16,17) mealindeki ifadelerdir. (Beyhaki, el-Esma ve's-Sıfat, 2/238)
Bu ayetin manası ise, gerçekte Allah’a bir mekan izafe etmek değil, onun yüceler yücesi bir varlık olduğu gerçeğidir. İnsanlara göre gök kavramı, hâkimiyeti, üstünlüğü ve yüceliği ifade eder.
“Göklerde de ilah olan O’dur, yerde de ilah olan O’dur. O, yegâne Hakîm’dir / hüküm ve hikmet sahibidir, yegâne Alîm’dir / her şeyi hakkıyla bilendir.” (Zuhruf, 43/84)
mealindeki ayette, Allah’ın hem göklerde hem de yerde yegâne ilah olduğuna, her iki yerdeki mahlukların yalnız ona ibadet ettiğine vurgu yapılmıştır.
Evet yeryüzü, O’nun cemal sıfatlarının tecelligâhı, gök ise O’nun celal sıfatlarının tecilligâhıdır. O halde “Allah’ın gökte” olduğunu söylerken, onun göklerdeki hükümranlığına işaret edilmiştir. Yoksa bu ayetin zahir ifadesine bakılırsa, Allah hem göktedir, hem de yeryüzündedir.
İşte İslam ümmetinin büyük çoğunluğunu teşkil eden İslam alimlerinin kabul ettiği gibi, Allah hâkimiyeti, saltanatı, ilim ve kudreti itibariyle hem göklerdedir, hem de yerdedir. Fakat Zat-ı akdesi bakımından ne göktedir, ne de yerdedir.
“Allah vardı, onunla birlikte hiçbir şey yoktu.” (Kenzu’l-ummal, h. No: 29850; Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed'u'l-Halk 1, Tevhid 22)
mealindeki hadisten anlaşılacağı üzere, yer ve göklerin de içinde bulunduğu yaratılmış varlıktan hiçbir eser yokken, Allah vardı ve tabiatıyla gökte değildi. Zaten ezelî olmanın anlamı da budur.
- Selef-i salihin devrindeki bazı alimler prensip olarak, insanların “safi kalplerini bulandırmamak” için manası kapalı olan ayet, hadis veya sahabenin bazı sözlerinde yer alan müteşabih / manası kapalı olan bazı ifadeleri tevil cihetine gitmemişler. Daha sonraki alimler ise insanların “felsefeye bulaşmış akıllarını bulandırmamak” için tevil yapmanın zorunlu olduğuna inanmışlardır.
Hadis-i şerifte “sevad-ı azama tabi olun” denilmiştir. Sevad-ı azam İslam ümmetinin en büyük kesimini teşkil eden Ehl-i sünnet ve’l-cemaat olduğunda şüphe yoktur. Prensip olarak dört mezhepte hayatiyetini devam ettiren milyonlarca İslam alimlerinin bulunduğu bu sevad-ı azama aykırı olan zahirilik ve batınilik düşüncesinin -prensip olarak- yanlış olduğunu kabul etmek gerekir.
- Soruda yer alan “Allah geldi..” ifadesinin “Allah’ın emri geldi” şeklinde yorumlanmasının kesin dayanağı vardır. Söz konusu ayet veya ayetlerde “kıyamette Allah gelir” mealindeki ifadenin bir benzeri Nahl Suresinin 1, 33. ayetlerinde “Allah’ın emri” mealindeki ifadeye yer verilmiştir. Kuran’ın bir kısmı bir kısmını tefsir eder. Keza bu ifade için bk. Hud suresi 76 ve 101. ayetler.
- Konunun Detayları:
1) İnsanlık camiasında kendilerine itibar edilen bütün akıl sahiplerinin bu konuda ittifakla kabul ettikleri görüşleri şudur: “Allah gelip-gitmekten münezzehtir.” Çünkü:
a) Gidiş-gelişler birer hareket ve sükundan ibarettir. Hareket ve sükun ise sonradan yaratılan birer pozisyondur. Sonradan yaratılmış (muhdes) olan özelliklere sahip olanların da “sonradan yaratılmış”, muhdes bir varlık olmaları zorunludur. Ezeli olan Allah’ın -haşa- sonradan var olması ise muhaldir / imkânsızdır.
b) Bir yerden bir yere intikal eden bir varlık, ya “atom” gibi çok küçük bir nesnedir. Yahut ondan büyük bir şeydir. Allah’ın bütün varlıklardan daha küçük olma ihtimali -bütün akıl sahiplerinin ittifakıyla- bâtıldır.
Atomdan daha büyük varlıkların değişik parçalardan teşekkül etmesi aklen ve ilmen zorunludur.
Kaldı ki, bu gün atom dahi değişik parçalardan meydana geldiği bilinmektedir. Halbu ki, değişik parçalardan meydana gelen bir varlığın her parçası diğer parçalarına muhtaçdır. Muhtaç ise Allah olmaz. Çünkü Allah’ın bir ism-i celili “Samed”dir ki hiç bir şeye muhtaç değil, demektir. Çünkü başka şeye muhtaç olmak, sonradan var olanların en açık özelliğidir.
c) Keza, bir yerden bir yere intikal eden, sınırları belli mahdud/hudutları tayin edilmiş varlık demektir. Sınırları belli olan varlığın hacmi de bellidir. Halbuki varsayılan bu muayyen miktarın ve sınırların -tahmin edilenden- daha fazla veya daha eksik olabilir. Aklen bunda bir sakınca yoktur. Bu açıdan bakıldığında, mevcut sınır ve miktardan daha fazla veya daha eksik olmaması, bu sınırın ve miktarın kendisine tahsis edildiğini gösterir. Bu takdirde -haşa- Allah’dan önce bir muhassis/tahsis edici ve bir mureccih/tercih edicinin olması zorunludur. Başkasının tahsis ve tercihiyle meydana gelen varlık ise, sonradan var olduğunu gösterir.. Ezeli olan Allah bundan münezzehtir.
d) Eğer bir yerden bir yere gidip geleni, ezeli bir varlık kabul edersek, ay, güneş gibi nesnelerin ilahlıklarını reddedemeyiz. Çünkü -Hz. İbrahim’in de ifade ettiği gibi- Ayın, güneşin, yıldızların ilah olmadıklarının en açık delili onların bazen ortaya çıkmaları bazen de kaybolmalarıdır. (bk. Enam, 6/76-79)
Halbuki, gidip gelmek de bir var bir yok olma manasına gelir. Çünkü, bir yerden bir yere intikal eden varlık, vardığı yerde var olduğu gibi, terk ettiği yerde de yok demektir. Unutmamak gerekir ki, Allah için gidiş-gelişi caiz görenler, Kur’an’da beğenilen Hz. İbrahim’in söz konusu deliline leke sürüyorlar.
e) Zaman-mekân ortamına girmek; bir yerden bir yere intikal etmek, cismin özelliğidir. Bilindiği üzere, Firavun Hz. Musa’ya “(Cismani bir varlık tahayyül ettiği Allah’ın mahiyetini, cinsini ve cevherini açıklamasını talep ederek) ‘Rabbulâlemin’ (dediğin) nedir / kimdir?” diye bir soru sordu.” (Şuara, 26/23) Hz. Musa’nın cevabı böyle somut özellikleri değil, soyut vasıfları açıklamaya yöneliktir.
Değişik ayetlerde bu cevabın mücerret / soyut olan farklı yönlerine işaret edilmiştir. Mesela:
“O göklerin ve yerin Rabbidir.” (Meryem, 19/65);
“O sizin de sizden önceki babalarınızın da Rabbidir.” (Duhan, 44/8);
“O doğunun da batının da Rabbidir.” (Müzzemmil, 73/8; Şuara, 26/28)
Eğer Allah bir cisim olsaydı, Hz. Musa’nın bu soruya, “Allah’ın suretini, şeklini miktarını / hacmini” belirtmek suretiyle cevap vermesi gerekirdi. Dolayısıyla Hz. Musa’nın verdiği cevabı hatalı bulmak; Firavun’un onun hakkında söylediği: “Muhakka ki şu size gönderile elçi delinin tekidir.” (Şuara, 26/27) sözünü -haşa- tasdik etmek gerekir!.. Oysa, böyle bir tasavvur Kur'an’ın açık ifadelerine terstir.
O halde yegâne doğru şudur ki: “Allah cisim olmaktan, bir mekanda bulunmaktan, bir yerden bir yere intikal etmekten münezzehtir.”
f) İhlas suresinde Allah kendine “Ehad” demiştir. Ehad, bir olmanın en mükemmel boyutu demektir. Eğer Allah -haşa- bir mekândan bir mekâna intikal eden bir cisim kabul edilirse, onun “Ehad” değil parçalara sahip bir varlık olarak düşünmek gerekir.
Oysa Kuran’daki Allah’ın tanımı -meal olarak- şöyledir: “Allah’ın benzeri hiç bir şey yoktur.” (Şura, 42/11)
Halbu ki cisim olmak, milyarlarca nesneye bir benzerlik olduğu gibi, bir mekândan bir mekâna intikal etmek de milyarlarca cisimlere benzemek demektir. (krş. Razi, Kurtubi, İbn Aşur, Bakara 210. ayetin tefsiri)
- İşte bu ve benzeri gerçeklerin varlığı, ehl-i sünnetin halef alimlerini müteşabih denilen ayetleri tevil etmeye sevk etmiştir.
Aslında ne selef ne de halef alimlerinden bir tek kişi bile, -bugünkü bazı vehhabiler ve selefiler gibi- Allah’a cismaniyet, onlara benzemek, mekanda bulunmak, Arşa isitva etmek gibi vasıfları yakıştırmamıştır.
İki dönem (selef-halef) alimleri arasındaki tek fark şudur:
Eski dönemlerde insanların zihni safi olduğu için, bu safi zihinleri bulandırmamak adına “Biz Kur'an’da yer alan müteşabih sıfatları aynen kabul ediyoruz. Fakat Allah’ın bir cisim olmadığına ve hiçbir şeye benzemediğine de iman ediyoruz. Onun bilgisini ise Allah’a havale ediyoruz.” demişler.
Daha sonraki -halef- alimleri ise, zamanın değiştiğini, felsefenin yaygınlaşmasıyla, yabancı ve gayri İslami kültür ve bilgilerin safi zihinleri bulandırdığını gördükleri için, bu teslimiyeti kırılmış devirlerde, müteşabih ayetlerin -İslam ruhuna uygun- tevillerinin yapılmasına karar verdiler.
Biz bu her iki dönemin alimlerine de saygı duyuyor ve hizmetlerini alkışlıyoruz...
Zira biz biliyoruz ki: “Zaman büyük bir müfessirdir, kaydını gösterse itiraz edilmez...” şeklindeki nurani prensip, bu farklı yorumları veya yorumsuzlukların -tartışmasız- amilidir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- İnançla ilgili konularda, farklı görüşlerden hangisine uymalıyız?
- Hz. Ebu Bekir’in, "Eğer ibadet ettiğiniz ilah semadaki Allah idiyse, o ölmemiştir. " sözü ile İmam Malik’in "Allah semadadır, ilmi ise her yerdedir. " sözü haşa Allah'ın gökte olduğu anlamına mı gelir?
- Allah bir şeydir, fakat diğer şeyler gibi değildir, diye başlayan inançla ilgili bilgileri nasıl anlamalıyız?
- İmam Maturidi, Allah mekandan münezzehtir, kim gökte derse kafir olur derken, İmam Ebu Hanife Allah yedi kat semanın üstünde arşına istiva etmiştir, demesi bir zıtlık değil midir?
- İmam Maturidi, müteşabih ayetleri tevil etmiyor mu?
- Bakara 144. ayet Allah'ın gökte olduğuna dair bir delil değil mi?
- Gökteki rabbimiz, gökteki babamız gibi mi?
- “Adn cennetinde, müminlerin Allah ile görüşmelerine Allah'ın mübarek yüzündeki kibriya örtüsünden başka hiçbir şey engel olmaz.” hadisine göre, Allah'ın yüzünü görecek miyiz?
- İslam alimlerinin, Allah yarattığının dışındadır, diye bir ifadeleri var mı?
- Allah zaman ve mekândan münezzeh ise, Arşa kuruldu, ifadesi bir çelişki değil mi?