Allah hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde, neden tanınmak bilinmek gibi bir ihtiyaç duymuştur?

Tarih: 10.09.2006 - 20:37 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şey Ona muhtaç olan Yüce Allah’ın, bizim gibi âciz kulların ibadetine hiç mi hiç ihtiyacı yoktur. O, bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir. Çünkü kâinat ve içindekiler, ne varsa her şey Onundur, Onun mülküdür.

Son derece âciz ve zayıf bir kul olarak bizler muhtaç ve fakiriz. İhtiyaçlarımız ebede kadar uzanmış; bir çiçeği istediğimiz gibi, bir baharı da istiyoruz. Hatta ebedî Cenneti de istemekten kendimizi alamıyoruz. Dünya bizim olsa bile, istek ve arzularımızı tatmin edemiyoruz. Hâl böyle iken, ihtiyaçlarımızın sadece çok az bir kısmını elde edebiliyoruz. Sonsuzluğa uzanan ihtiyaçlarımızın temin edildiği mekân, ebedî saadet menzili olan Cennettir.

Yüce Allah’ın ibadetimize ihtiyacının olmadığını ve hakikî muhtaç olanın asıl bizler olduğumuzu şöyle bir misâlle açıklamamız mümkündür.

Hasta olduğumuzda doktora gideriz. Doktor, hastalığımızı teşhis ettikten sonra, bir reçete yazar. Sonra da ilâçları belirtilen saatte kullanmamızı ısrarla ister. Doktorun niyeti, bir an önce hastasının şifa bulup rahata kavuşmasıdır. Doktorun bu iyi niyetine karşı kalkıp, “Doktor Bey, bu ilâçları kullanmamın sana bir faydası var mı? Bir ihtiyacın mı var ki, bu acı ve tatsız ilâçları tavsiye ediyorsun?” dememiz hem yersiz bir hareket olur, hem de kendimizi gülünç bir duruma düşürmüş oluruz.

Bu misalde olduğu gibi, insan olarak mânen hastayız. Günah ve şüphelerin kalb ve ruhumuzda açtığı yaralarla mânen dertliyiz. İşte Yüce Rabbimiz, duygu ve lâtifelerimizi günah paslarından temizlememiz, parlatıp nurlandırmamız ve bu mânevî dertlerden şifaya kavuşmamız için yaramıza bir merhem, dertlerimize bir ilâç olarak ibadeti emretmiştir. Mesele bu kadar açık ve berrak iken, yine kalkıp da, “Yâ Rabbî, bizim ibadetimize ne ihtiyacın var, niçin ibadet etmemizi bizden ısrarla istiyorsun?” dememiz, hastanın doktora çıkışmasından bin defa daha yersiz ve gülünçtür.

Bunun yanında kulluk vazifesini yapmayın ibadeti terk eden kişiyi Cenab-ı Hakk'ın dünyada mânevî sıkıntıya, âhirette şiddetli azaba çarptıracağını beyan buyurmasının hikmet tarafını şöyle bir misalle izah edebiliriz.

Milletin canına, malına ve namusuna zarar veren bir kişi yakalanıp, hâkim karşısına çıkarıldığı zaman, hâkim suçluyu cürmüne göre cezaya çarptırır, mahkûm eder. Bu adam cezayı hak ettiği için kimse kendisine acımaz ve “Yazık oldu.” demez.

Mutlak adalet ve kudret sahibi olan Cenab-ı Hak da, ibadeti terk etmekle bütün varlıkların hukukuna tecavüz eden insanı, dünyada ruhî sıkıntılara, âhirette de Cehennem azabına çarptırır. Bu da aynı hak ve adalet olur.

Gerçekten de, canlı cansız her varlık kendilerine mahsus dillerle Yaratıcısını tesbih eder, verilen vazifeyi eksiksiz olarak yerine getirir. Meselâ toprak, içine atılan her bir tohuma saksılık eder, filizlinmesine yardımcı olur. Su, dünyaya hayatı bahşederek vazifesini mükemmel bir şekilde görür. Ateş, insanların yiyeceğini pişirmek, onları ısıtmak ve daha pekçok vazife görmek suretiyle kendine düşeni eksiksiz yapar.

İşte, insan kâinata iman gözüyle bakmamak ve kulluk vazifelerini, ibadeti terk etmekle mahlûkatın da ibadetini göremiyor, onları başıboşlukla itham ediyor ve sonunda inkâra kalkışıyor. Onların Allah tarafından vazifelendirilmiş birer unsur olduklarını da inkâr ettiği için, mânen hukuklarına tecavüz etmiş, zulmetmiş oluyor. Bunun için de, cezası bir iken, mahlûkat adedince artış gösteriyor.

Ayrıca, ibadetsiz insan kendi nefsine de zulmediyor. Her şeyden önce, insanın ruhu, bedeni ve bütün âzaları kendisine bir emanettir. İnsan, sahip olduğu bütün nimetler için ne bir fiyat ödemiştir, ne de ödemeye gücü yeter. Meselâ gözümüze hangi kuvvetimizle sahip olduk veya eğer satın alacak olsaydık, değerini takdir edip, ödeyebilir miydik? Bu nimetlerin gerçek sahibi Allah olduğuna göre, onları vazifesiz de bırakmamıştır. Bilhassa namaz kılarken, bütün lâtife ve hislerimiz de hisselerini almaktadır.

İşte insan ibadeti terk etmekle, bütün âza, duygu ve lâtifelerini âtıl bir vaziyete sokmuş sayılıyor. Böylece kendi nefsine de zulmederek cezaya müstahak hâle gelmesine sebep oluyor.

İnsan bilerek veya bilmeyerek yaptığı bütün bu zulüm ve haksızlıkların cezasını dünyada ve âhirette çekeceği için, kendi kendini azabın içine atmış oluyor!..

- Her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister. Bu bir acizlik ya da ihtiyaç anlamına gelmez mi?

Aynı cinsten olanlar mukayeseye gelebilir ve muvazene edilebilirler. Mesela, elma ile elma, armut ile armut mukayese edilebilir. Amma karpuz ile nar, üzüm ile kayısı muvazene ve mukayeseye gelmez. Ancak her biri kendi şartında ve özelliklerinde değerlendirilebilirler. Aksi halde karpuz hakkında her mesele ve değerlendirme üzüm için şirktir.

Bu kaide kâinatta her şey için geçerlidir. Bitkiler en basit tabakayı hayatta iken iki farklı tür birbiriyle mukayese edilmezse, iki farklı cins ve iki farklı mahiyet yani bir bitkiyle hayvan, hayvan ile insan hiç ölçülebilir mi, mukayeseye gelebilir mi? Hatta mahlukat kemalata doğru (yaratılış cihetiyle) gittikçe, yükseldikçe bu muvazene ve mukayese iki farklı fert arasında bile cereyan etmez. Yani iki farklı insan muvazene ve mukayese edilmez. Maddeten iki farklı özelliklere haiz oldukları halde manen hiç muvazeneye gelmez.

Ana meseledeki benzerlik çok yüzeysel ve basittir. Bir insanın hayatını yazan bir tarihçi, başka bir insanın hayatında cahil ve eksiktir. Bu böyleyken kemalatın en kutsisinde ve yarattığı hiçbir mahluka benzemeyen, kendinden başka misli olmayan maddeden, zamandan, mekândan münezzeh olan Allah-u Zülcelal nasıl bir insanın hususiyetleriyle muvazene ve mukayese edilsin?.. Misli ve benzeri olanlar arasında tam bir mukayese olmaz ise misli olmayan Allah (cc) kesinlikle mahlukatın bütün özelliklerinden müstağnidir. Ve mukayeseye gelmez. Sadece tefekküre bir vasıta olmak cihetiyle bazı temsilat olabilir.

"Her kemal ve cemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister." ifadesinde, insanlardaki bu arzu ve hususiyetler sadece tefekküre bir bakış açısıdır. Yoksa mukayese için değildir. Yani mikroskoplar mikropları, teleskoplar yıldızları ve semayı müşahede ettirir. Fakat ne mikroskopta gösterdiklerinden bir özellik, ne de teleskopta yıldızlarda ve semadan bir hususiyet bulunmaz.

Her şey Allah’ı tavsif eder. Fakat onunla muttasıf olmaz. İnsan da bir mikroskop ve teleskop gibi Cenab-ı Hakk’ı külli manada bildirir ve tanıttırır. Allah’ın zat, sıfat ve esmasını gösterir. Onunla kesinlikle muttasıf olamaz. O zattan bir hususiyeti kendinde taşıyamaz. Aynen öyle de insanın kendi güzellik ve kemalatını görmek ve göstermek istemesiyle, Cenab-ı Hakk’taki bu hususiyet aynı değildir. Sadece cam gibi vasıta olmaktan öteye geçmez. Tefekkür için bir rasat vazifesini görür. Başka türlü yakıştırmalar Allah için şirktir.

Ayrıca insanların güzelliklerini göstermesi bir ihtiyaçtan gelir, kemale ve ikmale gider. O güzellik olmaz ve görünmezse o insan eksik ve nakıs olur. Alkış, taltif, hoşamedi insanı keyiflendirir. Noksanı ikmal eder. Oysa Cenab-ı Hakk’ın kendi cemal ve kemalini göstermek istemesi ihtiyaçtan değil, iradeden gelen bir şuunattır. Kemalatı ikmal etmez. Çünkü hakiki kemalat ihtiyaca bina edilmez. İhtiyaçtan başkasının mukayesesinden gelen güzellik ve kemalat, hakiki güzellik ve kemal değildir. O da nisbidir. Çünkü nisbet edilenler gitse onlarda değerden ve kıymetten düşer.

Mesela, Allah mabud olduğu için ibadet ederiz. İnsanlar ibadet ettiği için mabud değildir. Burada mabudiyet nisbetle kaim değildir. nisbetle kaim olanlar; mesela insanların batıl mabudları bir zamanlar ibadet edildiği için mabud ittihaz edilmiş. İnsanlar ibadet etmekten vazgeçince, onların mabudiyetten düşmüşler. Hakiki mabudiyet öyle olamaz. Mesela insanlar olmazsa, bir insan, yalnız başına kendi kemalat ve güzelliğini göstermek ister mi? Sanatta, meharette, neyi kime gösterecek? Yani mukabele ve nisbet istiyor. Ta ki kemalatı zuhur etsin. Seyredenler olmazsa sanatlar, panayırlar ve pazarlar olmazsa ticaretler, hoşamedi olmazsa güzellikler görünmek istemezler. Bu mahlukat için genel bir kaidedir. Fakat Allah ezeli ve ebedidir. İnsanlığın ömrü âlemin sonunda başlamıştır.

O hâlde milyarlarca yıl önce Allah’ın cemal, kemal ve sanatı İlahiyeyi kimler seyrediyordu?.. Demek insanlardaki cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi arzusu, Allah’ın cemalini ve kemalini ölçmek ve mukayese için değil insanlarını kendi kemalatını artırması ve tezahürü ve imtihan içindir. Ayrıca kemal ve cemalinin inceliğini insanlar melekler ve hiçbir mahlukat anlayamaz, idrak edip kavrayamaz. Ancak Allah kemal ve cemalini bilir.

Ayrıca bizdeki güzellik gibi Allah’ın cemal ve kemali bir ihtiyaçtan gelse, ihtiyaç gittiğinde güzellik ve kemalatın da eksilmesi lazım. Mesela, insan açlıktan dolayı yemek ister. İhtiyaçtan dolayı gezmek, keyiften dolayı seyir ister. Bu ihtiyaçlar kesilse artık yemek, seyir ve tenzzühte biter. Cenab-ı Hakk’ta ise bu şuunat ezelidir. Asırlardan beri yaratma, tezyinat, taltifat ve kemalat devam ediyor. Ve ebediyen devam edecektir. Demek ki Cenab-ı Hakk’ın kendi cemal ve kemalini görmek ve istemesi, ihtiyaçtan değil İRADE-İ İLAHİYEDENDİR.

İhtiyaç ve iradenin farkını idrak edemeyenler bu tefekkürü yapamazlar.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun