Tanrı, kendi egosunu tatmin etmek için mi bizi yarattı?

Tarih: 17.07.2014 - 02:07 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Ateistlerin son zamanlarda hep sordukları bir soru var ve ben nette bu soruya verilecek güzel bir cevap bulamadım.. Bulduğum cevaplar beni ikna etse de atesitleri ikna değil ama susturmaya yeterli görmedim... Soru şu: tanrı kendi egosunu tatmin etmek için mi bizi yarattı..

- Yaratıp can verdikten sonra öbür dünya vaadiyle kendisine koşulsuz şartsız inanılmasını ve kendisine hiç bir yararı olmayacağı halde ibadet edilmesini isteyen, ne olacağını bildiği halde kendisine inanmayanları cehennemde yakması, dünyadaki adaletsizliklere neden sessiz kalıyor vs gibi atesit soruları inanmasalar da bunlara cevap verilmesi gerekir.

Cevap

Değerli kardeşimiz,

- Ego, insanın hem özne boyutunu tanımlayan irade, bilinç ve vicdanı hem de onun nesne boyutunu tanımlayan, dürtülerini, iç isteklerini, tutkularını, içsel enerji kaynaklarını içine alan çok boyutlu bir komplekstir.

Ancak insanların olumsuzluk manasında kullandığı “ego”, yalnız nefsani iç dürtüler, istekler manasına gelir.

Bu açıdan bakıldığı zaman, “ego” iç dürtülerin, arzu ve isteklerin merkezi olan ve cismani yönü itibariyle hayvansal ve bitkisel tarafı bulunan “nefs”e bağlı bir duygu, bir benlik manasına gelir. Bu anlama gelen duygusal bir “nefis” kavramını Allah’a isnat etmek, gerçeklerden uzak bir hata olduğu gibi, buna bağlı olarak gelişen iç dürtülerin diğer adı olan “ego” diye bir benliği isnat etmek de tamiri gayr-ı kabil yanlış bir tanımlamadır.

- Bununla beraber, ateist (tanrı tanımaz) bir adamın Allah’ın bazı vasıfları hakkında konuşması, açık bir mantık çelişkisidir. Çünkü onun inancına göre var olmayan birinin vasıflarından söz ediliyor. Buradan anlıyoruz ki, bu soruyu soran ateistler zihinsel bir buhran içindedirler. Zihnen hasta olanların kuruntularına değer vermek de akıl dışı bir hayale ve heyulaya çanak tutmaktır.

- Demek ki Allah bu kâinatı kendi “egosunu tatmin etmek" için yaratmamıştır; çünkü onun böyle bir egosu yoktur.

- Bütün akıl sahipleri şunu kabul ediyorlar ki, “ego”sunu tatmin etmek peşinde koşan bir kimse kişilik itibariyle eksik biridir. Bu  kimse eksikliğini tamamlama adına “ego”sunu tatmin edecek bazı maceralar peşinde koşabilir.

Acaba bütün bu kâinatı yaratacak kadar sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi, bütün güzelliklerin kaynağı, “her iyilik elinde olan”, hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu bir varlık için “Egosunu tatmin etmek için şunu yaptı.” denile bilir mi? Hangi akıl, hangi vicdan buna razı olabilir!..

- Tecrübe ile sabit olan bir kural var: “İnsanlar genellikle başkasını kendine kıyas ederek değerlendirirler.” Bu kurala göre, bazı insanlar  eksiklerini perdelemek ve egolarını tatmin etmek için bir sürü maceralara katlanırlar. Şov yaparlar, bulunmadıkları makamlarda görüntü verirler. Sırf o hayvansal dürtülerini tatmin etmek için bir yerde bin takla atarlar. Bu insanların başında bu gibi soruların sahibi ateistler gelir. Çünkü, bir memlekette padişahı tanımayan kimse kendini hatta herkesi bağımsız bir padişah kabul eder. Bunun gibi bu kâinatın yaratıcısını kabul etmeyen bir ateist, kendine ve başkasına bir nevi ilahlık vasfını takar. Nitekim, meşhur Mısır’ın firavunları da ateist oldukları için ilahlık davasında bulunmuşlardı.

- İşte bu kurala göre, ateistler kendilerini bağımsız, başkası tarafından yaratılmayan mahluklar olarak görürler. Ancak bir sivrisineğin kanadını bile yaratmaktan âciz olan, ölüme mahkum, rızka muhtaç, bin bir yönden eksikliği bulunan bu adamlar, “tanrıtanımazlığın” verdiği bir şımarıklıkla iç alemlerinde hissetikleri bu eksiklerini tamamlama adına “ego”larını tatmin eden her türlü pespayeliği, alçaklığı, yapmacıklığı yapabilirler. Ve yukarıdaki kural gereğince vicdanlarında hissettikleri, ancak iradeleriyle kabul etmedikleri Allah’ı da kendilerine kıyaslayarak onu kendileri gibi bir “ego” beşinde koştuklarını iddia edebilirler. Aslında onlar da buna inanmazlar, ama yine de hayvansal ve bitkisel yanlarını tatmin ederler.

- Kaldı ki, Allah’ın nasıl bir varlık olduğunu ancak ondan öğrenebiliriz. O ise, gönderdiği kitabında / Kur’an’da kendisini Rahman ve Rahim olarak takdim etmektedir. Demek ki bütün bu yaratmaların arka planında yer alan esas unsur Allah’ın bu sonsuz rahmetidir.

Ve onun bu sonsuz rahmetini anlamak için de bazı örnekleri yaratmıştır. Mesela, bir anne hiçbir karşılık beklemeden yavrusuna her türlü iyilikte bulunur. Hatta hayvan anneler de buna dahildir. Bir horoz gördüğü bir yemin etrafında tavukları toplar, onların yemelerini seyreder ve kendisi yemez. Çünkü onlara yardımcı olmaktan aldığı lezzet yemekten daha fazladır.

Bu şefkati, bu cömertliği yarattığı hayvanlara bile lütfeden Allah, bununla kendisinin yaptıkları bütün iyiliklerin arka planındaki asıl saikin sonsuz rahmeti, şefkati ve keremi / cömertliği olduğunu ders vermektedir.

“Resulüm, biz seni bütün insanlar için sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik!” (Enbiya, 21/107)

mealindeki ayette bu sonsuz rahmetin altı çizilmiştir.

- Şunu unutmayalım ki, bütün insanlar inkârcılığa sapsa Allah’a zerre kadar zarar vermez ve hepsi de iman etse zerre kadar ona bir menfaat sağlamaz. Bu açık bir gerçektir. Demek ki Allah’ın kâinatı ve insanı yaratmasının hikmeti yalnız sonsuz rahmet, şefkat, kerem ve ihsanını göstermektir.

- Şu kadar var ki, Allah yeryüzünü bin bir türlü nimetlerle donattığı gibi, bundan kat kat fazla nimetlerin dizildiği bir cennet yurdunu da var etmiştir. Bu dünyada nimetlerine karşı teşekkür edenleri orada da nimetlendirecektir. Nankörlük edenleri ise cezalandıracaktır. Çünkü nankörlük eden ateistler ve benzeri kâfirlerin cennete gitmeye liyakatları kalmamıştır. Layık olmadıkları halde onları cennete koymak diğer bütün varlıkların hukukunu çiğnemek manasına gelir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle:

“Cehennemin vücudu ve şiddetli azabı, hadsiz rahmete ve hakikî adalete ve israfsız, mizanlı hikmete zıddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adalet ve hikmet, onun vücudunu (var olmasını) isterler. Çünkü nasıl bin masumların hukukunu çiğneyen bir zalimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zalimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer bîçarelere yüzer merhametsizliktir. Aynen öyle de cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hem esma-i İlahiyenin hukukuna inkâr ile tecavüz, hem o esmaya şehadet eden mevcudatın şehadetlerini tekzib ile hukuklarına tecavüz ve mahlukatın o esmaya karşı tesbihkârane yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecavüz ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekası olan tezahür-ü rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyetlerle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzib ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki affa kabiliyeti kalmaz.” (bk. Asa-yı Musa, s. 48)

- Meallerini vereceğimiz ayetlerde ilahi adalete vurgu yapılmıştır.

“Herkesin kazandığı, yalnız kendisine aittir. Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez. Sonunda hep dönüp Rabbinizin huzuruna varacaksınız.” (En'am, 6/164)

“İşte onların dünyada yaptıkları makbul işlere mükâfat olarak gözlerini aydın edecek, gönüllerini ferahlatacak hangi sürprizlerin, hangi nimetlerin saklandığını hiç kimse bilemez. Öyle ya, mümin olan, hiç fâsık gibi olur mu? Bunlar asla bir olamazlar.” (Secde, 30/17-18)

“Biz hiç, Allah’a itaat ve teslimiyet gösterenleri suçlu kâfirlerle bir tutar mıyız!” (Kalem, 68/35)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun