Ayete göre insan iradesinin önemi yok mudur?

Tarih: 14.08.2009 - 00:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

"De ki: Allah dilemedikçe, kendime hiçbir fayda ve zarar getirmeye, kâdir değilim." (Araf, 7/188)
- Bu ayeti açıklar mısınız?
- Bu ayete göre insan iradesinin hiçbir önemi yok mudur?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

1. Allah’ın iki çeşit meşieti / dilemesi vardır:

Birincisi: Tekvinî meşiet,
İkincisi: Teşriî meşiet.

Teşriî meşiet, Allah’ın gönderdiği peygamberler vasıtasıyla hoşnut olduğunu bildirdiği hususlarda kendini gösterir. Bu meşiet, Allah’ın emir ve yasaklarını ortaya koyan bir dilemesidir.

“Eğer inkâr edecek olursanız bilin ki Allah sizden mustağnidir/ hiç kimseye ve  hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ama kullarının küfre-inkâra sapmalarına razı olmaz.” (Zümer, 39/7)

mealindeki ayette, Allah’ın bu teşrii meşietine işaret edilmiştir.

Bu meşietin özelliği, Allah’ın sadece rızasını, hoşnutluğunu gösteren ve zorlamaya yer vermeyen bir emir niteliğindedir. “Dileyen iman etsin, dileyen inkâra sapsın.”(Kehf, 18/29) mealindeki ayette, kulların bu ilahî meşiet/dileme karşısındaki özgürlüğüne vurgu yapılmıştır. Bu özgürlük insanların tabi tutulduğu imtihanın da bir gereğidir.

Tekvinî meşiet ise: Allah’ın yaratmasını, icadını ifade etmektedir. Bu dileme, kudretin bir yansımasıdır, yaratıcıdır, icbar edicidir, muhalefeti kabul etmeyen özelliğe sahiptir. Bu dilemeyi gösteren en veciz ifade “Allah bir şeyi dilediğinde onun buyruğu, sadece 'Ol' demektir, hemen oluverir.” (Yâsin, 36/82) mealindeki ayette görmek mümkündür.

“De ki: Allah dilemedikçe, ben ne kendime bir fayda sağlayabilirim ve kendimden bir zarar uzaklaştırabilirim” (Araf, 7/188)

mealindeki ayette ise, tekvinî meşiete/dilemeye vurgu yapılmıştır.

Yukarıda izah edildiği üzere, tekvinî dileme -deyim yerindeyse- Allah’ın son kararı olduğundan karşı konulmaz bir sıfattır. Fakat bu sıfat, hiçbir zaman insanın hikmet dairesindeki bütün fırsatlarını elinden alan, ona hiçbir tasarruf hakkı bırakmayan bir zorunluluğu ifade etmez. Çünkü bu meşietin yanında teşrii meşiet de söz konusudur. Örneğin, bir caninin bir adamı haksız yere öldürmeye teşebbüs etmesi, bu teşebbüsünü fiilî olarak gerçekleştirmesi, yani adama kurşun sıkması, tamamen Allah’ın buna rıza göstermeyen, bu fiilî yasaklayan teşriî meşietine rağmen gerçekleşmiştir. Bununla beraber, son sözü söyleyen yaratıcı iradenin özelliği olan tekvinî meşiet/dileme olmadıkça bu adam ölemez, kimse onu öldüremez.

Bu pencereden hakikate bakıldığı takdirde söz konusu ayette, insanın elini-kolunu bağlayan bir ifadenin olmadığı görülecektir. Özetle söylemek gerekirse, isteyen insandır, yaratan Allah’tır.

2. Bu ayette Hz. Peygamber (asm)'a, kendisi için faydalı olanı elde edip zararlı olandan korunmasının sadece Allah'ın dilemesine bağlı bulunduğunu açıkça ifade etmesi emredilmekte olup Resûlullah (asm) bu buyruğun gereğini yerine getirmiş; bu suretle, insan olması sebebiyle imkânlarının ve kabiliyetlerinin Allah'ın verdikleriyle sınırlı olduğunu, kendi başına olağan üstü hiçbir güce sahip olmadığını herhangi bir komplekse kapılmadan insanlara açıklamıştır. Böylece o, dolaylı olarak Allah'a olan içten bağlılığını da ortaya koymak suretiyle aslında, insanın Allah karşısında nasıl bir kulluk bilincine sahip olması gerektiği hususunda da örnek bir tavır sergiliyordu.

Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek gaybı bilmek demektir. Halbuki gaybı bilen insan, ileride kendisi için nelerin iyilik, nelerin kötülük getireceğini bilme gücüne de sahip olabilir ve ona göre davranabilir. Resûlullah (asm), kendisinin böyle bir imkâna sahip olmadığını, temel işlevinin inanan insanlara fayda sağlayacak şekilde müjdeleyici ve uyarıcı bilgiler vermekten ibaret bulunduğunu ifade etmiştir.

Burada da görüldüğü gibi Peygamber aleyhîsselâm, kendisine Allah'ın lütuf ve ihsanından bağımsız/ aşkın sıfatlar izafe edilmesinden hoşlanmamış; görevinin elinden geldiğince iyi bir kul olmak, Allah'ın kendisine yüklediği risâlet ve tebliğ görevini eksiksiz bir şekilde yerine getirerek insanların hidayete erişmelerine gayret ve öncülük etmek olduğunu her zaman vurgulamıştır. Âhiret hayatı, cennet, cehennem, melek, şeytan gibi gayb alanına giren, dolayısıyla beşerin bilgi imkânlarını aşan hususlarda Allah ona neyi ne kadar bildirmişse o da o konuda bilgisini ortaya koymuş ve Allah'ın iznine bağlı olarak insanlara bilgiler vermiş; fakat kıyametin ne zaman kopacağı konusunda kendisine bilgi verilmediği için bu hususta da bilgisi bulunmadığını belirtmesi emredilmiştir.

Âyette Hz. Peygamber (asm)'ın mutlak olarak gelecek hakkında hiçbir şey bilmediği değil, Allah'ın bildirdikleri dışında gaybı bilmediği ifade edilmektedir. Çünkü geleceğe dair her konu gayb sayılamaz; insan, tabiat kanunları denilen Allah'ın evrendeki yasaları hakkındaki bilgisi, deneyimi ve aklı sayesinde gelecek hakkında bazı kesin bilgilere sahip olmakta, bazı tespitler yapabilmektedir. Âyette asıl vurgulanan nokta, geleceğin insanlar için büsbütün karanlık olduğu değil, Allah imkân ve fırsat vermedikçe kulun varlık ve olaylar hakkında kendi başına bilgi edinemeyeceği, neyin yararlı, neyin zararlı olduğunu göremeyeceğidir. (Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II, 504.)

3. Konuyla ilgili başka bir ayette şöyle buyurulur:

"Ama Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz. Çünkü her şeyi bilen, tam hüküm ve hikmet sahibi olan, Allah’tır. Her şeyi bildiği gibi, rahmet ve hidâyete layık olanları da pek iyi bilir." (İnsan, 76/30)

Aynı surenin bir önceki âyeti, dileyenin, Kur’ân’ın rehberliğinde Rabbine varan yolu tutacağını bildirirken, 30. âyet yüce Allah’ın dilediği kimseleri rahmetiyle kucaklayacağını bildiriyor. Demek ki samimi müminler, kendilerini bütün varlıklarıyla Allah’ın iradesine teslim ederler.

Bizim yaratılmamız ve bulunduğumuz ülkede dünyaya gelmemiz; belli bir aile ve çevre içinde yer almamız bizim isteğimiz ve irâdemizle gerçek­leşmemiştir. Bütün bunlar ilâhî meşietin tecellisiyle vücut bulmuştur. O, ezelde sonsuz ilmiyle, meşietiyle nasıl bir plân hazırlamışsa öyle oluyor.

Dünyaya gelip teklif çağına ayak basınca, yani reşîd olunca irâdemi­ze yer veriliyor; ilâhî buyruklar tebliğ edilerek yönlendirilmek isteniyoruz. Bu noktada biraz durup düşünmemiz gerekiyor. Şöyle ki: Tebliğ ve irşaddan sonra durum bir yandan kulun irâdesine bırakılırken diğer yandan Cenâb-ı Hakk'ın irâdesinin hâkim olduğu belirtilerek «O dilemedikçe siz di­leyemezsiniz.» buyuruluyor. Dış görünümüyle, «insan belli bir çizgide ilâhî irâdeye bağlı kalıyor» sonucu ortaya çıkıyor. O, kulun doğru yolu bulmasını isterse, kul doğru yolu bulabiliyor; dilemezse bulamıyor. Bu mânayla in­san neden sorumlu tutuluyor? Âyetin asıl delâlet ettiği mana ve hükmü tesbit etmeden sırf zahirine bakacak olursak Kaderiyye ve Cebriyye mez­heplerinin iddialarının isabetli olduğu duygusu uyanıyor. Oysa mesele çok ciddi ve son derece incedir. Hikmeti kavranmadıkça sonuç çıkarmak çok zordur. 30. âyetle Cenâb-ı Hak kendisiyle kulları arasına koyduğu imkân ve irâde çizgisinden; diğer bir anlatımla hidâyet çizgisinden söz etmekte­dir. Şöyle ki: İnsan akıl, zekâ ve iradesiyle, aldığı dinî öğüt ve bilgiyle o sınıra gelmedikçe Allah'ın yüksek irâdesi tecelli etmez ve o sebeple de kula hidâyet kapısı açılmaz.

Hemen her konuda bu sınır önümüzde bulunmuyor mu? Tarlasını sür­meden, emeğini ortaya koymadan kuru toprağa tohum serpmek istenilen neticeyi vermez. İnsan burada da kendine düşeni lâyıkıyla yerine getir­mekle yükümlüdür; ondan sonrası ilâhî meşiete kalır. Artık o noktada Ce­nâb-ı Hak dilemedikçe kul dileyemez; O'nun hidâyet ve yardımı tecelli et­medikçe, kul doğru yola giremez ve başladığı işte istediği neticeyi alamaz.

Konuyu şöyle özetleyebiliriz:

Bir zorlama veya insan irâdesinin geçersizliğini ortaya koyma diye bir hüküm yoktur. Tamamıyla sözünü ettiğimiz imkân ve irâde sınırına kadar erişme olayı söz konusudur. O çizgiye gelindiğinde ilâhî irâde ve hidâye­tin tecellisi her türlü irâdenin üstünde rol oynar; dilediğine hidâyet kapısı­nı açar, dilediğine açmaz. İrâdesini kullanmayan, o sebeple de belirtilen çizgiye kendini getirmeyen kimseye ise, hidâyet kapısı açılmaz.

"Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." cümlesi yüce Allah'ın insanın öz yaratılışına yerleştirdiği seçme ve dileme yeteneğini ifade etmekte, yoksa yan bir anlam ifade etme­mektedir. Çünkü insana bu yeteneğin verildiği, Kur'an'ın bir çok ayetinde kesin ve net ifadelerle vurgulanmıştır. Öyleki, bunu İslam öğretisinin sağlam ilkelerinden biri olarak nitelendirebiliriz. Üstelik, bu irade ve yeteneğin de insanda mevcut olmasını dileyen bizzat yüce Allah'tır. Dolayısıyla, insanların hidayeti ya da sapıklığı seçmeleri bu kap­sama girer. Yani, Allah'ın izniyle (anladığımız kadarıyla) arada bir çelişki yoktur. Ayet-i Kerime'nin Peygamberimizi (asm), gördüğü olumsuz tepkilerden dolayı teselli etmesi, bunun yanında kafirleri, temel nitelikleriymiş gibi zalimler biçiminde vasfetmesi, onların kötü niyetlerinden ve zulümlerinden dolayı hidayetten yüz çevirip Allah'ın azabını hakettiklerine ilişkin güçlü bir ipucudur. Bu da "Dilediğini kendi rahmetine sokar." cümleinin "İyi niyetli, gerçekten hidayete ermek isteyen kimseleri..." şeklinde yorumlanması erektiğine ilişkin bir mesaj niteliğindedir.

Eğer bu dünyada Allah dünyanın konumu, imtihanı gereği dileyip bir irade vermemiş olsaydı, haydi buyurun istediğinizi tercih hakkını size veriyorum dememiş olsaydı, hiç kimsenin böyle dilediğini tercih hakkı olmayacaktı. Yani bilesiniz ki ey insanlar sizin şu anda küfrü, isyanı tercih edebilmeniz de Allah’ın verdiği bu izne bağlıdır. Eğer melekler gibi, dağlar, taşlar, sema, Ay, yıldızlar, Güneş, bitkiler, taşlar, madenler gibi sizlerin de boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucunu doğuştan eline alıvermiş olsaydı Rabbiniz, yani tıpkı o varlıklar gibi sizi de iradesiz yaratmış olsaydı, şu anda hiç biriniz dilediğini tercih hakkına sahip olmayacaktı.

Bu imkân ancak insana tanınmıştır. İsyan edebilme, kafa tutabilme özgürlüğü Allah yasaları gereği sadece insana tanınmıştır. Onun içindir ki insanın itaati diğer varlıkların itaatinden farklıdır. Yani insanın Allah’a itaati kölenin efendisine itaatinden farklıdır. İsyan etme özgürlüğü verildiği için insanın itaati kıymetlidir. Aslında bütün varlıklar da Allah’a itaat etmektedirler, ama onların itaati isyana imkân vermeyen bir itaat olduğundan insan gibi değillerdir. Melekler de dağlar da semâvât da arz da yıldızlar da Ay da hayvanlar da bitkiler de Allah’a kulluk yapmaktadırlar ama onların itaati kendi fıtri halleridir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Allah'ın kula hidayet etmesi için kulun ne yapması lazımdır?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun