Allah insanları, melekleri, cinleri ve şeytanları niçin yarattı?

Tarih: 07.09.2006 - 15:05 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Allah'ın sonsuz kudreti, sonsuz nuru olduğunda hepimiz hemfikiriz; o çok büyüktür o hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır; peki neden insanları şeytanı ve melekleri yarattı, böyle bir şeye ihtiyacı mı varki aciz insanların iman etmesine ihtiyacı mı var?
- Diyeceksiniz ki Âdem'den dolayı insanları dünyaya gönderdi, peki o yasak meyveyi yemesini, bu kadar büyük bu kadar kudretli bir güç engelleyemez miydi?
- Allah istemezse mantıken kötülük, yanlış yapılan şeyler de pekala olmazdı, neden?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Allah Teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları yaratmıştır.

Bu iki varlıktan başka, hem melekleri geçecek kadar mükemmel, hem de aklı olmayan hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma özelliğindeki insanı yaratmıştır. İşte böyle bir varlığın hangi özellikleri taşıdığının anlaşılması için şeytan yaratılmıştır.

Mesela, altın ve bakırın karışık halden ayrılması için ateşte kaynatılması gibi, insan denen varlığın iyi ve kötü huylarının birbirinden ayrılması, iyi huylu Ebu Bekir (ra) ile kötü ruhlu Ebu Cehil'in anlaşılması için Allah şeytanı ateşten yaratmıştır.

Ayrıca ambardaki çekirdeklerin ağaç olması için toprağa atılması gerekiyor. Görünüşte toprak altı karanlık ve sıkıcıdır. Ancak ağaç olmanın yolu oradan geçiyor. Binlerce sene ambarda kalsa ağaç olamıyor.

İşte Allah, cennet ambarında duran Babamız Adem Peygamberi (as) dünya tarlasına gönderiyor. Ağaç olarak cennete dönmesi için de şeytan ateşine oturtuyor. İbadet toprağına gömüyor. Böylece ağaç olarak cennete geri dönüyor. Bizim durumumuz da böyledir.

Şeytanın yaratılması hayırdır, güzeldir. Ama onun sözünü tutmak kötüdür. Mesela, yemeğin ateşte pişmesi güzeldir. Ama aynı ateşe elini uzatırsan yakar, düşmanın olur. Şeytan da cennetimizi pişirmek yaratılmıştır. Yaratılması güzeldir. Ama ona elimizi kaptırmak kötüdür.

Sizin de bildiğiniz gibi, elmasla kömürün aslı karbondur. Ancak diziliş farklılığından dolayı biri elmas diğeri kömür oluyor. İşte insanın aslıda birdir. Babası Adem (as), yapısı topraktır. Ama diziliş farklılığından biri elmas gibi, diğeri de kömür gibi oluyor. Bu farklılığı göstermek, kimin elmas, kimin de kömür olduğunun anlaşılması için şeytan yaratılmıştır. Elbette elmasın ve kömürün nereye gideceğini söylemeye gerek yoktur.

- Şeytan yaratılmasaydı, hepimiz cennette mi olurduk?

İnsanın aklını meşgul eden ve zihnini yoran hadiselerden birisi de, Hz. Âdem (as)'in cennetten çıkarılışı, dünyaya gönderilişi ve bu hadiseye de şeytanın sebep oluşudur. Bazı kimselerin aklına şöyle bir soru gelmektedir: “Eğer şeytan olmasaydı, Hz. Âdem cennette kalacak ve biz de orada mı bulunacaktık?”

Bu konunun izahında, Cenab-ı Hakk'ın, Hz. Âdemi (as) yaratmazdan önce meleklerle olan konuşmasına dikkat edelim. Bakara sûresinde şöyle anlatılmaktadır:

“Hani, Rabbin meleklere, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' dedi. Onlar, 'Bizler hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?' dediler. Allah da onlara, 'Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim.' dedi.” (Bakara, 2/30)

Ayet-i kerimenin mealinde de görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak daha Hz. Âdemi (as) yaratmadan önce insan nevini yeryüzünde var edeceğini haber vermektedir. Yani insanların cennette değil de, dünyada yaşayacaklarını bildirmektedir. Şeytanın Hz. Âdemi aldatması, insanın dünyaya gönderilmesine sadece bir sebep olmuştur.

Diğer taraftan, meleklerden farklı olarak insana nefis ve şehevi hisler verilmiştir. Bu hislerin akislerinin görülmesi için insanların dünyaya gönderilmesi, onlara bazı sorumlulukların verilmesi ve bir imtihana tabi tutulması gerekliydi. Ta ki, insan bu imtihan ve tecrübe sonunda ya cennete layık bir kıymet alsın, yahut cehenneme ehil olacak bir vaziyete girsin.

- İnsan niçin yaratılmış?

“İnsan niçin yaratılmış?” sorusuna sıkça muhatap oluruz. Böyle bir soruyu kendimize yahut bir başkasına sormamız, bizim için büyük bir İlâhî ihsandır. Şöyle ki:

Bu soruyu güneş kendisine soramadığı gibi, bir başka yıldız da güneşe sorabilmiş değil. Yine bu soruyu bir arı bir başka arıya, yahut bir koyun berikine sormaktan aciz. Demek oluyor ki, bu sorunun cevabını arayan insanoğlu, kendi varlığını istediği sahada kullanma konusunda serbest bırakılmış; bir arayış içinde ve bu konuda bir imtihana tabi tutulmuş.

Bu imtihanı kazanmanın tek yolu, sorunun cevabını bizi yaratandan öğrenmemizdir. Bu noktaya varan insanlar gerçeğin kapısını çalmış olurlar. Ve kendilerine Kur’an lisanıyla, Peygamber diliyle cevapları verilir.

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

Nur Küllîyatı'nda ibadete “marifet” manası veriliyor. Bu mana üzerinde çoğu tefsir alimlerimiz ittifak etmişler. Namaz, oruç gibi ibadetler ise bu marifetin neticesidir. Yani, insan nimetin şükür gerektirdiğini idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifeni yerine getirsin.

İnsan, bu kâinatı dolduran İlahi mucizelerin tefekkür ve hayreti icap ettirdiklerini bilecektir ki, tespih ve tekbir vazifesini ifa etsin.

İnsan, başka insanlara merhamet etmesi gerektiğinin şuuruna erecektir ki zekât ve sadaka verme yolunu tutsun.

Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir.

Nur Külliyatı'ndan bir marifet dersi:

“Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.” (Sözler, s.264)

Rububiyet, terbiye edicilik manasına geliyor. Bütün âlemlerin her birinde bu fiil bir başka şekilde, bir başka güzellikte, bir başka mükemmellikte kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha sûresini okurken âlemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilan etmiş oluruz.

Işıklar âlemini de Allah terbiye ediyor, gözler alemini de. Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak biçimde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiririz.

Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak, Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluruz.

Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise ubudiyet içindir. Burada dikkatimizi iki kelime çekiyor; âlâ ve küllîye kelimeleri. Bu iki kelime bize bu vazifeyi yapan daha başka varlıklar da olduğunu haber veriyorlar. Şu var ki, insan ubudiyet vazifeni onlardan daha üstün ve daha küllî bir derecede yapabilecek bir istidada sahip. Sözünü etmek istediğimiz bu varlıklar, meleklerle cinlerdir.

Bir melek, bir meyveyi tefekkür ederken, dünün şekilsiz, renksiz elementlerinin bugün güzel bir varlık haline gelmelerini, sert ağaçtan bu yumuşak meyvelerin çıkmasını hayretle seyreder. Ama o meyvenin tadını, vitaminini, kalorisini düşünemez, tefekkür edemez. Zira, istidadı buna müsait değildir.

İnsana bu noktada bambaşka bir kabiliyet verilmiştir. O, aklıyla, hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda görmediği nice şeyleri hatta geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve feyzi küllîleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin rızklandıklarını, kendisinin de bu İlâhî sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece Allah’ın Rezzak ismini küllî manada tefekkür etme imkanına kavuşur.

Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür. Bütün zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte düşünür ve tefekkürü daha da küllîleşir.

Bütün İlâhî isimlerin tecellileri için benzer şeyler söylenebilir.

Nur Küllîyatı'nda, “İyyake na’büdü” “Biz ancak sana ibadet ederiz.” âyetinin açıklaması yapılırken, ayet-i kerimede niçin "ben" değil de "biz" denildiğine dikkat çekilir ve böyle denilmekle üç ayrı cemaatin kastedildiği ders verilir. Bunlardan birisi bütün müminler, diğeri vücudumuzda vazife gören ve her biri kendine mahsus bir ibadetle meşgul olan bütün organlar, hücreler, duygular,.., üçüncüsü ise bütün bir varlık âlemi.

Demek oluyor ki insan, bütün varlık alemi namına “İyyake na’budü” diyebilecek bir kabiliyettedir. İşte tek başına da namaz kılsa, ferdiyetten kurtulup bu üç cemaatin ibadetlerini Rabbine takdim eden insan küllî bir ibadet yapmış demektir.

İnsanın bu kâinata meyve olması da böyle bir neticeyi doğurmaktadır. Bir ağacın bütün birimlerini şuurlu farz verseniz, en küllî tefekkürü meyve yapacaktır. Çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil etme, tefekkür etme kabiliyeti bulunacaktır.

Bu küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar kâinat ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve özellikle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm.)'dir.

“Maksad-ı âlâ ve ubudiyet-i küllîye” manalarıyla şu kutsî hadis arasında yakın bir ilgi vardır: “Sen olmasaydın ben felekleri yaratmazdım.” Nur Küllîyatı'nda insanın vazifesiyle ilgili birçok bahis mevcut. Bunların bir özeti olarak birkaç maddeyi takdim etmek isterim:

- Ruhuna bir İlâhî ikram olarak takılan, ilim, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarını bilmeye bir vasıta olarak kullanmak. Kendi ruhundan İlahi sıfatları bilmek için açılan bu marifet pencerelerini iyi değerlendirmek.

- Akıl kuvvetini hikmet dairesinde, şehvet kuvvetini iffet dairesinde, gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak.

- Muhabbetini ancak Allah’a vermek ve mahlukatı da yine Onun namına, Onun isimlerine ayna olmaları, kemaline işaret etmeleri, cemalinden haber vermeleri cihetiyle sevmek.

- “İbadatın bütün enva’ına müstaid bir fıtratta” yaratıldığının şuurunda olup, bütün ibadet çeşitlerinin ayrı ayrı feyizlerinden azami ölçüde nasiplenmeye çalışmak.

- Kendisine verilen “kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirmek.” Böylece bunların her birini kendine mahsus ibadetiyle meşgul etmek.

- Duygularının her biriyle Allah’ın rahmet hazinelerinden birini açmak, ondan güzelce faydalanmak ve küllî şükretmek.

- Aczini ölçü alarak Allah’ın kudretini, fakrına bakaran Onun rahmetini, noksanlıklarını düşünerek Onun kemalini tefekkür etmek. Rabbini sonsuz kemal, rahmet ve kudret sahibi, kendi nefsini ise yine sonsuz aciz, fakir ve noksan bilmek.

- Ruhunu günahlardan, bedenini de her tüllü kirlerden, pisliklerden uzak tutarak İlahi huzura çıkmak.

- Kendini Allah’ın en mükemmel eseri olma cihetiyle meleklerin, ruhanilerin seyrine, temaşasına güzelce sunmak.

İşte insan bu gibi ulvî gayeler için yaratılmıştır. Ama ne yazık ki, bir çok insan, kendini unutmuş ve bu gayelerden gafil olarak sadece dünya hayatını rahat bir şekilde geçirmek için çabalar. Bütün kâinatın ibadetlerini temsil etme kabiliyetine sahip olduğu halde, sadece çevresindeki bir gurup insanın teveccühlerini kazanmayı ve kendisini onlara beğendirmeyi hayatına gaye edinir.

Bir süre sonra kendisi de, o insanlar da dünyadan göçüp gitmekte ve bütün bu gayeler de onun bedeniyle birlikte adeta toprağa gömülüp kaybolmaktalar.

- Allah'ın bizim ibadetimize ihtiyacı var mı?

Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şey Ona muhtaç olan Yüce Allah’ın, bizim gibi âciz kulların ibadetine hiç mi, hiç ihtiyacı yoktur. O, bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir. Çünkü kâinat ve içindekiler, ne varsa her şey Onundur, Onun mülküdür.

Son derece âciz ve zayıf bir kul olarak bizler muhtaç ve fakiriz. İhtiyaçlarımız ebede kadar uzanmış; bir çiçeği istediğimiz gibi, bir baharı da istiyoruz. Hatta ebedî cenneti de istemekten kendimizi alamıyoruz. Dünya bizim olsa bile, istek ve arzularımızı tatmin edemiyoruz. Hâl böyle iken, ihtiyaçlarımızın sadece çok az bir kısmını elde edebiliyoruz. Sonsuzluğa uzanan ihtiyaçlarımızın temin edildiği mekân, ebedî saadet menzili olan cennettir.

Yüce Allah’ın ibadetimize ihtiyacının olmadığını ve hakikî muhtaç olanın asıl bizler olduğumuzu şöyle bir misâlle açıklamamız mümkündür:

Hasta olduğumuzda doktora gideriz. Doktor, hastalığımızı teşhis ettikten sonra, bir reçete yazar. Sonra da ilâçları belirtilen saatte kullanmamızı ısrarla ister. Doktorun niyeti, bir an önce hastasının şifa bulup rahata kavuşmasıdır. Doktorun bu iyi niyetine karşı kalkıp, “Doktor Bey, bu ilâçları kullanmamın sana bir faydası var mı? Bir ihtiyacın mı var ki, bu acı ve tatsız ilâçları tavsiye ediyorsun?” dememiz hem yersiz bir hareket olur, hem de kendimizi gülünç bir duruma düşürmüş oluruz.

Bu misalde olduğu gibi, insan olarak mânen hastayız. Günah ve şüphelerin kalb ve ruhumuzda açtığı yaralarla mânen dertliyiz. İşte Yüce Rabbimiz, duygu ve lâtifelerimizi günah paslarından temizlememiz, parlatıp nurlandırmamız ve bu mânevî dertlerden şifaya kavuşmamız için yaramıza bir merhem, dertlerimize bir ilâç olarak ibadeti emretmiştir. Mesele bu kadar açık ve berrak iken, yine kalkıp da, “Yâ Rabbî, bizim ibadetimize ne ihtiyacın var, niçin ibadet etmemizi bizden ısrarla istiyorsun?” dememiz, hastanın doktora çıkışmasından bin defa daha yersiz ve gülünçtür.

Bunun yanında kulluk vazifesini yapmayın ibadeti terk eden kişiyi Cenab-ı Hakk'ın dünyada mânevî sıkıntıya, âhirette şiddetli azaba çarptıracağını beyan buyurmasının hikmet tarafını şöyle bir misalle izah edebiliriz:

Milletin canına, malına ve namusuna zarar veren bir kişi yakalanıp, hâkim karşısına çıkarıldığı zaman, hâkim suçluyu cürmüne göre cezaya çarptırır, mahkûm eder. Bu adam cezayı hak ettiği için kimse kendisine acımaz ve “Yazık oldu” demez.

Mutlak adalet ve kudret sahibi olan Cenab-ı Hak da, ibadeti terk etmekle bütün varlıkların hukukuna tecavüz eden insanı, dünyada ruhî sıkıntılara, âhirette de cehennem azabına çarptırır. Bu da aynı hak ve adalet olur.

Gerçekten de, canlı cansız her varlık kendilerine mahsus dillerle Yaratıcısını tesbih eder, verilen vazifeyi eksiksiz olarak yerine getirir. Meselâ toprak, içine atılan her bir tohuma saksılık eder, filizlinmesine yardımcı olur. Su, dünyaya hayatı bahşederek vazifesini mükemmel bir şekilde görür. Ateş, insanların yiyeceğini pişirmek, onları ısıtmak ve daha pekçok vazife görmek suretiyle kendine düşeni eksiksiz yapar.

İşte, insan kâinata iman gözüyle bakmamak ve kulluk vazifelerini, ibadeti terk etmekle mahlûkatın da ibadetini göremiyor, onları başıboşlukla itham ediyor ve sonunda inkâra kalkışıyor. Onların Allah tarafından vazifelendirilmiş birer unsur olduklarını da inkâr ettiği için, mânen hukuklarına tecavüz etmiş, zulmetmiş oluyor. Bunun için de, cezası bir iken, mahlûkat adedince artış gösteriyor.

Ayrıca, ibadetsiz insan kendi nefsine de zulmediyor. Her şeyden önce, insanın ruhu, bedeni ve bütün âzaları kendisine bir emanettir. İnsan, sahip olduğu bütün nimetler için ne bir fiyat ödemiştir, ne de ödemeye gücü yeter. Meselâ, gözümüze hangi kuvvetimizle sahip olduk veya eğer satın alacak olsaydık, değerini takdir edip, ödeyebilir miydik? Bu nimetlerin gerçek sahibi Allah olduğuna göre, onları vazifesiz de bırakmamıştır. Bilhassa namaz kılarken, bütün lâtife ve hislerimiz de hisselerini almaktadır.

İşte insan ibadeti terk etmekle, bütün âza, duygu ve lâtifelerini âtıl bir vaziyete sokmuş sayılıyor. Böylece kendi nefsine de zulmederek cezaya müstahak hâle gelmesine sebep oluyor.

İnsan bilerek veya bilmeyerek yaptığı bütün bu zulüm ve haksızlıkların cezasını dünyada ve âhirette çekeceği için, kendi kendini azabın içine atmış oluyor!...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun