İman Esasları konusunda en çok merak edilenler

1 Allah her şeyi biliyorsa, hiçbir şeye ihtiyaç duymuyorsa neden insanı yarattı?

Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını, kainata ve içindeki faaliyetlere bakan bir insan görebilir. Biz bir düşünelim, dünyaya gelmeden önce kainatın neyi eksikti de biz geldikten sonra tamamladık. Veya ibadetimizle ne yapıyoruz ki Allah'ın herhangi bir ihtiyacı görülüyor.

Allah her şeyi kemaliyle bilendir. Ama bu bilmesi bizi yönlendirmesi anlamına gelmemektedir. Çünkü O'nun ilmi ezelidir. Yani geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanı aynı anda müşahede eder. Ve herkes vicdanen bilir ki, istediğim şeyi yaparım, konuşurum istemediğim şeyi yapmam. Bu kaideye göre Allah bizim ne yaptığımızı bilir. Ama biz de yaptığımız şeyin irademizle olduğunu vicdanen ve aklen biliriz.

Allah bizi kendisini tanımak ve kendisine layık olacak şekilde ibadet etmek için yarattı. Bu vazifeyi yerine getirecek alet ve cihazları da yaratmıştır. Yani bizden istenen şeyler ile bunları karşılayacak sermaye muvazenelidir. Burada herhangi bir adaletsizlik olmadığını bütün insaf ve vicdan ehli bilir. Fakat Allah'ın bizi yaratırken bize sorup sormaması ise, tamamen Allah'ın iradesini kısıtlamak anlamına gelir.

Oysa alimlerimizin ittifakı ile "Allah, la yüsel"dir. Yani yaptığı işlerden sorguya çekilmez. Ama kainatta yaptığı ve yarattığı herhangi bir hadisenin hikmetsiz veya adaletsiz olduğuna dair hiç kimse ağzını açamamaktadır. Çünkü, kainatta hikmetsiz ve abes olabilecek bir durum yoktur. Bütün kainatı didik didik araştıran bilim adamları bu ilahi hikmet karşısında hayrete düşmektedir.

Allah'ın insanı yaratmasının çok hikmetlerinden birisi ibadettir. Çünkü:

1. Allah insanı imtihan için yarattı. Bu hikmet insanın yaratılmadan olamayacağı kesindir.

2. Allah kainatta tecelli ettiği cemal ve kemalini hem kendisi -kendine mahsus bir şekilde- görmek hem de başkalarının gözüyle görmek istiyor. Başkasının görmesi derken bunların başında insan gelmektedir. Bu hikmet de yine insanın yaratılmasını gerekli kılıyor.

3. İbadet için yarattı. Bu hikmetin yerine gelmesi için var olan birisi gerektir. Yaratılmadan ibadetin yerine gelmesi mümkün değildir. Burada yaptığımız ibadetin miktarına göre cennetteki yerimiz hazırlanıyor.

4. Allah'ın her şeyden daha büyük olduğunu ilan etmek ve Allah'ın emirlerini yaymak. Bu hikmetin yerine gelebilmesi için, hem tebliğ edenin hem de tebliğ edilenin yaratılması icap eder.

5. Bir çekirdeğin ağaç olması için toprağa girmesi gerektiği gibi, insanın da yetişip olgunlaşmsı ve terakkisi için dünya tarlasına gönderilmiştir.

6. Eğer başka alemde yaratılsaydık o zaman da neden bu alemde yaratıldık diye sormamız gerekecekti. İnsan için en mükemmel imtihan salonu bu olduğu için buraya gönderildik denilebilir.

İşte tüm kainatta rastlanılamayan hikmetsiz iş ve fiillere elbette şeriatta da rastlanmaz. Yani bizim taşıyamayacağımız işleri Allah bize yüklemez. Bütün hayvanlara, bitkilere ve cansızlara vazifeler yükleyen Allah, elbette bize de bazı vazifeler yükleyecektir. Yoksa tüm kainatta mevcut olan hikmet, insanlar yönünden abes olacaktı. Hiçbir işinde abesiyet ve çirkinlik olmayan ve bu gibi şeylerden münezzeh olan Allah, elbette insanlara da taşıyabilecekleri bir yükü yüklemesi gerekmektedir.

Kâinatın ömrü milyarlarca yıl ile ifade ediliyor; insanlık âleminin ömrü ise bin seneyle ifade ediliyor. Henüz insan nevi yaratılmadan, bu hadis-i kudsîde verilen haber, öncelikle melekler âlemine bakıyordu. Allah'ı bilen, eserlerini temaşa ve tefekkür eden, O'na isyandan uzak bu mübarek varlıklar, hadis-i kudsîde verilen haberi ibadetleriyle, tesbihleriyle, itaatleriyle, marifet ve muhabbetleriyle tahakkuk ettirmiş oluyorlardı. Hayvanlar âlemi de yaratılış gayelerine tam uygun bir hayat sürmekle, ruhları yönüyle, melekleri andırıyorlardı. Bitkiler âlemi ve cansız varlıklar da mükemmel bir itaat ile vazife görüyorlardı.

"Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı tesbih ve O'na hamd etmesin..." (İsra, 17/44)

mealindeki âyet-i kerimede geçen "şey" tabiri, canlı-cansız her varlığı içine alır. Her şey O'nu tesbih eder ve O'na medih ve senada bulunur.

Cenab-ı Hak, bütün bu tespih ve ibadetlerin çok daha ileri derecesini icra etmeye kabiliyetli bir başka mahiyet daha yaratmayı irade buyurdu: İşte bu ulvi mahiyet, arzın halifesi olacak olan insandı. Cenab-ı Hak, topraktan bir insan yaratacağını meleklere haber verdiğinde, yukarıdakine benzer bir soru, meleklerden de gelmiş ve onlara cevaben, "Siz benim bildiklerimi bilemezsiniz,.." buyrulmuştu.

İmtihana tabi tutulan ve kazanmaları halinde melekleri geçecek olan bu yeni misafirler, âyet-i kerimede de haber verildiği gibi, ancak Allah'a ibadet için yaratılmışlardı.

"Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56)

Âyette geçen "ibadet" kelimesine bir çok tefsir âliminin "marifet" mânâsı verdiği dikkate alındığında, bu insanın, Allah'ı tanımak, varlığını, birliğini bilmek, sıfatlarının sonsuzluğuna inanmak, mahlûkat âlemini de hikmet ve ibret nazarıyla temaşa ve tefekkür etmekle vazifeli olduğu anlaşılıyordu.

Bu mümtaz mahlûk, sadece cemal tecellilerine muhatap olmayacak, Cenab-ı Hakk'ın hem cemal, hem de celal tecellileri ile ayrı ayrı imtihanlara tabi tutulacaktı.

Nitekim öyle oldu ve öylece devam ediyor. Nimetler, ihsanlar, ikramlar, güzellikler, sıhhat, afiyet, ferah, gibi haller hep cemal tecellileridir. Ve insanoğlu bunlara karşı şükredip etmeme şıklarından birini tercihle karşı karşıya. Maalesef, nefis ve şeytanın galebesiyle çoğu insan, cemal tecellileriyle sarhoş olup bu imtihanı kazanamıyorlar.

İmtihanın diğer yönü, hastalık, musibet, bela, afet, ölüm gibi celal tecellileri... Ve neticede sabır, tevekkül, teslim, rıza, imtihanına tabi tutulma. Akıl aksini düşünse de gerçek şu ki, bu imtihanı kazananlar, birincilere nispetle çok daha fazla.

Bundaki hikmet şu olsa gerek: Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor, ders veriyorlar. Konumuza ışık tutacak bir Nur cümlesi:

"Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi' geniş bir âyine olsun." (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

İbadet ve marifet için yaratılan insan, bu vadide mertebe kat edebilmek için aczini ve fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve Ondan medet dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya çalışacaktır. Bunlar ise başta nefis ve şeytan olmak üzere, dünya hayatında insanı, medet dilemeye ve sığınmaya götüren her türlü musibet, hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla mümkün.

Çaresizlik içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını kazanma noktasında müsbet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat ve saadet gibi tecellilerde insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara meftun olup, kul olduğunu unutup, gaflete dalabiliyor.

Konunun çok önemli bir yanı da şu: Marifetullah, yani Allah'ı tanıma denilince, bütün isim ve sıfatları dikkate almak gerekiyor; sadece cemalî isimleri değil.

Allah, Rahman olduğu gibi Kahhar'dır da. İzzeti tattıran da Odur zilleti çektiren de. Bu dünyada sadece cemalî isimler tecelli etse ve insan sadece bunlara muhatap olsa idi marifeti noksan kalırdı. Bu imtihan meydanında, insanoğlu Allah'ı hem celal, hem de cemal sıfatlarıyla tanımak durumunda. Ahirette ise, yollar ayrılacak. İnsanların bir kısmı ibadet, ihlas, salih amel ve güzel ahlâklarına mükâfat olarak, cennete girecek ve lütuf, kerem, ihsan gibi nice cemal tecellilerine, azamî ölçüde ve ebediyen muhatap olacaklar. Küfür ve şirk yolunu tutarak dalalet ve sefahate düşenler ise celal, izzet ve kahır tecellileriyle karşılaşacaklar. Böylece, ahiret yurdunda, Allah'ın hem cemalî hem de celalî isimleri en ileri mânâda tecelli etmiş olacak.

Nur Külliyat'ında bir dua cümlesi var:

"Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster." (Sözler, Onuncu Söz)

Bu dünyadaki varlıklar, ahirete nispetle, gölge kadar zayıf bir tecelliye muhatap oluyorlar. Ve bu gölge hayatın gereğini yapan ve hakkını vermeye çalışan insanlar asıla kavuşuyorlar.

Şunu da unutmamak gerekiyor: Lütuf gibi kahrın da aslı ahirette.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah insana muhtaç olmadığı halde, insanı niçin yaratmıştır?
Allah insanı, O'na kulluk etmesi, kendi sanatını ona gösterme için yaratmıştır ifadesi...

2 Müslüman olmayan diğer dinlerin (Hristiyanlar, Yahudiler) tabileri cennete girebilir mi?

Cennetin anahtarı imandır. Oradaki makam ve dereceleri belirleyen ise, Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmaktır. Bu bakımdan iman etmemiş birisinin cennete gitmesi mümkün değildir. Yalnız İslam alimleri, kendisine hak din ulaşmamış insanları bunlardan müstesna tutar.

Bilindiği gibi, dinler -bir açıdan- üçe ayrılıyor: Semavî dinler, tahrif edilmiş dinler ve bâtıl dinler.

“Doğrusu Allah katında din ancak İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 3/19)

âyetinin açık hükmüne göre, beşer aklının mahsulü olan batıl dinler gibi, Tevrat ve İncil’in tahrifiyle semavîlik vasfını kaybeden Yahudilik ve Hristiyanlık da Allah indinde geçerli değildir: 

“Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, o kimseden bu din asla kabul edilmez ve o, âhirette kaybedenlerden olur.” (Âl-i İmran, 3/85)

Din denilince önce itikat, sonra da ibadet akla gelir. Buna göre, İslâm dışında kalan dinlerdeki Allah inancı, melâike, kitap, resul telakkisi, âhiret ve kader anlayışı hakikatle tam uygunluk göstermiyor demektir.

“Bir şey sabit olursa, levazımıyla sabit olur.” kaidesi meşhurdur. Bir şey için kaçınılmaz lâzımlar, yani özellikler, şartlar vardır. O şeyi bunlardan ayrı düşünemezsiniz. Meselâ, ruh dendi mi hayat onun lâzımıdır; hayatı ruhtan ayıramazsınız.

Diğer bir önemli itikat kaidesi: “İman tecezzi kabul etmez.” Yani, iman hakikatleri bir bütündür; birine iman etmemek insanı dinden çıkarmaya yeter. Bunlardan birine inanmayan insana mü’min denilmez. Mesela, Allah’a inanan, fakat âhirete inanmayan insan mümin değildir. Bu adam için, “Allah inancında mü’min” fakat “âhiret inancında kâfir” gibi ikili bir tasnif yapılamaz. Bu böyle olduğu gibi, Allah inancı da tecezzi kabul etmez. Yani, “Allah’ın varlığına inanırım, ama kadim olduğunu kabul etmem.” diyen bir insan, Allah’a değil kendi zihninde kurduğu bir ilâha inanmış olur.

Allah'a inanan bir mümin, O’nun kitabı olan Kur'an'a da iman edecektir ki Rabbini hak bir itikat üzere bilebilsin. İnsan aklı ancak kendisini ve bu alemi bir yaratanın olduğunu bilebilir, ama onun sıfatlarını, fiillerini, isimlerini, emir ve yasaklarını, ebedi yurdunu, cennetin yollarını, Allah bildirmedikçe bilemez. O halde Allah'a ve Kur'an'a imanın birbirinden ayrı düşünülmesi kabil değil. Kur'an’a inanan insan, Peygamberimiz (asm)'in risaletine ve vahiy meleği Cebrail'e (a.s.) de inanma durumundadır. Bu ise peygamberlere ve meleklere imanın ilk ve en büyük adımı. Kur'an’a ve peygambere inanan bir insan ise Kur'an’ın bildirdiği ve Allah Resulünün (a.s.m.) öğrettiği bütün hakikatlere inanır ve bütün ibadetlere sarılır.

Sadece Allah'a inanmakla kurtuluşa erebilecek zümre, fetret devrinde yaşayan, hiçbir dinden, hiçbir peygamberden haberi olmayan, kendisine vahiy tebliğ edilmeyen, ibadet nedir bilmeyen kimselerdir.

Bu iki kaideye göre, Allah’a imanın sahih olabilmesi için, imanın altı rüknünün tamamına Kur’an’ın bildirdiği gibi inanılması gerekiyor. Zira insanlara ve cinlere Allah’ı tanıtan en son ve en mükemmel kitap odur; hiçbir tahrife ve değişikliğe uğramayan yegâne semavî kitap da odur.

Bilindiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları ikiye ayrılıyor: Sıfat-ı Selbiye ve Sıfat-ı Sübutiye olmak üzere.

Sıfat-ı Selbiye; “Vücut, Kıdem, Beka, Muhalefetü’n li’l-Havadis, Kıyam Binefsihi, Vahdaniyet” sıfatlarıdır. ‘Vacip bir varlık ile var olan’, ‘ezelî ve ebedî bulunan’, ‘hiçbir varlığa benzemeyen’, ‘varlığı zatından olup varlığında ve devamında kimseye muhtaç olmayan’ ve ‘bir olan’ ilâh, ancak Allah’tır. 

Sıfat-ı Sübutiye ise; “Hayat, İlim, İrade, Kudret, Sem’, Basar, Kelam, Tekvin” sıfatları. Zatî olarak, “hayat, ilim, irade, kudret, işitme, görme, kelâm ve tekvin (var etme)” sıfatlarına sahip olan ilah, ancak Allah’tır.

Biz “Lâ ilâhe illâllah” derken, bütün bu manaları ifade etmiş oluruz. Allah’a iman denildi mi, bu sıfatların tümüne iman anlaşılır; bir tekine dahi inanılmadığı takdirde o iman, Kur’anî mânâda bir iman değildir.

Kur’an-ı Kerim'de, “O’ndan başka İlâh yoktur.” hükmünün yer aldığı âyetleri gözden geçirdiğimizde, bu ilâhî hükmün ya hemen devamında yahut hemen öncesinde değişik mesajların verildiğini görürüz.

Sadece bir kaçını takdim edelim: 

“Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler, elbette inkâr ettiler. Halbuki bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur.” (Mâide, 5/73)

Demek ki, teslise inananlar inkâra sapmış ve haktan uzaklaşmış oluyorlar.

“O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü onundur. Ondan başka ilâh yoktur. Hem diriltir, hem öldürür.” (A’raf, 7/158)

O hâlde, göklerin ve yerin mâliki olmayan, ölüm kanununa mahkûm ve mahşerde yeniden dirilmesi için de Allah’a muhtaç bulunan bir mahlûku ilâh edinen, yahut onu Allah’a ortak koşan bir insanın bu inancı, gerçek mânâsıyla Allah inancı değildir.

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O sizi kıyamet günü mutlaka bir araya toplayacaktır.” (Nisa, 4/87)

İnsanları kıyamet günü bir araya toplamaya güç yetiremeyen ilâh olamaz.

“O Allah ki, sizi ana rahimlerinde dilediği gibi şekillendirir. O’ndan başka ilâh yoktur.” (Âl-i İmran, 3/6)

Ana rahminde Allah’ın dilediği gibi şekillenen hiçbir mahlûka ilâh denemez.

“Ondan başka ilâh yoktur. Onun zatından başka her şey yok olucudur. Hüküm yalnız onundur. Ve ancak ona döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28/88)

Yok olmaya mahkûm hiç bir varlık ilâh değildir.

“Size gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan başka bir yaratıcı mı var? Ondan başka ilâh yoktur.”(Fatır, 35/3)

Yer-gök ikilisini bir fabrika gibi muntazam çalıştırarak rızkımızı yaratan Allah birdir. Bu güce sahip olmayana ilâh diye inanılmaz.

“De ki, O Rahman benim Rabbimdir. Ondan başka ilâh yoktur. Ben O’na dayandım. Tövbem de O’nadır.” (Ra’d, 13/30)

Kulların günah bağışlayabileceklerini sanarak, onların karşısına geçip tövbe edenlerin inancı, Kur’anî manada Allah inancı değildir. Tevhitle ilgili bir başka âyet:

 “O, Evvel’dir, Âhir’dir, Zahir’dir, Batın’dır. Ve O her şeyi bilendir.” (Hadid, 57/3)

Başlangıcı ve sonu olan, dışı, içi ve her şeyiyle Allah’ın tedbir ve idaresi altında bulunan bir varlığa ilâh denilemez.

Teslis’e inananların bu âyetlerden alacakları çok dersler var. Hz. İsa (a.s.) her şeyden önce bir kuldur; risalet şerefiyle şereflenmiş bir kul. Annesi de peygamber validesi olma lütfuna ermiş saliha bir hanım. Onlara ilâhlık isnat edecek kadar ileri giden, yahut gerilerde kalan insanların Kur’anî mânâda Allah inancına sahip olmadıkları açık bir gerçektir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Fetret ehlinin, yani İslam'dan haberi olmayanların sorumluluğu var mıdır?

3 İmanı nasıl kuvvetlendirebiliriz?

Resulullah Efendimiz (asm), imanın nasıl arttrılacağını bildirmiştir. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:

"Şunları yapmak imanı zirveye çıkarır:

1. Allah’ın hükmüne karşı sabretmek,
2. Kaza ve kadere rıza göstermek,
3. Tam tevekkül sahibi olmak,
4. Allah’a tam teslim olmak."
(Ebu Nuaym)

Şimdi bu dört maddeyi kısaca açıklayalım:

Sabır:

Bir farzı yapmak veya bir günahtan kaçınmak sabırsız ele geçmez. Resulullah Efendimiz (asm)'e "İman nedir?" diye sorulduğunda, "Sabırdır!.." buyurdu. (Deylemi)

Sabır, acı ise de meyvesi tatlıdır. Üç hadis-i şerif meali:

"Sabrın imandaki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir." (Deylemi)

"Sabreden kuldan Allah razı olur." (Deylemi)

"Sabırlı ve ihlaslı cennete gider." (Taberani)

Üç âyet-i kerime meali de şöyledir:

"Sabredenlere mükafatları hesapsız verilir." (Zümer, 39/10)

"Sabredenlere (ihsanımı) müjdele!.." (Bakara, 2/155)

"Sabretmekte yarışınız!.." (Âl-i İmran, 3/200)

Hz. Hızır, "Günah işlememeye sabretmek sayesinde ledün ilmine kavuştum." buyurmuştur.

Kadere Rıza:

Allah’tan gelen her şeye razı olmak büyük nimettir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

"Kadere rıza, saadet alametidir." (Tirmizi)

"Şu üç şeyi yapan dünya ve ahiret hayrına kavuşur: Kazaya rıza, belaya sabır, rahatlıkta dua." (Deylemi)

"Şu üç şeyi yapan kırk evliyadan biri olur: Kazaya rıza, haram işlememeye sabır, buğdi fillah." (Deylemi)

"Şu üç şey iman alametidir: Belaya sabır, nimete şükür, kazaya rıza." (İhya)

"Hak Teâlâ buyurdu: Kaza ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen ve belaya sabretmeyen, benden başka Rab arasın!.." (Taberani)

"Ya Rabbi, beni kaza ve kaderine rıza gösteren, belana sabreden ve nimetlerine şükredenlerden eyle!" diye dua etmenin en güzel dualardan biri olduğu bildirilmiştir.

Tevekkül:

Tevekkül farzdır. Kur'an-ı Kerim'de buyuruldu ki:

"İmanınız varsa Allah’a tevekkül edin." (Maide, 5/23)

"Tevekkül edene Allah kâfidir." (Talak, 65/3)

"Allah tevekkül edenleri sever." (Âl-i İmran, 3/159)

En büyük makam, Allah Teâlâ'nın sevgisine kavuşmaktır. "Hasbiyallah!..", Allah bana yetişir, kâfi gelir demektir. İbrahim aleyhisselam, ateşe atılırken, "Hasbiyallah ve ni’mel vekil." dedi ve kurtuldu. Allah Teâlâ, Davud aleyhisselama şöyle vahyetti:

"Bir kul, kullara değil de bana ihlasla tevekkül ederse, herkes ona tuzak kursa, ona mutlaka bir çıkış kapısı açarım. Bir kul da bana değil mahluka güvenirse, bütün yükseliş sebeplerini keser ve çöküş yollarını kolaylaştırırım." (İbni Asakir)

"Ağaca dayanma kurur, insana dayanma ölür."

Allah’a Teslimiyet:

Teslim olmak, esir olmak, kul köle olmak demektir. Allah’a teslim olmak da Allah’ın kulu olmak ve onun her emrini yapmaya hazır beklemek demektir. Zaten Müslüman, Allah’a teslim olan insan demektir. Kur’an-ı Kerim'de de teslim olmak emredilir:

"Biz sadece Allah’a teslim olduk, deyin!" (Bakara, 2/136

"Âlemlerin Rabbine teslim olarak namaz kılın." (En'am, 6/71, 72)

"Belkıs imanını bildirmek için, 'Âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.' dedi." (Neml, 27/44)

Hadis-i şerifte de buyuruldu ki:

"Şu beş şey imandandır: Allah’a teslimiyet, kaderine rıza, işini Allah’a havale etmek, ona güvenmek, musibete sabır." (Bezzar)

İşte bunları uygulayan imanın zirvesine çıkar. Ayrıca iman kitapları okuyup iman konulu sohbetlere katılmak çok faydalı olur. Bunun için Risale-i Nur tefsirini tavsiye ederiz.

İlave bilgi için tıklayınız:

- İmanımızı nasıl kuvvetlendiririz. İman, İmanın artıp eksilmesi, tahkiki ve taklidi iman, İmanın önemi hakkında bilgi verir misiniz?..

4 Fetret ehlinin, yani İslam'dan haberi olmayanların sorumluluğu var mıdır?

Fetret, kesinti, aralık, fasıla manalarında kullanılmaktadır. Dinî bir tabir olarak da, iki peygamber arasında geçen zaman için kullanılır.

Buhari'de geçen bir hadis-i şerifte fetret için Hz. İsa (a.s.) ile Hz. Peygamber (a.s.m.) arasında geçen zaman kastedilir.1

Bazı âyet-i kerimelerden anlaşılıyor ki, İslâmiyet’ten önce Arapların, peygamberlerin gönderilmesi ile ilgili bilgileri oldukça zayıftı. Kur'ân'da, Arap müşriklerinin "Rabbimiz, peygamber göndermek dileseydi, şüphesiz ki, melek bir peygamber gönderirdi." dediklerini belirtmekte,2 böylece onların peygamberlik hakkındaki, dolayısıyla hak dinlerle ilgili görüşlerinin ne derece zayıf olduğu ifade edilmektedir.

Araplar her ne kadar Hz. İbrahim'i (a.s.) peygamber olarak bilmiş olsalar da, onun peygamberliğini yalnızca kendi zamanıyla sınırlı olduğunu kabul ediyorlardı. Hz. İbrahim ile Hz. Peygamber (a.s.m.) arasında geçen üç bin senelik uzun bir süreden dolayı, İbrahim Aleyhisselâmın tebliğ etmiş olduğu Hanif dininin hükümlerini bilen pek yoktu.

İslâm âlimleri fetret ehlini üç kısımda inceler:

1. Cenab-ı Hakkın varlık ve birliğini kendi aklı ve zekâsının yardımıyla düşünüp bulan ve bilen kimseler: Kus bin Sâide ve cennetle müjdelenen sahabilerden Said bin Zeyd'in babası Zeyd bin Amr gibi.

2. Tevhid inancını bozup değiştirerek putperestliği kabul eden ve kendilerine göre din uydurup insanları kendi çevresinde toplayanlar: Araplar arasında putperestliği çıkaran Amr bin Luhay ve diğer müşrikler gibi.

3. Ne mü'min ne de müşrik, herhangi müsbet veya batıl bir inanca sahip olmayıp bütün ömrünü gaflet içinde geçiren; akıl ve zihnini bu nevi meselelerle meşgul etmeyen kimseler. Cahiliye devrinde bu sınıfa giren insanlar da vardı.

Bu üç sınıftan ikinciler putperest olduklarından cehennemliktir. Üçüncü sınıfa girenler ise, gerçek manada fetret ehli olduklarından, bunlar cehennem ehli olmayacaklardır. Çünkü, kendilerine hak ve hakikati tebliğ edecek bir peygamber gelmediği, küfrü gerektirecek bir halleri de olmadığından ehl-i necattırlar. Bu hususta bütün Ehl-i Sünnnet ittifak etmişlerdir.3

Birinci sınıfta bahsedilen Kus bin Sâide ile Zeyd bin Amr ise, binlerce insanın arasında Allah'ın varlık ve birliğine inananlar olduklarından, o zamanlar bir peygamber gelmediğinden herhangi bir peygamberin de ümmeti olmadıklarından ve ayrıca Peygamber Efendimize (asm) de yetişemediklerinden, Cenab-ı Hak onları tek başlarına ayrı bir ümmet olarak haşredecektir. Yine ehl-i necattırlar, îmanları sayesinde ebedi hayatlarını kurtarmışlardır. Haşrolurken sadece "tek bir ümmet" olarak mahşer yerinde bulunacaklardır. Bunlar "müstesna" insanlardır, Allah'ın lütuf ve ihsanına mazhar olacaklardır.

Kus bin Sâide, Arapların çok tesirli konuşan bir hatibi, belagat dolu şiirler okuyan meşhur bir şairi idi. Cahiliye devrinde kurulan Sûk-ı Ukaz panayırına katılır, hitabetiy-le herkeste hayranlık bırakırdı.

Kus bin Sâide'nin o devir Araplarından farklı olan en önemli yönü, Cenab-ı Hakkın varlık ve birliğine, âhirete inanmış olması ve çeşitli vesilelerle İslâm dininin geleceğini ve Peygamber Efendimiz (asm)'in peygamber olarak gönderileceğini haber vermesiydi.

Yine Peygamberimize peygamberlik vazifesi verilmesinden birkaç sene önceydi. Adı geçen panayırda bir hitabette bulunmuş, Allah'ın varlık ve birliğinden, dünyanın fâniliğinden, ölümün hak olup ona hazırlıklı bulunmanın lüzumundan bahsetmiş, bir yerinde de şunları söylemişti:

"Yemin ederim ki, Allah katında bir din vardır. Şimdi bulunduğumuz dinden daha sevgilidir. Allah'ın göndereceği bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başımızın üstüne geldi. Ne mutlu o kimseye ki, ona îman eder, o da kendisine hidayet eyler. Yazıklar olsun ona isyan ve muhalefet edecek bedbahta!.."4

Gariptir ki, Kus bin Sâide, geleceğini haber verdiği zâtın kendisini dinleyenler arasında bulunduğunun farkında değildi. Aradan çok bir zaman geçmeden Resul-i Ekrem Efendimize peygamberlik vazifesi verildi. Fakat Kus bin Sâide'ye, gelip Peygamberimiz (asm) ile görüşmek nasip olmadı. Çünkü, bu sırada hayata gözlerini yummuştu. Vefat ettiğinde de yaşı bir hayli ilerlemişti.

Bir müddet sonra Kus bin Sâide'nin kabilesinden Cârud ismindeki zâtın başkanlığında bir heyet Peygamberimize geldiler, îman ettiler. Peygamberimiz onlardan Kus bin Sâide'yi tanıyıp tanımadıklarını sordu. Carud, kendisinin onun yolunda gidenlerden olduğunu ve çok iyi tanıdığını söyledi. Bu arada Peygamberimiz, Kus bin Sâide'nin Sük-ı Ukaz'daki hitabesinden bahsederek, o sözlerin hâlâ hatırından çıkmadığını ifade etti. Heyetten bir zat da kalkarak Kus bin Sâde'nin bir şiirini okudu. Bu şiirde Kus bin Sâide, Harem-i Şerifte Haşimoğullarından "Muhammed" isimli bir zâtın peygamber olarak gönderileceğini açıkça söylüyordu.

Onun istikametini takdir eden, muvahhid bir mü'min olduğunu beyan eden Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurdu:

"Ümit ederim ki, Cenab-ı Hak Kus bin Sâide'yi ayrı bir ümmet olarak diriltip haşreder."5

Bu zâtın "ayrı bir ümmet olarak hasredilmesi" meselesine gelince; bu husus hadis ve kelâm kitaplarındaki "fetret" bahislerinde izah edilmektedir. Hz. İsa'dan Peygamberimize kadar geçen altı yüz sene içinde yaşayan insanlar fetret ehli sayılmaktadır. Çünkü, bu zaman zarfında hiçbir peygamber gelmediğinden, bu insanların îmânî durumları da farklı mütalâa edilmektedir.

Fetret ehlinin ibadet ve dinî hükümlerle mükellef olmadığı muhakkaktır. Ancak Allah'a iman etmekle mükellef olup olmadığı hakkında Ehl-i sünnetin itikadı birer mezhebi olan Mâturidî ve Eş'arî mezhepleri arasında ihtilaf vardır. İmanı Maturîdî'ye göre, bu insanlar Cenab-ı Hakkın kendilerine verdiği aklı kullanıp, yer, gök ve içindekilere ibret nazarıyla bakıp Allah'ın varlığını idrak etmelidirler. Eş'arî'ye göre ise, fetret ehli Allah'a inanmakla mükellef değildir. Zira kendilerine bir peygamber gelmemiştir. Cenab-ı Hak,

 "Biz bir peygamber göndermedikçe hiçbir kimseye azap etmiş değiliz"6

buyurmaktadır. Dolayısıyla, bunlara bir peygamber gelmediği için azaba müstahak değillerdir.

Bediüzzaman da zikrettiğimiz âyet-i kerimeyi delil getirerek şöyle der:

"Ehl-i fetret ehl-i necattırlar. Bil-ittifak teferruattaki hatîatlarından (hatalarından) muahazeleri yoktur. İmamı Şafiî ve İmam Eş'arîce küfre de girse, usûl-u imânîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî irsal (peygamber göndermek) ile olur ve irsal dahi, ıttıla (bilmek) ile teklif (mesuliyet) tekarrur eder. Madem gaflet ve mürûr-u zaman (geçen zaman) enbiya-i sâlifenin (geçmiş peygamberlerin) dinlerini setretmiş (örtmüş); o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azap görmez. Çünkü mahfi (gizli) kaldığı için hüccet (delil) olamaz."7

Peygamberimizin (a.s.m.) gönderilmesinden sonra, davetini duymayanlarla ilgili olarak İmam Gazalî'nin insanları üç sınıfta incelediğini görmekteyiz:

1. Peygamberin (a.s.m.) davetini duymamış, kendisinden haberdar da olmamıştır. Bu sınıfa giren insanlar kesin olarak ehl-i necat olup cennetliktir.

2. Peygamberin (a.s.m.) davetini, gösterdiği mucizeleri ve güzel ahlâkını duymuş olmakla beraber îman etmemiştir. Bu sınıf kesin olarak azaba uğratılacaktır.

3. Peygamberin (a.s.m.) ismini duydukları halde, aleyhinde yapılan menfî propagandalardan başka bir şey duymadıklarından, kimse onlara doğruyu söyleyip onları teşvik etmediğinden alâka duymamaktadırlar. Bunların da ehl-i necat olacaklarını, yani cennete gireceklerini umarım.

Âhir zamanda bir çeşit fetret devrinin yaşandığını belirten Bediüzzaman, umumî harplerde ölen böyle birtakım masumların da ehl-i necat olacaklarına dikkati çekmektedir. Bediüzzaman'ın ifadesi aynen şöyledir:

"Âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammediyeye (a.s.m.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hz. İsa'nın din-i hakikisi hükmedecek ve İslâmiyet ile omuz omuza gelecek. Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan Hz. İsa'ya mensub Hıristiyanların çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadettir."8

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Mekke’de doğan bir çocukla, dünyanın her hangi bir yerinde doğan İslam’dan habersiz bir çocuk manevi mesuliyet yönünden bir tutulabilir mi?..  

Dipnotlar:

1. Buharı, Menakıbü'l-Ensar: 53.
2. Fussilet Sûresi, 14.
3. Tecrid-i Şarih Tercemesi, 4:544.
4.Kısas-ı Enbiya, 1:61-62.
5. Tecrid-i Sarih Tercemesi, 4:544-545.
6. İsrâ Sûresi, 15.
7. Mektubat, 360-361.
8. Kastamonu Lahikası, s. 77.

5 Allah insanları, melekleri, cinleri ve şeytanları niçin yarattı?

Allah Teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları yaratmıştır.

Bu iki varlıktan başka, hem melekleri geçecek kadar mükemmel, hem de aklı olmayan hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma özelliğindeki insanı yaratmıştır. İşte böyle bir varlığın hangi özellikleri taşıdığının anlaşılması için şeytan yaratılmıştır.

Mesela, altın ve bakırın karışık halden ayrılması için ateşte kaynatılması gibi, insan denen varlığın iyi ve kötü huylarının birbirinden ayrılması, iyi huylu Ebu Bekir (ra) ile kötü ruhlu Ebu Cehil'in anlaşılması için Allah şeytanı ateşten yaratmıştır.

Ayrıca ambardaki çekirdeklerin ağaç olması için toprağa atılması gerekiyor. Görünüşte toprak altı karanlık ve sıkıcıdır. Ancak ağaç olmanın yolu oradan geçiyor. Binlerce sene ambarda kalsa ağaç olamıyor.

İşte Allah, cennet ambarında duran Babamız Adem Peygamberi (as) dünya tarlasına gönderiyor. Ağaç olarak cennete dönmesi için de şeytan ateşine oturtuyor. İbadet toprağına gömüyor. Böylece ağaç olarak cennete geri dönüyor. Bizim durumumuz da böyledir.

Şeytanın yaratılması hayırdır, güzeldir. Ama onun sözünü tutmak kötüdür. Mesela, yemeğin ateşte pişmesi güzeldir. Ama aynı ateşe elini uzatırsan yakar, düşmanın olur. Şeytan da cennetimizi pişirmek yaratılmıştır. Yaratılması güzeldir. Ama ona elimizi kaptırmak kötüdür.

Sizin de bildiğiniz gibi, elmasla kömürün aslı karbondur. Ancak diziliş farklılığından dolayı biri elmas diğeri kömür oluyor. İşte insanın aslıda birdir. Babası Adem (as), yapısı topraktır. Ama diziliş farklılığından biri elmas gibi, diğeri de kömür gibi oluyor. Bu farklılığı göstermek, kimin elmas, kimin de kömür olduğunun anlaşılması için şeytan yaratılmıştır. Elbette elmasın ve kömürün nereye gideceğini söylemeye gerek yoktur.

- Şeytan yaratılmasaydı, hepimiz cennette mi olurduk?

İnsanın aklını meşgul eden ve zihnini yoran hadiselerden birisi de, Hz. Âdem (as)'in cennetten çıkarılışı, dünyaya gönderilişi ve bu hadiseye de şeytanın sebep oluşudur. Bazı kimselerin aklına şöyle bir soru gelmektedir: “Eğer şeytan olmasaydı, Hz. Âdem cennette kalacak ve biz de orada mı bulunacaktık?”

Bu konunun izahında, Cenab-ı Hakk'ın, Hz. Âdemi (as) yaratmazdan önce meleklerle olan konuşmasına dikkat edelim. Bakara sûresinde şöyle anlatılmaktadır:

“Hani, Rabbin meleklere, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' dedi. Onlar, 'Bizler hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?' dediler. Allah da onlara, 'Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim.' dedi.” (Bakara, 2/30)

Ayet-i kerimenin mealinde de görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak daha Hz. Âdemi (as) yaratmadan önce insan nevini yeryüzünde var edeceğini haber vermektedir. Yani insanların cennette değil de, dünyada yaşayacaklarını bildirmektedir. Şeytanın Hz. Âdemi aldatması, insanın dünyaya gönderilmesine sadece bir sebep olmuştur.

Diğer taraftan, meleklerden farklı olarak insana nefis ve şehevi hisler verilmiştir. Bu hislerin akislerinin görülmesi için insanların dünyaya gönderilmesi, onlara bazı sorumlulukların verilmesi ve bir imtihana tabi tutulması gerekliydi. Ta ki, insan bu imtihan ve tecrübe sonunda ya cennete layık bir kıymet alsın, yahut cehenneme ehil olacak bir vaziyete girsin.

- İnsan niçin yaratılmış?

“İnsan niçin yaratılmış?” sorusuna sıkça muhatap oluruz. Böyle bir soruyu kendimize yahut bir başkasına sormamız, bizim için büyük bir İlâhî ihsandır. Şöyle ki:

Bu soruyu güneş kendisine soramadığı gibi, bir başka yıldız da güneşe sorabilmiş değil. Yine bu soruyu bir arı bir başka arıya, yahut bir koyun berikine sormaktan aciz. Demek oluyor ki, bu sorunun cevabını arayan insanoğlu, kendi varlığını istediği sahada kullanma konusunda serbest bırakılmış; bir arayış içinde ve bu konuda bir imtihana tabi tutulmuş.

Bu imtihanı kazanmanın tek yolu, sorunun cevabını bizi yaratandan öğrenmemizdir. Bu noktaya varan insanlar gerçeğin kapısını çalmış olurlar. Ve kendilerine Kur’an lisanıyla, Peygamber diliyle cevapları verilir.

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

Nur Küllîyatı'nda ibadete “marifet” manası veriliyor. Bu mana üzerinde çoğu tefsir alimlerimiz ittifak etmişler. Namaz, oruç gibi ibadetler ise bu marifetin neticesidir. Yani, insan nimetin şükür gerektirdiğini idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifeni yerine getirsin.

İnsan, bu kâinatı dolduran İlahi mucizelerin tefekkür ve hayreti icap ettirdiklerini bilecektir ki, tespih ve tekbir vazifesini ifa etsin.

İnsan, başka insanlara merhamet etmesi gerektiğinin şuuruna erecektir ki zekât ve sadaka verme yolunu tutsun.

Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir.

Nur Külliyatı'ndan bir marifet dersi:

“Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.” (Sözler, s.264)

Rububiyet, terbiye edicilik manasına geliyor. Bütün âlemlerin her birinde bu fiil bir başka şekilde, bir başka güzellikte, bir başka mükemmellikte kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha sûresini okurken âlemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilan etmiş oluruz.

Işıklar âlemini de Allah terbiye ediyor, gözler alemini de. Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak biçimde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiririz.

Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak, Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluruz.

Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise ubudiyet içindir. Burada dikkatimizi iki kelime çekiyor; âlâ ve küllîye kelimeleri. Bu iki kelime bize bu vazifeyi yapan daha başka varlıklar da olduğunu haber veriyorlar. Şu var ki, insan ubudiyet vazifeni onlardan daha üstün ve daha küllî bir derecede yapabilecek bir istidada sahip. Sözünü etmek istediğimiz bu varlıklar, meleklerle cinlerdir.

Bir melek, bir meyveyi tefekkür ederken, dünün şekilsiz, renksiz elementlerinin bugün güzel bir varlık haline gelmelerini, sert ağaçtan bu yumuşak meyvelerin çıkmasını hayretle seyreder. Ama o meyvenin tadını, vitaminini, kalorisini düşünemez, tefekkür edemez. Zira, istidadı buna müsait değildir.

İnsana bu noktada bambaşka bir kabiliyet verilmiştir. O, aklıyla, hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda görmediği nice şeyleri hatta geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve feyzi küllîleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin rızklandıklarını, kendisinin de bu İlâhî sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece Allah’ın Rezzak ismini küllî manada tefekkür etme imkanına kavuşur.

Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür. Bütün zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte düşünür ve tefekkürü daha da küllîleşir.

Bütün İlâhî isimlerin tecellileri için benzer şeyler söylenebilir.

Nur Küllîyatı'nda, “İyyake na’büdü” “Biz ancak sana ibadet ederiz.” âyetinin açıklaması yapılırken, ayet-i kerimede niçin "ben" değil de "biz" denildiğine dikkat çekilir ve böyle denilmekle üç ayrı cemaatin kastedildiği ders verilir. Bunlardan birisi bütün müminler, diğeri vücudumuzda vazife gören ve her biri kendine mahsus bir ibadetle meşgul olan bütün organlar, hücreler, duygular,.., üçüncüsü ise bütün bir varlık âlemi.

Demek oluyor ki insan, bütün varlık alemi namına “İyyake na’budü” diyebilecek bir kabiliyettedir. İşte tek başına da namaz kılsa, ferdiyetten kurtulup bu üç cemaatin ibadetlerini Rabbine takdim eden insan küllî bir ibadet yapmış demektir.

İnsanın bu kâinata meyve olması da böyle bir neticeyi doğurmaktadır. Bir ağacın bütün birimlerini şuurlu farz verseniz, en küllî tefekkürü meyve yapacaktır. Çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil etme, tefekkür etme kabiliyeti bulunacaktır.

Bu küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar kâinat ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve özellikle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm.)'dir.

“Maksad-ı âlâ ve ubudiyet-i küllîye” manalarıyla şu kutsî hadis arasında yakın bir ilgi vardır: “Sen olmasaydın ben felekleri yaratmazdım.” Nur Küllîyatı'nda insanın vazifesiyle ilgili birçok bahis mevcut. Bunların bir özeti olarak birkaç maddeyi takdim etmek isterim:

- Ruhuna bir İlâhî ikram olarak takılan, ilim, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarını bilmeye bir vasıta olarak kullanmak. Kendi ruhundan İlahi sıfatları bilmek için açılan bu marifet pencerelerini iyi değerlendirmek.

- Akıl kuvvetini hikmet dairesinde, şehvet kuvvetini iffet dairesinde, gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak.

- Muhabbetini ancak Allah’a vermek ve mahlukatı da yine Onun namına, Onun isimlerine ayna olmaları, kemaline işaret etmeleri, cemalinden haber vermeleri cihetiyle sevmek.

- “İbadatın bütün enva’ına müstaid bir fıtratta” yaratıldığının şuurunda olup, bütün ibadet çeşitlerinin ayrı ayrı feyizlerinden azami ölçüde nasiplenmeye çalışmak.

- Kendisine verilen “kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirmek.” Böylece bunların her birini kendine mahsus ibadetiyle meşgul etmek.

- Duygularının her biriyle Allah’ın rahmet hazinelerinden birini açmak, ondan güzelce faydalanmak ve küllî şükretmek.

- Aczini ölçü alarak Allah’ın kudretini, fakrına bakaran Onun rahmetini, noksanlıklarını düşünerek Onun kemalini tefekkür etmek. Rabbini sonsuz kemal, rahmet ve kudret sahibi, kendi nefsini ise yine sonsuz aciz, fakir ve noksan bilmek.

- Ruhunu günahlardan, bedenini de her tüllü kirlerden, pisliklerden uzak tutarak İlahi huzura çıkmak.

- Kendini Allah’ın en mükemmel eseri olma cihetiyle meleklerin, ruhanilerin seyrine, temaşasına güzelce sunmak.

İşte insan bu gibi ulvî gayeler için yaratılmıştır. Ama ne yazık ki, bir çok insan, kendini unutmuş ve bu gayelerden gafil olarak sadece dünya hayatını rahat bir şekilde geçirmek için çabalar. Bütün kâinatın ibadetlerini temsil etme kabiliyetine sahip olduğu halde, sadece çevresindeki bir gurup insanın teveccühlerini kazanmayı ve kendisini onlara beğendirmeyi hayatına gaye edinir.

Bir süre sonra kendisi de, o insanlar da dünyadan göçüp gitmekte ve bütün bu gayeler de onun bedeniyle birlikte adeta toprağa gömülüp kaybolmaktalar.

- Allah'ın bizim ibadetimize ihtiyacı var mı?

Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şey Ona muhtaç olan Yüce Allah’ın, bizim gibi âciz kulların ibadetine hiç mi, hiç ihtiyacı yoktur. O, bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir. Çünkü kâinat ve içindekiler, ne varsa her şey Onundur, Onun mülküdür.

Son derece âciz ve zayıf bir kul olarak bizler muhtaç ve fakiriz. İhtiyaçlarımız ebede kadar uzanmış; bir çiçeği istediğimiz gibi, bir baharı da istiyoruz. Hatta ebedî cenneti de istemekten kendimizi alamıyoruz. Dünya bizim olsa bile, istek ve arzularımızı tatmin edemiyoruz. Hâl böyle iken, ihtiyaçlarımızın sadece çok az bir kısmını elde edebiliyoruz. Sonsuzluğa uzanan ihtiyaçlarımızın temin edildiği mekân, ebedî saadet menzili olan cennettir.

Yüce Allah’ın ibadetimize ihtiyacının olmadığını ve hakikî muhtaç olanın asıl bizler olduğumuzu şöyle bir misâlle açıklamamız mümkündür:

Hasta olduğumuzda doktora gideriz. Doktor, hastalığımızı teşhis ettikten sonra, bir reçete yazar. Sonra da ilâçları belirtilen saatte kullanmamızı ısrarla ister. Doktorun niyeti, bir an önce hastasının şifa bulup rahata kavuşmasıdır. Doktorun bu iyi niyetine karşı kalkıp, “Doktor Bey, bu ilâçları kullanmamın sana bir faydası var mı? Bir ihtiyacın mı var ki, bu acı ve tatsız ilâçları tavsiye ediyorsun?” dememiz hem yersiz bir hareket olur, hem de kendimizi gülünç bir duruma düşürmüş oluruz.

Bu misalde olduğu gibi, insan olarak mânen hastayız. Günah ve şüphelerin kalb ve ruhumuzda açtığı yaralarla mânen dertliyiz. İşte Yüce Rabbimiz, duygu ve lâtifelerimizi günah paslarından temizlememiz, parlatıp nurlandırmamız ve bu mânevî dertlerden şifaya kavuşmamız için yaramıza bir merhem, dertlerimize bir ilâç olarak ibadeti emretmiştir. Mesele bu kadar açık ve berrak iken, yine kalkıp da, “Yâ Rabbî, bizim ibadetimize ne ihtiyacın var, niçin ibadet etmemizi bizden ısrarla istiyorsun?” dememiz, hastanın doktora çıkışmasından bin defa daha yersiz ve gülünçtür.

Bunun yanında kulluk vazifesini yapmayın ibadeti terk eden kişiyi Cenab-ı Hakk'ın dünyada mânevî sıkıntıya, âhirette şiddetli azaba çarptıracağını beyan buyurmasının hikmet tarafını şöyle bir misalle izah edebiliriz:

Milletin canına, malına ve namusuna zarar veren bir kişi yakalanıp, hâkim karşısına çıkarıldığı zaman, hâkim suçluyu cürmüne göre cezaya çarptırır, mahkûm eder. Bu adam cezayı hak ettiği için kimse kendisine acımaz ve “Yazık oldu” demez.

Mutlak adalet ve kudret sahibi olan Cenab-ı Hak da, ibadeti terk etmekle bütün varlıkların hukukuna tecavüz eden insanı, dünyada ruhî sıkıntılara, âhirette de cehennem azabına çarptırır. Bu da aynı hak ve adalet olur.

Gerçekten de, canlı cansız her varlık kendilerine mahsus dillerle Yaratıcısını tesbih eder, verilen vazifeyi eksiksiz olarak yerine getirir. Meselâ toprak, içine atılan her bir tohuma saksılık eder, filizlinmesine yardımcı olur. Su, dünyaya hayatı bahşederek vazifesini mükemmel bir şekilde görür. Ateş, insanların yiyeceğini pişirmek, onları ısıtmak ve daha pekçok vazife görmek suretiyle kendine düşeni eksiksiz yapar.

İşte, insan kâinata iman gözüyle bakmamak ve kulluk vazifelerini, ibadeti terk etmekle mahlûkatın da ibadetini göremiyor, onları başıboşlukla itham ediyor ve sonunda inkâra kalkışıyor. Onların Allah tarafından vazifelendirilmiş birer unsur olduklarını da inkâr ettiği için, mânen hukuklarına tecavüz etmiş, zulmetmiş oluyor. Bunun için de, cezası bir iken, mahlûkat adedince artış gösteriyor.

Ayrıca, ibadetsiz insan kendi nefsine de zulmediyor. Her şeyden önce, insanın ruhu, bedeni ve bütün âzaları kendisine bir emanettir. İnsan, sahip olduğu bütün nimetler için ne bir fiyat ödemiştir, ne de ödemeye gücü yeter. Meselâ, gözümüze hangi kuvvetimizle sahip olduk veya eğer satın alacak olsaydık, değerini takdir edip, ödeyebilir miydik? Bu nimetlerin gerçek sahibi Allah olduğuna göre, onları vazifesiz de bırakmamıştır. Bilhassa namaz kılarken, bütün lâtife ve hislerimiz de hisselerini almaktadır.

İşte insan ibadeti terk etmekle, bütün âza, duygu ve lâtifelerini âtıl bir vaziyete sokmuş sayılıyor. Böylece kendi nefsine de zulmederek cezaya müstahak hâle gelmesine sebep oluyor.

İnsan bilerek veya bilmeyerek yaptığı bütün bu zulüm ve haksızlıkların cezasını dünyada ve âhirette çekeceği için, kendi kendini azabın içine atmış oluyor!...

6 Müminlerin ölümü nasıldır, acı çekerler mi; kâfirlerin ölümünden farkı nedir?

"Sekr" kişi ile aklı arasına giren, aklı gideren bir hâl demektir ki, aklı gideren sarhoş edici maddelere genel olarak "müskir" ya da "musekkir" adı verilmektedir. Bu kelime gazap, aşk, elem, dalgınlık veya bir acıdan ötürü gelen baygınlık için de kullanılmakta ve bu hâle de "sekr" denilmektedir ki, buradaki kastımız budur. Yanl "sekr"in çoğulu olan "sekerat" ile, ölum anındaki ıstırap ve baygınlıklar kastedilmektedir burada.

Buna göre, Kur'anî bir terim olan "Sekeratü'l-Mevt" terimi "insanın ölumüne delalet eden ölüm baygınlıgı" manasına gelir.

Hepimizin bildigi gibi ölüm, ruhun cesetten ayrılışıdır ki, ölümün sekeratı vardır. Nitekim ayet-i kerimede ölümden kaçan insanlara bir gün mutlaka bu sekerat-ı mevtin geleceği bildirilmiştir.(Kaf, 50/19)

Hz. Aişe validemizden rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (asm)'in son hastalığında yanlarında bir kap içerisinde su vardı. Rasulullah (asm) mübarek ellerini suya daldırıp yüzüne sürüyor ve şöyle diyordu:

“Allah'dan başka tanrı yoktur. Muhakkak ölümün sekeratı vardır." sonra ellerini kaldırıp: "Refiku'l-A'la'da" diyor, ta ki ruhu kabzolunup eli aşağıya düşünceye kadar.(Buhari, Rikak, 42) 

Yine muhaddislerin Hz. Aişe'den rivayet ettikleri diğer bir hadis-i serifte de Rasulullah (asm) bu hastalığında, elini suya sokup yüzünü ıslattıktan sonra:

"Allahım, sekerat-ı mevtte (ölüm zahmeti ve baygınlığında) bana yardım et."(İbn Mace, Cenaiz, 64; Tirmizi, Cenaiz, 8) diye dua ediyordu.

Hz. Aişe validemiz diyor ki;

"Ben Hz. Peygamberin, vefatında çektiği ızdırabı gördükten sonra, kolay ölmesinden dolayı kimseye gıpta etmem (imrenmem)"(Tirmizi, Cenaiz, 8) 

Diğer bir rivayette de Hz. Aişe:

"Rasulullah (asm), benim midemle boğaz çukurum arasında (göğsümde) olduğu hâlde vefat etti. Rasulullah (asm)'den gördüğüm şeyden sonra, ölümün şiddetini kimse için çirkin saymam." (Nesai, Cenaiz, 6) demiştir.

Ölüm anında meleklerin görünerek herkese makamını bildirmeleri, sekerat-i mevt ve bu esnadaki durumlar dünyadakilerin muttali olamayacakları gaybi hakikatlerdendir. Mu'minin, gaybi hakikatlere dair Allah ve Rasülünün verdiği her habere inanması zaruridir. Kesin haberle bildirilmiş olan bu durumlara her Müslümanın kesin olarak inanması gerekir. Aksi hâlde imanı tehlikeye düşer.

Şer'i nasslarda, dünyada yaşarken iyi hal üzere olanların, yani iman edip emir ve yasaklara titizlikle riayet edenlerin ölumlerinin kolay olacağı ve ölüm meleğinin onlara rifk ile (yumuşaklıkla) muamele edeceği, bunun zıddı bir yaşayışa sahip olanların ise ölümlerinin şlddetli olacağı, ölüm meleğinin de hayatını küfür, isyan ve kötülükler peşinde koşarak geçirmiş olan bu insanlara sert muamele edecegi bildirilmiştir. Ancak bu, değişmez bir kaide değildir. Ölum anında Allah'ın sevgili kullarının acı çektiği, Allah'a isyan ile ömür geçirmiş olanların ölümlerinin ise çok kolay olduğu da olur.

Nitekim Rasulullah (asm)'in, ölümü anında çektiği ızdırap şiddetli olmuştur. Musa (As)'in, ruhu kabzolunduktan sonra Cenab-ı Hakk'ın kendisine ölümü nasıl bulduğunu sorması üzerine verdiği cevapta:

"Nefsimi tavada kızartılan diri serçe gibi buldum, ölmez ki istirahata kavuşsun, kurtulamaz ki uçsun."

demesi de ölümün Allah'ın sevgili kulları için de bazan şiddetli olabileceğine delalet eder. Diğer bir rivayete göre Hz. Musa:

"Kasabın elinde derisi yüzülen koyun gibi." (bk. Hasan İdvi, Meşarik, Mısır, 1316, s. 15)  demistir.

Peygamberimiz (asm), az günah işleyenlerin ölümünün kolay olacağını haber verdiği ve Kelime-i Tevhid getirmiş olanlara, yani mü'minlere ölümleri anında zillet ve korku olmayacagını haber verdigi hâlde,(Münziri, et- Terğib ve’t-Terhib, 2/416-417) ölümden sonraki hayatlarının en yüksek saadet derecesinde olacağını Kur'an'ın haber verdiği bu büyük zevatın ölüm anındaki şiddetli ızdıraplarınnı sebebi nedir?

İslam alimleri, ölüm anında ızdırap çeken insanların ızdırap sebeplerinin farklı olduğunu haber vermişlerdir.(bk. Hasan İdvi, a.g.e., 40) Buna göre, sekerat-ı mevtin şiddeti şu dört gayeden biri içindir:

1. Manevi derecesini daha çok yükseltmek istediklerine Allah, ölümü anında ızdırap çektirir. Peygamberlerin ve Allah'ın salih kullarının sekerat-ı mevtlerinin şiddetli olması bu sebepledir. Onların ölüm anındaki ızdıraplara katlanmaları, Allah katındaki derecelerini daha fazla yükseltir. Onun için de bu büyük zatların hiçbiri ölüm acılarından ötürü hoşnutsuzluk gostermemişler, daima derecelerinin daha yüksek olması için Allah'a dua etmişlerdir.

2. Allah Teala, günahlarını affetmek istediği mü'min kullarının günahlarına kefaret olsun diye sekerat-ı mevtlerini şiddetli eyler. Mü'min, dünya hayatında iken çektiği her acı ve ıstıraba, hatta ayağına batan bir dikenin acısına bile karşılık alacağı ve bu ıstıraplara karşılık olarak bir günahının affolunacağı, günahı yoksa bir sevap yazılacağı için, onun ölüm anında çektiği ıstırap ve acıları da karşılıksız kalmayacaktır. Bu hakikati kavramış olan Hz. Ömer (v. 23/643) şöyle diyordu:

"Mü'minin üzerinde günahlarından hayatta iken -iyi amelleri ve tövbesiyle silinmemiş- bir şey kalacak olursa, Allah ona sekerat-ı mevti şiddetli kılar. Böylece ruhu cennete ulaşır. Kâfir de dünyada iyi bir iş yapmışsa, onun karşılığı olmak üzere, Allah ona ölümü kolaylaştırır ve yaptığı iyiliğin karşılığını dünyada almış olarak onu cehenneme atar."

Kâfirlerden kolay bir şekilde ölenler varsa onlara imrenmemeli, asıl ölümden sonraki hayatı huzur içinde olacak olanlara imrenmeli. Çünkü kâfirin göreceği mukafatın tamamı dünyada, mü'mininki ise hem dün­yada hem de ahirettedir. Allah Teala biz Müslümanlara kâfirlerin dünyadaki bolluk ve refahlarına hayret etmememizi, imrenmememizi emretmiştir.(Tevbe, 9/55) Biz onlardan ölümü kolay olanlara da imrenmeyiz ki, zaten bu pek nadir olur. Genellikle azapları ölüm anından itibaren başlar. Melekler onların ruhlarını alırken onlara azap ederler. İleride açıklanacağı üzere bu, onların azaplarının baslangıcıdır.

Ölüm anındaki acı ve ıstırapların, mu'minin günahına kefaret olacağını kavramış olan Ömer b. Abdulaziz (v. 101/720) de şöyle diyor:

"Bana ölüm sekeratının kolaylaştırılmasını istemem, arzu etmem. Çünkü o, mü'minin günahlarını örten ve derecesini yükselten son kefarettir."(İbn Hacer, Fetfu’l-bari, 11/365) 

Mü'minin ölümü anında çektiği acı ve ıstıraplar günahlarına kefaret olmakla beraber, onun melekler tarafından müjdelenişi ve meleklerin onu Allah'a kavuşma sevincine garkederek rifk ile muamele edişleri; mü'minin de Rabbına kavuşma sevinci içinde oluşu, sanki hiçbir şey duymamışcasına kendisine ölüm acılarını kolaylaştırır. Bu dünyada bile böyledir. İnsan, çok büyük zorluklara katlanarak yaptığı bir işin karşılığını alınca, çektiği sıkıntıları hemen unutur, hiç çekmemiş gibi olur.

3. Sekerat-ı mevti şiddetli olanlardan bir kısmı da, baştan başa bir imtihan olan dünya hayatlarının sonunda bir kez daha denenir ve son imtihana tabi tutulurlar. Yani bunların elem ve ıstıraplarının gayesi de denemek ve tecrübe etmektir. Tabii neticede de ona göre karşılıklarını alırlar.

4. Ebedi cezanın başIangıcı olarak ölüm sekeratı şiddetli olanlar da vardır ki bunlar, dünya hayatlarında iman etme şerefine erişemeyip, hep kötülük peşinde koşan kâfir ve zalimlerdir. Bunların hali Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatılmaktadır:

"Ölüm sarhoşluğu ve şiddetleri içinde meleklerin de ellerini uzatarak kendilerine (zalimlere): 'Haydi, canlarınızı kurtarın! Allah'a karşı hak olmayanı söylemiş olduğunuz ve Allah'ın ayetlerinden büyüklenerek uzaklaşmış bulunduğunuz içindir ki, bugün hakaret azabıyla cezalandırılacaksınız.' dediklerinde sen o zalimleri bir görsen."(En'âm, 6/93)

Bu ayet-i kerime, kâfir ve zalim olanların ölürken azap göreceklerini beyan etmektedir. Âyette bildirilen, me­leklerin ellerini uzatmalarından kasıt döğmeleridir ki, bu dövme, Bedir Gazvesi'ne katılan müşrikler hakkında inmiş olup, hükmü umum kâfirleri kapsayan şu ayet-i kerimede açıkca ifade edilmiştir:

"(Ya Muhammed!) Meleklerin, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vura vura ve: 'Tadın cehennem azabını!..' diyerek, canlarını alırken bir gözlerinle görseydin."(Enfal, 8/50)

Müfessirler, bu ayetteki dövmekten maksadın azap etmek olduğunu söylemişlerdir. Bu dövme şeklindeki azap, onların ruhları cesetlerinden çıkancaya kadar sürer. "Haydi canlarınızı kurtarın"dan murat ise sudur: Kâfiri ölümü anında melekler azapla, nekal (felaket ve ceza) ile, aglal (kelepçe ve susuzluk) ile, selasil (zincirler) ile, cehennem ve kaynar su ile ve Allah'ın gazabı ile müjdelerler. O zaman ruhu cesedinde parçalara ayrılır ve cesetten çıkmaktan çekinir. İste o zaman rnelekler o kâfirlere. ruhları cesetlerinden çıkıncaya dek: "Haydi canlarınızı kurtarın!" diyerek vururlar. Yani ruhlarınızı cesetlerinizden çıkarın, derler. Ve dünyada Allah'ı yalanladığınız, onun âyetlerine uymaktan ve Rasullerine boyun eğmekten kibirlendiğiniz içln bugün hakaret azabıyla cezalandırılacaksınız, derler. Böylece onların şiddetli sıkıntıları kat kat artar, tıpkı suyun, suda bogulanı kapladığı gibi, onları da korkular ve dayaklar kaplar...

(bk. Doç. Dr. Süleyman TOPRAK, Ölümden Sonraki Hayat)

7 Enaniyet yapmak ne demektir?

Cevap 1:

Enaniyet, Allah’ın insana ihsan ve ikram eseri olarak verdiği nimetleri sahiplenip kendine mal etmesi ve  kendinden bilmesidir. Yani enaniyetli bir kişi, üzerinde parlayan kabiliyet ve nimetleri Allah’tan değil de kendinden biliyor. Mevhum ve itibari olan sahiplenme duygusunu hakiki bir şekle çevirerek, her şeye ene ile sahiplenmek istiyor. Benim gözüm, benim kulağım, benim sesim, benim gücüm, benim aklım diye diye işi hakiki benliğe götürüyor. Yani artık bu nimetleri kendinin kabul etmeye başlıyor. Tehlikeli olan da bu durumdur.

Bir kimse, üzerindeki nimet ve kabiliyetlerin Allah’ın bir inayet ve ikramı olduğunu bilse ve sahiplenme duygusunun itibari bir kıyaslama vasıtası olduğunun bilincinde olsa ve bu şekli ile kendine güvense, bir sakınca olmadığı gibi, Allah’ın verdiği nimetlerin farkında olmak anlamına gelir.

İnsan, enaniyete dayandığında yaptığı işlerde İlâhi kudreti nazara almayıp “Ben yaptım, ben ettim” şeklinde gururlanır.

Bu asır, adeta enaniyet asrıdır, “Ehl-i delalet, ene’ye binmiş, dalalet vadilerinde koşmakta” birbirlerinin enaniyetini okşamakta, eneler şişmekte, kalınlaşmakta, kabarmaktadır.

Halbuki, insanın gerçek büyüklüğü, enaniyetten sıyrılmakla mümkündür. Kur’an-ı Kerim, bütün iyiliklerin Allah’tan, bütün kötülüklerin nefisten olduğunu bildirir. (bk. Nisa, 4/79) İnsanın nefsi ise, bu ilahi hükmün aksine meyleder. Ortada bir başarı varsa kendinden bilir, başarısızlığı kadere yükler.

Kamil insanlar, “enaniyetsiz büyüklük” içindedirler. Büyüktürler, fakat büyüklenmezler. Bütün kemâlâtın, güzelliklerin Allah’tan geldiğini, bütün noksan ve çirkinliklerin kendilerinden kaynaklandığını itiraf ederler.

Her ay memurlara maaşlarını dağıtan bir mutemedin gurura hakkı olmadığı gibi, fakirlere yardım eden bir zenginin de gurura hakkı yoktur.

İnsanın ene (ben) merkezli bir hayattan kurtulması, yüce ideallerle mümkündür. “Her işinde Cenab-ı Hakk’ın rızasını gözetmek, imanın bütün gönüllere hakim olmasını istemek, ülkesinin maddî-manevî zirvelere çıkmasına çalışmak” gibi idealler, insanı eneye esir olmaktan, onun emrine girip etrafında dönmekten kurtarır. Böyle yüce ideallerden mahrum yaşayanlar ise, “ben” merkezli bir hayat yaşamaktan kurtulamazlar.

Cevap 2:

Ene, farazi ve vehmi benlik ve sahiplik duygusudur. Yani; hakikatte olmadığı halde, var gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme duygusudur. Mesela; insanın ailesine benim ailem demesi, evine benim evim demesi, vücut ve azalarına benim vücudum ve benim azalarım demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte buradaki “benim” ifadesi enedir.

Halbuki hakikat noktasından; ne aile ne ev ne vücut ve ne de azalar, insanın değildir. Hepsinin gerçek sahibi; Allah’tır. Allah, insana bu sahiplenme duygusunu mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme duygularının hepsi Allah’ın  bir isim ve sıfatına açılan bir pencere gibidir. İnsan bu pencere ile, Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar. Mesela; şöyle der: Ben şu küçük hanemin sahibiyim, Allah ise bütün kainat hanesinin sahibi ve Rabbidir, ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp yarattı, ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir, her şeye muttalidir...

Bunu anladıktan sonra kendisine verilenlerin de Allah’ın isimlerini ve sıfatlarının tecellileri olduğunu bilir ve onları da Allah’a verir. Böylece insan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak, Allah'ın sonsuz isim ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu kıyası yapmayacağı için, Allah’ın o sonsuz sıfatlarını idrak edemeyecekti.

Burada izah ve tarif  edilen ene ve benlik hissinin yüzü, insana terakki veren, insana marifet kapılarını açan ve insanı nihayetsiz makamlara çıkaran müspet ve hayır yüzüdür. İnsan bu farazi ene duygusunu bu cihetle kullandığı zaman, kulluğun temelini ve özünü yakalamış oluyor. İnsanın manevi cephesi, Allah’ın isim ve sıfatlarını tanımak üzere tasarlanmıştır; insana düşen ise bu tasarımı bu yönde sarf etmesidir.

Ene ve benlik hissinin bir de menfi ve şer yönü ve yüzü vardır. Şayet insana verilen ene ve benlik hissi, küfür ve inkar tarlasında yeşerip beslenir ise; bu kez durum aksine işler. Yani ene ve benlik hissi, Allah’ı tanımak ve bilmek aracı iken, tam tersine inkar ve meydan okuma aracı haline dönüşür. Ene ve benlik hissi farazi ve hayali bir hat iken, inkar ve küfür penceresi sayesinde, hakiki ve külli durumuna geçer. İnsan cüzi ilim, irade ve kudretin, Allah tarafından verilmeyip kendisinin bir malı ve mülkü olduğuna inanmaya başlar. İnkar ve felsefenin derinleşmesi ile bu duygular cüzilikten çıkar, külli haline gelir. İnsan o zaman, “Ben de İlahım.” demeye kadar işi götürür.

Yani ene ve benlik öyle bir histir ki, hayırda istihdam edersen aziz ve yüksek bir kul yapar, şerde ve küfürde istihdam edersen, Uluhiyet davasına kadar gider.

Kafir nasıl küfür gözlüğü ile baktığı zaman, kainatta Allah’ın rububiyet ve uluhiyetini göremiyor ve inkar ediyor, ya tabiat yaptı diyor, ya da her bir sebebe uluhiyetlik veriyor. Aynı şekilde kafir, mikro kainat olan ene ve benlik hissine baktığı zaman, ene ve benlik hissinin farazi ve hayali olduğunu ve insana Allah’ın mutlak sıfatlarını tanımak ve tartmak için verilen cüzi bir emanet olarak verildiğini göremiyor ve bu duygulara hakikat ve külliyet payesini veriyor. Bu da insanı bir nevi İlahlaştırmak ve Rableştirmek anlamına geliyor.

Cevap 3:

Ene hastalığını genel hatları ile  dört dereceye ayırabiliriz.

Enenin birinci derecesi, kişilerin emsallerine olan enaniyeti ki, bu kalbi bir hastalıktır. Ve ene ağacının tohum halidir. Bu halde iken başı tevhit, ibadet, takva ve zikir ile ezilmez ise, terakki ve tekamül ile gelişir, en sonunda insanı yutacak bir şekle dönüşür.

Enenin ikinci derecesi, alim ve evliyalara karşı olan enaniyet ki, bu manevi bir sapkınlık ve dalalettir; ama küfür değildir. Bu ene ağacının fidanlaşma sürecidir. Bundan sonraki süreçler küfür hattına yaklaşmaktır. Çoğu bencil ve nefsi ile mağrur dalalet önderleri ve liderleri  bu sürecin mahsulleridir. Mutezile imamları gibi...

Enenin üçüncü derecesi ve aşaması peygamberlere karşı olan enaniyettir ki bu küfür olan bir enaniyettir. Çekirdek olan enenin ağaç kıvamına yaklaşmış şeklidir. Ebucehil'in Peygamber Efendimiz (asv)'e olan enaniyeti buna örnek olarak verilebilir.

Enenin dördüncü ve en son ve en dehşetli derecesi ise Allah’a karşı olan enaniyettir. Firavun'un enaniyeti buna örnek teşkil eder. Bu merhalede artık ene ağaç şekline gelip insanı yutmuş ve bütün aza ve cihazları ene şekline dönüşmüştür. İnsan bu merhalede kendini İlah olarak görüyor. Kendince her şeye rububiyet veriyor.

Cevap 4:

İnsan, fıtraten nihayetsiz aciz ve fakirdir. Bu nihayetsiz acizlik ve fakirlik boşluğunu ancak nihayetsiz bir kudret ve zenginlik doldurabilir ki, bu sıfatlar da ancak ve ancak Allah’ta vardır. Öyle ise insan benlik ve gurur davasını bırakıp, Allah’a aczi ve fakrı ile sığınmalı; onun sonsuz kudret ve zenginliğine iltica etmelidir ki, ibadetin özü ve hakikati de bundan ibarettir.

Allah, insanı bu dünyaya ibadet ve kulluk için göndermiştir. Yoksa benlik ve gurur yapsın, kasıntı ile ben şunu yaptım, ben şöyleyim, ben böyleyim demek için insan yaratılmamıştır. İnsanın hakikati ile her şeyin dizgininin ve terbiyesinin Allah’ın kudret elinde olduğunu anlaması ve buna tam bir acziyet ile teslim olması, ancak iman ve ibadet ile mümkündür. Bunun dışındaki inanç ve ideolojiler bu kıvamı yakalayamaz. Tam aksine bu inanç ve ideolojiler insanı kendini beğenmiş ve acz ve fakrını unutmuş bencil bir firavun şekline dönüştürüyor.

İnsanın Allah’a yaklaşmakta ve onu razı etmekteki en önemli donanımı, fıtratındaki nihayetsiz acizlik ve fakirliğidir. İnsan bu nihayetsiz acizliği ile nihayetsiz kudrete köprü atar, yine nihayetsiz fakrı ile de nihayetsiz zenginlik ile irtibat kurar. O zaman o nihayetsiz kudret ve zenginlik, insanın nihayetsiz acizlik ve fakirliğine tam bir merhem ve tam bir ilaç olur. Nasıl bebeğin çaresiz ve zayıf hali anne ve babasını ona hizmetçi yapıyor ise, aynı şekilde insan da nihayetsiz acizliği ve fakirliği ile Allah’ın nihayetsiz kudret ve zenginliğini kendine cezp ediyor ve onun nazarında nazlı bir bebek gibi oluyor.

İşte insan kibir ve benlik davası yerine bu acz ve fakr kanalını işletse, her şey ona itaatkar olur.

Cevap 5:

Aynada yansıyan ışık, aynanın kendi malı değil, güneşin malıdır. İnsanın benliği de bir ayna gibidir, bu benlikte görünen cüzi ilim, irade, kudret, sahiplik gibi hissiyatlar Allah’ın isimlerinden yansıyan tecellilerdir.

İşte nefis de bir ayna hükmünde iken, kendini fail ve muktedir biliyor, zillet ve alçaklığına bakmadan  Allah’a meydan okuyor. İnsan bu anlamda fanidir, yok hükmündedir.

İnsan, kul ve ayna olduğunun bilincine vardığı zaman, Allah katında vardır ve rızasına kavuşmuştur; kulluğu ve aynalığı bırakıp Allah karşısında varlık ve serbestlik iddia ederse, yokluk ve fena içindedir. Yani varlıkta yokluk, yoklukta da varlık vardır. İnsan benliği ile "ben varım" derse yoktur, "ben yokum" derse yani üzerindeki nimet ve ikramların kendinden değil Allah’tan olduğunu bilirse, vardır demektir. Böyle olunca Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını arkasına ve yardımına almış oluyor.

Cevap 6:

Her şahısta ve her vaziyette enâniyet olabilir. Gençlikte, sanatta, ilimde, ibâdette, fizikte, mülkte, makamda, servette ve sâire gibi her yerde ve her şeyde enaniyet mümkündür. Enaniyetin veriliş sebebi ise; Allah’ı tanımak ve bilmekte bir mikyas ve ölçü aleti olmasındandır. Enaniyet, bu hikmete binâen verildiğinden, tamamen yok edilmesi mümkün olmadığı gibi, doğru da değildir. Ancak veriliş hikmetine göre, kanalize edilir ve yönlendirilebilir. Hele gençlikte, enaniyet daha güçlü olup, daha da ön plana çıkar. Bu vaziyetteki insanları terbiye etmek ve kalplerini kırmadan, onurlarını rencide etmeden faydalı olabilmek için şunlara dikkat etmemiz çok önemlidir:

1. Ehil olmak. Yani; nasıl, neyi ve ne şekilde vereceğimizi iyi bilmek.

2. Muhâtabımızın terbiyesine; ihlas, samimiyet ve lütufla gayret göstermek.

3. Yanlış davranışların temeline inmek ve mânevi hastalığı keşfetmek.

4. Acele etmeden, bazı gelişmeleri zamana bırakmak.

5. Her doğruyu, her yerde söyleme ve uygulama hatasına düşmemek. 

6. Muhâtabımıza iltifatla yaklaşıp hürmetle muâmele etmek.

7. Nasihati, eğer  zarar vermeyecekse yapmak.

8. En önemlisi de; kendimiz güzel bir örnek olarak, ifâde ettiklerimizin bizlerce yaşanması, “Din muâmelattır.” esâsına göre, sadece dilimzile değil,  halimizle de örnek olmak.

Asrımız; nefsin ön plana çıktığı ve enâniyetin hâkim olduğu zaman itibariyle, hizmet ifâ edenlerin daha dikkatli ve itinalı olmasını icap ettirmektedir. Bizler muhataplarımıza azâmi derecede şefkâtle yaklaşıp, hikmetle onları kurtarmanın yollarını aramalıyız. Bir ibadet anlayışı içinde, vazifemizi hakkıyla yerine getirerek, kırıcı olmadan muhataplarımızda da  memnuniyet verici hallerin oluşmasına vesile olabiliriz.

8 Diğer din mensuplarının ahiretteki durumu nasıl olacaktır? Fetret devri kapsamına girerler mi? Hristiyanlar veya Yahudiler cennete girebilecek mi?

“İman tecezzi kabul etmez.” Yani, iman hakikatleri bir bütündür; birine iman etmemek insanı dinden çıkarmaya yeter.

Allah'a inanan bir mümin O’nun kitabı olan Kur'an'a da iman edecektir ki Rabbini hak bir itikat üzere bilebilsin. İnsan aklı ancak kendisini ve bu alemi bir yaratanın olduğunu bilebilir, ama onun sıfatlarını, fiillerini, isimlerini, emir ve yasaklarını, ebed yurdunu, cennetin yollarını, Allah bildirmedikçe bilemez. O halde Allah'a ve Kur'an'a imanın birbirinden ayrı düşünülmesi kabil değil. Kur'an’a inanan insan, Peygamberimizin (asm) risaletine ve vahiy meleği Cebrail'e (as) de inanma durumundadır. Bu ise peygamberlere ve meleklere imanın ilk ve en büyük adımı. Kur'an’a ve peygambere inanan bir insan ise Kur'an’ın bildirdiği ve Allah Resulünün (asm) öğrettiği bütün hakikatlere inanır ve bütün ibadetlere sarılır.

Sadece Allah'a inanmakla kurtuluşa erebilecek zümre, fetret devrinde yaşayan, hiçbir dinden, hiçbir peygamberden haberi olmayan, kendisine vahiy tebliğ edilmeyen, ibadet nedir bilmeyen kimselerdir. Asrımızda bu tip insanlar var mıdır, bilemiyorum. Eğer varsa onlar için sadece kendilerini birisinin yarattığına inanmaları kafi gelebilir. Biz diğer insanları bu zavallıların derecesine indirmekle değil, bunları arayıp bulup kendilerine gerçek imanı anlatmakla mükellefiz.

Fetret kapsamına girmeyen Yahudi ve Hristiyanlar cennete giremezler.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Fetret ehlinin, yani İslam'dan haberi olmayanların sorumluluğu var mıdır?..

- İmam-ı Gazali Hazretlerinin Fetret ehline benzerlerinin durumlarıyla ilgili yazdığınız bilgiler hangi kitabının kaçıncı sayfasında geçmektedir? İslam'dan haberi olmayanların durumu nedir; İslam'dan haberi olmamak ne demektir?

- “Fetret” ne demektir, İslam alimlerine göre dinden haberi olmayanların durumu ne olacaktır?

9 Sadece Allah'a inanan bir kişi cennete gidebilir mi? Fetret ehli hakkında bilgi verir misiniz? Hristiyan ve Yahudiler de cennete girebilir mi?

“İman tecezzi kabul etmez.” Yani, iman hakikatleri bir bütündür; birine iman etmemek insanı dinden çıkarmaya yeter.

Allah'a inanan bir mümin O’nun kitabı olan Kur'an'a da iman edecektir ki Rabbini hak bir itikat üzere bilebilsin. İnsan aklı ancak kendisini ve bu alemi bir yaratanın olduğunu bilebilir, ama onun sıfatlarını, fiillerini, isimlerini, emir ve yasaklarını, ebed yurdunu, cennetin yollarını, Allah bildirmedikçe bilemez. O halde Allah'a ve Kur'an'a imanın birbirinden ayrı düşünülmesi kabil değil. Kur'an’a inanan insan, Peygamberimizin (asm) risaletine ve vahiy meleği Cebrail'e (as) de inanma durumundadır. Bu ise peygamberlere ve meleklere imanın ilk ve en büyük adımı. Kur'an’a ve peygambere inanan bir insan ise Kur'an’ın bildirdiği ve Allah Resulünün (asm) öğrettiği bütün hakikatlere inanır ve bütün ibadetlere sarılır.

Sadece Allah'a inanmakla kurtuluşa erebilecek zümre, fetret devrinde yaşayan, hiçbir dinden, hiçbir peygamberden haberi olmayan, kendisine vahiy tebliğ edilmeyen, ibadet nedir bilmeyen kimselerdir. Asrımızda bu tip insanlar var mıdır, bilemiyorum. Eğer varsa onlar için sadece kendilerini birisinin yarattığına inanmaları kafi gelebilir. Biz diğer insanları bu zavallıların derecesine indirmekle değil, bunları arayıp bulup kendilerine gerçek imanı anlatmakla mükellefiz.

Fetret kapsamına girmeyen Yahudi ve Hristiyanlar cennete giremezler.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Fetret ehlinin, yani İslam'dan haberi olmayanların sorumluluğu var mıdır?..

10 Şirk günahı işleyenin affedilemeyeceği doğru mu?

Hayatı boyunca şirk üzerinde yaşamış ve bu şekilde ölmüş insanların, ebedi olarak cehennemde kalacağı Kur'an-ı Kerim'de ifade buyurulmuştur. Bununla beraber şirke düşüp de daha ölüm kendisine gelmeden iman edip tövbe edenlerin affolunacağı, imanının kabul olacağı Kur'an-ı Kerim'de bildirilmektedir.

Kur'an-ı Kerim'i incelediğimiz zaman, şirke düşen insanların nefislerine tabi olarak tevhide karşı çıkmalarının neticesinde bu duruma düştüklerini görüyoruz. Bütün müşrik toplumlarda, genellikle ahlaksızlık, nefis duyguları, zulüm, hırs, azgınlık, taşkınlık ve menfaatperestlik hakimdir.

Şirkin temeli, insanların Allah'a tam manasıyle inanmamaları, O'nun emir ve yasaklarına gerektiği gibi uymamaları ve ondan sonra yukarıda arzedilen süfli bir duruma düşmelerine dayanır. Bu husus birçok âyette dile getirilmiştir (A'raf, 7/80, 81, 85, 86; Yusuf, 12/23, 25, 28, 29, 30, 31, 35; Hicr, 15/3 vb).

Kur'an âyetlerinden başka, çeşitli hadislerde ve ilmî eserlerde de şirk konusuna geniş yer verilmiştir. Allah'ın birliğine ortak kabul etmek şirk olduğu gibi, kudret ve tasarrufunda O'na ortak kabul etmek de şirktir. Şirk'in diğer bir çeşidi de, yalnız Allah'tan beklenmesi gereken sonuçları, Allah'tan başka güç ve kişilerden beklemektir.

Şirk'in zıddı tevhiddir. O da, Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmekle beraber, O'nun tasarruflarında tek kudret sahibi olduğunu, hüküm ve irâdesinin her şeyin üstünde bulunduğunu kabul etmektir. İslâm dininde tevhid esastır. Hemen hemen bütün ibâdetlerin ana gayesi çeşitli konularda Müslümanların arasında birliği sağlamaktır. Dünyanın her yerindeki Müslümanların aynı ezanı okumaları, ibadetlerinde aynı kıbleye dönmeleri, tevhidin birer göstergesidir. Şirk bunun tam zıddıdır. Tevhid'in ana gayesi ve esas hedefi olan Allah'ın birliği hususundaki inancı zedelemek, O'na ortak kabul etmek, büyük şirk kabul edilmiştir.

Yüce Allah Kur'an'da:

"...Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13)

diye buyurarak, şirki bir zulüm olarak tanıtmıştır. Nitekim şirke düşen insan, bu hareketiyle kendi nefsine zulmetmiş olur (el-Maverd, en-Nuketu ve'l-Uyunu, Beyrut, 1992, IV/333). Ve yine şirk göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların, maddenin ve hayatın zorunlu olarak teslim olduğu küllî bir kanuna, yani Allah'ın tek ilah ve Rab olduğu gerçeğine karşı gelinmekle, Allah'ın hakkını O'na teslim etmemek bakımından da bir zulümdür. Şirk'e düşen insanın kendi şahsına zulmettiğini destekler mahiyetteki diğer bir âyetin meâli şöyledir:

"Allah'a ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı birleyenler olun. Kim Allah'a ortak koşarsa, o sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir." (Hac, 22/31)

Şirk'e düşen insan o kadar perişan olur ki, Yüce Allah ile bağları kopar; istikametini şaşırır; iyi ile kötüyü ayırd edemez hale gelir ve kendi öz çocuğunu öldürecek kadar şaşkın bir duruma düşer. Onların bu acı hali, Kur'an'da şöyle haber verilmiştir:

"Yine ortakları, müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi süslü (güzel bir şeymiş gibi) gösterdi ki (böylece) hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar. Allah dileseydi bunu yapamazlardı. O halde onları, uydurduklarıyla baş başa bırak!" (En'am, 6/137).

Yüce Allah'ın şirke bakışını ve şirkin Kur'an'daki tanımını sergileyen diğer bazı âyetlerin meâli şöyledir:

"Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. O'ndan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa, büsbütün sapıtmıştır." (Nisa, 4/116).

"Onlar (müşrikler, şirk koşanlar insanları) ateşe çağırır. Allah ise izniyle cennete (girmeye) ve mağfirete çağırır." (Bakara, 2/221)

"Kitap ehlinden ve (Allah'a) şirk koşanlardan kâfir olanlar, cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar, halkın en şerlileridir." (Beyyine, 98/6).

Tevhide aykırı olan, Allah'ın ve Peygamber (asm)'in emirlerine ters düşen şirke, kimden gelirse gelsin, itâat etmemek gerekir. İslâm dini anne-babaya son derece itâat etmeyi, onlara saygıda bulunmayı emrettiği halde, şirk olan hususlarda, onların sözünü dinlememeyi ve onlara tabi olmamayı istemektedir. Konu ile ilgili bir âyetin meâli şöyledir:

"Biz insana anne-babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Eğer onlar seni, (gerçekliği) hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi, bana ortak koşman için zorlarlarsa, (bu hususta) onlara itâat etme. Dönüşünüz banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber veririm." (Ankebût, 29/8).

Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed (asm) de, şirki helâk edici büyük günahların başında saymıştır: Bu hususu belirten bir hadiste şöyle buyurmuştur:

"Helak edici yedi şeyden sakının:

1. Allah'a şirk (ortak) koşmak;
2. Sihir
(ve büyücülük gibi göz boyayan, aldatıp oyalayan şeyler)le meşgul olmak;
3. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak;
4. Yetim malı yemek;
5. Savaş alanından kaçmak;
6. Faiz yemek;
7. İffetli, namuslu, suçtan beri, mü'mine kadınlara zina isnâd etmek."
(Buharî, Vesaya, 23, Tıb, 48, Hudud, 44; Müslim, İmân, 144; Ebû Davûd, Vesâya, 10; Nesâı, Vesâya, 12).

Şirkin dışındaki günahların affedileceği, imân sahibi olan bir insanın bu gibi günahları işlediği takdirde, cezasını çektikten sonra mutlaka cennete gideceği, ancak şirke giren insanların, tövbe etmeden öldüğü takdirde, affedilmeyeceği Rasûlüllah (asm) tarafından haber verilmiştir:

"Cebrail bana gelerek şu müjdeyi verdi:

"Ümmetinden kim Allah'a şerik (ortak) koşmadığı halde ölürse, cennete girer." Bunun üzerine ona dedim ki:

"Zina da etse, hırsızlık da yapsa?.." Cevap verdi:

"Evet, zina da etse, hırsızlık da yapsa..."

Peygamberimiz (asm)'in bildirdiğine göre, Cebrâil (a.s)'a bu soruyu üç defa sormuş ve her seferinde aynı cevabı almıştır (Buhârî, Cenaiz, 1, Libas, 24, İsti'zan, 30, Rıkak, 13,14, Tevhid, 33; Müslim, İmân, 153, 154, Zekat, 32,33; Tirmizî, İmân, 18; Ahmed b. Hanbel, V/152, 159, 161, VI/166)

Bir de küçük şirk diye bir çeşit şirk daha vardır. O da, ibâdetlere riya ve gösterişi karıştırmak, Allah'ın rızasından sapmaktır. Kur'an'da bu hususta şöyle buyurulmuştur:

"Kim Rabb'ine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibâdette hiç kimseyi şerik kılmasın (ortak tutmasın)." (Kehf, 18/110).

Bu âyette geçen, ibâdette Allah'a şirk koşmaktan gaye, ibâdette ihlaslı ve samimi olmamak, Allah'ın rızasının dışındaki riya, gösteriş ve benzeri menfaat duygularını taşımak demektir (el-Beydâv, Envanu't-Tenzil ve Esranu't-Te'vîl, Mısır 1955, II/14).

Hz. Muhammed (asm)'in de bu hususta söylediği hadislerden bazıları şöyledir:

"Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir." Hazır bulunanlar:

"Ya Rasûlüllah! Küçük şirk nedir?" diye sordukları zaman, Rasûlüllah (asm) şöyle devam etmiştir:

"Küçük şirk, riya yani gösteriştir. Ahiret gününde insanlara amellerinin karşılığı verildiği zaman, Allah diyecek ki:

"Dünya hayatında iken, kendileri görsün diye riya ve gösteriş yaptığınız kişilerin yanına gidin, bakın, onların yanında herhangi bir karşılık bulacak mısınız?" (Ahmed b. Hanbel, V/428, 429).

"Ümmetim için en çok korktuğum şey, Allah'a şirk koşmaktır. Ama dikkat edin; Ay'a, Güneş'e veya puta tapacaklar, demiyorum. Fakat, Allah'ın rızasının dışındaki gayeler için harekette bulunacaklar ve gizli şehvet, yani riyâ ve gösteriş duygularını taşıyacaklar (demek istiyorum)." (İbn Mâce, Zühd, 21).

Ebu Hureyre (r.a) dedi ki, ben Rasûlüllah (asm)'i şöyle söylerken işittim:

"Kıyamet günü aleyhine hüküm olunacak halkın birincisi, şehid edilen bu adam olacaktır. O kimse, (Allah'ın huzuruna) getirilir; Allah ona verdiği nimetlerini bir bir anlatır. O da bunları bilir ve hatırlar. Yüce Allah:

”Bu nimetlerin arasında ne yaptın?" diye sorar. O kişi:

"Senin rızan için savaştım ve nihâyet şehid oldum." diye cevap verir. Yüce Allah:

”Yalan söylüyorsun. Fakat sen, hakkında kahraman denilsin diye savaştın." Bir rivâyete göre, Allah'ın emri üzerine o kişi yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılır.

(İkinci olarak) İlim öğrenmiş, başkalarına da öğretmiş ve Kur'an okumuş biri huzuru ilâhiye getirilir. Yüce Allah ona da verdiği nimetlerini tek tek anlatır. O da bunları anlar. Allah ona:

"Bu nimetlerin arasında bulunurken, ne yaptın?" diye sorar. O şu cevabı verir:

”Senin rızan için Kur'an'ı, ilmi öğrendim ve başkasına öğrettim." Yüce Allah ona da şöyle der:

”Sen yalan söylüyorsun. Fakat sen Kur'an'ı, ilmi riya ve gösteriş için, sana alim, güzel okuyor, densin diye okudun, öğrendin. Nitekim senin için bu övgüler yapıldı." Allah'ın emri üzerine o da sürüklenerek cehennem ateşine atılır.

(Üçüncü olarak) Allah'ın kendisine geniş çapta zenginlik ve çeşitli maldan verdiği biri getirilir. Allah, buna da verdiği nimetleri ayrı ayrı anlatır. O da, bu nimetleri kabul eder, hatırlar. Yüce Allah ona da şunu sorar:

"Bu nimetlerin arasında bulunurken, ne gibi hayırlı işler yaptın?" O da şöyle cevap verir:

"Senin rızan için, sevdiğin her türlü yola para harcadım. Maddi yönden, yardımda bulunmadığım hiçbir şeyi bırakmadım." Yüce Allah ona da aynı şekilde cevap verir:

”Sen yalan söylüyorsun. Aslında sen bunları, sana cömert denilsin diye yaptın. Riya ve gösterişte bulundun. Beklendiğin medih ve övgülere de kavuştun." O da Allah'ın emri üzerine yüzüstü sürüklenerek cehennem ateşine atılır." (Müslim, İmâre, 152; Nesef, Cihâd, 22; Ahmed b. Hanbel, II/322).

Bu hadiste ifâde edildiği gibi, şehid olmak, alim olmak ve hayır yollarına maddi yardımda bulunmak, son derece güzel şeylerdir. Ancak bunlar Allah rızası için değil, riya, gösteriş veya başka herhangi bir menfaat duygusu ile olunca, hiçbir kıymeti ve değeri yoktur.

11 Büyük günah işleyeni tekfir etmek caiz midir?

Bu soruyu cevaplarken, işlediği günahlarla övünen ve bunlardan pişmanlık duymayanların konumuz dışında olduğunu hemen belirtelim. Asıl mevzumuz, inandığı hâlde bu tür günahlara düşen ve onlardan pişmanlık duyanlardır.

Ehl-i sünnetin dışında kalan Mutezile mezhebi ve Haricilerin bir kısmı, “büyük günah işleyenlerin kâfir olacağını veya imanla küfür ortasında kalacağını” söyler ve bunu şöyle izah etmeye çalışırlar:

“Büyük günahlardan birini işleyen bir mü'minin imanı gider. Çünkü Cenab-ı Hakk'a inanan ve cehennemi tasdik eden birinin büyük günah işlemesi mümkün değildir. Dünyada hapse düşme korkusuyla kendini kanun dışı yollardan koruyan birinin, ebedi bir cehennem azabını ve Cenab-ı Hakk'ın gadabını düşünmeyerek büyük günahları işlemesi, elbette onun imansızlığına delalet eder.”

İlk bakışta doğru gibi görünen bu hüküm, insanın yaradılışını bilmeyen sakat bir düşüncenin mahsulüdür. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu sorunun cevabını Lem'alar adlı eserinde şu şekilde vermektedir:

“... İnsanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı (el altında bulunan hazır bir lezzeti), ileride gayet büyük bir mükafata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azab-ı müecceleden (sonradan gelecek, tehir edilmiş bir azaptan) ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor. Belki, inkar ediyorlar. Nefs dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlup oluyorlar."

"Şu halde; kebairi (büyük günahları) işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle, akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir.”

Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi, insanın yaradılışında cennetin akıl almaz lezzetlerini çok ötelerde görmesi ve bu yüzden onları ikinci plana atıp, hemen eli altındaki günah lezzetlerine meyletmesi gibi bir özellik vardır. Çok acıktığı için kendisini en yakın lokantaya atan bir adamın, ısmarladığı iki porsiyonluk döner 10-15 dakika gecikeceği için hemen eli altında bulunan kuru ekmeği kemirmeye başlaması ve midesinin yarısını onunla doldurması, bu sırdandır.

Yine Bediüzzaman'ın dediği gibi, insan bir ay sonra gireceği bir hücre hapsinden çok, hemen yemek üzere olduğu bir tokattan korkar. Yani bu hissiyata göre cehennem azabı, onun için çok uzaktır ve Allah da zaten affedicidir.

İşte insan, bu mülahazalarla -imanlı olmasına rağmen- günahlara meyleder ve nefsinin de desteklemesiyle içine düşebilir. Evet büyük günahları işlemek, imansızlıktan gelmez. Fakat o günahlar, tövbe ile hemen imha edilmezse, insanı imansızlığa götürebilir. Bu konuda yine Bediüzzaman'ı dinleyelim:

“Günah kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra, ta nur-u imanı (iman nurunu) çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre (Allah'ı inkara) gidecek bir yol var. O günah, istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil belki küçük bir manevi yılan olarak kalbi ısırıyor...” (bk. Lem'alar, İkinci Lem'a)

12 Bir Müslümanın komünizme bakışı nasıl olmalıdır? Komünizmin İslam'la çelişen yönleri nelerdir? Komünizm rejiminde İslam yaşanır mı?

1. Bir şeyin yanlış olması, o kişinin her şeyinin de yanlış olacağı anlmına gelmez. Bir kumarbaz, pekala doğru sözlü olabilir. Kumarbazlığı haramdır, ancak doğru olmak ise farzdır. Birinin hesabı ayrıdır, diğerinin de mükafatı başkadır.

2. İman bir bütündür. Birine iman etmek diğerlerine de iman etmeyi gerektirir. Allah’a iman eden onun kitaplarına ve diğer iman esaslarına da iman etmesi gerekir. Bu nedenle “sosyalistim” diyen birisinin iman problemi yoksa ve iman esaslarının hepsine iman ediyorsa, o kişi mümindir.

3. Komünistim diyen birisi İslami esasların geçersiz olduğunu söylüyorsa, imanı olsa bile gayri müslim denilebilir.

4. Bazen söz küfür görünür, ancak sahibini kâfir yapmaz. Örneğin “Ben yarattım.” sözü görünüşte küfürdür. Ancak bunu söyleyenin niyeti kendine “ilahlık” vermek değildir. Yeni bir şey yapmak ve icad etmek demektir. Bu nedenle de bu sözü söyleyen kimse kâfir de olmaz sorumlu da olmaz.

5. Eğer komünistim diyen kimse imansızlığı niyet etmiyor ve İslam'ın esaslarını da inkâr etmiyorsa, o mümin ve Müslümandır. Aksi takdirde niyetini ve düşüncesini sorarak karar vermek gerekir.

6. Komünizm rejiminde olan bir Müslüman da İslam dininin ferdi planda yaşayabilir. Namaz, oruç, hac vb. ferdi planda olan ibadetlerini yapmakla mükelleftir.

Bir felsefe, bir dünya görüşü ve siyasal bir hareket olarak komünizm ile İslâm tam bir karşıtlık içindedir. Bu karşıtlığın temelinde evreni var eden yaratıcı güç konusundaki farklı inançları yatar. İslâm'a göre evreni ve insanı Allah yaratmıştır. Komünizm ise evreni ve insanı maddenin, Allah'ı da insanın yarattığını söyler.

İslâm evrenin işleyiş yasalarını, insan ve toplum hayatını düzenleyen kuralları Allah'ın koyduğuna inanırken komünizm tüm olayların belirleyicisi olarak maddenin diyalektik yasalarını kabul eder. İslâm'a göre insan içinde ilâhî bir öz taşır ve dünyaya Allah'ın halifesi sıfatıyla, maddi dünyaya egemen olan ilâhi düzeni insan ve toplum hayatında da egemen kılma göreviyle gelmiştir.

Komünizm ise, insanın özünün madde olduğunu maddi çevrenin bir ürünü olarak var olduğunu ve maddenin diyalektik yasalarına uygun biçimde iradesizce hareket eden bir araç olduğunu savunur. Kısaca İslâm ve komünizm insanın önünde açılan ve ancak birinin inkarı ile diğerini kabul etmenin mümkün olabildiği iki karşıt yoldur. İkbal'in deyişiyle hem İslâm, hem de komünizm insandan söz eder ve onu kendine çağırır. Ama komünizm insanı Allah'tan toprağa çekmek için sancılanırken, İslâm tersine topraktan Allah'a yükseltmek amacını güder.

Bu günlerde komünizmin düşünce ve devlet sistemi olarak iflas ettiği; buna öncülük eden Sovyetler Birliği tarafından pratiğiyle birlikte ilan edildi. İnsanlığa mutluluk getiremeyen bu ilkel düşünce bir yüz yıl dahi varlığını sürdüremeden sona erdi.

13 Sadece Allah'a inanıp da diğer iman esaslarına -mesela peygambere veya kadere- inanmayan mü'min sayılır mı?

“İman tecezzi kabul etmez.”

Yani, iman hakikatleri bir bütündür; birine iman etmemek insanı dinden çıkarmaya yeter. Allah'a inanan bir mümin, O’nun kitabı olan Kur'an'a da iman edecektir ki, Rabbini hak bir itikat üzere bilebilsin. İnsan aklı ancak kendisini ve bu alemi bir yaratanın olduğunu bilebilir; ama onun sıfatlarını, fiillerini, isimlerini, emir ve yasaklarını, ebed yurdunu, cennetin yollarını, Allah bildirmedikçe bilemez.

O hâlde Allah'a ve Kur'an'a imanın birbirinden ayrı düşünülmesi kabil değil. Kur'an’a inanan insan, Peygamberimiz (asm)'in risaletine ve vahiy meleği Cebrail'e (a.s.) de inanma durumundadır. Bu ise peygamberlere ve meleklere imanın ilk ve en büyük adımı. Kur'an’a ve peygambere inanan bir insan ise, Kur'an’ın bildirdiği ve Allah Resulü (asm)'ın öğrettiği bütün hakikatlere inanır ve bütün ibadetlere sarılır.

Sadece Allah'a inanmakla kurtuluşa erebilecek zümre, fetret devrinde yaşayan, hiçbir dinden, hiçbir peygamberden haberi olmayan, kendisine vahiy tebliğ edilmeyen, ibadet nedir bilmeyen kimselerdir. Asrımızda bu tip insanlar var mıdır, bilemiyorum. Eğer varsa onlar için sadece kendilerini birisinin yarattığına inanmaları kafi gelebilir. Biz, diğer insanları bu zavallıların derecesine indirmekle değil, bunları arayıp bulup kendilerine gerçek imanı anlatmakla mükellefiz.

(Gerçeğe Doğru, C. III, Zafer Yayınları)

14 Allah, denildiği zaman kalbin ürpermesini açıklar mısınız, kalp ürpermeyince ne olur?

"Gerçek müminler ancak o müminlerdir ki yanlarında Allah zikredilince kalpleri ürperir, kendilerine onun âyetleri okununca bu, onların imanlarını artırır ve yalnız Rablerine güvenip dayanırlar." (Enfal, 8/2)

Müminler, ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yani sırf Allah'ın ism-i celâli söylendiği, sıfatlarından hiç bahsolunmaksızın ve fiillerinden, kudretinden hiçbiri gösterilmeksizin yalnızca "Allah" denildiği zaman yürekleri oynar, kalplerini rahmet ümidi ve sevgi heyecanı kaplar, muhabbetle karışık bir korku sarar, Allah'ın azamet ve ihtişamından kaynaklanan bir ürperti kaplar. Ve üzerlerine onun âyetleri okunduğu, tilâvet edildiği vakit imanlarını arttırır.

Ayetlerde müminlerin beş vasfı açıklanmıştır.

1. Kâmil manada mümin olanların imanlarıyla duyguları arasında bir etkileşim vardır; Allah'ı andıklarında, kendilerine Allah'tan söz edildiğinde heyecan duyarlar, gönüllerinde korku ile coşku karışımı duygular oluşur.

2. Allah'ın âyetleri okundukça, hem yeni bilgiler edinir ve bunlara da iman etmek suretiyle inançlarını nicelik yönünden arttırırlar, hem de her bir âyet, ihtiva ettiği incelik, güzellik, hikmet ve bilgiler sebebiyle Kur'an’ın Allah'tan geldiğine delil teşkil ettiği için, nitelik yönünden imanlarını güçlendirirler.

3. Müminler de mal, mülk, evlât, eş dost edinirler, fakat onların dayanıp güvendikleri bu fâni varlıklar değil, her şeyi yaratan ve mülkün gerçek sahibi olan Allah'tır.

4. Namaz, Allah ile kurulan bağın gerçekleştiği en uygun ve en güzel vasıta olduğu için, onu büyük bir özenle ifa etmeye çalışırlar.

5. Allah'ın verdiği rızıktan kendileri yararlandıkları gibi, yakından uzağa doğru başkalarının da ondan yararlanmasına imkân verirler; nafaka, zekât ve sadaka verme, vakıf kurma, ödünç verme ve kullandırma, ikram etme gibi malî vazife, yardım ve iyilikleri ihmal etmezler.

Ayeti kerime de Allahuteala'nın adı anıldığında kalbin titremesi anlaşılacağı gibi, onun emirlerine itaat şeklinde de anlaşılır.

Müminler, Allah'ın, kitabında indirdiği yasakları ihlal edip farzları terk edenler değil, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda kalpleri ürperip imanları artan ve Allah'tan başka kimseden medet ummayanlardır.

Bu âyet-i kerime, gerçekten iman edenlerin sıfatlarını beyan etmekte; onların, Allah'ın âyetleri okunduğunda kalplerinin ürperdiğini, böylece Allah'ın emirlerine sımsıkı sarılıp yasaklarından derhal kaçındıklarını beyan etmektedir. Mümine yaraşan, bir günah işlediğinde hemen ondan tevbe etmesidir. Bu hususta diğer bir âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:

"Onlar, bir hayâsızlık yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını isterler. Günahları Allah'tan başka kim bağışlar? Yaptıkları kötülükte bile bile ısrar etmezler." (Al-i İmran, 3/135)

Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Münafıklar, Allah'ın farzlarını yerine getirirken onların kalbine Allah'ı hatırlatma girmez. Onlar, Allah'ın âyetlerinden herhangi birine iman etmezler. Allah'a tevekkül etmezler. Kimsenin olmadığı yerde namaz kılmazlar. Mallarının zekâtlarını vermezler. Bu nedenle Allahuteâlâ, onların mümin olmadıklarını bildirmiş, müminleri ise şu şekilde vasıflandırmıştır:

'Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah zikredildiği zaman kalpleri ürperir. Böylece Allah'ın farz kıldığı ibadetleri yerine getirirler. Âyetleri kendilerine okunduğu zaman ise onların imanları artar ve onlar ancak Allah'a güvenirler. Onun dışında herhangi bir kimseye güvenmezler.'." (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/184.)

15 Mezheplere göre ibadet ve amel, imandan bir cüz müdür?

İslam alimlerinin büyük çoğunluğuna göre, iman; dil ile ikrar, kalp ile tasdikten ibarettir.

İmam Maturidî’ye göre yalnız kalp ile tasdik, iman etmek için yeterlidir. (bk. Şerhu’t-Tahaviye, 2/275-Şamile). Böyle bir iman kişiyi Allah katında mümin yapabilir. Fakat, kişinin dünyada bir mümin olarak muamele görmesi için, diliyle de bu imanının varlığını ilan etmesi gerekir. Bunun aksine, sadece diliyle ikrar edip de kalbiyle iman etmeyen kimse ise, münafık olur; dünyada mümin muamelesi görse de ahirette kâfir muamelesi görecektir. Nitekim Peygamberimiz (a.s.m) bazı münafıklara hitaben “Ey kalplerine iman girmeyen, yalnız dilleriyle iman eden topluluk!” diye buyurmuştur. (krş. Bakıllanî, el-İnsaf, 1/18-Şamile). Kur’an’da da buna benzer ifadeler vardır.

Malikî, Şafii ve Hanbelîlere göre, amel etmek -temel esası olmasa da- imanın tamamlayıcı bir unsurudur. Bunlara göre mükemmel bir imanın tam tarifi şöyledir: Dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve organlarla amel etmektir.(bk. Şerhu’t-Tahaviye, 2/275-Şamile).

Ancak, bu mezheplere göre de amel etmeyen kâfir olmaz. Çünkü, amel imanın asıl parçası değil, onu kuvvetlendiren tamamlayıcı bir unsurudur. Amelin imanı güçlendiren, onu tamamlayan bir unsur olduğunda şüphe yoktur. Çünkü, aynı kişinin Allah’a ibadet etmekle meşgul olduğu zaman dilimindeki durumu, Allah’a karşı hissettiği sevgi ve saygı ile gaflet içerisinde olduğu zamandaki durumundan çok farklı olduğu tecrübe ile sabittir.(bk. Gazalî, el-İktisad fi’l-İtikad-Şamile-1/73).

Bediüzzaman Hazretleri de amel-iman ilişkisini şöyle ifade etmiştir:

“Akaidî ve imanî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah'ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, âlem-i İslâmın hâl-i hazırdaki vaziyeti şahittir." (İşaratu’l-İ’caz, -Envar nşr. İst. 1994- s.82).

Amel, insanın inandığı şeyleri yaşaması, dînin emrettiklerini yerine getirmesi, yasakladığı şeylerden de kaçınması demektir. Amelin îman ile yakından alâkası vardır. İnsan önce bir şey`i benimser, doğruluğuna inanır, sonra da o inandığı şey`i yaparak yaşar. Bununla beraber amel, îmanın bir parçası değildir. Yani, insan dînin emirlerini yerine getirmese ve ibâdetini yapmasa dahi, îmandan çıkmış olmaz, inancını inkâr etmiş sayılmaz; sadece günahkâr olmuş olur.

Ne var ki, amel ve ibâdet, kalbdeki îmanı kuvvetlendirir, te`sirini artırır, insanı kemâle ve olgunluğa ulaştırır. İnsanın inancının gereğini yapmaması ise, imanın insan davranışları üzerindeki müsbet tesirinin zamanla kaybolup zayıflamasına yol açar.

İnsan davranışları üzerinde îmanın tesirleri zayıfladıkça menfî duygular, kötü huylar, zararlı arzûlar, günahlar, insanın his dünyasını kaplar. Bâzan bu hâl, onu küfre, yani, îmanını kaybetmeye bile götürür. Çünkü işlenen herbir kötülük ve günah, dînin emirlerine zıd her bir amel ve hareket, kalbe işleyip îman nûrunu lekeler ve siyahlandırır. Peygamber Efendimiz (asm) bu duruma, şu ifadeleriyle işaret buyurmuşlardır:

"Bir günah işliyen kimsenin kalbinde, siyah bir leke hâsıl olur.” (bk. Tirmizi, Tefsiru Sûre 83, 1; İbn-i Mace, Zühd 29)

Günahlar tekrarlandıkça kalbdeki siyahlık artar, îmanın nûru gitgide zayıflamaya yüz tutar. Bu hâl, kalbin bütünüyle kararıp katılaşmasına, îman nûrunun tamamen sönüp kaybolmasına kadar devam eder. Bunun içindir ki,

"Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var." (bk. Nursi, Lem'alar, İkinci Lem'a) denilmiştir.

Aslında Ehl-i sünnetin itikadî yönden iki mezhebi olan Eşarîler ile Maturidîler arasında temelde bir ayrılık yoktur. Her iki mezhebe göre de iman eden kimse büyük günah işlese bile dinden çıkmaz. Kendi aralarındaki tartışmalarda yer alan amel-iman meselesi, imanın tarifi hususundaki nüanslar o zamanki muhalif grupları teşkil eden batıl mezheplere cevap verirken ortaya koydukları bazı detaylardan ibarettir.

16 Kâfirlerin cehennemde yanmaları adalet midir?

Allah'ın üç çeşit sıfatları vardır: 

1. Celali sıfatlar.
2. Cemali sıfatlar.
3. Kemali sıfatlar.

Bunların ilki olanları, azap, ceza, gibi durumları iktiza eder. İkinci gurupta olanlar ise, güzelliği, affediciliği ve letafeti gerektirir. Üçüncü çeşit sıfatlar ise, büyüklüğü azameti ister ve gerektirir.

İşte Allah'ın sonsuz merhameti olduğu gibi, sonsuz azap ediciliği de vardır. Biz bunu ihmal ediyoruz. Oysa Allah bütün bu sıfatlarla muttasıftır. Aşağıda mahşerdeki sıkıntılarla ilgili bir kaç madde mevcuttur. İnsanlar işledikleri suçlarının cezasını, bu suçu işledikleri zaman süresi kadar çekmiyorlar. İşledikleri suçun sonuçlarına göre cezasını çekiyorlar.

Bir adamı bir saniyede öldüren bir katilin bir saniye ceza çekmesi adalet olur mu? Kâfirin kısa gibi görünen bir zamanda işlediği cinayet çok büyüktür. Bu nedenle ebedi ve sonsuz olarak cehennmede kalması gerekir ki işlediği suçuna karşılık bir ceza olsun.

Esasen küfür öyle büyük bir cinayettir ki affedilmemesi gerekir. Ancak Allah’ın rahmeti gazabını geçtiği için o kâfirleri yok olmaktan kurtarıp hayatta kalmalarına müsaade ediyor. Nitekim bir tek adamı öldüren birisini idama mahkum etseler, tam idamını beklerken cezasının müebbet, yani ömür boyu hapse çevrildiğini duysa elbette sevinecektir. Bunun gibi yok olmayı hak etmiş bir kâfirin cezasının müebbete, yani ebediyen cehennemde kalmaya çevrilmesi de bir ikramdır.

- Kâfirin işlediği cinayet nedir?

Kainatta bulunan bütün varlıklar Allah’ın varlığına ve birliğine şahittirler. Bunları inkar eden bir adam kainat kadar cinayet işlemiş demektir. Ayrıca o varlıkların hukukuna bir hürmetsizlik ve saygısızlık olduğundan nihayetsiz bir cinayettir.

Bildiğiniz gibi, elmasla kömürün aslı karbondur. Ancak diziliş farklılığından dolayı biri elmas diğeri kömür oluyor. Şimdi kömür olmuş bir şeyin artık elmas olma ihtimali kalmamaıştır. Ne kadar kalırsa kalsın o kömürdür. İşte insanın aslıda birdir. Babası Âdem (as), yapısı topraktır. Ama diziliş farklılığından biri elmas gibi, diğeri de kömür gibi oluyor. İşte kafirliği seçip kafir olarak ölen birisinin mayası bozulduğundan ne kadar yaşarsa yaşasın elmas yani iman sahibi olma özelliğini kaybetmiştir. Bu nedenle ebedi de kalsaydı kafir olarak yaşayacaktı. Demek ki kafirin cinayeti sonsuzdur.

Allah insana sonsuz nimetler vermiştir. Örneğin bunlardan birisi sonsuzluk duygusudur. Bu duygu sonsuz olan Allah’ı ve ebedi yaşayacağımız ahiret alemlerinin varlığını anlayalım diye verilmiştir. Böyle sonsuz bir duyguyu inkar etmek ve bu nimete gerekli şükrü yapmamak sonsuz bir cinayettir. 

Allah’ın zatı, sıfatları ve isimleri sonsuzdur. Sonsuz bir zatı ve sıfatlarını inkar etmek sonsuz bir cinayettir.

Bunlar gibi sonsuz cinayetleri işleyen birisine sonsuz bir cazanın verilmesi adalettir; yok etmeyerek müebbete çevirmesi ise Allah’ın bir ikramı ve lütfudur.

Bediüzzaman bir çok risalede bu konuyu çeşitli yönleriyle ele almış ve aklı ikna, kalbi tatmin edecek izahlar getirmiştir. 

Bir kâfir inkarıyla sonsuz cinayet işler. Çünkü:

- Vahdaniyet delillerine karşı küfür ile mukabele,
- Nimetlere karşı küfran ile mukabele,
- Mevcudatı kıymetsizlikle kâfirane ittiham ve tahkir,
- Esmâ-i İlâhiyenin tecelliyatını red ve inkâr.

Bunların her biri sonsuz bir cinayettir. Şöyle ki:

- Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleri sonsuzdur. Bu kadar delilin inkâr edilmesi sonsuz bir cinayettir.

- Allah’ın nimetleri de sonsuzdur. “Organlarından, onları teşkil eden hücrelerinden, ruhuna ve ona takılan sayısız hissiyatına kadar; öte yandan, üzerinde sürekli seyahat ettiği dünyadan, her an içine çektiği havaya, geceden gündüze, güneşten aya kadar; diğer taraftan beslenmesi için önüne konulan sebzelerden, meyvelerden, süte, bala, helal etlere kadar uzanan sayısız nimetlere mazhar olan bir insan”, bütün bunları inkâr edercesine, Allah’a isyan ederse, bütün nimetlere karşı küfran ile mukabele etmiş ve sonsuz bir cinayet işlemiş olur.

- Gerek kendi vücudumuzda görev alan varlıklar, gerekse bizi kuşatıp her yönden yardımımıza koşan mevcudat çok kıymetli eserlerdir. Hiçbirini yapmak beşer takati dahilinde değildir. Bu kadar mucizeleri ve onlara takılan hikmetleri, manaları, ihsanları hiç dikkate almamak, düşünmeye değer bulmamak yine sonsuz bir cinayettir.

- Her varlığın hakikati bir veya daha çok esmaya dayanır. Varlık âlemi İlâhî isimlerin tecellileriyle doludur. Bu varlıkları dikkate almamak, onlarda tecelli eden esmâyı isimleri dikkate almama manasına gelir. Bu ise Cenâb-ı Hakk’ın nihayetsiz izzetine karşı bir isyan mahiyeti taşımakla yine nihayetsiz bir cinayet olur. Bu varlıklardan en önemlisi insanın kendisidir. Allah’ın bütün isimlerine ayna olma şerefine eren, onun misafiri ve cennetine davetlisi olma lütfuna eren, taşıdığı istidadın ulviyetiyle arza halife olan insan, bu üstün mahiyetini ve kabiliyetini küfür ve isyan yolunda harcarsa, kendinde tecelli eden bütün isimlerin tecellilerini şer ve isyan yolunda kullanmış ve böylece o isimlere karşı büyük bir edepsizlik etmiş olur. Bu ise tek başına büyük ve sonsuz bir cinayettir.

Bediüzzaman'ın, kafir olarak ölen kimsenin neden ebediyen cehenemde kalması gerektiği ile ilgili açıklamalarıdan biri şöyledir:

"Sual: Bir kâfirin masiyet-i küfriyesi mahduddur, kısa bir zamanı işgal ediyor. Ebedî ve gayr-ı mütenahî bir ceza ile tecziyesi, adalet-i İlahiyeye uygun olmadığı gibi, hikmet-i ezeliyeye de muvafık değil. Merhamet-i İlahiye müsaade etmez? 

Cevab: O kâfirin cezası gayr-ı mütenahî (sonsuz) olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda irtikâb edilen o masiyet-i küfriyenin, gayr-ı mütenahî bir cinayet olduğu altı cihetle sabittir: 

Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kâfir, ebedî bir ömür ile yaşayacak olursa, o gayr-ı mütenahî ömrünü behemehal küfür ile geçireceği şübhesizdir. Çünki kâfirin cevher-i ruhu bozulmuştur. Bu itibarla o bozulmuş olan kalbin gayr-ı mütenahî bir cinayete istidadı vardır. Binaenaleyh ebedî cezası, adalete muhalif değildir. 

İkincisi: O kâfirin masiyeti; mütenahî bir zamanda ise de, gayr-ı mütenahî olan umum kâinatın vahdaniyete olan şehadetlerine gayr-ı mütenahî bir cinayettir. 

Üçüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahî nimetlere küfran olduğundan, gayr-ı mütenahî bir cinayettir. 

Dördüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahî olan zât ve sıfat-ı İlahiyeye cinayettir. 

Beşincisi: İnsanın vicdanı, zahiren mütenahî ise de, bâtınen ebede bakıyor ve ebedi istiyor. Bu itibarla, gayr-ı mütenahî hükmünde olan o vicdan, küfür ile mülevves olarak mahvolur gider. 

Altıncısı: Zıd zıddına muanid ise de çok hususlarda mümasil olur. Binaenaleyh iman lezaiz-i ebediyeyi ismar ettiği gibi, küfür de âlâm-ı elîmeyi ve ebediyeyi âhirette intac etmesi şe'nindendir. Bu altı cihetten çıkan netice ve gayr-ı mütenahî olan bir ceza, gayr-ı mütenahî bir cinayete karşı ayn-ı adalettir." (bk. Nursi, İşaratü'l-İcaz)

- İnsan yok olmak ister mi? 

1. İnsan şuurlu ve bilinçli düşününce sonsuz duygu ve düşüncelere sahip olduğunu görecektir. Yani ruhunda, ebedi ve sonsuz kalmak ve dostlarıyla devamlı beraber olmak arzusunu taşımaktadır. Bu nedenle şuurlu ve bilinçli olarak yok olmayı istemesi mümkün değildir. Nitekim idamı istenen bir adam, müebbet cezası verilmesini bir ikram olarak görmektedir. Nasıl ki uyku hissi gelince istemediği halde uyuyup kalıyor ve sorsanız uyumak istemediğini ve şoför ise kaza yapacağını bilir. Ancak o hisse dayanamayıp uyur ve kaza yapar. Yapacağı iş arabayı durdurup dinlenmek ve sonra yola çıkmaktır. Bunun gibi ölümü isteyen insanlar bir hastalık veya musibete dayanamadıkları için sanki yok olmak istediklerini zannederler. Halbu ki, manen biraz dinlenseler ve istirahat etseler, yokluğun ismini bile akıllarına getirmeyeceklerdir. Ayrıca yokluğu isteyenler sadece dünya hayatı açısından düşünüyorlar. Nasıl olsa ebedi bir hayat var diyerek içten içe bir ebedi ve sonsuz alemin hasretini çekerek bunu yapmak istiyorlar.

2. İnansın inanmasın hiçbir kimse yok olmayacaktır. Cennete veya cehenneme giden her insan ve cin ebedi olarak var olacak ve kendine verilen sonsuz duyguların karşılığını görecektir.

3. İnsan şuurlu düşününce yok olmak istemeyecektir ki, Allah yok etsin. Her çekirdekte bir ağaç olma özelliği vardır. Buna rağmaen bir çekirdeğin torbada dururken toprağa girip ağaç olmayı istememesi görünüşte normal görülebilir. Halbuki, ağacı görünce ne kadar yanlış düşündüğünü anlayacak ve özür dileyecektir. Burada dünya torbasında çekirdek gibi olan insanın, ebediyette ağaç olduğunu görünce nasıl özür dileyip yalvaracağını şimdiden anlamak zor değildir.

Kâfirlerin Haşirde Toprak Olmak İstemeleri:

Bir insan akıl ile değilde, his ile hareket ettiği zaman ne yapacağını bilmemekte, kendi lehinde ve aleyhinde bulunan bir şeyin farkına varamamaktadır. Bu nedenle ehl-i küfür olduğu halde, ahireti bilmediği halde, intihar edenlerin durumunun izahını bu şekilde yapmak mümkündür. Çünkü, bir hayvan bile hayatından memnun olsa, -mesela onu döveceğini ya da öldüreceğini bilse, kaçmaya çalışır. Demek hayatını sever- elbette insanların hayatından memnun olmaları daha çok beklenmektedir.

Ölümü isteyen akıl ve idrak değil, aksine akibeti görmeyen his ve hevestir.

Amme suresinde kafirlerin toprak olmayı istemeleri, yok olmayı istemek değil "keşke toprak gibi olsaydık da bu duruma düşmeseydik" anlamındadır. Nitekim yok olaydık değil, toprak olaydık diyecekler. Toprak olmak da bir var olmaktır.

Toprak olmayı istemeleri ikinci bir mana olarak, tevazulu olmayı arzulamak anlamında da olabilir. Yani: "Keşke dünyada gururlanmasaydım, azgınlıkla kafa tutmasaydım, alçak gönüllü olup Allah'a iman ve itaat etseydim." demektir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Sadece Allah'a inanan bir kişi cennete gidebilirmi? Diğer din mensuparının ahiretteki durumu nasıl olacaktır? Fetret devri kapsamına girerler mi?

17 Seher vaktinde rızıklar dağıtıldığı için kapı ve pencereler açılır ki rızıklar içeri girsin deniliyor. Bu doğru mudur?

Dünya hikmet yeri olduğu için, bu gibi şeyleri hikmet yönüylede anlatmak faydalı olur.

Seher vakti rızıkların dağıtıldığı zamandır. Bu dağıtma işlemi sırasında insanın o saatte uyanık bulunması ve gerekli olan çalışmayı yapması gerekmektedir.

Bu, bir nevi o vakitte dağıtılan rızkı istemek için bir duadır. Yoksa sadece kapı pencere açmanın bir anlamı yoktur. Çünkü rızık olağanüstü bir şekilde değil, bir derece insanın çalışmasına bağlı olarak ve sebeplere müracaat etmeye göre dağıtılmaktadır.

Bu saatte uyuyup gerekli tedbirleri almayan kimsenin rızkının noksan olacağı aşikârdır.

Bilgi için tıklayınız:

- Gece vaktinin en hayırlı saati seher vakti midir? Bu vakit tam olarak ne zamandır?

- Sabah namazından sonra ve ikindi vakti ile akşam ezanı arası uyumak (feylule, gaylule ve kaylule) sağlık açısından ve dinen sakıncalı mıdır?..

18 İmam-ı Gazali Hazretlerinin, fetret ehli ve benzerlerinin durumlarıyla ilgili görüşler hangi kitabında geçmektedir?

Bu bilgiler İmam-ı Gazali'ye ait "Faysalü’t-Tefrika Beyne’l-İslâm ve’z-Zendeka"nın "İslâm'da Müsamaha" adıyla Süleyman Uludağ tarafından tercüme edilen eserin altmış ve altmış birinci sayfalarında geçiyor.

İslam'dan haberi olmayanların durumu nedir? İslam'dan haberi olmamak ne demektir?

Evvelâ şu hakikati hatırlatmakla mevzuya başlamakta fayda mülâhaza ediyoruz. Hesap sormak, siğaya çekmek, ancak Allahü Azimüşşân'ın hakkıdır. Mahlûkatın O'na sual ve hesap sormaya hakkı yoktur.

Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi Allahü Azimüşşân'dır. O Sultan-ı Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak'ın bütün tasarrufat-ı hakîmane, rahîmâne ve âdilânedir. Hiç kimse O'nun mahlûkatına O'ndan başka şefkatli ve merhametli olamaz. Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk'ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su halinden rahmet ve inâyetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalanabilmesi için gerekli bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz eden Allahü Azimüşşân'dır. Öyle ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha şefkatli olamaz.

Kader ve adaletle ilgili meselelerin tetkikinde, bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı mes'eleleri, maişet (geçim) noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu İlâhî taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecek, Zilzâl Sûresi'nde de beyân buyurulduğu gibi zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin hesabı orada görülecektir.

Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mes'uliyetinin ağırlığı ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile olacaktır.

Haşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hattâ bir kâfirin Müslümanda olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını bile, mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle tartan O Âdil-i Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir.

Bir kısım insanların, Kader ve İlâhî adalet noktasındaki vesveseleri, işte bu adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dünyada, İlâhî adaletin kulların imtihan şartlanndaki tecellîsini lâyıkıyla anlamamız, elbette imkânsızdır.

Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, İlâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşılmayan mes'elelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nev'i ibâdettir. Mesela tıb ilmi, Hakîm-i Ezelî'nin insan vücûdunda hiçbir şeyi hikmetsiz ve faydasız yaratmadığına inanmanın neticesi olarak, herbir azanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bugünkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir azayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması o azanın faydasızlığına delil olamaz. Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan Allah'ın adaletine iman eden bir kimse de, her hâdisede İlâhî adaletin tecellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatırına gelen suallerin cevabını bu anlayış içerisinde aramalıdır.
Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerîm'inde:

“Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder...” (Bakara, 2/286.)

buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir. Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:

- Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.

- Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı te'hire kalır.

- Ramazan'da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.

- Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mes'ul olmaz.

- Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.

Misaller çoğaltılabilir... Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kullan için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.

Allah Teâlâ mutlak adaletiyle kullarının mesuliyetlerini bedenî ve malî durumlanyla olduğu gibi, içinde bulunduklan şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hak, kullannın akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir. Şu hakikati de bilmek icab eder:

İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk'a imân ve O'na itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm'in varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse Allah'ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi nisbetinde O'na karşı ibâdetini yapar.

Âdil-i Mutlak olan Allahü Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kadar akıl ihsan etmiş, akıl hastaları ile sinn-i teklife ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.

Bu izahlardan sonra, mevzuun fetva cihetine gelelim:

Mevzu, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir islâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlanndaki adaletin nasıl izah edilebileceği idi. Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu anlatılan insan, Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî'ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mes'ul değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş'arî'ye göre ise, böyle bir kimse Allah'a iman etmese de ehl-i necattır. Fakat, ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir.

Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'in bu mevzu ile ilgili açıklamalarını önce kendi ifadelerinden, daha sonra sadeleştirerek takdim edelim:

"Zaman-ı fetrette yaşayan ve kendilerine savt-ı nübüvvet vâsıl olmayan kimseler dahi Allahü Teâlâ Hazretleri'ne imân ile mükelleftirler. Çünkü, kuvve-i akliyeleri, fıtrat-ı selîmeleri kendilerini tevhide, ma'rifetullaha sâiktir. Lâkin, bunlar şer'î ahkâm ile mükellef olmazlar. Zira, bu gibi hükümler Enbiyâ-ı İzam tarafından tebliğ olunmadıkça akıl ile idrâk olunamaz."

"Fetret, inkıta manasınadır. Bi'set-i enbiyânın inkıtaiyle vahy-i İlâhî'nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretleri'nin arasındaki zamana ıtlakı mâruftur. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara ehl-i fetret tesmiye olunur. Bi'set-i Nebeviyye'den sonra dünyaya geldikleri halde, şâhik-i cebelde veya arzın meçhul bir kıtasında yaşadıkları için kendilerine savt-ı İslâm vâsıl olmayan eşhas dahi ehl-i fetret hükmündedir."

"Binaenaleyh bunlar bu cihetle mazur olduklarından namaz, oruç gibj şer'i ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak Allah Teâlâ'ya imanın bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'arîye'ye göre mücerred akıl ve nazar ma'rifetullah da kâfi değildir. Herhalde Allah Teâlâ'ya imanın vücûbu şer'i şerif ile sabit olur. Ehl-i fetret adem-i imanından nâşi azab-ı nâra müstehak olmaz. Nitekim "Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz." (İsrâ, 17/15) nass-ı Kur'anîsi de bunu nâtıktır. Fakat Mâtüridiyye Eimmesi derler ki: Allah Teâlâ'ya imân etmek fıtrat muktezasıdır. Herkes aklen tevhid-i Bâri'nin hüsnünü idrâk edebilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazar-ı intibahına çarpan binlerce hilkat bediâlarını görür dururken, bunların azîm mübdiinin vücuduna aklen istidlal edememesi tecviz olunamaz... Âyet-i celîleyle nefyolunan azabtan maksad ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyet-i kerîmenin nâtık olduğu adem-i tazip, idrâki mümkün olmayan ahlâk-ı şer'iyyenin adem-i icrası haline aittir. Yoksa, aklen tahsili mümkün olan ma'rifetullahın terkine şâmil değildir. Binaenaleyh ma'rifetullah hususunda hiçbir âkil mazur olamaz."

"Bazı ulemâya göre ehl-i fetret üç kısımdır: Birincisi, zaman-ı fetrette yaşadıkları halde akıl ve nazarlarıyla vahdaniyet-i İlâhiyeyi tasdik edenlerdir, bunlar ehl-i cennettir. İkincisi, Cenâb-ı Allah'a şerik ittihaz edenlerdir, bunlar da ehl-i nârdır. Üçüncüsü, gaflet üzere olup fikr-i Ulûhiyetten zahil bulunanlardır. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır. "

Yukarıdaki ifâdelerin sadeleştirilmiş şekli:

"Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk'a iman etmekle mükelleftir. Çünkü, akıllan, bozulmamış fıtratları kendilerini Allah'ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat, bunlar diğer dinî hükümlerden mes'ul değildirler. Çünkü, bu gibi hükümler, peygamberler tarafından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz."

"Fetret, kesilme manasınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa (as) ile son Peygamber Hz. Muhammed (sav) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir."

"Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm'ın sesi ulaşmayan Huluslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir."

"Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk'a iman etmenin bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'ariye'ye göre sırf akıl ve fikir Allah'ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah'a imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı cehenneme konulmazlar. Nitekim "Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz.", âyeti de bunu ifâde etmektedir. Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk'a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah'ın bir olduğunu anlayabilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve san'atla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken, bunlann Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması caiz görülemez... Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut, bu âyetin ifâde ettiği azab etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah'ı bilmenin terki mânâsına gelmez."

"Bundan dolayı, Allah'ı bilme hususunda hiçbir akıllı kimse mazur sayılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah'ın birliğini kabul edenlerdir. Bunlar cennetliktir. İkincisi, Cenâb-ı Allah'a ortak koşanlardır; bunlar da cehennemliktir. Üçüncüsü, gaflet üzerine olup, Ulûhiyet fikrini ihmal ederek hiç düşünmeyenlerdir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır."

Ehl-i fetret hakkında Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

"Ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hattatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'arî'ce, küfre de girse, usul-ü imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî, irsal ile olur. Ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrür eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiyâ-yı salifenin dinlerini setretmiş, o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azab görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz." (Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 385)

Bu ifâdeleri sadeleştirerek izah etmeye çalışalım:

"Ehl-i fetretin, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyeceklerinde bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hattâ İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'ari'ye göre, bunlar iman etmeyip küfre girse, ondan dahi mes'ul olmazlar. Çünkü, mes'uliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakkuk eder. Ayrıca peygamber gönderilmiş bulunduğunun ve peygamberin vazifesinin mahiyetinin de bilinmiş olması gerekir ki, mes'uliyet bahis mevzuu olabilsin. Eğer peygamberlerin irşâdlan, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeblerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bunlara vâkıf olamayanlar ehl-i fetret sayılırlar ve azab görmezler."

Burada bir sual akla gelebilir:

"Peygamber (sav)'in ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi (olumsuz) şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?"

Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazali Hazretleri'nin aşağıdaki tasnifine göz atalım, Bu tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:

"İnancıma göre, inşâallah Allah Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:

a. Hazret-i Muhammed'in (sav) ismini hiç duymamış olanlar.

b. Hz. Peygamber (sav)'in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu'cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir.

c. Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Hz. Peygamber (sav)'in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygambe (sav)r'i tâ küçüklüklerinden beri "İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur." şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın Adı el-Mukaffa' olan yalancının biri Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grubda olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber (asv)'in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez."[İmam-ı Gazali, İslâm'da Müsamaha (Tercüme: Süleyman Uludağ), s. 60-61.]

Bugün gerek Hristiyan âleminde ve gerekse demir perde ülkelerinde İmam-ı Gazali Hazretleri'nin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Hristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk'ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartlan ve imkânları ile din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti her şeyi ihata eden Allahü Azimüşşân'ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip (orantılı) olacaktır.

Şurası da herkesin malûmudur ki, bir rejimin perdesi arkasında ulûhiyeti inkâr maksadıyla mutlak inanca, hususan İslâm dinine karşı dessasâne faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mes'uliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz.

Bu mevzu ile alâkalı olarak mazlum Hıristiyanlar hakkında Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin şu ifâdelerini nakletmekte fayda görüyoruz:

"Âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedi'ye (S.A.V.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet'le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev'i şehadet (şehitlik) denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır, diye hakikatten haber aldım... Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesât-ı semâviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî (ahirete ait) neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir. " (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 103.)

Yukarıdaki ifâdeler, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu husustaki görüşlerinin hülâsası mahiyetindedir. Bu sebeble yukarıda takdim edilen açıklamaları kâfi bularak diğer kaynaklardan nakiller yapmadık. Konu ile ilgili geniş bilgi isteyenler diğer kelâm kitaplarına, bilhassa Abdurrahman Cezerî'nin "Mezâhib-i Erbaa" adlı eseriyle, Aliyyü'l-Karî'nin "Şerhu'l-Emâli ve Şerh alel-Fıkhi'l-Ekber" adlı eserlerine bakabilirler.

Şimdi de mezkûr sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım:

İslâmiyet'te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka cennet ehli olacağına dair bir hüküm yoktur. İslâm tarihini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı Saâdet'te Hazret-i Resulüllah'ın (S.A.V.) kapı komşusu olan Yahudiler Müslümanlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir. İslâmiyet, Resulüllah'ın (S.A.V.) devrinde en canlı devrini yaşamış olmasına rağmen, o gün Mekke'de yine müşrikler ve kâfirler vardı. Eğer Mekke'de doğan bir insanın Müslüman olması gerekseydi, Ebû Cehil'in, Hazret-i Resulüllah'ın (S.A.V.) öz amcası Ebû Leheb'in de Müslüman olması icab ederdi.

Bilindiği gibi, Hz. İbrahim (A.S)'in babası Nemrud'un putçusuydu ve inkarcılardandı. Lût Aleyhisselâm'ın karısı, Nuh Aleyhisselâm'ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan. Firavun, Allah'ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Musa (A.S.) onun sarayında, hattâ onun kucağında yetişti. Firavun'un karısı da Allah'a inanan bir kimseydi.

Demek ki, Rabbini arayan ve O'na yönelen bir kul, Firavun kucağında bile olsa hidâyet nuruna kavuşur. Eğer bir kul hakka karşı kör olsa, peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felâketten kurtaramaz. Bugün de İslâm memleketlerinde binlerce camiler, minareler, ezanlar, İslâmî örf ve âdetler, hattâ mezar taşları İslâm'ı telkin ederken, anlatırken hâlâ İslâm'dan uzak ve Allah'tan gafil nice insanlar yok mudur?

19 Evtad, kutup, gavs, iki imam hakkında bilgi verir misiniz?

Kutub: Tasavvufta, evrenin manevi yönetiminden sorumlu veliler hükümetinin başkanı. Mutasavvıflara göre değirmen taşı milin çevresinde döndüğü gibi bütün evren de kendisinin çevresinde döndüğü için, veliler başkanına kutub denilmiştir. Herhangi bir sıfatla birlikte kullanılmadığında kutub kelimesi bu başkanı dile getirmekle birlikte, birden çok kutubdan söz etmek mümkün olduğundan Kutub yerine "Kutbu'l-Aktab" (Kutublar Kutbu) deyimi kullanılır. Kutub'a, kendisine sığınanlara yardım eden anlamında Gavs ya da "Gavsu'l-Azam" da denir.

Kutub, varlığın yaratılış nedeni olan Muhammedî hakikatin (Hakikat-ı Muhammediye) kendisinde tecelli ettiği kişidir. Veliliğin son ve en yüksek makamı olan kutubluğa kişi kendi çaba ve çalışması ile değil, ancak Allah'ın bağışı, vergisi sonucu gelebilir.

Kutubluk makamının Kutbu'l-İrşad ve Kutbu'l-Aktab ya da Kutbu'l-Vücud denilen iki çeşidi vardır. Kutbu'l İrşad, nübüvvet (peygamberlik) kurumunun içyüzünü (batın); Kutbu'l Vücud ise son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s)'in içyüzünü temsil eder. İrşad kutubları nebiler gibi çok olabilir; fakat Vücud Kutbu her dönemde ancak bir tane bulunabilir.

Tasavvufi kitaplarla mutasavvıflar arasında sık kullanılan "Aktab-ı Erbaa" (Dört Kutub) deyimi, genellikle Abdülkadir Geylani, Ahmet Rufai, Ahmet Bedevi ve İbrahim Desuki'yi dile getirir. Bazan Ebu'l-Hasan eş-Şazili, İbrahim Desuki yerine dördüncü kutub olarak anılır. Mevlana Celaleddin Rumi, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli ve Şeyh Şaban Veli de Anadolu'nun dört kutbu kabul edilir.

Kutb'un başında bulunduğu Ricalu'l-Gayb (Gayb Erenleri), Merdan-ı Huda, Merdan-ı Gayb ve Hükumet-i Sufiye (Mutasavvıflar hükümeti) gibi adlarla anılan veliler düzeninde Kutub'un sağ ve solunda İmaman denilen iki imam yeralır. Kutub'un sağında yeralan imam (İmam-ı Yemin), Melekût âleminin işleri ile; sol yanında yeralan imam (İmam-ı Yesar) ise Mülk âleminin işlerine bakar. Sağdaki imam, Kutub'un hükümlerine; soldaki imam, Kutub'un hakikatine mazhardır. Kutub öldüğü zaman yerine soldaki İmam geçer.

Halk arasında daha çok "Üçler" olarak anıları Kutub ve İmaman'ın altında yeryüzünün dört yönünü yöneten Evtad-ı Erbaa (Dört Direk), daha aşağılarda ise yedi iklimi yöneten Yediler (Abdal, Ahyar), halka yardım eden Kırklar (Nüceba) ve insanları gözetleyip denetleyen Üçyüzler (Nükeba) bulunur.

Hucviri gibi bazı mutasavvıf yazarları "Bunların sıhhati üzerinde Ehl-i sünnetin icmaı vardır." (Keşfu'l Mahcub, Hakikat Bilgisi, İstanbul 1982, s. 330) demektedir. Ancak bazı kelam ve hukuk bilginleri, Kutub inancını İslam'ın temel inanç ilkeleriyle bağdaşmaması nedeniyle onaylamamışlardır. Bize göre böyle bir anlayışın esassız olması düşünülemez. Ancak İslami inanca uygun olmayan düşünce ve değerlendirmelere de dikkat etmek gerekir.

20 Allah hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde, neden tanınmak bilinmek gibi bir ihtiyaç duymuştur?

Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şey Ona muhtaç olan Yüce Allah’ın, bizim gibi âciz kulların ibadetine hiç mi hiç ihtiyacı yoktur. O, bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir. Çünkü kâinat ve içindekiler, ne varsa her şey Onundur, Onun mülküdür.

Son derece âciz ve zayıf bir kul olarak bizler muhtaç ve fakiriz. İhtiyaçlarımız ebede kadar uzanmış; bir çiçeği istediğimiz gibi, bir baharı da istiyoruz. Hatta ebedî Cenneti de istemekten kendimizi alamıyoruz. Dünya bizim olsa bile, istek ve arzularımızı tatmin edemiyoruz. Hâl böyle iken, ihtiyaçlarımızın sadece çok az bir kısmını elde edebiliyoruz. Sonsuzluğa uzanan ihtiyaçlarımızın temin edildiği mekân, ebedî saadet menzili olan Cennettir.

Yüce Allah’ın ibadetimize ihtiyacının olmadığını ve hakikî muhtaç olanın asıl bizler olduğumuzu şöyle bir misâlle açıklamamız mümkündür.

Hasta olduğumuzda doktora gideriz. Doktor, hastalığımızı teşhis ettikten sonra, bir reçete yazar. Sonra da ilâçları belirtilen saatte kullanmamızı ısrarla ister. Doktorun niyeti, bir an önce hastasının şifa bulup rahata kavuşmasıdır. Doktorun bu iyi niyetine karşı kalkıp, “Doktor Bey, bu ilâçları kullanmamın sana bir faydası var mı? Bir ihtiyacın mı var ki, bu acı ve tatsız ilâçları tavsiye ediyorsun?” dememiz hem yersiz bir hareket olur, hem de kendimizi gülünç bir duruma düşürmüş oluruz.

Bu misalde olduğu gibi, insan olarak mânen hastayız. Günah ve şüphelerin kalb ve ruhumuzda açtığı yaralarla mânen dertliyiz. İşte Yüce Rabbimiz, duygu ve lâtifelerimizi günah paslarından temizlememiz, parlatıp nurlandırmamız ve bu mânevî dertlerden şifaya kavuşmamız için yaramıza bir merhem, dertlerimize bir ilâç olarak ibadeti emretmiştir. Mesele bu kadar açık ve berrak iken, yine kalkıp da, “Yâ Rabbî, bizim ibadetimize ne ihtiyacın var, niçin ibadet etmemizi bizden ısrarla istiyorsun?” dememiz, hastanın doktora çıkışmasından bin defa daha yersiz ve gülünçtür.

Bunun yanında kulluk vazifesini yapmayın ibadeti terk eden kişiyi Cenab-ı Hakk'ın dünyada mânevî sıkıntıya, âhirette şiddetli azaba çarptıracağını beyan buyurmasının hikmet tarafını şöyle bir misalle izah edebiliriz.

Milletin canına, malına ve namusuna zarar veren bir kişi yakalanıp, hâkim karşısına çıkarıldığı zaman, hâkim suçluyu cürmüne göre cezaya çarptırır, mahkûm eder. Bu adam cezayı hak ettiği için kimse kendisine acımaz ve “Yazık oldu.” demez.

Mutlak adalet ve kudret sahibi olan Cenab-ı Hak da, ibadeti terk etmekle bütün varlıkların hukukuna tecavüz eden insanı, dünyada ruhî sıkıntılara, âhirette de Cehennem azabına çarptırır. Bu da aynı hak ve adalet olur.

Gerçekten de, canlı cansız her varlık kendilerine mahsus dillerle Yaratıcısını tesbih eder, verilen vazifeyi eksiksiz olarak yerine getirir. Meselâ toprak, içine atılan her bir tohuma saksılık eder, filizlinmesine yardımcı olur. Su, dünyaya hayatı bahşederek vazifesini mükemmel bir şekilde görür. Ateş, insanların yiyeceğini pişirmek, onları ısıtmak ve daha pekçok vazife görmek suretiyle kendine düşeni eksiksiz yapar.

İşte, insan kâinata iman gözüyle bakmamak ve kulluk vazifelerini, ibadeti terk etmekle mahlûkatın da ibadetini göremiyor, onları başıboşlukla itham ediyor ve sonunda inkâra kalkışıyor. Onların Allah tarafından vazifelendirilmiş birer unsur olduklarını da inkâr ettiği için, mânen hukuklarına tecavüz etmiş, zulmetmiş oluyor. Bunun için de, cezası bir iken, mahlûkat adedince artış gösteriyor.

Ayrıca, ibadetsiz insan kendi nefsine de zulmediyor. Her şeyden önce, insanın ruhu, bedeni ve bütün âzaları kendisine bir emanettir. İnsan, sahip olduğu bütün nimetler için ne bir fiyat ödemiştir, ne de ödemeye gücü yeter. Meselâ gözümüze hangi kuvvetimizle sahip olduk veya eğer satın alacak olsaydık, değerini takdir edip, ödeyebilir miydik? Bu nimetlerin gerçek sahibi Allah olduğuna göre, onları vazifesiz de bırakmamıştır. Bilhassa namaz kılarken, bütün lâtife ve hislerimiz de hisselerini almaktadır.

İşte insan ibadeti terk etmekle, bütün âza, duygu ve lâtifelerini âtıl bir vaziyete sokmuş sayılıyor. Böylece kendi nefsine de zulmederek cezaya müstahak hâle gelmesine sebep oluyor.

İnsan bilerek veya bilmeyerek yaptığı bütün bu zulüm ve haksızlıkların cezasını dünyada ve âhirette çekeceği için, kendi kendini azabın içine atmış oluyor!..

- Her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister. Bu bir acizlik ya da ihtiyaç anlamına gelmez mi?

Aynı cinsten olanlar mukayeseye gelebilir ve muvazene edilebilirler. Mesela, elma ile elma, armut ile armut mukayese edilebilir. Amma karpuz ile nar, üzüm ile kayısı muvazene ve mukayeseye gelmez. Ancak her biri kendi şartında ve özelliklerinde değerlendirilebilirler. Aksi halde karpuz hakkında her mesele ve değerlendirme üzüm için şirktir.

Bu kaide kâinatta her şey için geçerlidir. Bitkiler en basit tabakayı hayatta iken iki farklı tür birbiriyle mukayese edilmezse, iki farklı cins ve iki farklı mahiyet yani bir bitkiyle hayvan, hayvan ile insan hiç ölçülebilir mi, mukayeseye gelebilir mi? Hatta mahlukat kemalata doğru (yaratılış cihetiyle) gittikçe, yükseldikçe bu muvazene ve mukayese iki farklı fert arasında bile cereyan etmez. Yani iki farklı insan muvazene ve mukayese edilmez. Maddeten iki farklı özelliklere haiz oldukları halde manen hiç muvazeneye gelmez.

Ana meseledeki benzerlik çok yüzeysel ve basittir. Bir insanın hayatını yazan bir tarihçi, başka bir insanın hayatında cahil ve eksiktir. Bu böyleyken kemalatın en kutsisinde ve yarattığı hiçbir mahluka benzemeyen, kendinden başka misli olmayan maddeden, zamandan, mekândan münezzeh olan Allah-u Zülcelal nasıl bir insanın hususiyetleriyle muvazene ve mukayese edilsin?.. Misli ve benzeri olanlar arasında tam bir mukayese olmaz ise misli olmayan Allah (cc) kesinlikle mahlukatın bütün özelliklerinden müstağnidir. Ve mukayeseye gelmez. Sadece tefekküre bir vasıta olmak cihetiyle bazı temsilat olabilir.

"Her kemal ve cemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister." ifadesinde, insanlardaki bu arzu ve hususiyetler sadece tefekküre bir bakış açısıdır. Yoksa mukayese için değildir. Yani mikroskoplar mikropları, teleskoplar yıldızları ve semayı müşahede ettirir. Fakat ne mikroskopta gösterdiklerinden bir özellik, ne de teleskopta yıldızlarda ve semadan bir hususiyet bulunmaz.

Her şey Allah’ı tavsif eder. Fakat onunla muttasıf olmaz. İnsan da bir mikroskop ve teleskop gibi Cenab-ı Hakk’ı külli manada bildirir ve tanıttırır. Allah’ın zat, sıfat ve esmasını gösterir. Onunla kesinlikle muttasıf olamaz. O zattan bir hususiyeti kendinde taşıyamaz. Aynen öyle de insanın kendi güzellik ve kemalatını görmek ve göstermek istemesiyle, Cenab-ı Hakk’taki bu hususiyet aynı değildir. Sadece cam gibi vasıta olmaktan öteye geçmez. Tefekkür için bir rasat vazifesini görür. Başka türlü yakıştırmalar Allah için şirktir.

Ayrıca insanların güzelliklerini göstermesi bir ihtiyaçtan gelir, kemale ve ikmale gider. O güzellik olmaz ve görünmezse o insan eksik ve nakıs olur. Alkış, taltif, hoşamedi insanı keyiflendirir. Noksanı ikmal eder. Oysa Cenab-ı Hakk’ın kendi cemal ve kemalini göstermek istemesi ihtiyaçtan değil, iradeden gelen bir şuunattır. Kemalatı ikmal etmez. Çünkü hakiki kemalat ihtiyaca bina edilmez. İhtiyaçtan başkasının mukayesesinden gelen güzellik ve kemalat, hakiki güzellik ve kemal değildir. O da nisbidir. Çünkü nisbet edilenler gitse onlarda değerden ve kıymetten düşer.

Mesela, Allah mabud olduğu için ibadet ederiz. İnsanlar ibadet ettiği için mabud değildir. Burada mabudiyet nisbetle kaim değildir. nisbetle kaim olanlar; mesela insanların batıl mabudları bir zamanlar ibadet edildiği için mabud ittihaz edilmiş. İnsanlar ibadet etmekten vazgeçince, onların mabudiyetten düşmüşler. Hakiki mabudiyet öyle olamaz. Mesela insanlar olmazsa, bir insan, yalnız başına kendi kemalat ve güzelliğini göstermek ister mi? Sanatta, meharette, neyi kime gösterecek? Yani mukabele ve nisbet istiyor. Ta ki kemalatı zuhur etsin. Seyredenler olmazsa sanatlar, panayırlar ve pazarlar olmazsa ticaretler, hoşamedi olmazsa güzellikler görünmek istemezler. Bu mahlukat için genel bir kaidedir. Fakat Allah ezeli ve ebedidir. İnsanlığın ömrü âlemin sonunda başlamıştır.

O hâlde milyarlarca yıl önce Allah’ın cemal, kemal ve sanatı İlahiyeyi kimler seyrediyordu?.. Demek insanlardaki cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi arzusu, Allah’ın cemalini ve kemalini ölçmek ve mukayese için değil insanlarını kendi kemalatını artırması ve tezahürü ve imtihan içindir. Ayrıca kemal ve cemalinin inceliğini insanlar melekler ve hiçbir mahlukat anlayamaz, idrak edip kavrayamaz. Ancak Allah kemal ve cemalini bilir.

Ayrıca bizdeki güzellik gibi Allah’ın cemal ve kemali bir ihtiyaçtan gelse, ihtiyaç gittiğinde güzellik ve kemalatın da eksilmesi lazım. Mesela, insan açlıktan dolayı yemek ister. İhtiyaçtan dolayı gezmek, keyiften dolayı seyir ister. Bu ihtiyaçlar kesilse artık yemek, seyir ve tenzzühte biter. Cenab-ı Hakk’ta ise bu şuunat ezelidir. Asırlardan beri yaratma, tezyinat, taltifat ve kemalat devam ediyor. Ve ebediyen devam edecektir. Demek ki Cenab-ı Hakk’ın kendi cemal ve kemalini görmek ve istemesi, ihtiyaçtan değil İRADE-İ İLAHİYEDENDİR.

İhtiyaç ve iradenin farkını idrak edemeyenler bu tefekkürü yapamazlar.

21 Şans ve tesadüf kelimelerini kullanmak caiz midir?

Tesadüf: Rast gelme, bir şey kendiliğinden olma, tedbirsiz meydana gelme gibi anlamlara gelmektedir. Bunlardan Yaratıcıyı inkâr ederek, kendiliğinden olma anlamında kullanılırsa elbette şirk olur.

Ancak İslam toplumunda Müslümanların kullandığı anlamda asla şirk olmaz. İnsanlar bunu, habersiz, düşünmeden karşılaştım anlamında kullanıyor. Yani Allah'ın bilmesine aykırı olarak değil, kişilerin anlaşma ve düşünce alanına göre tesadüf denildiğinden şirk değildir. Bununla beraber yanlış anlamaya meydan vermemek için "tevafuk" kelimesini kullanmak daha iyi olur.

Tevafuk: Birbirine uygunluk, muvafık oluş, nizamlanmış biçimde birbirine uygun olmak.

Günlük hayatta tesadüf kelimesini çok kullanmamıza rağmen, gerçekte tesadüf yoktur, tevafuk vardır. Yaratılışta ve devam eden hadiselerdeki pek çok noktadaki benzerlikler tesadüf değil, tevafuktur.

Cenâb-ı Hak şu muazzam kâinatı yaratırken, hem yaratıcının tek olduğunu göstermek, hem de kâinattan daha iyi istifade edilmesini sağlamak için bir çok tevafuklarla yaratmıştır.

Meselâ, atom ile güneş sisteminin birbirine bir tevafuku ve benzerliği vardır. Modelleri birbirine benzer. Atomun ortasında çekirdek etrafında da elektronlar döner. Güneş sistemi de aynı şekildedir. Ortada güneş, etrafında da gezegenler döner. Misaller çoğaltılabilir.

Âlemlerin Rabbi ibda ve ihtira sanatını, yani icadını göstermek için her iki sistemde de detayda pek çok harika farklılıklar yaratmıştır. Fakat ilminde sonsuz modeller olmasına rağmen ikisinde de, aynı modeli kullanmıştır. Bunun birinci sebebi elbette tevhid mührüdür. Bu tevafuk zerreyi ve güneş sistemini yaratanın Allah olduğunun ve şirkin müdahalesinin imkânsız olduğunun ilânıdır.

İkinci bir husus ise bu tevafuk biz insanlara bir kolaylıktır. Güneş sistemini bilen bir ilim adamı, atomu incelerken, ister inançlı olsun ister olmasın, peşinen zihnindeki model ile atomu ve elektronları inceleyecektir. Model ve tevafuktan istifade ile yapılan bu tarz çalışmalar, bilim dünyasına çok şeyler kazandırmıştır.

Yine el ve ayak parmaklarının ve diğer uzuvlarının birbirine tevafuku da kâinattaki tevafuklardan birisidir. Aslında Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem (as)’i on parmaklı yaratarak, matematiği de yaratmıştır. On sahifelik de bir talimat vermiştir. Parmak sayısı sayesinde tüm medeniyetler birbirinden haberli habersiz onlu sayı sistemini kullanmıştır.

Yine insan vücudunun veya çiçeklerin ve meyvelerin ve diğer mahlûkatın simetrik olması da, güzellik ve estetikteki Cenâb-ı Hakk'ın hakimiyetinin ve isimlerinin tecellisinin bir göstergesidir.

Yine heykeltıraşların ve ressamların sanatlarının icrasında asırlardır kullandığı altın oranlar, Cenâb-ı Hakk'ın Adl ve Hakem isminin birer tecellileridir. Bu tevafuklar eski çağların ilim adamları ve filozofları tarafından da biliniyordu. Bunu fark eden geometrinin kurucularından biri “Allah daima geometri kullanır.” demiştir.

Gerçekten kâinata bu gözle bakılırsa, yüzümüzde, gözümüzde; ağaçta, meyvede; atomda, güneşte; ve yörüngelerinde velhasıl kâinatın tamamında gizli bir pergel ve cetvelin ve diğer geometri aletlerinin sürekli çalıştığını fark ederiz. Zaten Kur’ân-ı Kerim’deki bir çok ayette de, Cenâb-ı Hak “Biz her şeyi ölçüyle yarattık.” demektedir.
Zerreleri ve güneşleri başıboş ve ölçüsüz bırakmayan âlemlerin Rabbi, elbette insanların tüm fiillerini de kontrol etmekte ve amelleri, zerrelerde gösterdiği aynı hassas ölçülerle, hesap gününde değerlendirecektir. Yani dünyadaki matematik, ahiretteki matematiğin bir göstergesidir.

Halk arasında “Şansım yâver gitti.”, “Şans bana güldü.”, “Şansım yardım etti.”, “Şanslı olarak dünyaya gelmişim.” gibi tâbirler müsbet mânâda, işi yolunda olan, aksiliklerle karşılaşmayan kimseler tarafından; “Bizde şans mı var.”, “Şanssızın biriyim.”, “Şansım olsaydı bu hâle düşmezdim.” gibi sözler de menfi mânâda sık sık tersliklerle karşılaşan, hayatını tesadüflere bağlayan kimselerce kullanılır.

Toplum içinde de “şans” kelimesi daha çok kumar, piyango, toto gibi çevre ve kuruluşlarca tekrar edilir. “Şansınızı deneyin.”, “İyi şanslar.” bunun için tekrarlanır.

“Şans” müsbete kullanıldığı hâlde, daha çok “menfî” için kullanılır. “Şans”a güvenen, ümit bağlayan kişinin nasıl bir düşünce ve psikoloji içinde bulunduğu şans mefhumunun mahiyetini anlatmaya kâfidir. “Şans”la iş görmeye başlayan insan kendisini boşlukta hisseder, tesadüflere inanır, sabah-akşam kalbini, ruhunu, hattâ hayatını bir stres, bir heyecan, bir telâş içinde bırakır. İstediği olmaz, arzu ettiği netice çıkmazsa huzursuz olur,sıkıntıya kapılır, morali bozulur, günlerce o hâlin ezikliğinden kendisini kurtaramaz.

Bu durumdaki bir insan kendisini neden bu derece “şans”a kaptırmıştır? Sebebi gayet açıktır. Anne sütünden mahrum olan çocuk nasıl yalancı naylon memeye sarılırsa; bu kişi de “kader, tevekkül, kısmete rıza” gibi gerçek dayanak noktalarını bilemediği, göremediği için “şans” gibi mevhum, belirsiz, boş bir yere dayanmıştır.

Halbuki İslâmiyet insanları hiç boşlukta bırakmamıştır. Onların boş şeylere, mahiyeti meçhul dşüncelere kapılmasına müsaade etmemiş, meydan vermemiştir.

İslâm'da “şans, talih” gibi sözlerin yeri yoktur. Dinimizde “kader vardır, tevekkül vardır, Allah’tan gelene rıza vardır.” Bunun da kaynağı îmandır. Mü’min, Allah’a îman eder, kadere boyun eğer, hâdiseler karşısında bocalamaktan kurtulur, ne ile karşılaşırsa karşılaşsın îmanın kuvveti ve nuru ile onları aşar.

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.”

sözünden de anlaşılacağı gibi, îman eden insan tek güç ve kudret sahibi olarak Allah’ı “bir” bilir. Ona teslim olur. Ona tevekkül eder, sırtını o kudrete dayar; neticede de iki dünya mutluluğuna kavuşur.

İmanlı insan güçlüdür, “kâinata meydan okuyabilecek” bir cesârete sahiptir. Kendisini yoktan var eden, dünya gibi yaşayacağı bir âlem hazırlayanp hayat, sıhhat, huzur gibi madde ile ölçülemeyecek nimetler ihsan eden, sâdece dünyayı değil, güneşi, milyarlarca yıldızı, kâinatı elinde tutan bir Rabbinin olduğuna inanır. Yaratıcısının kendisini boş yere yaratmadığını bildiği gibi, boşlukta bırakıp bir “tesadüf” oyuncağı halinde bırakmadığını da bilir. Dünyaya ilk göz açtığından, hayata gözlerini kapayıncaya kadar geçen ömür, dakika ve saniyelerinin Allah tarafından bilindiği, programlandığı ve tespit edildiği inancını taşır. Bunun için tesadüfe inanmaz, bel bağlamaz, ona dünyasında yer vermez. Başına iyi de gelse, kötü de gelse Allah’ın bilgisi altında olduğunu idrak eder. Hep gayreteni harcar, bütün vesile ve sebeplere başvurur; sonunda kendisini, kendisinden daha iyi bilen ve düşünen Yaratıcısına tevekkül eder, neticeyi ondan bekler. İlâhî programda (kaderde) ne varsa onun tecellisine razı olur.

Fakat, tevekkül etmeyip, “tesâdüf” ve “şans” içinde çırpınan insan öyle mi? O, ya elinden geleni yapmaz, hiçbir güç sarfetmez veya bunları yapsa bile bir Kudrete dayanmaz; neticede ne olur? “Kâinatın dilenciliğinden”, yâni her şeye, her gördüğüne el, avuç açmaktan, güç farz ettii şeyler karşısında acze düşmekten, “hâdiseler karşısında titremekten”, “hodfuruşluktan”, yani kendisinde bir şeyler tevehhüm etmekten, “maskaralıktan”, “şekavet-i ebediyeden”, yani ebedî hayatı kaybetmekten “tazyikat-ı dünyeviyye hapsinden” kurtulamaz.(Sözler, s.292)

İşte tevekkül, Allah’a güvenme ve ondan gelene rıza gösterme gibi duyguları zayıf olan kimseler şansa, yıldızlara, burçlara, talih gibi lüzumsuz, mânâsız ve boş şeylere bel bağlar, “yıldızı düşükmüş”, “yıldızı yüksekmiş” gibi bâtıl inançlara saplanır.

22 Münafık kimdir, özellikleri nelerdir?

Münafık: İçinden gerçek anlamda iman etmemiş olup, dışından Müslüman görünen kimse, aslî mânâsını değiştirmeden dilimize geçmiş olan münafık kelimesi İslâm toplumu içinde -çeşitli sebeblerden dolayı ve menfaati icabı- kendini Müslüman göstererek Allah'a, Rasûlüne ve mü'minlere düşmanlığını gizleyen kimsedir (Bakara, 2/8; Âli İmrân, 3/167; Mâide, 5/41)

Peygamber Efnedimiz münafıkların kimler olduğunu herkese açıklamamış ve onlardan bazılarının cenaze namazlarını bile kıldırmıştır. Bu nedenle dikkatli olmak gerekir.
"Nifak, kalbte olursa küfür, amelde olursa suçtur." (Kurtubî, Tefsir, VIII/212). Bu bakımdan, münafıklardaki nifak hâli îtikâdî ve amelî olarak iki grupta toplanır:

1. İtikâdî Nifak:

Kur'an-ı Kerim'de karakterize edilen, dünyada iken Müslüman muamelesi görüp, âhirette inançsızlığı ortaya çıkınca kâfirlerden daha kötü muâmeleye tâbî tutulmasına sebeb olacak olan nifak hâli. (Nisâ, 4/145) "Akîdenin hilafına îmanda mürâîliktir." (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI/4997).

Kur'an-ı Kerim insanları mü'min, kâfir, münâfık olmak üzere üç grupta toplar (Bakara, 2/1-20) ve insanların en kötüsü ve iki yüzlü olanı şeklinde tarif edilen münafıkların şu özelliklerinden sözeder:

İslâm toplumu içinde fesatçıdırlar.

"Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiğinde; 'Biz ıslah edicileriz.' derler." (Bakara, 2/11).

"Müslümanların inandıkları gibi inanın, diye örnek verilince; 'Bz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?' diye itiraz ederler. İnananlarla yanyana gelince de; 'Sizinle beraberiz.' derler. Fakat reisleri ve şeytanlarıyla başbaşa kalınca; 'Biz onları aldattık.' diye alay ederler." (Bakara, 2/13-15).

İman ile küfür arasında bocalayan münafıklar, bazan Allah'ı hatırlar gibi davranırlar. Fakat, Allah'a oyun etmeye çalışırlar ve gösterişte bulunurlar. Namaza da üşene üşene kalkarlar (Nisâ,4/142-3). İnsanları Allah yolundan döndürmek için yalan yere yemin ederler (Mücadele, 58/14; Münâfıkûn, 63/2).

Münafıkların kalbi verimsiz toprak gibidir (A'raf, 7/58), menfaatlerine göre şekil alırlar, dönektirler (Nisâ, 4/141; Ankebût, 29/10-11) Asr-ı Saadetteki münâfıklara; "Hz. Peygamber'in yanına gelmeden önce sadaka verin de öyle gelin." denildiğinde bunların, menfaatlarına dokunduğu için, kaçtıkları tesbit edilmiştir. (Mücâdele, 58/13). Münafıklar bir taraftan da maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvururlar. Nitekim, münafıkların başı Abdullah İbn Ubeyy b. Selûl, kazanç sağlamak amacıyla câriyelerini zinaya zorluyordu. Bu maksatla bir nevi genelev de kurmuştu. Zina yoluyla câriyelerinden gelir sağlama çabası üzerine, olayı yasaklayan âyet nazil olmuştur (et-Taberî, Tefsir, XVIII/132; Nûr, 24/33).

Münafıklar Allah'ı unutup cimrilik yaparak ellerini yumarlar (Tevbe, 9/67), bir belâya uğrayıp sıkışınca hemen fitneye düşerler (Ankebût, 29/10), felâketin dönüp kendilerine çarpmasından korktuklarını, kendi aralarında fısıldaşırlar (Mâide, 5/52, 53); olayların akışı münafıkların lehine gibi ise, itaatla koşa koşa Peygamber'in yanına gelirler (en-Nûr, 24/49); bunlar zâhiren îman edip kalpleriyle kâfir olanlardır (Münafıkûn, 63/3).

"Allah'a, Peygamber'e inandık, itaat ettik" diyen münafıklar (Nûr, 24/47; Münafıkûn, 63/1); diğer taraftan Hz. Peygamber'e isyanı, düşmanlığı fısıldaşırlar (Mücâdele, 58/9-10). Onlar aynen şeytanlara benzerler (Haşr, 59/16); tabiatları gereği Allah'a ve Peygamber'e muhalefet üzeredirler (Mücadele, 58/20); fakat kalblerindeki gizlediklerini ortaya çıkaran âyetlerin inmesinden de çok korkarlar (İnfitâr, 82/4-5; Tevbe, 9/64).

Allah'a kötü zanda bulunan erkek ve kadın münafıklar (Fetih, 48/6), biribirlerinin tamamlayıcı parçası olup, insanları kötülüğe çağırır, iyilikten vazgeçirmeye çalışırlar. Onlar ebedî Cehennemliktirler (Tevbe, 9/67-69). Kötü sözlerin Müslümanlar arasında yayılmasını isterler (en-Nûr, 24/19); kötülük yapınca sevinirler; yapmadıkları şeylerle övünmekten hoşlanırlar (Âl-i İmrân, 3/188); Kur'an-ı Kerim âyetleriyle alay ederler (Nisa, 4/140); İslâm toplumu içinde yalan-yanlış uydurma haber yayarlar (Ahzâb, 33/60-61); cihada çıkacaklarını yemin ile ifade ettikleri halde iş fiiliyata dökülünce kaçarlar (en-Nûr, 24/63); düşman korkusundan ölüm baygınlığına düşer (Münâfıkûn, 63/19); böyle bir ortamda kaçacak delik ararlar (Tevbe, 9/57). Mü'minler zafer kazanınca, başarıya ortak olmak, ganîmetten faydalanmak için; "sizinle beraber değil miydik?" derler. Kâfirler gâlip gelince; "Size mü'minlerden gelecek ziyanı biz önlemedik mi?" derler (Nisâ, 4/141). Savaşta çok şehid düşen olursa; "Allah lutfetti de iyi ki savaşta bulunmadım." diyen münafıklar, eğer ganîmet bölüşülecekse, "ah keşke ben de şu ganîmete erseydim" derler (A'râf, 7/72, 73).

Kur'an-ı Kerim'de özelliklerini tanıtıp haber verdiği münafıklar için Yüce Allah, peygamberini şöyle uyarmaktadır:

"O münafıkların dış görünüşlerine aldanma. Onların liderlerini gördüğün zaman, yakışıklıdır, gövdeleri hoşuna gider. Konuşurlarsa güzel konuşurlar, dinlersin. İşte onlar sıra sıra dizili kereste gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar." (Münafıkûn, 63/1-4).

Hak söz tanımayan, âhirette topluca kâfirlerle bir araya gelecek olan (Nisa, 4/140), münafıklara istiğfar etsen de etmesen de birdir. Çünkü Allah bu fâsıkları affetmeyecektir (Münafıkûn, 63/6).

Münafıkların İslâm toplumu içinde bulunmalarından dolayı elde ettikleri menfaatların, âhiret hayatında da devamını isteyeceklerini, fakat bunun mümkün olmayacağını Kur'an-ı Kerim şöyle haber verir:

"Âhirette münafık erkek ve kadınlar îman etmiş olanlara; 'Bizi bekleyin, nûrunuzdan bir parça ışık alalım.' diyecekler. O gün onlara; alayla 'Dönün arkanızda bir nur arayın.' denilecek de neticede îman edenlerle aralarında bir duvar olduğunu görecekler. O zaman münâfıklar, mü'minlere şöyle seslenirler: 'Biz sizinle beraber değil miydik?'.'Evet', diyecekler; fakat kendinizi siz kendiniz yaktınız, kuruntunuz sizi aldattı." (Hadid 57/13-15).

Böylece münafıklar ve kâfirler cehennemde bir araya gelmiş olacaklardır (Nisâ, 4/140).

Medine döneminde, Yahudilerle dostluk kuran münafıklarla mü'minlerin dost olmamaları hatırlatılmakta (Maide, 5/51) ve Hz. Peygamber (asm)'e; asıl düşmanın münafıklar olduğu, onlarla savaş yapması, hattâ sert davranması vahiy yoluyla bildirilmektedir. Hz. Peygamber'in de münafıklara karşı gayet ihtiyatlı, temkinli bir siyaset uyguladığı, gayri müslimlere yapılan muameleye tâbi tutmadığı; bilakis onları İslâm toplumu içerisinden ayırmayıp, üzerlerinde kurduğu kuvvetti bir otorite ile tesirsiz hÂle getirdiği müşahede edilmektedir.

2. Amelî Nifak:

Bazı tutum ve davranışlarıyla itikadî nifaka kısmî bir benzeyiş içinde bulunmakla beraber, inançlarında açık bir nifakın söz konusu olmadığı Müslüman kişilerin durumu. Hadislerde geçen münafık türü amelî (ahlâkî) yönden olan nifakı vurgulamaktadır. Meselâ:

"Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vadettiğinde vaadinden döner, kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder." (Tirmîzî, Îman, 14)

hadisi benzerî hadisler îtikâdî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler ve tenbihler mahiyetindeki emirlerdir. Zîra, amelî nifak çoğalınca ileride Müslümanın îtikâdî nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir.

(bk. Şamil İA., Ahmet SEZİKLİ)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Büyük günah işleyeni tekfir etmek caiz midir? Namaz kılmayan kâfir olur mu?

23 Bir Müslümanın diğer bir Müslümanı kötülemek için, onun ağzına sövmesi onu kâfir yapar mı?

Müslümanın veya müslüman olmayanın ağzına sövmek kişiyi kafir yapmaz. Ancak ağıza sövmeyi helal sayarsa veya bir Müslümanın Kuran okuduğundan dolayı ağzına söverse o zaman kafir olur. İşte kafir olur diyen alimlerimiz bunu kastetmişlerdir.

Yoksa bir kimsenin ağzına sövmek büyük günah ise de, asla onu kafir yapmaz, dinden çıkarmaz.

İslam dini her türlü kötülük ve incitmeye karşıdır. Çünkü, İslam insanı insan etmeye gayret ediyor. Hakiki insaniyet mertebesine ulaştırır. Bu nedenle İslam, insanı her türlü kemalat ve güzelliğe ulaştıracak emirleri verdiği gibi, her türlü rezillikten ve çirkinlikten uzaklaştıracak fiilleri de yasaklamıştır.

Bu külli kaidelerden hareketle diyebiliriz ki, küfür ve sövme dediğimiz karşıdaki insanları rencide ve rahatsız eden her türlü fiil, günahtır ve haramdır. Çünkü Müslümanları rencide etmek haramdır ve insanı günahkar eder. Hatta kafir bile masum ve hatasız olsa, onu rahatsız etmek İslam dininde yasaktır. Çünkü, Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

"Kim bir zımmiye eziyet etse, şüphesiz ben onun hasmıyım (düşmanıyım)."(el-Hindî, Kenzu’l-Ummal, IV / 618; el-Camiu’s-Sağîr, I / 1210)

Bazı fıkıh alimlerine göre, bir müminin ağzına sövülmesi küfrü gerektirir. Çünkü müminin ağzı iman ve Kur'an yeridir. Bununla beraber kişi küfre düşmemiş olsa da büyük günah işlemiş olur. Bunun küfrü gerektirmesi o kişiyi hemen kâfir yapmaz. Bu kişinin tövbe edip karşıdaki kişiyle helalleşmesi de gerekir.

Âhir zaman fitnesinin, inşallah, zevâle meylinin başladığı son devrini yaşıyoruz. Bazı çevrelerde günahtan kaçınmak âdetâ ayıp addediliyor. Namus, iffet, hayâ mefhumları kalabalık ana caddelerden süratle dar sokaklara, kenar mahallelere, kuytu evlere doğru koşuşuyorlar. Kendilerini bir evden içeri atıyorlar. Tam rahat bir nefes alacaklarken, karşılarındaki akıl almaz makine, dünyanın tâ öte ucundan görüntüler sergilemeye ve ışınlarla mermi yağdırmaya başlıyor. Ne yapacaklarını şaşırıyor ve ümitsizlik içinde sadece “âhir zaman” demekle yetiniyorlar.

Ötede birçok hanede Hz. İbrahim (as)’in mûcizesi yeniden yaşanıyor. Bu ateşin ortasında bahçeler, bağlar, bülbüller, güller... Bu kavganın sonu merak ediliyor. Ateş mi suyu yutacak, yoksa su mu ateşi söndürecek?

Bir beldede kışın en şiddetli devresinde bir tane olsun hurma yetiştirebilmişseniz, bunun mânâsı şudur: Bu yerde hurma olur... Mesele bizim gayretimize kalmıştır. Gece gündüz soğuk aleyhtarı gösteriler yapmak, bağırmak, çağırmak, soğukla kavga etmek meseleyi halledecek değildir. O bir hurmayı, bin yapmanın, milyonlar yapmanın yolunu aramak gerek...

Gözümüzün önünden hiç ayrılmayan günümüz fitnesi, bazı Müslümanları gayrete getirirken, bazılarını da ümitsizliğe düşürüyor. Bunlar, içlerindeki feverana yön veremediklerinden, teselliyi, günahkârlara sövmede, âsilere çatmada, onları kâfirlikle itham etmede buluyorlar. Şeytan, bu gibi Müslümanları büyük bir tehlikenin, dehşetli bir uçurumun kenarına itiyor.

Peygamber Efendimizi (asm) dinleyelim:

“Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.”(Buhari, Edep, 73; Müslim, İman, 111)

İşte yağmurdan kaçarken doluya tutulmanın en acı tablosu... Nefis durmadan zorluyor, şeytan aralıksız teşvik ediyor: Şuna söv! Bunu döv! Şuna kâfir, buna münafık de!.. Bu, büyük bir yaramızdır. Üzerinde ne kadar durulsa yeridir.

Karşımızda günah işleyen, tanımadığımız biri. İç âlemimizde bir kavga: kötüye yormakla (suizan), iyiye yormak (hüsnüzan) arasında kalıyoruz. Nefis diyor ki, bu adam kâfir olmasa bu büyük günahı işlemez... Kalp ve vicdan ise, “Büyük günah işlemek kişiyi kâfir etmez, belki bu günahı küfründen değil de nefsine hâkim olamadığından, yahut cehaletinden işlemektedir; günahkârdır, fâsıkdır, ama kâfir olduğunu hemen iddia etmemek gerekir.” diyerek tedbir yolunu tutuyorlar.

“Günah-ı kebâir (büyük günahlar) işleyen kâfir midir?” tartışması Ehl-i sünnet âlimleri ile Haricîler ve Mûtezile arasında asırlarca sürdü. Haricîler büyük olsun küçük olsun her günah işleyenin kâfir olup ebediyen cehennemde kalacağını iddia ederlerken, Mûtezile büyük günah işleyenin ne kâfir ne de mü’min olmayıp, imanla küfür arasında kalacağını savundu. Böylece her iki grup da hakikatten uzaklaşarak “dalâlete” düştüler.

Bu kavganın sonunda galibiyet Ehl-i sünnetin oldu. Bu galibiyet bayrakları sayılacak gibi değil. Biz sadece ikisini nakletmekle yetineceğiz:

Yahya bin muaz buyuruyor:

“Bir anlık iman, yetmiş yıllık küfrü mahveder, yok eder. Nasıl oluyor ki yetmiş yıllık iman, bir anlık günahla yok oluyor.”

“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.” (Maide, 5/44)

âyet-i kerimesini yanlış tefsir ederek, “Allah’a isyan eden, günah işleyen herkes kâfirdir” diyen Haricîlere karşı, Ehl-i sünnet âlimlerinin görüşlerini bir kimyager gibi tahlil eden Fahreddin-i Râzi Hazretleri bu hususta en isabetli görüşün Hz. İkrime’ye (r.a.) ait olduğunu ifade buyurur.

İkrime Hazretlerinin zafer bayrağımız olan şu ifadelerini hep birlikte okuyalım:

“Hak teâlânın ‘Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse...’ ifadesi, hem kalbi hem de lisaniyle inkâr edenleri içine almaktadır. Kalbiyle onun Allah’ın hükmü olduğunu bilip sonra da lisanıyle onun Allah’ın hükmü olduğunu ikrar edip, buna zıt olan şeyleri yapan kimseye gelince, o da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiş, ama onu bilfiil yapmamış olur. Binaenaleyh, böyle bir kimsenin bu âyetin hükmüne dahil olması gerekmez...” (Tefsir-i Kebir, IX/86)

Yakın tarihimizde bir fetret devri yaşadık. Hurafeler hortladı; bozuk fikirler yeniden canlandı... Yine tekfir moda oldu. Ama bu defa Haricîler tarafından değil. İşin tuhaf tarafı bu işi yapanlar Haricîlik nedir, Mûtezile nedir, hatta elfâz-ı küfür nedir pek bilmiyorlardı. Ezberledikleri bazı sloganları soğuk damga yaptırmış, önlerine gelenin alnına basıyorlardı. Bunlar Resûlûllah Efendimizin (asm.) tekfirle ilgili uyarı hadisinin de gâfiliydiler...

Tekfir meselesine küfrün tarifinden başlayalım. Küfür nedir?.. Lügat mânâsıyla küfür, nimete karşı nankörlük etmek, nimeti gizlemek, küfran etmek mânâsına geliyor. Şer’î ıstılahta ise, küfür, “hiçbir zorlama olmaksızın kendi irade ve isteğiyle iman hakikatlerini inkâr ve tekzip etmek, yahut tasdik etmemek, iman edilmesi gereken mukaddesatı tahkir etmek, onlarla alay etmek, haramı helâl, helâli haram kabul etmek” mânâsında.

İman, nasıl kalbin tasdiki ve lisanın ikrarıyla sabit oluyorsa, küfür de aynı yolla sabit olur. Bu noktada karşımıza “elfaz-ı küfür” bahsi çıkıyor, yâni küfür olan sözler. Bu sözleri söylediğini işittiğimiz bir kimseye hemen kâfir diyebilir miyiz? Burada âlimlerimiz bize şu soruyu yöneltiyorlar: onun kalbi hakkında bilgin var mı? O sözü cehaletinden mi söylüyor, yoksa mukaddesata düşmanlık namına yahut onunla alay etmek niyetiyle mi? Bu nokta çok mühimdir. Ve bu incelik, fiiller için ameller için de geçerli...

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, “Tekzib-i fiil ile adem-i fiil arasında büyük fark vardır.” diyerek bu noktaya dikkatimizi çekiyor. Tekzib-i fiil, bir işin, bir hareketin, bir vazifenin inkâr edilmesi, “öyle bir şey yoktur” denmesi. Adem-i fiil ise, o işin, o fiilin, varlığı kabul edilmekle birlikte, yapılmaması, yerine getirilmemesi. Namazı inkâr etmek başka, namaz kılmamak daha başkadır. Birincisi tekzib, ikincisi ise adem-i fiildir.

Buna göre, bir insan Kur’an-ı Kerim’in namaz emrini inkâr ederse küfre girer; ama, bu emri kabul ettiği halde namaz kılmazsa kesinlikle kâfir olmaz. Haramları işlemek de böyledir. Faiz alıp vermeyi Kur’an’ın yasak ettiğini, bunun ilâhî bir yasak olduğunu kabul eden bir insanın, nefsine mağlûp olarak bu haramı işlemesi hâlinde kâfir olmayacağı açıktır.

Bir de Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî Hazretlerini dinleyelim:

“Bir kimsenin sarf ettiği bir söz, birçok yönleriyle küfrü gerektiriyor da bir yönüyle küfürden kurtarıyorsa, müftünün onu tercih etmesi gerekir. Zira Müslümanlar hakkında hüsnüzan esastır. Şu var ki, bu adamın niyeti küfür değilse Müslümandır, fakat niyeti küfür ise müftünün fetvası onu kurtarmaz.” (Ehl-i Sünnet İtikadı, s.68)

Bu ilim ve irfan saçan ifadelerde iki yaramızı birden seyrediyoruz. Birisi, “suizan”, yâni kötüye yormak, olumsuz değerlendirmek. Diğeri de, müftünün görevini herkesin yüklenmesi. Fetvanın câhiller eline düşmesi...

Tekfir konusunda Risale-i Nur Külliyatı'ndan “Sünuhat” adlı eserde yer alan şu öz, doyurucu ve harika ifadeleri, bu asrın insanı kelime kelime ezberlemeli, harf harf yaşamalı. Yoksa hem kendisi büyük günaha girer, hem de bilmeyerek karşısındakini islâm’dan uzaklaştırır:

“Meselâ: demiş bu şey küfürdür. Yâni, o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline... Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!...” (Sünuhat, s.20)

Demek ki, bir mü’minde, imandan kaynaklanmayan belki cehaletten, sefahatten yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlara “kâfire” tabir ediliyor. Yine o mü’minin, imanından kaynaklanan birçok da mâsum sıfatı bulunuyor. İşte bu sıfatlar, o zâta kâfir dememize mâni. Onun dilinden küfrü icap eden bir söz çıkmışsa, yahut o mü’min, imandan kaynaklanmayan ve ancak kâfirlere yakışacak fiiller işlemişse yukarıda verilen ölçüye göre, bunların küfürden doğduğunu, yâni o adamın küfür niyetiyle, islâm’ı inkâr kasdıyla bunları yaptığını kesinlikle bilmedikçe onu tekfir edemeyiz; kendisine kâfir diyemeyiz. “Sıfatın delâletinde şek var.” cümlesi kesin hüküm vermemizi engelliyor. Yâni o yaptığı işin, söylediği sözün, taşıdığı sıfatın, onun kâfir olduğuna delil olması şüpheli. Bunları küfür kastıyla yaptığını kat’i olarak bilemiyoruz. Ama kendisinin mü’min olduğunu biliyoruz. Kendisinden sorsak, "ben mü’minim, Müslümanım" diyecektir. Buna göre imanın delâletinde yakîn var, kesinlik var, kat’iyet var. Ama küfrün varlığında şek, yâni şüphe var, zan var, tahmin var. Biz yakîni, şek ile iptal edemeyiz ve o adama kâfir diyemeyiz.

El-Ezherî’nin “Kur’an’a mahlûk diyen kimseye kâfir denilebilir mi?” sorusuna verdiği şu cevap çok harikadır:

– Söylediği şey küfürdür!..
Soru kendisine üç defa tekrar edilir. Hep aynı cevabı verir ve sonunda şöyle buyurur:
– Bazen Müslümanın ağzından küfür çıkabilir.

Yine Nur Külliyatı'ndan “Münazarat”ın teşhis ve tedavi ettiği bir yaramıza da bu vesileyle parmak basalım.

Dış siyaset konusunda Müslümanlar arasında görüş ayrılığı olabiliyor. Bu gayet normaldir. Fikir hürriyeti içerisinde anlayışla karşılanmalıdır. Ama bazen, bu tip tartışmalarda ölçü kaçıyor. Adam, fikren mağlûp düştüğünü hisseder etmez, muhatabını hemen tekfire yelteniyor. “Sen bu görüşünle Hristiyanları desteklemiş oldun ve küfre girdin.” diyebiliyor. Bu yanlışını düzeltmeye kalktığınızda sesinin tonunu iyiden iyiye yükseltiyor ve emin bir eda ile Kur’an-ı Kerim’de, “Yahudileri ve Nasranîleri dost edinmeyin.” buyurulmuyor mu? Diye size çıkışıyor. Bu büyük yanlışın, bu dehşetli hastalığın ve mesuliyeti çok büyük ithamın reçetesi şu birkaç cümlede mevcut:

“Bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile, Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam, zâtı için sevilmez. Belki muhabbet sıfat ve san’atı içindir.”

Demek ki âyet-i kerime Yahudiliğe ve Hristiyanlığa muhabbet etmeyi yasaklıyor. Meselâ, Hristiyan bir devleti Hristiyanlığı sebebiyle sevmek, bu âyetin yasağına giriyor. O devletin sanatını, teknolojisini beğenmek, takdir etmek bu yasağın dışında.

Yukarıda naklettiğimiz ifadeler şöyle son buluyor: “Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.” Yâni, bir Müslüman’ın Ehl-i kitaptan, meselâ Hristiyan bir hanımı olsa, onu hanımı olduğu için sevecek, ama onun Hristiyanlığına muhabbet etmeyecektir. İşte bu ince ölçüden mahrumiyet bize çok pahalıya mâl oluyor...

Yeri gelmişken yanlış değerlendirilen bir hadis-i şeriften de söz etmek isterim. Resûlûllah Efendimizin (asm.) bir hadis-i şerifinde münafığın alâmetlerini şöyle sıralar:

“Konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünü tutmaz. Kendine itimat edilince ihanet eder.”

Bu hadis-i şerifte büyük bir terbiye metodu saklı. Bu hadisi yanlış değerlendirenler de dahil olmak üzere, her Müslüman çok iyi bilir ki, “yalan söylemek”, “sözünde durmamak”, “emanete hıyanet etmek” insanı kâfir etmez. Yine hepimiz biliriz ki, münafık kâfirden daha alçaktır. Çünkü, münafık gerçekte kâfir olduğu halde, küfrünü gizleyen, Müslüman görünen kimsedir. Bu adam İslâm’ın gizli düşmanıdır ve açık düşmandan daha tehlikelidir. Sizi ne zaman ve nasıl vuracağı bilinmez.

Şimdi, yalan söyleyen bir Müslüman’ın böyle hâin bir kâfirden daha aşağı olduğunu söylemek mümkün mü? Elbette ki hayır! O halde hadis-i şerifteki inceliği şöyle anlayacağız. Resûlûllah Efendimiz (asm) bu sözüyle müminlere ihtar ediyor: “Sakın şu günahlara yaklaşmayınız! Çünkü onlar kâfirden daha alçak olan münafığın sıfatlarıdır.” Bu fevkalâde tesirli bir ikaz, bir sakındırma metodu. Bu inceliği sezmeyerek, söz konusu günahları işleyen bir mü’mini nifaka girmekle itham etmek, tekfir gibi büyük bir cinayet, büyük bir vebal, büyük bir cehalet ve dehşetli bir suizan...

Çocukluğumuzda çok dinlediğimiz bir fıkra var. Mü’minleri tekfir etmeye can atanların psikolojisini çok güzel ifade eder:

"Bir adama lâkap takmışlar “ördek” diye. İsmini vermez, onu böylece çağırırlarmış. Bir gün birisi, lâf arasında “Bugün hava bulutlu.” demiş. Adam “Sen bana niçin ördek dedin, bunu nasıl yaparsın.” diye başlamış hakaretler yağdırmaya. Beriki neye uğradığını şaşırmış ve nâzikane sormuş, “Kardeşim ben sana ne zaman ‘ördek’ dedim?” Aldığı cevap şu olmuş: “Hava bulutlu oldu mu yağmur yağar; yağmur yağdı mı su göllenir; gölde de ördekler yüzer.”

Maalesef bugün, günahkâr müminlerin her sözünü ve her hareketini bin bir bahane ile küfre yoran insanlara çokça rastlıyoruz. Âlimlerimiz, âriflerimiz, önderlerimiz böyle mi yapıyorlardı!?.. İşte size lâfızları bile birbirine çok benzeyen iki ifade; belli ki aynı çeşmeden içmiş, aynı terbiyeden geçmişler:

“Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te’vile çalışır. Onu tekfir etmez.” (Bediüzzaman)


“Bir Müslümanın sözünü, zayıf bir rivayet dahi olsa mümkün olduğu kadar iyiye yormak gerekir.” (Gümüşhanevî)

Bugün top yekûn islâm âlemi, bilgili, fâzıl, mütevazı, herkesin derdine derman olmaya koşan, günahkârlara bir şefkatli baba gibi üzülen gayretli Müslüman tipine son derece muhtaç...

Câhil, çığırtkan, ıslah nedir bilmeyen, hastaya sövmeyi tedavi sanan, sevimsiz, muhakemesiz, şefkatsiz, hırçın ve eline fırsat geçse güya hak namına nice zulümler işlemeye hazır, slogan makinesi, anarşist tipler İslâm’ı temsil edemezler...

Bizim vazifemiz, evvelâ nefsimizi birinci gruba sokmağa çabalamak, başkalarının da böyle olmalarına gayret göstermek; diğer gruba bilmeyerek düşen kardeşlerimizin de kurtuluşlarına dua etmektir. Bu noktada şu hadis-i şerif bütün mü’minler için ne büyük bir irşaddır!..

Ebu hureyre (r.a.) anlatıyor. Rasûlullah’a (a.s.m.),

– Ey Allah’ın Resûlü! Müşriklere beddua et, onları lânetle, denilmişti. Şu cevabı verdi:

– Ben rahmet olarak gönderildim, lânetleyici olarak değil!..

24 Sahabeye küfretmek kişiyi dinden çıkarır mı?

Cevap 1:

Bir Müslümana kâfir demekle kişi kâfir olmaz. Ancak eğer o kişi kâfir değilse, bu sözün mesuliyeti sözü söyleyene döner. Mesela, içki içmeyen bir kişiye "içkici" denilse, içki içmiş sayılmaz. Ancak o kişinin hakkına tecavüz sayıldığı için, mesul olmuş oluruz. Bunun gibi Müslümana kâfir demenin mesuliyeti büyüktür. Bundan sakınmak gerekir.

Cevap 2:

Sahabeler hakkında kötü konuşmak caiz değildir. Sahabeler hakkında kötü konuşanlar için ehli bid'at denilmiştir.

Sahabelere İbadetlerde Yetişilemiyeceğine İşaret Eden Hadis-i Şerifler:

1) Onların Bir Saatlik Ameli Sizden Birinin Bir Ömürlük Amelinizden Hayırlıdır:

“Muhammedin (sav) ashabına seb (hakaret) etmeyiniz. Çünkü onlardan birinin bir saatlik ameli, sizden birinizin bir ömürlük amelinden daha faziletlidir.”(1)

İbn-i Mace’nin “Fezail-i Ashâb-ı Nebi” ünvanı altındaki on birinci babında, aynı hadisi şerifin bir benzeri daha geçmektedir. Nüseyr b. Züğlûk’un bildirdiğine göre Hz. Ömer’in oğlu “İbn-i Ömer” şöyle diyordu:

“Muhammed (sav)'in ashabına sebbetmeyin. Onlardan birinin bir saatlik makamı, sizden birinizin bir ömürde yaptığı amelden daha hayırlıdır.”(2)

Bu hadis-i şerifte mefhum olarak bundan önceki hadis-i şerifi desteklemektedir. Sahabeler içlerinde bulunduğu tehlikeli şartların, meşakkatlerin, tefekkürle süsledikleri ibadetlerinin tesiri ile az bir zamanda pek büyük makamlara çıkmaktaydılar. Bizzat kendisi sahabe olmuş, sahabeliği tatmış ve İslamla yoğrulmuş birisi olarak Abdullah b. Ömer (ra) böyle söylüyordu.

Ashabın, özellikle Sabıkîn-ı Evvelîn’in az bir zamanda yetiştiği mertebelere onlardan sonra gelen, fetihten sonraki sahabeler yetişemedikleri gibi, sahabe olmayanların yetişmesi hiç mümkün değildi. Bir ömürde birçok amel yapılsa da, onların çetin şartlarda, nübüvvet atmosferinde, yaptıkları az bir amelin pek değerli keyfiyetine yetişmek mümkün değildi.

Babası Hz. Ömer (ra) Müslüman olduğunda beş yaşlarında olan Abdullah, Mekke’ye hicret eden, yaşının küçüklüğünden dolayı Bedir’e katılmasına müsaade edilmeyen, İslamı öğrenmek için Suffalılara dahil olan, hicretin 73. yılında 86 yaşında vefat eden bir alim idi.(3)

O, bu ihtarını sahabelerden sonra en faziletli olan tabiinden olanlara veya sonraki sahabelere yapmıştı. Rasulüllahı çok seven ve Rasulüllahın da kendisini çok sevdiği 2.630 hadis rivayeti ile Ebu Hureyre’den sonra ikinci sırayı alan titiz sahabi budur. Bu hadis-i şerifte:

“Rasulullahın sahabelerini tahkir etmeyin, onlar hakkında hoşlarına gitmeyecek davranışlarda bulunmayın. Çünkü onların az bir zamanda, bir saatte (bir zaman diliminde) kazandığı sevabın faziletine bir ömürde yetişemezsiniz.”

ikazını yapıyor.

Sonraki Sahabeler Uhud Dağı Kadar Altını Sadaka Vermekle Öncekilerin Bir Müddüne Ulaşamazlar

Sahabenin amellerinin sevabının çokluğuna sevap ve fazilete yetişilemiyeceğine dair şu benzer hadisleri de hatırlamak gerekir. Rasulullah (sav) Buhari, müslim, İbn-i Hıbban, Beyhaki ve daha birçok kaynakta geçen bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur:

“Ashabıma sebbetmeyiniz, (hakaret etmeyiniz) sizden birisi Uhud dağı kadar altın infak etseydi, ashabımdan birinin verdiği yarım müde ulaşamazdı.”(4)

Hadisin Buhari’de geçen şekli de şöyledir:

“Ashabıma sebbetmeyiniz, sizden birisi Uhud dağı kadar sadaka vermiş olsa, onlardan birinin bir müd, yarım müd sadakasına ulaşamaz.”(5)

Bu iki hadis-i şerif de birincisinin manasını ihtiva etmektedir. Rasullülah (sav) daha sonra Müslüman olan sahabelerine, ilk Müslüman olan sahabelerine yetişemiyeceklerini ihtar etmektedir.

Seb, bir kimseyi kendisinde bulunan bir şey ile zemmetmektir."(6) Sahabelerin de hataları olabilir. Fakat onların hatalarına bakarak onları tahkir etmek, onları hoşlanmıyacakları şekilde anmak, hürmet duyguları içinde olmamak hoş değildir.(7) Bir de onların sevaplarına, yaptıkları amellerin faziletlerine bakarak kendilerini değerlendirmek gerekir. Böylece derecelerinin ne kadar yüksek olduğu anlaşılacaktır.

Burada bizzat Rasulüllah (sav) onların hoşa gitmeyen bir hatasını dile pelesenk ederek, onları tenkidkarâne değerlendirmenin, onlara tavır almanın yerinde olmadığını açıklamaktadır. Çünkü saff-ı evvel olan sahabelerin ve sahabeler içindeki ilk saffın amellerinin sevabı, fezail-i uhreviyeleri çok büyüktür. Hatta, sonraki sahabeler, Uhud dağı kadar altın sadaka etseler, ilklerin bir müddüne(8) veya onun yarısına sevap bakımından yetişemez. Çünkü, ilklerin çektiği sıkıntı, meşakkat, tehlikeli durum, İslamın ilk zamanlarında küçücük bir hizmeti pek büyük kılmıştır.

Ashabımı İyiliklerini Anınız

Sahabeleri sevmek için onların hatalarını değil, iyiliklerini nazara vermekle ilgili hadis-i şerifler de bulunmaktadır.(9) Bunlardan biri şöyledir:

“Ashabımın kötülüklerini anmayın ki, kalpleriniz onlar üzerine (onlara sevgi hususunda) değişmesin. Ashabımın iyiliklerini anın, ta ki, gönülleriniz (onlara) ülfet etsin.” (Deylemi, İbn-i Ömer'den)(10)

Rasulüllah (sav) burada sahabelerin mesavisini, değil güzelliklerini anmamız gerektiğini ihtar ediyor. Mesavî, ayıplar, noksanlar, kusurlardır.(11) Mesaviden insanlar hoşlanmaz. Sû, dünya ve ahirette insanı üzen şeylerdir.(12) Asıl olan sahabelerin iyiliklerinden, söz etmektir. Düşünceler sürekli noksanlarına, kusurlarına yöneltilir, onlar bu şekilde anılırsa, insanların onlara olan güzel duyguları değişecektir. Ayrıca bu husus Müslümanlar içinde de ihtilafa sebep olacaktır. Onları iyi anmak, onlar hakkında güzel şeyler söylemek, onların iyiliklerini nazara vermektir.

Böylece kalpler onlara ısınır ve sever, ayrıca bu hususta Müslümanlar gönül birliği içinde olurlar. Öyleyse sahabeleri hayırla anmak gerekir.

“Allah'ın Kullarını Üzmeyin” Emri

Sadece sahabeler açısından değil, İslam'ın genel kuralı bize bütün Müslümanların ayıplarının araştırılmamasını yayılmamasını emreder. İslam'da genel prensip kötülüğün tecessüsü hoş karşılanmamasıdır. Bir hadis-i şerifte Rasulüllah (sav):

“Allah’ın kullarını üzmeyin, onları ayıplı duruma sokmayın, avretlerini (hoşa gitmeyecek gizliliklerini) araştırmayın. Kim Müslüman kardeşinin avretini araştırırsa Allah da onun kusurunu arar, hatta evinin içinde onu halka rüsvay eder.” [Ahmed b. Hanbel ve Zıya el-Makdisi, Sevban (ra)'tan] buyurur.(13)

Bu umumi kaide bütün müminler için geçerli olduğu gibi, önce sahabeler için geçerli olmalıdır. Esas olan onların kusurlarını araştırıp yaymak ve sahabe düşmanlığı ve buğzunu ortaya çıkarmak değil, onların iyiliklerini anmak, güzelliklerini yaymak ve gönülleri onları sevmeye yöneltmektir. Külli faziletlerde kendilerine yetişemiyeceğimiz, Allaha en güzel şekilde kulluğa yönelmiş o kimselerin üzülmeleri, hatalarının büyütülüp büyük gösterilip çok büyük iyiliklerinin görmezlikten gelinmesi, Allah’ın gayretine dokunacak, o bunu yapanları dünya ve ahirette rüsvay edecektir. Çünkü ashabı tahkir ve terzille, tenkidkarâne diline dolayan bu kimselerin de birer insan olarak hataları vardır. Hiç bir hataları olmasa da, bu tutumları onların halk arasında terziline değerlerinin düşmesine yeter.

Ashabıma Sövenleri Görünce, "Allah’ın Laneti Kötünüz Üzerine Olsun” Deyiniz

“Ashabıma sövenleri, görürseniz, 'Allah’ın laneti kötünüz üzerine olsun.' deyiniz." (Tirmizi, İbn-i Ömer’den)(14)

Bu hadis-i şerifte de sonradan sahabelere seb ve tahkirde bulunacak, onların ayıplarını araştıracak, onları tenkidvâri bir bakışla değerlendirecek, kusurlarını değil de güzelliklerini görmezlikten gelecek, onları dillerine dolayıp haklarında incitici, rahatsız edici, onları küçük düşüren sözler söyleyecek topluluğun veya toplululukların geleceği söylenir.(15) Kavim kelimesi de manası açısından burada önemlidir. Bu hadis-i şerif aynı zamanda gelecekten haber vermektedir. Sahabelere bu tür bir yaklaşım sergileyen onların mümin gönüllerindeki yerini sarsan veya sarsmaya çalışan mezhepler, cemaatler, fikir grupları, herzaman olagelmiştir. Kelâm kitaplarında bunların geniş dökümleri yapılır.

Zaten Rasulüllah (sav) bir başka hadis-i şerifinde,

“Bu ümmetin sonu, evveline lanet ettiği zaman,..”16

onlar arasında cehaletin yaygınlaştığına parmak basılmaktadır. Bu Kurân ve hadisin kitap ve sunnetin ilkelerinin onlardan uzak olduğuna işaret etmektedir.

Yukarıdaki hadis-i şerifte ashaba lanet edenlerin, şerli kimseler olacakları, kötülükleri açıklanmaktadır. Bunlar; umumen adil, asırların en hayırlıları, iyi çığır açan, İslam'ın tesisinde ilk hizmette bulunan kimseleri, onların iyilikleri yanında pek hafif kalan bazı kusurlarını dillerine doladıkları için, onların kötülükleri açığa çıkmaktadır. Sahabeyi diline dolamak, incitmek Allah Velilerine 17 çamur atmak demektir. Hele onlara lanette bulunmak18 tamamen haddi aşmaktır. Kelam kitaplarında da, ashaba buğzedenlere buğzetmemiz gerektiği tavsiye edilir.19

“Allah Benim İçin Sahabeleri Seçti...”

İbn-i Mesud’dan Dârekutni’nin Süneninde geçen bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır:

“Hiç şüphe yok Allah Teala benim için sahabeler seçti (insan etti.) Böylece onlara ashabım, damatlarım, kayın pederim ve ensarım (yardımcılarım) kıldı. Yakında onları noksanlayan, onlara sebbeden (tahkir ve tenzil eden) bir topluluk da gelecek. Eğer siz onlara (onların devrine) ulaşırsanız, onlara kız alıp vermeyin, onlarla birlikte yiyip içmeyin, onlarla namaz kılmayın, (öldüklerinde) üzerleri ne de namaz kılmayın.”20

Bu hadis-i şerifte Rasulüllah (sav) birçok hususa temas etmektedir.

a. Allah onu son peygamber seçtiği gibi, onun için, ona layık ve büyüklüğüne münasip sahabeleri de kendisi için seçmiştir. Hazırlamıştır. Hayr ve hıyara, hayırlı oldu. O hususta kendisine iyi olduğu demektir. İhtiyar intika ve ıstıfadır. Bir şeyi diğeri üzerine seçmektir. İhtiyarda hayırlısını, iyisini en güzelini seçmek, ayıklamak ve tercih vardır. Birini diğerine üstün görme söz konusudur. Ashab (ra) bu noktadan Allah tarafından seçilmiş ve Rasulüllah’a münasip lâyık, sahabe, arkadaş edilmiş kimselerdir.

b. Allah onları Rasulüllah’a (sav) sahabe ettiği gibi, onlar içinden fazilette en büyük Hatem-i enbiya için, damatlar ve kayınpederler de seçmiştir. Sıhr evlilikle yakın akraba olan damad yerine kullanılırsa da21 hem hanımın hem de kocanın Ehl-i Beyti için “eshâr” denilir.22 Bu hadis-i şerife göre, Rasulüllahın ashabı Allah tarafından kendisine layık ve münasip seçildiği gibi, Onun esharı, damatları ve kayın pederleri de Allah tarafından seçilmiştir. Öyleyse onun iki kızını arka arkaya alıp Zinnûreyn ünvanını alan Hz. Osman (ra) Allah tarafından seçilip ona damad edildiği, Allah Rasulüllahın damadı olarak Müslümanlar içinden onu seçtiği ve beğendiği gibi, en küçük kızı Hz. Fatıma’ya da eş olarak amcası oğlu Hz. Ali’yi layık görmüş ve seçmiştir.

c. Aynı şekilde Rasulüllah’ın zevcelerinin Müslümanlıkla şereflenen babaları da, Allah tarafından ihtiyar edilmişlerdir. Hanımı Hz. Aişe’nin babası yaptığı evlilikle ona layık kayınpeder seçildiği gibi, Hz. Hafsa’nın babası Hz. Ömer de Allah tarafından ona kayınpeder, sıhr, seçilmişlerdir. Damatlarını kayınpederlerini, sahabelerini Allah seçip beğenmişse biz nasıl beğenmeyelim? Allah’ın seçtiğine evet dememek, onun beğendiklerini ve sevdiklerini beğenmemek ve sevmemek olur mu?

d. Hem Rasulüllah (sav) bir hadis-i şeriflerinde, 

“Ashabım ve sıhrlerim hakkında beni muhafaza ediniz; kim onlar hakkında beni (hukukumu) muhafaza ederse, Allah Onu dünya ve ahirette muhafaza eder. Kim de onlar hususunda beni muhafaza etmezse. Allah ondan yüz çevirir. (veya çevirsin) onu azabla yakalaması da yakındır.”23

buyurmakta, hem esharına hem bütün ashabına karşı tahkir, terzil ve dilleri onlar aleyhine kullanmaktan bizi men etmektedir. Bu sebepten ashabı ve esharı tenkid etmek, hakaret etmek, onlara düşmanlık göstermek ve kin gütmek olmaz. Ashab ve sihrleri hakkında Rasulüllah (sav) ın hürmeti ancak böyle muhafaza edilebilir. Onun kayın pederi Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Ebû Sufyana (ra) kin adavet beslenemediği, onlara seb ve tahkir edilmemesi gerektiği gibi, damadları Hz. Osman ve Hz. Ali’ye de seb, tahkir, düşmanlık ve buğzedilemez. Bütün ashaba tavrımız da eshârına olan tavrımız gibi olmalıdır: “Kim (ashab ve eshar hakkında) Rasulüllah’ın (sav) hukukunu muhafaza ederse Allah Onu dünyada ve Ahirette muhafaza edecektir.” Yoksa ondan yüz çevirecek ve onu azabla yakalayacaktır.

e. Daha önceki konularda da belirttiğimiz gibi, Ashab devrinden sonra sahabeleri tenkid eden onları noksanlamak isteyen, onlara seb ve tahkirde bulunan, fazilette onlardan geri kalmadığını iddia eden, hatta onları geçebileceklerini ifade eden kimselerin geleceği burada haber verilmektedir.24 Böyleleri “ ...Mutlaka biz (Kur'an'ı) okuduk, anladık. Öyleyse bizden daha iyi kim var?” diyeceklerdir.25

Rasulüllah (sav) İslamın gerileme devrinde gelecek bu kimseler için: “Acaba onlarda hayırdan bir şey var mı?” hükmünü verir ve ashabına: “Bunlar sizlerden (bu ummet içinden çıkacak) kimselerdir ve bunlar cehennemin yakıtıdırlar.” buyurur.26 Bu hadis-i şerifte de: aynı kimselerden söz edilmekte “yakında onları (ashabı) noksanlayan, onlara sebbeden (küfür ve tahkirde bulunan) bir topluluk da gelecek” buyrulmaktadır.

f. Hadisin son bölümünde, sağlam, sahabeleri, eshârı seven onlara dil uzatmayan ensara muhabbet besleyen gerçek müminlerin Ashaba, eshara, ensara tavır alan, buğzeden onların noksanlıklarını yayan, onlara hürmet ve sevgi duymayanlara karşı almaları gereken tavır gösterilmektedir. Onlarla kız alış verişi yapmamak, Rasulüllahın sahabelerini, ensarı, esharı, sevmeyenlere kız vermemek ve almamak, birlikte olmamak ve birlikte namaz kılmayıp cenazelerine de gitmemek tavsiye ediliyor.

Seçkin Ashaba Sebbedenlere, Allah'ın, Meleklerin, İnsanların Laneti

Ashab’a seb’le ilgili şu hadis-i şerif de az önceki hadis-i şerifin mefhumunu taşır ve onu şerheder mahiyettedir:

“Şüphe yok Allah beni (diğer insanlar içinden) seçti. Benim için de (büyük, çeşitli ve farklı vasıfları bulunan) sahabeleri seçti. Arkasından onlar içinden bana vezirler ve sıhrler ve ensar verdi. Kim onlara (ashaba) sebbederse (tahkir eder, küçük düşürür, düşmanlık ederse) Allah’ın meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Kıyamet günü de ondan hiçbir ameli kabul olunmasın.”27 (İbnu’l-Enbari Mesahif, Tabarani fi’l-Kebir, Müstedrek, Abdurrahman b. Salim b. Abdurrahman b. Uveym b. Sâide, oda babasından)

Burada Rasulüllah hem kendisinin hem ashabının, hem esharının, hem ensarının, hem vezirlerinin Allah tarafından seçildiğini, onların değerini, Allah’ın kendilerini insanlar içinde beğendiğini dile getiriyor. Geçen Hadis-i Şerifte yalnız ensardan, eshardan söz edilirken burada vezirlerden de bahis açılıyor.

İslam'ın tesisinde bütün sahabeler, görev almakla birlikte özellikle ilk Müslümanlar, onlar içinde cennetle müjdelenenler, muhacir, ensar ve İslam binasının yapımında daha çok emeği geçenler herhâlde yardımcılar ve vezirler olmağa daha lâyıktırlar. Vezir: melikinin, emirinin yükünü ve işini yüklenen kimsedir. Muvazeret muavene, (yardımlaşma) demektir. Vezer, dağda kendisine iltica edilen, sarp, sığınılan yer, sığınak demektir. Vezera: Ağır yük yüklenmek, günah işlemek, deliği kapamak, yermek gibi manalara gelir. Vizr, dağ gibi ağır yüktür. Bu sebepten Günahlar vizrle ifade edilir.28 Ayrıca ayette "Senden (risaletle) cahiliyye yükünü, cahiliyye zihniyeti ve kültüründen nasıl baş edeceğini bilemediğin yükü kaldırdık.” demektir. evzar-ı harb: harbin silahları ağırlıkları demektir.

Şu halde vazife-i risalet çok ağır bir yüktür. Sahabeler Risalet vazifesini ifada, o yükün kaldırılıp götürülmesinde umumen Rasulüllaha yardımda bulunmuşlardır. Onun ensarı, muavinleri, vüzerası olmuşlardır. Fakat özellikle (burada hadis-i şerifte de belirtildiği gibi) bazıları bu yüke daha çok omuz vermişler, sahabeler içinden Allah onları seçmiş, tesis-i İslamiyette, tebliğ-i risalette özellikle onlar istihdam olunmuşlardır. Bunların başında dört halife, Aşare-i Mübeşşere gelir. Muhacirler, bedirde bulunanlar, sonra sırası ile diğer gazalara katılanlar ve mertebelerine göre bütün ashab bundan hissedardır. Zaten sahabeye yetişilememesi cihetlerinden biri de İslamı tesisde, İslam binasını kurmada ustabaşıları hükmünde olan Rasulüllah’a ve Onun davasına onunla birlikte yaptıkları yardımlardır.

Rasulüllah (sav) bir hadis-i şeriflerinde buna işaret eder:

“Benden önce hiçbir nebi yoktur ki, ona yedi refik (rufeka) necib (nücebâ) ve vezir (vüzerâ) verilmemiş olsun. Mutlaka bana da on dört tane verildi: Hamza, Cafer, Ali, Hasan, Hüseyin, Ebû Bekir, Ömer, Abdullah b. Mesud, Ebû Zer, Mikdûd, Huzeyfe, Ammâr, Bilal, Suheyb (ra)”29

Burada zikredilen her ismin üzerinde durmak, necabet, vezaret, refakat yönleri üzerinde uzun uzun bir açıklamayı gerektirir.

“Sizin En İyileriniz Zamanımda Yaşayanlarınızdır”

Halbuki, Buhari’de de geçtiği üzere Rasulüllah (sav) imran b. Husayndan gelen bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır:

“Sizin hayırlılarınız zamanımda yaşayanlarınızdır. Sonra zamanımda yaşayanlara yakın olanınız, sonra onlara yakın olanlardır.”

buyurdu. İmran (ra) dedi ki: “Rasulüllah’ın "bunlara yakın olanlardır" diye iki defa mı yoksa üç defa mı zikrettiğini hatırlamıyorum”. (Rasulullah (sav) sözüne devam ederek:

“Sonra öyle kimseler gelir ki, kendilerinden şahitlik istenmediği halde şahitlik ederler. Hıyanete devam ederler onlara güvenilmez. Nezrederler (söz verirler) nezirlerini yerine getirmezler. (yiyip içmek, dünya hayatında rahat yaşamaktan başka düşünceleri olmadığından) onlarda şişmanlık görülmeye başlar.”30

Aynı hadis-i şerifin benzeri başka hadisler de vardır. Meselâ “hayru’l - kurûni karnî” hadisi de mütevatir bir hadistir. Buhari’nin 25. kitabının 62. babında da

“İnsanların en iyileri benim asrımdakilerdir. Sonra onları takib edenler, sonra onları takib edenler”31

İbn-i Abbas (ra) Rasulüllah (sav) tarafından, sahabelerden sonra gelen ve fazilette onların takipcileri olan tabiine, sahabelerin bir saatlik ameline bir ömürde yetişilemiyeceğini ihtar ettiğine göre, daha sonraki insanlar, ibadetlerinde zikir ve tesbihlerinden faydalanmada onlara nasıl yetişebilecektir.

Ayrıca bu hadis-i şeriflerde zamanın geçmesi ile sahabe asrındaki manevi atmosferin değişeceği insanların ideallerinin farklılaşacağı açıklanmakta, zamanla zihinlerin kalplerin, latifelerin dünya hayatına, yöneleceği belirtilmektedir.32

Tehlikeli Şartların Amellerin Sevabını Arttırması Açısından Sahabelere Yetişilmez

Allah Yolunda Bir Gün Ribat Görevi ve Önemi

Benzer hadis-i şeriflerde Rasulüllah Allah yolunda nöbetin (ribâtın) öneminden farklı şekillerde söz etmiştir: Selman-ı Farisi (ra) tan rivayet edilen bir başka hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Ben Rasulullahı şöyle derken duydum. '(Allah yolunda) bir gün ve bir gece nöbet bir ay oruçtan ve (oruçlu günlerin) gecesinin kıyamından daha hayırlıdır. Eğer bir kimse nöbette ölürse, işlediği işi, nöbeti (ve Onun sevabı) devam eder. Buna karşılık ücreti verilir. (İnsanları soruları ile kabirde) fitneye düşürünlerden emin olur.”33

Fi sebilillah ribatın önemi burada bir kere daha vurgulanmaktadır. Sebil, Müfredatın açıklamasına göre kendisinde suhûlet olan, yoldur.34 İşlek, açık, büyük yol, hüccet, çare, sebep umumi su içme yeri gibi manalara da gelir. Allah’ın yolu; Allah’a giden, Allah tarafından dinle gösterilen ve açılan yol elbette kulların kendi başlarına bulmak ve gitmek istedikleri yollardan pek farklı olacaktır. Belki bu iki yolun farkı, Allah’ın yarattıkları ile kulların yaptıkları kadardır. Allah’ın yolu bütün hatalardan salim, kendisinde yol almak kolay, işlek, tehlikesiz, büyük bir yoldur. İstenilen yere ulaşmada biricik sebep ve çaredir. Su ve yağmur ne kadar faydalı ve Rahmetse bu yol da öyledir. Hiçbir yol bu yola rakib olamaz, onun yerini tutamaz, bu yola tercih edilemez.

Allah yolunda bekleyen, nöbet tutan, o yolu kapatmak sabote etmek, tıkamak, kesmek isteyenleri alıkoymak, bunlara mani olmak için görevi başındadır. Allah yolu için de en tehlikeli, en hassas, nazik dönem Rasulüllah dönemidir. Sahabeler en tehlikeli, kritik dönemde bu yolun bekçisi, sürekli muhafızı olmuşlar, sanki bu yolu kendileri ve sonraki gelenler için kapanmamak üzere trafiğe açmışlardır. Zaman zaman bu yolda tamir gerekse de, bazı tehlikeli zamanlar olsa da, artık yolun yeri, yönü bellidir ve bu yol kıyamete kadar açık kalacaktır.

Böyle bir yolu bir bakıma usta başıları ve mimarları olan Rasulüllah önderliğinde açmak, yapmak, her bakımdan o yolun muhafızı ve nöbetçisi olmak, binlerce milyonlarca insanın o yoldan geçmesine sebep olmak, öyle büyük bir hasene ve sevabdır ki, onlardan sonra gelenlerin onlara yetişmesini imkansız kılar.

Bu sebepten bu hadis-i şerifte ve diğerlerinde ifade edildiği gibi, onların amel defterlerine halâ nöbettarlık, muhafızlık görevinin sevabı durmadan yazılmaktadır. Ayrıca bu yolda yürüyenler için, güzel bir sünnet ihdas etmeleri yönünden de amel defterleri kapanmıyacaktır.

Sahabelerin amellerinin faziletine, yaptıkları hayırlı işlerin sevabına, tehlikeli şartlar açısından da yetişilememektedir. Çünkü bir işte zorluk arttıkca sevap ve ücret fazlalaşır. Kur'ân-ı Kerim'de:

“Mutlaka kolaylık zorlukla beraberdir. Mutlaka kolaylık zorlukla beraberdir.”35

buyrularak bu hususa işaret edilir. Burada yüce Allah tekidlerle birlikte, kolaylığın zorlukla beraber olduğunu36, zorsuz kolaylığın olmıyacağını ihbar etmektedir. Bu sebepten “Hayrul umûri ahmezuha = işlerin en hayırlısı en zahmetli olandır” denir. Usr yüsrün zıddıdır.37 Usrâ zorluk manasına gelir.

Sahabenin Amel Defteri Kapanmaz

Aynı hususa parmak basan bir kaç hadis daha zikretmek istiyoruz:

“Her ölenin ameli üzerine mühür vurulur. Ancak Allah yolunda (ribât) nöbettarlık yapan hariç. Çünkü onun ameli kıyamet gününe kadar kendisi için çoğaltılır. O kabir fitnesinden de emin kılınır.” (Ebu Davut ve Tirmizi rivayet etti. el-Hakim müslimin şartına göre sahihtir dedi ve İbnü Hıbban da Sahih’inde rivayet etti).38

Bir başka hadis-i şerifte de “Allah yolunda (fî sebilillah) bir ay ribat (muhafılık, nöbetdârlık bir ömür boyu (nafile) oruçtan daha hayırdır” buyrulur. Bir başka hadis-i şerifte de “Allah yolunda murabıt olan hariç bütün ameller sahibinden kesilir.” buyrulmaktadır.39

Ribatta, Israr, Süreklilik Hazır Bulunmak Manaları:

Aslında rabt; birini, bir şeyi bağlamak bir kimsenin cesur, temkinli, güçlü kalpli olmasıdır. Rabt’ta bir şey bir yere bağlanır, tesbit edilir. Cesur kimse de sabit-i kademdîr, kolay kolay tavrından vazgeçmez. Temkinli şahıs da, bir anda değişiveren, değişken bir yapı sergilemez. Olduğu yerdedir. Sebatı ifade eder.

Ribat ise, bir işe devam etmek, sarılmak o işi bırakmamaktır.40 Atlar için kullanılırsa, sınırdaki askerin düşmanla savaşmak için atını sürekli bağlı ve savaşa hazır tutmasıdır. Burada da bir devam ve sebat vardır. Ayet-i Kerimede geçen “ve râbitû”41 sürekli savaşa hazır bulunun, cihadı bırakmayın, savaş için sınırlarda devamlı savaşa hazır savaşcılar ve atlar veya atların yerine geçecek harp vasıtaları bulundurun demektir. Râbıt, nefsini dünyadan çeken, zahit kimsedir.

Şu halde ribât, maddi veya manevi bir cihada dört elle sarılmak, onda sebat ve devam etmek, cihad için her an hazır halde bulunmak, kendini cihada hazır tutmak, zamanının ilmi, fenni, askeri silahları ile kendini techiz edip İslamın sınırlarını ve Dâr-ı İslamın hudutlarını iman ve ahkâm-ı ilahiyyenin hudutlarını gerektiği gibi korumak ve bu uğurda dünyevi ve nefsi arzularına galip gelip, kendini bu yola vakfetmektir.

Sahabeler, maddi manevi cihadla, iman ve Kuran ilimleri ile, Rasulullah’a ve sünnete bağlılıkları ile bu kudsi vazifeyi her cihetle ve büyük fedakarlıklarla yerine getirmişler, hayatları boyunca, tereddütsüz bu işe devam etmişler, iman ve İslamın manen ve maddeten hudutlarını muhafaza etmişler sebilullahın en layık muhafızları olmayı sürdürmüşlerdir. Onlar bu yönden örneklerimizdir, önderlerimizdir. Genelde, dünyevi istek ve arzular doğrultusunda hayatını geçiren, küçük fedâkarlıkları bile gözünde büyüten iman ve İslam için yurdundan, yuvasından, canından, malından, makamından vazgeçemeyen Müslümanların, onlara müsavat dava etmeleri, fazilette onları geçme iddiaları mesnedsiz, ciddiyetten uzak, hayretle karşılanacak bir durumdur.42

Kaynaklar:

1) el-Askalânî İbnu Hacer, el-Metâlibu’l-Âliye, Beyrut ty. IV, 46; Ayrıca bk. Sunenu İbn-i Mâce II, 1334; (Bela katlandıkca ücretin katlanacağı, karşılığın büyüklüğünün belanın büyüklüğü nisbetinde olacağı, dindarların, dindarlığı nisbetinde belalara maruz kalacağı); Tefsîru’l-Kurani’l-Azim II, 47 (Allah Rasulüne hizmetin önemi) II, 45. Çığır açma yönünden sahabeler.
2) Sunenu İbn-i Mâce, I, 57 (162. hadis); Tefsîru’l Kurâni’l-Azim, II, 301; Bedir’de sahabe oluşun önemi Sunenun-Neseî V, 99-100 (iyiliklere vesile olma yönünden sahabiler, binlerce, milyonlarca kişinin-ahiret açısından-kendisi hesabına yatırım yaptığı kimselere benzerler. Çünkü onlar kendilerinden sonra gelen her Müslümanın hayatı boyunca yaptığı iyilikler, kendileri hesabına yazılan kimselerdir. Bu açıdan da onların öldükten sonra da, bir saatte kazandıkları büyük yekun tutacaktır. ve bu devam edecektir.) Ayrıca bk; es-Savâiku’l-Muhrike s. 211, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, s, 108; Şerhu’l-Makâsıd, IV, 318; Sübülu’s-Selâm, IV, 127.
3) Sahihu Müslim Fezail, 140; Üsdülğâbe III, 227; Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâvîyet, s. 488.
4) Ayrıca bk. Ebû Davud et-Tayâlisi’nin müsnedi, hadis no: 21, 83, Sunen-i Ebî Davud 39. Kitab. bab 10; Sahîhu’t-Tirmizi Hadis no, 2165; Kenzu’l-Ummâl hadis no: 32469; Ashab-ı Kirâm Hakkında Müslümanların Nazih İtikadları, s. 105-106; Şerhu’l-Akideti’t-Tahâviye, s. 468-469; es-Savâiku’l-Muhrika s. 211; Haşiyetu’l-Kestelli alâ Şerhi’l-Akâid s. 187; Muhammed, s. 403; Tarihîhu’l-Hamîs, II, 97.
5) Sahîhu’l-Buharî (Fezail-i Ashabı Nebi) IV, 195; Ayrıca bk. Râmûzu’l-Ehâdîs, 1937. hadis; Ayrıca bk. Hayatu’s-Sahâbe II, 559 (Abdurrahman b. Avfla ilgili olarak).
6) Ashab-ı Kiram Hakkında s. 79.
7) bk. Şerhu’l-Makasid, V, 303 vd; es-Savâiku’l-Muhrika s. 210 vd, Hâsiyetu’l-Kestellî, s. 187 vd, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviye, s. 467-468; el-Mufredât s. 220.
8) Müd: Iraklılara göre iki rıtıllık bir ölçek. (832 gr.)
9) bk. Râmûzu’l-Ehâdis, s.441;
10) Râmûzu’l-Ehâdis, s. 441, hadis no: 5859; Sunenu İbn-i Mâce I, 47 (Ümmetin sonunun evveline lanet etmemesi gerekir); Tefsîru’l-Kurâni’l-Azîm IV, 205 (sahabenin mesavisini dile dolamaktan sakındırma) IV, 306 (Ashabe sebbetmemek gereği) Şerhu’l-Akideti’t-Tahâviye. II, 691, 694; 697, (sahabeyi sevmenin iman, onlara bugzun küfür nifak ve tuğyan olduğu, Age II, 698.
11) el-Müfredât s. 252, el-Mu’cemu’l-Vasît s. 460.
12) el-Müfredât s. 252.
13) Râmûzu’l-Ehâdîs, s. 465, (no: 5777); Konuyla ilgisi açısından bk. Cevâhiru’l-Buhârî s. 70 (no: 91: Müslümanlar bunyan-ı Mersûs gibidirler, birbirlerini sımsıkı tutarlar, s. 190 (no: 310: Müslümanların Müslümanlara faydalı olması, zarar değil fayda vermesi tavsiye edilir) s. 217 (no: 351: Hataların gizli kalması avretlerin araştırılmaması esastır) s. 218 (no: 352 Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona hıyanet etmez, onu yalanlamaz, utandırmaz, bir Müslümanın kanı, ırzı, malı diğerine haramdır. Bir kimseye şer olarak Müslüman kardeşini hor görmesi yeter. Müslüman Müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun ayıbını örter) s. 427 (no: 727: Müslümanlıkta başkalarına kötülük düşünmek hoş karşılanmaz iyilik yapma tavsiye edilir. Hatta iyilik yapamayan kimse, iyiliğe niyet etse, ona niyetinden dolayı, o iyiliği yapmış gibi sevap yazılır. Bir adamın hoşuna gitmeyecek şekilde arkasından konuşmak da gıybettir.)
14) Râmûzu’l-Ehâdîs, s. 47. no: 622, Ayrıca bk. Hayâtu’s-Sahâbe II, 560-561.
15) bk. Sunenu İbn-i Mâce I, 97 (263. hadis).
16) bk. Tefsîru’l-Kurâni’l-Azîm II, 305.
17) bk. Tefsîru’l-Kurâni’l-Azîm II, 305.
18) Lanet bir kimsenin Allah’ın rahmetinden uzak olmasını istemektir. Değil sahabelere, hiçbir Müslümana yapılmamalıdır. Çünkü Müslüman mümin olmakla Allah’ın rahmetine yakındır. Lanet küfür ve nifak üzere ölmüş kâfirlere yapılır.
19) bk. Şerhu’l-Akîdetit-Tahâviye II, 689 vd. Buğz hubbun (dolu dolu) sevginin zıddıdır. Nefret ve düşmanlıktır. Düşmanlara yapılır. el-Kâmûsu’l-Muhît IV, 337.
20) Râmûzu’l-Ehâdîs, s. 86, no: 1196; Hayatu’s-Sahâbe II, 561; Tefsîru’l-Kurâni’l-Azim IV, 205, 306, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviye, II, 691, 694, 698; Sunenu İbn-i Mâce; I, 97 (ümmetin ahirinin evveline lanet edeceği bir zamanın geleceği); VIII, 89 (ümmetin sonlarında cehaletin ortaya çıkıp hakim olacağı) ümmetin evvelini, selefi beğenmemek de bize göre buradan kaynaklanmaktadır.
21) el-Mu’cemu’l-Vasît s. 527; Ayrıca bk. es-Savâiku’l-Muhrika, s. 170-171; Muhammed Sabbân, İs‘afur-Râğıbîn, Mısır, 1375, s. 119; el-Munavî, Abdurra‘uf, Feyzu’l-Kadir, I-IV, Mısır, 1958, II, 512.
22) Feyzu’l-Kadîr I, 197, II, 512.
23) Feyzu’l-Kadîr, I, 197, II, 512.
24) Feyzu’l-Kadîr I, 197.
25) bk. Râmûzu’l-Ehâdîs, s. 366 4525. hadis (Tabarani fi’l-kebirden).
26) Râmûzu’l-Ehâdîs, s. 366, 4525. hadis.
27) Râmûzu’l-Ehâdîs, s. 86. 1197. hadis. Ayrıca bk. Hayâtu’s-Sahâbe II, 560.
28) el-Kâmûsu’l-Muhît II, 159-160; bk. el-Mufredât s. 522. ayrıca bk. Fâtır 35/18 “Hiçbir nefis bir başkasının günah yükünü yüklenmez”.
29) Râmûzu’l-Ehâdîs, s. 142; 1827. hadis (Ayrıca bk. 1673 hadis).
30) Cevâhîru’l-Buharî, s. 230, (Kitabu’s-şehadat 9. 378. hadis); Sunenu’n-Neseî, VIII, 94; Sunenu İbn-i Mâce II, 137 (no 3957) 1346; (no: 4053-4054); Sahîhu’l-Buhârî, VIII, 94.
31) Benzer hadisler için bk. Sahîhu Müslim hadis no: 210, 215; Ebû Davud, 39. kitab, bab 39; Sunenu Tirmizi 31. kitab, bab 45; Râmûzu’l-Ehâdîs, 1937, 3501. hadis.
32) (Bu hususla İslam anlamada ictihadda sahabelere, yetişilemiyeceği konusu arasında irtibat kurulmalıdır); Ayrıca bk. es-Savâiku’l-Muhrika s. 211, Sübulü’s-Selâm IV, 127, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviye s. 467; Hâşiyetu’l-Kestellî, Alâ Şerhi’l-Akâid s. 177, Şerhu’l-Makâsıd V, 318-319.
33) et-Tergîb ve’t-Terhîb II, 243 (K. Cihad 2. hadis Müslim, Tirmizi Nesei ve Tabarani tarafından rivayet edilmiştir.)
34) el-Müfredat s. 223.
35) İnşirah Suresi 5, 6; Riyâzu’s-Salihîn s. 78 (72. hadise bak.)
36) Tefsîru’l Kurâni’l-Azim IV, 525 (Usrle ilgili hadisler için bk.)
37) el-Müfredât s. 344.
38) et-Tergîb ve’t-Terhîb II, 243, (Bu hususa, iyiliklere sebep olma, güzel cığır açma, açısından da bakmak gerekir. Ayrıca bela katlandıkca, büyüdükce ücretde katlanacaktır. Sunenu İbn-i Mâce II, 1294: Peygamberlerin bela bakımından en şiddetli oluşu ve belanın ecri arttırması. Ayrıca bk. Aynı eser, I, 88 (üç kişinin defterinin kapanmıyacağı).
39) et-Tergib ve’t-Terhîb II, 243.
40) el-Kâmûsu’l-Muhît, II, 384; el-Mufredât, s. 186. Temessük, irade, ibliğa kelimelerinin manalarını hatırlayalım.
41) Ali İmrân 3/200, Ayrıca bk, Enfal 8/60; Kuran-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Tercümesi s. 75, 183. (Her iki ayet-i kerime de Allah düşmanlarına karşı kuvvet hazırlamak gereği üzerinde durulur.)
42) Bu husula ilgili diğer hadisler için bk. et-Tergîb ve’t-terhib II, 244 vd. Ayrıca bk. Allah yolunda hırasetle ilgili hadisler II, 348 vd.

25 Bir kişinin Allah'a küfür ettiğini duyduğumuzda, öldürmek caiz midir?

Bu tür meselelerde Müslüman çok hassas davranması gerekir. Özellikle günümüzde inanç olarak zayıf olan bazı insanların mukaddesata hakaret etmeleri, çoğu zaman imansızlıklarından değil inanç olarak zayıf olmalarından kaynaklanmaktadır.

Tebliğ insanı ısdıraplıdır; insanların doğru yoldan sapması, Allah'ın emirlerini çiğneyip O'na baş kaldırması, tebliğ insanını tâ can evinden vurur. İrtidatlar, onu iki büklüm eder ve tebliğ adına çaresiz kalıp eli kolu bağlandığı anlar, onu çileden çıkarır ve ona hafakanlar yaşatır. Kur’ân, Efendimiz (asm)'e hitaben:

"Onlar îman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın." (Şuara, 26/3)

derken, Allah Resûlü'nün tebliğ adına çektiği ızdırabı ve bu ıstıraptan doğan ruh hâlini resmeder. Esasen ıstırabının keyfiyet ve durumuna göre bu ruh hâli, her tebliğ insanında vardır ve olması da gerekir.

İrtidat, dinden dönme demektir. Buna göre mürted ise, daha önce inandığı bütün mukaddesâtı inkâr eden insandır. Ve bu insan bir bakıma Müslümanlara ihanet etmiştir. Bir kere ihanet eden, her zaman ihanet edebilir. Onun için de bazılarına göre mürtedin hayat hakkı yoktur. Ancak fıkıh âlimlerinin sistematize ettiği şekle göre, mürted hangi meseleden dolayı irtidat ettiyse, evvelâ ona o mesele en ince teferruatına kadar anlatılıp izah edilecektir. Belli bir süre takibe alınarak, takıldığı hususlarda iknaya çalışılacaktır. Bütün bunların fayda vermediği zaman da artık o insan İslâm bünyesinde bir ur ve çıban başı olduğu tebeyyün edince de ona göre muamele yapılacaktır.(Buhari, Diyat, 6; Müslim, Kasâme, 25; Serahsî, Mebsut, 10/98; Kâsânî, Bedîü's-Sanaî, VII/134)

Ne var ki, hiçbir mü'min, bir başkasının irtidadı karşısında alâkasız kalamaz. Zira İslâm'ın mürüvvet anlayışı buna manidir. Belki hâdiseyi duyan her mü'min, şuurundaki seviyeye göre böyle bir irtidat hâdisesi karşısında üzülür ve ıstırap duyar. Ama tebliğ adamının ıstırabı herkesten daha derindir. Çünkü insanların hidayeti, onun varlık gayesidir.

İşte Halid b. Velid (r.a)'in başından geçen bir hâdise karşısında Allah Resûlü (asm)'nün hâlet-i ruhiyesi. Hz. Halid, dinin irtidat mevzuundaki prensiplerini değerlendirmede acele davranıp bir infazda bulunur. Bu haber Allah Resûlü (asm)'ne ulaşınca çok üzülür ve ellerini kaldırarak:

"Allah'ım Halid'in yaptığından sana sığınırım." (Buhari, Mağazi, 58; İbn-i Hişam, Sîre, IV/72)

diyerek Cenâb-ı Hakk'a ilticada bulunur.

Allah Resûlü (asm)'nün bu hassasiyeti, etrafındakilerde de aynı şekilde ma'kes bulmuştur. Mesela, Yemame'den dönen birisine, Hz. Ömer (r.a) ciddî bir şeyin olup olmadığını sorar. Gelen zât, ciddî ve önemli bir şeyin olmadığını, sadece içlerinden birinin irtidat ettiğini söyler. Hz. Ömer (r.a) heyecanla yerinden doğrulur ve, "Ona ne yaptınız?" diye sorar. Adam, "Öldürdük!.." deyince, Hz. Ömer (r.a) aynen Allah Resûlü (asm) gibi bir iç geçirir ve adama hitaben, "Onu bir yere hapsedip bir müddet bekletmeli değil miydiniz?" der. Sonra da ellerini kaldırır ve Rabbine karşı şu niyazda bulunur:

"Allah'ım, kasem ederim bunlar bu işi yaparken ben yanlarında yoktum. Ve yine kasem ederim, duyduğum zaman da yaptıklarından hoşnut olmadım."(Muvatta, Akdiye, 58.)

Her Müslüman, kendi üzerine düşen görevi yapmakla sorumludur Bir insanın toplumda bulunduğu konum ona bazı sorumluluklar yükler; her Müslüman da o kunumuna göre sorumlu olur. Bu konuya bir hadisi şerifle bakabiliriz:

“Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle düzeltiniz; ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz.” (Müslim, İman 78; Ebu Davut, Salat, 232)

Herkes her durumda bu hadisi kendine göre yorumlayamaz. Mesela, yolda bir kötülük görsek, onu elimizle düzeltmeye kalksak ve dayak atsak, o adam da davacı olsa, bu durumda bize de ceza tatbik edilir. Öyleyse bu hadis-i şerifin manasını nasıl anlamalıyız?

"El ile düzeltmek" vazifeli insanların, yani devletin ve emniyetin görevi; "dil ile düzeltmek" âlimlerin vazifesi; "kalben buğz etmek" ise diğerlerinin vazifesidir.

Buna göre, bir İslam devletinin içinde bulunduğu duruma savaşla yardım etmek devletin görevidir. Buna karar verecek olan devlettir. Ancak devlet karar verir ve bize savaşa katılmamız konusunda emir verirse, o zaman buna uymak bizim de görevimiz olur. Eğer bu konuda İslam devletlerinin bir sorumluluğu varsa, bundan idareciler sorumludur.

26 Müslümanlara karşı kafirlere yardım etmek kişiyi dinden çıkarır mı?

- İslam dininde, gerek mürtetlik konusu olsun, gerekse başka bir suç olsun, onu işleyenin cehaleti mazeret olarak kabul edilmez. Bugün medenî hukukta da “Kanunu bilmemek mazeret değildir.” diye bir kural vardır. Aksi takdirde, suçların önünü almak imkânsızlaşır. Her suç işleyen “Ben bunun suç olduğunu bilmiyordum.” deyip işin içinden sıyrılabilir.

- Cehalet, yalnız “karibu’l-ahd” denilen yeni Müslüman olmuş mühtediler için geçerli olabilir. Bir de nazarî/fikrî/felsefî boyutu olan konularda bazı kimselerin cehaleti bir mazeret kabul edilebilir.

- Müslümanlara karşı kâfirleri desteklemenin küfür olması meselesi ise, biraz irdelenmeye ihtiyaç duyan bir konudur. Bilindiği üzere, küfür kalbî / itikadî bir meseledir. Kişinin niyeti büyük rol oynar. Bazen bir fiil küfür gibi görünür fakat sahibi kâfir olmaz. Bu sebeple, Müslümanlara karşı kâfirleri desteklemenin küfür olup olmadığını bilmek için, desteklemenin gerçek nedenini bilmek gerekir.

Eğer, bu destekleme işi, kâfirleri Müslümanlara tercih etmek, Müslümanların -Müslüman olduğu için- yok olmasını istemek gibi bir amaç taşıyorsa, bunun küfür olduğunda şüphe olmaz. Yalnız eğer, işin içinde, dinin dışında başka sebepler varsa, o sebeplere de itibar edilir.

Bu sebeplerin yüzlerce çeşidi olabilir. Ekonomik, siyasal, sosyal olabildiği gibi, haksız bir takım başka sebepler de olabilir. Bu konularda, Müslümanlara karşı kâfirleri desteklemek, küfürden ziyade bir suç-günah olarak değerlendirmek gerekir. Özellikle bu günkü dünyada, boğuşmaların çoğu -din ekseninin dışında- cereyan etmektedir. Bazen Müslümanlar, Müslümanlara karşı kâfirleri desteklediği gibi, bazen de kâfirler kâfirlere karşı Müslümanları desteklemektedir. Bu da işin içinde başka sebeplerin varlığını göstermektedir.

- Ayrıca, tekfir mekanizmasını kullanmak her zaman risklidir. Bize düşen Müslümanları sevmek, fakat takım tutar gibi, onların zulümlerine de ortak olmamaktır.

Küfrü gerektirecek şeye inanan kişi kafir olur. Ancak ağzından küfrü gerektirecek bir söz çıkan kişiye kafir olur denilmez. Çünkü bazen söz küfür olsa da söyleyeni kafir yapmaz. O sözü söylemesi küfründen değil başka nedenlerden kaynaklanabilir.

Küfür ve iman kalbe ait şeylerdir. Elfaz-ı küfürden bir söz kullanan kimse, kalben imanı terk etmemişse, sırf bu sözü kullanmaktan dolayı imanı gitmiş olmaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Tekfir etme ve elfaz-ı küfür; bir kimsenin bazı sözlerinden dolayı ona kafir demek doğru mu?

27 Gazali’nin, bazı günahların imansız ölmeye neden olacağını söylemesi nasıl açıklanabilir?

Önce şunu belirtelim ki, İmam Gazalî’nin ve benzeri alimlerin kötü akıbet, imansız ölme ile ilgili sözleri, korku ağırlıklı bir korku-ümit dengesini salık vermeye yöneliktir. Söylenenler bir kesinliği değil, bir ihtimali seslendirmektedir.

Vukuu muhtemel olan şeylerin, muhakkak vaki olacak şekilde bakmak hatadır. Bu sebeple, ümit-korku dengesini korumaya çalışırken, bir tarafın fazla abartılması durumunda telafisi  zor olan bir kargaşaya neden olabilir.

Kur’an’da, Allah’tan korkmayanlar kadar, rahmetinden ümit kesenlerin de din çerçevesinin dışına çıkma tehlikesiyle karşılaşabileceklerine dair ciddi uyarılar yapılmıştır.

1. Başta büyük günahlar olmak üzere, sürekliliği ve ısrarıyla kişinin imanını sarsan her günah -tövbe etmemek şartıyla- kötü akıbete ve imansız gitmeye sebep olabilir. Özellikle hangi günah olursa olsun, patavatsız ve de pervasızca yapılması hâlinde, kişinin iman şuurunu zedeler, vicdanındaki Allah saygısı ve sevgisi kaybolmaya yüz tutabilir ve hemen akabinde bir ölüm vaki olursa, kötü son riskiyle karşı karşıya kalabilir.

Nitekim, bir hadiste

“Tövbe-istiğfar ile karşılanan bir günah büyük de olsa küçülür, büyüklüğünü kaybeder. Buna mukabil küçük de olsa ısrarla sürdürülen bir günah küçük olarak kalmaz gittikçe büyük bir günah haline gelir.”

manasına gelen bir ifadeden de anlaşıldığı üzere, önemli olan Allah’a karşı saygı ve sevgisini yitirmemek, nefis ve şeytana uyduğu takdirde derhal onun rahmetinin dergahına iltica etmesini bilmektir.

Bu açıklamalardan da anlaşılıyor ki, prensip olarak “Şu günah kişiyi imansız götürür.” deme imkânımız yoktur. Lakin her günahta küfre götürecek bir yol vardır. O yolda fazla yürümeden, yolu değiştirmek imanın bir gereğidir.

İmam Gazalî ayrıca “Yalan söyleyerek velayet ve keramet sahibi olduğunu iddia edenlerin de böyle bir tehlikeyle karşılaşabileceğine dair” görüşlerin bulunduğuna işaret etmiştir.(bk. İhya, 1/130).

2. Görünürde iyi işler yaptığı hâlde, imansız kabre girmiş bir insan mutlaka samimiyetsizliğinden girmiştir. Cehenneme girmeyi hakketmeyen hiç kimse cehenneme girmeyeceği kesindir. Allah’ın sonsuz merhamet ve adaleti böyle bir haksızlığa asla izin vermez. Onlarca ayette  “Allah’ın kimseye zerre miskal haksızlık etmeyeceği”ne dair kesin ifadeler dururken, böyle bir ihtimale ihtimal vermek, Allah’a karşı çok çirkin bir suizandır, imanla bağdaşmayan bir hatadır..

3. Daha emin adımlarla; imanla kabre girmek için, öncelikle her gün biraz daha imanı kuvvetlendirmek, iyi amelleri muntazam olarak yapmaya gayret göstermek, yasaklardan bütün gücüyle sakınmaya azm-u cezm etmek, hasbel beşer bir günaha girdiği takdirde, derhal pişmanlık duyup tövbe-istiğfar etmeye çalışmak esastır.

Nitekim, İmam Gazalî’ye göre, hayatı boyunca İslam dininin emir ve yasaklarına riayet etmiş bir kimsenin imansız kabre girmesi  “kibrit-i ahmer/ madenler arasında kırmızı kibrit madeni kadar az ve enderdir. Bu da Allah’ın o kişide gördüğü samimiyetsizliği yüzünden olsa gerektir. Çünkü, pek çok ayette “Allah’ın kimseye haksızlık etmeyeceğine” dair Allah’ın vaadi vardır. Haşa, sözünde durmamak Allah’a asla yakışmaz ve buna hiç ihtiyacı da yoktur.

İmanla kabre girmek için iki kuvvetli yolun bulunduğunu ifade eden Bediüzzaman Hazretlerinin ilgili ifadeleri şöyledir:

"Birinci Emare: İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şübheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor. Bu iman-ı tahkikînin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşf ve şuhud ile hakikata yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhudîdir."

"İkinci Yol: İman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhanî ve Kur'anî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir..." (bk. Kastamonu Lahikası, Envar, s. 18-19)

28 Nisa suresi 140. ayetteki ifadelere TV ve radyo dahil mi?

Âlimler ayette geçen “siz de onlar gibi olursunuz" mealindeki ifadeyi şöyle yorumlamışlardır:

Buradaki misliyet / onlar gibi olma keyfiyeti, küfür anlamında olmayıp günahkârlık anlamına gelir. Yani kâfirler, ayetlerle alay etmekle ayrıca isyanla günahkar oldukları gibi, siz de lüzumsuz yere onları dinlerseniz, günahkâr olursunuz, demektir. (bk. Taberî, İbn Kesir, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri). Bu birinci nokta.

İkincisi, bu hükmü TV, radyo ve kitap için aynı şekilde söylemek doğru olmayabilir. Çünkü Saadet asrında, özellikle münafık olup da  içindeki küfürlerini açıkça ortaya koymaktan çekindikleri için, Yahudilerin Kur’an’ı alay konusu yapmalarından dört köşe olup seve seve onları dinlemeye gidenler söz konusudur.(bk. a.g.e.).

Bu arada bazı Müslümanlar da bu meclislerde buluyor, fakat onların alaylarına karşı sessiz kalıyorlardı. Bizzat kâfirlerle aynı mecliste oturup suskun kalmalarından ötürü şiddetli bir üslupla uyarılmışlardır.

Her işte olduğu gibi, İslamı, Kur’an’ı alay konusu yapan TV, radyoyu dinlemek veya kitap okumak da niyete göre değişebilir. Maksadı yalnız vakit geçirmek olan kimsenin, günahkâr olması söz konusu olabilir. Fakat bu işi düşmanın silahını öğrenip onunla silahlanmak maksadıyla yapan kimsenin, dinî açıdan bir riski değil, belki sevabı bile düşünülebilir.

Bununla beraber şunu unutmamak gerekir ki, “batılı tasvir etmek, safi zihinleri dalalete düşürdüğü” gibi,  tasvir edilen batılı dinlemek, okumak da safi kalpleri, safi zihinleri her an teşviş edebilir.

Ayrıca kâfirlerin müminlere verdikleri zararlardan biri de dini inkâr etmek, aleyhinde ko­nuşmak, dinin kurallarını ve dindarları alaya almaktır. Bu inkâr, hakaret ve alay, açık veya kapalı bir şekilde devam ettiği sürece, müminlerin vazifesi sükût etme­mek, buna rıza göstermemek, evrensel manada ahlaki olmayan bu davranışı engel­lemektir. Eğer müminlerin gücü böyle bir tepki göstermeye yetmiyorsa, bulundu­ğu meclisi ve beraberliği terketme vazifesi vardır. Dinin inkâr edildiği, aleyhinde bulunulduğu ve alaya alındığı yerde -bunu engellemeye gücü yetmeyen mümin- oturmayacak, bunları yapanlarla beraberliğini sürdürmeyecek, o yeri ve o kimse­leri terkedecek, onlardan uzaklaşacaktır.

Çünkü beraberliğin devamında üç önem­li zarar vardır:

a) Bunu yapanların cüret ve cesaretlerinin artması,

b) Böyle bir davranış karşısında tepkisiz kalan müminlerin giderek buna alışmaları, hatta etki­lenmeleri; kutsal değerlerine yönelik hassasiyetlerinin zaafa uğraması,

c) Güçleri­nin yettiği ölçüde tepki göstermedikleri, bu manada olup bitene razı oldukları için günahkâr olmaları.

Nitekim ayette geçen "Aksi takdirde şüphesiz siz de onlar gi­bi olursunuz." şeklindeki ağır suçlama ve uyarı bir yandan müminlerin bu zararlı sonuçtan kurtulmalarını hedeflerken, diğer yandan zahirde olanı tasvir etmektedir. Çünkü bir mecliste dine hakaret edildiği, mukaddeslerle alay edildiği halde hiçbir kimse tepki göstermiyorsa "orada olanların tamamının kâfir olduğuna" hükmedi­lebilir, yani burada hiçbir müminin bulunmadığı zannı meydana gelebilir. (Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II, 128.)

29 İnanıyorum, demekle iman gerçekleşir mi?

İman inanmaktır. İnanmak bir bilgi mahsulüdür. Bilmeden iman edilmez. Sadece laf olsun diye “inanıyorum” demekle iman gerçeklemiş olmaz.

İslam dininin iki temel unsuru vardır. Biri iman, diğeri İslam esaslarıdır. İman esasları ilim ister, bilgi ister. İslam unsurlarının bilgi isteyen yönü yanında teslimiyeti isteyen yanları da vardır.

İmanın icmalî yönleri, tafsilî yönlerinin bir parçasıdır. Tafsilî iman, iman esaslarının her meselesini tahkiki bir surette mercek altına alıp tetkik etmek ve berrak bir şuurla gönlü aydınlatmaktır. Bu husus her yiğitin  harcı değildir. Bu sebeple, tahkikli olarak iman ettiği konunun detaylarını icmalî olarak teslimiyetle kabul etmek de iman sayılır. “Allah Resulüne indirilen her şeye iman” prensibi bu gerçeği anlatmaktadır.

Mesela, iman esaslarından biri olan Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna iman ettikten sonra, soruda geçen meseleler gibi detayları teslimiyetle kabul etmek de imanın zorunlu bir neticesidir. Çünkü Kur’an’ın -her şeyi bilen- Allah’ın kelamı olduğuna iman eden bir kimsenin, içindeki bazı şeylerin yanlış olduğunu düşünmesi bir mantık çelişkisidir.

Sorudaki meselelere gelince, bunlar iman şuurunun kavrayamayacağı şeyler değildir.

Çünkü söz gelimi, eğer İsrailoğullarına gökten indirilen kudret helvası bir mucize olarak verilmişse, bu zaten anlaşılabilir bir şeydir. Zira mucize zaten harikulâde şey demektir. Belki de Kur’an’da “Menn” olarak ifade edilen tatlının “kudret helvası” olarak ifade edilmesi de Allah’ın kudretinden başka kimsenin yapamayacağı bir olay anlamında kullanılmıştır.

Yok eğer, bu bir mucize değil de Yahudilere yapılan bir ikram ise yine anlaşılabilen yönü vardır. Çünkü “kudret helvası”ndan maksat, gökten/yukarılardan ağaçların yapraklarına yağan ve kaynatılarak pekmez yapılan bir madde olmasını düşünmekte dinî hiçbir sakınca yoktur. Diğer yiyeceğin -yine gökte uçan ve herkesin bildiği- “bıldırcın eti" olması, bu ikinci ihtimali daha da güçlendirmektedir.

Devenin su içme sırasının beklenmesi gibi günlük hayatta adiyattan sayılabilecek bir olayı Allah’ın kullarından istemesi bir imtihandır. Bunun “Yahudileri Sebt/Cumartesi günü balık avlamaktan yasaklanması arasında pek bir fark yoktur. İlahî hikmet kullarını değişik şekilde imtihan etmişse, bize düşen teslimiyet göstermektir. Semud Kavminin az bir suyla imtihan edilmesi, Semud kelimesinin etimolojik anlamına da uygundur. Semud kelimesi biriken az su manasına da gelir.

Bekar olarak zina yapana değnek vurulması, çok caydırıcı bir cezadır. Bir yandan acı tarafı var, ama diğer taraftan insanlar karşısında rezil olmak gibi çok daha büyük bir acı vardır. İlahî hikmet bunu ön görmüşse, bizim buna taraftar olmamız gerekir. Eğer bugün böyle bir ceza uygulanmış olsaydı, bayanlar bugünkü alabildiğine yaygın olan tacizlerden kesinlikle kurtulmuş olurlardı. En azından bu onda bire inecekti.

Kur’an’ın cüzî meselelere parmak basmasının hikmeti:

Konuyu birkaç madde halinde özetlemeye çalıcağız:

Bilindiği gibi, Kur’an’ın en büyük maksadı Allah’ın varlığı ve birliğini ispat edip nazara vermektir. Kur’an’da zikredilen çok küçük, cüzî meseleler gösteriyor ki, bir olan Allah -sonsuz ilim ve kudretiyle ve sırr-ı ahadiyetle- küçük büyük her şeyin yanında hazır ve nazırdır; her şey ancak onun izniyle, onun yaratmasıyla meydana gelir, her olay ancak onun takdiriyle gerçekleşir.

Bu tür cüzî olayların söz konusu edilmesi, Allah’ın, küçük-büyük demeden her şeyin/herkesin hak-hukukuna dikkat ettiğini göstermek içindir. Mesela, Mücadele Suresi'nin ilk ayetleri bu konuyu açıkça ortaya koymuştur:

“Kocası hakkında sana başvurup tartışan ve halini Allah’a arz eden o kadının sözlerini elbette Allah işitti. Allah sizin konuşmalarınızı dinliyordu. Şüphesiz Allah semî’dir, basîrdir (her şeyi işitir ve görür)…”

Kur’an’da zikredilen cüzî olaylar, küllî birer kanun hükmündedir. Kur’an-ı hakim, bazen bir denizi bir ibrikte gösterir gibi pek geniş ve çok uzun ve küllî düsturları ve umumî kanunları, basit ve âmi olan insanların anlayış seviyelerini de göz önünde bulundurarak, onlara merhameten, basit bir cüzîyle, hususî bir hadise ile ders verir. Bu konuda şu misaller verilebilir:

a. Kur’an’da (Bakara, 2/31) Hz. Âdem'e “talim-i esmâ-isimlerin öğretilmesi” unvanıyla cüzî bir hadiseye yer verilmiş, fakat bununla  tüm insanoğluna ilham olunan bütün ilimlerin ve fenlerin öğretilmesi ifade edilmiştir.

b. Keza Bakara Suresi'nde (2/34) bütün meleklerin Âdem (as)'a  secde ettiği, yalnız şeytanın secde etmediği hadisesine yer verilmiştir. Bu cüzî hadise ile insan nevine semekten/balıktan meleğe kadar ekser mevcudat musahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır mahlûkatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiği gerçeği ders verilmiştir.

c. Yine Bakara Suresi'nde “Bir zamanlar Musa kavmine; 'Allah, size bir inek kesmenizi emrediyor.' demişti…” (Bakara, 2/67-73) mealindeki ayetle başlayan birkaç ayet içerisinde “bir ineğin kesilmesi” gibi cüzî bir hadiseden söz edilmiştir. Ancak, Kur’an bu cüzî hadiseyle Mısır’da yaygın bir putperestlik türü olan ve Yahudilere de bulaşan inek-perestlik mefkûresinin Mûsâ Aleyhisselâmın bıçağıyla kesildiğini ifade etmiştir.

d. Keza “Öyle taşlar vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır; öyleleri de vardır ki, yarılır da içinden su çıkar. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla aşağı yuvarlanır.” (Bakara, 2/74) mealindeki ayette cüzî birer hadise olan  taştan su çıkması, çay akması ve dağılıp yuvarlanmasından söz edilmiştir.  Fakat Kur’an bununla, toprak tabakasının altında olan taş tabakası, su damarlarına hazinedarlık ve toprağa analık ettiğini ifade etmiştir.

Deme ki, Kur’an’da geçen her şeyin bir çok hikmeti olduğu gibi, bizler için birer imtihan vesilesi olduğunu da unutmamak gerekir. En ince ayrıntıdan, en belirgin ayrıntıya kadar her şeyi Yaratan Allah’tır.

Kur'an-ı Kerim Allah kelamıdır, her bir ayetine şeksiz şüphesiz inanmak, güvenmek, aklımız alsın veya almasın, günümüzdeki yaşantımıza ters düşsün veya düşmesin öyle kabul etmek imanın gereğidir. Ancak bunların hikmetlerini araştırmak da güzeldir.

"Aralarında hüküm vermek için Allah’a (Kur’an’a) ve Resûlüne davet edildiklerinde, mü’minlerin söyleyeceği söz ancak, 'işittik ve iman ettik' demeleridir. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Kim Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederse ve Allah'tan korkup ondan sakınırsa, işte 'kurtuluşa ve mutluluğa erenler bunlardır.'' (Nur, 24/51-52)

30 İslamiyet'i iyi öğrenmek ve yaşamak için ne yapmak gerekir?

Dini yaşayışta insan sadece kendi aklını ve mantığını değil Peygamberimizin sünnetini esas almalıdır. Yani bu dini Peygamberimiz nasıl yaşamış, ümmetine tavsiyeleri nelerdir? Sadece teorik olup pratiği olmayan bir din midir? Bu sorulara cevap verip tam bir teslimiyet içinde İslamı yaşamaya gayret etmelisiniz. Bir de insan hayatının belli aşamalarında yaşının etkisiyle dini yaşayışında farklılıklar olabilmektedir.

İslam denilince akla ilk gelen Kur’an ve Peygamberimiz (asm)'in hayatıdır. Allah'ın emir ve yasaklarını içeren bir kitap ve o kitabı hayata dönüştürüp, uygulayacak bir peygamber göndermiştir. Öyleyse iyi bir Müslüman olmanın yolu Kur’an ve Hz. Peygamber (a.s.m.)'e uymaktan geçer. Özellikle yaşayan bir Kur’an olan Peygamberimizin örnek alınması Allah'ın en çok sevdiği bir durumdur. Nitekim Kur’anı Kerim de Allah Teala şöyle buyuruyor:

“De ki, eğer Allahı seviyorsanız bana uyun ki Allah ta sizi sevsin." (Âl-i İmran, 3/188).

Peygamber Efendimiz (asm) de Ebu Davud'da geçen bir hadiste,

“Dikkat edin, yakın da bazı insanlar, bize Kur’an yeter diyeceklerdir. Halbuki bana Kur’an'ın bir misli veya iki misli verilmiştir.”

buyurarak, Peygamberimiz olmadan Kur’an tam anlaşılmayacağını belirtmiştir.

İslam âlimlerinin Kur’an ve hadisten çıkardıkları hükümlere gelince bu konuda açık ve net olarak şu âyeti görüyoruz:

“…Eğer onlar (ihtilafa düştükleri konularda) peygambere ve aralarında dini yönden görüşlerine itimad edilen kimselere sormuş olsaydılar, içlerinden işin içyüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.” (Nisa, 4/83)

Dikkat edilirse âyette Hz. Peygamber (asm)'den sonra, görüş sahibi ve sahasında uzman kimselere de problemlerimizi iletmemiz isteniyor. İşte dört mezhebin olması bu âyetin bir açıklamasıdır.

Özetle söylemek gerekirse, İslamı iyi öğrenmek ve yaşamanın yolu, Kur’an, sünnet ve İslam alimlerinin bu iki kaynaktan istifade ederek çıkardıkları hükümlere uymaktır.

Başka dinleri ve İslama zıt fikirleri araştırmaya gelince: Önce dinimizi sağlam ve doğru bir şekilde öğrenmemiz gerekir. Bir binanın temelleri ve duvarları sağlamlaştırmadan mahallenin çöplüğündeki güzellikleri araştırmak ne kadar mantıklı olur?

Yanlış anlaşılmasın, oralarda iyi şeyler yok demek istemiyoruz, ama zehirli bir odadan geçmek istiyorsak, sağlam bir maskeye ihtiyacımız var. Yoksa biz de zehirleniriz. Eğer dinen zararlı ve zehirli bazı şeyleri araştıracak isek, sağlam ve her türlü gazı engelleyecek bir maskeye yani iyi ve doğru bir dini inanca sahip olmalıyız ki o fikirler bize zarar vermesin.

Evet, Hakk'ı bulmanın, hakikate ermenin tek yolu, Kur'an'a iman ve onun gereği ile amel etmektir. Çünkü, Kur'an, insanlığı mutlak hayır ve hakikate sevk etmek için, bizzat Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş mukaddes bir kitaptır. İnsanın dünyevî ve uhrevî saadetini gösterecek ve olgunlaştıracak olan O'dur. O, insanı iman ve tevhide; ubudiyet ve kulluğa, kardeşlik ve sevgiye davet eder. İman ve salih amele ait ölçülerin en güzelini O vazetmiştir. İslâmîyet ancak ve ancak O'nun ölçüleriyle yapılanmıştır. O'nun sarsılmaz ve muhteşem kurallarının dışında hiçbir hakikat yoktur ve aranılmaz. O'nun güzel görüp tasdik ettiği her şey hakikat; çirkin bulup reddettiği her şey ise uydurmadır. O'nun tesis ettiği İslâmîyet köhne hurafeleri, batıl inanışları, rezalet ve fuhşiyatı şiddetle reddeder. Şu halde, bütün Müslümanlar, itikada, ibadete, ahlâka, helâle, harama, zikre, fikre, muhabbete ait kutsî hakikatleri, O'nun terazisiyle tartacaklardır.

Kur'an âyetleri her insanı ikna edecek bir kuvvettedir. Sıradan halk, O'nun beyanının sadeliğine meftûn, bilim adamları da fesahat ve belagatına hayrandır. “Kalpler O'nun zikriyle tatmin olur.” ve her seviyedeki fikir erbabı, inanma ihtiyacını O'nunla karşılarlar, O'na uymakla kemâle ererler.

Kur'an, insanları tefekküre teşvik etmiş ve bunun ölçülerini aklın eline vermiştir. İnsanlar ancak O'nun ders verdiği ölçülerle kâinat Kitabı'nı okuyabilmişler ve O'ndaki gizli hakikatlerini keşfedip Hâliklarını, Mabûtlarını bulabilmişlerdir. O, hayatın karanlık ve fırtınalı yollarını aydınlatmak için aklın eline verilen bir ilâhi meşaledir. Güneş, madde âlemini aydınlattığı gibi, Kur'an da maneviyat âlemini aydınlatmak için nazil olmuştur.

Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:

“Gerçekten bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür.” (İsrâ, 17/9)

Bir fende terakki etmek için, o fennin kanunlarına uymak bir zaruret olduğu gibi, hak ve hakikati bulmak için de, Kur'ân ve sünnetin düsturlarını rehber kabul etmek son derece gereklidir.

Evet, insan Cenâb-ı Hakk'ın zâtını, sıfatlarını ancak Kur'an'ın ve sünnetin irşadıyla bilebilir. Nereden gelip, nereye gittiğini, dünyadaki görevinin ne olduğunu, gideceği ahiret âleminin mahiyetini, hakikatini ve o âlemde nelerin makbul, nelerin merdut olduğunu, ancak bu iki vesile ile anlayabilir. Hangi fiil ve hareketlerin, hangi hâl ve tavırların Cenâb-ı Hakk'ın rızasını, hangilerinin de gazabını celp edeceğini; neyin hak, neyin batıl ve neyin hata, neyin doğru olduğunu yine Allah'ın Kitabı ve O'nun sevgili Peygamberinden (asm) öğrenecektir. Her Müslüman, kendi inanç ve ibadet dünyasını, bu iki hakikatin rehberliğinde gerçekleştirmekle sorumludur.

Nelere, nasıl inanmakla iman dairesine gireceğini ve hangi amelleri işleyip nelerden çekinerek İslâm dairesinde kalacağını yine bu iki esastan, yâni Kur’an ve sünnetten öğrenecektir.

Madem ki, bütün Müslümanların ölçüsü Kur'an ve Sünnet'tir, o halde bir Müslüman beşerî her fikri, her iddiayı, her inancı, her itikadı Kur'an'a ve O'nun birinci derecede tefsiri olan Hadîs-i şeriflere göre değerlendirecek ve muvazene edecektir.

Kur'ân-ı Azimüşşân, imanın birinci rüknü olan “Allah'a iman”ı bizlere ders verdiği gibi, “melâikelere, semavî kitaplara, peygamberlere, ahirete, kadere (hayır ve şerri O'nun yarattığına) iman” etmeyi de ders verir. Bir insan, ancak iman hakikatlerine Kur'an'ın bildirdiği gibi iman etmekle mümin olur.

Hem Kur'ân-ı Kerim, Allah Teâlâ'nın bütün emir ve yasaklarından ibaret olan İslâmîyet’i müminlere talim etmiştir. Bir mümin, bu emir ve yasaklara harfiyen uymakla kâmil bir Müslüman olur.

31 İmanın ve İslam'ın şartları bildiğimizden farklı mıdır?

Meşhur Cibril hadisinde iman ve İslam esasları açıkça ifade edilmiştir.

Hz. Ömer (ra) anlatıyor: Biz Allah’ın Resulü (asm) ile birlikte oturuyorduk. Derken, üzerinde bembeyaz elbiseleri bulunan, simsiyah saçları olan bir kimse çıkageldi. Fakat üzerinde yoculuk izleri hiç yoktu, bununla beraber bizden hiç kimse onu tanımıyordu.  Nihayet gelip Hz. Peygamber (a.s.m)’in yanına oturdu, dizini dizine dayandırdı, ellerini de kendi dizlerine koydu ve

“Ya Muhammed! Bana İslam’dan haber verir misin?” dedi: Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m):

“İslam; Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna iman etmen, dosdoğru namaz kılman, zekât vermen, oruç tutman, gücün yettiğinde hacca gitmendir.” diye cevap verdi. Soru soran:

“Doğru söyledin.” dedi. Durumu bizi şaşırttı, hem soru soruyor hem de verilen cevabın doğruluğunu tasdik ediyor. Sonra:
“Bana imandan bahseder misiniz?” dedi. Hz. Peygamber (a.s.m):

“İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, elçilerine, kıyamet gününe, kadere: hayrına ve şerrine iman etmendir.” diye buyurdu. Soru soran:

“Doğru söyledin.” dedi. Bu kez:
“Bana ihsandan söz eder misiniz?” dedi. Hz. Peygamber (a.s.m):

“İhsan; Allah’ı görür gibi ona kulluk etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni muhakkak görür.” diye cevap verdi. Sonra;

“Bana kıyametten haber veriri misiniz?” dediğinde, Hz. Peygamber (a.s.m):

“Bunun, kendisine soru sorulan, soruyu sorandan daha iyi bilmez.” dedi…

Soru soran kişi kalkıp gittikten sonra, Hz. Peygamber (a.s.m) onun Hz. Cebrail (as) olduğunu, Müslümanlara dinlerini öğretmek için böyle yaptığını söyledi.(bk. Müslim,  İman, 1).

Bu hadis Ehl-i sünnet ve cemaat için rehber olmuş, temel olarak imanın altı, İslam’ın ise beş şartı olduğu kabul görmüştür.

İlave bilgi için tıklayınız:

CİBRİL HADÎSİ...

İman esaslarının "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ...

32 Allah, Tur'da Hz. Musa ile konuşurken, "Ayakkabılarını çıkar!.." dediği halde, mi'raçta Hz. Muhammed ile konuşurken neden "Nalınlarını çıkar." dememiştir; hikmeti nedir?

Tur dağına çıkmakla bir nevi mi'raç yapan Hz. Musa (as)’ya, Allah’ın “Nalınlarını çıkar!” buyurması, onun çoluk-çocuğu, dünya ve ukbayı bir kenara itip ilahi huzura varması anlamına gelir. (bk. Razî, ilgili, ayetin tefsiri) Hz.Muhammed (asm) ise, zaten dünya ve ukbayı bir kenara bırakmış, “kab-ı kevseyn ev ednâ” makamına çıkmıştır.

Hz. Musa Tur-i Sina’da bu hitaba mazhar olmakla ilk defa peygamberlik makamına çıkmıştı.

“Hani o çölde, gece yol alırken, bir ateş gördü uzaktan. 'Durun!' dedi, ailesine: 'Bir ateş ilişti gözüme. Oraya doğru gideyim, belki oradan bir kor alıp size getiririm. Belki orada yolu bilen birini bulurum.' Ateşin yanına varınca birden: 'Mûsâ!' diye nida edildi. 'Haberin olsun: Senin Rabbin Benim!' denildi. 'Çıkar pabuçlarını hemen! Çünkü kutsal vâdidesin (yani:)Tûvâ’dasın sen! Peygamberliğe seçtim seni, öyleyse iyi dinle sana vahyedileni!' (Taha, 20/10-13)

mealindeki ayetlerden bunu anlayabiliyoruz.

İlk defa peygamberliğe ayak basan Hz. Musa’nın ayaklarındaki nalinlerini çıkarması, bir açıdan maddi-manevi bilgilerini bir kenara bırakıp, Allah’ın vahyine kulak vermesi manasına da gelir. Halbuki, Hz. Muhammed mi'raca çıktığında peygamberliğin on ikinci yılında idi. Beşeri papuçları çoktan atmıştı.

Bununla beraber, Hz. Musa’nın ayağındaki nalinleri, eşeğin derisinden olduğu ve tabiatıyla temiz olmadığı için çıkarılması istenmiş olduğuna dair rivayetler de vardır. Bu rivayetlere göre, Hz. Ali, Hz. Ebu Zer, Hz. Ebu Eyyub, Katade, Dahhak, Kalebî ve daha bir çok selef alimleri bu görüştedir. (bk. Taberî, Razî, İbnKesir, ilgili ayetin tefsiri)

Tirmizî ve Taberî’nin rivayet ettiğine göre, Peygamberimiz de “Hz. Musa’nın nalinlerinin eşek derisinden olduğunu” belirtmiştir. (bk. Tirmizî’, Libas,10; Taberî, Kurtubî, ilgili ayetin tefsiri)

Taberî’nin de tercih ettiği ve başka bir çok alimin de kabul ettiği bir görüşe göre, Hz. Musa’nın nalinlerini çıkarması, kutsal vadiye karşı bir saygının ifadesidir. Keza, oraya yalın ayak olarak basması ve onun bereketinden faydalanması içindir. (Taberî, Razî, ilgili ayetin tefsiri)

Kim bilir belki de Hz. Muhammed (asm) yataktan kaldırılarak mi'raca çıkarılmıştı ve dolayısıyla ayağında nalin falan da yoktu...

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah Teala, neden Hz. Musa'dan kutsal vadide, ayakkabılarını çıkarması istemiştir?

33 Hz. İsa için Kur'an'da geçen "Onu Rûhulkudüs ile destekledik." ifadesindeki "Rûhulkudüs" hakkında bilgi verir misiniz?

Bakara sûresi 253. âyetinde de ifade edildiği  gibi, Allah'ın bütün peygamberleri peygamberlik yönü ile eşittir. Ancak hususi yönleri ile bazıları bazılarına üstün kılınmıştır. Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerden de anlaşılacağı üzere Peygamberimiz (asm) diğer peygamberlerden üstün kılınmıştır.

Yine bu âyette peygamberlerin belirgin özelliklerinden bahsedilmektedir. Mesela Hz. Musa (as)'nın Allah'la konuşmasından bahsedilmiştir. Burada sadece Hz. Musa ile konuştuğu manası çıkmaz. Nitekim Miraç'ta Peygamberimiz (asm)'le de görüşmüştür. Âyette Musa (as)'ın en belirgin özelliği olan Allah'la konuşması hususu zikredilmiştir.

Yine Hz. İsa (as)'nın doğumunda Hz. Cebrail (as)'in Hz. Meryem'e gelip ona teselli vermesi gibi hadiseler Hz. İsa (as)'nın diğer peygamberlere göre bu yönü daha belirgindir.

Demekki bu âyet bu peygamberlerin diğer peygamberlere olan hususi üstünlüklerini ifade etmektedir. Yoksa diğer peygamberlerin Cebrail (as) ile görüşmediği anlamı çıkmaz.

RÛHULKUDÜS

Mukaddes ruh, vahiy meleği Rûhulkudüs, "ruh" ve "kudüs" kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Bu kelimelerin ikisi de Arapçadır. "Ruh"; hayat, idrak ve hareketin kaynağı, maddenin tanı mukabili, manevi varlık, vahiy, Allah kelâmı, Kur'ân-ı Kerim, kuvvet, vahiy meleği, Cebrâil, his, duygu ve benzeri manalar işin kullanılır (Raşid el-İsfahânî, el-Müfredât, Garibil-Kur'ân, Mısır 1961, "ruh" md.).

Bununla beraber, ruhun gerçek manasını Allah'tan başka kimse bilmez. Çünkü bu husus, Yüce Allah tarafından şöyle haber verilmiştir:

"Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabb'imin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." (İsrâ, 17/85).

"Kudüs" kelimesinin aslı ise, "kuds"dür ve mukaddes, mübârek, her türlü fenalıktan arınma demektir. Bu iki kelimenin birleşmesinden meydana gelen "Rûhulkudüs", herhangi bir şaibe ile lekelenme ihtimali olmayan, mukaddes ve temiz ruh, vahiy meleği, Cebrâil demektir (Elmalılı Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur'ân Dili, V/3125).

Ruh kelimesi Kur'ân'da birkaç yerde geçmekte ve değişik manalara gelmektedir. Rûhulkudüs ise, yalnız dört yerde geçmektedir. Bulunduğu âyetlerdeki manası hakkında âlimlerin farklı yorumları olmuştur. Ancak çoğunluğun kanaatına göre, vahiy meleği olan Cebrâil demektir. Rûhulkudüs kelimesinin geçtiği âyetlerden birinin meâli şöyledir:

"Andolsun, Musâ'ya Kitâbı verdik, arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve O'nu Rûhulkudüs (Cebrâil) ile destekledik." (Bakara, 2/87).

Âlimlerin bu âyette geçen Rûhulkudüs hakkındaki değişik görüşlerini şöyle sıralayabiliriz:

1. Rûhulkudüs, Yüce Allah'ın isimlerinden biridir.
2. Mukaddes kitap olan Kur'ân ve diğer bir görüşe göre İncil demektir.
3. Rûhulkudüs, Allah'ın ruhu demektir.
4. Vahiy meleği olan Cebrâil demektir. Âlimlerin ekseriyeti bu görüştedir. Çeşitli hadislerde ve şairlerin şiirlerinde de, bu manada kullanılmıştır (et-Taberî, Camiu'l-Beyân, Mısır 1954, I/404 vd.; el-Kurtubî, el-Camiu li Ahkâmil-Kur'ân, Mısır 1967, II/24; er-Râzî, et-Tefsirul-Kebir, III/177).

Bu görüşü benimseyen âlimlere göre, aşağıdaki âyetlerde geçen Rûhulkudüs de Cebrâil demektir:

"İşte biz, o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık. Allah onlardan kimiyle konuştu, kimini de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve O'nu Rûhulkudüs (Cebrâil) ile destekledik." (Bakara, 2/253);

"Allah demişti ki: Ey Meyrem oğlu İsâ, sana ve annene olan nimetimi hatırla, hani seni Rûhulkudüs (Cebrâil) ile desteklemiştim." (Maide, 5/110);

"De ki: İnsanları sağlamlaştırmak ve Müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu, Rûhulkudüs (Cebrâil), Rabb'inden hak (ve hikmet) gereğine indirdi." (Nahl, 16/102).

Rûhulemin de, Rûhulkudüs ile eş anlamlıdır. Yani o da Cebrâil demektir. Kur'ân'da yalnız bir yerde geçmektedir:

"Onu, Rûhulemin (güvenilir ruh, yani Cebrâil) indirdi." (Şuara, 26/193).

Şair Hassan'ın naklettiğine göre, Hz. Muhammed (asm) onun için dua etmiş ve duasında "Ya Rabbi, Hassan'ı Rûhulkudüs ile takviye et." demiştir. Hassan bunu söylerken, Ebu Hüreyre'yi de şahit olarak göstermiştir (Buhârî, Salat, 68; Müslim, Fedâilu's-Sahabe, 151, 152; Neseî, Mesâcid, 24. Ayrıca bk. Cebrail mad.).

34 Gerçek iman eden ile sadece dili ile iman eden kimseleri birbirinden ayıran en önemli hususlar nelerdir?

Gerçek iman eden ile sadece dili ile iman eden kimseleri birbirinden ayıran, onların kalplerindeki niyetleridir. Dolayısıyla kalbî olan bir hususu teşhis etmek mümkün değildir.

Diliyle “iman ettim” diyen bir kimsenin kalbindeki niyetiyle “iman etmedim” diyecek şekilde bir inançsızlığı varsa, bu adam münafık türü bir kâfirdir. Böyle kimseler bazen namaz da kılabilirler, İslamî bazı davranışları da sergileyebilirler. Ama bunlar onu küfürden kurtarmaz. Çünkü bütün yaptıkları sadece bir gösterişten ibarettir.

Nitekim, Asr-ı saadette camiye gidip namaz kılan, onlarla beraber cihada çıkan münafıklar vardı. Bütün bunları inandıkları için değil, toplumdaki menfaatlerini kaybetmemek, onlardan zarar görmemek için yapıyorlardı.

Çok açığa çıkan İbn Ubey ve İbn Selul gibi bazılar hariç, genellikle, Kur’an ve Hz. Peygamber (a.s.m) münafıkları teşhir etmemiştir. Çünkü, münafık damgasıyla teşhir edilseydi, bunların arasında belki de sürekli camiye gidenler de vardı; o zaman herkes kendinden korkmaya başlardı ve güvenleri sarsılırdı. Ayrıca, onların akrabalarını da incitmemek gibi bir nezaket ve incelik de söz konusudur.

Kur’an’da “onları, konuşmaları arasından tanımanın mümkün olduğuna...” (Muhammed, 47/30) işaret edilmiştir.

İslam alimleri, bu tür emarelere bakarak rast gele kimselere münafık damgasını vuranların bu yanlışlarını önlemek için “ehl-i kıble”nin tekfirinin caiz olmadığına, ayrıca -küfrünü gösteren bir çok emarelere rağmen- Müslüman olduğunu gösteren bir veya birkaç emare olduğu takdirde, kişiyi tekfir etmenin caiz olmadığına hükmetmişlerdir.

Bu sebeple, Müslüman olma ihtimali olan hiç kimseyi münafıklıkla itham etmemek, öyle bir düşüncesi olsa bile bunu dışarıda seslendirmemek gerekir.

35 Kafirleri taklit eden veya şaka amaçlı papaz kıyafeti giyen kafir olur mu?

Evvela, “kafirleri taklit eden” cümlesini gerçek anlamda onlara uyan değil de, "onların rolünde oynayan" şeklinde anlıyoruz.  Bu anlamda cevabımız; "Hayır! Kâfir olmaz." Ancak onların yanlışlarını güzel göstermemeye dikkat etmek gerekir.

Bu tür taklit rolleriyle insanlara faydalı ders çıkarmaları isteniyorsa, bir sakıncası olmaz. Yok eğer yalnız bir eğlence olsun diye yapılıyorsa, kanaatimizce kerahetten hali olmaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Başka kavimlere benzeme (teşebbüh) ve "Kim bir kavme benzerse bizden değildir." konularını açıklar mısınız?

36 Büyüklere ve mukaddes şeylere karşı saygı konusunda detaylı bilgi verir misiniz?

Mukaddesata Hürmet ve Saygı:

Yüce Allah ile ilgili olan, din yönünden pâk ve temiz bulunan manevî büyüklüğü kazanan şeylere "Mukaddesat"(kutsal şeyler) denir.

Yüce Allah mukaddes olduğu gibi, onun bütün isimleri de mukaddestir. Öyle ki, bir yüce ismi de "Kuddüs" dür.

Yine, Yüce Allah'ın kitapları, peygamberleri ve velileri de birer kudsiyet kazanmışlardır. İslâm ibadetleri birer mukaddes görevdir. İslâm mabetleri de mukaddes ve mübarek yerlerdir.

Biz Müslümanlar, bütün mukaddes varlıklara son derece saygı ve hürmetle mükellefiz. Mukaddesata saygı ve hürmet etmeyen kimse, ruhu sönmeye başlamış, yüksek duygulardan yoksun kalmış, gaflet içine düşmüş bir insan demektir. İnsanlık değerini kaybetmiş olur.

Mukaddesata yapılacak hürmet ve saygının şekli, mukaddesatın hüviyet ve mahiyetine göre değişir. Biz burada bunların bir kısmına işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Herhangi mukaddes bir ibadete veya hayırlı bir işe başlayacağımız zaman, Yüce Allah'ın adını anarak Besmele okumamız gerekir. Bir hadis-i şerifde buyrulmuştur:

"Herhangi hayırlı bir işe Bismillâh sözü ile başlanmazsa, o iş bereketsizdir, güdüktür." (Müsned, II/359)

Biz mukaddes Mabudumuzun mübarek isimlerini anarken "Tealâ Celle Celâlühu" gibi bir ifade kullanırız. Allah Tealâ, Hak Celle ve Alâ deriz. Veya "Rabbimiz Celle Celâlühü Hazretleri" deriz. Bunları söylemek, birer İslâm terbiyesi gereğidir.

Büyük Peygamberimiz (asm)'in yüksek isimlerinden biri anılınca salât ve selâm okuruz. "Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem" deriz. Mübarek isimlerinden birini yazdığımız zaman da "aleyhissalâtü vesselâm, sallallahu aleyhi ve sellem" diye yazar veya okuruz.

Diğer peygamberlerin mübarek adlarını da "Selâm" ile anarız. "Âdem Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm" deriz. İki peygamber anılırsa: "aleyhimesselâm", ikiden çok olurlarsa, "aleyhimüsselâm" denilir.

Peygamberlerden başka kimseler, yalnız başına oldukları zaman salât ve selâm ile anılmazlar. Ancak bunlar peygamberlerle beraber anılınca, salât ve selâma katılabilirler. Ebû Bekir aleyhissalâtü vesselâm veya Aleyhisselâm, demeyiz. Yine Allah Tealâ ashab-ı kirama salât ve selâm buyursun, demeyiz. Ancak şöyle deriz: "Allah Tealâ, Hazret-i Muhammed'e, onun âl ve ashabına salât ve selâm buyursun."

Peygamberlerle onlara uyan ashab-ı kiramın aralarını ayırmak ve saygıdaki farka işaret etmek için böyle yapmak, İslâm adabından olarak bütün âlimler arasında kabul edilmiştir.

İsimleri yalnızca anılan seçkin ashab hakkında, "radıyallahü anh" deriz. Bunlardan iki kişi için, "radıyallahü anhüma" ve ikiden çok kimseler için de, "radıyallahü anhüm" deriz.

Diğer âlimler için, "rahmetullahi aleyh, rahmetullahi aleyhima, rahmetullahi aleyhim" denilir.

Evliya-i kiramdan tanınmış zatlar için: "Kaddesallahü Esrarehü, esrarehüma, esrarehüm" denilebilir. Bütün bunlar, İslâm adâbı gereğidir.

Bütün ashabı kiram ve din büyüklerini hayırla anmak, hepsine karşı sevgi ve saygı göstermek, hiç birine dil uzatmamak gerekir. Onlar arasında geçen bazı olayları ileri sürerek haklarında hürmete aykırı sözler söylemek hiç bir Müslümana yakışmaz ve asla caiz olmaz.

Kur'an-ı Kerimi okumaya "Eûzü çekerek ve Besmele okuyarak" başlanır. Rabbimizin bu mukaddes kitabından gereğince yararlanmak için her halde yüce varlığına sığınmamız ve kendisinden yardım dilememiz lâzımdır.

Bir Kur'an-ı Kerim ele alınarak okunacağı zaman abdestli bulunmak gerekir. Okurken kıbleye dönmeli, toparlanıp saygılı bir duruma geçmelidir. Abdestsiz kimse kılıfsız (bir mahfaza içinde olmayan) Kur'an-ı Kerimi ele alamaz. Kutsal kitabı ancak temiz ve abdestli olan eller tutabilir.

Kur'an- Kerim, temiz yerlerde, avret yerleri kapalı olan kimselerin yanında, onu dinlemeleri şartı ile açıkca okunabilir. Pis yerlerde veya avret yerleri açık olanlarla başka işle uğraşanlar yanında açıkca okunması mekruhtur.

Dışarda bulunup okunan Kur'an-ı Kerime karşı saygılı bir vaziyet takınmayacak kimselerin işitecekleri şekilde aşikâre Kur'an okunması uygun değildir. Bu durum, Kur'an-ı Kerime saygısızlığı ve halk için de manevî sorumluluğu gerektireceğinden, buna sebebiyet vermemelidir.

Hattat olan bir yazar, yazacağı Kur'an-ı Kerim'in yapraklarını yüksekçe tutup ince olmayan bir kalemle ve temiz bir mürekkeble beyaz kâğıt üzerine yazmalı, satırlarını seyrekçe bırakmalıdır. Kur'an-ı Kerim nüshalarını pek küçük boyda ince kalemlerle yazmak, tenzihen mekruhtur. Bu mübarek nüshaların altın veya gümüşle süslenmesi, bir saygı ifade ettiğinden caiz görülmüştür.

Kur'an-ı Kerim'i, Hacer-i Esved'i, Kâbe'nin eşiğini hürmet için öpmek caizdir. Buna "Diyanet öpmesi" denilir. Mübarek bir adamın elini öpmeye de "Tahiyye öpmesi" denir.

(İmam Şafiîye göre ekmeği öpmek, mübah veya hasen olan bir bid'attır. Bu öpmek, Hanefîlerce de mübah görülebilir.)

Kur'an-ı Kerim'le, diğer din kitabları ile kaşında (yüzüğün taşında) Kur'an'dan bir şey yazılı yüzüğü elinde taşıyarak, bir zaruret bulunmadıkça, helâya (tuvalete) girilmez, hürmete aykırıdır. Bunları helâya girmeden önce çıkarmalı ve temiz bir yere bırakmalıdır.

Bir Kur'an-ı Kerim okunamayacak hale gelince, temiz bez parçası içine konup ayak basılmayacak bir yere gömülmelidir. Bu, Kur'anı bir küçümseme değil ona bir ikramdır. Bununla beraber üzerine toprak atılmamalı, tahtadan bir çatı yapılmalıdır. Bu gibi Kur'an-ı Kerimleri yakmak caiz değildir.

Kur'an'dan başka diğer din kitabları eskiyince hemen gömülebilir, hem de akar suya bırakılabilir, hem de içlerindeki mukaddes isimler silindikten sonra yakılabilirler. Bu gibi kitapların kâğıtlarına bir şey sarmak dine ve ilme karşı hürmetsizliği doğuracağından caiz olamaz.

Yine, içlerinde Yüce Allah'ın veya Resul-ü Ekrem'in isimleri yazılı kağıt parçalarına da, bu isimler silinmeksizin bir şey sarılması mekruhtur.

Mabedlere karşı saygılı olmak da vacib olan bir görevdir. Bir cami veya mescide hürmetle girilir. Bunların içinde edeb ve saygı ile oturulur. Biçimsiz ve yersiz hareketlerden gereksiz konuşmalardan kaçınılır.

Kur'an-ı Kerim'e, din ve imana, peygamberlerden herhangi birine Hz. Peygamber (asm)'in bir sünnetine, bir hadis-i şerife, bir İslâm mabedine -Allah Korusun- sövmek, hakarette bulunmak veya bunlardan birini küçümseyip hiçe saymak çok tehlikelidir, küfre neden olabilir. Böyle bir durumda Allah'tan af dilemek ve böylece imanı ve nikâhı tazelemek gerekebilir.

Bir insanın sarhoş halinde böyle çirkin bir işte bulunması, küfrünü gerektirmez. Çünkü küfür inanç bölümündedir; aklın gitmesiyle beraber küfür gerçekleşmez. Böyle bir kimse için gerekli olan günahından tövbe etmek ve içkiye son vermektir. Böyle bir harama devam etmemektir.

İnsan, aslında en güzel şekilde yaratılmış olan muhterem bir yaratıktır. Hiç bir kimseye sövülmemesi gerekir. Hele ağıza sövülmesi büyük bir günahtır. (Hakimin takdir edeceği ölçüde) tazir cezasını ve tövbe etmeyi gerektirir. Öyle ki, bazı fıkıh âlimlerine göre, bir müminin ağzına sövülmesi dini risk taşır. Çünkü müminin ağzı iman ve Kur'an yeridir. Onun ağzına sövülen, Kur'ana dil uzatmış gibidir. Onun için böyle yapan kimsenin imanını ve nikâhını tazelemesi gerekebilir.

Kur'an-ı Kerimi veya herhangi bir din kitabını bilerek temiz olmayan bir yere atmak, Kur'an-ı Kerim âyetlerini ve kelimelerini sihir (büyü) gibi bir maksadla temiz olmayan şeylerle yazmak ve yine bu maksadla hürmete aykırı sözler söylemek küfür riski taşır. Onun için bu gibi sözlerden son derece kaçınmak gerekir.

Sihir (büyü), bedenlere, ruhlara ve gönüllere tesir eden, insanı hasta bırakan, öldüren, karı-koca arasını açan birtakım dökümlerden, yazı, dua ve efsunlardan ibarettir ki, bütün din âlimlerince (müçtehidlerce) kesinlikle haramdır. Böyle bir şey, fasık kimselerin ellerinden çıkabilir. Öyle ki, bazı müçtehidlere göre, sihri öğrenip başkalarına öğreten kimseler, dinden çıkma riski taşır. Ancak bu işin cevazına inanmayarak yalnız kendisini büyünün fenalığından korumak için sihir yapmayı öğrenen kimse, dinden çıkmış olmaz.

"Büyücüler ve şeytanlar her istediklerini yaparlar." diye bir inanca sahib olmak da tehlikelidir, küfür riski vardır.

Sihrin (büyünün) bir gerçek tarafı var mıdır, yoksa bir sanattan, bir göz bağcılıktan ibaret midir?

Üç İmama göre, sihrin gerçek bir yönü vardır. Bazı büyüler Yüce Allah'ın dilemesiyle tesir ederler. Fakat İmam Azam'dan rivayet edildiğine göre, sihrin ne hakikatı vardır, ne de eşya üzerinde bir tesiri vardır. Bazı olaylar bir rastlantı eseri olabilir. Bununla beraber sihrin çeşitleri vardır. Bir çeşiti sadece bir sanattan ibarettir, bir üstünlüğü yoktur.

Sihir yapanların tövbeleri, bazı müçtehidlere göre kabul olunur, bazılarına göre olmaz. Muhakkak dünyada ceza görmeleri lâzımdır. Çünkü bu bir zındıklıktır.

Kehanette bulunmak (gaybdan haber vermek), yıldızlardan birtakım hükümler çıkarmak, "Remil"(fal bakma) atmak da haramdır. İslâm dini bu gibi işleri kesinlikle yasaklamıştır. Bunlarla zaman öldürmek, aydın ve düşünen insanlara asla yakışmaz.

İnsana Saygı ve Hürmet

İslam dini, insanların birbirleriyle ilişkilerine büyük önem vermiştir. Müslümanların ilişkilerinde samimiyet, güvenilirlilik, tevazu, sadelik, nezaket, sevgi ve saygı esastır.

Müslümanlıkta insanların güvenini kazanmak ve dürüst olmak, güzel ahlakın bir özelliğidir. Bir kişinin karşısındaki bir insana güvenmesi, onun da bu güvene layık olması; elbetteki çok önemlidir. güvenilmeyen insanlardan oluşan toplumların maddi ve manevi alanda ilerlemeleri mümkün değildir.

Günlük hayatımızda güvenilir olmak son derece önemlidir. Amir memuruna, memur amirine, işçi işverenine, müşteri satıcısına, kişi dostuna güvenmezse böyle bir toplumda mutluluktan bahsedilemez. Ekonomik ve toplumsal hayatın devamı ve verimliliği, insanların birbirine karşı güvenine bağlıdır. Ölçtüğünü eksik ölçen, tarttığını eksik tartan, malın gerçek fiyatını söylemeyen, konuştuğu zaman yalan söyleyen, sır tutmasını bilmeyen, yetimlerin malını yiyen insanlar bu davranışlarını Müslümanlıkla nasıl bağdaştırabilirler? Bunlara dürüsüt insan denilebilir mi?

Müslüman, aynı zamanda dürüst, güvenilir ve başkalarına zarar vermeyen insandır. Birbirine güvenmeyen fertlerden oluşan bir toplum geleceğinden emin olamaz. Verdiği sözde durmamak, insanın kıymetini ayaklar altına alacak derecede bir noksanlıktır. Güven duygusu toplumda tuğlaları birbirine kenetleyen harç gibidir. Harç olmazsa duvar her an yıkılabilir, güven duygusu olmayan toplumda birlik ve beraberlikten, huzur ve mutluluktan söz edilemez. Söylediği yalanlarla halkı aldatan, yaptığı hile ve desiselerle insanları kandırarak çıkar sağlayan kişi, içinde yaşadığı topluma en büyük kötülüğü yapmış ve büyük bir günah işlemiş olur, Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun, kötülük yapmaktan sakının, doğru söyleyin.” (Ahzab, 33/70) 

Bir hadisi şerifte de şöyle buyrulmuşdur:

“Bizi aldatan bizden değildir.” (Riyazü’s-Salihin, III/1610)

Güvenilir Müslüman olmanın temeli, her türlü şüpheden uzak olarak Allah’a iman etmek, emirlerini tutmak, yasaklarından kaçınmak mal ve mülkün Allah’a ait olduğunu bilmek onun kudreti önünde eğilmek ve ölümden sonra O’nun huzurunda hesap verileceğine inanmak böylece, herkese iyilik yapmak, kötülüklerden uzaklaşmak, başkalarına zarar vermekten, kaçınmaktır.

İSLAM VE DEĞİŞİM

Peygamber Efendimiz (asm)'in tebliğ edip açıkladığı Allah Kelamı Kur’an; varlığını ve rehberliğini dünya durdukça sürdürecek olan, çağları kucaklayan ve aşan, daima tazeliğini ve güncelliğini koruyan, insanları geriye değil daima ileriye götüren, bilimsel ve teknik gelişmelerle çatışmayan, bir kitaptır. Bu kitabın insanlığa sunduğu öğüt ve ilkeler, hüküm ve tavsiyeler, helal ve haramlar, emir ve yasaklar, misal ve kıssalar ve bildirdiği gerçekler zamanın geçmesiyle değişmez, eskimez ve değerini yitirmez. Yüce Rabb’imiz bu hususu Kur’an-ı Kerîm’de şöyle bildirmektedir:

“Rabb’inin sözü (Kur’an), hem doğruluk hem de adalet bakımından tamamlanmıştır. Onun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur.” (En’am, 6/115)

İlim, geçmişi ve geleceği kuşatan Allah’ın kelamı olan Kur’an’ın değişmezliğine, evrenselliğine, çağları kucaklayan insanları her zaman en doğruya götüren bir kitap olduğuna inancımız tamdır. Kur’an âyetleri değişmez. Ancak insanlar ilim, kültür ve teknik bakımından geliştikçe Kur’an’ın anlaşılması ve hayata geçirilmesi de gelişip değişebilir. Kur’an’ın hedeflediği amaçlar değişmez ancak araçlar değişebilir. Mesela Kur’an’da “temizlik” emredilmiştir. Bu bir ilkedir. Bu ilke değişmez. Ama temizlik vasıtaları her zaman gelişip değişebilir. İnsanın avret yerlerini örtmesi farzdır. Bu farz değişmez fakat avret yerlerini örtecek giysilerin kumaşı, şekli ve biçimi değişebilir. Kur’an’da,

“Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.” (Enfal, 8/60)

buyurulmuştur. Ayette geçen “at” bir vasıtadır. Bu vasıta değişebilir. Çağımızda atın yerini motorlu vasıtalar, tanklar, uçaklar ve füzeler almıştır, dolayısıyla bu vasıtalar her zaman gelişip değişebilir.

Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Vurgulamak istediğimiz gerçek, âyet ve hadislerin değişmezliğidir. Ancak amaçlara götüren vasıtalar ile âyet ve hadislerde açıkça zikredilmeyen, yorum ve içtihada dayanan hükümler değişebilir.

İslam’ın bütün emir ve yasakları insanların mutluluğu içindir. Dünya ve âhirette mutlu olmak için İslam’ı iyi öğrenmeli, iyi anlamalı, emir ve yasaklarına tam uymalıyız. Peygamber Efendimiz (asm) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:

"(Ey İnsanlar!) Size sımsıkı sarılıp ahkamını uyguladığınızda asla sapıtmayacağınız (iki şey) bıraktım. (Bu iki şey); Allah’ın Kitabı ve Peygamberinizin Sünnetidir.” (el-Münzirî, et-Tergîp ve’t-Terhib, I/80, Beyrut, 1968)

YAŞLILARA SAYGI

Yüce dinimiz İslam’ın ana hedefi, insanların dünya ve ahiret saadetini temin etmektir. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın yer yüzündeki halifesidir. Allah bütün nimetleri O’nun istifadesine sunmuştur. İnsana saygı ve hürmet dinimizin emri, ahlaki değerlerimizin de temel taşıdır.

Yüce Rabbimizin insana bahşettiği özelliklerin en dikkat çekici olanları sevgi, saygı ve merhamet duygularıdır. İnsan ancak bu yüce duygular sayesinde mutlu olabilir. Bu duyguların olmadığı yerde hüzün ve keder vardır. Bizler,

“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de olgun mümin olamazsınız.”(Müslim, İman 93)

“Birbirini sevmede, birbirine acımada ve birbirine şefkat göstermede müminler bir vücut gibidir. Vücudun bir uzvu rahatsız olunca diğer uzuvları da ona ortak olur.(R. Salihin, 1/277)

buyuran bir peygamberin ümmetiyiz.

Düşeni kaldırmak, hastayı ziyaret etmek, açları doyurmak, açıktakileri barındırmak, dul ve yetimlerin elinden tutmak, yolunu şaşıranlara yol göstermek, büyüklere saygılı olmak, her Müslüman’ın görevidir. Nitekim Peygamberimiz (asm) buyuruyor:

“Küçüklerine merhamet etmeyen, büyüklerine saygı göstermeyen ve iyilikle emredip; kötülükten men etmeyen bizden değildir.”(Müslim, İman 93)

Anne ve babalarımız başta olmak üzere; yaşı bizden ileride olan, tanıdığımız olsun ya da olmasın bütün büyüklerimize karşı saygı ve hürmet göstermek dini, milli ve insani bir görevdir.

Dünya hayatı geçicidir, bugünün gençleri yarının büyükleri olacaktır. Bugün gücü kuvveti yerinde olan, tuttuğunu koparan insanlardan bir kısmı belki ihtiyarlamadan dünya hayatına veda edecek, bir kısmı da ihtiyarlayıp gücünü, kuvvetini kaybedecektir. Bu hayatın bir gerçeğidir ve asla değişmez. Bundan dolayı yaşlılara devamlı saygılı olmalıyız. Dinimize göre genç bir insan yaşlılara gençliğinde hizmet ederse Yüce Allah da yaşlılığında ona hürmet edecek kimseler nasip eder.

Peygamber Efendimiz bu konuda şöyle buyuruyor:

"Bir kimse Müslüman kardeşinin ihtiyacını yerine getirirse; Allah da ona yardım eder. Bir kimse Müslüman kardeşinin sıkıntısını giderirse; Allah da ona mukabil kıyamet sıkıntılarından birini giderir."(R. Salihin, I/242)

Büyüklere saygı bir eğitim ve kültür işidir. Bizlere düşen görev Yüce Allah’ın emrettiği, Peygamber Efendimiz (asm)’intavsiye buyurduğu şekilde hareket ederek, daima yaşlılara karşı sevgi ve saygıda kusur etmemektir. Bu cümleden olarak: Toplu taşıma araçlarında yaşlılara, özellikle hanımlara yer verelim. Onlar ayakta iken biz oturmayalım.

Bir iş ya da alışveriş maksadıyla sıraya girilmişse, aynı şekilde yaşlılara ve hanımlara öncelik verelim. Elinde ağır bir yük taşıyan büyüklerimize yardımcı olalım.

Karşıdan karşıya geçmekte zorlanan, yardıma muhtaç olduğunu farkettiğimiz herkese yardım edelim. Unutmayalım ki bugünün yaşlıları dünün gençleri olduğu gibi, bugünün gençleri de yarının ihtiyarları olacaklardır. Peygamber Efendimiz (asm)'in şu ikazını her zaman hatırlayalım:

“Merhamet edenlere Allah’da merhamet eder. Allah’ın yarattıklarına merhamet ediniz ki, Allah da size merhamet etsin.”

AKRABALARIMIZA KARŞI SORUMLULUKLARIMIZ

İslam Dini’nin, üzerinde ısrarla durduğu ahlaki ve sosyal değerlerden biri de akrabalara saygılı olmak, onlara şefkat ve merhamet göstermektir. Yakın ve uzak akrabalarımızın her bir ferdine samimi bir sevgi beslemek ve ilgiyi kesmemek, dini ve ahlaki görevlerimizden birisidir. Zira, bir âyet-i kerimede mealen,

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, emriniz altında bulunanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (Nisa, 4/36)

buyurulmuştur. Peygamber Efendimiz (asm) de şöyle buyuruyor:

"Allah’a ve Ahiret gününe iman eden kimse akrabasını gözetsin.” (Riyazü’s-Salihin, I/348, H.No: 312)

“Hısım ve akraba ile ilgiyi kesenler cennete giremez.” (age., I/370, H.No:338)

Akrabalarımızdan sıkıntıda olanlara maddi ve manevi yardımda bulunmalıyız. Yardıma muhtaç olmayanların gönüllerini alıp, büyük olanlara saygılı davranarak, küçük olanlara şefkat ve merhametle muamele etmeliyiz. Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (asm) buyuruyor:

“Karşılık olsun diye yakınlarını ziyaret eden kimse, gerçekten görüp gözeten değildir. Asıl ziyaretçi, kendisinden ilişki kesildiği hâlde ilişkisini kesmeyip sürdüren kimsedir.” (Hadislerle İslam, Tergib ve Terhib Trc., I/155, H.No: 22)

Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki, akrabaya karşı yakın ilgi içinde bulunmak, bir fazilet ise de, sıla-ı rahmin gerçek manası daha farklıdır. Akrabamız bizden yüz çevirdiği bir zamanda onları arayıp hâl ve hatırlarını sorar, durumları ile ilgilenirsek, işte o zaman akrabamıza karşı olan vazifelerimizi gerçek manasıyla yerine getirmiş oluruz. Ziyarete gelmeyen akrabayı ziyaret etmek, kötülük yapana iyilikte bulunmak ve onu affetmek kendi aleyhine bile olsa doğruyu ve hakkı söylemek; dini ve ahlâki meziyetlerdendir. Bu ziyaretler sırf Allah Rızası için olmalı, maddi menfaatlara dayanmamalıdır. Bunun içindir ki, dinimizde akrabalık görevlerini yerine getirenlere büyük mükafatlar vadedilmiştir.

Akrabalarımıza, hatta bütün insanlara karşı maddi ve manevi her çeşit yardımda bulunmak, güler yüz göstermek, tatlı dil kullanmak dini ve ahlaki görevimizdir.

Ne mutlu akrabasına karşı iyi muamelede bulunanlara ve onları unutmayıp hâl ve hatırlarını soranlara!..

37 Münafık sıfatı taşıyan münafık mıdır, münafıkların özellikleri nelerdir?

Her sıfat ve özellik insanı münafık yapmaz. Örneğin yalan söylemek Müslümanın özelliği olmamalıdır. Bir münafığın vaya kâfirin özelliğidir. Ancak bir mümin de yalan söylemekle münafık özelliği taşısa bile, münafık olmaz ve münafık diyemeyiz.

Münafık: İçinden gerçek anlamda iman etmemiş olup, dışından Müslüman görünen kimse. Aslî mânâsını değiştirmeden dilimize geçmiş olan münafık kelimesi İslâm toplumu içinde -çeşitli sebeblerden dolayı ve menfaati icabı kendini Müslüman göstererek Allah'a, Rasûlüne ve mü'minlere düşmanlığını gizleyen kimsedir (Bakara, 2/8; Âl-i İmrân, 3/167; Mâide, 5/41)

Peygamber Efendimiz (asm) münafıkların kimler olduğunu herkese açıklamamış ve onlardan bazılarının cenaze namazlarını bile kıldırmıştır. Bu nedenle dikkatli olmak gerekir.

"Nifak, kalbte olursa küfür, amelde olursa suçtur." (Kurtubî, Tefsir, VIII/212).

Bu bakımdan, münafıklardaki nifak hâli îtikâdî ve amelî olarak iki grupta toplanır:

1. İtikâdî nifak: Kur'an-ı Kerim'de karakterize edilen, dünyada iken Müslüman muamelesi görüp, âhirette inançsızlığı ortaya çıkınca kâfirlerden daha kötü muâmeleye tâbî tutulmasına sebeb olacak olan nifak hali. (Nisâ, 4/145)

"Akîdenin hilafına îmanda mürâîliktir." (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI/4997).

Kur'an-ı Kerim insanları mümin, kâfir, münâfık olmak üzere üç grupta toplar (Bakara, 2/1-20) ve "insanların en kötüsü ve iki yüzlü olanı" şeklinde tarif edilen münafıkların şu özelliklerinden sözeder:

- İslâm toplumu içinde fesatçıdırlar. "Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiğinde; "biz ıslah edicileriz" derler", (Bakara, 2/9-13). "Müslümanların inandıkları gibi inanın, diye örnek verilince; "biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?" diye itiraz ederler. İnananlarla yanyana gelince de; "sizinle beraberiz" derler. Fakat reisleri ve şeytanlarıyla başbaşa kalınca; "biz onları aldattık" diye alay ederler" (Bakara, 2/13-15).

- İman ile küfür arasında bocalayan münafıklar, bazan Allah'ı hatırlar gibi davranırlar. Fakat, Allah'a oyun etmeye çalışırlar ve gösterişte bulunurlar. Namaza da üşene üşene kalkarlar (Nisâ,4/142-3). İnsanları Allah yolundan döndürmek için yalan yere yemin ederler (Mücadele, 58/14; Münâfıkûn, 63/2).

- Münafıkların kalbi verimsiz toprak gibidir (A'raf, 7/58), menfaatlerine göre şekil alırlar, dönektirler (Nisâ, 4/141; Ankebût, 29/10-11) Asr-ı Saadetteki münâfıklara; "Hz. Peygamber'in yanına gelmeden önce sadaka verin de öyle gelin." denildiğinde bunların, menfaatlarına dokunduğu için, kaçtıkları tesbit edilmiştir. (Mücâdele, 58/13).

- Münafıklar bir taraftan da maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvururlar. Nitekim, münafıkların başı Abdullah İbn Ubeyy b. Selûl, kazanç sağlamak amacıyla câriyelerini zinaya zorluyordu. Bu maksatla bir nevi genelev de kurmuştu. Zina yoluyla câriyelerinden gelir sağlama çabası üzerine, olayı yasaklayan âyet nazil olmuştur (et-Taberî, Tefsir, XVIII/132; Nûr, 24/33).

- Münafıklar Allah'ı unutup cimrilik yaparak ellerini yumarlar (Tevbe, 9/67), bir belâya uğrayıp sıkışınca hemen fitneye düşerler (Ankebût, 29/10), felâketin dönüp kendilerine çarpmasından korktuklarını, kendi aralarında fısıldaşırlar (Mâide, 5/52, 53); olayların akışı münafıkların lehine gibi ise, itaatla koşa koşa Peygamber (asm)'in yanına gelirler (Nûr, 24/49); bunlar zâhiren îman edip kalpleriyle kâfir olanlardır (Münafıkûn, 63/3).

"Allah'a, Peygamber'e inandık, itaat ettik" diyen münafıklar (Nûr, 24/47; Münafıkûn, 63/1); diğer taraftan Hz. Peygamber (asm)'e isyanı, düşmanlığı fısıldaşırlar (Mücâdele, 58/9-10). Onlar aynen şeytanlara benzerler (Haşr, 59/16); tabiatları gereği Allah'a ve Peygamber'e muhalefet üzeredirler (Mücadele, 58/20); fakat kalblerindeki gizlediklerini ortaya çıkaran âyetlerin inmesinden de çok korkarlar (İnfitâr, 82/4-5; et-Tevbe, 9/64).

- Allah'a kötü zanda bulunan erkek ve kadın münafıklar (Fetih, 48/6), biribirlerinin tamamlayıcı parçası olup, insanları kötülüğe çağırır, iyilikten vazgeçirmeye çalışırlar. Onlar ebedî cehennemliktirler (Tevbe, 9/67-69). Kötü sözlerin Müslümanlar arasında yayılmasını isterler (Nûr, 24/19); kötülük yapınca sevinirler; yapmadıkları şeylerle övünmekten hoşlanırlar (Âl-i İmrân, 3/188);

- Kur'an-ı Kerim âyetleriyle alay ederler (Nisa, 4/140);

- İslâm toplumu içinde yalan-yanlış uydurma haber yayarlar (el-Ahzâb, 33/60-61);

- Cihada çıkacaklarını yemin ile ifade ettikleri halde iş fiiliyata dökülünce kaçarlar (Nûr, 24/63); düşman korkusundan ölüm baygınlığına düşer (Münâfıkûn, 63/19); böyle bir ortamda kaçacak delik ararlar (Tevbe, 9/57). Mü'minler zafer kazanınca, başarıya ortak olmak, ganîmetten faydalanmak için; "Sizinle beraber değil miydik?" derler. Kâfirler gâlip gelince; "Size mü'minlerden gelecek ziyanı biz önlemedik mi?" derler (Nisâ, 4/141). Savaşta çok şehid düşen olursa; "Allah lutfetti de iyi ki savaşta bulunmadım" diyen münafıklar, eğer ganîmet bölüşülecekse, "Ah keşke ben de şu ganîmete erseydim." derler (A'râf, 7/72, 73).

Kur'an-ı Kerim'de özelliklerini tanıtıp haber verdiği münafıklar için Yüce Allah, Peygamberini şöyle uyarmaktadır:

"O münafıkların dış görünüşlerine aldanma. Onların liderlerini gördüğün zaman, yakışıklıdır, gövdeleri hoşuna gider. Konuşurlarsa güzel konuşurlar, dinlersin. İşte onlar sıra sıra dizili kereste gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar." (Münafıkûn, 63/1-4).

Hak söz tanımayan, âhirette topluca kâfirlerle bir araya gelecek olan (Nisa, 4/140), münafıklara istiğfar etsen de etmesen de birdir. Çünkü Allah bu fâsıkları affetmeyecektir (Münafıkûn, 63/6).

Münafıkların İslâm toplumu içinde bulunmalarından dolayı elde ettikleri menfaatların, âhiret hayatında da devamını isteyeceklerini, fakat bunun mümkün olmayacağını Kur'an-ı Kerim şöyle haber verir:

"Âhirette münafık erkek ve kadınlar îman etmiş olanlara; "bizi bekleyin, nûrunuzdan bir parça ışık alalım" diyecekler. O gün onlara; alayla "dönün arkanızda bir nur arayın" denilecek de, neticede îman edenlerle aralarında bir duvar olduğunu görecekler. O zaman münâfıklar, mü'minlere şöyle seslenirler: "Biz sizinle beraber değil miydik? ". "Evet", diyecekler; fakat kendinizi siz kendiniz yaktınız, kuruntunuz sizi aldattı."(Hadid 57/13-15).

Böylece münafıklar ve kâfirler Cehennemde bir araya gelmiş olacaklardır (el-Nisâ, 4/140).

Medine döneminde, Yahudilerle dostluk kuran münafıklarla müminlerin dost olmamaları hatırlatılmakta (Maide, 5/51) ve Hz. Peygamber (asm)'e; asıl düşmanın münafıklar olduğu, onlarla savaş yapması, hattâ sert davranması vahiy yoluyla bildirilmektedir. Hz. Peygamber'in de münafıklara karşı gayet ihtiyatlı, temkinli bir siyaset uyguladığı, gayri müslimlere yapılan muameleye tâbi tutmadığı; bilakis onları İslâm toplumu içerisinden ayırmayıp, üzerlerinde kurduğu kuvvetti bir otorite ile tesirsiz hale getirdiği müşahede edilmektedir.

2. Amelî Nifak: Bazı tutum ve davranışlarıyla itikadî nifaka kısmî bir benzeyiş içinde bulunmakla beraber, inançlarında açık bir nifakın söz konusu olmadığı Müslüman kişilerin durumu. Hadislerde geçen münafık türü amelî (ahlâkî) yönden olan nifakı vurgulamaktadır. Meselâ:

"Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vadettiğinde vaadinden döner, kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder." (Tirmîzî, Îman, 14)

hadisi benzerî hadisler, îtikâdî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler ve tenbihler mahiyetindeki emirlerdir. Zîra, amelî nifak çoğalınca ileride Müslümanın îtikâdî nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir.

(bk. Ahmet SEZİKLİ, ŞİA, md. Münafık)

İlave bilgi için tıklayınız: 

- İslamiyet'i iyi öğrenmek ve yaşamak için ne yapmak gerekir? İslamı doğru anlama nasıl olmalı?

38 Dinden dönmeyi tekrarlamanın bir sayısı var mıdır?

Bilebildiğimiz kadarıyla, İslam’da dinden dönmenin belli bir tekrar sayısı yoktur. Herhangi bir ayette veya hadiste böyle bir sınırlama söz konusu değildir. Mühim olan, dinden döndükten sonra kişi, gerçekten samimî olarak tövbe edip, İslam’a olan inancını ciddi olarak yenilemiş olsun. Tövbe kapısı, günahkârlar için olduğu gibi, dinden dönüp kâfir olanlar için de ardına kadar açıktır. Bu husus, Allah’ın sonsuz rahmetinin bir tezahürüdür.

Ancak kişinin içinde bulunduğu küfür anında ölmesi hususu çok önemlidir. Kâfir olarak ölen kimsenin affı söz konusu değildir. Diğer kâfirler gibi, dinden dönen kimsenin de yeri ebedî olarak cehennemdir.  Bu hakikati şu ayette açıkça görmekteyiz:

“Şüphesiz inkâr edip kâfir olarak ölenlerin hiç birinden, fidye olarak dünya dolusu altın verecek olsa  dahi, kabul edilmeyecektir. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Ve onların hiçbir yardımcıları da yoktur” (Al-i İmran, 3/91).

Konumuzla alakalı bir iki ayetin açıklamasını vermekte fayda mülahaza ediyoruz. Çünkü bu ayetlerden ilk etapta, dinden dönenlerin tövbesinin asla kabul edilmeyeceği hususunu anlaşılabilir. Ancak gerçeğin öyle olmadığını görmek de mümkündür:

Birinci ayetin meali:

“Şüphesiz iman ettikten sonra inkâr eden, sonra da inkârcılıkta daha da ileri gidenlerin tövbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendileridir.” (Al-i İmran, 3/90).

Alimler, bu ayet hakkında çok değişik yorumlar yapmışlardır. Bu yorumların hepsinin hedefinde “Tövbe kapısının herkes için son nefesten biraz öncesine kadar açık olduğu” tezini doğrulamak vardır.

Bütün bu yorumlara yer vermenin bir yararı olmadığını düşünüyoruz. Bu sebeple, bu yorumları verdikten sonra, kendi tercihini ortaya koyan Taberî’nin şu görüşünü aktarmakla yetineceğiz. Buna göre; bu ayette söz konusu edilenler, iman etmeyen Yahudilerdir. Ayette âdeta şöyle deniliyor:

“Peygamberliğinden önce  Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman eden, fakat geldikten sonra onu inkâr ederek küfre giren, sonra da bu inkârcılık esnasında başka günahlar işlemekle küfürlerini daha da artıran Yahudiler, her şeyden önce Hz. Muhammed’i inkardan vazgeçip, o konuda tövbe etmedikleri sürece, başka günahlardan yapacakları tövbeleri asla kabul edilmeyecektir.” (Taberi, ilgili ayetin tefsiri).

İkinci ayetin meali:

“İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarında ileri gidenleri Allah, ne bağışlayacak ne de doğru yola iletecektir.” (Nisa, 4/137).

Bu ayetin yorumlarının hedefinde de “Tövbe kapısının herkes için son nefesten biraz öncesine kadar açık olduğu” tezini doğrulamanın var olduğu gerçeği söz konusudur.

Bazı alimler, bu ayetin ifadesine bakarak, dinden dönenlerin bu suçlarını üç kez tekrarlama ve üç kez tövbe etme hakkının olduğunu söylemiştir. Hatta bu konuda Abdullah b. Ömer’den de bir rivayet aktarılmıştır. (bk. Taberî, ilgili ayetin tefsiri)

Diğer bazı alimler ise, bu görüşü kabul etmemiş ve dinden döndüğü her defasında yeniden tövbe edip İslam’a girme şansının var olduğunu söylemişlerdir. (bk. a.g.y).

Bu ayette söz konusu olanların Peygamber Efendimize (asm) inanmayan Yahudîler ile iman etmediği halde iman ettik diyen münafıklar olduğu söylenmiştir. (İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri).

Arkadan gelen ayette münafıkların söz konusu edilmesi, bu ayetin de münafıklar hakkında  olduğuna dair görüşü güçlendirmektedir.

Bazı alimlere göre, muhataplar kim olursa olsun, ayette vurgulanan, “tövbelerinin kabul edilmeyeceğine muhatap olanların” tövbelerinden maksat, ölünceye kadar tövbe etmeyip imansız olarak ölenleri veya tövbe kapısının kapandığı ölüm anında tövbe edenlerdir. (bk. Taberî, İbn Kesir, Alısî, ilgili ayetin tefsiri).

Alimlerin büyük çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre, bu ayette vurgulanan husus, böyle iki de bir dinden dönenlerin samimî, makbul bir tövbe edemeyecekleridir. Adeta -aklî, kalbî ve ruhî mekanizmalarının bozulmasından ötürü- yeniden makbul bir tövbe edip doğru yola girmeleri, imkansız hale geldiği gerçeğidir. Yoksa ayetin vurgusu, samimi olarak yaptıkları tövbelerinin kabul edilemez olduğunu göstermez. (bk. Alusî, ilgili ayetin tefsiri).

Bütün bu açıklamalar, konunun başında vurguladığımız hususun gerçekliğini ortaya koymaktadır. Ölüm anı gelmeden iman eden ve o iman ile ölen her insan mümindir.

39 Gazali Hazretlerinin kelam ilmi hakkındaki görüşleri nelerdir?

İmam Gazalî, kelamcı alimler arasında sayılır. Onun için, kendisinin -prensip olarak- kelam ilmine karşı çıkması düşünülemez. Nitekim Gazalî, “el-Munkızu mine’d-dalal” adlı eserinde “Kelam İlimi, Gayesi ve Esası” başlığı altında şu ifadelere yer vermiştir:

“Sonra ben kelam ilmini öğrenmeye başladım, onu tahsil ettim ve onu anlamaya çalıştım. Muhakkik kelamcıların eserlerini mütalaa ettim. Kelam ilmini arzu ettiğim şekilde tasnif ettim. Sonuç olarak bu ilmin kendi amacını hakkıyla gerçekleştiren bir ilim olduğunu, ancak benim maksadımı tatmin etmekten uzak olduğunu gördüm."

"Nitekim kelam ilminin asıl maksadı Ehl-i sünnet akidesini korumak, ehl-i bid’anın sokmak istedikleri şüphelerini izale etmek suretiyle Ehl-i sünnetin akidesini muhafaza etmektir. Allah kullarına -elçisinin ortaya koyduğu şekilde- hak olan akideyi ilham etti. Ki, bu akide müminlerin din ve dünyaları için pek faydalı, Kur’an ve sünnetin öngördüğü prensipler ihtiva ediyor."

"Diğer taraftan şeytan bid'at ehline Ehl-i sünnet akidesine aykırı şeyler telkin etmiş ve onlar da bu telkinler doğrultusunda ehl-i hakkın akidesine tereddüt vermek, onları teşviş etmek için ileri-geri konuşmaya devam etmişlerdir."

"Bunların bu fitne tohumlarına ekmelerine mukabil, Allah kelamcılar taifesini inşa etti. Düzenli bir şekilde Ehl-i sünnet akidesini savunmak, bid'at ehlinin aldatıcı düşüncelerinin yanlışlığını ortaya koymak için onların bütün duygularını harekete geçirdi, böylece Kelamcılar (diye bilinen bir ilim taifesi) ortaya çıkmış oldu.”(el-Munkızu mine’d-dalal, 118-121).

Bu ifadelerden de anlaşılıyor ki, İmam Gazalî -prensip olarak- kelam ilmini, Allah’ın bu ümmete lütfettiği bir nimet olduğunu, ancak, kendi zamanındaki şartlara göre bu yapısıyla fazla etkisinin kalmadığını düşünüyor.

Gazalî, tenkit ettiği kelamcıların bu yönünü -özetle- şöyle seslendirmiştir:

“Kelamcılardan bir kısmı, Kur’an ve sünnet çizgisinde şekillenen İslam akidesini çok güzel savunmuş, bid’atçıların şüphelerini izale etmeye çalışmıştır. Ancak bu mücadeleyi yürütürken muarızları olan hasımlarının kullandığı bazı prensiplerini, istidlal metotlarını kabul edip aynısını kullanmak zorunda kalmışlardır. Zamanla bu mücadele öyle bir hâl almış ki, kelamcılar kendi kabulleri olan sabitelerini ortaya koymak yerine, hasmın itirazlarını, delillerini seslendirmeye çalışmışlardır."

"Artık (fizik, kimya, jeoloji, coğrafya astronomi gibi) evrenin organları ve temel yapı unsurlarıyla uğraşan ve onu da hakkıyla ortaya koyup da faydalı bir yöne kanalize etmekten âciz kalan bir kelam metodu ortaya çıkmıştır. Bu ise, birçok Müslümana yarar yerine zarar vermiştir. Bu gibi sebeplerdendir ki, kelamcıların metodu beni tatmin edemiyor ve dertlerime derman olamıyordu.”(age, s. 123-124).

Özetlersek, İmam Gazalî kelam ilmine karşı değil, zamanla kullanılan yanlış metotlarına karşıdır.

Diğer soruya gelince, İmam Gazalî, geniş halk kesiminin kelam veya felsefede yer alan delillerle irşat etmenin yanlış olduğunu söyler. Ona göre, bu konularda altyapıdan mahrum olan avamın/cahil halk kesimlerinin, kendileri için çok yabancı olan ve birbirini nakzeden farklı ve de çelişkili olan bu tür istidlal metotların söz konusu olduğu ortamlar, onların akidelerini pekiştirmek yerine gevşetir, tereddüt verir, zedeler. 

Özellikle tevil ve tabire muhtaç olan müteşabih konular gibi, avamın o basit düşüncelerinin tartamayacağı hususlar, onların tereddütlerine sebep olabilir. Kelamın önemli bir kısım konuları müteşabihler olduğu için, onların kelam ilmini okumaları zararlı olabilecektir. Böyle bir tehlike yoksa, elbette bir sakıncası olmadığı gibi ayrıca faydalı olacaktır.

Gazalî, ”İlcamu’l-avam an ilmi’l-kelam” (Avam tabakasını/halk kesimini kelam ilminden uzak durdurmak) adlı eserini bu konuya tahsis etmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

İmam Gazali hangi konularda İbni Rüşd, Farabi ve İbn Sina ile fikir ayrılığına düşmüştür?

40 İmanın azalıp eksilmesi ve artması konusunda dört mezhep imamı ve cumhurun görüşü nedir? Arada ne fark var?

Sitemizdeki aynı konuları tekrar etmeden, kısaca sizin istediğiniz soruya cevap vermeye çalışalım: 

a. İmam Azam’a göre, iman, artma ve eksilme kabul etmez. İman ne artar ne de eksilir. (bk. el-Vasiyye s, 72)

b. İmam Malik şöyle der: İman söz ve ameldir, artar ve eksilir. (Tertibu-l-Medarik , 2/47)

c. İmam şafii’ye göre, iman söz ve ameldir, artar ve eksilir. (bk. İbn Abdul-ber, el-intiksa, s.81; Beyhakî, Menakıbu’ş-şafiiye, 1/387-93)

d. İmam Ahmed’e göre iman söz ve ameldir, artar ve eksilir. (bk. Ahmed b. Hanbel, Usulu’s-Sünne, 1/34)

e. Cumhura göre: İman artar ve eksilir. (Acurri eş-Şeria s, 117; İbn Batta, el-İbanetü-l-Kübra 2/813; Nevevi Şerhu Müslim, 1/146)

İmama Beğavi de şöyle demektedir:

“Sahabeler, tabiinler ve onlardan sonra gelen Ehl-i sünnet alimleri amellerin imandan bir cüz olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Onlara göre,  İman söz, amel ve akidedir. İtaat ile iman artar, isyan ile eksilir.” (el-Beğavi Şerhü-Sünne 1/38)

- Özetle şunu söyleyebiliriz ki, İmanın artması-eksilmesi konusundaki alimlerin farklı görüşleri, lafzidir, hakiki değildir. Aslında her iki taraf da aynı şeyi farklı cümlelerle ifade ediyor. Bu iki görüşün ortak paydasını teşkil edecek bir özeti şöyle arz etmekte fayda vardır:

İman, inanılması gereken hususlar (iman esasları) açısından artmaz ve eksilmez. Bir kimse iman esaslarının hepsini kabul edip de bir veya bir kaçına inanmasa meselâ meleklere inanmasa veya namazın farz yahut adam öldürmenin haram oluşunu inkâr etse, iman etmiş sayılmaz. Bu durumda iman gerçekleşmediğinden artması ve eksilmesi söz konusu olamaz. Herkes aynı hususlara iman etmekle yükümlüdür. İnanılacak esaslar konusunda bilginle cahil, peygamber olan ve olmayan, kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur.

İman, güçlü veya zayıf olma açısından farklılık gösterir. Kiminin imanı kuvvetli kiminin zayıftır. Kiminin imanı tam anlamıyla içine sinmiş, kimininki yüzeysel kalmıştır. Kimininki işitme ve düşünmeye bağlı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki görmeye dayalı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki de yaşamaya, gönülden duymaya ve iç tecrübeye dayalı bilgi ve inanç seviyesindedir. İmanda bu çeşit bir farklılığın bulunduğuna âyet ve hadislerde de işaret edilir. Hz. İbrâhim, ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah'tan istemiş, âyette buyurulduğu gibi yüce Allah'ın "İnanmadın mı?" sorusuna "(gözümle de görerek) kalbim tam yatışsın diye" (Bakara, 2/260) cevabını vermiştir. Böylece onun Allah'ın ölüleri nasıl dirilttiğini gördükten sonraki imanının önceki imanından daha güçlü olduğu belirtilmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'deki,

 "İman etmiş olanlara gelince (her inen sûre) daima onların imanını artırmıştır." (Tevbe, 9/124);

"O, müminlerin yüreklerine imanlarını katmerli bir imanla artırmaları için mânevî kuvvet indirendir." (Fetih, 48/4);

"Müminler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer. Allah'ın âyetleri kendilerine okunduğu zaman bu onların imanını artırır." (Enfâl, 8/2)

anlamındaki âyetler ile bu konudaki hadisler, imanın kuvvet, kalbin derinliklerine nüfuz yönüyle farklı seviyelerde olabileceğini, nitelik yönüyle artma ve eksilme gösterebileceğini ifade etmektedir.

41 İman esaslarının, "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere iman" şeklinde sıralanışındaki hikmet ve mantık bağı nedir?

Ehl-i sünnet inancına bağlı herkesin kabul etmesi gereken iman esasları, Kur'an'da çeşitli ifadelerle yer almıştır. Bir yerde müminin vasıfları olarak "Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba (Kur'an'a) ve peygamberlere iman" şeklinde sıralanırken (bk. Bakara, 2/177), başka bir yerde müminlere “Allah'a, peygamberine (Hz. Muhammed'e), peygamberine indirdiği kitaba (Kur'an'a) ve önceden indirdiği kitaba iman etmeleri emredilir.(bk. Nisâ, 4/136.)

Buna karşılık Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr edenin koyu bir sapıklık içinde olduğu belirtilir.(bk. Nisâ, 4/136.)

Bu âyetlerde değişik şekillerde sıralanan iman esasları Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve âhirete iman olmak üzere beş ilkede toplanmış ve kader, yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğu inancı bunlar arasında zikredilmemiştir.

Bununla beraber, kader konusu diğer ayetlerde yer almıştır:

“...O’nun katında her şey bir ölçüye göredir.” (Rad, 13/8) 

“Her şeyi yaratıp bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkan, 25/2)

“Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.” (Kamer, 54/49)

Bu ayetler, imanın ilk beş şartını sayan ayetlerle birlikte düşünüldüğünde, kaderin de iman esasları arasında olduğu anlaşılmaktadır.

Ayrıca meşhur Cibril hadisinde “İman nedir?” sorusuna verilen cevap şöyledir:

“İman; Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe inanmandır. Kadere, yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna da inanmandır.” (Buhârî, İman 1; Müslim, İman 1)

Görüldüğü gibi kader, imanın şartlarından biri olarak sayılmaktadır.

İmân, bu altı rükünden, yani esastan çıkan tek bir hakikattir. Bölünme ve ayrılma kabul etmez. Kısımlara ayrılamaz. Bazısına inanıp bazısına inanmamak olamaz. Zira her bir îmân rüknü, kendisini ispat eden deliller ile diğer îmân rükünlerini de ispat eder.

İmanın altı şartının bu şekilde sıralanışının elbette bir çok hikmeti olabilir. Örneğin, Allah’a iman konusunda problemleri olan birine, meleklerinden, kitaplarından bahsetmek, hatta kaderden söz etmek ne kadar mantıklı olabilir. Bu sıralamanın bir çok hikmetinden birini şöyle özetlemek mümkündür:

İmanın şartlarının ilki olan Allah’a iman, altı şartın en önemlisi, diğer şartların varlık sebebi ve bütün şartların özetidir. Ayrıca inanılması gereken hususlar, Allah’ın bildirmesiyle bilinir. Allah’a iman, iman esaslarının kutbudur.

Allah, inanılması gereken şeyleri elçilerine bildirmekle, bir melek olan Cebrail’i görevlendirmiştir. Bu açıdan meleklere iman olmadan kitaplara iman mümkün olmaz. Bu açıdan iman edilmesi gereken şeylerin sıralanışı içinde meleklerin yeri, onlara imanın önemini göstermektedir. Bu sıranın, Allah isminden sonra, kitaplar ve peygamberlerden önce oluşu, meleklerin Allah ile peygamberler arasında elçilik-habercilik yaptıklarına, Allah’ın kitaplarını getirmede aracı olduklarına, yani vahiy getirme görevlerine işaret eder mahiyettedir.

Melekler, Allah'ın insanlara bir lutfu ve keremi sayılan "peygamberlik müessesesi"nin temeli olan Allah'ın ilâhî vahyini, görülmeyen gayb âleminden insanlara, onlar arasından seçilen peygamberlere indiren Allah'ın ilâhî elçileridir.

Bu vahiy meleği olan elçilerin getirdiği mesajlar da Kitaplar ve Sahifeler olarak adlandırılır.

Peygamberler, kendilerine gelen kitapları insanlara tebliğ ederek Allah tarafından peygamberlikle görevlendirildiklerini haber vermişlerdir.

Ayrıca, peygamberler, kendilerine gelen vahiylerden öğrendikleri bilgilerle ahiret hayatının varlığını insanlara anlatmışlardır.

Her zerrenin ve bütün evrenin yol haritası anlamına gelen kader hakkında bilgi sahibi olmak ise, imanın bundan önceki şartları sayesinde mümkün olmaktadır.

Görüldüğü gibi, imanın şartlarının sıralanmasında bir bağ ve mantık bulunmaktadır.

Şunu da ifade etmek gerekir ki, bir insanın mümin olması kelime-i şehâdetin muhtevasına inanmasıyla gerçekleşir. Kişi bununla Hz. Peygamber (asm)'in tebliğ ettiği iman esaslarını da kabul et­miş olur. Kelâm literatüründe iman esas­ları "Allah'a, Peygamber'e ve âhiret günü­ne iman" şeklinde önce, üç ardından kelime-i şehâdette belirtildiği gibi Allah'a ve Hz. Muhammed (asm)'in pey­gamberliğine iman olarak iki ve nihayet Allah'a iman şeklinde tek bir esasta özetlenmiştir.

Kur'an'da sabit olup sahih hadislerle de açıklanan iman esasları, sadece yaygınlık kazanan altı unsurdan ibaret değildir. Dinden olduğu kesin biçimde kanıtlanan itikadî, amelî ve ahlâkî bütün hükümlere inanmak, bunların farz, helâl veya haram olduğunu tasdik etmek de mümin olmanın şartıdır.

42 Sıddık - sıddıkiyet makamı hakkında bilgi verir misiniz?

Amelde sadakat, şer'î yollara uyarak Rasulullah (asm)'e tabi olmak suretiyle olur. Müslüman sözde, niyette ve amelde sadakatı gerçekleştirince, sıddıkiyet derecesine ulaşır. Bu derece ise, Cenab-ı Hakk'ın mü'min kullarından istediği Rasûlüllah (asm)'e hitap ile yönelttiği bir derecedir.

"Ve şöyle de; Rabbim, beni sıdk (ve selamet) girdirişiyle girdir; sıdk (ve selamet) çıkarışıyla çıkar ve tarafından da hakkıyla yardım edici bir hüccet ver." (İsra, 17/80).

"Sıdk girdirişi ve çıkarılışı" demek, Müslümanın herhangi bir şeye ve herhangi bir işe girişip başlamasının, ondan çıkışı ve onu terkinin Allah için ve Allah ile olmasıdır. Yani yaptıkları ve yapmadıkları Allah'ın rızasına bağlıdır. Kul bunları eda ederken Allah'tan yardım dileyerek yapar. Maksadı da Allah'ın rızasıdır. Gayesi de yalnız Allah'dır.

"De ki: Benim namazım da ibadetlerim de hayatım ve ölümüm de hiç bir ortağı olmayan âlemlerin Rabbı olan Allah'ındır." (En'am, 6/162-163).

Müslüman, sıddıkiyetin bu derecesine erince, hayatta onun nazarında rağbet edilecek başka bir gaye kalmaz. Ancak bunun ayakta kalışı Allah'ın rızasına vesile olacaksa ayakta kalmayı tercih eder. Şayet bu gayeyi kaçırır veya elde edemeyeceğini anlarsa, hayattan yüz çevirir ve ölümünü ister.

43 Kader ve kaza nedir? Büyük günah işleyen cehennemlik midir?

- Büyük günah işleyen cehennemlik midir?

Bu soruyu cevaplarken, işlediği günahlarla övünen ve bunlardan pişmanlık duymayanların konumuz dışında olduğunu hemen belirtelim. Asıl mevzumuz, inandığı hâlde bu tür günahlara düşen ve onlardan pişmanlık duyanlardır.

Ehl-i sünnetin dışında kalan Mutezile mezhebi ve Haricilerin bir kısmı, “büyük günah işleyenlerin kâfir olacağını veya imanla küfür ortasında kalacağını” söyler ve bunu şöyle izah etmeye çalışırlar:

“Büyük günahlardan birini işleyen bir mü'minin imanı gider. Çünkü Cenab-ı Hakk'a inanan ve cehennemi tasdik eden birinin büyük günah işlemesi mümkün değildir. Dünyada hapse düşme korkusuyla kendini kanun dışı yollardan koruyan birinin, ebedi bir cehennem azabını ve Cenab-ı Hakk'ın gadabını düşünmeyerek büyük günahları işlemesi, elbette onun imansızlığına delalet eder.”

İlk bakışta doğru gibi görünen bu hüküm, insanın yaradılışını bilmeyen sakat bir düşüncenin mahsulüdür. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu sorunun cevabını Lem'alar adlı eserinde şu şekilde vermektedir:

“... İnsanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı (el altında bulunan hazır bir lezzeti), ileride gayet büyük bir mükafata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azab-ı müecceleden (sonradan gelecek, tehir edilmiş bir azaptan) ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor. Belki, inkâr ediyorlar. Nefs dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlup oluyorlar."

"Şu halde; kebairi (büyük günahları) işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle, akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir.”

Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi, insanın yaradılışında cennetin akıl almaz lezzetlerini çok ötelerde görmesi ve bu yüzden onları ikinci plana atıp, hemen eli altındaki günah lezzetlerine meyletmesi gibi bir özellik vardır. Çok acıktığı için kendisini en yakın lokantaya atan bir adamın, ısmarladığı iki porsiyonluk döner 10-15 dakika gecikeceği için hemen eli altında bulunan kuru ekmeği kemirmeye başlaması ve midesinin yarısını onunla doldurması, bu sırdandır.

Yine Bediüzzaman'ın dediği gibi, insan bir ay sonra gireceği bir hücre hapsinden çok, hemen yemek üzere olduğu bir tokattan korkar. Yani bu hissiyata göre cehennem azabı, onun için çok uzaktır ve Allah da zaten affedicidir.

İşte insan, bu mülahazalarla -imanlı olmasına rağmen- günahlara meyleder ve nefsinin de desteklemesiyle içine düşebilir. Evet büyük günahları işlemek, imansızlıktan gelmez. Fakat o günahlar, tövbe ile hemen imha edilmezse, insanı imansızlığa götürebilir. Bu konuda yine Bediüzzaman'ı dinleyelim:

“Günah kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra, ta nur-u imanı (iman nurunu) çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre (Allah'ı inkara) gidecek bir yol var. O günah, istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil belki küçük bir manevi yılan olarak kalbi ısırıyor...”

- Bugün Mutezilî olan insanlar var mıdır? 

Mutezile ehl-i bid'at mezheplerden olup, günümüzde de tabileri vardır...

İlave bilgi için tıklayınız:

- İnsan kendi kaderini kendi mi belirler yoksa Allah tarafından mı belirlenir?..

- MU'TEZİLE MEZHEBİ...

44 İslam'da kaç akide mevcuttur ve hangilerdir?

İslam’a bağlı olmakla beraber, çok farklı yönleri bulunan kesimler açısından bakıldığında, genel olarak farklı iki ayrı zihniyet söz konusudur. Bunlardan birincisi, Ehl-i sünnet ve cemaat, ikincisi, Ehl-i bid’a olanlardır.

Ehl-i sünnet ve cemaat, hadis-i şerifte “Ben ve ashabımın üzerinde bulunduğu itikada bağlı olanlar.” olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla bu itikada bağlı olmayanlar bidat ehli sayılır. Bunlar, Mutezile, Cehmiye, Kaderiye ve benzerleridir.

Ehl-i sünnet ve cemaatin kendi arasında iki ayrı itikadî mezhepleri vardır: Eşarî ve Maturidî. Bunların temel esaslara ait hususlarda farkları yoktur. Detaylarda bazı nüansları vardır. Bu sebeple ikisi de aynı kesimi temsil etmektedir.

İlave bilgiler için tıklayınız: 

AKÎDE. 

EHL-İ SÜNNET. 

EHL-İ BİD'AT.

45 İman eden kişinin kelime-i şehadet getirmesi (bunu illa Arapça ifade etmesi) şart mıdır?

İman kalbe ait bir şeydir. Bu bakımdan kalben Allah'ın varlığına ve birliğine iman eden ve imanın şartlarına inanan kişi kelime-i şehadeti getirmese dahi iman etmiştir.

İman kalbe ait bir özellik olduğundan, bir insanın mümin olması için bu imanını diliyle de söylemesi şart değildir. Yani kalben iman etse fakat diliyle söylemese yine de mümindir. Bu nedenle imanını diliyle söylemesi ve yanında şahitlerin olması gerekmiyor.

Hatta kalben iman etmediği halde, diliyle iman ettiğini söylese ve İslam'ın bütün emirlerini yaşasa bile, Allah indinde mümin sayılmıyor. Kendisini kafir bildiğimiz ve kafir kabristanına defnettiğimiz bir insan, kalbinden iman ederek ölmüşse, bize göre kafir olsa bile Allah indinde mümindir. Demek ki esas önemli konu kalbe ait olanıdır...

Ancak kalben kabul ettiği imanını diliyle söylemesi de sünnettir. Onun hakkında hüsnüzan etmek, hayatında ve ölümünde İslami hükümlerin uygulanması açısından mümin olduğunu diliyle söylemesi ve başkalarının da bilmesini sağlaması güzel olur.

Diğer taraftan İslam'ın şeairi sayılan bazı şeyleri yapmış olması da mümin ve müslim olduğunun şahitleri olur. Örneğin önceden Müslüman olmayan birisinin bir defa da olsa namaz kıldığı görülse, bu insan öldüğü zaman hakkında İslamî esaslar uygulanır ve Müslüman kabristanına gömülür. Çünkü namaz şeairdendir.

Demek ki, bir insan için en önemli konu kalben iman etmesidir. Diliyle söylemesi ise sünnettir. Şahitlerin olması ise İslamî esasların uygulanması açısından önem arzetmektedir.

Bu noktadan değişik sebeplerle müminliğini gizleyen ve İslamiyeti gizli yaşayan birisinin hem imanı hem de İslamiyeti geçerlidir.

46 "Ben Allah’a inanıyorum, fakat bütün dinlere eşit mesafedeyim." demenin bir sakıncası var mıdır?

Allah’a inanmak, Allah’ın indirdiği vahiylerde kendini tanıttığı gibi inanmak demektir. Bu vahiyler içerisinde -hiç şüphesiz- en kapsamlı, en muhtevalı, en detaylı ilahî sıfatlardan bahseden, tahriften korunmuş, Allah’ın korunmasına alınmış bir kitap olan Kur’an’dır.

Kur’an’ın kabul etmediği bir Allah tasavvuru elbette geçersizidir. Kureyş müşrikleri de kendi tasavvurlarında bir Allah’a inanıyorlardı, taptıkları putları da ona ulaşmak için bir aracı olarak görüyorlardı. Güneşe, aya, yıldızlara tapanlarda da bu nevi yanlış Allah inancı vardır.

İnsanların kendi aklıyla -faraza- kâinatı yaratan bir gücün varlığına inansa bile, onun bütün sıfatlarına isabetli bir şekilde inanması mümkün değildir. Nitekim, insanlık camiasında akıl cihetiyle birer yıldız sayılan filozoflarda bile Allah inancı isabetli bir noktada olmamıştır. Bu konuda Allah’a inanmakla meşhur olan  Dekart, Pascal, Newton, Leibnz gibi filozoflarda bile O’nun sıfatlarının bazısında yanlışları söz konusudur. İmam Rabbanî vahyin verilerine dayanmadan kendi başlarına hakikatleri öğrenme iddiasında olan filozofları ahmaklıkla suçlamıştır.

Bu işin bir tarafı.

İkinci önemli bir nokta ise, İslam’da kabul edilen imanın altı temel esaslarının -imanın bütününden- ayrılmaz birer paça olduğu gerçeğidir.

Bu esaslardan birine iman etmemek diğerlerini de inkâr etmek manasına gelir. Çünkü biz Allah’ı Kur’an ile tanıyoruz, Kur’anın belirttiği şekilde iman ediyoruz. Kur’an‘a inanmayan  bir kimsenin doğru bir şekilde Allah’a inanması mümkün olmadığı gibi, diğer iman esaslarına da inanmak imkânsız olur. Çünkü Kur’an onların da kaynağıdır.

Hz. Peygamber (asm) için de aynı şey söz konusudur. Biz bir yandan  içinde barındırdığı mucizelerine bakarak Kur’an’a iman ettiğimiz gibi, bir yandan da yüzlerce mucize nişanlarıyla donanmış, okuma-yazması olmayan ümmî bir zat olan Hz. Muhammed (asm)’in şahsına ve şahsiyetine bakarak ona iman ediyoruz. Bunlardan birine iman etmemek, imanın bütün şartlarını kabul etmemek anlamına gelir. Çünkü ahiret, melek, diğer peygamberler ve semavî kitaplara inanmamız, ancak Kur’an’a ve peygambere olan imanımız sayesinde söz konusudur. Onlara iman etmediğimiz zaman bunlara inanmamız asla mümkün olmaz.

Gerçek manada Allah’a iman eden kimsenin, Allah’ın emir ve yasaklarını öğrenmesi, hayatını ona göre düzenlemesi, Onun razı olduğu, hoşlandığı ve hoşlanmadığı şeyleri öğrenip kendini ona göre ayarlaması akl-ı selimin gereğidir. Bunları öğrenmenin yegâne yolu Kur’an ve Hz. Muhammed (asm)’in öğretileridir.

Bu sebeple, İslam dininin mesajlarını duyan herkes bu dini araştırmak ve aklını kullanarak iman etmekle mükelleftir. Bu durumdaki bir kimse sadece kendi kafasına göre varlığına inandığı Allah’a iman etmekle kurtulamaz.

***

Hz. Âdem (as)’den Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselama kadar gönderilen dinlerin ayrı ayrı olmasının çok hikmetleri vardır. En önemli hikmetlerinden biri, insanların farklı zamanlarda farklı seviyelerde, farklı görgülerde olmasıdır.

İnsanlık bir açıdan bir eğitim kurumu gibidir. İster bir önceki kitap tahrif olsun, ister olmasın, Allah’ın hikmetinin uygun gördüğü zamanlarda farklı kitaplar, farklı şeriatler gelir.

Bütün kitaplar, Allah’ın uygun gördüğü hak dinin temel maksatları olan iman esasları konusunda hiç değişmeden devam ede gelmişlerdir. Şu var ki, her zamanın anlayış kabiliyetine uygun olarak, farklı üsluplar kullanılmış, farklı tasvirler yapılmış, farklı detaylar verilmiştir. Aynı matematik dersi olsa da, ilk okul çocuklarına verilen ders ile, üniversite öğrencilerine verilen dersin üslubu, tasviri ve detayları elbette değişik şekillerde olur.

Dinlerde iman esasları aynı kalmakla beraber, füruat denilen şer’î hükümler ve muamelelerin zamanın şartlarına göre yeniden düzenlenmesi hikmetin gereğidir. Kış elbisesi ile yaz elbisesi farklı olduğu gibi, hak dinlerin insanlara giydirdiği şer’î elbiseler de farlıdır.

İslam dini, Tevrat’ın kıyamete kadar uygulanabilirliği olan evrensel bazı hükümlerini de içine almıştır; uygulanabilirliği olmayanları ise, rafa kaldırmıştır.

Eski peygamberler, bütün insanlara değil, sırf içinde bulundukları topluluğa gönderilmiştir. Yalnız, Hz. Muhammed (a.s.m) son peygamber olarak, hem kıyamete kadar bütün zamanlara, hem bütün bölgelere, hem de bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir.

47 Ebu Hanife'nin "Fıkhu'l-Ekber" eserine göre, Allah'a mekan isnat eden kafir olur mu?

İmam Azam’ın inanç esaslarını açıklayan eseri "el-Fıkhu’l-Ekber"dir. Ebu Hanife Hazretleri yerden ve mekandan münezzeh olan Allah hakkında, yer ve mekan izafe etmenin mümkün olmadığını söylemektedir.

Bu eser üzerine değişik çalışmalar yapılmıştır. Bunlardan biri de Aliyyü'l-Kari’nin yaptığı şerhtir. Aliyyü'l-Kari İmam Azam'ın bu sözlerini şöyle açıklıyor:

Allah Teâlâ: «O, kullarının üstünde gâlibdir...» (1) buyurmaktadır. Allah Teâlâ'nın mahlûkatı üzerindeki yüceliği, yer ve mekan yönüyle yücelik değildir. Aksine üstün ve yüce olması itibariyledir. Nitekim Ehl-i sünnet velcemaata göre benimsenen görüş de böyledir. Hatta Mu'tezile, Hâriciler ve sâîr bid'at ehlinin görüşü de böyledir. Ancak, Allah Teâlâ'ya yön ve taraf isnad eden bazı kimseler ile Mücessime taifesi hariçtir. Allah Teâlâ, bunların söylediklerinden beri ve yücedir.

Yücelik ve üstünlük sıfatına delâlet eden bazı hadîs ve âyetler, selef bilginlerinin Allah Teâlâ'nın yücelik sıfatını isbat edecek delillerdir. Ancak ne var ki hepsi de galip, kahir, hâkim sıfatlarının ifâde ettiği yücelikle te'vil edilmiştir.

Ebû Muti' el-Belhi'den rivayet edilen husus da bu kabildendir ki, o, Ebû Hanîfe'ye «Rabbim gökde midir, yoksa yerde midir, bilmiyorum.» diyen kimsenin durumunu sorunca Ebû Hanîfe (r.a) şöyle cevap verdi: O kâfir olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ: «Rahman (olan Allah) Arş'ı istila etti.» (3) buyurmuştur. O'nun Arş'ı yedi kat göklerin üstündedir.

Şeyh el-İmam İbn-i Abdüsselam “Halli'r-Rumuz” isimli kitabında İmam-ı A'zam'ın şöyle dediğini zikretmiştir : «Kim, Allah'ın gökte mi, yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum,» derse, o kimse kâfir olur. Çünkü bu söz Cenab-ı Hakk'ın bir mekânı olduğu hususunda yanlış kanaat verir. Kim ki, böyle bir yanlış kanaata sahib olursa, o kimse müşebbihedendir. Allah’ı mahlukata benzetmiş olur ki bu asla doğru olmaz. İmam Azam Hazretleri de Allah'a mekan ve yer manasına gelecek şeylerden sakınmamız gerektiğini söylemektedir.(4)

Dipnotlar:

(1) En'âm, 6/61.
(2) Tahâ, 20/5.
(3) Bakara, 2/86.
(4) bk. Aliyyü'l-Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi, Hisar Yayınevi.

48 Allah'ın varlığına kalbimizle tasdik edip inandığımızı nasıl anlarız?

İman; güvenme, verilen bir habere kalbten inanma, haberi getireni tasdik etme; bir şeye tereddüde düşmeksizin inanma; Allah'a, ondan başka îlâh olmadığına, Hz. Muhammed (s.a.s)'ın Allah'ın kulu ve Resulu olduğuna, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığına inanma. (Buhârî, iman, 37; Müslim, iman, 1, 5, 7; Ebû Dâvud, Sünne, 15).

İslami ıstılah olarak "iman", Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah (c.c.) tarafından getirdiği kesin olarak bilinen haber, dini esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların tamamını iz'an ve kabul ile tasdik ve itiraf etmektir. Yani Allah'a, Hz. Muhammed'in son Peygamber olduğuna ve "Zarûrât-ı diniyye" diye bilinen İslâmî esaslara, hükümlere ve haberlere, kesin olarak inanmak, tamamını kabul ve itiraf etmektir.

Zarûrât-i diniyye; Peygamberimiz (s.a.s)'den tevâtür yoluyla naklolunan ve aklî delile muhtaç olmadan bilinen; Kur'an'ın Allah kelâmı olduğu, ölümden sonra dirilmenin ve âhiret hayatının hak olduğu; namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerin farz; zinanın, şarabın, faizin, adam öldürmenin ve yalan söylemenin haram olduğu gibi İslâmî esas, hüküm ve haberlerdir. Kesinlik ifade eden bu gibi dinî esaslara her Müslümanın tereddütsüz inanması gerekir. Bu bakımdan, dini terim olarak iman, taalluk ettiği şeylerin arzettiği hususiyet bakımından daha özel, dilciler nazarında ise daha genel ve şümullüdür.

İman hakîkatta bir kalp ve vicdan işi olduğuna göre; dilciler nazarında da dinî ıstılahta da aslolan, imanın hakîkatında bulunması gereken tasdiktir. Fakat, bu tasdik ve itirafın masdarı, kaynağı nedir? İmanın hakîkatını teşkil eden hükümler nelerdir? Yalnız kalp midir? Yalnız dil midir? Veya her ikisi birden midir? Yoksa bu ikisine ilaveten, azalarla yapılan işler, salih ameller midir? İşte bu hususta İslâm âlimleri arasında görüş ayrılığı vardır. Bundan dolayı birçok itikadi mezhep ortaya çıkmıştır.

a) Ehl-i Sünnet'ten bazılarına göre şer'î iman; Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak bilinen şeylerin hepsinin doğru ve gerçek olduğunu kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir. Bu tarife göre imanın; biri tasdik diğeri ikrar olmak üzere iki rüknü vardır. Ancak, bu rükünler aynı seviyede birer aslî rükün değildir. Çünkü bunlardan "kalp ile tasdik", hiçbir mazeret karşısında vazgeçilmeyen "aslî rükün", dil ile ikrar ise, dilsizlik ve ölüm tehlikesi gibi zarûrî haller karşısında vazgeçilebilen ve vücubu sakıt olan "zâid rükün"dür. Aslî rükün sayılan kalb ile tasdik zâil olduğu anda, o kimse imandan çıkar ve kâfir olur. Çünkü her halükârda tasdiksiz iman olmaz. Ancak ölüm tehdidi karşısında diliyle ikrar etmeyen bir kimse, kalbi samimi tasdik ve imanla dolu olduğu için imandan çıkmaz ve kâfir olmaz (Nahl, 16/106). "Kavl-i Meşhur" olarak şöhret bulan bu mezhebi, bazı Ehl-i Sünnet Kelâmcıları, Hanefi imamlarından Şemsü'l-eimme es-Serahsî, Fahru'l-İslâm Pezdevî ve diğer Hanefi fakihleri benimsemişlerdir. Hatta İmam-ı Âzam'ın da bu görüşü tercih ettiği rivayet edilmiştir. (Fıkh-ı Ekber Aliyyu'l-Kâri Şerhi, s. 76-77; Şerhu'l-Makâred, II, 182, Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye, s. 436438).

b) Ehl-i Sünnet'ten "cumhuru muhakkikîn"e göre şer'î iman; inanılması gerekenleri kalb ile tasdikten ibarettir. O halde şer'i imanın yegane rüknü, kalb ile tasdiktir. Kalbinde böyle tereddütsüz bir tasdik bulunan kimse, gerçekte ve Hak Teâlâ indinde mümindir. Dil ile ikrar etmek ise, imanın aslî veya zâid bir rüknü, yani imandan bir cüz değildir. Fakat, kalble bulunan tasdike, ancak dil ile ikrar edilmesi halinde vakıf olunabileceği, aksi halde mü'min midir, değil midir? bilinemeyeceğinden, dünyevî ve hukûkî hükümleri tasdik edebilmek için, dil ile ikrar şart koşulmuştur. Bu esasa göre, kalbiyle gerçekten tasdik edip de, bunu diliyle ikrar etmeyenler, dünyada Müslüman sayılıp dini ahkâm kendilerine uygulanmasa bile, Allah Tealâ katında mü'min sayılırlar. Dini nasslar bu görüşü daha fazla desteklemektedir:

"Allah işte bunların kalbine imanı yazdı." (Mücadele, 58/22);

"İman henüz kalblerine girmedi." (Hucurât, 49/14 ve Nahl, 16/106 gibi).

İmam Ebu Mansur el-Maturîdi'nin tercihi de budur. Özellikle, İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'ârî ile İmamu'l-Haremeyn el-Cüveynî ve İmam Fahru'd-Din er-Râzî bu görüştedirler. (Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları, I, 164-165).

İman ile Amel Arasındaki Münasebet:

Yukarda verilen bilgilerden ve yapılan açıklamalardan anlaşıldığına göre; gerek dilciler ve gerekse Ehl-i Sünnet âlimlerinin cumhuru (büyük çoğunluğu) nazarında "imanın hakikatı"; Allah Teâlâ'nın varlığını ve birliğini (ulûhiyetini ve tevhidini), Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini ve Allah'dan getirip tebliğ ettiklerinde sadık olduğunu kalp ile tasdikten ibarettir. Birçok ayet ve sahih hadisler, bu hükme sarahaten delâlet etmektedir. Nitekim Hak Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de, "iman" kelimesini daima insanların kalblerine isnat etmek suretinde ifade buyurmuştur:

"İşte onlar o kimselerdir ki, (Allah) imanı kalblerine yazdı." (Mücadele, 58/22)

"İman henüz kalblerinize yerleşmedi (hele bir yerleşsin)..." (Hucurât, 49/14).

"... Kalbi iman ile (dolu ve) mutmain (müsterih) olduğu halde... " (Nahl, 16/106).

Peygamberimiz (s.a.s) ise; "Lâ ilâhe illallah" demesine rağmen "kâfirdir" diye bir kimseyi öldüren Üsâme'ye; "Kelime-i Tevhid'i söylediği halde, onu niçin öldürdün?" diye sormuş, "O bu sözü, kendisini ölümden kurtarmak için söyledi." cevabını alınca: "Onun kalbini yarıp da (imanı var mı diye) baktın mı?" buyurmuşlardır (Tirmizî, Kader, 7; İbn Mace, Mukaddime, 13; Ahmed İbn Hanbel, II, 4).

Aynı âlimlere göre "dil ile ikrar"da, yukarıda belirtildiği gibi, imanın hakikatından bir cüz, ondan bir rükün olmayıp, bir kimsenin Müslüman olduğunu bilmek ve ona İslâm'ın dünyevi ahkâmını tatbik edebilmek için zarurî görülen bir şarttır.

İslâmî hükümlerle amel etmek, yani inanılan dinî hükümleri bilfiil tatbik etmek ise; Ehl-i Sünnet imam ve âlimlerinin çoğunluğu nazarında, imanın hakikatına dahil değildir. Bu hususa yukarıda kaydedilen delillerden başka şu muhkem ayetler açık ve kesin olarak delâlet etmektedir:

"Ey iman edenler; sizin üzerinize oruç (tutmak) farz kılındı." (Bakara, 2/183).

Bu ve benzeri ayetlerde (bk. Bakara, 2/153, 187; Âli İmrân 3/59; Enfâl, 8/20, 27; Nûr, 24/21; Ahzâb, 33/70; Cum'a, 62/9). Önce "iman edenler" diye hitap edilmiş, sonra müminlerin yapmaları ve yapmamaları gereken emir ve yasaklar bildirilmiştir. O halde olumlu veya olumsuz olan amel, imanın hakikatından olmayan, ayrı ve başka bir şeydir.

"İman eden ve iyi (salih) amel işleyen kimseleri cennetimize koruz." (Nisâ, 4/57).

Bu ve benzeri ayetlerde (Bakara, 2/227; Yunus 10/9; Hûd, 11/23; Lokman, 31/8; Fussilet 41/8; Buruç, 85/ 11; Beyyine, 98/7; Ankebut, 29/7, 9, 58; Fâtır, 35/7; Şûrâ, 42/22) salih amel imana atfediliyor ki; Arapça gramer kaidesince, ancak manası başka olan şeyler birbiri üzerine atfedilir. Yani âtıf işlemi, "ma'tû" ile "ma'tûfun aleyh"in başka başka manada olmasını gerektirir. O halde amel, imandan başka olup, ondan bir cüz değildir.

"Kim mümin olarak, iyi ve güzel amel işlerse..." (Tâhâ, 20/ 112).

Bu âyet-i kerîmede amelin makbul olması, imanlı olma şartına bağlanmıştır. Meşrutun (yani amelin) şartta (yani imandan) dahil olmayacağı, bilinen kural gereğidir. O halde iman ve amel ayrı ayrı şeylerdir.

"Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle vuruşur, cenk yaparsa, aralarını bulup onları sulh ediniz..." (Hucurât, 49/9).

Bu ayet-i kerimede; birbiriyle cenk yapan büyük günah sahipleri "mü'min" diye anıldığına göre; iman ile haram olan adam öldürme fiilinin dahi mümin bir şahısta birlikte bulunabileceği, dolayısıyla her cins amelin imandan ayrı ayrı ve ondan başka bir unsur olduğu gayet açık olarak bildirilmektedir.

Bu ve benzeri ayet-i kerîmelerin sarahatına ilaveten, her biri birer salih amel olan ibadetlerin Allah indinde makbul olabilmesi için, önce imanın (kalbdeki tasdikin) şart olduğunda, İslâm âlimleri arasında icma vardır. Bu bakımdan, kafirin yaptığı ibadetin bir değeri ve sevabı yoktur. Çünkü o, önce iman etmekle, sonra ibadet ve salih amelle mükelleftir. İnanmadan yapılan ibadetler, Allah katında makbul ve muteber değildir.

Yukarıda zikredilen delâleti katı dinî delillere ve ulemanın icmaına binaen; amelin, imanın hakîkatından ve aslından bir rükün olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. (Fazla bilgi için bk. Fıkh-ı Ekber, Aliyyu'l-Karî Şerhi, s. 80; Tefsîr-i Kebir, I/249; Şerhu'l-Makâsıd, II/187; Şerh-i Mevâkıf, III/248).

Her ne kadar imandan bir cüz ve rükün değil ise de, ikisi arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Çünkü ibadette ve salih amel (iyi ve güzel işler), sahibinin imanını olgunlaştırır. Allah Teâlâ'nın vadettiği ve Resulullah (s.a.s)'ın müjdelediği ebedî nimetleri ve rıza-i ilâhîyi kazandırır. O halde, kalbde bulunan iman nurunu parlatmak ve kuvvetlendirerek onu kemale erdirmek için Allah'a ibadet etmek, iyi ve salih ameller yapmak gerekir. Çünkü eseri dış hayatta ve toplumda görülmeyen bir iman, meyve vermeyen bir ağaç gibidir. Dinin de, dinin temeli olan imanın da bir hedefi ve bir gayesi vardır. Bu hedef, güzel ahlâk, insanlara faydalı olmak ve Allah'ın rızasını kazanmaktır. Allah Teâlâ'nın rızası ise, yalnız -bir kalp ve vicdan işi olan- iman ile değil; o imanın meyvesi olan ibadetle, salih amellerle ve güzel ahlâk sahibi olmakla, yani inanılan şeylerin icabını bilfiil yapmakla elde edilir. Esasen kalp ve gönül sahasından çıkmayan herhangi bir inancın, ameli ve hayatı bir kıymeti olamaz. Çünkü bu, imanı kalpte hapsetmekten ve ondan faydalanmamaktan başka bir şey değildir.

Hakîki iman, insanı harekete getiren, sahibini iyiye, doğruya, salih amele götüren muharrik kuvvet olmalı; eseri hayata fiilen intikal ederek mümini ve çevresini aydınlatmalıdır. İşte bu da, inanılanı, hayatta tatbik etmekle, yani; Allah'a ibadetle, salih amel adıyla anılan iyi ve doğru işler yapmakla ve güzel ahlâka ermekle olur. O halde, imansız olarak yapılan ibadet ve amel makbul değilse (ve nifâk alameti sayılırsa), amel ve ibadete sevketmeyen ve kalbde saklı kalan iman da kâfi değildir.

Öyle ise, imanı kemâle erdirmek ve olgun bir hale getirmek için, Allah'ın emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmak; yani salih amel lâzımdır. İşte ancak bu gibiler, Allah'ın rızasına ve sonsuz saadete ererler. Bunun içindir ki; amel imanın hakikatine dahil değil ise de; kemâlinden olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan, -yukarıda belirtildiği gibi- Selef uleması, hadisçiler ve bazı mezhep imamları, ameli imandan, yani kemâlinden saymışlardır. Bu görüş, doğru ve isabetli bir görüştür.

49 Sonradan Müslüman olmuş bir insanın, İslam olmadan önceki günahlarının ve iyiliklerinin durumu nedir?

Yeni Müslüman olan bir kimsenin kul hakkı dışındaki bütün günahları affedilir. İman eden kişinin daha önce yaptığı iyilikler boşa gitmediği gibi, iman ettiği andan itibaren diğer (önceki) bütün günahları affolunur.

"Ancak şu var ki dönüş yapıp iman edenler güzel ve makbul işler işleyenler bundan müstesnadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara çevirir. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur)." (Furkan, 25/70)

Tövbe (tevbe), kulun bir vicdan muhasebesi neticesinde duyduğu pişmanlığın ardından inkâr ve isyandan, her türlü kötülükten gönüllü bir vazgeçişi ve ona bir daha dönmeme kararlılığını ifade eder. Kur'an birçok âyette, bu şekildeki bir dönüşü son derece değerli bulur; -işlenen kötülükten dolayı pişmanlık duyup sağlam bir iradeyle vazgeçmeye karar verilmesi, ilgili kötülüğün tamamen terke -dilmesi ve ona bir daha asla dönülmemesi şartıyla- inkâr, şirk gibi en büyük günahlar da dahil olmak üzere bütün bâtıl inanç, düşünce kötü duygu ve davranışlar için yapılan tövbelerin makbul ve bunun, tövbe yapanın o günahtan dolayı günahlarını affettirmeye yeterli olduğunu bildirir. Burada da ifade buvurulduğu üzere, inkârdan dönüş iman etmekle, kötü amellerden dönüş ise bunların yerine iyi ve erdemli işler yapmakla olur. Ancak bütün bunlar psikolojik bir motife dayanması halinde mümkün olduğu için Hz. Peygamber (asm),

"Tövbe, günahtan dolayı pişmanlık duyup af dilemektir." buyurmuştur.1

70. âyette Allah Teâlâ'nın, bu şekilde tövbe eden birinin günahlarını (seyyiât) iyiliğe (hasenat) dönüştüreceği ifade buyurulmuştur. Tefsirlerde âyetin bu son ifadesi genellikle üç şekilde yorumlanmıştır:

a) Allah, onların tövbe etmezden önce işledikleri kötülüklerden doğan günahlarını sevaba çevirir ve kıyamet gününde bu kötülüklere iyilikmiş gibi karşılık verir.2 Bu yoruma göre tövbe sayesinde günah, sadece affedilmekle kalmıyor, aynı zamanda sevaba dönüşmüş oluyor. Bu yorum aşırı bulunarak âyete bizim tercih ettiğimiz şu anlam da verilmektedir:

b) Allah, onların tövbe etmezden önceki kötü hallerini tövbe ettiklerinde iyi hallere çevirir ve onlar bundan böyle inkâr yerine iman ederler, isyan ve günah yerine itaat ve takvaya yönelirler; tövbe etmezden önce kötü insan iken tövbe sayesinde Allah'ın da yardımıyla iyi insan, iyi mümin olurlar.3

c) Şevkânî, bazı sahâbîlerin ve daha başka alimlerin, âyetin bu cümlesi hakkındaki görüşlerini şu şekilde özetler: Buradaki "değiştirme ve çevirme" (tebdil), sadece "affetme" anlamına gelir. Yani Allah onların söz konusu günahlarını affedecektir, yoksa onları iyiliklere çevirmeyecektir (IV, 103). Bununla beraber son iki yorum arasında bir fark görülmemektedir.4

Kaynaklar:

1. Müsned, VI, 264; İbn Mâce, "Zühd", 30.
2. bk. Taberî, XIX, 4748.
3. Zemahşerî, III, 105; Râ-zî, XXIV, 112.
4. Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur'an Yolu: IV, 150-151.

50 Resulullah'ın Hz. Zübeyr'i katleden kişinin cehennem ehli olacağını bildirdiği, bu sebeple Hz. Zübeyr'i katlettiğini söylemeye gelen o kişiyi Hz. Ali'nin kovduğu ve cehennemlik olduğunu söylediği doğru mudur?

Hz. Züber (ra), hicretin 36. yılı Receb ayında, Cemel vakasında, savaşmayı bırakıp dönerken, Amr b. Cürmuz et-Temimî tarafından -sinsice- öldürüldü. Onu öldüren bu kişi, Hz. Ail (ra)’den -bir “aferin!” almak niyetiyle- gelip kendisine bunu söyleyince, Hz. Ali kendisini ateşle / cehennemle müjdeledi. (bk. İbn Hacer, -Menakıbu’Zubeyr b. El-Aavam-7/82)

Ahmed b. Hanbel bu “bu adamı cehennemle müjdelemeyi” Hz. Ali’inin sözü (mevkuf hadis) olarak aktarmıştır. (bk. el-Müsned, 1/89,102, 103)

El-Hakim de Hz. Ali (ra)’in Hz. Zübeyr (ra)’in katilini cehennemle müjdelediğine dair rivayetlere yer vermiş(el-Müstedrek, 3/367), Zehebî de bu rivayetlerin sahih olduğunu teyit etmiştir(et-Telhîs-Müstedrek’le birlikte-a.g.y).

Bu konuda şunları söylemek mümkündür: İman şartları değişmez. O zamanda bunlar şarttı, bu zamanda da bunlar şarttır. Bazı hadislerde yer alan farklılıklar, imanla alakalı olmayıp sadece amelle ilgilidir.

Kişi, katil gibi en büyük bir günahı dahi işlese bununla kâfir olmayacağı hususu, ehlisünnetin ittifak ettiği bir husustur.  Hz. Zubeyr’in katili de -eğer başka sebeplerden dolayı kâfir olmadıysa- bu cinayetten ötürü kâfir olmamıştır.

O halde bu rivayetleri ehlisünnet itikadı doğrultusunda anlamak için iki noktaya dikkat etmek gerekir.

Birincisi: Hz. Zubeyr (ra)’in katilinin cehenneme girmesi, kâfir olduğu için değil, katil olduğu için söz konusudur.  Bu durumda, bu adam cezasını çektikten sonra cehennemden çıkıp cennete girecektir. İlgili hadis rivayetlerinde bu kişinin kâfir ölüp ebedî cehennemde kalacağına dair herhangi bir ifadeye rastlayamadık.

İkincisi:  Eğer bu adam ebedî cehennemde kalacağına dair bir rivayet söz konusu olursa, bu takdirde bu adamın  cehennemde ebedî kalması bu cinayetten ötürü değil, onu küfre sokmuş başka bir sebepten dolayıdır. Yani bu takdirde, Hz. Ali (ra)’in edindiği bilgi, Hz. Zübeyr (ra)’i öldüren kişinin bir sebepten dolayı küfre gireceği yönünde olmuştur. Böyle bir rivayeti göremediğimizi tekrar ifade edip bu konuyu noktalayalım.

51 Gizli şirk nedir; güzel elbise giyinmek şirk midir?

“Lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha tesirlidir.” şeklinde güzel bir söz vardır. İnsanın yalnız dili konuşmaz. İnsanın konuşan başka cihetleri de vardır. Hâlimiz konuşur, tavrımız konuşur ve nihayet giyim kuşamımız, kılık kıyafetimiz konuşur.

Demek ki, insan diline dikkat ettiği gibi, üstüne başına, kılık kıyafetine de dikkat etmeli. Merhum Nasreddin Hoca “Ye kürküm, ye!..” derken bu gerçeği dile getiriyor olmalıdır.

Müslüman her haliyle örnek olmalı, her şeyiyle temiz ve düzenli bulunmalı, ders vermeli, Dili hakikatleri ifade ederken, üstü başı “başka dilden” konuşmamalıdır.

Her hususta olduğu gibi, bu hususta da bize en güzel örnek, şüphesiz Peygamber Efendimizdir (a.s.m.). Peygamberimiz (a.s.m.)'in hem sadık bir hanımı, hem de zeki bir talebesi olan Hz. Âişe Radiyallahü anhâ anlatıyor:

Resulullahın (a.s.m.) ashabından bir grup onu kapıda bekliyordu. Evden çıkmamıştı. Su küpünün yanına vardı, oraya bakarak saçını sakalını düzeltmeye başladı. Yanına vardım,

“Yâ Resulallah!  Siz de mi bunu yapıyorsunuz?” dedim, Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurdu:

“Evet, birisi kardeşlerinin yanına çıkacağı zaman kendisini hazırlasın. Çünkü Allah güzeldir, güzeli sever.”1

Cündeb bin Mekis’in anlattığına göre ise, Resul-i Ekrem Efendimize (a.s.m.) bir taraftan bir heyet geldiğinde en güzel elbisesini giyer ve ashabının ileri gelenlerine de aynı şekilde hareket etmelerini tavsiye ederdi. Kinde heyeti geldiğinde Resulullahın (a.s.m.) üzerinde bir Yemen elbisesi vardı. Aynı elbise Ebû Bekir (r.a.) ve Ömer’in (r.a.) üzerinde de bulunuyordu.

Peygamberimizin (a.s.m.) en mühim ve esaslı vazifesi insanlara İslâmı, hakkı, hakikatı ve gerçekleri anlatmak; sözleri ve halleriyle de İslâmı bihakkın yaşadığını göstermekti. Peygamberimiz (a.s.m.), tebliğ peygamberiydi. Bir dâvâsı vardı, cihanı kucaklayan bir dâvâ. Bütün insanlara, bütün asırlara ve bütün medeniyetlere ulaşan bir dâvâ. Böyle bir dâvâ adamının her haliyle temiz, düzgün ve tertipli olması gerekmez mi? Bu davranış aynı zamanda Kur’ân’ın tavsiyesidir:

“De ki: Allah’ın kulları için yarattığı giyecekler ile hoş ve temiz rızıkları kim haram etti? De ki: Bu nimetler dünya hayatında iman edenler içindir; kâfirler de o arada istifade ederler. Kıyamet gününde ise o nimetler sadece mü’minlere mahsustur...”2

Güzel ve temiz giyinmek Allah’ın verdiği nimetlere şükrün ve onu açığa vurmanın bir alameti sayılmaktadır.

“Şüphesiz Allah verdiği nimetin eserini kulu üzerinde görünmesini sever.”3

buyuran Peygamberimiz (a.s.m.) bu hususa dikkatimizi çekmiştir.

Yine bir defasında Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.), “Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse Cennete giremez.” buyurunca, sahabe-i kiramdan bir zat, “Yâ Resulallah, şüphesiz insan elbise ve ayakkabısının güzel olmasını ister. Bu kibirden sayılır mı?” diye sordu. Peygamberimiz (a.s.m.) onun bu istifhamını şu sözleri ile cevapladı: “Allah güzeldir, güzeli sever. Kibir ise hakkı kabul etmeyip insanları hakir görmektir.”4

Son olarak İmam-ı Âzam'ın hali vakti yerinde olan birisine söylediği şu sözü hatırlayalım:

“Din kardeşinin sana acımaması için kılık kıyafetini değiştirmen gerekir.”

Dipnotlar:

1 Müslim, İman: 147; İbni Mâce, Dua: 10.
2 Âraf Sûresi, 32.
3 Tirmizî, Edeb: 54.
4 Ebû Davud, Libas: 27.

İlave bilgi için tıklayınız:

Şirk-i hafî -gizli şirk- ne demektir?..

52 İman ile küfür arasındaki fark nedir? Allah'ı inkar etmemek ve ona iman etmek arasındaki fark nedir?

Küfür kelime olarak "örtmek" demektir. Dinî literatürde ise Hz. Peygamber (s.a.s)'i Allah'tan getirdiği şeylerde yalanlayıp, onun getirdiği kesinlikle sabit dinî esaslardan bir veya birkaçını inkâr etmek anlamına gelir.

İman, Allah'a, ondan başka îlâh olmadığına, Hz. Muhammed (s.a.s)'ın Allah'ın kulu ve resulu olduğuna, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığına inanma (Buhârî, iman, 37; Müslim, iman, 1, 5, 7; Ebû Dâvud, sünne, 15).

İman, Hz. Peygamber (s.a.s)'in getirdiklerinin hepsini tasdik, küfür de inkâr etmektir. Buna göre, iman ile küfrü belirleyen başlıca ayıraç kalbin tasdikidir. Ancak kalbin tasdiki, insanlar tarafından bilinemediğinden, ikrar ve ikrarı gösteren dinî görevleri yerine getirmek, yani amel, kalpteki imanın varlığının göstergesi olarak kabul edilmiştir.

Küfrün en belirgin alâmeti, dinin temel esaslarından birini veya tamamını reddetmekyahut onları beğenmemek, önemsememek ve değersiz saymaktır.

Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin, bu dünyada mümin kabul edilmesi ve İslâm toplumundan dışlanmaması gerekir. Çünkü dünyada dış görünüşe ve ikrara göre işlem yapılır. İçten inanıp inanmadığını tesbit ise Allah'a mahsus ve âhirete ilişkin bir meseledir:

“...Size selâm verene dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, sen mümin değilsin demeyin...” (Nisâ 4/94)

buyurularak buna işaret edilir. Hz. Peygamber (s.a.s) de imanda ikrarın önemini vurgulamak ve kelime-i tevhidi söyleyenin, Müslüman kabul edilmesi gereğine işaret etmek için şöyle buyurmuştur:

"İnsanlar 'Allah'tan başka Tanrı yoktur, Muhammed O'nun elçisidir.' deyinceye kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse, can ve mal güvenliğine sahip olmuş olurlar..." (Buhârî, “Cihâd”, 102; Müslim, “Îmân”, 8; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 104).

Bu sebeple imanını diliyle ikrar ettiği veya davranışlarına yansıttığı sürece herkesin İslâm toplumunun tabii bir üyesi olarak görülmesi, can ve mal güvenliğine sahip olması, dünyevî-dinî ahkâm, sosyal ve beşerî ilişkiler bakımından da Müslümanın sahip olduğu bütün statü, hak ve sorumluluklara muhatap olması gerekir.

53 İnsanı imandan çıkaran ve çıkarmayan kibir hakkında bilgi verir misiniz?

Kibir iki kısımdır. Birincisi; Allah'a ve peygambere karşı olan kibirdir ki bu küfürdür. İkincisi; insanlar arasındaki kibidir ki bu da kötü ahlaktır.

Hadisteki ifade, kibirli insanın cennete giremeyeceğini anlatmaktadır. Ancak buradaki kibir, Allah'a ve Peygamber (asm)'e karşı olan kibirdir. Böyle bir kibir (büyüklenme) haliyle küfür olacağından dolayı, böyle küfür manasındaki bir kibri taşıyan insanın cennete giremeyeceği muhakkatır.

Ahlaki bir özellik olarak kibir, başkalarını küçük görmek ve onlarla alay etmek anlamıyla düşünülürse, bu özellik insanı dinden çıkaran bir özellik değildir. Ancak haramdır, insanı dinden çıkarabilecek fiiller işlenmesine sebep olabilir. Böyle bir özellik sahibi de cehennemde kibrinin cezasını çektikten sonra Allah'ın afv ve mağfiretiyle cennete girecektir. Nitekim bir âyet-i kerime'de Allah Teâlâ:

"Biz onların kalblerindeki kin ve hasedi çıkaracağız." (Hicr, 15/47)

buyurarak, cennete giren insanların kalbinden dünyadaki ahlâkî kusurlarının temizleneceğini anlatmaktadır.

54 "İnanıyorum, Müslümanım!" dediği halde, ibadet etmeyen kimseler hakkında bilgi verir misiniz?

İslam dinine inanan bir kimsenin, ibadet etmesi ve inancını uygulaması gerekir. Ama ibadet etmeyen bir Müslüman dinden çıkmış olmaz, günahkâr olur. Günah işleyen kimse ise dinden çıkmaz.

Bir âyet-i kerimede,

“Eğer siz yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, biz de diğer günahlarınızı örter, sizi iyi bir hâle ve tavra sokarız.”1

buyurularak, mü’minin ebedî saâdeti kazanabilmesi için, farzları yerine getirmenin yanı sıra büyük günahlardan da sakınması gerektiğine dikkat çekilir.

Cenab-ı Hakk'ın uzak durmamızı istediği büyük günahlar, gerek Kur’ân-ı Kerim'de, gerekse hadislerde açıkça bildirilmiştir. Meselâ, bir âyette büyük günahlara işaretle şöyle buyurulmuştur:

“Allah’ın hâlis kulları o kimselerdir ki, Allah ile beraber başka bir ilâha ibadet etmezler. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina da etmezler. Her kim bunları yaparsa günahının cezasını görür.”2

Hz. Enes’in (r.a.) rivayet ettiği bir hadiste ise Peygamber Efendimiz (a.s.m.) büyük günahları şöyle haber vermiştir:

“Allah’a ortak koşmak, anne babaya eziyet etmek, adam öldürmek ve yalan söylemektir.”3

Başka bir hadis-i şerifte de yalan söylemek ve yalancı şahitliği yapmak da büyük günahların içinde sayılmıştır.4

Ayrıca büyük günahlar içerisinde ayrı bir ehemmiyeti olan ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) “mûbikât-ı seb’a”, yâni insanı mânen helâk eden yedi sebep olarak vasıflandırdığı günahlar vardır. Peygamber Efendimiz bir defasında “Helâk edici yedi şeyden kaçının.” buyurmuş ve bunları şöyle sıralamıştır:

“Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, fâiz yemek, düşmana hücum anında harpten kaçmak, namuslu ve kendi hâlindeki kadınlara zina iftirası atmaktır.”5

Diğer taraftan, içki içmek, kumar oynamak ve dine zarar verecek bid’atlara taraftarlık da büyük günahlar içerisinde zikredilmiştir.6

Günah, Allah’a isyan manasına gelir. Bilhassa büyük günahları çekinmeden işleyen, göz kırpmadan içine dalan bir insan, açıkça Allah’ın iradesine karşı geliyor, bir an için Onun rububiyetini unutuyor demektir. O halde her mü’min bu tehlikeye düşmemek için büyük günahlardan korunması gerekir. Bu ise, ancak “Menhiyattan (Allah’ın yasak ettiklerinden) ve günahlardan içtinap etmek ve amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmak” olan takva ile mümkündür. Çünkü günahlardan korunmak için iltica edilecek, sığınılacak en sağlam kale takvadır. Bu kaleye sığınan kimse, az bir amelle çok sevap kazanabilir. Şöyle ki;

Bir haramı terk etmek vaciptir. Bir vacibin ise birçok sünnete denk gelen sevabı vardır. O halde bu zamanda mü’minlerin en mühim vazifesi, her taraftan hücum eden günah seline karşı takvayı esas almak olmalıdır.7

Büyük günah işlemenin imanla olan münasebetine gelince; bilindiği gibi iman, inanılması gereken esasları kalben tasdik edip, dil ile ikrardan ibarettir. İmanın rükünlerini kalbiyle tasdik eden, diliyle de ikrar eden insan hem Allah yanında, hem de insanlar nazarında mü’mindir. Bu kimse büyük günahları işlese de dinden çıkmış olmaz, imansız sayılmaz. Çünkü Ehl-i sünnet ulemâsına göre, amel imandan bir cüz, bir parça değildir. Büyük günahlardan birisini işleyen bir Müslüman, o günaha imansızlığı sebebiyle değil, nefsine mağlup olduğu, hissiyatının sesine kulak verdiği için girmiştir. Şöyle ki:

Cenab-ı Hakk'ın emirlerine itaat etmenin, yâni ibadetleri yerine getirip yasaklardan sakınmanın sevabı ve ücreti bu dünyada tam olarak verilmez. Çünkü bu dünya ücret ve mükâfat yeri değil, hizmet ve ibadet mahallidir. Bu itibarla Cenab-ı Hak ibadet ve şükrün gerçek mükâfatını, ebedî bir sûrette vermek üzere âhirete tehir etmiştir.

Mükâfatlar tehir edildiği gibi, dünyada tövbe ile temizlenmeyen günahların cezaları da ertelenmiş, âhirete bırakılmış olması, günah işlenir işlenmez azabın hemen arkasından verilmemesi, insanı gaflete düşürmekte, geleceği çok uzak gördüğü için de nefsine olan mağlubiyeti devam etmektedir. İnsanın bu halini Bediüzzaman özetle şöyle açıklar:

"İnsan nefsi, acele olarak verilen hazır bir dirhem lezzeti, geriye bırakılmış bir batman lezzete tercih eder. Aynı şekilde, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azapdan daha fazla korkar, çekinir. Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz peşin bir lezzeti, ileride verilecek olan gayet büyük bir mükâfata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan ileride verilecek büyük bir azaptan daha fazla çekinir. Çünkü, tevehhüm, heves ve his ileriyi görmüyor. Belki inkâr ediyorlar. Nefis de yardım etse, imanın mahalli olan kalb ve akıl susarlar, mağlup olurlar. Şu halde; büyük günahları işlemek imansızlıktan gelmiyor. Belki his, heves ve vehmin akıl ve kalbe galibiyetinden ileri gelir."8

O halde, büyük günahlardan birisini işleyen bir mü’minin iman dairesinden çıkacağını söylemek mümkün değildir. Nitekim şu hadis-i şerifte de, büyük günahlardan birisini işleyen bir mü’minin kâfir olmayacağı, o günahının cezasını çektikten sonra Cennete girebileceği açıkça görülmektedir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

“Bana Cebrâil (a.s.) geldi ve ‘Ümmetinden her kim Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayarak ölürse cennete girecektir.’ diye müjdeledi. Ben, 'Zina etse de hırsızlık yapsada mı?' dedim. ‘Evet, zina etse de hırsızlık yapsa da.’ buyurdu.”9

Bilindiği üzere kâfir cennete giremez ve ebedi olarak cehennemde kalır. Çünkü Cenab-ı Hak kâfire cennet nimetlerini haram kılmıştır. Hadiste, zina eden ve hırsızlık yapan birisinin cennete gidebileceği belirtilmekle, onun kâfir olmayacağına işaret edilmiştir.

Demek ki, Allah’a şirk koşmanın dışındaki büyük günahlardan birisini işleyen insan mü’mindir. Günahının cezasını çektikten sonra cennete girecektir. Ancak, günah işleyen kimsenin işlediği günahın helâl olduğuna inanmaması gerekir. Haram olduğu kesin delillerle sabit olan bir işin helâl olduğuna inanan bir kimsenin, iman dairesinden çıkacağı zaten kesindir. Meselâ faizin haram olmadığını veya bu zamanda haram olmayacağını iddia etmek gibi.

Bununla birlikte, “Her bir günah içerisinde küfre gidecek bir yol olduğunu.”10 da hatırdan çıkarmamak gerekir. Günahın mahiyetinde devamlı işlendiği takdirde küfür tohumu olduğunu söyleyen Bediüzzaman bunu şöyle izah etmektedir:

“Mâsiyetin (günahın) mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünkü o mâsiyete devam eden, ülfet peyda eder, sonra ona âşık ve müptelâ olur. Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra o mâsiyetin ikaba mûcib olmadığını (azabı gerektirmediğini) temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe, küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En nihayet, gerek ikabı, gerek dâru’l-ikabı (azabı veya cehennemi) inkâra sebep olur.”11

İnsan olmamız sebebiyle günahlardan tamamen korunmamız mümkün olmadığına göre, bu tehlike hepimiz için mevcuttur. Bu tehlikeye maruz kalınca, ondan kurtulmak için -küçük olsun büyük olsun- işlediğimiz her günahın hemen arkasından, Allah’a karşı mahcubiyet duyup pişman olmalıyız. Tövbe ve istiğfarla tekrar Allah’a yönelmeli ve ondan bizi affetmesini dilemeliyiz.

İlave bilgi için tıklayınız:

- İnanıyorum, demekle iman gerçekleşir mi? ...

Dipnotlar:

1. Nisa Sûresi, 31.
2. Furkan Sûresi, 68.
3. Müslim , İman: 144.
4. a.g.e. iman: 143.
5. a.g.e. İman: 145.
6. Barla Lahikası , s. 179.
7. Kastamonu Lahikası, s. 106.
8. Lemalar, s. 70.
9. Müslim, İman: 153.
10. Lemalar. s. 7
11. Mesnevî-i Nuriye , s. 115.

55 Sünnilere göre kadere iman etmek, Şiilere göre ise imamete iman etmek imanın şartıdır. Bunu nasıl anlamalıyız?

- Bugün Ehl-i sünnet denilen insanlar, ümmetin büyük çoğunluğunu meydana getirmektedir. Meşhur olan İslam alimlerinin ve evliyalarının kahir ekseriyeti Ehl-i sünnet camiasındandır.

“Ümmetim dalalette birleşmez.” (Aclunî, 2/350)

mealindeki hadis-i şerifin manasına göre Ehl-i sünnet, ehl-i haktır.

- Bir hadis-i şerifte: “fırka-i naciye = kurtuluşa erecek olan insanlar, Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu takip edenler olduğu” (Mecmau’z-zevaid, 1/189) ifade edilmiştir.

Bugün Kur’an’da ve elimizdeki hadis kaynaklarında söz konusu olan hükümlere tabi olmayı kendilerine şiar edinenler Ehl-i sünnettir. Bu sebeple, Ehl-i sünnetin itikadı üzerinde bulunmak, her zaman zararsız ve kârlı bir meslektir.

Tabii ki, kendine Ehl-i sünnet deyip de Ehl-i sünnetin çizgisi dışında bir takım yanlış itikatta bulunan veya yanlış ameller yapanların durumu farklı olabilir. Çünkü İslam sadece isimden ibaret değildir.

- Sahabenin, dört mezhep imamlarının, keşf-u kerametleriyle veli oldukları açıkça kabul gören binlerce evliyanın, fakihlerin, hadis alimlerinin “imametin, bir iman meselesi olmadığına” dair ittifakları bu konuda kati bir hüccettir.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri de bunu göstermektedir:

“Mes'ele-i İmamet, bir mes'ele-i fer'iye olduğu halde, ziyade ehemmiyet verildiğinden, bir mesail-i imaniye sırasına girip, İlm-i Kelâm'da ve usûl-üd dinde medar-ı nazar olduğu cihetle, Kur'ana ve imana ait hizmet-i esasiyemize münasebeti bulunduğundan cüz'î bahsedildi.” (Lem'alar, Dördüncü Lem'a).

- Bununla beraber, Şia’yı tekfir etmemek gerekir. Ehl-i sünnet alimleri kadere inanmamakla en meşhur olan Mutezileyi tekfir etmemiş, sadece "ehl-i bida" yani hak yola uymayanlar ifadesini kullanmışlardır. Şiiler de kader konusunda Mutezile itikadındadır. Onlara kâfir demek doğru değildir. Nitekim bazı hadis rivayetlerinde geldiğine göre “kıble ehlini/namaz kılanı -büyük günah da işlese- tekfir etmek/kafir demek caiz değildir." (bk. Mecmau’z-zevaid, 1/107)

56 Kötülüklere, toplum içinde uygunsuz davranan ve kötülük yapanlara karşı tavrımız nasıl olmalıdır?

Bir kötülük gördüğümüz zaman, onu, bulunduğumuz konuma göre düzeltmeye çalışmalıyız.

Her Müslüman, üzerine düşen görevi yapmakla sorumludur. Bir insanın toplumda bulunduğu konum ona bazı sorumluluklar yükler. Her Müslüman da o konumuna göre sorumlu olur. Bu konuya bir hadisi şerifle bakabiliriz:

“Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle (düzeltiniz). Ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz.”  (Tirmizi, Fiten, 11)

Herkes her durumda bu hadisi kendine göre yorumlayamaz. Mesela, yolda bir kötülük görsek, onu elimizle düzeltmeye kalksak ve dayak atsak, o adam da davacı olsa, bu durumda bize de ceza tatbik edilir. Öyleyse hadis-i şerifin manasını nasıl anlamalıyız?

El ile düzeltmek vazifeli insanların, yani devletin ve emniyetin görevi; dil ile düzeltmek alimlerin vazifesi, kalben buğz etmek ise diğerlerinindir.

Herkesin el ile düzeltme konumunda olduğu, dil ile düzeltme konumunda olduğu yerler vardır. Mesela, devletin ilgilendirdiği bir meselede konumumuza göre dil ile önleme veya kalben buğz etme şeklinde vazifemizi ifa ederiz. Ancak ailevi bir konuda el konumundayız.

Bir kötülük işleyen kişiye, hatasını yumuşak bir dille söylemeye çalışırız. Ancak eğer söylediğimizde ters tepki verecekse veya dinlemeyecekse, kalben tasvip etmeyip rahatlarız.

57 İmanın arkasına beyni almaya çalışmak hangi açılardan ve neden doğrudur veya yanlıştır?

Cevap 1:

İman etmek, ilmin bir sonucudur. İnsanların bilmediği bir şeye inanması düşünülemez. Bilgi, ancak akılla gerçekleşen bir husustur. Dolayısıyla, iman da ancak aklın devreye girmesiyle gerçekleşir. Bu sebepledir ki, aklı olmayan deliler, iman ve amelden imtihan olmazlar; çünkü bu konuda gereken donanımları yoktur. Mükellef olmadıkları için de imtihana tabi tutulmadan cennete gireceklerdir.

“Kayıtsız şartsız iman etmek” tabiri imanın kabulü için kullanılması gereken bir ifade değildir ve böyle bir ifade hadis ve ayetlerde söz konusu edilmemiştir. Onun için bu ifadeyi kullananlar, bununla neyi kast ediyorlar, onu tam olarak kestirmek zor olabilir. Ancak, Kur’an ve hadis başta olmak üzere, bize iman esaslarını ders veren, aklımızı tatmin edici deliller sunan kaynakların okunması şu “kayıtsız şartsız” kaydında dâhil olmadığı açık bir gerçektir.

İslam dininin en bariz özelliği, bütün prensiplerini akla tespit ettirmesidir. Kur’an’da onlarca defa tefekküre, tedebbüre, aklı kullanmaya teşvik eden ayetlerin varlığı, bunun kesin bir kanıtıdır.

Bununla beraber, kişi kalp ve aklıyla imanın temel esaslarına inandıktan sonra, aklının ermediği bazı İslamî gerçekleri de “kayıtsız-şartsız” olarak kabul etmek durumundadır. Mesela, bir insan aklî ve naklî delillerle Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna iman ettikten sonra, aklı ersin ermesin, Kur’an’ın bütün hükümlerine inanması gerekir. Aslında bu da aklî bir muhakemenin ürünüdür. Çünkü burada şu mantık zinciri söz konusudur:

“Madem, Kur’an Allah’ın kelamıdır, madem Allah yanlış konuşmaktan münezzehtir, öyleyse Kur’an’da asla yanlış şeyler bulunmaz. O halde -söz gelimi- şu meseleyi aklım almıyorsa da bu doğrudur. Bu meselenin hikmetini bilmemem, onun bir hikmetinin olmadığını göstermez. Ben aklıma değil, Kur’an’a inanırım…”

İman; Sad-ı Teftazanî’nin tefsirine göre, ‘Cenab-ı Hakk'ın istediği kulunun kalbine, cüz'-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.’ denilmiştir.” (İşaratu’l-İ’caz, s. 42).

Cüz-i ihtiyarî / özgür irade, kişinin aklını kullanması manasına gelir. Çünkü, insan bir şeyi tercih ediyorsa, önce aklına veya güvendiği akıllara danışır, aklını tatmin ettikten sonra özgür iradesiyle ona yönelir ve kabul eder..

Cevap 2:

İman genel olarak iki türlüdür: Taklidî iman, tahkikî iman. Tahkikî iman derinlemesine bir araştırmayla aklî delillere dayanarak detaylı bir şekilde İslam’ın bütün gerçeklerine iman etmektir. Taklidî iman ise, gelenekten kaynaklanan ve başkalarını taklit ederek yapılan icmalî imandır. Bu taklidî imanda bile aklî istidlal metodu söz konusudur. Çünkü bir kişi -söz gelimi- babasını taklit ederek Müslümanlığını sürdürüyorsa, şöyle düşünüyordur; “Benim babam bu konuyu biliyor (veya alimlerden öğrenmiş), öyleyse onun bildiği doğrudur; ben de onun yoluna tabi olarak bu dinin doğru olduğuna inanıyorum.” şeklinde bir aklî muhakeme kullanıyordur. Bunu ifade edememesi, -gayrişuurî de olsa- vicdanıyla bunu düşünmediği anlamına gelmez.

Hülasa, İslam’da akıl-nakil elele verip bize gerçekleri sunmaktadır. Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi,

“Biz Kur’an şakirtleri olan Müslümanlar, burhana (aklî delillere) tabi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efratları gibi ruhbanları taklit için burhanı bırakmıyoruz.” (Hutbe-i şamiye, s.27; Tarihçe-i Hayat, s.90)

Cevap 3:

İnsan’ın Allah’ı hakkı ile tanımasında ve iman getirmesinde temel olarak iki tür delil mevcuttur. İnsan bu iki delili güzel işletip hayatında derinleştirirse, hadsiz marifet makamlarına ve derecelerine erişebilir. Bu iki delil şekli, ayet-i afaki ve enfüsi şeklinde tarif edilmiştir:

“Kesin inanmak isteyenler için yeryüzünde birçok deliller vardır. Bizzat kendi varlıklarınızda da böyle deliller vardır. Hâla görmeyecek misiniz?” (Zariyat, 51/20-21)

“Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur'an'ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şâhit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53)

Afakî deliller: İnsan dışında bulunan bütün kainat ve varlıklardır. Güneş, ay, yıldızlar gezegenler, bağlar bahçeler, sular, toprak, hava vs. hepsi Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eden afaki delillerdir.

Kainattaki bütün varlıklar hikmet ve inayet diliyle bize Allah’ı tarif eder, onun kudsi isim ve sıfatlarını bize tanıttırır. Kur’an da tevhidin ispatını gösteren ayetler bu türdendir.

Enfüsî Deliller: İnsanın iç alemindeki delillerdir. Nasıl koca kainat Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik ediyor ise, aynı şekilde küçük bir alem ve kainat olan insanın mahiyeti ve manevi cephesi de aynı şekilde Allah’ın varlığına ve birliğine şahittir.

Allah’ın varlığına ve birliğine kainat makro delil iken, insan mikro delildir. Tevhide kainat azametli ve haşmetli  bir levha iken, insanın iç alemi ise okunaklı ve kolay anlaşılır mütevazı bir levhadır.  Kainat vahdanî bir delil iken, insan ehadî bir delildir.

İnsanın içindeki vicdan, ruh, kalp, duygular ve latifelerin hepsi, Allah’a açılan birer pencere hükmündedirler. İnsan bu enfüsi pencereleri iman ve hidayetin nuru ile seyrederse, Allah’ın marifet ve muhabbetine ulaşır ve marifetin hadsiz makamlarına yelken açar. Allah’ı sadece isimleri ile değil, sıfatları ve şuunatı ile de tanıtır.

Cevap 4:

Kur'ân, bütün zamanlarda gelip geçen her seviyedeki insana hitabeden ilahî bir mesajdır. O, ilmi her şeyi kuşatan Allah Teala tarafından vahiy yolu ile bildirildiğinden, onun ikna usulü de sırf akla dayanan delillerden geniş olmaktadır. Âyet-i kerîmeler her birisi, birer Asâ-yı Musa gibi her yerde su çıkartabilir, her şeyde hakikate bir pencere açar.

Kur'ân'ın açık ve kolay anlaşılır delilleri, geniş halk kitlesini ikna eder ve kalplerine, inanç esaslarını yerleştirir. Meselâ: Vahdâniyyete dair:

"Eğer yerde, gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de (yer de gök de) bozulup gitmişti. (...)" (Enbiya, 21/22).

Bir evin işlerinin iki idareci ile düzenli bir şekilde yürütülmesi mümkün olmadığına göre, bütün alemin işlerinin pürüzsüz yürütülmesi nasıl mümkün olur? Âhiret hayatının varlığına dair:

"İlkin yaratıp sonra onu diriltecek olan Odur. Bu O'na daha kolaydır.(...)" (Rûm, 30/27).

Açıktır ki, ilkin yaratmaya kadir olan, iadeye de kadirdir.

Kur'ân, Allah Teala'nın birliğine imandan sonra en çok haşir üzerinde durmaktadır. Kur'ân-ı Kerim, muhatabını ikna ve irşat için bir çok mekanizmayı devreye koyar. Bu, insanın her gün yaşadığı için normal bir durum olarak gördüğü bir olay olabildiği gibi yaygın anlamıyla bir mucize de olabilir.

"Onlar anlamıyorlar mı ki Biz, insanların dinlenip sükunet bulmaları için geceyi, çalışsınlar diye de gündüz aydınlığını yarattık. Elbette bunda iman edecek kimseler için âyetler vardır." (Neml, 27/86)

Bu âyette, gece ile gündüzden, kainatın kusursuz yaratılmasından alınması gereken derslere ve ibretlere vurgu yapılmaktadır.

İnsanların öldükten sonra tekrar diriltilmesine daha yaygın, herkesin tecrübe ettiği bir örnek, kışın ölü gibi olan yeryüzünün ilkbaharda tekrar diriltilmesidir. Bu, harikulade bir olaydır. Bundan dolayı Kur'ân buna ayet (delil, mucize) diyor:

"Onun ayetlerinden biri de şudur: Sen, toprağı boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun üzerine suyu döktüğümüz zaman titreşir ve kabarır. Onu dirilten Allah, elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye kâdirdir." (Fussilet, 41/39)

Ancak yeryüzünün diriltilmesi sıklıkla gerçekleştiğinden bu durum alelade bir olay olarak görülmektedir. Halbuki yeryüzündeki bu haşir neşir mühim mesajlar yüklüdür.

"Allah'ın rahmetinin eserlerine bak ki, nasıl yeri ölümünden sonra diriltiyor? Muhakkak ki, O, ölüleri de diriltecektir. O her şeye kadirdir." (Rûm, 30/50)

"Gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek taneli ekinler bitirdik. Birbirine girmiş kat kat tomurcuklar, yüksek hurma ağaçları yetiştirdik. Kullara rızık olması için. Ve o su ile ölü bir memlekete can verdik. İşte çıkış da böyledir." (Kâf, 50/9-11)

İnsan topraktan yaratılmıştır. Bitkiler de topraktan neşet etmektedir. İnsanın da bitkilerin de varlıklarını sürdürebilmeleri toprağa, suya, havaya, güneşe, belli oranda sıcaklığa ve soğukluğa bağlıdır. Dolayısıyla ayrı tür olmaları, hayat bulmaları için aynı ortak unsurlara muhtaç olmalarına engel değildir. O halde, ölümden sonra dirilişlerinin de birbirlerine benzer oluşu anlaşılmış olmaktadır.

Konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacak bazı ayet mealleri şöyledir:

“Andolsun ilk yaratmayı bildiniz, düşünüp ibret almanız gerekmez mi? Ektiğinizi gördünüz mü? Siz mi onu bitiriyorsunuz, yoksa bitirenler biz miyiz?” (Vakıa, 56/62-64)

"Allah mı hayırlı, yoksa O'na koştukları ortaklar mı? Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren mi? O suyla, bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel güzel bahçeler bitirdik. Allah'tan başka bir tanrı mı var?" (Neml, 27/59-60)

“İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indirenler biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?” (Vakıa, 56/68-70)

“De ki: Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?" (Mülk, 67/30)

“Tutuşturduğunuz ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?” (Vakıa, 56/71-72)

"Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi duasını ve tesbihini bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir." (Nur, 24/41)

“Bakmıyorlar mı develere, nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağlara, nasıl dikildi? Yere, nasıl yayılıp döşendi.” (Ğaşiye, 88/17-20)

“Üstlerindeki göğe bakmadılar mı, onu nasıl yaptık, süsledik, hiçbir çatlağı yoktur? Arzı nasıl yaydık, ona sağlam bağlar attık, onda her güzel çifti bitirdik.” (Kaf, 50/6-7)

“İnsan önceden hiçbir şey değilken kendisini nasıl yarattığımızı düşünmüyor mu?” (Meryem, 19/67)

“Yaratan yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?” (Nahl, 16/17)

“Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Biz ona eğri ve doğru iki yol göstermedik mi?” (Beled, 90/8-10)

"O'dur ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir özden, hakir bir su(yun özü)nden yaptı. Sonra ona biçim verdi. Ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulak, gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz?" (Secde, 32/7-9)

“Ey insan! Yaratıp düzgün ve dengeli kılan, istediği şekilde birleştiren ihsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitar, 82/6-8)

58 İmam Maturidi’nin Hilafet hakkındaki görüşleri nedir?

- İmamet/hilafetin gerçekleşmesinin vacip olduğu hususu, Ehl-i sünnet, Mürcie, Şia ve  Haricilerin ittifak ettiği bir konudur(bk. el-Milel ve’n-nihal, 4/72).

- İmam Maturidi’nin “Hilafetin ve Şeriat kanunlarının tenfizine gerek olmadığı hakkında” bir görüşüne rastlayamadık ve öyle bir görüşünün olması ihtimalinin de olmadığını düşünüyoruz. Çünkü, böyle bir düşünce İslam şeriatının reddi anlamına gelir... Eğer şeriat kanunlarının uygulanmasına gerek yoksa, o zaman Allah niçin dini göndermiş ki?

“Dinin vazgeçilmez unsurları organlarla gerçekleştirilen davranışlar olmayıp zihinde ve kalpte yer tutan inançlardan ibarettir.’’ (Kitabü’t-Tevhid Tercümesi, 480)

ifadesinden anlaşıldığı gibi, İmam Maturidi’nin kullandığı din kavramından maksadı, dinin temel asasları olan imanıdır.

Onun şu açıklamaları bu konuda daha açıktır:

“İman bir dini davranıştır (yani dindir). Dinler de inanılan ilkelerden ibarettir. Dinlerin inançlarına vesile olan şey ise kalptir… İman tasdik demektir. Tasdikin baskı ve cebir altında tutulamayan mahiyeti ise kalpte bulunan tarafıdır. Çünkü imanın bu noktasına herhangi bir yaratığın tahakkümü nüfuz edemez.” (age., s. 492)

- Öyle zannediyoruz ki, bazıları, İmam’ın bu gibi ifadelerini kötü yorumlara tabi tutarak, onun “Şeriat kanunlarının tenfizinin gerek olmadığı kanaatinde olduğunu” zennetmişlerdir.

Ehl-i Sünnet'in müctehid imamları; imanın bir bütün olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. İman, amelden bir cüz değildir. İmam-ı Azam Ebû Hanife "El Vasiyye" isimli eserinde:

"Sonra amel imandan, iman da amelden başkadır. Çünkü çoğu zaman müminden amel yapma mükellefiyeti kalkabilir. 'Amel kalktığı zaman, iman da kalkar.' denilmesi caiz değildir. Zira hayız halindeki bir kadından; o hâl içerisinde iken, namaz kalkar. Böyle bir kadın için iman da kendisinden kalkar diyemeyiz. Yahut kendisine imanı da terketmesi emredilir denilemez. Yine fakire zekat yoktur denilir, fakat fakire iman gerekli değildir denilemez. Eğer iman amelden bir parça olsaydı, amelin düştüğü hallerde imanın da düşmesi gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir." [İmam-ı Azam-ı Fıkh-ı Ekber (Aliyyü'l Kari Şerhi) İst: 1981, Çağrı Yay. Sh: 216]

diyerek, bu inceliği ifade etmiştir.

İmam Maturidi’nin de demek istediği budur. Kur'an-ı Kerim'de:

"Kim Allah'a iman eder ve salih ameller (ve hareketler) de bulunursa, (Allah) onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar." (Talak, 65/11)

buyurulmaktadır. Burada Allahû Teâla imanı amelden ayırmış ve insana amelden ayrı olarak mümin demiştir. Ayrıca Ayet-i Kerime'de "Salih amel işleyen" cümlesi, "İman eden" cümlesine atfedilmiştir. Arapça gramerinde; ancak ayrı manada olan şeyler birbirine atfedilir. Binaenaleyh ayette geçen imandan maksad, kalb ile tasdiktir. Bundan başka amelin imana dahil olduğu kabul edildiği takdirde, amelle ilgili hükümlerde olduğu gibi, iman esaslarında da neshin caiz olması gerekirdi. Oysa imanla ilgili konularda böyle bir şeyin söz konusu edilmesi imkansızdır. Bu da gösteriyor ki, iman ile amel ayrı ayrı şeylerdir. (Maturidi-Akaid Risalesi, İst: 1953, s. 22)

Ancak herhangi bir amelin makbul olabilmesi için iman şarttır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de:

"Kim bir mümin olarak iyi ve güzel amellerde bulunursa o ne artırılmasından, ne eksiltilmesinden endişe etmez." (Tâhâ, 20/112)

buyurulmuştur. Bu Ayet-i Kerime'de, amelin makbul olabilmesi için imanın şart olduğu belirtilmiştir. Meşrutun (yani amelin) şartta (yani imanda) olamayacağı açıktır. O halde iman ve amel ayrı ayrı şeylerdir.

İmam-ı Maturidi şu hükmünü veriyor:

"Günah işleyenler günahları sebebiyle imandan çıkmazlar. Çünkü haber-i mütevatirle sabit olan husus, büyük günahların bağışlanma ihtimalinin bulunduğudur. Büyüğü bağışlanınca, küçüğünün bağışlanma ihtimali daha önceliklidir.”(Detaylı bilgi için bk. Maturidi, Kitabû't Tevhid)

İlave bilgi için tıklayınız:

Mezheplere göre ibadet ve amel, imandan bir cüz müdür? Amel ve ibâdetin, iman ile ilgisi nedir?

59 Kelam alimi ile İslam filozofu arasındaki fark nedir?

Bu konuyu detaylı bir şekilde incelemek -takdir edersiniz ki- burada mümkün değildir. Bu sebeple iki grup arasındaki temel farklılıkları gösteren bazı ilkelere maddeler halinde temas etmekle yetineceğiz:

- Kelam alimlerinin temel referans kaynağı Kur’an’dır. İslam filozoflarının temel referans kaynağı Yunan felsefesidir.

- Kelamcılar aklı, temel kaynak kabul ettikleri vahyin/Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı bir unsur olarak kullanırlar. Ortaya koydukları fikir ve değerlendirmelerinin bu vahiy ile örtüşüp örtüşmediği endişesini hep taşımışlardır. İslam filozofları ise, aklın ön görülerini esas kabul ettikleri için vahyin mesajlarını bu doğrultuda değerlendirmeye çalışmışlar.

- Kelamcılar, Kur’an’ı temel referans kabul ettikleri için, Allah’ın sıfatlarını da o çerçevede değerlendirmiş ve Allah’ın cüzî olsun, külli olsun her şeyi bütün detaylarıyla bilmekte olduğunu belirtmişlerdir. Buna mükabil, İslam Filozofları bu konuda yanlış yargılara gitmişlerdir.

Nitekim, İmam Gazalî, İslam filozoflarından Farabî ve İbn Sina’yı “Allah’ın cüzî şeyleri/ küçük detayları bilmediğini, haşrin cismanî olmadığını, alemin ezelî olup sonradan var olmadığını” iddia etmelerinden dolayı tekfir etmiştir.(el-Munkızu mine’d-dalal, 143-148).

Bediüzzaman Hazretleri de bu konuya değinirken şu ifadelere yer vermiştir: 

"…İşte felsefenin şu esasat-ı fasidesinden ve netaic-i vahîmesindendir ki: İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîler, şaşaa-i surîsine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden; âdi bir mü'min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ İmam-ı Gazalî gibi bir Hüccet-ül İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş.” (bk. Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksad)

60 Allah kendisinin bilinmesini istiyordu ve bu yüzden kâinatı ve canlıları yarattı. İstemek fiili mahlukata ait bir şey değil mi, ya da Yaratıcı'nın bir şey istemesini nasıl açıklarız?

Aynı cinsten olanlar mukayeseye gelebilir ve muvazene edilebilirler. Mesela, elma ile elma, armut ile armut mukayese edilebilir. Amma karpuz ile nar, üzüm ile kayısı muvazene ve mukayeseye gelmez. Ancak her biri kendi şartında ve özelliklerinde değerlendirilebilirler. Aksi halde karpuz hakkında her mesele ve değerlendirme üzüm için şirktir. 

Bu kaide kâinatta her şey için geçerlidir. Bitkiler en basit tabakayı hayatta iken iki farklı tür birbiriyle mukayese edilmezse, iki farklı cins ve iki farklı mahiyet yani bir bitkiyle hayvan, hayvan ile insan hiç ölçülebilir mi, mukayeseye gelebilir mi? Hatta mahlukat kemalata doğru (yaratılış cihetiyle) gittikçe, yükseldikçe bu muvazene ve mukayese iki farklı fert arasında bile cereyan etmez. Yani iki farklı insan muvazene ve mukayese edilmez. Maddeten iki farklı özelliklere haiz oldukları halde manen hiç muvazeneye gelmez.

Ana meseledeki benzerlik çok yüzeysel ve basittir. Bir insanın hayatını yazan bir tarihçi, başka bir insanın hayatında cahil ve eksiktir. Bu böyleyken kemalatın en kutsisinde ve yarattığı hiçbir mahluka benzemeyen, kendinden başka misli olmayan maddeden, zamandan, mekândan münezzeh olan Allah-u Zülcelal nasıl bir insanın hususiyetleriyle muvazene ve mukayese edilsin?.. Misli ve benzeri olanlar arasında tam bir mukayese olmaz ise misli olmayan Allah (cc) kesinlikle mahlukatın bütün özelliklerinden müstağnidir. Ve mukayeseye gelmez. Sadece tefekküre bir vasıta olmak cihetiyle bazı temsilat olabilir.

"Her kemal ve cemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister." ifadesinde, insanlardaki bu arzu ve hususiyetler sadece tefekküre bir bakış açısıdır. Yoksa mukayese için değildir. Yani mikroskoplar mikropları, teleskoplar yıldızları ve semayı müşahede ettirir. Fakat ne mikroskopta gösterdiklerinden bir özellik, ne de teleskopta yıldızlarda ve semadan bir hususiyet bulunmaz.

Her şey Allah’ı tavsif eder. Fakat onunla muttasıf olmaz. İnsan da bir mikroskop ve teleskop gibi Cenab-ı Hakk’ı külli manada bildirir ve tanıttırır. Allah’ın zat, sıfat ve esmasını gösterir. Onunla kesinlikle muttasıf olamaz. O zattan bir hususiyeti kendinde taşıyamaz. Aynen öyle de insanın kendi güzellik ve kemalatını görmek ve göstermek istemesiyle, Cenab-ı Hakk’taki bu hususiyet aynı değildir. Sadece cam gibi vasıta olmaktan öteye geçmez. Tefekkür için bir rasat vazifesini görür. Başka türlü yakıştırmalar Allah için şirktir.

Ayrıca insanların güzelliklerini göstermesi bir ihtiyaçtan gelir, kemale ve ikmale gider. O güzellik olmaz ve görünmezse o insan eksik ve nakıs olur. Alkış, taltif, hoşamedi insanı keyiflendirir. Noksanı ikmal eder. Oysa Cenab-ı Hakk’ın kendi cemal ve kemalini göstermek istemesi ihtiyaçtan değil, iradeden gelen bir şuunattır. Kemalatı ikmal etmez. Çünkü hakiki kemalat ihtiyaca bina edilmez. İhtiyaçtan başkasının mukayesesinden gelen güzellik ve kemalat, hakiki güzellik ve kemal değildir. O da nisbidir. Çünkü nisbet edilenler gitse onlarda değerden ve kıymetten düşer. 

Mesela, Allah mabud olduğu için ibadet ederiz. İnsanlar ibadet ettiği için mabud değildir. Burada mabudiyet nisbetle kaim değildir. nisbetle kaim olanlar; mesela insanların batıl mabudları bir zamanlar ibadet edildiği için mabud ittihaz edilmiş. İnsanlar ibadet etmekten vazgeçince, onların mabudiyetten düşmüşler. Hakiki mabudiyet öyle olamaz. Mesela insanlar olmazsa, bir insan, yalnız başına kendi kemalat ve güzelliğini göstermek ister mi? Sanatta, meharette, neyi kime gösterecek? Yani mukabele ve nisbet istiyor. Ta ki kemalatı zuhur etsin. Seyredenler olmazsa sanatlar, panayırlar ve pazarlar olmazsa ticaretler, hoşamedi olmazsa güzellikler görünmek istemezler. Bu mahlukat için genel bir kaidedir. Fakat Allah ezeli ve ebedidir. İnsanlığın ömrü âlemin sonunda başlamıştır.

O hâlde milyarlarca yıl önce Allah’ın cemal, kemal ve sanatı İlahiyeyi kimler seyrediyordu?.. Demek insanlardaki cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi arzusu, Allah’ın cemalini ve kemalini ölçmek ve mukayese için değil insanlarını kendi kemalatını artırması ve tezahürü ve imtihan içindir. Ayrıca kemal ve cemalinin inceliğini insanlar melekler ve hiçbir mahlukat anlayamaz, idrak edip kavrayamaz. Ancak Allah kemal ve cemalini bilir.

Ayrıca bizdeki güzellik gibi Allah’ın cemal ve kemali bir ihtiyaçtan gelse, ihtiyaç gittiğinde güzellik ve kemalatın da eksilmesi lazım. Mesela, insan açlıktan dolayı yemek ister. İhtiyaçtan dolayı gezmek, keyiften dolayı seyir ister. Bu ihtiyaçlar kesilse artık yemek, seyir ve tenzzühte biter. Cenab-ı Hakk’ta ise bu şuunat ezelidir. Asırlardan beri yaratma, tezyinat, taltifat ve kemalat devam ediyor. Ve ebediyen devam edecektir. Demek ki Cenab-ı Hakk’ın kendi cemal ve kemalini görmek ve istemesi, ihtiyaçtan değil İRADE-Yİ İLAHİYEDENDİR. 

Allah'ın sıfatı olarak irade; O'nu diğer sıfatlarıyla beraber tavsif eder. Allah nasıl her şeyin kusursuz ve mükemmeline sahipse ve her konuda mutlak kemâl O'na nisbet edilmek gerekiyorsa; irade hususunda da Allah mutlak irade sahibidir. Yani Allah'ın iradesini kısıtlayan, onu tehdit eden herhangi bir başka irade sözkonusu olamaz. Öyleyse Allah'ın iradesi bütün yaratıklar üzerinde mutlak surette geçerlidir.

"Rabbin şüphesiz irade ettiği şeyi kolaylıkla yapabilen ve yerine getirebilendir." (Hûd, 11/107)

Bu konudaki diğer Kur'an ayetleri şöyledir:

"Allah bir şeyi dilediği zaman, onun buyruğu sadece o şeye 'Ol!..' demektir; o da hemen olur." (Yâsin, 36/82);

"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer." (Kasas, 28/68);

"şüphe yok ki Allah dilediğine hükmeder" (Mâide, 5/1).

Allah'ın iradesi bütün yaratılmışlar, yani bütün varlıklar üzerinde geçerli ise, nasıl oluyor da insanın da bir iradeye sahip olduğu söylenebiliyor? Bu noktada İslâm tarihinin çok erken dönemlerinden itibaren meydana gelen tartışmalar, iki-üç asır devam etmiş ve nihayet hicrî asırdan itibaren belli bir kararlılık bulmuştur.

Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre; Allah mutlak irade sahibidir. Bu irade fark gözetmeksizin bütün varlıklar üzerinde egemendir. Ama insanın da dünyada imtihan edilebilmesi için belirli bir kudrete sahip olması gereklidir ki, yaptıklarından sorumlu tutulabilsin. Şu halde insan belirli bir fiili yapmaya niyetlendiği zaman ilâhî irâdenin kulun fiillerini halk etmesi esnasında İrâde-i Külliyeye katılır, yani onu kesb eder. İşte insan bu kesbi dolayısıyla sorumluluğu üzerine almaktadır. Bu sorumluluğu yüklenip iradesini kullanmaya da ihtiyar denilir.

İrade-i Külliyye ve İrade-i Cüz'iyye:

İslâm akaidindeki belli başlı konulardan biri de irade-i külliye meselesidir. Kavramın kelâm ilmindeki ıstılahi anlamı; bütün yaratılmışların üzerinde tek ve mutlak bir iradenin, yani Allah'ın iradesinin bulunduğudur. Bütün yaratıklar (ister canlı ister cansız olsun) bu ilahî iradeye boyun eğerler. İslâm akaidinde tevhid, bütün inanç sisteminin merkezidir.

Her şey tek bir ilahî kaynaktan vücut bulmuştur. Bütün kâinatın Allah karşısında pasif olduğu düşünülürse, her fiilin Allah tarafından "halk" edilmiş olması da tabiidir. Fakat insanoğlunun yaratılma hikmeti, onun bu dünyada bir imtihana tabi tutulması olduğu için, kullara da bir çeşit irade verilmiştir. İşte buna Kelâmda; İrade-i Cüz'iyye" denilmektedir.

Burada İslâm tarihinde, çokça tartışılmış bir konuya geliyoruz. İlk kelâm tartışmalarını başlatan Mu'tezile ekolü, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savunmuş ve ilahî iradenin (irade-i külliyye) insanı bu dünyadaki fiillerinde serbest bıraktığını söylemiştir (Mu'tezile'ye kaderiyye de denilmektedir). Buna karşılık bir diğer ekol olan Cebriyye, insanın hiçbir iradeye sahip bulunmadığını, onun bütün yapıp ettiklerinin irade-i külliyyeye ait olduğunu iddia etmektedir.

Her ikisinden de ayrıları Ehl-i Sünnet akaidi ise, orta yolu tutarak şunları ileri sürmüştür. Her ne kadar Allah Teâlâ, bütün fiillerin yaratıcısı ise de, kullarını birtakım hükümler ve ödevlerle yükümlü tutmuş olduğundan. bunları yerine getirmeleri için onlara bir irade de bağışlamıştır. İnsan iyiyi de kötüyü de seçmekte serbesttir. Dilerse Allah'ın istemediği bir iş yapar; dilerse onun arzuladığı bir işi yapar. Şu kadar ki; ne zaman kendi iradesini bir fiili yapmaya yöneltirse o zaman Allah Teâlâ o fiili yaratır. Bu durumda, o fiili Allah'ın kudreti yaratmıştır.

Fakat, insanın iradesi de o fiili isteme suretiyle fiile ortak olmuştur. İşte buna, yani irade-i cüz'iyyenin ilâhi fiile katılışına "kesb" denilir. Aksi takdirde, kişinin bu fiilde hiçbir katkısı olmaması (Cebriyenin görüşü), zulmü iktiza eder ki, bu Cenâb-ı Hakka noksanlık izafe etmek manasına gelir. Mu'tezile'nin ileri sürdüğü ve fiillerini yalnız insanın yarattığı görüşü ise, İrade-i külliyye haricinde ona denk bir başka irade kabul etmek demektir ki, bu da şirk anlamına gelir.

Şu halde Ehl-i sünnetin görüşü bu ikisinden de ayrılır. İnsan irade sahibidir; ama aynı zamanda daha küllî bir irade tarafından kuşatılmıştır. Bu sebeple yerine getirdiği filler, kendisinin seçmesi, Hak Teâlâ'nın halketmesi ve bu ikisinin neticesinde kulun bu halk edilen fiili kesb etmesi şeklinde vukû' bulur.

Kur'an-ı Kerîm'den anlaşıldığına göre; Allah'ın irade sıfatı iki şekilde olur:

a. Tekvinî İrade: Bir şeye taalluk edince hemen vuku bulur.

Yukarıdaki ayetler bunun misalidir.

b. Teşriî irade: Bu, Allah'ın muhabbet ve rızası demektir. Bu manada Allah'ın irade etmiş olduğu şeyin meydana gelmesi vacip değildir.

"Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez." (Bakara, 2/ 185)

ayeti bu türdendir.

Allah Teâla, bu manadaki iradesini ilâhi bir lutfu olarak kullarının iradesine bağlamıştır. Kul neyi dilerse Allah onu irâde edip kulun isteğine uygun olarak yaratır. Kul da yaptığı şeyleri kendi hür iradesiyle yaptığı için sorumlu olur.

Allah Teâlâ, kulun isteğine ve çalışmasına göre hayra da irade eder, şerri de. Fakat hayrı rızası var iken; şerre rızası yoktur.(Nureddin es-Sâbûnî, Maturidiyye Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, s. 105, 106)

61 Akaid ilminde "ahval teorisi" nedir, Eşari mezhebiyle alakası var mıdır?

Ahval, Allah'ın sıfatları ve ontoloji konularıyla ilgili olarak bazı kelâm bilginlerinin ortaya attığı teorinin adıdır.

Ahval; durum, vaziyet, insanın ve genel olarak varlıkların değişebilir maddî ve manevî özellikleri anlamındaki hâl kelimesinin çoğuludur. Ahval, kelâm ilminin temel konularından olan Allah'ın sıfatları (sıfâtullah) meselesinin çözümü maksadıyla ilk defa Mu'tezile kelâmcısı Ebû Hâşim el-Cübbâî’nin (ö 321/933) kullandığı ve onun ortaya attığı teoriyi ifade eden bir terimdir.

Ahval teorisi, dar anlamda Allah'ın sıfatlarının O'nun zâtıyla münasebetini, geniş anlamda ise küllî’lerin varlıklarla ilişkisini açıklama tartışmalarından doğmuştur. İslâm kelâm tarihinde, Ebû Hâşim'e gelinceye kadar Allah'ın sıfatlan konusunda başlıca iki teori hâkimdi. Bunlardan ilkine göre sıfatlar hem zihinde hem de zihnin dışında (hariçte) zât ve mahiyet olarak gerçek bir varlığa sahiptir. Bu görüşün, daha çok Ehl-i sünnete bağlı olan savunucularına Sıfâtiyye adı verilir.

İkinci teori ise, sıfatlara böyle bir varlık tanınması halinde Allah'ın zâtı gibi sıfatlarının da ezelî olması gerekeceğini, bunun ise birçok ezelî varlık bulunduğu (taaddüdü'l-kudemâ) sonucunu doğuracağından, ilâhî sıfatları varlık mefhumu taşımayan isimler sayan Mutezile çoğunluğunun görüşüdür. Meşşâî filozoflarının da katıldığı bu görüşün taraftarları Muattıla diye anılır.

Ebû Hâşim, birinci teoriyi temelde Kur'an'a uygun bulmakla birlikte, Allah'ın zâtının gerçek varlığı olan unsurlardan (ecza) meydana gelmiş birleşik (mürekkeb) bir varlık olması sonucuna götürdüğü gerekçesiyle bu görüşü tevhid prensibine, dolayısıyla akla aykırı bulmuştur.

Buna mukabil, ilâhî sıfatları zihinde varlığı yahut karşılığı bulunmayan “İsimler” sayan ikinci teori de tevhid ilkesine uygunluğu dolayısıyla aklî bakımdan doğru görünmekle birlikte, sıfatları bütünüyle inkâr sonucuna götürdüğünden Kur'an’ın ifadelerine aykırıdır.

Ebû Hâşim, babası Ebû Ali el-Cübbâînin, Allah'ın zâtını sıfatlarının sebebi kabul eden ve Onun zâtının farklı birçok sıfatlardan meydana gelmiş olduğu kanaatine götüren görüşünü hatalı bulduğu gibi, Muammer b. Abbâd es-Sülemî’nin, Allah'ın sıfatlarını zâtındaki mânalara bağlayan ve her mânanın teselsüle varacak şekilde başka bir mânaya bağlı olması neticesini doğuran mâna teorisini de isabetsiz görmüş ve Allah'ın sıfatları meselesini bu görüşlerin dışında kalan, fakat bunları bir anlamda uzlaştırma çabası gibi görünen "ahval teorisi" ile çözmeye çalışmıştır.

Ona göre cevherle araz, varlıkla (vücûd) yokluk (adem) arasında üçüncü bir kavram vardır ki bu da cevhere çok yakından bağlı bulunan, ondan ayrı olarak var olamayan, kendi başına bir gerçekliği bulunmayan ve cevherin var oluş biçimi demek olan ahvaldir. Haller arazları cevhere bağlayan ve cevherle araz arasında bulunan vasıtalardır. Hallere varlık ve yokluk, ezelîlik (kıdem) ve sonradan olma (hudûs) gibi nitelikler yüklenemez. Böylece hallerin bağımsız varlıkları bulunmadığı için gerçek anlamda var sayılmazlar. Eğer müstakil olarak var olabilselerdi “şey” (mevcûd) olmaları gerekirdi. Halbuki hallere “şey” denilemez. Bununla birlikte haller, varlığın zatıyla ilişkilerinin bulunması ve varlığı tanımanın ancak onlar sayesinde mümkün olması sebebiyle, yok da sayılamazlar. Dolayısıyla bunlara şey değil, (lâ şey, ma'dûm) da denilemez.

Sonuç olarak, Ebû Hâşim'e göre haller, varlığın tanınmasını ve başka varlıklardan ayırt edilmesini sağlayan zihnî ve itibarî nitelikler ve durumlardır. Böylece o, ahval nazariyesini Allah'ın sıfatlarına uygulayarak kendi başına var olamayan hallerin, Allah'ın zâtına ilâve edilmiş sıfatlar sayılamayacağı için tevhid ilkesini zedelemeyeceğini, zâta bağlı olarak düşünülebildikleri için de ilâhî sıfatların reddedilmiş olmayacağını düşünmüştür.

Ancak, Şehristânî’nin de belirttiği gibi, bu anlayışa göre ahvalin zihnî mevcûd sayılması gerekir.

Ehl-i sünnet'le Mu'tezile arasında önemli görüş ayrılığına yol açan İlâhî sıfatlar hakkında, Ebû Hâşim'in vasıf ve sıfat kelimelerini kullanmaktan kaçınarak, bunların yerine tercih ettiği hâl terimi için daha sonraki kaynaklarda, “Bir cevherin varlık ve yoklukla nitelenemeyen müsbet sıfatları”, “Mevcûd ile ma'dûm arasındaki vasıta”, “Mevcûd ile ma'dûm arasındaki orta terimin en özel vasfı” gibi tarifler geçmektedir. Tehânevî de hâli aynı şekilde tarif etmiştir.

Haller şöyle ispat edilir: İnsan aklı, bir varlığı (cevher) mutlak olarak bilmekle onun bir sıfatını bilmek arasında fark bulunduğunu zaruri olarak idrak eder. Çünkü kişi, meselâ bir insanı tanımakla onun âlim olduğunu, cevheri tanımakla onun yer işgal ettiğini ve arazlar taşıdığını bilmiş olmaz. Cevherin varlığını idrak ettikten sonra onun bir yer kapladığını bilen kimse cevher hakkında yeni bir bilgiye sahip olduğunu kabul eder. Çünkü biz cevherin yer kapladığını bilmeden de onun varlığını düşünebiliriz.

Bu durumda iki türlü bilgiye sahip olmaktayız; cevherin varlığı, cevherin yer kaplaması. Buna göre ya birinci bilginin objesi ile ikincinin objesinin aynı olduğunu yahut da ikincinin birinciye ilâve edildiğini kabul etmek gerekir.

Birinci şık yanlıştır; çünkü her akıllı insanın, cevherin mekân tuttuğunu bilmeden onun varlığını düşünmesi mümkün olduğuna göre, ikinci bilgiyi öğrendiği anda daha önce vâkıf olmadığı yeni bir şey öğrendiği noktasında şüpheye düşmez. Meselâ bir cevherin yer tutma özelliği onun varlığıyla aynı olsaydı bu takdirde cevheri bilen kimsenin aynı zamanda onun özelliklerini de bilmiş olması gerekirdi ki bu imkânsızdır. Bir şeyin bir bakımdan bilindiği diğer bakımdan bilinmediği, dolayısıyla bu şeyin farklı yönlerinin bulunduğu düşünüldüğü sürece hallerin inkâr edilmesi mümkün değildir.

Şüphe yok ki insan, varlıkların bazı özelliklerde (hükümlerde) ortak, bazılarında da farklı olduklarını idrak eder ve ortak özelliklerin farklı özelliklerden başka şeyler olduğunu bilir. Aklın verdiği bu hükümler inkâr edilemez. Bu hükümler zatın kendisi olmadığı gibi onun ötesindeki arazlar da değildir. Çünkü arazın araza bağlı olarak var olması imkânsızdır. Böylece bu hükümlerin zatın halleri olduğu ortaya çıkar. Âlimin âlim olması zat olmanın ötesinde bir haldir, yani zattaki âlimlik halidir. Kısaca “Alim”den anlaşılan şey zattan anlaşılandan başkadır. Kadir, hay, mürîd ve diğer sıfatlarda da durum aynıdır.

Allah Teâlâ'ya nisbet edilen bütün sıfatların (hallerin) bağlı bulunduğu ve onlara esas teşkil eden bir halin mevcut olduğunu söylemek gereklidir. Aksi takdirde mevcudiyeti kabul edilen her sıfatın bağlanacağı başka bir sıfatın bulunması icap eder ki, bu tarz bir düşünce bizi teselsül’e götürür.

Şu halde Allah'ın âlimlik (âlimiyyet), kâdirlik (kâdiriyyet), hayatiyet (hayyiyyet), mürîdlik (mürîdiyyet) vb. sıfatları vardır.

Ebû Hâşim'in bu şekilde ortaya koyduğu ahval görüşü, kendisinden sonra Kâdî Abdülcebbâr, Bâkıllânî, Cüveynî, Senûsî gibi bazı Mu'tezilî, Sünnî ve ayrıca Kerrâmî kelâmcıları tarafından benimsenerek çeşitli delillerle desteklenmiş, buna karşılık Mu'tezile ve Ehl-i sünnet kelâmcılarının çoğunluğu tarafından tenkit edilmiştir.

Şehristânî, her ne kadar Cüveynî’nin, ahval görüşünü önceleri benimsediği halde sonraları vazgeçerek tenkide tâbi tuttuğunu söylüyorsa da bu doğru olmasa gerektir. Çünkü Cüveynî, eş-Şâmil'de Ebû Hâşim'in bazı görüşlerini yer yer tenkit etmekle birlikte daha sonra yazdığı el-İrşâd'da ahvali benimsemiş görünmektedir. Onun, Ebû Hâşim'inkinden az çok farklı olan ahval görüşünün hulâsası şudur:

Cevherlerdeki nitelikler ya bir hal, ya zatın kendisi, yahut da sadece bir isim olmalıdır. Bunlardan son iki şık doğru değildir. Çünkü hal cevheri niteleyen bir sıfat olduğuna göre zatın kendisi olamaz. Varlık ve yoklukla nitelenemez. Hal araz da değildir, zira, meselâ ilim arazı, âlimlik halinin sebebidir. Eğer hal arazın kendisi olsaydı sebeple sonuç arasında bir fark kalmaz, sebep kendi kendinin sonucu olurdu. Yani âlimin âlim olması ilmin kendisi olsaydı, ilim kendi kendini gerektirmiş olurdu. Öyle ise hal sadece cevherin bir tavrı, ondaki bir hükmün ifadesidir. Varlıkla nitelenen cevhere ilâve edilmiş olan âlim olma, kadir olma gibi sıfatlar ahval olarak kabul edilmelidir.

Cüveynî, ahvale varlık yokluk gibi ontik nitelikler yüklenemeyeceği konusunda Ebû Hâşim'e katılmakla birlikte ahvalin meçhul de malum da olmadığı konusunda ondan ayrılmıştır. Çünkü haller cevherle araz arasında bir vasıta olduğu ve zatı nitelendirdiği için bilinebilir. Ona göre Ebû Hâşim'in hali ne malum ne meçhul diye nitelendirmesi, cehaleti bir çeşit bilgi olarak kabul etmesinden dolayıdır.

Ahval iki kısma ayrılır:

a) Sebebi olan haller; bunlar cevherin zatına eklenen bir takım mânalar dolayısıyla ortaya çıkan hükümlerdir. Hareket eden cisimde hareketlilik halinin, âlimde âlimlik halinin bulunması gibi.

b) Sebebi olmayan haller; bunlar zata eklenen herhangi bir mâna sebebiyle olmaksızın onda bulunan hallerdir. Cevherin var olması, mekân tutması, cevherlik haline sahip olması, siyahta siyahlık halinin bulunması gibi. Ahvalin ikiye ayrılışını, konuyüklem ilişkisi düşünülebilen bütün hükümlerde yüklemin konunun içinde bulunup bulunmaması şeklinde anlamak mümkündür.

Mu'tezile, Ehl-i sünnet ve Şîa kelâmcılarının çoğu, ahval nazariyesini tenkit ederek yanlışlığını ortaya koymaya çalışmışlardır.

Ahval görüşüne ilk defa Ebû Hâşim'in babası Ebû Ali el-Cübbâî ve Eş'arî karşı çıkmıştır.

İbn Sînâ da onu tenkit edenler arasında yer alır. Ona göre kavramlar konusunda iki husus önemlidir: Kavramın küllîliği ve muhtevası. Küllîlik sübjektif bir düşüncedir, muhteva ise objektif bir gerçekliğe sahiptir. Ebû Hâşim'in en büyük hatası bu ayırımı yapmayışıdır. Şayet ayırım yapsaydı, bir cinsiyet kavramının, meselâ rengin cinsiyetinin bir araz gibi veya bir hal gibi beyaz renginin cevherine eklenmediğini, ikinci olarak da eşyanın ve bizim idrakimizin bir hakikati olduğunun inkâr edilemeyeceğini anlamış olacaktı.

Ahvali reddedenlere göre cevherin varlık niteliği ile mahiyeti aynı şeydir. Küllîlerîn ise hariçte varlığı yoktur, sırf zihnî kavramlardır. Üstelik aklın ilkelerine göre -zihnen dahi olsa- bir şey ya vardır ya yoktur, ya bilinir ya bilinmez. Akıl iki terim arasında üçüncü bir terim kabul etmez. Aklın bu prensibi ahval görüşünü reddeder.

Ahvale yapılan en güçlü itirazlardan biri de şudur: Birbirine bağlı olarak var olan arazların teşkil ettiği teselsül yanlışından kaçınmak gayesiyle geliştirilen bu teorinin kendisi de teselsüle düşmektedir. Çünkü ahval fikri doğru ise her halin başka bir hale sahip olması zorunludur. Haller kendilerine ait özellikler itibariyle farklı, küllî tavsif bakımından ise aynıdırlar. Buna göre cins olan hal başka bir halde nevidir. Bu da hallerin teselsüle varmasını gerektirir. Bir cevherin mahiyetine doğrudan dahil olmayan her belirleyici özellik haldir. İlâhî sıfatlar ise Allah'ın zâtında doğrudan mevcut değildir, Allah kavramı onları ifade etmez. Meselâ Allah ilim değildir. Buna göre ilâhî sıfatlar muallel hallerdendir. Binaenaleyh âlimlik hali Allah'ın zâtında mahiyetiyle değil ilim sebebi ile mualleldir. Öyle ise zaten kendisi bir hal olan ilim, âlimlik denen başka bir hali ortaya çıkarır. Böylece teselsülden kurtulmak için bütün hallerin bağlı bulunduğu bir halin varlığı ispat edilmiş olur ki bu da ha lin ne var ne yok olduğu görüşüne ters düşer.

İster Şehristânfnin dediği gibi Meşşâî filozoflarının tesiriyle olsun, ister M. Horten'in kabul ettiği gibi orijinal bir şekilde kendi buluşu olsun, Ebû Hâşim el-Cübbâî’nin ahval teorisi İslâm düşünce tarihinde küllîler kavramının kapısını aralamış, ilâhî sıfatlar konusunda nominalist bir anlayışı benimseyen ve sıfatları zihnî gerçekliği olmayan sırf isimler olarak kabul eden Mutezile ile Ehl-i sünnet’in sıfat telakkisini uzlaştırmaya çalışmış, böylece realist bir akımın başlangıcını teşkil etmiştir.

Ahvalin, mevcûdla da ma'dûmla da vasıflanmayıp zihnî gerçekliği bulunan kavramlar şeklinde nitelenmesi ve bütün halleri Allah'ın zâtına bağlayacak bir halin istisna edilmesi durumunda Ehl-i sünnet'in sıfat anlayışından bir farkı olmadığı söylenebilir.

Küllîler bahsinde konu ile yüklem, ilâhî sıfatlar probleminde Allah'ın zâtı ile sıfatları arasındaki ilişkileri ele alıp inceleyen bir nazariye görünümündeki ahval, kavramcı bir felsefî anlayışı desteklemiş ve Ehl-i sünnetle Mutezile arasındaki kavram mücadelesini canlı tutmuştur.

(bk. Yusuf Şevki Yavuz, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1989: 2/190-192)

62 Mezhepler açısında imanı açıklar mısınız?

İslami ıstılah olarak "iman", Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah (c.c.) tarafından getirdiği kesin olarak bilinen haber, dini esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların tamamını iz'an ve kabul ile tasdik ve itiraf etmektir. Yani Allah'a, Hz. Muhammed (s.a.s)''in son Peygamber olduğuna ve "Zarûrât-ı diniyye" diye bilinen İslâmî esaslara, hükümlere ve haberlere, kesin olarak inanmak, tamamını kabul ve itiraf etmektir.

Zarûrât-i diniyye; Peygamberimiz (s.a.s)''den tevâtür yoluyla naklolunan ve aklî delile muhtaç olmadan bilinen; Kur'an'ın Allah kelâmı olduğu, ölümden sonra dirilmenin ve âhiret hayatının hak olduğu; namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerin farz; zinanın, şarabın, faizin, adam öldürmenin ve yalan söylemenin haram olduğu gibi İslâmî esas, hüküm ve haberlerdir. Kesinlik ifade eden bu gibi dinî esaslara her Müslümanın tereddütsüz inanması gerekir. Bu bakımdan, dini terim olarak iman, taalluk ettiği şeylerin arzettiği hususiyet bakımından daha özel, dilciler nazarında ise daha genel ve şümullüdür.

İman hakîkatta bir kalp ve vicdan işi olduğuna göre; dilciler nazarında da, dinî ıstılahta da aslolan, imanın hakîkatında bulunması gereken tasdiktir. Fakat, bu tasdik ve itirafın masdarı, kaynağı nedir? İmanın hakîkatını teşkil eden hükümler nelerdir? Yalnız kalp midir? Yalnız dil midir? Veya her ikisi birden midir? Yoksa bu ikisine ilaveten, azalarla yapılan işler, salih ameller midir? İşte bu hususta İslâm âlimleri arasında görüş ayrılığı vardır. Bundan dolayı birçok itikadi mezhep ortaya çıkmıştır.

a) Ehl-i Sünnet'ten bazılarına göre şer'î iman; Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak bilinen şeylerin hepsinin doğru ve gerçek olduğunu kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir. Bu tarife göre imanın; biri tasdik diğeri ikrar olmak üzere iki rüknü vardır. Ancak, bu rükünler aynı seviyede birer aslî rükün değildir. Çünkü bunlardan "kalp ile tasdik", hiçbir mazeret karşısında vazgeçilmeyen "aslî rükün"dil ile ikrar ise, dilsizlik ve ölüm tehlikesi gibi zarûrî haller karşısında vazgeçilebilen ve vücubu sakıt olan "zâid rükün" dür. Aslî rükün sayılan kalb ile tasdik zâil olduğu anda, o kimse imandan çıkar ve kâfir olur. Çünkü her halükârda tasdiksiz iman olmaz. Ancak ölüm tehdidi karşısında diliyle ikrar etmeyen bir kimse, kalbi samimi tasdik ve imanla dolu olduğu için imandan çıkmaz ve kâfir olmaz (en-Nahl, 16/106). "Kavl-i Meşhur" olarak şöhret bulan bu mezhebi, bazı Ehl-i Sünnet Kelâmcıları, Hanefi imamlarından Şemsü'l-eimme es-Serahsî, Fahru'l-İslâm Pezdevî ve diğer Hanefi fakihleri benimsemişlerdir. Hatta İmam-ı Âzam'ın da bu görüşü tercih ettiği rivayet edilmiştir (Fıkh-ı Ekber Aliyyu'l-Kâri Şerhi, s. 76-77; Şerhu'l-Makâred, II, 182, Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye, s. 436438).

b) Ehl-i Sünnet'ten "cumhuru muhakkikîn" e göre şer'î iman; inanılması gerekenleri kalb ile tasdikten ibarettir. O halde şer'î imanın yegane rüknü, kalb ile tasdiktir. Kalbinde böyle tereddütsüz bir tasdik bulunan kimse, gerçekte ve Hak Teâlâ indinde mümindir. Dil ile ikrar etmek ise, imanın aslî veya zâid bir rüknü, yani imandan bir cüz değildir. Fakat, kalble bulunan tasdike, ancak dil ile ikrar edilmesi halinde vakıf olunabileceği, aksi halde "mü'min midir, değil midir?" bilinemeyeceğinden, dünyevî ve hukûkî hükümleri tasdik edebilmek için, dil ile ikrar şart koşulmuştur. Bu esasa göre, kalbiyle gerçekten tasdik edip de, bunu diliyle ikrar etmeyenler, dünyada Müslüman sayılıp dini ahkâm kendilerine uygulanmasa bile, Allah Tealâ katında mü'min sayılırlar. Dini nasslar bu görüşü daha fazla desteklemektedir:

"Allah işte bunların kalbine imanı yazdı." (Mücadele, 58/22);

"İman henüz kalblerine girmedi." (Hucurât, 49/14 ve Nahl, 16/106 gibi).

İmam Ebu Mansur el-Maturîdi'nin tercihi de budur. Özellikle, İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'ârî ile İmamu'l-Haremeyn el-Cüveynî ve İmam Fahru'd-Din er-Râzî bu görüştedirler (Ali Arslan Aydın İslâm İnançları, I, 164-165).

c) Selef Uleması ile, Hadis âlimlerinden birçoğu ise rivayete göre, İmam Mâlik, İmâm Şâfiî ve İmam Ahmet (r.a)'a göre Şer'î İman; "İkrarın bil lisan, tasdikun bil cenan ve amelün bil erkân"dır. Yani, "dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve rükünlerle amel" Fakat bu görüşe sahip olan Selef Uleması ve bazı mezhep imamları, ameli terk eden kimseleri "fâsık, âsî" saymışlarsa da, bu gibilerin imandan çıkarak kafir olacaklarına hükmetmemişlerdir. Ayrıca, abid ve zahid Müslümanlara tatbik edilmekte olan dini ahkâmın, ameli terkeden fâsıklara da uygulanacağını söylemişlerdir. Nitekim tatbikatta hep böyle olagelmiştir. Bu zevata göre şer'î imanın hakîkatı iki şekilde mütâlaa edilmektedir. Biri; er geç cennete girme imkânını sağlayan iman esasıdır ki, bu kalp ile tasdikle veya tasdikle beraber dil ile ikrar ile tahakkuk eder. Diğeri ise, Müslümanı cehennemin azabından koruyan ve ebedî saadete erdiren "Kemâl-i iman", yani imanın kâmil olmasıdır. Şüphe yoktur ki amel, yani dini emir ve esaslara uyarak yasaklardan kaçınmak, imanın kemalinden olup, onun güzel bir semeresi ve beklenen meyvesidir. Sonuç olarak, yukarıdaki tarif gerçekte, "imanın aslını ve hakikatı"nın değil, "kemâl-i iman" yani iman olgunluğunun tarifidir. Bu bakımdan, Selef ve bazı hadisçilerin görüşü, Mu'tezile ve Haricilerin katı görüşleriyle ilgili olmayan makul ve makbul bir görüştür (Ali Arslan Aydın, a.g.e, I, 160-161 ve orada zikredilen ana kaynaklar).

d) Havâriç ve Mu'tezile ise Şer'î imanın; dil ile ikrar ve kalp ile tasdik şartından başka, bunları amel ile tasdik etmek olduğunu iddia etmişlerdi. Bunlara göre imanın hakikatı hem "fiil-i kalp, hem fiil-i lisan, hem de fiil-i cevârih" dir. Yani Şer'î imanın "üç rüknü" vardır. Bunlar; Resulullah (s.a.s)''ın Allah Teâlâ'dan vahy ile telakki edip tebliğ ettiği ilâhî esasları ve şer'î hükümleri; "1) Kalp ile tasdik, 2) Dil ile ile ikrar, 3) Azalarla tatbik etmek"tir. O kadar ki, bu üç rükünden birine sahip bulunmayan; meselâ kalbiyle tasdik, diliyle ikrar ettiği halde, bunlarla amel etmeyen bir kimse, mümin sayılmaz. Bu şahıs, Haricîler nazarında "kafir", Mu'tezile nazarında ise, "ne mümin ne de kafirdir", fakat imanın hakîkatından olan bir cüz'ü, yani ameli terkettiği için "fâsık" sayılır. Bu esasa göre Mu'tezile, "günâh-ı Kebâîr" den, yani büyük günahlardan birini işleyen veya "vâcipler"den birini terkeden kimseyi mümin olarak kabul etmez. Bu gibiler için meşhur "el-Menziletü beyne'l-menzileteyn" tezini ileri sürer, bunların cennet ile cehennem arasında bir yerde kalacaklarını iddia eder. Bu görüşlerini isbat için bir çok nassları te'vil eder. Bu mesele, Ehl-i Sünnet'in red ve cerhettiği Mutezilenin beş ana prensibinden biridir. Hâricîlerin ki ise; siyâsî esasa dayanan, son derece katı bir iddia olup, mesnetsiz ve akl-ı selimden uzaktır.

Bu müfsit görüşün karşısında "tefrid" sayılan diğer bir iddia ise, "Kerrâmiyye" adıyla anılanların şu görüşüdür: Şer'î imanın tek bir rüknü vardır. O da "tasdik-i kavlî" denilen "dil ile ikrar" dan ibarettir. Yani kalbiyle inandığı halde, bu inancını diliyle ikrar ve izhar etmezse, kimse, "mü'min değildir, ama ölünce cennete girebilir." Bu iddiaya göre, kalbleriyle inanmadıkları halde, diliyle inanmış gözüken münafıkların da mü'min olmaları gerekir. Halbuki bu gibilerin mü'min olmadıkları, Kur'an-ı Kerim'de açık olarak belirtilmiştir:

"İnsanlardan öyleleri vardır ki; 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler; Halbuki onlar mü'min değillerdir." (Bakara, 2/8)(1)

İcmali ve Tafsili İman:

Ehl-i Sünnet'e göre -yukarıda açıklanan- Şer'î iman iki surette teşekkül eder. İcmali veya tafsilî. Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.)'in tebliği ettiği dini esas ve ilâhî hükümlerin tamamına, tafsilat gözetmeden topluca inanmaya icmali iman denir. Bunun da en özlü ifadesi; "Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna" kesin olarak inanmaktır. Bu iman, "Kelime-i Tevhid" ve "Kelime-i şehadet" diye bilinen kesin "Lâ ilâhe illallah, Muhammedu'r-Resulullah" demek ve bunu kalb ile tasdik etmekle olur. Bu, Şer'i imanın ilk mertebesi ve İslâm binasına girmenin ilk şartıdır. Çünkü bu cümlede, İslâm'ın iki ana rüknü ile bir kimsenin iman etmesi zorunlu olan dini hakîkatların esası ve özü toplu olarak vardır. Zira Allah Tealâ'nın yegane hâlık ve tek mabud; Hz. Muhammed (s.a.s)'in de Allah'ın Resulü olduğunu tasdik etmek, onun haber verdiği bütün dinî esaslara ve ilâhî hükümlere topluca inanmak demektir. Ancak, bu dinî hükümlerin tamamını tek tek hemen öğrenemeden, hepsine birden topluca iman edildiği için, bu tür imana "İcmali iman" denmiştir. Akıl ve baliğ olan (akıllı ve erginlik cağına gelen) her şahsa, "icmali iman"a sahip olmak şart ve farz ise de; mümine yaraşan imanın bu ilk kademesinde ve İslâm'ın ana kapısında kalmayıp, dinin diğer iman ve ibadet esaslarını, amelî ve ahlâkî hükümlerini -gücü ve takati nisbetinde- öğrenmesi ve bunlara ayrı ayrı tafsili olarak iman etmesidir.

Tafsili İmanın Dereceleri ve İman Esasları:

Tafsili imanın birinci derecesi şu üç büyük esasa inanmaktır:

a) Allah Teâlâ'nın varlığına, birliğine, yegane yaratıcı ve tek Ma'bûd olduğuna,

b) Hz. Muhammed (s.a.s)'ın Allah'ın kulu ve son Peygamberi olduğuna,

c) Ölümden sonra dirilmenin (ba'sü ba'de'l-mevt), ahiretin ve ahiret ahvâlinin (Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve oradaki diğer gerçeklerin) hak ve gerçek olduğuna yakınen inanmaktır.

Tafsili imanın ikinci derecesi; "Âmentü'de ifadesini buları altı iman esasına; Allah'a, Meleklerine, (bütün) kitaplarına, (bütün) peygamberlerine, ahiret gününe (ve ahiret ahvaline) ve kaza-kadere (hayır ve şerrin Allah'dan- O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır. Bu esaslar, Kur'an-ı Kerim'de birçok ayetlerde belirtilmiştir (Bakara, 2/177, 285; Nisâ, 4/ 136).

Hz. Ömer (r.a)'ın Peygamberimiz (s.a.s.)'den naklettiği meşhur "İman, İslâm ve İhsan" hakkındaki uzun hadisinde "Kaza ve Kadere iman" ayrıca zikredilmiştir. Bu hadis, -Sünen-i Ebû Dâvud hâriç- Kütübü Sitte'de mevcut olup, tevatür derecesine ulaşmıştır. Bu bakımdan bütün İslâm âlimlerince "Kaza ve Kadere İman", iman esaslarından kabul edilmiş, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana kitaplarında yeralmıştır.

Tafsili imanın üçüncü ve en yüksek derecesi, Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, Allah Teâlâ tarafından "Kitap" ve "Sünnet" ile tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin tamamına ve her birine ayrı ayrı (murad-ı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir. Daha açık bir deyimle; Allah kelâmı olduğu tevâtür yoluyla ve kesin olarak bilinen Kur'an ayetleri ile Peygamberimizin (s.a.s.) sahih hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri; adam öldürmek, zina etmek, içki içmek, yalan söylemek gibi haramları, hülâsa her türlü emir ve yasakları, iman, amel ve ahlâk esaslarını ve her biri ile ilgili dinî hükümleri gücü yettiğince öğrenerek bunların farz, vâcip, haram veya helâl olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı ayrı iman etmek, İslâm'da tafsili iman derecelerinin en yükseğidir. Ancak, imanın bu derecesine ulaşabilmek, çok geniş ve etraflı bir ilim sahibi olmayı, yani aslî (itikadî) ve fer'î (fikhî amelî) bütün dinî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip, herbirine irade ve ihtiyar ile inanmayı gerektirir. Bu ise, ancak, bu nitelikte ilim ve iman sahibi olan âlimlere, din bilginlerine nasib olur. O halde tafsili imanın dereceleri, her Müslümanın imkân ve yeteneklerine göre değişir. Gerçekte her şahıs, sahip olduğu ilim ve kabiliyet ile orantılı olarak mükellef ve sorumludur. Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz kılınan iman, imanın ilk derecesi sayıları "İcmali iman"dır. Zira, İslâm dairesine ancak bu ana kapıdan girilir. Ancak, bununla yetinilmeyerek, İslâm inançlarının ana unsurları olan iman esaslarını güç oranında öğrenmek, onlara tereddütsüz inanarak iman derecelerinde yükselmek her Müslüman için gereklidir. Böyle olan kimseler, takvâ yollarında ilerlemiş, imanlarını kuvvetlendirmiş, olgunlaştırarak kemâle erdirmiş olurlar.

İman ile Amel Arasındaki Münasebet:

Yukarıda verilen bilgilerden ve yapılan açıklamalardan anlaşıldığına göre; gerek dilciler ve gerekse Ehl-i Sünnet âlimlerinin cumhuru (büyük çoğunluğu) nazarında "imanın hakikatı"; Allah Teâlâ'nın varlığını ve birliğini (ulûhiyetini ve tevhidini), Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini ve Allah'dan getirip tebliğ ettiklerinde sadık olduğunu kalp ile tasdikten ibarettir. Birçok ayet ve sahih hadisler, bu hükme sarahaten delâlet etmektedir. Nitekim Hak Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de, "iman" kelimesini daima insanların kalblerine isnat etmek suretinde ifade buyurmuştur:

a. "İşte onlar o kimselerdir ki, (Allah) imanı kalblerine yazdı..." (Mücadele, 58/22)

b. "İman henüz kalblerinize yerleşmedi (hele bir yerleşsin)..." (Hucurât, 49/14).

c. "... Kalbi iman ile (dolu ve) mutmain (müsterih) olduğu halde... " (Nahl, 16/106).

Peygamberimiz (s.a.s) ise; "Lâ ilâhe illallah" demesine rağmen "kâfirdir" diye bir kimseyi öldüren Üsâme'ye; "Kelime-i Tevhid'i" söylediği halde, onu niçin öldürdün?" diye sormuş, "O bu sözü, kendisini ölümden kurtarmak için söyledi." cevabını alınca: "Onun kalbini yarıp da (imanı var mı diye) baktın mı?" buyurmuşlardır. (Tirmizî, Kader, 7; İbn Mace, Mukaddime, 13; Ahmed İbn Hanbel, II, 4).

Aynı âlimlere göre "dil ile ikrar"da, yukarıda belirtildiği gibi, imanın hakikatından bir cüz, ondan bir rükün olmayıp, bir kimsenin Müslüman olduğunu bilmek ve ona İslâm'ın dünyevi ahkâmını tatbik edebilmek için zarurî görülen bir şarttır.

İslâmî hükümlerle amel etmek, yani inanılan dinî hükümleri bilfiil tatbik etmek ise; Ehl-i Sünnet imam ve âlimlerinin çoğunluğu nazarında, imanın hakikatına dahil değildir. Bu hususa yukarıda kaydedilen delillerden başka şu muhkem ayetler açık ve kesin olarak delâlet etmektedir:

a. "Ey iman edenler; sizin üzerinize oruç (tutmak) farz kılındı." (Bakara, 2/183).

Bu ve benzeri ayetlerde (bk. Bakara, 2/153, 187; Âli İmrân 3/59; Enfâl, 8/20, 27; Nûr, 24/21; Ahzâb, 33/70; Cum'a, 62/9) önce "iman edenler" diye hitap edilmiş, sonra müminlerin yapmaları ve yapmamaları gereken emir ve yasaklar bildirilmiştir. O halde olumlu veya olumsuz olan amel, imanın hakikatından olmayan, ayrı ve başka bir şeydir.

b. "İman eden ve iyi (salih) amel isleyen kimseleri cennetimize koruz." (Nisâ, 9/57).

Bu ve benzeri ayetlerde (Bakara, 2/227; Yunus 10/9; Hûd, 11/23; Lokman, 31/8; Fussilet 41/8; Buruç, 85/ 11; Beyyine, 98/7; Ankebut, 29/7, 9, 58; Fâtır, 35/7; Şûrâ, 42/22) salih amel imana atfediliyor ki; Arapça gramer kaidesince, ancak manası başka olan şeyler birbiri üzerine atfedilir. Yani âtıf işlemi, "ma'tû" ile "ma'tûfun aleyh"in başka başka manada olmasını gerektirir. O halde amel, imandan başka olup, ondan bir cüz değildir.

c. "Kim mümin olarak, iyi ve güzel amel işlerse..." (Tâhâ, 20/ 112).

Bu âyet-i kerîmede amelin makbul olması, imanlı olma şartına bağlanmıştır. Meşrutun (yani amelin) şartta (yani imandan) dahil olmayacağı, bilinen kural gereğidir. O halde iman ve amel ayrı ayrı şeylerdir.

d. "Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle vuruşur, cenk yaparsa, aralarını bulup onları sulh ediniz..." (Hucurât, 49/9).

Bu ayet-i kerimede; birbiriyle cenk yapan büyük günah sahipleri "mü'min" diye anıldığına göre; iman ile haram olan adam öldürme fiilinin dahi mümin bir şahısta birlikte bulunabileceği, dolayısıyla her cins amelin imandan ayrı ayrı ve ondan başka bir unsur olduğu gayet açık olarak bildirilmektedir.

Bu ve benzeri ayet-i kerîmelerin sarahatına ilaveten, herbiri birer salih amel olan ibadetlerin Allah indinde makbul olabilmesi için, önce imanın (kalbdeki tasdikin) şart olduğunda, İslâm âlimleri arasında icma vardır. Bu bakımdan, kafirin yaptığı ibadetin bir değeri ve sevabı yoktur. Çünkü o, önce iman etmekle, sonra ibadet ve salih amelle mükelleftir. İnanmadan yapılan ibadetler, Allah katında makbul ve muteber değildir.

Yukarıda zikredilen delâleti katı dinî delillere ve ulemanın icmaına binaen; amelin, imanın hakîkatından ve aslından bir rükün olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.(2)

Amel, her ne kadar imandan bir cüz ve rükün değil ise de, ikisi arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Çünkü ibadette ve salih amel (iyi ve güzel işler), sahibinin imanını olgunlaştırır. Allah Teâlâ'nın vadettiği ve Resulullah (s.a.s)'ın müjdelediği ebedî nimetleri ve rıza-i ilâhîyi kazandırır. O halde, kalbde bulunan iman nurunu parlatmak ve kuvvetlendirerek onu kemale erdirmek için Allah'a ibadet etmek, iyi ve salih ameller yapmak gerekir. Çünkü eseri dış hayatta ve toplumda görülmeyen bir iman, meyve vermeyen bir ağaç gibidir.

Dinin de, dinin temeli olan imanın da bir hedefi ve bir gayesi vardır. Bu hedef, güzel ahlâk, insanlara faydalı olmak ve Allah'ın rızasını kazanmaktır. Allah Teâlâ'nın rızası ise, yalnız -bir kalp ve vicdan işi olan- iman ile değil; o imanın meyvesi olan ibadetle, salih amellerle ve güzel ahlâk sahibi olmakla, yani inanılan şeylerin icabını bilfiil yapmakla elde edilir.

Esasen kalp ve gönül sahasından çıkmayan herhangi bir inancın, ameli ve hayatı bir kıymeti olamaz. Çünkü bu, imanı kalpte hapsetmekten ve ondan faydalanmamaktan başka bir şey değildir. Hakîki iman, insanı harekete getiren, sahibini iyiye, doğruya, salih amele götüren muharrik kuvvet olmalı; eseri hayata fiilen intikal ederek mümini ve çevresini aydınlatmalıdır. İşte bu da, inanılanı, hayatta tatbik etmekle, yani; Allah'a ibadetle, salih amel adıyla anılan iyi ve doğru işler yapmakla ve güzel ahlâka ermekle olur. O halde, imansız olarak yapılan ibadet ve amel makbul değilse (ve nifâk alameti sayılırsa), amel ve ibadete sevketmeyen ve kalbde saklı kalan iman da kâfi değildir. Öyle ise, imanı kemâle erdirmek ve olgun bir hale getirmek için, Allah'ın emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmak; yani salih amel lâzımdır. İşte ancak bu gibiler, Allah'ın rızasına ve sonsuz saadete ererler. Bunun içindir ki; amel imanın hakikatine dahil değil ise de; kemâlinden olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan, -yukarıda belirtildiği gibi- Selef uleması, hadisçiler ve bazı mezhep imamları, ameli imandan, yani kemâlinden saymışlardır. Bu görüş, doğru ve isabetli bir görüştür.

Dipnotlar:

(1) bk. bk. İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, Kitabu'l-İrşad. 396, Ali Arslan Aydın, a.g.e, 158-167 ve arada kaydedilen eserler ve aykırı görüşleri reddeden deliller.
(2) bk. Fıkh-ı Ekber, Aliyyu'l-Karî Şerhi, s. 80; Tefsîr-i Kebir, I, 249; Şerhu'l-Makâsıd, II, 187; Şerh-i Mevâkıf, c. III, s. 248.

63 Bu dünyada Allah'ın bizi imtihan ettiğini inkar edenlere ne cevap vermemiz gerekir?

Milyonu çok aşkın canlı türü içerisinde, sadece insanlarda birbirinden çok farklı, hatta birbirine zıt fiillerin işlendiğini görüyoruz. Bütün canlılar, niçin yaratılmışlarsa ve kendilerine bu âlemdeki harika nizam içerisinde nasıl bir görev terettüp ediyorsa, bir ömür boyu o işle meşgul olurlar. Arı daima bal verir, ipek böceği ipeğini, örümcek ağını örer. Koyunlar sütlerini, tavuklar yumurtalarını insanlara ikram ederler.

Bu muhteşem ve ince nizam gösteriyor ki insan gibi en üstün yaratılışa sahip bir canlı da başıboş olamaz. İpi boğazına atılıp istediği yerde otlamaya terkedilmiş bir hayvan gibi değildir.

İnsan bu gerçeği düşünmeli ve hayatını İlâhî rızaya göre tanzim etmeli, yaratılış gayesi üzerinde yürümelidir.

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” ayetine kulak vermeli, Rabbine iman edip onun marifetinde yol almaya çalışmalı ve emirlerine hassasiyetle uyup yasaklarından bütün gücüyle sakınmalıdır. Gerçek budur. Bunun aksine hareket “insanca” değildir ve cezasız kalmayacaktır.  

Ne var ki, bu açık gerçeğe rağmen çoğu insanın nefis ve şeytan eksenli işler gördüğü de bir vakıadır. İnsana cüz’i irade verildiği ve bu iradeyi istediği gibi kullanmakta serbest bırakıldığı için, bu üstün yaratılışlı insan büyük bir imtihana tabi tutulmuştur. İrade hürriyetini yanlış kullanan, kendini başıboş sanarak emir ve yasak dinlemeden nefislerinin dediği gibi yaşayanlar için ebedî bir cehennem hazırlandığı gibi, iradesini Rabbinin rızasına göre ayarlayan ve her işinde helal dairesinde kalmaya hassasiyet gösterenler için de ebedî bir cennet hazırlamıştır.

Şu ayetler böyle düşünenler için en güzel cevaptır:

"Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mü'minûn, 23/115).

"İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?" (Kıyame, 75/36).

"Mülk, hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve onun her şeye gücü yeter. O, (öyle Yüce Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır." (Mülk, 67/1, 2).

64 İmanın artması ve eksilmesi konusunda bilgi verir misiniz?

İman artıp eksilmez. Yani iman edilmesi gereken şeyler yönünden artıp eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden parlaklığı, kuvveti artıp eksilir. Müminler, iman ve tevhid hususunda birbirlerine eşittir. Fakat amel itibariyle birbirlerinden farklıdır.

'İnanmak' 'İman etmek' midir?

“İnanıyorum, öyle ise vardır, böyledir.” deyip kestirip atmaya hakkımız yoktur. Yaratıcı kendi sıfatlarından emin olarak “bakınız, düşününüz, aklediniz, şuurunuzla sınayınız, kendi duygularınızla karşılaştırınız” gibi hitaplarla, insanı inancını teyide, yakîn ve emniyet düzeyine çıkarmaya davet ediyor.

İMAN; emanet, eman, emniyet ile aynı kökten gelen bir kelimedir. İnanmak ile ilintisi varsa da, kök olarak tamamen farklıdır. İman ve emniyet kelimelerinin ortak kökü olan ‘emn’ güvenir ve güvenilir bir hal üzere olmayı, içsel bir güven duygusunu ifade eder. ‘Emniyet’ karşılıklı güven duygusunu tanımlayan bir kavram iken, ‘iman’ içsel güven duygusunun derin bir bilme ile gerçeklenmiş halidir. Derinleşmiş bir bilginin ilgili konuda bilinmeyeni, görünmeyeni tarif edebilme gücü vardır. Zaten, görülen bir olguda inanç duygusuna da, ileri düşünceye de yer yoktur.

Düşünürlerin dünyalarına gittiğimiz zaman, meşgul oldukları konulardaki kanaatlerinin bilgi ve inanç denklemi üzere kurulduğunu görürüz. Örneğin Galileo dünyanın döndüğünü görmediği halde, dünyanın döndüğünden emin olan biridir. Çünkü bu noktadaki bilgisi Galileo’ye dünyanın döndüğünü neredeyse görüyormuşçasına bir yakınlık telkin etmiştir. Dünyanın döndüğüne dair Galileo’nin iç dünyasında oluşan inanç derinlemesine bilme halinden sonra gelmiş, ilgili konuda imanî bir tarza geçmiştir. Galileo için “Dünyanın döndüğüne inanıyordu” gibi bir tanım yetersiz kalacaktır. “Dünyanın döndüğünü görmüştü” demek ise, gerçeği ifade edemeyecektir. “Delilleri takip ederek dünyanın döndüğüne dair hissinde yakîne ulaşmıştı. Dünyanın döndüğüne, âdeta görürcesine bilir derecede inanıyordu, dünyanın döndüğünden emindi.” demek ise gerçeğin ifadesi olacaktır.

Bu örnekten hareketle, şunu diyebiliriz: ‘Emn’ kökünden gelen ‘iman’, görünen âleme bakarak görülmeyen boyutlar hakkında çıkarımlarda bulunmak, bu çıkarımları delillendirmek anlamında kullanabileceğimiz bir kavramdır. Meydanda bir denge ya da bir olay var ise ve bu olay, bu denge görünen boyuttaki etkenlerle açıklanabilmekten uzak ise, şu an için göremediğimiz bir etkenin varlığına, onun varlığının zaruretine dair çıkarımda bulunmanın ismidir iman ediş. İman ise, bu düşünsel ve duygusal yolculuğun sonunda varılan noktanın tarifidir. Bu açılardan bakılınca ‘inanç ve düşünce’ eylemlerinin çakışmasıyla açığa çıkabilecek olan ‘iman’ın, beş duyunun tarifte yeterli olamadığı bir noktada geçerli olduğu görülecektir.

İman ile inanç arasında gerçek bir bağ olmakla birlikte, tanımlanabilir bir fark vardır. Bu nüansı açabilmek için görülebilir bir örnekten başlamak anlamayı kolaylaştırıcı olacaktır. İsmi duyulmuş birinin sadece varlığını bilen biri için, bir inanç durumu söz konusudur. Onun hakkında malumat sahibi olan birinin ilgili şahısla bilgi bazında bir yakınlığı vardır. Onunla arkadaşlığı olan birinin durumu ise, ilerlemiş yakınlıktır ve bu yakınlık bilgi derecesindeki yakınlığa oranla, tanımaya ve tanımlamaya daha uygundur. Tüm bu ilişki boyutlarından sonra, sevginin ve feragatın da devreye girmesiyle, ileri derecede duygusal ve çoğu zaman dönüşsüz bir yakınlık gerçekleşir. Gerçeğe en uygun tanımlama veya tanıma, bu son mertebede husule gelir. Bu mertebedeki bir ilişki içerisinde, eğer ilgili kişiler çirkinliklerden uzak iseler, gerçek bir güven duygusu ilişkiyi bağlayacaktır.

Perdeli bir diyarda yaşayan varlıklar olarak bu görünen boyutun görünmeyen Yaratıcısı ile, kendi irademiz dahilinde doğrudan bir yakınlık kurabilmemiz mümkün değildir. Zaten böyle bir yakınlığın—içsel bir emniyet duygusu oluşmadıkça—pek bir faydası olamayacağını da, İblis’in durumundan çıkarsayabilmemiz mümkündür. Diğer taraftan, bu görünen âlemi irdeleyerek, varlıkların ilişkilerinde etken olarak kendilerini gösteren sebeplerin dengeleri; bu dengeler içerisinde kendini gösteren ilim ve iradeyi; bu ilişkilerde açığa çıkan rahmeti, şefkati ve sevgiyi netice verip veremeyeceğine bakarak, görünmeyen ama varlığı zarurî olan, bilerek, görerek, işiterek, etki altında kalmadan hür bir iradeyle iş gören bir kudretin varlığını ispat etmek mümkündür.

Girdiğiniz bir ortamda mükemmel bir sofraya karşılık küçük bir çocuktan başka biriyle karşılaşmadıysanız, çocuğun yeteneklerinin görünen mükellef sofrayı netice vermesini mantık dışı buluyorsanız, gördüğünüz ortamın dışına doğru zihnî çıkarımlarda bulunmak zorundasınızdır. Sofranın ancak çocuğun varlığında hazırlanıyor olması veya çocuğun eliyle hazırlanıyor olması, sizi sofrayı hazırlayanın gerçekten o çocuk olduğuna inanma mecburiyetinde bırakamaz. Evrendeki olgulara dikkatlice bakınca da, etken gibi görünen sebeplerin olsa olsa birer uslu çocuk gibi olduğunu fark edersiniz. Neticeler ise başlangıçlara oranla harikulâdedir. Bu harikulâdelik, bu mükemmellik sebeplerin ellerinde gelmiştir, doğru. Ancak mükemmel neticeleri aciz ve cahil sebeplerin ellerinde görmek, salim bir zihinde, bunları onların yaptığına dair bir delil teşkil etmez.

İslâm dininde kullanılan ıstılahî anlamıyla ‘iman,’ Yaratıcının hem varlığından hem güvenilirliğinden emin olmaktır. Yalnızca var olduğunu bilmek bizim gibi perdeli bir diyarda yaşayan varlıklar için imanın birinci mertebesi olan inançtır. İmanı tamamlayan unsur ise Yaratıcıya karşı insanın iç dünyasında, enfüsünde oluşan güven duygusudur. Böyle bir duygu ise ancak yakından tanıyarak O’nun Kendisini terk etmediğimiz sürece bizi terk etmeyeceğinden, zulmetmeyeceğinden, en ince meselelere vâkıf ve hâkim olduğundan, kudretinden, azametinden, rahmetinden.. emin olmakla mümkündür. Özetle, iman, her hal ve şart altında Cenab-ı Hakk'tan emin olmakla mümkün olacaktır.

İslâm alimlerinden Ebu Hanîfe ve İmam Buharî, imanın inanç basamağına atfen, “İman artmaz ve eksilmez” demişlerdir. Doğrudur; Allah’ın varlığını bilmek, inanmak, artıp azalmayacak bir niteliğe sahiptir. İmanın birinci basamağı olan Allah’ın varlığını bilmek kalbde yerleşmemişse, diğer basamakların tasavvuru mümkün değildir. Ancak iman salt Allah’ın varlığını bilmek anlamında olmadığı için, diğer basamaklarda bir yükseliş elbette mümkündür. İnsanın Zât-ı Akdes’e yakınlık ve ‘O’na güvenmek, itimat etmek, sırtını yaslayabilmek’ anlamlarındaki ‘emin olma’ mertebelerinde sürekli iniş ve çıkışları vardır. Allah’ın varlığından şüphe eden biri olmadığı halde İblis’i mü’min olarak tasavvur edemeyişimizin nedeni, İblis’in Rabbi’l-âlemîn’e güvenmeyişidir. İblis’e göre, âlemlerin Rabbi Âdem’in yaratılışı ve diğer varlıklara üstün tutuluşu işinde ciddi hatalar yapmıştır. Bu tanımlarla bakılınca, İblis Allah’ın varlığını bilmekte, ancak ona iman etmemektedir. Çünkü, O’ndan emin değildir.

Resûl-i Ekrem (a.s.m.) bir hadisinde

“İlimden ilk kaldırılacak olan şey huşûdur. Sonra emanet kaldırılır…”1

diyerek, Allah ile kul arasında bir bağ, bir münasebet olan imanın insan kalbinde yansıması olan, ‘etkisi hissedilebilen derin sevgi ve saygı’ diye tanımlayabileceğimiz ‘huşû’ ile, insan-insan ilişkilerinde yansıyan şekli olan ‘emniyet’i ilim nevinden ifade etmiştir. İlâhî hitap olan Kur’an ise,

“Ancak, ilimde derinleşmiş olanlar anlar...”2

diyerek, gayba dair mesajı kavramakla ilim ehli olmayı buluşturmuştur.

İnsanın enfüsünde oluşan imanın sosyal hayata yansıyan şekli olan ‘emniyet,’ insan-insan ilişkilerinde güvenilir bir hal ve durumda olmayı gerektirir. Mü’min kendisinden, elinden ve dilinden emin olunan kimsedir. Yaratıcısının kendisine ve kardeşleri konumundaki diğer insanlara vermiş olduğu en yüce değer olan kişiliğine zarar vermemek için zinadan, hırsızlıktan, kibirden, ahde vefasızlıktan, zulümden, özellikle yalan ve hile halinden kaçınır; yeri geldiğinde hakkını yine aynı nedenle arar. Emanete hıyanetin olduğu bir ortamda ilişkideki emniyet yerini şüpheye bırakmış demektir. Böyle bir ortam, toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğunda ciddi derecede—tarif ettiğimiz şekliyle—bir iman zaafına delalet eder. Bu zaaftan kurtulabilmek için geç kalınmadan bireylerin düşünsel açıdan beslenebilme, bilgilenebilme yollarının açılması gerektiğine işaret eder.

“İnanıyorum, öyle ise vardır, böyledir.” deyip kestirip atmaya hakkımız yoktur. Yaratıcı kendi sıfatlarından emin olarak “bakınız, düşününüz, aklediniz, şuurunuzla sınayınız, kendi duygularınızla karşılaştırınız” gibi hitaplarla, insanı inancını teyide, yakîn ve emniyet düzeyine çıkarmaya davet etmektedir. Teknolojinin fuarlarına, ‘show-room’larına, sanatçıların sergilerine, konserlerine, işinde ehil insanların söyleşilerine büyük bir merakla akın akın giden, siyasal tartışmaları ve söylemleri büyük bir ilgiyle takip eden, dizilerin sonunu, maçların sonucunu merakla bekleyen insanların kâinattaki ihtişamlı gösterilere, derin anlatımlara, sanatlı sergilere, anlamlı söyleşilere ilgisizliğinin mazeret kabul eder bir tarafı yoktur.

Ya her şeye ilgimizi keseceğiz, ya da her şeyle gerçekten ilgileneceğiz. Yoksa, bu çelişik durum, dayanağa en muhtaç olduğu bir zamanda korkarız ki insanı dayanaksız ve mazeretsiz bırakacaktır.

O halde, ‘inanmak’la kalmayıp, ‘iman edelim.’ İman edelim ki, emin olalım Rabbimizden…

Dipnotlar:

1. Sünen-i Tirmizî, İlim, 5.

2. bk. Kur’ân, 29:43.

(Salih Özaytürk, karakalem.net, 2010)

İlave bilgi için tıklayınız:

İmanımızı nasıl kuvvetlendiririz? İmanın artıp eksilmesi, tahkiki ve taklidi iman, imanın önemi hakkında bilgi verir misiniz?

65 Neden imanın şartlarındakı sıralamada meleklere iman, peygamberlere imandan önce geliyor? Bunun belirli bir sebebi var mıdır?

Aynı soruyu soran Müfessir Razi şöyle cevap verir:

Durum, aklımız ve düşüncemize gö­re, her ne kadar sizin söylediğiniz şekilde ise de, ne var ki meydana geliş ter­tibi böyle değildir. Çünkü, önce melek vardır; sonra da o meleğin tebliği ite kitapların inişi bulunur. Sonra da bu kitaplar peygamberlere ulaşır. Buna göre ayette nazar-ı dikkate alınan, zihnî bir tertip değil, haricî olan varoluş tertibidir. (Mefatih, Bakara 177. ayetin tefsiri)

İlgili ayetlerden birinin meali şöyledir:

"Peygamber, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti, müminler de. Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resullerine iman etti. 'O’nun resullerinden hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz.' dediler ve eklediler: 'İşittik ve itaat ettik ya Rabbenâ, affını dileriz, dönüşümüz Sanadır.' (Bakara, 2/285)

Bu ayeti kerimede iman esasları sırasıyla zikredilirken, meleklere iman peygamberlere imandan önce gelmektedir.

Ehl-i Sünnet imamları ve tevhid ilmi âlimleri, "İslâm'da imanın hakikati nedir, aslî imanın rükünleri nelerdir, iman ile salih amel arasındaki münasebet nedir?" sorularının cevabını incelerken, kısacası, "İman" bahsini işlerken, "İcmalî ve Tafsilî" iman konusuna da temas etmişlerdir. Biz burada, ansiklopedi maddeleri arasında yer alan "Tafsilî İman" konusunda muteber ana kaynaklarda geçen bilgileri özetleyeceğiz.

Mutlak iman'ın rükünleri ve temel esasları olduğu gibi, "Tafsilî İman"ın da rükünleri, temel esasları ve dereceleri vardır. Bunların her biri hakkındaki bilgiye ve tasdikin niteliğine göre, Ehl-i Sünnet âlimleri, "Tafsilî İman"ın üç derecesi olduğunu söylemişler, herbirinin temel esaslarını ve özelliğini beyan etmişlerdir.

Tafsilî İmanın Birinci Derecesi: Şu üç büyük temel esasa inanmaktır:

1. Allah Teâlâ'nın varlığına, birliğine, eşi ve ortağı bulunmadığına, yegâne yaratıcı ve ibadete lâyık tek mabud olduğuna, bütün kemal sıfatlarla muttasıf, her türlü noksanlıklardan uzak ve münezzeh olduğuna,

2. Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın kulu ve son peygamberi (Hâtemu'l-Enbiya) olduğuna, bütün milletlere ve tüm insanlara ve cinlere hak peygamber olarak gönderildiğine,

3. Ölümden sonra dirilmenin (Ba'su ba'de'l-mevt),ahiretin, yani "İkinci Hayat"ın, "Ahiret Ahvâli" denilen Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve âhiretteki diğer ilâhi hakikatlerın hak ve gerçek olduğuna kesin olarak (yakînen) inanmaktır.

Tafsilî İmanın İkinci ve Daha Yüksek Derecesi:

"Âmentü" de ifadesini bulan ve her Müslümanın şeksiz şüphesiz inanması gereken altı iman esasına inanmaktır. Bunlar; Allah'a, Meleklerine, Kitâplarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe ve Kaza ve Kadere (hayır ve şerrin Allah'dan, O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır. Bu esaslar; Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok âyetlerde bazen birkaçı, bazen hepsi bir arada beyan edilmiştir:

"Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği Kitap'a ve daha önce indirdiği kitap'a iman edin. Kim; Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz ki o, derin bir sapıklığa düşmüştür." (Nisâ, 4/136).

Ayrıca bk. Bakara, 2/177, 185.

Kaza ve kadere iman ise, Allah'a ve mukaddes sıfatlarına (özellikle ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına) imanın tabi bir neticesidir. (bk. Kamer, 54/49; Furkan, 25/2; Fussilet, 41/12; Hadid, 57/22; Tevbe, 9/51). Hz. Ömer (r.a)'ın Peygamberimiz (s.a.v.)'den naklettiği meşhur "İman, İslâm ve İhsan " hakkındaki Cibril hadisinde, kaza ve kadere iman ayrıca zikredilmişti. Bu meşhur hadise göre "İman nedir?" sorusuna cevaben Peygamberimiz (sav) iman esaslarını; "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere; hayrın da, şerrin de Allah'dan olduğuna inanmaktır" diye açıklamıştır. Bu hadis, Sünen-i Ebi Davud hariç Kütübü Sitte'de (Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce) mevcut olup, hadis ilminde tevâtür derecesine ulaşmıştır. Bu bakımdan İslâm âlimlerince kaza ve kadere iman, iman esaslarından kabul edilmiş, Ehl-i sünnet mezhebinin ana kitaplarında yer almıştır.

Kur'an'a, sünnete ve İslâm âlimlerinin icmâına göre İslâm'da iman esaslarının birincisi, Allah Teâlâ'ya imandır. Çünkü diğer esaslara iman, önce bu ana esasa inanmaya bağlıdır. Ancak, Allah'a iman etmek; yalnız Hak Teâlâ'nın yüce Zâtına inanmaktan ibaret olmayıp, aynı zamanda o ilâhî varlığın Zâtı hakkında vâcip (zarûrî) olan kemal sıfatları ile, yüce Zâtının vasfedilmesi imkânsız olan noksan sıfâtları ve Zât-ı İlâhisi hakkında inanılması câiz olan sıfatları icmalî veya tafsilî olarak bilmek ve onlara inanmakla olur. "Allah Teâlâ'ya İman" sözünden maksat işte budur.

İslâm'da iman esaslarından ikincisi; Allah Teâlâ'nın melekleri olduğuna inanmaktır. Melekler, Hak Teâlâ'nın kelâmı olan vahy-i ilâhiyi, Allah'ın peygamberlerine, semavî âlemden, insanlık âlemine nakleden Allah Elçileri, bu âlemin nizamını sağlayan ilâhî vasıtalar, nuranî varlıklardır. O halde, vahy-i ilâhiye ve peygamberlere inanmak, ancak meleklere inanmakla olur. Diğer bir tabirle; peygamberlere inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren meleğin varlığına inanmak gerekir. Bu bakımdan, meleğin varlığına iman, peygamberliğe de iman demektir. Meleği inkâr ise, peygamberliği de inkâr manasına gelir. İşte bu sebepledir ki, meleklere iman, iman esasları esasında Allah'a imandan sonra yer almış, daha sonra da, kitaplara ve peygamberlere iman etmek zikredilmiştir.

"Peygamber, Rabbi tarafından indirilene (Kur'an'a) inandı, mü'minler de inandılar. Her biri, Allah'a, melek/erine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar." (Bakara, 2/285).

Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetlerinde meleklerin, diğer varlıklar gibi, müstakil olarak yaratılan, fakat canlı varlıklara mahsus olan yemek içmek, uyumak, evlenmek gibi hallerden uzak, erkeklik ve dişilikle vasıflanmayan nuranî ve lâtif varlıklar olduğu, kendilerine verilen büyük işleri yapmaya, en kısa zamanda, en uzak mesafeleri katetmeye, diledikleri şekil ve surette görünmeye muktedir, Hak Teâlâ'nın mükerrem kıldığı şerefli yaratıkları oldukları beyan olmuştur. Bu bakımdan melekler, itibarî birer varlık olmayıp, Hak Teâlâ'ya asla isyan etmeyen, O'nun emirlerini usanmadan ve noksansız yerine getiren, nûranî, masum (günahsız) ve mükerrem kullardır:

"...Onlar, Allah'ın emirlerine isyan edip karşı gelmezler ve emrolundukları şeyleri (aynen) yaparlar." (Tahrim, 66/6; Enbiyâ, 21/26).

[bk. Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları (Tevhid ve İlm-i Kelâm), I/402-403-7. baskı İst. 1984, Meleklere İman maddesi]

Semavî kitapların hepsine iman, iman esaslarındandır: Hak Teâlâ'nın insanlar arasından seçtiği "Nebî ve Resul" adı verilen, dilimizde "Peygamber" diye anılan mümtaz ve seçkin şahsiyetlere, yalnız kendi milletlerine veya bütün insanlara tebliğ etmek üzere Allah Teâlâ "İIâhî Kitaplar" indirmiştir. Bu kitaplar, lâfız ve mana bakımından Allah Kelâmı olup, her şeyden önce insanları her türlü dalâlet ve sapıklıktan, kötü ve karanlık yollardan çıkararak, onları doğru ve güzel yollara sevketmek suretiyle hak ve ilâh hidayet nuruna kavuşturmak için indirilmiştir. O halde "Mukaddes Kitapları" beşeriyete tebliğ etmek ve ilâhî hükümleri onlara bildirmek için peygamberlere, peygamberlik iddiasında olan bir zâtı Allah'ın elçisi olarak kabul edebilmek için de, kendine vahyedilen bir kitap veya suhufa ihtiyaç vardır. Bu sebepledir ki; mü'min bir Müslüman olabilmek için, Allah'a ve meleklerine imandan sonra, ilâhî kitaplara ve peygamberlere iman etmek şarttır. Her peygambere niçin bir kitap veya suhuf verildiği şu ayeti kerimede beyan edilmektedir:

"...İnsanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında hükmetmek için peygamberlerle beraber hak (ve gerçek) kitaplar da indirildi." (Bakara, 2/213).

Kendisine müstakil bir kitap veya suhuf verilmeyen peygamberler ise, daha önce indirilen ilâhî kitap veya suhufa tabi olmuşlar, kendi milletlerine onun hükmünü talim ve telkin etmekle emredilmişlerdir. Bu sebeple İslâm dini, yalnız Kur'an-ı Kerime değil, daha önce dünya milletlerine indirilen "Mukaddes Kitaplar"ın hepsine iman etmeyi emretmekte, bütün ilâhi kitap ve suhufa inanmayı, iman esaslarından saymaktadır. Ancak bu kitap ve suhufun tamamının isimleri ayrı ayrı zikredilmediğinden, bunlardan, Kur'an'da isimleri zikredilen mukaddes kitaplara ayrı ayrı inanmak, her birinin Allah kelâmı olduğunu kalp ile tasdik etmek lâzımdır. Bu kitaplar; Musa (a.s.)'a indirilen Tevrat, Dâvud (a.s.)'a indirilen Zebur, İsâ (a.s.)'a verilen İncil ile, Hz. Muhammed (s.a.v.)'e indirilen en son ve en mükemmel ilâhi kitap Kur'an-ı Kerim'dir. Ayrıca yüz Suhuf", sahifeler halinde indirilmiştir. Sahih hadislere göre bunlardan (10) adedi Hz. Âdem'e, (10) adedi Hz. İbrahim'e, (50) adedi Hz. Şit'e ve (30) adedi de Hz. İdris (aleyhisselâm)'a verilmiştir. Bu sebeple, tafsilî olarak, bütün peygamberlere indirilen "İlâhi kitaplar''ın ve "Suhuf”un tamamına inanmak her Müslümana farzdır. (a.g.e., I/419-422)

Bütün peygamberlere iman, iman esaslarındandır:

Kur'an-ı Kerim'de geçen birçok ayetlere ve Peygamberimizin (sav) hadislerine göre, İslâm'da İman esaslarından biri de; Allah Teâlâ tarafından insanları irşad ederek onlara doğru yolu göstermek için gönderilen peygamberlere iman etmektir. Hz. Âdem (as)'den, Hz. Muhammed (s.a.v)'e kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere inanmak, iman esasları arasında mühim bir rükündür. Çünkü, İlâhî kitapları insanlara tebliğ etmekle mükellef olan peygamberlere iman edilmeden, mukaddes kitaplara iman etmek mümkün değildir. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'de, peygamberlere iman, onlara vahyolunan kitaplara imanla birlikte zikredilir. (bk. Bakara, 2/177, 285; Nisâ, 4/136)

Gerçek şudur ki, peygamberlik müessesesine inanılmadan din, yani ilâhî emir ve yasaklar söz konusu olamaz. Çünkü peygamberler Hak Teâlâ'nın, insanları irşad için gönderdiği birer elçi olarak, ilâhî hükümleri yalnız tebliğ etmekle kalmazlar, aynı zamanda bu hükümleri bizzat tatbik eder ve günlük hayatımızda nasıl uygulanacağını gösterirler. Peygamberler, özünde ve sözünde doğru ve sadık her zaman, dürüst, emin, iyi ve güzel birer örnek oldukları için, insanlara tesir eder, onlara iman aşılar, peşlerinden sürükleyerek hayatlarında esaslı değişiklik yaparlar. Bu bakımdan manevî bir hediye ve ilahî bir mevhibe olan peygamberlikten hiçbir millet mahrum bırakılmamıştır. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de:

"...Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah azabıyla) korkutan biri (yani bir peygamber) gelip geçmiş olmasın." (Fâtır, 35/24).

"Her milletin bir peygamberi vardır." (Yunus, 10/47)

buyurulmuştur. Kur'an-ı Kerîm Müslümanlara, yalnız İslâm peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)'e değil, dünya milletlerine gönderilen bütün peygamberlere de iman etmeyi emretmiştir (bk. Bakara, 2/136).

Bu esasa göre Müslümanların, Kur'an-ı Kerîm'de adları zikredilen peygamberlerin her birine ayrı ayrı inanmaları, ayrıca adları bildirilmeyen diğer peygamberlere de toplu olarak iman etmeleri gerekir. Nitekim Hak Teâlâ:

"Peygamberlerin bir kısmını bundan önce sana haber verdik, bir kısmını ise haber vermedik." (Nisâ, 4/164; Mü'min, 40/78)

buyuruyor. Kur'an-ı Kerîm'de yalnız yirmi beş peygamberin adı geçmektedir ki her birine iman gereklidir, Bunlar, Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Musa, Hârun, Dâvut, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yunus, İlyas, İlyesa, Zekeryya, Yahya, İsâ ve Hz. Muhammed (Salavatullahu aleyhim ecmaîn)'dir.

İslâm'a göre insanlara gönderilen ilk peygamber Âdem (a.s.), bütün insanlık âlemine gönderilen peygamber ise, Hz. Muhammed (s.a.v)'dir.

"Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve (Allah azabıyla) korkutucu olarak gönderdik." (Sebe, 34/28).

O "Hatemü'l Enbiyâ”dır, peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusudur. Peygamberlik onunla son bulmuştur. Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir. Ehl-i Sünnete göre peygamberlerin adedi şu kadardır diye sınırlamamak daha doğrudur. Aksi halde, peygamberlerin adedini artırmak veya eksiltmek gibi bir hataya düşmek ihtimali vardır. Bu ise asla doğru olmaz (bk. Seyyid Ali el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, III/182-190; Sadeddin et-Taftazanî, Şerhu'l-Makâsıd, II/128-129)

Ahiret'e, İkinci Hayata, Ba'su ba'de'l-mevte ve Ahiret ahvaline yakînen iman, İslâm'da iman esasları arasında çok önemli bir rükündür. Ahiret; ölümden sonra başlayacak olan yeni ve sonsuz (ebedî) bir hayattır. Bu hayat, "berzah hayatı" denilen kabir hayatı ile başlar. Yani kabir, ahiretin ilk merhalesi ve ilk durağıdır. Sonra zamanı gelince, Hak Teâlâ'nın emir ve iradesiyle bu dünyadaki canlı ve cansız bütün varlıklar yok edilecek, "Kıyâmet" kopacak, yeni ve sonsuz bir âlem kurulacaktır. Bütün ölüler o gün ruh ve cesetleriyle birlikte diriltilecek ve "Mahşer"de toplanarak Allah'a hesap vereceklerdir. Ameli iyi (salih) olanlar, "Sırat"ı geçerek "Cennet"e, kötü olanlar ise geçemeyerek Cehennem"e gireceklerdir. Bütün bunlar ve din günündeki diğer hadiseler, ahiret hayatını teşkil eder. Ahiretin bu safhası, ölümsüz ve sonsuz (ebed) bir hayattır.

Dinî ıstılahta "Ahiret Günü" denince; "İsrâfil (a.s.)'ın Allah Teâlâ'nın emriyle kıyâmeti ilan eden "Sûr"a üflediği "Birinci nefha"dan, ölülerin dirilmesini (Ba'su ba'del mevti) sağlayan "İkinci nefha"ya ve "Mahşer"de Hesap ve Kitap”dan sonra, cennet ehlinin Cennete, cehennem ehlinin Cehenneme girmesine kadar geçecek olan zaman; diğer bir görüşe göre, İkinci nefha"dan başlayıp, sonsuz olarak devamedip giden zaman (ebedî hayat)" anlaşılır. O halde "Kıyâmet", İsrafil (a.s.)'ın "Sûr'a üfürmesi", bütün insanların yeniden (ruh ve cesetle) dirilmesi (Ba'sû ba'de'l-mevt), "Mahşerde toplanması", herkese "kitap"ının (yani dünyada yaptıkları iyi ve kötü işlere ait "amel defteri"nin) verilmesi, amellerinin ilâhî "Mizan"da tartılması, herkesin dünyada yaptıgı işlerden "Hesab"a çekilmesi, "Şefaat”, Sırat”, "Cennet" ve "Cehennem"... Bunların hepsi, Ahiret gününün hadiseleridir. Bunlara; "Ahiret ve Ahiret Ahvali" denir.

İslâm akâidine göre, "Ahiret Günü"ne, yani dünya hayatının kıyametle son bulmasıyla kurulacak olan yeni "Ebed Âlem"e ve oradaki "İkinci Hayat”a kesin olarak (yakînen) inanmak, İslâm'da iman esasları esasında çok önemli bir rükündür. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de;

"... Allah'a ve Ahiret gününe iman edip, salih (iyi ve güzel) amel işleyen kimselerin Rableri yanında büyük ecirleri vardır. Onlar için korku yoktur. Ondan mahzun da olmazlar.” (Bakara, 2/62)

buyrulmakta; takva sahibi müminler, "Ahiret'e yakînen iman etmek" (Bakara, 2/8) ile, yani şek ve şüpheden uzak, kesin bir iman ile inanmakla övülmektedirler. Gerçekte; yalnız nakl delillerle, yani Kur'an ayetleri ve sahih hadislerle bilinen ve gözümüzle görülmeyen yeni bir âlemin (gâib âleminin), yani Ahiret hayatı"nın hak ve vâki olduğuna inanmak, büyük bir teslimiyet, kâmil bir iman ister. Bu bakımdan, ahirete, yani ikinci hayata, onun ilâhî oluşumundan sayılan, Berzah hayatı"na, ölümden sonra dirilmeye Haşir ve Neşir"e, "Mahşer"e, "Sual ve Hesab"a, "Mizan ve Sırat"a, "Cennet ve Cehennem"e iman, fert ve cemiyet hayatındaki yapıcı tesirleri yönünden "İslâm'da İman Esasları" arasında çok önemli bir yer işgal eder. Bu sebeple ahiret inancı olmayan hiçbir semavi din yoktur. Çünkü bu inanç olmadan ona "Din" demek, mümkün değildir.

Tafsil İman'ın Üçüncü ve En Yüksek Derecesi:

Hâtemul Enbiya ve Seyyidil mürselin Hz. Muhammed (s.a.v.)'in, Hak Teâlâ tarafından Kitabullah” (Kur'ân-ı Kerim) ve Peygamberimizin sünneti (sahih hadisler) ile beşeriyete tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin (emir ve yasakların) tamamına ve her birine ayrı ayrı (murad-ı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir. Daha açık bir tabirle; Allah Kelâmı olduğu kesin olarak bilinen Kur'an ayetlerinde ve Peygamber (s.a.v.)'ın sahih hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri; adam öldürmek, anababaya isyan etmek yalan söylemek, alkollü içki içmek, zina etmek ve kumar oynamak gibi haramları, hülâsa her türlü İlâhî emir ve yasakları, iman, İslâm ve ahlâk esaslarını ve her biri ile ilgili din hükümleri ve delillerini gücü yettiğince öğrenerek bunların farz, vâcib, haram veya helâl olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı ayrı iman etmek; İslâm'da tafsilî iman derecelerinin en yükseğidir. Ancak, imanın bu derecesine ulaşabilmek, çok geniş ve etraflı bir ilim sahibi olmayı, yani aslî (itikadî) ve fer'î (Fıkhî-amelî) bütün dinî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip, her birine irade ve ihtiyar ile yakînen inanmayı gerektirir. Bu ise, ancak, bu nitelikte ilim ve iman sahibi olan âlimlere, din bilginlerine nasip olur. O halde tafsilî imanın dereceleri, her Müslümanın imkân, bilgi, meslek ve ilmî ehliyet ve yeteneklerine göre değişir.

Gerçekte her Müslüman, sahip olduğu ilim ve kabiliyet ile orantılı olarak mükellef ve Allah indinde mes'uldur. Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz kılınan iman, imanın ilk derecesi sayılan "İcmalî İman"dır. Çünkü, İslâm binasına ancak bu ana kapıdan girilir. Ancak, bununla yetinilmeyerek, İslâm akâidinin temel unsurları olan iman esaslarının tamamını bütün gücü ile öğrenmeye gayret etmek, onlara tereddütsüz ve kesin olarak inanarak iman derecelerinde yükselmek, onu kemale erdirmek, her Müslümanın aslı görevidir. Bu şuur ve gayret içinde olan Müslümanlar takva yollarında ilerlemiş, imanlarını kuvvetlendirmiş, onu olgunlaştırarak kemale erdirmiş olurlar.

(bk. Şerhu'l-Mevâkıf, III/ 182- 190; Şerhu'l-Makâsıd, II/128- 135; Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye, 457; Salih Musa Şeref, Müzekkerat fi't-Tevhid, IV /167-178, 185-196, Kahire 1952; İmâm-ı Âzam Ebû Hanife, Fıkh-ı Ekber ve Aliyyu'l-Kari Şerhi, 76-80; İmamu'-Harameyn el-Cüveyn, Kitabu'l-irsad, 396-398; İslam İnanışları -İlm-i Kelâm-, İstanbul 1984, I/148-157).

66 Moda tasarımı bölümünde okumak doğru mudur? Bu bölümde çıplak resim çizdiriliyor, bu resimleri çizmek caiz midir?

İslâm dini semavî bir din olup, insanın dünya ve âhiretini imâr etmek için nazil olmuştur. Getirdiği hükümlerin herkesin akıl ve zevkine uyması da mümkün değildir. Çünkü simalar birbirine uymadığı gibi akıl ve huylar da birbirine uymazlar.

Akıl ve mantık veren Allah Teâlâ, insan için hangi hüküm daha uygun, hangi nizam daha güzel ise, onu biliyor ve onu indiriyor. Bunun için emir, nehiy, haram ve helâl ile ilgili olan ilâhî kanun ve nizamların bazılarına aklımız ermezse de tümüne inanıp hikmetini araştırmamız gerekir. Araştırma yapmadan inkâr etmek küfre götürür. Bunun için "Şu veya bu niye haram olsun, aklıma yatmıyor?" demek büyük bir vebaldir.

Birçok kimse heykel ve resim haram oluşundan söz edildiği zaman hoşlanmıyor, "Heykel bir sanattır. Neden haram olsun?'' deyip, İslâm'ın hükmünü tereddütsüz reddediyor. Müzelerde bulunan heykeller üzerine araştırma yapıldığı zaman câhiliyet devrinde, bu husus Roma ve Bizans devletlerinin hüküm sürdükleri zamanlarda insanların birçokları heykel ve resimlere büyük itinâ göstererek tapındıkları, putperestlik girdabına girdikleri görülecektir.

İnsanı yeryüzüne Hâlife olarak tâyin eden Allah Teâlâ, taştan ve ağaçtan kendi eliyle yaptığı heykel ve resimlere yaptığı ibadetten onu kurtarıp, lâyık olduğu makama çıkarmak için canlı mahlûkların her türlü heykel ve resimlerini yasakladı. Bu hususta Peygamber (asm)'in birçok sahih hadisleri vardır. Ezcümle:

"Kıyamet günü bu suretleri yapanlara; yaptığınızı canlandırınız denilecektir."(Buhari)

"Kıyamet günü Allah'ın en şiddetli azabına maruz olanlar, Allah'ın yarattıklarını taklid edenlerdir."(Ahmed bin Hanbel, Müsned)

"Hazreti Aişe bir gün resimli bir yastık satın aldı. Peygamber (asm) dışardan yastığı görünce içeri girmedi. Kapının önünde ayakta kaldı. Hazreti Aişe (ra) da onun yüzündeki memnuniyetsizliği anladı ve şöyle dedi:

"Yâ Resûlullah! Allah ve O'nun Resulüne tövbe ediyorum, günahım nedir?" Peygamber (asm) ona cevaben buyurdu ki:

"Yastıktır." Hazreti Aişe,

"Üzerine oturup yaslanasın diye senin için satın aldım." dedi. Peygamber (asm) buyurdu ki:

"Resim yapanlara azab verilecek, yaptığınızı canlandırınız denilecektir. Sonra şunu ilâve edip buyurdu: İçinde resim bulunan eve melekler girmez."(Müslim, IV/90)

Nevevî, Müslim'in şerhinde, resimle ilgili görüşünü özetle şöyle ifade ediyor:

"Bizim mezheb ulemasıyla diğer mezheb uleması diyorlar ki: Canlı varlıkların resmini yapmak şiddetle yasaklanmıştır. Resim yapmanın üzerine büyük vebal terettüp eder. Hakkında büyük tehdidler varid olmuştur. Zira resim yapmak, Allah'ın yaratıcılık işini taklid etmek anlamını ifade eder. Resim, ister elbise, halı, para, kab ve duvar gibi şeyler üzerinde, ister başka bir şey üzerinde yapılsın haramdır. Yalnız ağaç, deve semeri ve cansız mahlûkların resmini yapmak haram değildir. Gölgeli -heykel- ile gölgesiz suretler arasında fark yoktur. Canlılara ait olduktan sonra haramdır."

"İbn Hacer, canlı mahlukların suretlerini yapmak haram olduğunu, bulundurulmasının da caiz olmadığını belirttikten sonra şöyle der: Cansız mahlukların resimlerini yapmak ve yaptırmakta beis olmadığı gibi, yerde ve ayak altında bulunan sergilerde hakarete maruz kalmaları hâlinde dâhi, yerde ve ayak altında bulunmalarında herhangi bir beis yoktur. Ama ayak altında kalması için dahi olsa canlı mahlûkun resmini yapmak caiz değildir." (Zevâcir, ıı/33; al-Fıkh 'ala'l-Mezâhib al-Arba'a, II/41)

Gölgeli, gölgesiz resimler sahabe, tâbi'în, cumhuru ulema ile Hanefî, Şafiî ve Sevrî gibi müctehidlerce de haram karşılanmıştır. (Zevâcir, II/33)

Ancak haram olmayan resimler de vardır. Şöyle ki:

l. Küçük kızların oynamaları için oyuncak resimler.

2. Baş veya göbekten itibaren yukarı tarafın resmi. Böyle bir resim tam olmadığından bulunmasında yine beis yoktur. Çünkü böyle bir mahlûkun hayat sahibi olup yaşaması mümkün değildir ('). Bundan anlaşılıyor ki; tapu, nüfus cüzdanı, pasaport ve diğer muameleler için lüzumlu olan vesikalık fotoğraf ile dış ve iç organların filimlerinin çekilmesinde hiçbir beis yoktur.

3. Yukarıda beyân ettiğimiz gibi, yerde ve ayak altında bulunan sergideki resimlerdir. Bu tür resimlerin bulunmasında beis yoktur.

4. İmâm Nevevî'nin dediği gibi dağ, deniz, ağaç ve bütün cansız mahlûkların resmini yapmak ve yaptırmak.

67 Kalbi genişletmek, istenmeyen söz ve fiiller karşısında alıngan kırılgan olmamak, istenmeyen duyguları yok etmek için ne yapmalıyız?

İnsan ulvi duygularla meşgul oldukça, dünyevi basit duyguların etkisinden kurtulur. Hayatının gayesi ne kadar yüksek olursa, insan o derece küçük meselelerden uzak durur. Tebliğde iman hizmetinde sınır tanımayan Bediüzzaman Hazretlerinin şu sözleri çok manidardır:

"Bana 'Sen şunu buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!.." (Tarihçe-i Hayat, Tahliller)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kur'an-ı Kerim'de "Kalpler ancak Allahın zikriyle tatmin olur." buyrulmaktadır. Zikirden kasdedilen nedir?..  

- Gücün mânevî kapısı: KALBİMİZ...

68 İmam Zehebi'nin Muhtasar el-Uluvv kitabı güvenilir bir kitap mıdır?

Zehebî’nin ilgili kitabının ismi: “el-Uluvv li’l-Aliyyi’l-Azîm”dır.

Bunu kısaltan, bazı hadislerini -uygun bulmadığı için- hazfeden ve adını “Muhtsaru’l-Uluvv lil Aliyyi’l-Ğaffar” olarak koyan zat ise, Nasıruddin el-Elbanî’dir. Bu şahıs, aşırı vahhabbilikle ve Ehl-i sünnete aykırı bazı düşünceleriyle tanınmıştır.

Bu açıdan bakıldığında, bu kitap bu haliyle “Ehl-i sünnet” kitabı değildir, denilebilir.

69 Allah'a inandığı halde meleklere inanmayan kimsenin durumu nedir? İmanın şartlarından yalnızca birini kabul etmeyen imandan mı çıkar günahkar mı olur?

Meleklere inanmayan kimse sahih bir iman sahibi değildir. Bu şekilde ölürse imansız ölmüş olur, ebedi cehennemde kalır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Görülmemeleri dolayısıyla melekleri inkâr eden kimselere ne demeliyiz?

İmanın şartlarından yalnızca birini kabul etmeyen imandan mı çıkar günahkar mı olur?

MELEKLER Hakkında Muhtelif Sorular...

70 Spor müsabakalarında eğilmek rüku mu olmuş oluyor? Yani dövüş sporundaki eğilmek mekruh/günah mıdır? Niyetimiz birbirimize selam vermek, bunun bir fetvası var mı?

Normalde her eğilmek rüku anlamına gelmez. İnsanların birbirine karşı saygı göstermek niyetiyle veya bir teamül olarak eğilmenin haram olduğunu söyleyemeyiz.

Çünkü, ameller niyetlere göredir. Eskiden beri, İslam aleminde de padişahlara  veya büyük insanlara karşı bu tür hareketler yapılmıştır.

Şüphesiz, öyle bir davranışta bulunmamak daha iyidir.

71 “Asıl Allah onlarla alay ediyor azgınlıklarını arttırıyor da şaşkınlık ve şüphe içinde kalıyorlar." (Bakara, 2/15) ayetine göre, Allah münafıkları neden azgınlaştırıyor?

İlgili ayetlerin mealleri şöyledir:

“Bunlar (münafıklar), iman edenlerle karşılaştıkları vakit 'Biz de müminiz.' derler. Fakat şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında da: 'Emin olun biz sizinle beraberiz, biz onlarla alay ediyoruz.' derler."

"Allah da kendileriyle alay eder ve azgınlıklarında onlara mühlet verir; böylece onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.” (Bakara, 2/14-15)

Soruda "azgınlıklarını artırıyor" şeklinde ifade edilen kelime ayette “yemüddü” olarak geçer. Yemüddü kelimesi ise, “Onlara mühlet verir” demektir. “Dünyada iken hemen ceza vermez, biraz daha onlara fırsat verir, özür beyan ederlerse mazeretlerini kabul eder.” şeklinde değerlendirilebilir.

“Allah imhal eder, fakat ihmal etmez.”

ifadesi, bu gerçeğin altını çizen bir vecizedir. Yani dünyada bir süre mühlet verir, fakat ahirette mutlaka onu sorguya çeker.

Ayette geçen, Allah'ın alay etmesinden maksat, münafıkların alay etmelerinin karşılığını vermesidir. Müşâkele babından olarak, benzer lafızla, tamamen farklı mâna kasdetme söz konusudur. Mesela haylazlık ederken sinsice gülen çocuğunu tehdit eden annesi "Sen gül, ben de sana gülerim!" derken, onun gülmesinin tamamen farklı şekilde olması gibidir.

Kalbinde iman etmediği hâlde Müslüman görünen kimseye münafık denir. Bunlara İslâm toplumunda "Müslüman" muamelesi yapılır. Böylece:

1. İslâm'ın sabır ve müsamahası uygulanır.

2. Onların nesillerinden gerçek müminlerin yetişmesine imkân hazırlanır.

3. Bu münafıkları kalben iman etmedikleri ilâhî hükümlerin tatbikatına zorlamak suretiyle, her an gönül azabı içinde bırakmak ve maskaralıklarının cezasını dünyada da çektirmektir. (bk. Elmalılı Hamdi, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)

Şunu unutmamak gerekir ki, düşman gizli olduğu ve bilinmediği zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha fenâ olur. Aldatıcı olursa bozgunculuğu daha şiddetli olur. İçeride olursa zararı daha büyük olur. Çünkü içerideki düşman kuvveti dağıtır, cesâreti azaltır. Dışarıdaki düşman ise aksine dayanıklılığı artırır. Münâfıklığın cinâyeti İslâm’a ve Müslümanlara  pek büyük zarar verir. İşte bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim, münafıkların vereceği zararlara dikkat çekmiş, fenâlık ve kötülüklerini ilân etmiştir.  (bk. Nursi, İşârâtü’l-İ‘câz, 76-130)

Konuyla ilgili bazı ayetlerin mealleri şöyledir:

"Küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar, Allah'a hiçbir şekilde zarar veremezler. Allah, onlara ahirette bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır."

"İman karşılığında inkârı satın alanlar Allah'a hiçbir zarar veremezler. Onlar için acı bir azap vardır."

"Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin, şahısları için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara bu mühleti, ancak günahlarını artırsınlar diye veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Âl-i İmran, 3/176-178)

İlave bilgi için tıklayınız:

-  "Gerçekten onlar düzen kuruyorlar. Ben de bir düzen kurmaktayım. Sen inkarcılara mehil ver; onlara mukabeleyi biraz geri bırak." (Tarık, 86/15-17) Bu ayetlerde neden kafirlere mühlet verilmektedir?

“Münafıklar, şeytanları ile baş başa kaldıklarında, biz sizinle beraberiz, biz onlarla (müminlerle) sadece alay ediyoruz, derler.” (Bakara, 2/14) ayetine göre, münafıklar şeytanlarla mı konuşuyorlar?