Ben kazanıyorsam neden zekat vereyim; niye infakta bulunayım?

Tarih: 12.07.2014 - 01:23 | Güncelleme:

Soru Detayı

Soru: Cenab-ı Hak bazı nimetleri kuluna, emek ve çabası sonucunda verir. Bu çaba ve emek ise kulun kalbini yapılan işe bağlar. Ve insan, “Ben yaptım, ben kazandım.” der. Nimeti kendinden bilir. Bu da şükretmeye mani olur… İnsan şöyle demektedir:

“Ben imkânsızlıklar içerisinde büyüdüm. Bu imkânsızlıkları, yetiştiğim ortamdaki diğer insanlar da yaşıyordu. Fakat ben onlardan farklı olarak, bir emek, bir mücadele verdim. Onlar bu nimete kavuşamadı, ben kavuştum. Demek ki ben, bu nimeti, zekâm ve çabalarım sonucu kazanmış oldum. O zaman, ben diğerlerinden üstünüm.”

- Üstünlük düşüncesi, yani kibir, şeytanın cennetten kovulmasına sebep olan düşünce… İnsan, tıpkı Karun gibi: “Bu servet, bilgim sayesinde benim oldu.” demektedir. Zekâm ve becerilerim sayesinde kazandıysam, neden zekât vereyim ki? Sonuçta ben kazandım. Göz nimeti gibi, doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın verdiğini bilsem şükrederim. Bu düşüncedeki mantık hatasını anlatır mısınız?

- Buradaki temel sorunun, insanın kendisini diğerleriyle kıyaslaması meselesi olduğunu, lütfen dikkate alın. Yani; Cenab-ı Hakk’ın, o nimeti verdiğinin delili nedir? Madem o veriyor; benim çabam ne oluyor? Benim o nimete ulaşırken çektiğim sıkıntı, çile neyin nesi? Yaşadığım çileyi basite almayın…

- Cenab-ı Hakkın verdiği nimetler karşısında, insanın çabaları çok küçük, basit kalır. Fakat ben bunu soğulamıyorum. Ben, kendimi diğerleriyle kıyaslayarak, bir sonuca ulaşıyorum. Ve bir iddiada bulunuyorum… “O nimeti, ben kazandım.” Kur’an-ı Kerim’de de Resulüne (asm) yönelik “Oku attığın zaman sen atmadın, Allah attı.” ayetini bu yüzden anlamıyorum. Madem her şeyi Cenab-ı Hak yaptı, insanın ok atma yeteneği için yaptığı, onca çaba, emek ne anlama geliyor? İnsanın çabasının, sanki hiçbir kıymeti yokmuş gibi…

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Memurların maaşlarını dağıtmak üzere, kendine verilen paraları kendi malı zanneden bir kişi: "Madem bunları ben kazandım, o halde nedne dağıtayım." diyebilir mi? Bu paralar onun malı değil, ona emanet verilmiştir. Bunun gibi, bütün mülk Allah'ındır. Allah bazı kullarına emanet olarak mal verir. Ama bazı kimseler bu emanetleri kendi malları zannederler.

Bir asker, kendine emanet verilen ve zimmetlenen silaha "Benim silahım." der. Ama o asker bu sözüyle silahın kendi malı olduğunu söylemek istemez. Sadece kendine zimmetlenen silah olduğunu demek ister.

Allah'ın dünya kışlasında birer askeri olan bizlere verilen her şey, sadece birer emanettir. Hiçbiri bizim mülkümüz değildir.

Bu konuda -sorudan anlaşıldığı üzere- ilgili ayetler bilindiğine göre, mantık açısından birkaç noktaya dikkat çekmekle cevap vereceğiz:

a) Akılları, zekâları ve çalışma şevkleri aynı olan kimselerden birinin zengin, diğerinin fakir bir hayat yaşaması, insanın kazandığının, kendi becerisinin sonucu olmadığını göstermektedir. Ki bunun binlerce örneği vardır.

b) Nice çok aptal insanların zengin olup servet sahibi olmaları, buna mukabil nice pek çok akıllı, zeki insanların fakir bir hayat yaşamaları, rızkın taksimatının Allah’ın elinde olduğunun göstergesidir.

c) Rızık bir yaratma ürünüdür. Yaratmalarda sebeplerin varlığı sadece bir perdedir. O perdenin arkasında iş gören ise sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi olan Allah’tır. Sebeplerin varlığının pek çok hikmetlerinden biri de imtihan sırrıdır. Bu sır ise sebeplere bakarak kimin şirke girdiği kimin girmediğini belirlemeye yöneliktir.

- Hiçbir sebep yaratıcı değildir. Buna ne kabiliyeti var ne de gücü yeter. Allah insanlara rahmetiyle yardım etmek için sebeplerin yaratıcı olmadığını gösteren bir sistem takip etmiştir. O da sebep ile müsebbeb (sebep ile o sebebe bağlı olarak yaratılan) nesne arasındaki uçurumdur.

Örneğin, tırnak kadar bir kuvve-i hafızaya milyonlarca kitabı yerleştirmek... Tırnak kadar bir incir çekirdeğine batmanlar ağırlığında bir incir ağacını koymak.. Nohut kadar olan bir mısır tanesine onlarca sap ve binlerce mısır tanesini dercetmek.. Bir damlacık suda (menide/spermde) milyonlarca insan namzedi/adayı canlı yerleştirmek ve daha yüzlerce misalle gösterilebilir ki, milyonlarca varlığın zahiri sebebi, o varlığın yaratılmasında zerre kadar müdahalesi yoktur.

Sebep ile müsebbeb/yaratılan nesne arasındaki bütün bu orantısız nispetler “sebeplerin yaratma fiilinden azledildiği”nin açık göstergesidir.

- Aynen öyle de zenginlik, fakirlik gibi hususlar da zahiri sebeplerin çok ötesinde bir pozisyona sahiptir. İnsanların bu işlerdeki çabası sadece binde biridir. Geriye kalan kısımların hepsi sonsuz bir ilim, hikmet ve kudrete ihtiyacı vardır. O da Allah’tır.

d) Kendi becerisini ön planda tutanlar, Allah’ın mülkünü gasbetmeye çalışan eşkıyalardır. Bu eşkıyaların yanıldığı nokta: “Her varlığın bir sebebe bağlı olarak yaratılması ve o sebebin yok olmasıyla o varlığın da yok olmasıdır.”

Bu manzara karşısında akıllarının yitiren bu eşkıyalar, kendilerinin de bu sebepler arasında yer aldıklarına göre, onların da yaratmada payları ve haklarının olduğunu düşünürler. Özellikle, bir sebebin yokluğu, ona bağlı olan nesnenin de yokluğuna sebep olduğunu gördükleri için, varlığının da o sebebe borçlu olduğunu tasavvur ederler. Oysa bu düşünce tamamen yanlıştır.

Bunun açılımını Bediüzzaman Hazretlerinden dinleyelim:

“Meselâ şâhane bir bağ var ki, nihayetsiz meyvedar ve çiçekdar masnu'lar içinde bulunuyorlar. Ona nezaret etmek için pek çok hademeler tayin edilmiş. Bir hizmetkârın vazifesi dahi, yalnız o bağa yayılacak ve içilecek suyun mecrasındaki deliğin kapağını açmaktır. Ve şu hizmetkâr ise tenbellik etti, deliğin kapağını açmadı. O bağın tekemmülüne halel geldi veyahut kurudu. O vakit Hâlık'ın san'at-ı Rabbaniyesinden ve Sultan'ın nezaret-i şahanesinden ve ziya ve hava ve toprağın hizmet-i bendeganesinden başka bütün hademelerin, o sersemden şekvaya hakları vardır. Zira hizmetlerini akîm bıraktı veya zarar verdi.” (bk. Sözler, s. 167)

“Bir şeyin vücudu ve tamiri ve hayatı, ona ait bütün erkân ve şeraitin vücuduyla olabilmesi; ve o şeyin ademi ve tahribi ve ölmesi, bir tek şartın bozulmasıyla olduğu bir kaide-i hakikattır. Umumun dillerinde "Tahrib, tamirden çok kolaydır" diye darb-ı mesel olmuştur.” (bk. Emirdağ Lahikası-1, s. 285)

Yani: Bir şeyin var olması, Allah’ın -yaratma noktası dışında- sebepler dairesinde vazettiği binlerce sebeplerin varlığına bağlıdır. Bir sebebin, bir şartın olmaması o ilgili nesnenin var olmamasına neden olur. Fakat o nesnenin varlığı onlarca sebebe bağlıdır.

Örneğin, insanın akıllıca işlerini düzenleyip tedbir etmesi, zengin olmanın bir sebebidir. Şayet böyle bir tedbir almaya yönelik bir iradeyi göstermezse serveti elde edemez. Ancak, bir servet elde etmesi için onun bu akıllıca tedbiri yetmez, bu sadece onlarca şarttan biridir. Aslında diğer şartlar gibi, bu adamın aklını da yaratan Allah’tır.

e) Sebeplere ve kendi aklına güvenenleri aldatan “iktiran” (iki şeyin beraber gelmesi)dir. Allah’ın ilmini noksanlıktan, kudretini acizlikten tesbih etmek, hikmetinin kudsiyetini tenzih etmek ve tevhid noktasında insanları imtihan etmek gibi hikmetlerle yaratılan sebepler ile var edilen nesnenin birlikte var edilmesi, aklını kullanmayanların aklını şaşkına çevirmiştir.

Örneğin: Buğday tohumu ekmekle buğdayın filiz vermesi olayı birliktedir. Bir çocuğun doğması ile evlenme işi aynı karede yer alır. Bir yavrunun dünyaya gelmesi ile annenin göğsünden sütün gelmesi aynı çerçevede bulunur.

Bu manzaraya bakan bazı kimseler, derler ki: “Buğdayı ben ektim, öyleyse bütün bu tarlanın mahsulatı benim çalışmamın ürünüdür, bunun sahibi benim.”

Kur’an’ın bu gibi adamları uyarması şöyledir:

“Ektiğiniz tohuma baksanıza! Siz mi onu yetiştiriyorsunuz biz mi? Eğer isteseydik onu kuru çöp haline getirirdik, siz de şaşıp kalırdınız: 'Eyvah! Emeklerimiz boşa gitti. Doğrusu biz rızıktan mahrum kaldık, sefalete mahkûm olduk.' derdiniz. (Vakıa, 56/63-65)

- Keza bu gibi adamlar: “Ben evlenmeseydim, bu çocuk olmazdı. Öyleyse bu çocuğun dünyaya gelmesinin en büyük vesilesi benim." Kur’an’ın bu gibi adamlara karşı yaptığı uyarı şöyledir:

“Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır. O dilediğini yaratır. Dilediğine kız evlat, dilediğine erkek evlat verir, yahut kızlı oğlanlı olarak her iki cinsten karma yapar. Dilediğini de kısır bırakır.O her şeyi mükemmel bilir, her şeye kadirdir.” (Şura, 42/49-50),

“Şimdi düşünsenize o akıttığınız meniyi! Onu yaratıp insan haline getiren siz misiniz, yoksa biz miyiz? Aranızda ölümü biz takdir ettik. Sizi yok edip yerinize benzerlerinizi getirmeyi ve sizi bilemeyeceğiniz bir biçimde ve vasıfta yaratmayı dilersek, Bize mani olacak hiçbir güç yoktur.” (Vakıa, 56/58-61)

- Anne sütü ile çocuk arasındaki bağlantı da anne-babanın bu konuda hiç bir dahillerinin olmadığını göstermektedir.

“Doğrusu davarlarda da size deliller vardır: Zira size onların karınlarındaki işkembe ile kan arasından, halis bir süt içiriyoruz ki içenlerin boğazından âfiyetle geçer.” (Nahl, 16/66) mealindeki ayette, sütün bütün sebeplerin üstünde ve ötesinde bir manzara gösterdiğine işaret edilmiştir.

Ayrıca evlenmediği veya çocuğu olmadığı takdirde yüz yaşına da gelse bir kadının sütünün olmaması, bu sütün sırf yavrular için rahmet hazinesinden gönderildiğini gösterir.

- Dikkat edilirse, Kur’an’da insanların yaptıkları iş, gösterdikleri gayret, genel olarak sebeplerin varlığı inkâr edilmiyor. Ancak bu sebeplerin yaratıcı olmadıklarına vurgu yapılıyor.

f) Zenginlik-fakirlik tamamen Allah’ın taksimatının bir sonucudur. Aynı şartlara sahip olan insanlardan bazılarının fakir, bazılarının zengin olması, hatta çoğu kez bilgili ve akıllı insanların cahil ve daha az akıllı olanlardan daha fakir olmaları bu konuda tereddüde mahal bırakmaz.

- Hz. Muhammed (asm) gibi insanların en akıllısı, en zekisi ve üstelik bir Peygamberin fakir bir hayat yaşamsı bu davamıza reddedilmez bir delildir.

Nitekim, müşrikler Hz. Peygamberin bu fakirliğini bahane ederek onun peygamber olamayacağını söylemişlerdi. Mealini vereceğimiz ayette onların bu yanlışlarına dikkat çekilmiştir:

“Senin Rabbinin rahmetini(peygamberliği kime vereceğini) onlar mı taksim ediyorlar? Halbuki bu dünya hayatında onların maişetlerini aralarında taksim eden, bir kısmının diğer kısmını çalıştırması için, kimini kimine üstün kılan Biziz. Senin Rabbinin rahmeti ise, onların topladıkları bütün şeylerden daha hayırlıdır.” (Zurüf, 43/32)

Bu ayette zenginlik ve fakirlik realitesinin tamamen bir ilahi takdir mahsulü olduğunu altı çizilmiştir.

- Tefsir alimlerinden Alusi, “zenginliği bir şeref, fakirliği ise bir tahkir vesilesi” olarak telakki eden kimselerin, bu konuda hak yoldan saptıkların ifade eder. Hatta bu konuda şiir olarak bu yanlış düşüncesini terennüm eden bir kimseden de şöyle söz eder: Bu  konuda hataya düşenlerden biri de şöyle demiştir: “Nice bilgili alim kimseler fakirliğin pençesinde çırpınırken / Nice cahil kimseler de servetin verdiği rahatlıkla yan gelip yatmaktadır. Bu durum akılları şaşkına çevirmiş / Ve bazı derin alimleri bile zındık olmaya zorlamıştır.” (Alusi, 11/322)

Alusi kendisi için “derin alim” vasfını kullanan bu adama karşı çıkar. Ve “Yemin ederim ki, bu adam derin alimden ziyade, ahmak, geri zekâlı bir cahil olma vasfına daha layıktır.” der. Ona göre, gerçek ilim adamı, akıllı kimse bu konuda şunları söyler:

“Bütün işlerde hüküm ve karar mercii yalnız Allah olduğunu gösteren delillerden biri de: Nice akıllı kimselerin fakir, sıkıntılı bir hayat;  nice ahmakların da zengin ve güzel bir hayat yaşamsıdır.(Alusi, a.y.)

- Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri konumuza ışık tutmaktadır:

“Esbab-ı zahiriyeyi perestiş edenleri aldatan; iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, 'iktiran' tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin madum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki: O şeyin vücudu dahi, o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnetdarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünki bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddematına ve şeraitine terettüb eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor. Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebeb ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şeraitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbaniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlatanın ne kadar hatası zahir olduğunu anla ve esbab perestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil!" (bk. Lem’alar, 133-134)

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah'ın sebepleri yaratmasının ve çalıştırmasının hikmeti nedir? ...

İyilikleri Allah'tan, kötülükleri nefisten bilmek, ne demektir? ...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun