Kader konusunda en çok merak edilenler

1 Alın yazısı ne demektir?

Alın yazısı, daha doğmadan önce insanın başına gelecek şeylerin Cenâb-ı Allah tarafından takdir edilmesi, insanın başına gelecek şeylerdir. Buna kader de denir.

Dinî literatürde gerçekten anlına yazılmış yazı anlamında bir “alın yazısı”ndan söz edilemez. Ancak biz Türkçe’de bu ifadeyi kader manasında kullanıyoruz. Kader ise, Allah’ın ilminin bir nevidir. Allah’ın olmuş, olmakta olan ve olacak olan her şeyi önceden bilmesi “kader”dir.

Allah’ın her şeyi önceden bilmesi, İlahlığın olmazsa olmaz şartıdır. Aksi takdirde Allah’ın -haşa- bazı konularda cahil olması gerekir. Böyle bir düşünce küfrü gerektirir.

Her şey, Allah’ın ilmine, o kişi hakkındaki bilgisine uygun olarak kaydedilir. Allah’ın ilmi ise, o kişinin kendi özgür iradesiyle neler yapacağı, nasıl bir hayat çizgisini takip edeceği doğrultusunda oluşur. Çünkü ilim maluma tabidir. Bir şey nasıl bilinirse öyle olmaz, bilakis, nasıl olacaksa öyle bilinir.

Allah, her şeyi nasıl olacaksa ve kişi hür iradesiyle nasıl tercih edecekse öyle bilir. Bu bilgiye halk arasında "alın yazısı" denilmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kaderimizde varsa suçumuz ne?..

Evlilik kader midir? Kaderimizde kim varsa onunla mı evlenmek zorundayız?..

2 Izdırari kader ile evlilik ve rızık ilişkisi hakkında bilgi verir misiniz?

1. Kader konusunda aklınıza takılan her şeyi sorabilirsiniz. Bu durum inkar ettiğiniz anlamına gelmez. Nitekim Kur'an'dan öğrendiğimize göre Hz. İbrahim aleyhisselam ölülerin nasıl diriltileceğini sormuş, sonra da "Allah'ım inanmadığımdan değil, kalbim tatmin olsun diye soruyorum." demiştir. Bu nedenle bizler de aklımıza takılan sorularımızı sorabiliriz. Biz de elimizden geldiği kadar cevap vermeye çalışırız.

2. Kaderin esas anlamı "Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi" demektir. Dikkat edersek insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur. Bu konuya bir misal verelim:

Peygamberimiz İstanbul'un fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı gelince de dediği gibi çıkmış. Şimdi, İstanbul Peygamberimiz (asm) dediği için mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi. O zaman Fatih Sultan yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı, yine olacak mıydı? Demek ki Allah Fatih'in çalışıp İstanbul’u fethedeceğini biliyordu ve bunu elçisi Hz. Peygambere (asm) bildirdi.

Buradaki ince nokta: Allah bildiği için yapmıyoruz, biz yapacağımız için Allah biliyor. Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz.

Buna bir örnek verelim; Allah dostu evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine “Yarın seni şu kitaptan imtihan edeceğim.” diyor. Fakat öğretmen Allah’ın izniyle onun filim, maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan karnesine “0” yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve sıfırı hak ettiğini bildiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp “Senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için, önceden deftere sıfır yazmıştım.” diyor. Buna karşı öğrenci “Hocam sen sıfır yazdığın için ben sıfır aldım. Yoksa geçer puan yazsaydın geçerdim.” diyebilir mi?

Demek ki Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri bilerek Allah yazıyor. İşte buna "kader" diyoruz.

3. Kaderi ikiye ayırabiliriz: Izdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu hâlde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu, kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

İnsanın "cüz-i ihtiyari" adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kâinatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek, büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba duçar olacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kâinattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, “benim ne suçum var” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, “rüzgârın önünde sürüklenen bir yaprak” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi:

“Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.”

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgârın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

Allah kimin ne zaman nasıl öleceğini bilir. Şehit olarak ölüp ölmeyeceğini de bilir. Ama biz bunu bilmeyiz. Bu konu kaderle ilgili bir konudur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Evlilik kader midir? Kaderimizde kim varsa onunla mı evlenmek zorundayız?

3 Kader ve kaza, ne demektir?

Kader, bir iman rüknüdür ve şöyle tarif edilir:

“Kader, Hak Teâlâ nın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin, her şeyini ve her hâlini, zamanını ve mekânını, sıfatlarını ve özelliklerini ezelî ilmiyle bilip, ona göre, takdir etmesidir.”

Kaza ise, kaderde planlanan bir şeyin yaratılması, varlık sahasına çıkarılmasıdır.

Kâinatın altı devrede yaratılışından, insanın ana rahminde dokuz ayda teşekkülüne kadar, her hâdise kaderi gösteriyor!.. Güneş sisteminden atom sistemlerine kadar her hikmetli tanzim, kaderi ilan ediyor!.. Elementlerin sayıları ve özellikleri, kaderden haber veriyor!.. Bitkilerin ve hayvanların cinslere, türlere ayrılmış olması, her türe farklı kabiliyetler takılması, hep kader ile olmuş!..

Meleklerin, hayvanların ve cansızların sabit makamlı kılınması, insanların ve cinlerin ise imtihana tâbi tutulması, kader ile plânlanmış!.. Cennet ve cehennemin yaratılması, ilâhî ilim ile takdir edilmiş!. O menzillere hangi yollardan gidileceği de yine kader ile tespit edilmiş!.. Hangi güzel amele ne kadar sevap, hangi günaha ne kadar azap verileceği de kader ile tayin edilmiş!..

Bir bilim dergisinde, insan bedenindeki harika nizam anlatılıyor ve ilâhî takdir konusunda çok güzel misâller sıralanıyordu. Ve yazı şöyle bağlanıyordu:

“Bedenimizin tamamı bir yana, sadece baş parmağımız olmasaydı teknik ve medeniyet ortaya çıkmazdı.”

Gerçekten de bütün buluşlar, keşifler, sanatlar bir yönüyle, baş parmağa bağlı. O da diğer parmaklarla yan yana gelseydi, ne kalem tutabilirdik ne kaşık ne de çekiç. İnsanoğlu, bütün varlık âlemi bir yana, sadece başparmağına ibret nazarıyla bakabilse, ilâhî takdiri en açık bir şekilde görecektir.

Kader konusunda ezberledikleri birkaç soruyu durmadan tekrarlayan adamlar, kaderin bu aslî mânâsını hiç düşünmezler. Şu haşmetli kâinatın bir ezelî ilim ve takdirle, safha safha yaratıldığı akıllarından bile geçmez. Kaderin bu haşmetli tecellilerini seyredemedikleri gibi, çekirdekleri, tohumları, yumurtaları, spermaları, genleri de bu açıdan değerlendiremezler. Hâlbuki, bu küçük yaratıklar sanki cisimleşmiş birer plân, birer program... Allah'ın hârika takdirini ve ince hikmetini aklı başında olanlara ilan ediyor, ders veriyorlar. 

4 Bizim ne yapacağımız kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var?

Sorunuzu bazı soru ve cevaplarla açıklamaya çalışalım.

Kader, bir iman rüknüdür ve şöyle tarif edilir: “Kader, hak teâlâ’ nın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin, her şeyini ve her hâlini, zamanını ve mekânını, sıfatlarını ve özelliklerini ezelî ilmiyle bilip, ona göre, takdir etmesidir.”

Kaza ise, kaderde planlanan bir şeyin yaratılması, varlık sahasına çıkarılmasıdır.

Kâinatın altı devrede yaratılışından, insanın ana rahminde dokuz ayda teşekkülüne kadar her hâdise kaderi gösteriyor!..

Güneş sisteminden atom sistemlerine kadar her hikmetli tanzim, kaderi ilan ediyor!.. Elementlerin sayıları ve özellikleri, kaderden haber veriyor!.. Bitkilerin ve hayvanların cinslere, türlere ayrılmış olması, her türe farklı kabiliyetler takılması, hep kader ile olmuş!..

Meleklerin, hayvanların ve cansızların sabit makamlı kılınması, insanların ve cinlerin ise imtihana tâbi tutulması, kader ile plânlanmış!...

Cennet ve cehennemin yaratılması, ilâhî ilim ile takdir edilmiş!... O menzillere hangi yollardan gidileceği de yine kader ile tespit edilmiş!..

Hangi güzel amele ne kadar sevap, hangi günaha ne kadar azap verileceği de kader ile tayin edilmiş!..

Bir bilim dergisinde, insan bedenindeki harika nizam anlatılıyor ve ilâhî takdir konusunda çok güzel misâller sıralanıyordu. Ve yazı şöyle bağlanıyordu:

“Bedenimizin tamamı bir yana, sadece baş parmağımız olmasaydı teknik ve medeniyet ortaya çıkmazdı.”

Gerçekten de bütün buluşlar, keşifler, sanatlar bir yönüyle, baş parmağa bağlı. O da diğer parmaklarla yan yana gelseydi, ne kalem tutabilirdik, ne kaşık, ne de çekiç. İnsanoğlu, bütün varlık âlemi bir yana, sadece başparmağına ibret nazarıyla bakabilse, ilâhî takdiri en açık bir şekilde görecektir.

Kader konusunda ezberledikleri birkaç soruyu durmadan tekrarlayan adamlar, kaderin bu aslî manasını hiç düşünmezler. Şu haşmetli kâinatın bir ezelî ilim ve takdirle, safha safha yaratıldığı akıllarından bile geçmez. Kaderin bu haşmetli tecellilerini seyredemedikleri gibi, çekirdekleri, tohumları, yumurtaları, spermaları, genleri de bu açıdan değerlendiremezler. Halbuki, bu küçük yaratıklar sanki cisimleşmiş birer plan, birer program... Allah’ın hârika takdirini ve ince hikmetini aklı başında olanlara ilan ediyor, ders veriyorlar.

Ve insan, yaratılışı icabı, kadere inanmakla mükellef!.. Çünkü ölçüden, tartıdan anlıyor. Yapmaya karar verdiği bir evin odalarını bilerek takdir ediyor. Mutfağını, banyosunu, hep yerli yerine koyduruyor. Yarını hakkında planlar kuruyor, hedefler tespit ediyor, kararlar veriyor. İşte bu yaratılışı onu kadere imanla mükellef kılıyor.

Düşünelim bir kere: şu görünen varlıklar içerisinde bizden başka hangi fert kendi varlığından ve yaratılış safhalarından haberdar? Ne olduğunu, niçin yaratıldığını ve nereye gittiğini bilen hangisi?!.. Kuşlar mı, ağaçlar mı, güneş mi, ay mı?!.

Hayvanlar kendi organlarından habersiz. Bitkiler yapraklarını tanımaz. Deniz, içinde yüzen balıklardan gafil. Ay, neyin etrafında döndüğünü bilmez.

Ama insan öyle mi? Kendi bedenindeki nizam kadar, ruhundaki intizamı da biliyor. Elementlerin vazifelerini bildiği gibi, hayvan türlerini, sema sistemlerini de tanıyor. Her ferdin, her nevin ve her sistemin niçin yaratıldığını, ne gibi hikmetler taşıdığını, az da olsa, anlayabiliyor. Bu yaratılışı sayesinde, kaderin eşyadaki o sonsuz tecellilerine de bir derece muhatap olabiliyor.

Kadere iman huzur kaynağı

Kadere iman, insan için, en büyük huzur kaynağıdır. Mümin olan insan, gerek kendi nefsinde gerek dış âlemde gördüğü bütün tanzim ve takdirlerin nice hikmetlerle dolup taştığını ve hepsinin de rahmeti netice verdiğini düşünür. “Kaderin her şeyi güzeldir.” diyerek, başına gelen her türlü hâdisenin altında rahmet ve hikmeti arar.

Dünya ve âhiret saadeti için gerekli her teşebbüsü yapar ve sonunda Allah’ın rahmet ve keremine itimat eder, huzur bulur!.. Kaybettiğine gam çekmez. Geçmişte kaçırdığı fırsatlara "ah!" etmez. "Şöyle olsaydı böyle olmazdı!" yahut, "Böyle olmasaydı şöyle olurdu!" gibi lâfların ruha sıkıntı vermekten öte bir fayda sağlamadığını bilir. Mazinin yükünü sırtından atar. Allah’a güvenerek istikbale doğru yol almaya koyulur, huzur bulur!..

Allah’ın kendisine lütfettiği nimetlerle, servetlerle, kabiliyetlerle övünmez, gururlanmaz. Her hayrı ondan bilir, huzur bulur!..

Kadere inanmayanlar insanlığa neyi takdim ediyorlar?

Çalışmayıp, tembelce oturmayı mı? Yoksa, sebeplere teşebbüs etmekle birlikte sonra neticeyi rıza ile karşılamayıp üzülmeyi, dövünmeyi mi?.. Bunda insanlığı ıstıraba sürüklemenin ötesinde ne fayda umuyorlar?!. Hassas ruhu ve tahammülsüz bedeni ile şu aciz insanı, nasıl bu ağır yükün altına sokuyorlar!?. Yoksa huzursuz, asabi ve isyankâr ruhlardan, kendi yıkıcı emelleri hesabına bekledikleri bir şeyler mi var?

Suçlarımızı kadere yükleyebilir miyiz?

Kaderi ikiye ayırabiliriz; ızdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında, hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

Yaptıklarımızı Allah yarattığına göre bizim suçumuz ne?

İnsanın cüz-i ihtiyari adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kainatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba duçar olacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Kader zulüm eder mi?

Bazı insanlar zengin, güzel ve sıhhatli doğarlar; bazıları da fakir, çirkin ve sakat. Bunlar, insan iradesinin karışmadığı “ızdırari kader”in konusudur. Bu farkı bahane ederek zulümden söz edenler duyarız. Halbuki, zulüm bir hakkın çiğnenmesidir. Kulun ise, Allah'ta hiçbir hakkı yoktur. O, ne vermişse sırf lütfundan dolayıdır.

Bize düşen, verilmeyen nimetleri düşünüp isyana yeltenmek değil, verileni hatırlayıp şükretmektir. Eksiklikler, kulun denenmesi içindir. Dünyayı bir imtihan salonuna benzetirsek, hoşa gitmeyen durumlar birer imtihan sorusudur. Kul isyan mı edecek, yoksa verilen nimetlere şükürle, mahrum kaldığına sabır ile mi karşılık verecek?

Zengin bir tüccar düşünelim. Dükkanına gelen iki fakire, sırf merhametinden dolayı iyilik etmek istiyor. Birine gömlek ve pantolon giydirdi, diğerine ise, bunlara ilaveten ceket ile palto hediye etti. Sadece gömlek ve pantolon alan adam, “Tüccar bana zulmetti, öbür adama fazla verdi.” diyebilir mi? Derse, bu sözü edepsizlik olmaz mı?

Biz insanlar da bu fakirlere benziyoruz. Allah, sonsuz merhameti sebebiyle, tükenmez hazinesinden nimetler veriyor. Vücudumuzu, aklımızı, hayalimizi, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu, yediğimiz gıdayı yaratan o. Çalışmadık, kazanmadık, hak etmedik. O, sırf lütfundan dolayı ikram ediyor. Eksik alan sabrederse ebedi nimetler kazanacak.

Dünya hayatı kısa bir imtihandan ibaret... Az nimetlenen kul, birinci adam gibi asi olur, “zulüm” derse, edepsizlik eder. Vazifesi, verilene şükretmektir. Aksi halde azaba davetiye çıkarır.

Allah, her işinde adildir, asla zulmetmez. Musibetlere de bu açıdan bakmak gerekir. Belalar ya işlediğimiz bir hatanın sonucudur veya imtihanın ürünüdür.

Evi yanan kişi, kadere dil uzatmadan önce, bildiği bir sebep yoksa bile, yine suçu kendisinde arasın. Belki bir insanın kalbini kırmıştır! Ev yakan suç işler, ama kader adalet eder!

Rüzgarın önünde bir yaprak mıyız?

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, “Benim ne suçum var.” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, “rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi: “Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.”

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

Allah’ın ne yapacağımızı bilmesi, bizi sorumluluktan kurtarır mı?

Bir film senaryosu tasarlayalım: dedektif, soygun planı hazırlayan üç adamı gizlice dinliyor. Zamanı gelince, soyulacak yere gidiyor. Maksadı suçüstü yakalamak. Fakat soyguna başlarken, adamlar planı değiştiriyorlar. Biri vazgeçiyor, ikisi başka türlü hareket ediyorlar. Eğer bir başkasının bilmesi soyguncuların hareketlerini engelleseydi, planın değişmemesi gerekirdi. Polisin önceden bilmesi olaya hiç tesir etmedi.

Plan değişmese yine etmeyecekti. Çünkü onlar, bu işi polis öyle biliyor diye yapmayacaklardı. Zaten polisin neler bildiğini de bilmiyorlardı.

Eğer planı uygulasalar, yakalansalar ve polis, yaptıklarını önceden bildiğini söyleseydi, “Sen böyle bildiğin için, biz bu suçu işledik. Gerçek suçlu sensin. Biz masumuz.” mu diyeceklerdi?

Günah işleyip de suçu kadere, yani “o işi önceden bilen ilahi ilme” yüklemek isteyen günahkârın bunlardan ne farkı var?

“Kaderimden kaçamam, yazılan başa gelir, olacak denen olur. Öyleyse günahımdan dolayı niçin suçlu sayılıyorum?” diye düşünenler hiç de az değil.

Bu mantığın, mesuliyetten kurtulmak isteyen bir suçluya ait olduğu gün gibi ortada. İşte formül: suçu kadere yükle ve rahatla! Adil bir hakem olan vicdanın, bu düşünüş biçimiyle huzura kavuşacağını sanmıyorum. Çünkü, yapıp ettiklerimizin dikkatli bir şahididir o. Şüphesiz bir “kader kanunu” vardır ve hükmünü yürütür, ama “irade” de bir kanundur. Her günahı isteyip dileyerek işlediğimizi nasıl unutabiliriz? Alınyazımızı okuyamıyoruz, kaderde olanı bilmiyoruz. Bizim bildiğimiz, önümüzde biri iyi, diğeri kötü iki yol bulunduğu. Asla inkar edemeyeceğimiz irademizle birinden gidiyoruz. Giderken de nefsimizden başka bir zorlayıcı olmadığını pekala hissediyoruz. Önce değil, ancak her şey olup bittikten sonra öğreniyoruz alın yazımızı.

Şu misalin meselemize ışık tutacağına inanıyorum. Harika bir kameraman düşünelim. Diyelim ki, bu adam, bizim gelecekteki on günlük hayatımızı gizlice filme aldı. Yani o, on günlük yaşantımızı önceden bildi. Biz de film olayını öğrendik, ama bantta neler olduğunu bilmiyoruz. On birinci gün filmi bize gösterdi. İşlediğimiz hataları, günahları ve suçları seyrettik. Kameramana, “Sen bizim on günlük geleceğimizi bilmesen, görüntülemesen, biz bu suçları işlemezdik.” diyebiliriz miyiz?

Bilmekle yapmanın çok farklı şeyler olduğunu vurgulamak gerekir. Bir misal vermiştik. Bizlerin bir çekirdeğin ağaç olacağını bilmemiz onun ağaç olmasına gerek olmadığı anlamına gelmez.

Ayrıca bir makine veya bina için bir plan yapılsa, madem ki plan var, öyleyse binaya ve makinaya ne gerek var denilebilir mi?..

Yarın bir yere gideceğimizi ve şunları yiyeceğimizi planlıyalım. Buna göre madem ne yapacağımız belli öyleyse ne gerek var gitmeye ve yemek yemeye diyor muyuz?..

Biz bile gündelik basit şeyler için bunu diyemezsek, Allah'ın sayısız hikmetlerle yarattığı insanı, madem ne yapacağını biliyordu öyleyse neden imtihan ediyor denilemez.

Kaderin esas anlamı, "Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi" demektir. Dikkat edersek insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur. Bu konuya bir misal verelim:

Peygamberimiz (asm) İstanbul'un fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı gelince de dediği gibi çıkmış. Şimdi, İstanbul Peygamberimiz (asm) dediği için mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi. O zaman Sultan Fatih yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı yine olacak mıydı? Demek ki Allah Fatih'in çalışıp İstanbul’u fethedeceğini biliyordu ve bunu elçisi Hz. Peygamber (asm)'e bildirdi.

Buradaki ince nokta: Allah bildiği için yapmıyoruz; biz yapacağımız için Allah biliyor. Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz.

Buna bir örnek verelim; Allah dostu evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine “Yarın seni şu kitaptan imtihan edeceğim.” diyor. Fakat öğretmen Allah’ın izniyle onun filim, maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan karnesine “0” yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve sıfırı hak ettiğini bildiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp “Senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için önceden deftere sıfır yazmıştım.” diyor. Buna karşı öğrenci “Hocam sen sıfır yazdığın için ben sıfır aldım. Yoksa geçer puan yazsaydın geçerdim.” diyebilir mi?

Demek ki Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri bilerek Allah yazıyor. İşte buna kader diyoruz.

Teşbihte hata olmasın, Allah da, bizim ömrümüz boyunca yapacaklarımızı “ezeli kamerasıyla “Levh-i Mahfuz” denilen bir banda alıyor. Fakat biz o filmde neler bulunduğunu asla bilmiyoruz. Bu tespit hareketimize, niçin tesir etsin! Gerçek bu olunca, mesuliyet elbette bizimdir. Hür irademizle kötüyü seçip, günah işlediğimiz için suçlanıyoruz, başka şey için değil. “Kaderimde yazılıysa suçum ne?” demeye hiç hakkımız yok. İsteyerek suç işlemek “suç” değilse, suç ne peki?

Bize düşen, günahımıza tövbe etmek, affı için yalvarmak ve güzel ameller işleyip cezadan kurtulmaya çalışmak. Suçu kadere yüklemeye çalışmakla ancak kendimizi aldatabiliriz, Allah'ı, asla!..

5 Kader konusunda detaylı bilgi verir misiniz?

1. Kader konusunda aklınıza takılan her şeyi sorabilirsiniz. Bu durum kaderi inkar ettiğiniz anlamına gelmez. Nitekim Kur'an'dan öğrendiğimize göre, Hz. İbrahim aleyhisselam ölülerin nasıl diriltileceğini sormuş, sonra da "Allah'ım inanmadığımdan değil, kalbim tatmin olsun diye soruyorum." demiştir. Bu nedenle bizler de aklımıza takılan sorularımızı sorabiliriz. Biz de elimizden geldiği kadar cevap vermeye çalışırız.

2. Kaderin esas anlamı "Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi" demektir. Dikkat edersek insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı, yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur. Bu konuya bir misal verelim;

Peygamberimiz (asm) İstanbul'un fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı gelince de dediği gibi çıkmış. Şimdi, İstanbul Peygamberimiz (asm) dediği için mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi. O zaman Fatih Sultan yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı yine olacak mıydı? Demek ki Allah, Fatih'in çalışıp İstanbul’u fethedeceğini biliyordu ve bunu elçisi Hz. Peygamber (asm)'e bildirdi.

Buradaki ince nokta: Allah bildiği için yapmıyoruz. Biz yapacağımız için Allah biliyor. Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz.

Buna bir örnek verelim; Allah dostu evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine “Yarın seni şu kitaptan imtihan edeceğim.” diyor. Fakat öğretmen Allah’ın izniyle onun filim, maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan karnesine “0” yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve sıfırı hak ettiğini bildiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp “Senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için, önceden deftere sıfır yazmıştım.” diyor. Buna karşı öğrenci “Hocam sen sıfır yazdığın için ben sıfır aldım. Yoksa geçer puan yazsaydın geçerdim.” diyebilir mi?

Demek ki Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri bilerek Allah yazıyor. İşte buna kader diyoruz.

3. Dünyaya gelen her insan bir kader programına tabidir. İnsanın ne yapacağını, başına ne geleceğini Yüce Allah ezeli ilminde biliyor. Ancak Allah’ın bilmiş olması, insanın o işi yapmasını zorlamaz. Çünkü Allah, insanın önüne sonsuz seçenekler koymuştur.

İnsan kendi iradesini kullanarak, hangi yolu tercih ederse, Allah onu yaratır. Dolayısıyla sorumlu olan insanın kendisidir.

Bu meselede şöyle bir örnek verilir: Bir apartmanın üst katının nimetlerle, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir kişinin bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz edin. Kendisine, apartmanın bu durumu daha önce anlatılmış bulunan bu kişi, üst katın düğmesine bastığında nimetlere kavuşacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba uğrayacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o kişinin gücü ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi gücüyle çıkmadığı gibi, alt kata da kendi gücüyle inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin belirlenmesi, içindeki kişinin iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin günah, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu bildirmiştir. İnsan ise kendi iradesiyle, örnekteki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsaittir.

Hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Evlilik de böyledir. Evlenecek insanın önünde çok sayıda seçenekler vardır. Nasıl birisini istemek sizin elinizde. Tercihinize göre Cenab-ı Hak da yaratır. Allah’ın bilmesi böyle bir tercihte bulunmanızı zorlamaz.

Gayri müslim birisiyle evlenmede islam’ın getirdiği ölçü şöyle: Müslüman bir erkek Ehl-i kitap olan Musevi ve Hristiyan bir kadınla evlenebilirken, Ehl-i kitap olmayan gayri müslim bir kadınla evlenemez.

Bunun yanında, Müslüman bir kadının Ehl-i kitap da olsa gayri müslim bir erkekle evlenmesine izin vermiyor.

4. Kaderi ikiye ayırabiliriz: ızdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım ihtiyari kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Sizin sorduğunuz soru da bu alanda müzakere edilmektedir. Yani siz bir aday tipi belirliyorsunuz ve arıyorsunuz. Allah da sizin istediğiniz vasıflara sahip birkaç kişiyi önünüze çıkarıyor. Siz de bunlardan birini iradenizle beğenip kabul ediyorsunuz. Alah’ın alacağınız eşin kim olduğunu ezelde bilmesi kader, fakat sizin iradenizle seçmeniz cüz’i irade dediğimiz insanın mesuliyet sınırlarıdır.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

- Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu, kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

İnsanın cüz'i ihtiyari adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kainatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, “Benim ne suçum var?” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, “rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi: “Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.”

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

5. Duanın çeşitleri var. Mesela, sizin yarın bir imtihanınız var. Bu imtihanın duası çalışmaktır. Buna fiili dua denir. Çalışmayı yaptıktan sonra ellerinizi kaldırır, “Ya Rabbi, bana hayırlısını nasip et!..” demeniz sözlü bir duadır. Safi ve halis bir şekilde ve neticeye kanaat ederek dua etmek gerekir. Çünkü, bazen istediğimiz bir şeyin hakkımızda hayırlı olmayacağını Allah bilir fakat biz bilemeyiz. Sonsuz rahmet sahibi Allah’ımız da bunun hayırlı olmayacağını bildiğinden dolayı, farklı bir şekilde kabul eder.

Hazreti Meryem validemizin doğma vaktinde annesi onu mescide adar. Ve onun erkek değil kız olduğunu görünce epey şaşırır ve üzülür. Alimlerimiz bu durumu misal getirerek derler ki, Allah muhakkak yaptığımız duaları kabul eder. Bazen daha farklı ve daha güzel bir surette kabul eder. İşte Hz. Meryem 100 erkek değerinde bir kız. Allah annesinin duasını kabul etmedi denilmemeli. Aksine "daha güzel bir surette kabul etti" denilmelidir. Bazen de dünyada hiç kabul edilmedi zannedilir; fakat cennette daha ulvi ve güzel şekilde kabul edilir.

Bu açıklamalara göre, hayırlı eş için hem dini ölçülere göre araştırmak hem de dua etmek bizim görevimizdir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Evlilik kader midir?

6 Kur'an'da pek çok ayette geçen "kalplerin mühürlenmesi" ne demektir? Kalbi mühürlenen bir insan, iman etmemekten nasıl sorumlu tutulabilir?

Kalp mühürlenmesi, bir kalbin küfür ve isyanla katılaşmak ve kararmak suretiyle imanı kabul edemez hale gelmesi şeklinde tarif edilir.

Allah Resulü (asm.) buyururlar ki:

"Her günah ile kalpte bir siyah nokta meydana gelir."(bk. İbn-i Mace, Zühd, 29)

Bir ayet-i kerimede de

Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (sair günahları) dilediği kimse için bağışlar. (Nisa, 4/48)

buyrulur. Bu hadis-i şeriften ve âyet-i kerimeden anladığımıza göre, kalbi karartan en büyük siyahlık şirk, yani Allah’a ortak koşmaktır. Bir insan, şirki dava eder ve bu hususta müminlerle mücadeleye girişirse, her geçen gün kalbindeki bu siyahlık daha da koyulaşır ve genişlenir. Git gide bütün kalbi sarar. Artık o insanın iman ve tevhidi kabul etmesi âdeta imkânsız hale gelir. Nur müellifinin ifadesiyle, “Salâh ve hayrı kabule liyakati kalmaz.”

İşte sözü edilen âyet-i kerime, Allah Resûlüne (asm.) cephe alan, onunla mücadele eden müşrikler hakkında nâzil olmuştur. Ve o müşriklerin kalplerinde şirkin tam hâkimiyet kurması ve tevhide yer kalmaması, “kalp mühürlenmesi” şeklinde ifade edilmiştir.

İşte kendilerine hidayet kapısı kapananlar, bu noktaya varan müşriklerdir. Yoksa günah işleyen, zulüm eden yahut şirke giren her kişi için hidayet kapısının kapanması söz konusu değil. Aksi halde, asr-ı saadette, daha önce putlara tapan on binlerce insanın İslâm’a girmelerini nasıl izah edeceğiz?!..

Şirke giren her insanın kalbi mühürlenseydi, hiçbir müşrikin Müslüman olamaması gerekirdi. Demek ki, kalbi mühürlenenler, tevhide dönmeleri imkânsız hâle gelenlerdir.

Ve onlar, bu çukura kendi iradelerini yanlış kullanarak düşüyorlar.

Çok önemli bir noktaya da kısaca değinmek isteriz: Nur Külliyatında küfür iki kısımda incelenir: Adem-i kabul ve kabul-ü adem. Adem-i kabul, yani “iman hakikatlerini kabul etmeme” hakkında “bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilane bir hükümsüzlüktür.” denilir. Kabul-ü ademde ise, küfrü dava etmek ve batıl itikadını ispata çalışmak söz konusudur. Bu ikinci gurup, küfür cephesinde yer alarak iman ehliyle mücadele ederler. İşte kalp mühürlenmesi, daha çok, bunlar için söz konusudur. Daha çok diyoruz, çünkü bu insanlardan da az da olsa, hidayete erenler, İslamı seçenler çıkmaktadır.

* * *

Kalbin mühürlendiğini herkes bilemez. İslam'ı tebliğ eden bir kimse bu ön yargıyla hareket edemez.

Bir insan İslam dairesinden çıksa da kâfir de olsa, dünyada yaşadığı müddetçe Müslüman olması mümkündür.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Zira Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir (Bakara, 2/7) âyetine göre, kişileri kâfir yapan Tanrı'dır, öyleyse kâfirin / ateistin ne suçu vardır?

7 Hamilelikte saç kestirmenin bir sakıncası var mıdır?

Gerek hamile iken, gerek sair zamanlarda hanımların saçını kesmelerine iki açıdan bakmak gerekir. Birincisi: Saç kadının süsü ve zinetidir. Bir yerde kadını erkekten ayıran en önemli bir özelliğidir. Bundan dolayı hiçbir meşru sebep yokken ve mazeret bulunmazken kadının saçını kesmesine müsaade edilmez. Ancak bakımında ve kurutulmasında birtakım zorluklarla karşılaşırsa kısaltmasında bir mahzur olmamalıdır. Hamile ve lohusa olan bir hanım için bu gerekçe makul ve yerindedir. Demek ki, hamile bir hanım isterse saçını kısaltabiliyor.

Bunun sünnette bir delilinin varlığına gelince; Kenzü’l-Ummal’da şu meâlde bir hadis-i şerif kaydedilmektedir:

“Ezvac-ı tâhirat, Peygamberimizin hanımları kulak yumuşağını geçmeyecek miktarda saçlarını kısaltırlardı.”1

Burada gözden uzak tutulmaması gereken önemli diğer bir nokta da, kadının saçını keserken erkeğe benzeme gibi bir niyetinin bulunmaması lâzımdır veya saçını erkek tıraşı gibi yapmamalıdır. Çünkü hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz, “Allah, kadınlardan erkeğe benzemeye özenenleri İlâhi rahmetten uzak kılsın.” buyurmaktadır.2

Kaynaklar:

1 Kenzü’l-Ummal, 3: 35 Müsned’in kenarı.

2 Ebû Dâvud, Libas: 31.

(bk. Mehmed PAKSU, Aileye Özel Fetvalar)

8 Dua ile evleneceğim kişiyi değiştirebilir miyim?

İnsan kaderini bilmediğine göre, mübah ve meşru olan her şeyi ister. Bu isteği ister kaderinde olsun, isterse olmasın. Bizi bizden daha iyi bilen, bizi bizden daha çok düşünen, kaderimizi, geçmişimizi, geleceğimizi bilen, bizim için hayırlı olanı bizden daha güzel takdir eden Cenab-ı Hak, arzu ettiğimiz, dualarımızı istediğimiz taleplerimizin en iyisi, en güzeli, en faydalısıyla verecektir.

Biz hastayız, muhtacız, bizi yoktan var eden Yüce Allah hastanın derdini bilen doktor misali bizim istek ve arzularımızı ihtiyacımıza göre verir. Bazan zenginlik isteyenimiz olur, Cenab-ı Hak onun varlık sebebiyle azacağını bildiği için vermez, fakat ona sağlam bir iman, ailevî bir huzur, sağlıklı bir vücut verir; birçok musibet ve belalardan muhafaza eder. Demek ki, duaya cevap verilmiş, fakat en layıkı ihsan edilmiştir.

Dua kaderi nasıl değiştirir?

Bu hususta Sevgili Peygamerimiz (a.s.m.) şöyle buyururlar:

“Kaderi ancak dua geri çevirir. Ömrü ancak iyilikler arttırır. Kişi ancak işlemiş olduğu günah sebebiyle rızıktan mahrum kalır.” (bk. İbn Mace, Mukaddime, 10/90)

Bir başka hadiste ise aynı mesele şöyle ifade edilir:

“İhtiyat ve dikkat etmek Allah’ın takdir ettiği şeye fayda vermez. Ancak dua, inen ve inmeyen musibetlere fayda verir. Belâ iner, fakat onu dua karşılar ve kıyamete kadar ona karşı durur.” (et-Tergîb ve’t-Terhîb, II/481-482)

Duanın kaderi değiştirmesi, diğer bir ifade ile çevirmesi şöyle açıklanmaktadır:

Burada değişen kader değil, kazadır. Kader bir şey hakkında verilen karar, kaza da o şeyin uygulanmasıdır. Yani bir insan içten, samimi olarak bir dua eder, Cenab-ı Hak mükâfat olarak o kimsenin başına gelebilecek bir belâyı kaldırır. Burada değişen kader değil, kaderin uygulamadan geri çevrilmesidir.

Meseleyi sizin sorunuza getirecek olursak, şunlar söylenebilir:

Diyelim ki, nişanlınızın veya beyinizin dinî yaşantısında birtakım hatalar ve eksiklikler var. Namaz kılmıyor, içki içiyor, kumar oynuyor, evine yuvasına ihmalkâr davranıyorsa; onun bu mânevî musibetten kurtulması için dua edersiniz; inşaallah ihlâslı duanız onu bu halden kurtarır. Bu arada fiilî dua dediğimiz, bizzat ilgilenme, konuşma, dilinizin döndüğü kadarıyla anlatmayı da ihmal etmezsiniz. Bu arada anlattıklarınızı, onda görmek istediklerinizi de kendiniz bizzat tatbik eder, yaşarsınız; halinizle, davranışlarınızla ona örnek olursunuz. İmrenilecek, taklit edilecek bir tavır sergilersiniz.

(Mehmed PAKSU, Aileye Özel Fetvalar)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Istırari kader ile evlilik ve rızık ilişkisi hakkında bilgi verir misiniz? Sevgi, evlilik kader midir?..

9 Allah niçin kullarını bir yaratmadı?

1. Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse Ona karışamaz ve Onun îcâdına müdâhale edemez. Senin vücudunun zerrelerini yaratan, tüm sistemini düzenleyip insanî kimlik bahşeden Allah (cc)'tır  Sen bunları sana lûtfeden Allah'a daha evvel bir şey vermemişsin ki, Onun karşısında bir hak iddia edebilesin...

Eğer sen, sana verilenler karşılığında Allaha bir şey vermiş olsaydın, "Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!" gibi iddialarda bulunmaya; "Niye iki tane değil de bir ayak verdin?" diye itiraz etmeye belki hakkın olurdu. Halbuki sen Allaha (c.c) bir şey vermemişsin ki -hâşâ- O' na adaletsizlik iddiasında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin O' na karşı ne hakkın var ki yerine getirilmedi de sana karşı haksızlık edildi!..

Allah Teâlâ Hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş: hem de insan olarak... Dikkat etsen; senin altında birçok mahlûkat var ki, pekâlâ onlara bakıp ne kadar fazla nimetlere mazhar olduğunu düşünebilirsin.

2. Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aciz bir mahluk olduğunu, zayıflığını, ve ihtiyacının ne kadar fazla olduğunu hissettirir. Kalbini kendisine çevirtip, o insanın duygularını geliştirirse, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki görünüşte olmasa bile, hakikatte bu ona, Allah'ın lûtfunun ifâdesidir. Tıpkı şehit edip cenneti vermesi gibi...

Bir insan, savaş esnasında şehit olur. Bu şehit olmakla haşirde kurulacak büyük mahkemede ve Allah'ın huzurunda, sıddıkların, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları "Keşke Allah bize de harp meydanında şehâdet nasip etseydi." derler. Bundan dolayı, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür.

Çok nâdir olarak, bazı kimseler, bu mevzûda küskünlük, kırgınlık, kötümserlik ve aşağılık duygusu ile sapsalar bile, pek çok kimselerde bu gibi eksiklikler, daha fazla, Allah'a yönelmeye vesile olmuştur. Bu itibarla zararlı böcekler gibi bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının yayılmaya çalışılması yerinde bir davranış değildir. Bu konuda esas olan, ebedi hayata aday olan ruhlarında o âleme âit arzuları uyarmaktır. Bu ârızalı da, ârızasının itmesiyle Hakka yönelmesi; başkalarında da ondan ibret alarak kanatlanmaları şeklinde kendini gösteriyorsa, maksada uygun ve hikmetlidir.

"Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah." (Erzurumlu İ. Hakkı Hazretleri)

10 Öldürülen veya intihar eden kişiler ecelleriyle mi ölmüş oluyorlar?

Sizin bu sorunuzu evet veya hayır şeklinde cevaplamak yanlış olur. Çünkü evet dersek Cebriyeci olur, insanın iradesini reddetmiş; hayır dersek Mutezileci olur kaderi inkâr etmiş oluruz. Zaten ortada bir cenaze var. Bu nedenle kısaca açıklamayı uygun görüyoruz:

"Soru: 'Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir. Cüz'-i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?' sözüne karşı ne dersiniz?"

"Kader, sebeble müsebbebe bir taalluku var. Yani, şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki:

'Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir. Cüz'-i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?'

"Sual: Niçin denilmesin?

"Elcevab: Çünki kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallukunu farzediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Ya Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mu'tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: 'Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.' Cebrî der: 'Atmasaydı yine ölecekti.' Mu'tezile der: 'Atmasaydı ölmeyecekti.'" (Sözler, s. 467)

Yani, Cenâb-ı Hak bu âlemde hikmetiyle, her müsebbebi bir sebebe bağlamıştır. Bu hakikat, kaderin sebeble müsebbebe bir taalûk ettiği, şeklinde ifâde edilmiştir. Meselâ, bir çocuk müsebbeb, anne ve babası ise sebebdir. Cenâb-ı Hak o çocuğun yaratılmasını o anne ve babadan takdir etmiştir.

İşte Cebriye, sebeble müsebbebe ayrı birer kader tevehhüm etmekte, yâni ebeveyn ile çocuğu ayrı ayrı nazara almaktadır. Bunun neticesi olarak, dünyaya gelmiş bulunan bir çocuk için, madem ki onun kaderi dünyaya gelmektir. Ebeveyni olmasa da o çocuk dünyaya gelirdi, gibi hatalı bir fikre sapmaktadır.

Mu'tezile ise sebeblere te'sir vererek, ebeveyni olmasaydı o çocuk dünyaya gelmezdi, gibi yine bâtıl bir fikir ileri sürmektedir.

Ehl-i Sünnet âlimleri, kaderin sebeble müsebbebe bir baktığını ve sebeblerin yokluğu farzedildiğinde müsebbeb için bir şey söylenemeyeceğini ifâde etmişlerdir. Yâni, yukarıdaki misâl için, "Eğer söz konusu ebeveyn olmasaydı çocuk dünyaya gelir miydi?" sorusuna Ehl-i Sünnet âlimlerinin cevabı, "Ne olacağı bizce meçhuldür?" şeklindedir. Zira, ortada bir vak'a vardır. Söz konusu çocuk, o ebeveynden dünyaya gelmiştir. Ebeveynin yokluğu farzedilince, çocuğun dünyaya gelip gelmeyeceğine nasıl hükmedilecektir? Cenâb-ı Hakk'ın o çocuğu bir başka ebeveynden dünyaya gönderip göndermeyeceği hakkında bir tahmin yürütülemez.

İşte, bu misâl gibi, bir adamın ateş etmesiyle diğerinin ölmesi hâdisesinde de kader sebeple müsebbebe bir bakmaktadır. Ortada bir öldürme hâdisesi vardır ve bu hâdise daha meydana gelmeden Cenâb-ı Hak tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla, kader, birinin ateş etmesiyle diğerinin ölmesi, şeklindedir. Adamın ateş etmediği farzedilince, mevcut hâdisenin bir tarafı, yâni sebeb yönü, yok kabul edilmektedir. Bu durumda karşı taraf hakkında hiçbir şey söylenemez.

Öldürme olayında katilin kabahati, Cenâb-ı Hakk'ın yasakladığı öldürme fiiline teşebbüs etmesi ve ölüme sebeb olmasıdır.

11 Yaratılışımız bizim tercihimiz olmamasına rağmen imtihan olmamızın sebebi nedir?

Cevap 1:

Allah Teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları yaratmıştır. Bu iki varlıktan başka, hem melekleri geçecek kadar mükemmel, hem de aklı olmayan hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma özelliğindeki insanı yaratmıştır.

Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını, kainata ve içindeki faaliyetlere bakan bir insan görebilir. Biz bir düşünelim, dünyaya gelmeden önce kainatın neyi eksikti de biz geldikten sonra tamamladık. Veya ibadetimizle ne yapıyoruz ki Allah'ın herhangi bir ihtiyacı görülüyor.

Allah her şeyi kemaliyle bilendir. Ama bu bilmesi bizi yönlendirmesi anlamına gelmemektedir. Çünkü O'nun ilmi ezelidir. Yani geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanı aynı anda müşahede eder. Ve herkes vicdanen bilir ki, istediğim şeyi yaparım, konuşurum istemediğim şeyi yapmam. Bu kaideye göre Allah bizim ne yaptığımızı bilir. Ama biz de yaptığımız şeyin irademizle olduğunu vicdanen ve alken biliriz.

Allah bizi kendisini tanımak ve kendisine layık olacak şekilde ibadet etmek için yarattı. Bu vazifeyi yerine getirecek alet ve cihazları da yaratmıştır. Yani bizden istenen şeyler ile bunları karşılayacak sermaye muvazenelidir. Burada herhangi bir adaletsizlik olmadığını bütün insaf ve vicdan ehli bilir. Fakat Allah'ın bizi yaratırken bize sorup sormaması ise, tamamen Allah'ın iradesini kısıtlamak anlamına gelir.

Oysa alimlerimizin ittifakı ile "Allah - la yüsel"dir. Yani yaptığı işlerden sorguya çekilmez. Ama kainatta yaptığı ve yarattığı herhangi bir hadisenin hikmetsiz veya adaletsiz olduğuna dair hiç kimse ağzını açamamaktadır. Çünkü, kainatta hikmetsiz ve abes olabilecek bir durum yoktur. Bütün kainatı didik didik araştıran bilim adamları bu ilahi hikmet karşısında hayrete düşmektedir.

Allah'ın insanı yaratmasının çok hikmetlerinden birisi ibadettir. Çünkü:

1. Allah insanı imtihan için yarattı. Bu hikmet insanın yaratılmadan olamayacağı kesindir.

2. Allah kainatta tecelli ettiği cemal ve kemalini hem kendisi -kendine mahsus bir şekilde- görmek hem de başkalarının gözüyle görmek istiyor. Başkasının görmesi derken bunların başında insan gelmektedir. Bu hikmet de yine insanın yaratılmasını gerekli kılıyor.

3. İbadet için yarattı. Bu hikmetin yerine gelmesi için var olan birisi gerektir. Yaratılmadan ibadetin yerine gelmesi mümkün değildir. Burada yaptığımız ibadetin miktarına göre cennetteki yerimiz hazırlanıyor.

4. Allah'ın her şeyden daha büyük olduğunu ilan etmek ve Allah'ın emirlerini yaymak. Bu hikmetin yerine gelebilmesi için, hem tebliğ edenin hem de tebliğ edilenin yaratılması icap eder.

5. Bir çekirdeğin ağaç olması için toprağa girmesi gerektiği gibi, insanın da yetişip olgunlaşması ve terakkisi için dünya tarlasına gönderilmiştir.

6. Eğer başka alemde yaratılsaydık o zaman da neden bu alemde yaratıldık diye sormamız gerekecekti. İnsan için en mükemmel imtihan salonu bu olduğu için buraya gönderildik denilebilir.

İşte tüm kainatta rastlanılamayan hikmetsiz iş ve fiillere elbette şeriatta da rastlanmaz. Yani bizim taşıyamayacağımız işleri Allah bize yüklemez. Bütün hayvanlara, bitkilere ve cansızlara vazifeler yükleyen Allah, elbette bize de bazı vazifeler yükleyecektir. Yoksa tüm kainatta mevcut olan hikmet, insanlar yönünden abes olacaktı. Hiçbir işinde abesiyet ve çirkinlik olmayan ve bu gibi şeylerden münezzeh olan Allah, elbette insanlara da taşıyabilecekleri bir yükü yüklemesi gerekmektedir.

Kâinatın ömrü milyarlarca yıl ile ifade ediliyor; insanlık âleminin ömrü ise yedi bin seneyle ifade ediliyor. Henüz insan nevi yaratılmadan, bu hadis-i kudsîde verilen haber, öncelikle melekler âlemine bakıyordu. Allah'ı bilen, eserlerini temaşa ve tefekkür eden, O'na isyandan uzak bu mübarek varlıklar, hadis-i kudsîde verilen haberi ibadetleriyle, tesbihleriyle, itaatleriyle, marifet ve muhabbetleriyle tahakkuk ettirmiş oluyorlardı. Hayvanlar âlemi de yaratılış gayelerine tam uygun bir hayat sürmekle, ruhları yönüyle, melekleri andırıyorlardı. Bitkiler âlemi ve cansız varlıklar da mükemmel bir itaat ile vazife görüyorlardı.

"Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı tesbih ve O'na hamd etmesin..."(İsra, 17/44)

mealindeki âyet-i kerimede geçen "şey" tabiri, canlı-cansız her varlığı içine alır. Her şey O'nu tesbih eder ve O'na medih ve senada bulunur.

Cenab-ı Hak, bütün bu tespih ve ibadetlerin çok daha ileri derecesini icra etmeye kabiliyetli bir başka mahiyet daha yaratmayı irade buyurdu: İşte bu ulvi mahiyet, arzın halifesi olacak olan insandı. Cenab-ı Hak, topraktan bir insan yaratacağını meleklere haber verdiğinde, yukarıdakine benzer bir soru, meleklerden de gelmiş ve onlara cevaben, "Siz benim bildiklerimi bilemezsiniz,.." buyrulmuştu.

İmtihana tabi tutulan ve kazanmaları halinde melekleri geçecek olan bu yeni misafirler, âyet-i kerimede de haber verildiği gibi, ancak Allah'a ibadet için yaratılmışlardı.

"Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56)

Âyette geçen "ibadet" kelimesine bir çok tefsir âliminin "marifet" mânâsı verdiği dikkate alındığında, bu insanın, Allah'ı tanımak, varlığını, birliğini bilmek, sıfatlarının sonsuzluğuna inanmak, mahlûkat âlemini de hikmet ve ibret nazarıyla temaşa ve tefekkür etmekle vazifeli olduğu anlaşılıyordu.

Bu mümtaz mahlûk, sadece cemal tecellilerine muhatap olmayacak, Cenab-ı Hakk'ın hem cemal, hem de celal tecellileri ile ayrı ayrı imtihanlara tabi tutulacaktı.

Nitekim öyle oldu ve öylece devam ediyor. Nimetler, ihsanlar, ikramlar, güzellikler, sıhhat, afiyet, ferah, gibi haller hep cemal tecellileridir. Ve insanoğlu bunlara karşı şükredip etmeme şıklarından birini tercihle karşı karşıya. Maalesef, nefis ve şeytanın galebesiyle çoğu insan, cemal tecellileriyle sarhoş olup bu imtihanı kazanamıyorlar.

İmtihanın diğer yönü, hastalık, musibet, bela, afet, ölüm gibi celal tecellileri... Ve neticede sabır, tevekkül, teslim, rıza, imtihanına tabi tutulma. Akıl aksini düşünse de gerçek şu ki, bu imtihanı kazananlar, birincilere nispetle çok daha fazla.

Bundaki hikmet şu olsa gerek: Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor, ders veriyorlar. Konumuza ışık tutacak bir Nur cümlesi:

"Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi' geniş bir âyine olsun." (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

İbadet ve marifet için yaratılan insan, bu vadide mertebe kat edebilmek için aczini ve fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve Ondan medet dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya çalışacaktır. Bunlar ise başta nefis ve şeytan olmak üzere, dünya hayatında insanı, medet dilemeye ve sığınmaya götüren her türlü musibet, hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla mümkün.

Çaresizlik içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını kazanma noktasında müsbet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat ve saadet gibi tecellilerde insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara meftun olup, kul olduğunu unutup, gaflete dalabiliyor.

Konunun çok önemli bir yanı da şu: Marifetullah, yani Allah'ı tanıma denilince, bütün isim ve sıfatları dikkate almak gerekiyor; sadece cemalî isimleri değil.

Allah, Rahman olduğu gibi Kahhar'dır da. İzzeti tattıran da Odur zilleti çektiren de. Bu dünyada sadece cemalî isimler tecelli etse ve insan sadece bunlara muhatap olsa idi marifeti noksan kalırdı. Bu imtihan meydanında, insanoğlu Allah'ı hem celal, hem de cemal sıfatlarıyla tanımak durumunda. Ahirette ise, yollar ayrılacak. İnsanların bir kısmı ibadet, ihlas, salih amel ve güzel ahlâklarına mükâfat olarak, cennete girecek ve lütuf, kerem, ihsan gibi nice cemal tecellilerine, azamî ölçüde ve ebediyen muhatap olacaklar. Küfür ve şirk yolunu tutarak dalalet ve sefahate düşenler ise celal, izzet ve kahır tecellileriyle karşılaşacaklar. Böylece, ahiret yurdunda, Allah'ın hem cemalî hem de celalî isimleri en ileri mânâda tecelli etmiş olacak.

Nur Külliyat'ında bir dua cümlesi var:

"Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster." (Sözler, Onuncu Söz)

Bu dünyadaki varlıklar, ahirete nispetle, gölge kadar zayıf bir tecelliye muhatap oluyorlar. Ve bu gölge hayatın gereğini yapan ve hakkını vermeye çalışan insanlar asıla kavuşuyorlar.

Şunu da unutmamak gerekiyor: Lütuf gibi kahrın da aslı ahirette.

Cevap 2:

Kaderi ikiye ayırabiliriz: Izdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Sizin sorduğunuz soruda bu alanda müzakere edilmektedir. Yani siz bir aday tipi belirliyorsunuz ve arıyorsunuz. Allah da sizin istediğiniz vasıflara sahip birkaç kişiyi önünüze çıkarıyor. Sizde bunlardan birini iradenizle beğenip kabul ediyorsunuz. Allah'ın seçtiğiniz eşin kim olduğunu ezelde bilmesi kader, fakat sizin iradenizle seçmeniz cüz'i irade dediğimiz insanın mesuliyet sınırlarıdır.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu, kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

İnsanın cüz-i ihtiyari adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kainatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba duçar olacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, "benim ne suçum var" diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, "rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak" ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi: "Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki."

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, "iyi" ve "kötü" kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- İnsana, yaratılmayı ve imtihan olmayı isteyip istemediği sorulur mu?..

12 Her şeyde bir hayır vardır, sözü doğru mudur?

Cevap 1:

Konuyla ilgili bazı ayetlerin mealleri şöyledir:

“Olur ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız, hâlbuki hakkınızda o bir hayırdır. Ve olur ki bir şeyi seversiniz, hâlbuki hakkınızda o bir şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara,  2/216).

“Yerde ve göklerde olan her şeyi bilir.” (Âl-i İmran, 3/29). 

“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. (Allah) Onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Hûd, 11/6).

“Allah, onların geçmişlerini de, geleceklerini de bilir; onlar ise O’nu ilmen ihata edemez.” (Tâhâ, 20/110). 

“Allah, insana bilmediklerini öğretti.” (Alak, 96/5).

“Gaybın anahtarları O’nun katındadır; onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olan her şeyi bilir.” (En’am, 6/59).

“Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, bir o kadarını da katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden denizler tükenirdi.” (Kehf, 18/110).

“Her şey”de hayır olup olmaması bundan ne kastedildiğine bağlıdır. Mesela günah işlemeyi de bu sözün içerisine dâhil edersek mesele değişir. Zira günah işlemenin bir hayır içermesi söz konusu değildir. Fakat günah bile eğer insana tövbe etmeyi öğretiyor ve tövbe etmekte daha başka günahlara girmemeyi netice veriyorsa, sonuçları itibarıyla günah işlemekte bile bir hayır olduğu söylenebilir. Bunu “Günah işlemek hayırlıdır.” diye anlamamak gerekir.

Diğer bir örnek, şeytana uymakta da bir hayır olduğu söylenemez. Zira o insanı cehennemin gayyalarına yuvarlamaya and içmiştir. Şeytanın yaratılması şer değil, şeytana uymak şerdir. Ateş örneğinde olduğu gibi. Ateşi iyi işlerimizde kullanır onunla yemek pişirir ve daha birçok ihtiyacımızı gideririz. Ateş elimizi yaktığında “Ateş şerdir." diyebilir miyiz? Örnekler çoğaltılabilir.

Hatın akışı içerisinde gerçekleşen olaylarda bazen bizim hiçbir müdahalemizin olmadığı işler olur. İşte insanlar bu tür durumlarda “Vardır bu işte de bir hayır.” sözünü kullanırlar. Bu manada "Elhayru fî mahtârahullah" sözünü esas alabiliriz. Bu söz, "Hayır, Allah Teâlâ'nın ihtiyar buyurduğu (seçtiği) husustadır." manasına gelir; Cenâb-ı Hak kullarını neye sevk ederse etsin ve nasıl bir neticeye ulaştırırsa ulaştırsın, O'nun takdîrinin her zaman en isabetli, bereketli, faydalı, sevaplı ve akıbet itibarıyla da en hayırlı tercih olduğunu hatırlatır.

Evet, insan şart-ı âdi planında bir irade sahibidir; yani, Allah (azze ve celle) kuluna, iki şeyden herhangi birini seçme söz konusu olduğunda bir cehd ve gayret ortaya koyma, bir çeşit eğilim veya eğilimde tasarruf ile bir hususu tercih etme, bir şeyi isteme ve dileme kâbiliyeti vermiştir. Bu irade kâbiliyetinden dolayıdır ki, insan bazı hususları iyi ya da kötü, güzel veya çirkin, faydalı yahut zararlı görebilir ve birkaç şey arasından birini seçebilir. Fakat bazen insan seçiminde isabetli olamaz ve beklemediği, istemediği bir netice ile karşılaşabilir. İşte, "Elhayru fî mahtârahullah" hakikati, insanın kendi arzularına başkaldırmasını, her meselede Hakk'ın rızâ ve hoşnutluğunu kendi istek ve dileklerine tercih ederek her yerde ve her durumda O'nun takdîrine razı olmasını ifade eder.

Bu sözün Peygamber Efendimiz (asm)'in mübarek dudaklarından döküldüğünü söyleyenler ve onu hadis olarak rivayet edenler de olmuştur; fakat muhaddisler bu şekilde bir hadis-i şerife rastlamadıklarını belirtmişlerdir. Öyle de olsa, bu cümle çok şümullü bir hakikatin ifadesidir. Bazı âlimlerin, değişik ilâhî ve nebevî emirlerden süzerek bu türlü disiplinler ve genel kaideler ortaya koydukları malumdur. Bu açıdan, kelimesi kelimesine Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (asm)'den rivayet edildiğine dair sağlam bir bilgi mevcut olmasa bile, bu söz, manası ve mefhumu itibarıyla Allah Rasûlü (asm)'ne nispet edilebilir.

Allah Teâlâ'nın takdirinin her zaman kul için en hayırlı seçim olduğunu vurgulayan bu câmi' beyan, bazı kitaplarda küçük kelime farklılıklarıyla zikredile gelmiştir. Genellikle,

"Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur. Kimi zaman da sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olabilir. Netice itibarıyla neyin hayır ve neyin şer getireceğini sadece Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 2/216)

meâlindeki ayet-i kerimenin bir meyvesi olarak değerlendirilmiştir.

Bu açıdan, insan, hoşuna gitsin gitmesin, her meseleyi dini ölçülere göre ele almalı; her hadiseyi "Hayır, Allah Teâlâ'nın ihtiyar buyurduğu şeydedir." hakikati zaviyesinden değerlendirmeli ve her zaman Cenâb-ı Hakk'ın tercihi istikametinde tercihte bulunmaya çalışmalıdır. Sebeplere riâyet ettikten sonra neticeyi Allah'ın takdirine bırakmalı; kendisiyle alâkalı tasarruflarında Rahmeti Sonsuz'a inanıp O'na güvenmeli ve O'nun yaptığı her şeyden hoşnut olmalıdır. Evet, kader rüzgârları ne yandan eserse essin, gönül rahatlığıyla karşılamak ve her hadiseye "Bunda da bir hayır vardır; bu da geçer!" inancıyla yaklaşmak mü'min olmanın gereğidir.

Cevap 2:

Müslüman, her zaman iyilik için çalışır, iyiliklerle karşılaşmayı ümit eder. Başına gelen her hadisenin güzel tarafından bakar. Dünyada, bazı hadiseler dış görünüşlerinin tersiyle neticelenirler. Görünüşte hayırlı olan çok şey, arkasından bazı şerleri getirebilir, şer gibi görünen hadiseler de pek çok hayırları içinde barındırabilir. Nitekim yukarıda mealini verdiğimiz ayette geçen,

“Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur.” (Bakara, 2/216)

Başka bir ifade ile

“Olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur.” (Nisa, 4/19)

mealindeki ayetten bunu açıkça anlayabiliriz.

İşin bir diğer yönü de şudur: Biz Allah hakkında suizanda değil hüsnüzanda bulunuruz. Zaten Allah da kullarının kötülüğünü istemez. Bilakis Allah (c.c.), kullarını affetmek, onları güzelliklerle buluşturmak için fırsatlar yaratır. Öyleyse Allah hakkında her zaman hüsnüzanda bulunmalıyız ki Allah da (c.c.), kullarına düşündükleri gibi muamelede bulunsun. Bu hakikat bir kudsî hadiste şöyle buyrulur:

“Allah Teâlâ Hazretleri şöyle buyuruyor: Benim kulumla maiyyet ve muamelem, onun benim hakkımdaki düşüncesine bağlıdır (Ona rahmetimle muamelede bulunacağımı umarsa onu bulur).” (Buhârî, Tevhîd 15; Müslim, Zikir 2, 19)

Peygamber Efendimiz (asm) de şöyle buyururlar:

“Sizden her biriniz başka değil ancak Azîz ve Celîl olan Allah tarafından bağışlanacağı ümidiyle ölsün.” (Müslim, Cennet 81, 82)

Evet, Allah (c.c.), bizim hakkımızda hayır murad ettiğine ve bizim de Allah hakkında iyi düşünceler içinde olmamız gerektiğine göre, meydana gelen hadiselerin ekşi olan dış yönüne bakarak olumsuz düşünüp hayatımızı karartmaktansa, her hadisenin iyi yönlerine bakıp, güzel düşünüp ömrümüzü hep güzellikler içerisinde geçiririz.  

Dolayısıyla kötü gibi görünen her hadisenin hayır tarafını araştırmamız, nefsimizi sorgulamamız, istiğfar etmemiz, yapılan hataları tespit ederek gelecekte aynı hatalara düşmemeye çalışmamız, her mümine yakışan bir davranış olacaktır. 

İlave bilgi için tıklayınız:

Şerri de Allah mı Yaratıyor?...

13 "Madem Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim ne kabahatim var?" sorusuna nasıl cevap vermeliyiz?

Bu soruyu soranlardan bazıları, hem samimi değil hem de Türkçe bilmiyor... Bu iki hususu açıkladıktan sonra sorunun cevabına geçmek istiyorum.

Soru sahibi niçin samimi değil, önce onu açıklayayım:

Her insan vicdanen bilir ki, kendisinde iki ayrı hareket, iki ayrı fiil söz konusu. Bir kısmı ihtiyarî, yani kendi isteğiyle, iradesiyle ortaya çıkıyor. Diğer kısmı ise ızdırarî; yani tamamen onun arzusu, iradesi dışında cereyan ediyor.

Meselâ; konuşması, susması, oturması, kalkması birinci gruba; kalbinin çarpması, boyunun uzaması, saçının ağarması da ikinci gruba giren fiillerden. O birinci grup işlerde, istemek bizden, yaratmak ise Allah'tan. Yâni, biz cüzi irademizle neyi tercih ediyor, neye karar veriyorsak Cenâb-ı Hak mutlak iradesiyle onu yaratıyor.

İkinci tip fiillerde ise bizim irademizin söz hakkı yok. Dileyen de yaratan da Cenâb-ı Hak. Biz bu ikinci gruba giren işlerden sorumlu değiliz. Yâni, âhirette boyumuzdan, rengimizden, ırkımızdan, cinsiyetimizden yahut dünyaya geldiğimiz asırdan sorguya çekilmeyeceğiz.

İşte soru sahibi bu iki fiili bir sayma gafleti içinde.

Gelelim asıl büyük hataya: Adam, yaptığı bütün müspet işlere sahip çıkıyor, “Ben yaptım, ben kazandım...” diye göğsünü gere gere anlatıyor bunları... Ama, sıra işlediği günahlara, yaptığı hatalara, ettiği zulümlere gelince kadere yapışıyor: "Kaderimde bu varmış!.." diye işin içinden çıkmaya çalışıyor. Evine giren hırsızı mahkemeye verirken kaderi unutuyor.

“Bu adam” diyor, “Benim evime girdi, şuyumu çaldı, buyumu gasp etti.” Hırsızın: “Ben masumum. Benim kaderimde soymak, bu zatın kaderinde de soyulmak varmış.” şeklindeki müdafaasına kızıyor, köpürüyor, çıldıracak hâle geliyor!.. Ama, sıra kendi işlediği günahlara gelince, utanmadan ve sıkılmadan o hırsızın müdafaasına sarılabiliyor!..

Böyle birisiyle, kader konusunu ciddî mânâda konuşmak mümkün mü? Gerçek şu: Biz her türlü işimizde, fiilimizde kaderin mahkûmu değiliz. İhtiyarî fiillerde, yani kendi irademizle yaptığımız işlerde serbest bırakılmışız. Bunu vicdanen biliyoruz. Bu işlerde isteyen biziz, yaratan ise Cenâb-ı Hak...

Zaten dünyaya imtihan için gönderilmiş olmamız da bunu gerektirmiyor mu? İmtihana giren bir aday dilediği salonda imtihan olamaz. İmtihanı istediği saatte başlatamaz ve sona erdiremez. Soruların puanlamasını kendi tayin edemez. Bütün bunlar, onu imtihan eden kimsenin tayini ve tespiti iledir. Fakat, imtihan başladıktan sonra, cevapları dilediği gibi verir. İmtihan süresince kendisine müdahale edilmez. Aksi hâlde buna imtihan denmez.

Şimdi, şu sorunun cevabını arayalım: İnsanlar bu dünyada kendi amel defterlerini diledikleri gibi doldurmuyorlar mı? İlâhî emir ve yasaklara uyup uymama konusunda serbest değiller mi?

O hâlde, bu adamlar neyin davasını görüyorlar?!.. Bir yandan, işledikleri günahların sorumluluğundan kurtulmak için iradelerini inkâra kalkışıyor; diğer yandan, meselâ, pencerelerini taşlayan ve Allah'ın sorumlu bile tutmadığı, küçük bir çocuğu dövmekten de geri durmuyorlar. Bu sahne onları sorumlu kılmaya ve utandırmaya yetmiyor mu?

Bu soruyu soranlardan bazılarının Türkçe bilmediğinden söz etmiştik. Geliniz bu soruyu dilbilgisi yönünden inceleyelim:

“Mâdem Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim kabahatim ne?”

Bu cümlede iki tane fiil geçiyor: biri, “yapmak”, diğeri “bilmek”. Yapmak fiilinin öznesi: ben. Bilmek fiilinin öznesi: Cenâb-ı Hak. Yâni soru sahibi, “Ben yapıyorum, Allah da biliyor.” diyor. Ve sonra bize soruyor: Benim kabahatim ne? Ona nazikane şu cevabı veriyoruz: “Senin kabahatin o işi yapmak.”

Bu konuda Nur Risalelerinden Sözler adlı eserde şu tespit yapılır:

“Kader, ilim nevindendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil.”

İlim, “bilmek” ya da “bilgi” mânâsına geliyor. Malûm, “bilinen”, âlim ise “bilen” yahut “bilgin”demektir. Bu kaideyi bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Meselâ, ben bir gencin fen fakültesinde okuduğunu bilmiş olayım. Bu bilgim ilimdir. Malûm ise, o gencin o fakültede öğrenci olduğu. İşte, benim ilmim bu malûma tâbidir. Yani o genç fen fakültesinde okuduğu için, ben de onu öylece bilirim.

Misâller çoğaltılabilir.

“Madem Cenâb-ı Hak benim ne yapacağımı biliyor,” denilmekle, Allahın âlim olduğu, soru sahibinin ise, o fiili yapacağı peşinen kabul edilmiştir. İşte o adamın, söz konusu fiili işlemesi malûm, Allah'ın, bunu ezelî ilmiyle bilmesi ise ilimdir. Ve bu ilim, malûma tâbidir.

Yukarıda, Sözlerden naklettiğimiz cümlelerin devamında da şöyle buyurulur:

“Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücut noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinat eder.”

Bilindiği gibi, bir şeyi, bir hâdiseyi yahut bir fiili bilmek, onun fâili olmak için yeterli değildir. Bir misâl: Konuşmayı herkes bilir. Ama, bir insan bu işe teşebbüs etmedikçe ve konuşma fiilini işlemedikçe onun konuştuğundan söz edebilir miyiz?

Bir başka misâl: Allah Resulü (a.s.m.) İstanbul'un fethini müjdelemiştir. Ama, “fetih” fiilini Sultan Mehmet işlediği için “fatih” unvanını o padişaha veririz. İstanbulu, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'in fethettiği gibi bir iddiada bulunmayız.

Demek ki, fâil olmak için fiili bilmek yetmiyor. Onu irade etmek, bizzat teşebbüs etmek ve işlemek gerekiyor. İşte Allah, insanın bütün amellerini, bütün fiillerini bilir. Ama, iradesini ve kuvvetini sarf ederek o işi yapan insandır ve her türlü sorumluluk da ona aittir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi; kul, kendi cüzi iradesini, -hayır olsun, şer olsun- hangi işe sarf ederse, Cenâb-ı Hak onu yaratır. İstemek kuldan, yaratmak Allah'tandır. Fakat, bütün fiilleri Allah'ın yaratması, insanı sorumluluktan kurtarmaz... İnsana kuvvet ihsan eden, her türlü imkânı bağışlayan Allah'tır. Kul bu imkânı, bu kuvveti onun rızasına aykırı olarak kullanırsa elbette sorumlu olur, suçlu olur.

Şöyle bir düşünelim: Bir emniyet mensubu, yetkisini ve silâhını kötüye kullanarak birisini haksız yere vursa, devlete mi katil denilecektir, yoksa o görevliye mi? Şüphesiz, katil o görevlidir!.. Şimdi bu görevli, “Ben o suçu devletin imkânlarıyla işledim. Ne kendi silâhımı kullandım ne de kendi mermimi.” şeklinde bir özür beyan edebilir mi?

14 "Hayır ve şer Allah'tandır." sözünü nasıl anlamalıyız?

Hayır: Meşru iş. Faydalı amel. İyilik.  Şer: Zararlı iş. Kötülük.

Hayır ve şer Allah'tandır. Hayrı da, şerri de yaratan ancak Odur. Lâkin hayra rızası var, şerre ise yok. Kaldı ki hayır ve şer dediğimiz, yapılan işin, işlenen fiilin Allah'ın emir ve rızasına uygun olup olmamasıyla ilgili. Yâni, fiilin kendisiyle değil, sıfatıyla alâkalı.

Şöyle ki, konuşma, görme, işitme, yürüme,.. hepsi birer fiil. Hayır olsun şer olsun, bütün bu fiilleri yaratan Allah'tır. İşlenen fiil, İslâm'a uygun ise hayır, aksi halde şer olur. Zaten Allah'ın birliğine iman eden bir insan, Onu bütün bu işlerin, bu fiillerin tek yaratıcısı olarak bilmiş olmuyor mu?

İnsan bir işi yapmayı sadece arzu eder ve cüzî iradesini o işi yapmaya sarf eder. Neticeyi yaratan ise Allah'tır. Hakikat böylece bilinmezse ortaya şöyle bir tezat çıkar: Aynı fiil hayır olunca Allah tarafından yaratılır, aksi halde... Evet aksi halde... Cümlenin sonunu nasıl getireceğiz?

Bir tek misâl verelim: Görme fiilinin yaratıcısı Allah'tır. Göz fabrikası Onun. Işık Onun... Görülen bütün eşya da Onun. O halde bir insan neye bakarsa baksın, görmeyi yaratan Allah'tır. Baktığı helâl ise bu bakış “hayır”, haramsa “şer" olur.

Hayrı da O yaratır, şerri de... 

15 Genç yaşta ölümün hikmeti nedir; yaşasaydı daha hayırlı olmaz mıydı?

Sorunuzda açıkladığınız noktalar, aynı zamanda cevabını da vermektedir.

1. Bu ölüm de bize gösteriyorki ne zaman, nerede, ve nasıl öleceğimiz belli olmadığından, her an ölecekmiş gibi kendimizi hazırlamamız gerekir.

2. İnsan ne zaman ölürse, onun için en hayırlısının o zaman olduğunu düşünmek gerekir. İstakbali bilemediğimizden geleceğin onun için daha hayırlı olup olmadığını da bilemeyiz. Hatta daha kötü olma ihtimali de olduğundan sabır ve şükürle karşılamak gerekir.

3. Her türlü meyvenin bulunduğu bir bahçe düşünelim. Bazı meyveler erken olgunlaşmasına rağmen bazıları çok geç olgunlaşır. Erken olgunlaşanları bekletmeden toplamak gerekir. Bunları da geç olgunlaşanların zamanına kadar bekletelim demek doğru olmaz. Ayrıca bu erken toplandı biraz daha kalsın denilmez. Bunun gibi bir insanın ahirete toplanma zamanı geldiyse o bekletilmez. Erken gitti biraz daha kalsaydı da olgunlaşsaydı denilmez. Yeter ki akıl baliğ olduktan sonra istkametle yaşamış olsun.

Bu vesile ile ölüm hakkında bazı soru ve cevapları da gönderiyoruz:

- Ölüm nedir?

Sonsuz ilâhî fiillerden birisi, İmate; yani, ölümü tattırma; ruhun bedendeki tasarrufuna son verme. Ruh, Allah’ın en mükemmel, en harika ve en bilinmez eseri. Muhyi (hayat verici) isminin tecellisiyle hayat nimetine kavuşmuş. Bu nimet ve şeref artık ondan ebediyen geri alınmayacak. Kabirde de, mahşerde de, cennet veya cehennemde de devam edecektir.

Ruhu yaratmak gibi, her ruha uygun bir beden inşa etmek de Allah’ın en hikmetli ve rahmetli bir icraatı. İşte ölüm kanunuyla o misafir ruh, bedenden soyuluyor, süzülüyor ve kendine mahsus bir başka âleme göç ediyor.

Nur Külliyatı'nda ölüm için getirilen birbirinden güzel tariflerden birisi:

“Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur...” (Mektûbat)

Ve yine ölüm hakkında ince bir tespit: 

Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir. Öyle de dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir.” (Mektûbat)

Bir asker adayı için hem kıtasına teslim olduğunda, hem de terhis edildiğinde birtakım kayıtlar tutulur, işlemler yapılır. Askere kayıt da bir fiil, askerden terhis de... İşte yukarıdaki ifadelerde bu incelik nazarımıza sunuluyor. Hayat, ihya fiiline dayandığı gibi, ölüm de imate fiiline dayanıyor. İkisi de ayrı birer ilâhî ismin tecellisine hizmet ediyorlar.

İhya fiiliyle cansız elementler hayata kavuşurken, imate fiiliyle de bu beraberliğe son veriliyor. Canlı hücreler, yerlerini kademeli olarak yeni elementlere bırakıyorlar.

Nur Külliyatı'nda, çekirdeklerin ölümleriyle sümbül hayatına geçtikleri, ölümün de hayat kadar bir nimet olduğu güzelce izah edilir. Biz de bu müjdeli haberi hayalimizde genişletiyor ve görüyoruz ki, her ölümü bir diriliş takip ediyor ve ikinci safhalar birincilerden daha mükemmel. “Nutfe” safhası biterken “alâka” yani kan pıhtısı devreye giriyor. “Alâka”nın işi bitince sıra “mudga”ya yani et parçası geliyor.

Kâinatın yaratılış safhalarında da bunu görüyoruz, bir sonraki safha öncekinden daha mükemmel.

Bütün bu rahmet ve hikmet tecellileri bize, kabir âleminin dünyadan, âhiretin de kabir âleminden daha güzel ve daha mükemmel olduğunu ders veriyorlar.

O halde ölümyeni bir mükemmele atılan adımın adı. Onu kabir âlemi takip edecek ve diriliş hadisesiyle, insan yeniden beden-ruh beraberliğine kavuşacak.

Ölümü ve imateyi böylece değerlendiren insan, “Ölümü gülerek karşılar.”

- Ölmek yok olmak mıdır?

Solmuş ve dalından kopmuş bir yaprak... Araba altında kalmış bir kedi... Yıkımına başlanılmış bir eski bina... Kütüphanede tozlanmaya terkedilmiş bir şaheser... Miras masasına oturtulmuş bir ömür... Ve daha niceleri...

İşin garibi, bu dünyaya yeni ayak basanlar, mâzinin bu değişken manzarasını görmez, göremez, yahut görmezlikten gelirler. Ve yeni bir devranı sürmeye başlarlar... Bu kervan da böylece gider durur.

Çiçekler, öncekilerin solduğunu bilmez, yine açar. Bebekler, evvelkilerin öldüğünden habersiz, yine doğar. Gençler, bir gün ayrılacaklarını düşünmez, yine evlenir. Müellifler, günün birinde unutulacaklarını dikkate almaz, yine yazar. Kazananlar, sonunda bırakıp gideceklerinden gafil, yine çalışır...

Bir kudret, kâinatı böyle çevirir; bir hikmet, canlıları böyle sevk eder ve bir sır insanları böyle çalıştırır...

Arz küresi.. Misafir öğüten sofra. Hem misafirler, hem de rızıkları o sofradan çıkıyor.. Sonunda her ikisi de ona dönüyorlar. Toprak ana, meyveleriyle beslediği insanoğlunu sonunda bağrına basıyor. Ve onu element hâline getirinceye kadar öğütüyor.

İnsan, daha dün sofrasının başındayken, bugün bir sofra olarak toprağa gömülüyor ve yeraltı dünyasının istifadesine sunuluyor...

Dün, koyunlar onun için otluyordu, ağaçlar meyvelerini ona uzatıyorlardı. Güneş onun için doğuyor, dünya onun için dönüyordu. Toprak onun için mahsûl veriyor, sular onun için akıyordu... Ama şimdi o aziz misafir, hayattayken tırnağının ucuyla ezebildiği küçük hayvanların esiri olmuş. Onların önünde bir sofra gibi serilmiş. Bugün onunla beslenen böcekler de, bir süre sonra, ölümü tadıyorlar ve sonunda insan, tâ ilk noktasına, toprağa varıyor. Toprakta başlayan hayat, yine onda son buluyor...

Garip bir sır, acip bir muamma... İnsan bu bilmeceyi çözemedikçe, neden zevk alabilir? Onu ne tatmin edebilir?... Madem ki öğütüleceğiz, ilk hâlimize döneceğiz; o halde bu âleme niçin geldik? İnsan bu sorunun cevabını bulamadan doyasıya yiyememeli, gönlünce giyememeli, keyfince gülüp eğlenememeli... Bütün bu düşünceler, mâzide, bir ahbabımın vefatı ile iç âlemime hücum eden ve beni kararsız kılan suallerden bir kısmı...

Ben bu düşüncelerle, çaresizlik içinde kıvranırken, aradığımı bir şaheserin şu cümlesinde buldum. Dünya hayatı için: “başka bir âlemin mahsûlâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor” deniliyordu.

Dünya bir tezgâha benzetilmişti. Bu tezgâhta dokunan mahsûller bir başka âlem hesabınaydı. Ama görünüşte, mahsuller yine tezgâhın içinde yok oluyor, öğütülüp gidiyorlardı. Öyleyse bu mahsûl manevî olmalıydı... Maddî olsa, o da öğütülür giderdi.

İnsan ruhunu düşündüm. Onu zaman yıpratabiliyor muydu? Dünya onu eskitebilmiş miydi?.. Hayır! Tam aksine o, zaman geçtikçe olgunlaşıyor, bilmediklerini öğreniyor, daha da terakki ediyordu... Yıpranan beden idi. Toprağın öğüttüğü de beden idi. Ruh bu tezgâhta dokunmamıştı ki onda öğütülebilsin. O, Allah’ın şuurlu bir kanunuydu... Sahifeler kanunu eskitebilir miydi? Onlar ancak yazıyı misafir edebilir, dolayısıyla onlardan ancak yazılar silinebilirdi. Yazıda ifadesini bulan ve kendisini okutturan kanun ise, yazının silinmesiyle yürürlükten kalkmazdı. Onu ancak koyan kaldırabilirdi...

Öğretmenleri düşündüm.. Onlar imtihan evrakını belli bir dönem beklettikten sonra imha etmiyorlar mıydı?.. Çünkü geçen geçmiş, kalan kalmıştı. Mezun olanlar ayrı bir âlemde, yâni okul ötesi bir başka hayat devresinde görev almış, hayatlarını saadetle sürdürmeye devam etmekteydiler. Mezun olamayanlar ise, ya işsizlikle sokaklarda, kahve köşelerinde perişan olmuşlardı, yahut çok güç şartlar altında hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlardı...

Artık her iki gurubun da okuldan alacakları bir şey yoktu. İmtihan evrâkının parçalanması, imhâ edilmesi, onlar için bir mânâ ifade etmiyordu... İnsan da, bu dünya imtihanında, ruhuna iyi veya kötü neyi mal etmişse, onlarla bu dünyadan göçüp gidiyordu. Bu değirmenin taşları, ruhu ve ona mal olanları öğütecek güce sahip değildi...

Bu düşüncelerle ruhum rahatladı, gönlüm sürurla doldu. İyiden iyiye anladım ki: bu dünyaya Allah’ın iradesiyle gelen, o’nun lütfuyle hayat süren insan, yine o’nun sevkiyle ölümü tadacak, mahşere çıkacak, o’na rücû edecektir...

O’na mü’min, mutî, salih olarak rücû edenler, ebedî saadet menzili olan cennete sevk edilecekler..

Cennet güzeller ve güzellikler diyarı... Âmirin de güzeli oraya girecek, memurun da; zenginin de güzeli oraya gidecek, fakirin de... İçeriye sadece güzelliklerini götürecekler. Dünyevî makamları, rütbeleri ise dışarıda kalacak.

Hz. Ebu Bekir’in (r.a.), Hz. Bilâl’ı azat etmek üzere, efendisinden satın alırken yaptığı pazarlık, cennetin en güzel bir çiçeğinin, bir başka çiçeğe müşteri olmasından başka bir şey miydi?..

- Ölüler bize neyi haykırıyor?

Dünyaya gelmeden önce, bilemezdik, hangi erkeğin sulbüne geçeceğimizi, hangi hanımın rahminde büyüyeceğimizi. Şimdi de bir başka cehalet tablosuyla karşı karşıyayız. Üzerinde seyahat ettiğimiz bu arz küresinden, berzah âlemine hangi vasıta ile göç edeceğiz? Bu yolculukta trafik kazasına mı bineceğiz, kalp sektesine mi? Hangi hastalık bizi ölümün eşiğine getirip, ölüm meleğine teslim edecek? Beşer olarak bu sorumuza cevap vermekten son derece âciziz.

Azrail (a.s.) her gün beş yüz bini aşkın insanın ruhunu kabz ediyor. Her gün bir deste insan, bir bağ beşer kaldırıyor bu dünyadan. İçinde ihtiyarı da var genci de... Zengini de var fakiri de... Hepsinden önemlisi; içinde salihi de var, fasıkı da. Mü’mini de var kâfiri de...

Bu bağ ve desteler bize şunları haykırıyorlar: “ölümde herkes eşit... Bir gün de siz biçileceksiniz. Dikkat edin de gafil yakalanmayın. Ölüm meleği sizi isyan üzere bulmasın.

Kendinizi sefâhate değil, ibadete kaptırın. Gözünüzü başkasının şusuna busuna değil, kendi ebedî hayatınıza dikin; onu düşünün, onun için bir şeyler yapmaya gayret edin. Ölümünüz, vazifesini hakkıyla yapan bir askerin, kışlasını terk etmesi gibi olsun; yahut, imtihan kâğıdını doğru cevaplarla dolduran bir öğrencinin sınıftan çıkışına benzesin.

İhtiyarladığınızda sizi artık taşıyamayan ayaklarınıza eskimiş ayakkabılar nazarıyla bakın. Ağrılı sızılı bedeninizi yırtık elbise gibi değerlendirin. Bunlara fazla önem vermeyin. Yeter ki siz eskimeyin; ruhunuz dinç kalsın; bedeniniz yıprandıkça gönlünüze güç gelsin, kalbiniz kuvvetlensin...

Gönlünüz iman ve ibadet ile güçlü olursa, elbisenizden tamamen soyunacağınız o son günde sıkıntınız az olur. Kalbinizi ne kadar az şeye bağlarsanız, dünyadan kopmanız da o kadar kolay olur. Bu sizin elinizde... Lâkin tatbikatınız bu yolda değil. Ölümü düşündükçe dünyaya daha fazla sarılıyorsunuz. Ondan ayrılmanız, ruhunuza her geçen gün biraz daha zor geliyor. Bilmeden kendi kuyunuzu kendi elinizle kazıyorsunuz.

Halbuki bu kabir âlemi, öyle pek korkulacak gibi değil. Aksine dünyadan daha güzel. O âlemden bu âleme sağlam doğabiliyor musunuz, gerisini hiç düşünmeyin. Buraya “berzah âlemi“ demeleri boşuna mı? Berzah, yâni perde... Dünya ile âhiret arasında bir geçit, bir köprü... Müminler için dünyadan daha güzel, cennetten daha geri... İnanmayanlar için ise tam tersi; dünyadan daha elim, cehennemden daha ferah. Bir bakıma ilkbahar ve sonbahar gibi. Bu mevsimler de birer perde değil mi? Birisi kış ile yaz arasında, diğeri yaz ile kış arasında...

Fırsat elinizde iken, kabrinizi orada güzelleştirmeye bakın. Öyle çalışın ki, bu âlem sizin için seher vakti gibi olsun, akşamın alaca karanlığına benzemesin.

Biz bütün fırsatları kaybettik. Artık ne elimiz bizim, ne de dilimiz... Gafletinizi gördükçe, size bir şeyler söylemek, ondan da öte, bir şeyler haykırmak istiyoruz. Ama artık ne dudaklarımızla, ne dilimizle, ne ses tellerimizle ve ne de hava tabakasıyla bir alâkamız kaldı... Şimdi bedenimiz, aslına rücû etmek üzere çürümeye terkedilmiş durumda. Artık istesek de ayaklarımızı hak yola bir adım olsun attıramıyoruz. Bir gün siz de bizim gibi olacak ve ömrünüzü daha iyi değerlendiremediğiniz için, “ah”lar çekeceksiniz.

Ölüm, insana verilen cüz’i iradenin son sınırı. Ömür, nefis ve cüz’i irade... Üçünün cenazesi birlikte kalkıyor. Artık bizim için bu üçü de çok gerilerde kaldı. Şimdi yaptıklarımızın karşılığını görmenin ilk durağındayız. Cüz’i irademizin acı ve tatlı meyvelerini burada tadıyoruz. Bize tanınan bütün fırsatlar şimdi son bulmuş durumda. Allah’ın mutlak iradesinin tam hükmü altındayız. O’nun lütfettiği kadar zevk alabiliyor, yahut o’nun irade buyurduğu kadar azap çekiyoruz. Bu âlemden mahşere yine o’nun iradesiyle çıkacak ve kendi keyfimizce değil, Allah’ın hâkimiyeti altında hesabımızı vereceğiz.

Biz mahşeri bekliyoruz, siz ölümden kaçıyorsunuz; ne garip değil mi? Ölüm sizin önünüzde duruyor, bizim ise çok gerilerimizde kaldı. Yine de siz bize acıyor, bizim için elem çekiyorsunuz.

“Kabir, cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyamet, 26).

hadis-i şerifi’ni duymuşsunuzdur. Bizler bu âlemde o hadis-i şerif’in mânâsını yaşıyoruz. Size ilk ve son tavsiyemiz: "Ömrünüzü öyle geçiriniz ki, kabriniz sizin için bir küçük cennet olsun.”

- “Ölmeden önce ölünüz.” ne demektir?

Ölümle ilgili bir hadis-i şerif:

“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.”

İnsan, kendisinin âciz ve zelil, dünyanın aldatıcı ve fâni; âhiretin ise çok yakın olduğunu, tam olarak, ancak ölünce anlar. Bu hadis-i şerif ile, ölmeden önce uyanmamız, hayatımıza çeki düzen vermemiz ihtar edilmekte...

Ve nihayet, ölümün hakikatine ermemizi ders veren:

“Ölmeden evvel ölünüz!..”

hadis-i şerifi... Hayatta iken ölmek... Bu ölüm seçkin insanlara mahsus. Bizlere düşen, elden geldiğince onlara benzemeye gayret etmek... Bu emri dinleyen insan, vücudunu ve onu kuşatan kâinatı birer yardımcı olarak görür.. Dünyayı misafirhane, bedeni emanet bilir. Ruhunu ve kalbini onlarda boğmaz. Bu hal ile hallenen insan, ölmeden evvel ölmüş demektir.

İnsan ölümle birlikte hayatının hesabını da vermeye başlar. Öyle ise; ömür muhasebesini dünyada yapan insan, ölmeden evvel ölmüş demektir. Dünya hayatının bitimiyle yeni bir hayata geçilir. O halde, bu dünyada iken âhiretine hazırlanan insan ölmeden evvel ölmüş demektir.

Ölümle, insanın elinden, diğer azaları gibi, gözü ve dili de alınır. O artık okuma, anlatma nimetlerinden mahrumdur. Bunu düşünerek, orada yarayacakları burada öğrenen ve orada konuşulacakları burada dinleyen insan, ölmeden evvel ölmüş demektir.

Ölümle birlikte mahlûkatın sevgisi de biter, korkusu da.. Ölü için, yaşayanlar tarafından övülmekle yerilmek eşit olduğu gibi, yazla kış arasında da fark yoktur. İnsanların teveccühlerine ve yermelerine dünyada ehemmiyet vermeyen, “varlığa sevinmeyip, yokluğa üzülmeyen” insan da ölmeden evvel ölmüş demektir.

Ve en önemlisi; ölümle insan hakk’a rücu eder, rabbine döner. Ölmeden evvel ölenler, hakk’a bu dünyada rücu ederler; hayatlarını ilâhî emirler dairesinde geçirirler; Allah’ın rahmetine dünyada iltica eder, gazabından da yine dünyada korkarlar. İşte bu bahtiyar insanlar âhirette de hakk’a rücu ederler, ama bu rücu onlar için Allah’a vâsıl olma ve lütfuna erme şeklinde tezahür eder.

Ölümle, cüz’i iradenin hükmü son bulur. Öyle ise, ölmeden evvel ölenler, kendi şahsî isteklerini ve nefsî arzularını hayatta iken bir tarafa atmayı başarıp, Allah’ın küllî iradesine tâbi olurlar. Nefis hesabına bir şey talep etmezler. Bütün arzuları helâl dairesinde olur. Böylece cüz’i iradelerini bir bakıma terk eder ve ölmeden evvel ölmenin zevkine ererler.

Düşünüyorum da; dünya döndükçe insan halden hâle giriyor. Hücreleri, yaprak dökümü gibi, durmadan ölüyor. Ve çiçek açımı gibi bir yandan da bedeninde yeni hücreler yaratılıyor. Ve insan bütün bu olup bitenlere seyirci kalmaktan öte bir şey yapacak halde değil.. Yarını hakkında ne bir bilgisi var, ne de bir garantisi.. Madem ki bütün bunlarda cüz’i iradenin bir hükmü yok; onu, irademize hitap eden işlerde de bir tarafa bırakmayı başarabilsek, yâni Allah’ın rızasına muhalif hiçbir şeyi irade etmesek, çok bahtiyar olacağız.

Ölmeden evvel ölmek; gerçekten, bu dünyada büyük bir lütuf, büyük bir saadet. Bilindiği gibi, insan, yerde iken gök gürültüsünden ürker, şimşekten korkar, yıldırımdan kaçar... Ama uçakla bulutları yarıp onların üstüne çıktı mı, artık güneşi bulmuş ve önceki korkularından kurtulmuştur. Ölmeden evvel ölmenin sırrına erenler de, ölümü hayatta iken geçmiş, mahşere bu dünyada çıkmış, hesaplarını burada vermiş ve mutî bir kul olarak hakk’a rücu etmişlerdir. Artık onları benlik duygusu boğamaz, çünkü ölünün benliği olmaz. Tabiat onları kendine celp edemez, zira ölünün tabiatla bir alış verişi kalmamıştır...

Onlar, peygamber efendimiz’in (a.s.m.) Bir emrine uyarak, dünyada “garip ve yolcu” gibi yaşamışlardır. Dünyayı kalben terk etmiş, fâniye heves ve iştiha hususunda ölü gibi olmuşlardır.

Cüz’i iradelerini, Allah’ın rızası istikametinde sarf etmiş, kadere râzı olmuşlardır. Dalgaya karşı yüzmemiş, sahile yorulmadan varmışlardır.

- Ölüme karşı gelmek çözüm mü?

Dişimi çektiriyordum. Doktor, dişimi çekmeye zorlanırken, o da damaktan kopmamak için âdetâ direniyordu. Ben, morfinin verdiği rahatlıkla, acı çekmek yerine, bu ibretli manzarayı hayalen seyrediyordum. Bu hal bana ölümü hatırlatmıştı.

Şöyle düşünmüştüm: bu diş, çekilmeden az önce damakla, ağızla, beyinle, kısacası bütün bir bedenle alâkalı idi. Ama, çekilir çekilmez, bütün bu alâkaları kaybetti. Artık o, diş değil bir kemikti. Ölen insan da öyle değil miydi? Ölmeden az önce onun bedeni, hava ile, gıda ile, yer küresinin dönüşü, güneşin doğuşu, baharın gelişi gibi nice hâdiselerle alâkalı idi. Ama, ölüm hâdisesiyle, ruhu bedeninden çekilince, artık onun için ne havanın, ne suyun, ne baharın, ne de gözün bir mânâsı kalmıştı. Artık, dünya dönmüş veya dönmemiş, güneş doğmuş veya batmış, hava ısınmış veya soğumuş, bütün bunlar onu ilgilendirmiyordu.

İşte hepimiz bir gün ölümü tadacak, yâni ruhun bedenden sıyrılıp çıkmasına şahit olacağız. Artık ne gözümüz görecek, ne kulağımız işitecek. Ne midemizde açlık, ne alnımızda ter... Hepsi bitecek. Ve bedenimiz gömülecek toprağa...

Kurtlanan balıkları bilirsiniz; onun bir benzeri de bizim bedenimizde gerçekleşecek. Daha düne kadar, yiyen beslenen beden, bu defa başka mahlûklara gıda olacak. Yıldızları seyreden gözlerimiz, içlerine dolan karıncaları bile göremeyecekler. Eğlence âlemlerinin birini bırakıp diğerine koşan bacaklarımız, artık böcekler âleminin istifadesi için cansız olarak uzanmaktan başka bir şey yapamayacak.

Bir tarihî eseri gezen turistler gibi, ağzımızdan, burnumuzdan, kulaklarımızdan içeri giren karıncalara, o tarihî eser sessizliği ile, bir şey diyemeyeceğiz. Bir tarafta erkek, beride kadın, ayrı ayrı böceklerin istifadelerine sunulmuş olarak cansız yatarlarken, onların ruhları, yaptıkları isyanların ilk sorgusuna tâbi tutulacaklar; çekecekleri azapların ilk numunelerini tadacaklar.

Bu da nasıl olur, demeyiniz. Bunun küçük bir misâlini rüyada yaşamıyor muyuz? Bedenimiz yatakta uzanırken, ruhumuz hapishanede işkenceye tâbi tutulmuyor mu? Kan ter içinde uyandığımızda, kendimizi sapa sağlam yatakta bulunca nasıl seviniyoruz!...

Hayatımızı, bir mahşer yolcusu olarak, güzelce tanzim edebilsek, kabir bizim için “cennet bahçelerinden bir bahçe” olacak ve biz bu bahçeye girdiğimizde dünya hayatını geride bıraktığımız için sevineceğiz.

- Müminler hiç ölümü tatmadan, doğrudan cennete gitselerdi daha iyi olmaz mıydı?

“Bize gösterdiğin numûnelerin ve gölgelerin asıllarını, memba’larını göster.” (Sözler)

Tattığımız nimetler cennet nimetlerine göre gölge gibi. Varlık ve hayat şerefine mazhariyette aralarında gölge ile asıl arasındaki fark kadar fark var. Bunun bir misâlini rüyada yaşamıyor muyuz? Rüyada yediğimiz yemekler de birer gölge. Dünyadaki varlığımız da gölge bir varlık. Rüyada yediğimiz nimetler dünyadakilere göre gölge makamında kaldığı gibi, dünya nimetleri de cennet nimetlerinin yanında öyle ...

Yukarıdaki vecize ile bize cennetteki nimetlerin cennete layık bir üstünlük taşıdıkları ders verildiği gibi, bu dünyadaki vücudumuzun da cennettekine nispetle bir gölge olduğuna işaret ediliyor. Dünyada da, rüyada olduğu gibi yine gölge, gölge ile besleniyor. İşte insanın o ebed yurduna lâyık bir şekilde yeniden yaratılışına “neş’e-i uhra” diyoruz.

Bazen şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: Ben bu soruya vesvese diyeceğim. “Acaba müminler hiç ölümü tatmadan, doğrudan o saadet yurduna gitselerdi daha iyi olmaz mıydı?” Daha iyi olmak bir tarafa, hiç iyi olmazdı.

Bu sorunun sahibi asıl ile gölgeyi fark edememiş. Bu faraziyeye göre, gölge asıldan istifade etmek durumunda kalacaktı. Buna da bilmem, istifade denilebilir miydi? Rüyadaki adamın, uyanık âlemde yemek yemesini farz etmek gibi bir şey.

Bu vesileyle bir hatıramı nakletmek isterim: şehrin bir ucundan ötesine yaya gitmek mecburiyetinde kalmıştım. Eve vardığımda hayli yorulmuştum. Birden kalbime geldi:

“Bu ayaklarla cennete gidilmez. O uçsuz bucaksız menziller, böyle birkaç kilometrede takatten düşen ayaklarla gezilmez.”

Daha sonra, zihnimin bir konuyu ancak doksan dakika dikkatle izleyebildiğini düşündüm. “Bu beyinle de cennete gidilmez.” dedim. Okumaktan yorulan ve çareyi uykuda bulan gözlerim hatırıma geldi; “bu gözlerle de cennete gidilmez” diye söylendim.

Misâlleri çoğalttıkça çoğalttım ve şu hakikat ruhuma tam hükmetti: “Bu gölge varlıkla âhirete gidilmez.”

İnsan, ölüm denilen büyük bir rahmet tecellisiyle bu gölge varlıktan kurtulacak ve yeniden dirilmekle âhirete uygun bir varlığa kavuşacak..

16 Sadaka ile ömrün uzaması ecelin değişmesi anlamına mı gelir?

Ecel birdir değişmez. Bazı kimseler, Resul-i Ekrem (asm) Efendimizin:

"Sadaka belâyı def eder ve ömrü uzatır." (bk. Heysemi, Mecmaü’z-Zevaid, III/63)

hadîs-i şerifini ileri sürerek, ömrün uzayabileceğini ve dolayısıyla da ecelin değişebileceğini iddia ederler. Evvelâ şunu belirtelim ki, sadakanın ömrü uzatmasının hakikati ne olursa olsun, neticede insanın ölümü söz konusudur ve bu ise ezelî ilmiyle Allah'ın malûmudur. Bu noktadan, onun ölüm vakti ve dolayısıyla da ömür müddeti Allah tarafından takdir edilmiş olup bunun değişmesi mümkün değildir. Meselâ, bir kimsenin verdiği bir sadaka ile ömrünün iki yıl uzadığını farzedelim. Bu şahsın, ecel-i muallâk dediğimiz, şarta bağlı eceli, eğer sadakayı verirse ömrü elli sene, vermezse kırk sekiz sene, şeklinde olsun. Cenâb-ı Hak o şahsın söz konusu sadakayı vereceğini bildiği için, ömrünü elli sene olarak takdir etmiştir. İşte bu ecel değişmez.

Yukarıda takdim ettiğimiz hâdîs-i şerif ile Peygamber Efendimiz (asm) mü'minleri hayra teşvik etmekte ve aralarındaki sevgi bağlarını sadaka ile perçinlemektedir. Sadakanın belâyı def etmesi, Allahü Zülcelâl'in lütfü ve atâsıdır. Verdiğimiz sadakaların ne gibi belâların define vesile olduğu ise, bizim meçhûlümüzdür. Verdiğimiz sadakalarla ve yaptığımız hayırlı hizmetlerle başımıza gelecek birçok belâların define sebeb olmaktayız. Vücuda gelmediği için bilemediğimiz bu belâların defi, bizim için ayrı bir nimettir ve bu nimet menfî nimet şeklinde ifâde edilmektedir. Sadakanın müsbet nimet olması ciheti ise, mü'minlere hayır ve hasenat kazandırmasıdır.

Sadakanın ömrü uzatmasını kelâm ilminin büyük âlimlerinden Teftazânî Hazretleri, "Şerh-i Akaid" adlı eserinde çeşitli yönleriyle izah etmiştir. Teftazânî Hazretleri'ne göre:

"Ömrün uzamasından maksat, ömrün bereketlenmesidir. Âhirete hayır ve hasenat için verilmiş bir sermaye olan insan ömrünün uzaması, bu sermaye ile daha çok kâr elde etmek manasınadır. Buna göre ömrün müddetinde bir değişme olmasa da, sadaka yoluyla mahsulünde bir artma olması ömrün uzaması demektir. Bunu bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Bir ağacın her baharda dört bin meyve verdiğini ve ömrünün on sene olduğunu farzediniz. Cenâb-ı Hakk'ın ağaca lütuf ve insanıyla baharlardan birinde dört bin yerine sekiz bin meyve verdirmesi halinde, ağacın ömrü manen bir yıl uzamış, demektir. İşte sadaka da insan ömrünün verimini artıran güzel bir vasıtasıdır. Ve bu mânâda ömrü uzatmaktadır."

Yukarıdaki hakikati Teftazânî Hazretleri şu şekilde ifâde etmiştir:

"Sadaka, ömürden maksûd-u ehem (en önemli gaye) olan şeyi ziyade ediyor (artırıyor). O da amel-i sâliha ile kemâle ermektir. Çünkü insanlar nefislerini kemâle ve iki dünya saadetine, salih ameller ile getirebilirler."

Sadakanın ömrü uzatmasının diğer bir mânâsı, rızıkta berekete ve ömrün huzur ve sürür ile geçmesine vesile olmasıdır.

Başka bir mânâ da ömrün uzaması, ölümden sonra hayır ve hasenat defterinin kapanmamasıdır. Bilindiği gibi, sadaka mal yanında ilim ve irfan ile de olmaktadır. Mü'minlere faydalı bir eser neşreden bir âlimin sevap defteri ölümüyle kapanmaz. Bu ise onun ömrünün uzaması demektir. Zira, ömrü uzadıkça hayır ve hasenatına devam edecek olan o zât, aynı işi ölümden sonra da yapabildiğine göre manen hayattadır demektir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Sadaka nedir, nelerden verilir ve nasıl yapılır? Sadaka bela ve ...

17 Kısmete razı olmak ne demektir ve bunun ölçüsü nedir?

Kısmete rıza, ilahi taktirden kendisine düşen paydan memnun olmak demektir. İnsan, hem şu anne ve babadan dünyaya gelmesi, şu asırda yaratılması, cinsiyeti, rengi, ırkı gibi kendi iradesi dışında takdir edilmiş sonuçları rıza ve memnuniyetle karşılamalı hem de ulaşmak istediği bir hedef için iradesini, güç ve kuvvetini sarf ettikten sonra, ortaya çıkan sonuca razı olmalıdır.

Nur Külliyatı'ndan konuyla ilgili bir tespit ve değerlendirme:

“Evet mevcudatın hiçbir cihette Vâcib-ül Vücud’a karşı hakları yoktur ve hak dava edemezler; belki hakları, daima şükür ve hamd ile verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmektir. Çünki verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise, illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz."

"Meselâ madenler diyemezler: 'Niçin nebatî olmadık?' Şekva edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları fâtırına şükrandır. Nebatat 'Niçin hayvan olmadım?' deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır. Hayvan ise 'Niçin insan olmadım?' diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hâkeza kıyas et."

“Ey insan-ı müştekî! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...” (Mektûbat, Yirmi Dördüncü Mektup)

Vücut, varlık manasına geliyor; zıddı ise adem, yani yokluk. Vücut mertebeleri denilince hatırımıza öncelikle cansızlar, yarı canlılar, hayvanlar ve insanlar gelir. Varlıkla yokluk arasındaki mesafe sonsuz. Var olan, büyük bir şerefe kavuşmuştur, isterse taş olsun, ateş olsun, yıldız olsun.

Cansızla yarı canlı arasındaki mesafe de sonsuz. Bitki olan, büyük bir nimete ermiştir; isterse yonca olsun, geven olsun, kavak olsun. Bitkiyle hayvan arasındaki mesafe yine sonsuz. Canlı olmak büyük şeref; isterse böcek olsun, tavuk olsun, tavşan olsun.

İnsana gelince, onunla hayvan arasında o kadar büyük bir mesafe var ki, bir insana “hayvan” demek hakaret telâkki ediliyor; isterse o hayvan bülbül olsun, kanarya olsun, ceylan olsun. Varlık nimetinden kendisine düşen büyük paya razı olmayan ve kadere âdeta küsen nefislere şu soruyu soralım: Küçük bir bahçesi olmayan insan ve ormana hükmeden aslan. Bu iki şıktan hangisini seçersiniz?

Şıklara devam edelim: Çoğu zaman denize girme imkânı bulamayan insan ve denizden hiç çıkmayan balık. Senede birkaç kez uçak yolculuğu yapamayan insan ve havada her gün saatlerce uçan kuş. Yüzde yüz yünlü kumaş giymeye güç yetiremeyen insan ve bir ömür boyu yün giyen koyun. Kısacası, bütün yoksullukların kıskacında kıvranan bir insan ve hiçbir sıkıntısı, derdi, çilesi olmayan herhangi bir hayvan.

Her nefis, böyle bir tercih sorusunu saçma bulur ve “İnsanlık olmayınca dünyanın hiçbir zevkini, sefasını istemem.” der. Sunduğumuz parçada çok güzel vurgulandığı gibi, hiç kimse varlık nimetinden eline geçen hisseyi az bulup şikayet etme hakkına sahip değil. Ancak nâil olduğu ihsanlara karşı şükretmekle sorumlu.

Gerçekten de öyle değil mi? Bir hayvanın, “Niçin insan olmadım?” diye şikayet edebilmesi için, şöyle bir varsayımdan yola çıkılması gerekiyor: Daha dünya kurulmadan insanla hayvan bir imtihana tâbi tutulmuş olacaklar. Hayvan o imtihanda geçer not aldığı hâlde insan olamayacak. Buna rağmen insanlık şerefi buna verilecek, o ise hayvanlıkta kalacak.

Böyle bir imtihana kimse girmiş değil. Ne bitkiler böyle bir tecrübede cansızları gerilerde bırakmışlar, ne hayvanlar bitkileri ne de insanlar hayvanları. Her şey ve herkes, yoktan var edilmişler; yani yokluktan kurtulup varlığa kavuşmuşlar. Ve yine, herkes ve her şey kazandıkları varlık mertebeleri için şükürle mükellef bulunuyorlar.

18 Allah'ın bizim ne yapacağımızı bilmesi ve kader konusunda bilgi verir misiniz?

Şöyle düşünebiliriz: Mesela, biz güneşin ne zaman doğup batacağını biliyoruz.Takvime de yazıyoruz, yarın şu saatte güneş doğacaktır. Gerçekten de yarın o saatte güneş doğuyor. Güneşin bu doğuşuna bizim yazmamızın bir etkisi olmadığı gibi, "Biz yarın güneşin doğuşunu biliyoruz, öyleyse güneş doğmasa da olur." gibi bir söylem de bulunmamız da hata olur. Güneşin doğmasıyla oluşacak bütün faydalar da olmamış olur.

Allah’ın insanı yaratmasının çok hikmetlerinden birisi de ibadettir.

1. Allah insanı imtihan için yarattı. Bu hikmet insanın yaratılmadan olamayacağı kesindir.

2. Allah kâinatta tecelli ettiği cemal ve kemalini hem kendisi –kendine mahsus bir şekilde– görmek hem de başkalarının gözüyle görmek istiyor. Başkasının görmesi derken bunların başında insan gelmektedir. Bu hikmet de yine insanın yaratılmasını gerekli kılıyor.

3. İbadet için yarattı. Bu hikmetin yerine gelmesi için var olan birisi gerektir. Yaratılmadan ibadetin yerine gelmesi mümkün değildir. Burada yaptığımız ibadetin miktarına göre cennetteki yerimiz hazırlanıyor.

4. Allah’ın her şeyden daha büyük olduğunu ilan etmek ve Allah’ın emirlerini yaymak. Bu hikmetin yerine gelebilmesi için, hem tebliğ edenin hem de tebliğ edilenin yaratılması icap eder.

5. Bir çekirdeğin ağaç olması için toprağa girmesi gerektiği gibi, insanın da yetişip olgunlaşmsı ve terakkisi için dünya tarlasına gönderilmiştir.

6. Eğer başka âlemde yaratılsaydık, o zaman da "Neden bu âlemde yaratıldık?" diye sormamız gerekecekti. "İnsan için en mükemmel imtihan salonu bu olduğu için buraya gönderildik." denilebilir.

7. Bilmekle yapmanın çok farklı şeyler olduğunu vurgulamak gerekir. Bir misal vermiştik. Bizlerin bir çekirdeğin ağaç olacağını bilmemiz onun ağaç olmasına gerek olmadığı anlamına gelmez

8. Allah'ın insanı imtihana tabi tutmasının bir hikmeti, insanların kendi yaptıklarını bilmesi için de önemlidir. Nitekim mahşer meydanında insanın bütün yaptıkları kendisine gösterilecek ve Allah'ın adaleti karşısında insan söyleyecek söz bulamayacaktır. Şayet imtihan etmeden cennet veya cehenneme atsaydı o zaman nefis beni imtihan etmeden Cehenneme atman adalet olmaz diye şekvada bulunabilirdi.

Bir öğretmen düşünün. Kimin ne not alacağını bilsin. Sınıfa girince öğrencilere ben sizin ne alacağınızı biliyordum. Ona göre notlarınızı yazdım. İmtihana gerek yoktur. Elbette öğrencilerin hocalarına itimadı tam bile olsa nefisleri itiraz etmeye yeltenecektir. İşte Rabbimiz nefsin bu itirazını önlemek için bu imtihanı yapmaktadır.

Ayrıca bir makine veya bina için bir plan yapılsa, "Madem ki plan var öyleyse binaya ve makinaya ne gerek var?" denilebilir mi?..

Yarın bir yere gideceğimizi ve şunları yiyeceğimizi planlıyalım. Buna göre madem ne yapacağımız belli öyleyse ne gerek var gitmeye ve yemek yemeye diyor muyuz?

Biz bile gündelik basit şeyler için bunu diyemezsek, Allah'ın sayısız hikmetlerle yarattığı insanı, "Madem ne yapacağını biliyordu öyleyse neden imtihan ediyor?" denilemez.

Cenab-ı Hak Hakim'dir ve Adil'dir. Hikmetsiz ve abes iş yapmaz ve Adildir, kullarına da zulmetmez.

Kaderin bir manası Allah Teala'nın yarattığı varlıkların hayat programlarını ezeli ilmi ile bilmesidir. Yani insanın anne rahmine düştüğü andan tutun dünyaya gelmesi ve aldığı nefese kadar kaderinde vardır ve Allah Teala tarafından bilinmektedir.

Kader, ilim ve iradeyle düzenlenmiş bir programdır. Kaza ise, bu programın uygulanma safhasının adıdır.

Kaza, Allah’ın kudretinin ortaya çıkmasıdır. Kader ise, Allah’ın ilminin bir yansımasıdır. Bu açıdan bakıldığında kader denildiği zaman ilim akla gelir. Nitekim

“Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim yanımızda olmasın. Her şeyi biz bilinen bir kader ile indiririz.” (Hicr, 15/21)

ayeti Kader’in Allah’ın bilmesi anlamına geldiğini gösterir.

Kader ilimden çıkmış bir program olduğundan, insanın fiilleri üzerinde zorlayıcı bir yönü bulunmamaktadır. Nitekim ilm-i kelamın kader mevzusunda bir kaidesi olan “İlim maluma tabidir.” sözü meseleyi daha açık bir şekilde ifade edecektir. Bunu bir misalle açıklarsak mesela, yarın güneşin ne zaman doğup batacağını bilmemiz onun doğması ve batmasına bir etkisi yoktur. Bizler o şekilde bildiğimiz için güneş doğup batmamakta, aksine güneş o dakikada doğup batacağı için bizler bilmekteyiz.

Allah’ın, kimin cehenneme, kimin cennete gideceğini ezelî ilmiyle bilmesi onun ilah olmasının bir vasfıdır. İnsanda cennet veya cehennem ehli olmayı gerektirecek amelleri işlemeye müsait özellikler vardır. İnsana verilen cüz-i irade ile cennetliklerin veya cehennemliklerin amellerini işleyebilirler. Bunda da tüm mesuliyet ona aittir.

Kaderin iki yönü vardır: İnsanın iradesi dışında olanı ki; dünyaya gelmesi, anne ve babasının kim olacağı, eceli vs. (örnekler çoğaltılabilir) gibi hususlardır. Bunda insanın iradesi ile karar vermesi söz konusu olmadığından, bunlardan mesul de değildir.

Kendi iradesi ile yapmaya karar verdiği fiillerinden de mesuldür. Her insan vicdanen bilir ki camiye gitmesi de meyhaneye gitmesi de kendi istemesi ile olur. Burada bir zorlama yoktur.

Bir hadis-i Nebevi (asm) de “her insanın İslam fıtratı üzerine doğduğu" ifade edilmiştir. "İslam" ifadesinin hadislerde geçen manalarından birisi de temiz ve güzel ahlaktır. Yani her insan özünde temiz ve güzel ahlak üzerine, imanın esaslarını tasdik edebilme özelliğinde yaratılmıştır. Ancak kul kendi iradesi ile bu vasfını değiştirip cehennemliklere mahsus inanç içine girer ve cehennemliklere mahsus fiiller işlerse, bundan da elbette mesul olacaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kader konusunda detaylı bilgi verir misiniz? ... 

19 Rabbimize hakkıyla nasıl teslim olalım?

Din, hem erkekler hem kadınlar için bir imtihandır. Bu imtihan, insanların nefislerine ağır gelse de, hikmetini bilmeseler de, Müslüman olmak istiyorlarsa, Allah’ın hükmüne teslim olmak zorundadırlar. İslam, teslimiyeti, teslimiyet Allah’a güvenmeyi / ona tevekkül etmeyi gerektirir. Tevekkül ise dünya ve ahiret saadetini netice verir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle,

 “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Üçüncü Nokta).

Demek ki, Allah’a iman eden O’na teslim olmak durumundadır. Çünkü, Allah’a iman etmek, O’nun isim ve sıfatlarına ve bu isim ve sıfatlarının hepsinin güzel olduğuna iman etmek demektir. Kur’an surelerinin başında kendini Rahman ve Rahîm olarak takdim eden Allah’a hüsnüzan etmek, O’nun yaptığı her şeyin güzel olduğunu düşünmek, “Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler” düşüncesini kalbine yerleştirmek gerekir.

Bir şeyin başta hayırlı, sonunda kötü olması muhtemel olduğu gibi, başta kötü sonunda güzel olma ihtimali de her zaman vardır. Bu husus Kur’an’da açıkça ifade edilmiştir:

“Hoşlanmazsanız da savaş size farz kılındı. Olur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Ve olur ki, sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli / kötü olur. İşin sonucunu, gerçeğini Allah bilir, ama siz bilemezsiniz.” (Bakara, 2/216).

İman ettiğimiz Allah, mademki hakîmdir, öyleyse abes iş yapmaz; mademki âdildir öyleyse zulüm etmez; mademki rahîmdir öyleyse kullarına karşı son derece şefkatlidir, öyleyse başa gelen sıkıntılar şefkat tokadı türünden birer uyarıdır.

İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.

Bu manaları biraz açacak olursak, imanla teslimiyet birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Teslimiyeti olmayan mümin tam mümin olamayacağı gibi, imanı olmayanın da zaten teslimiyeti söz konusu değildir. İman edene mümin, teslim olana Müslüman denir.

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi, kâinatın yaratıcısını tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Zira Yüce Allah, "Cinleri ve insanları yalnızca (Beni tanımaları ve) bana kulluk etmeleri için yarattım." (Zariyat, 51/56) buyurmaktadır. Demek ki insanın yaratılış gayesi, Allah'ı tanımak, ona iman edip kuvvetli iman ile varlığını ve birliğini tasdik etmektir.

"O'nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır." (Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, s. 208)

Dünya ve ahirette gerçek kurtuluşa erişmek için sağlam bir imana sahip olmak gerekir. Çünkü, İman, insanı insan eder, dünyada sultan eder. Dünya ve ahiret saadeti yalnız İslâmiyet'te ve imandadır. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız, farzları yaparak süsleyiniz ve günahlardan çekinerek korununuz. (bk. Sözler, s.146) Peygamberimiz (asv) bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır:

"Ölümden önce hayatın, yaşlılıktan önce gençliğin, çok işten önce boş zamanın değerini biliniz." (Fethu'l-barî, 14/9)

Demek ki hayat, anlamsız bir var oluş olmadığı gibi, ölüm de sonu hiçlik olan bir yok oluş değildir. Aksine hayat, adeta hayırlı amellerde yarışma alanı, bir imtihan salonu; ölüm ise bu dünyada yaptığımız amellerin karşılığını alacağımız, ebedi varlık sahasına geçişi sağlayan bir dönüm noktasıdır.

Huzur İmandadır

Bu dünya hayatı geçicidir; baki olan ahiret hayatıdır. Eğer bu dünya hayatı, Allah'ın buyurduğu istikamette geçirilirse, hem dünya hem ahiret adına büyük bir fidelik olma fonksiyonu görecektir. O bakımdan insan, hayatını, dinimize uygun, iffet ve namuslu olarak yaşamalı ve böylece ebedi hayatı kazanmalıdır. Ahirete göre çok kısa olan bu dünya hayatını yiyip-içip safa sürmekle gayrimeşru bir şekilde geçirenler, bu dünyada çok sıkıntılar ve üzüntüler çekecek, kabirde ve ahirette de elbette cezalarını göreceklerdir. Yüce Allah;

"Kim ki benim zikrimden yüz çevirirse kitabımı dinlemez ve beni anmaktan gaflet ederse, ona dar bir geçim vardır ve biz onu Kıyamet Günü kör olarak diriltir, duruşmaya getiririz." (Taha, 20/124) buyurur.

Hakiki mutluluk ve huzur, yalnız imanda ve iman hakikatleri içerisinde bulunur. Hayatlarını Allah'ın emirleri doğrultusunda geçirenler, hem ailelerine hem de içinde yaşadıkları topluma faydalı birer kişi olurlar.

İnsanın dünyada ve ahiretteki tek kurtuluşu imandadır. Eğer bir insan Allah'a gereği gibi kulluk eder, ibadetlerini ihlâsla yerine getirir ve bu yolda ciddi bir çaba gösterirse, Allah Teala'nın rahmetini umabilir. Nitekim Allah salih olan kullarının günahlarını bağışlayacağını, onların kötülüklerini iyiliklere çevireceğini ve nimetlerle dolu cennetine varisçi kılacağını şöyle müjdelemektedir:

"Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir milletin, Allah ve Resulünün karşısına çıkan kimseleri, isterse o kimseler babaları, evlatları, kardeşleri ve sülaleleri olsun, sevip dost edindiklerini göremezsin. İşte Allah, onların kalplerine imanı nakşetmiş ve kendi tarafından bir ruhla onları desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan cennetlere, hem de ebedi kalmak üzere yerleştirecektir. Allah onlardan, onlar da ondan razıdırlar. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. Ve iyi bilin ki, felaha erenler, Allah'ın tarafında yer alanlar olacaklardır." (Mücadele, 58/22)

Bunun aksini seçen bir kul için rahatlık ve ferahlık içinde yaşamak adeta bir hayaldir. Dünya hayatı, imansız bir insana taşıyamayacağı kadar ağır zorluklar yükler. Bir insan tevekkül etmedikçe, Allah'a dayanıp güvenmedikçe o insanın zorlukların altından kalkması, bunlardan ruhen etkilenmeden kurtulması imkânsızdır.

Mümin için ise durum tam tersidir. Taşıdığı iman mümine iç huzuru ve rahatlığı sağlar. Allah, bu kullarını kendisine varan doğru yola iletir ve yaptıkları iyiliklerin karşılığını kat kat artırarak verir. En önemlisi onları hüsrana uğrayan bir topluluk olmaktan kurtarır ve felaha ulaştırır. Şüphesiz bu Allah Teala'nın iman edenlere rahmetinin ve sevgisinin en açık göstergelerinden biridir.

"İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdiselerin baskısından kurtulabilir." (Bediüzzaman, Sözler, s. 314 )       

İman, Tevhidi Gerektirir

Tevhid, Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmek demektir. Bu da "La ilahe illallah" olan kelime-i tevhidle ifade edilmektedir. Bu sözle insan, Allah'ın bir olduğunu, eşi ve benzeri bulunmadığını, Allah'tan başka ibadet edilmeyi hak eden, gerçekte hiçbir ilah olmadığını ikrar etmiş oluyor.

"Muhammedun Rasulullah" şahadeti de Hz. Muhammed (sav)'in Allah katından gönderilmiş bir peygamber olduğunu kabul etmek anlamını taşımaktadır. Allah Teala, Resulünü tebliği ile görevli olduğu risaletinde hataya düşmek ve yanılmaktan korumuştur. Ona itaati de kendisine itaat saymıştır:

"Kim Resul'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa, 4/80)

 Kim O'na itaat ederse Cennet'e girer, kim de O'na isyan ederse Cehennem'e girer. Allah Teala, bizi O'nun emrine karşı çıkmaktan sakındırıp bizleri bundan şöyle yasaklamıştır:

"Rabbin adına yemin olsun ki, onlar, aralarında ihtilaf ettikleri şeylerde seni hakem kılmadıkça, sonra da içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan senin verdiğin hükme tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe, asla iman etmiş olmazlar." (Nisa, 4/65)

Yüce Allah, bu ayette şu üç noktaya dikkatimizi çekiyor:

1. Her meselede Resulullah'ın hakemliğine başvurmak. (Bugün için alimlerin farklı görüşleri karşısında Resulullah’ı hakem tutmak.)

2. Onun verdiği hükümden dolayı içimizde hiçbir sıkıntı ve rahatsızlık duymamak.

3. Tam bir teslimiyetle ona boyun eğmek.

"Kim Allah'a ve Resûlüne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır." (Nisa, 4/14)

Allah'ın varlığını ve tek olduğunu kabul eden, Hz. Muhammed (asm)'in Yüce Allah'tan getirip haber verdiği her şeyin doğru olduğunu tasdik eden kişi iman etmiş sayılır.

Tevhid de Teslimiyeti Gerektirir

Allah'a ve Resulüne iman eden kişi, Allah ve Resulünün emir ve buyruklarını kabul edip teslim olarak itaat etmesi gerekir. Nisa suresi 59. ayette bu hususa şöyle dikkat çekilmiştir:

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Resulüne ve sizden olan ulü'l-emre de itaat edin. Eğer Allah'a ve ahirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allah'a ve Resulüne arz edin. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir."

Allah'a ve Resulüne iman eden kişi, Allah ve Resulünün emrine teslim olmalıdır. Nitekim Kur'an-ı Kerim, müminlerin mutlak teslimiyetten başka bir tercih haklarının da olmadığını kesin bir ifade ile şöyle haber veriyor:

"Mü'min bir erkek ve kadın için Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, artık onlar için teslimiyetten başka hiçbir tercih hakkı yoktur." (Ahzab, 33/36)

Teslimiyet İse Tevekkülü Gerektirir

Teslim ise tevekkülü, Allah'ı vekil kılmayı gerektirir. İnanan insanın, acziyet ve (manevi) fakirliğini bilip "Hasbunallâhu ve ni'mel vekil" (Allah bize kâfidir. O ne güzel vekildir.) demekten başka çaresi yoktur. Allah'ı vekil kılmak, O'na tevekkül etmek, hem dünya hem de ahiret saadetini kazanmanın zaruri şartıdır. Allah ve Resulüne iman edip itaat eden ve buyruklarına teslim olan müminin, Allah'a tevekkül etmesi en sağlam sığınaktır.

Tevekkül, Allah'a güvenmektir. Tevekkül, Allah'ın takdir ettiği mukadderatın mutlaka gerçekleşeceğine inanmaktır. Tevekkül, işlerinin tedbirini aldıktan sonra takatinin üzerindeki hususları Allah'a havale etmektir. Tevekkül, en güzel vekil olan Allah'a dayanmaktır. Tevekkül, sadece Allah'tan yardım beklemektir. Tevekkül, yerine getirilmesi gereken durumları yerine getirmek hususunda, Allah Resulü (sav)in sünnetine tabi olmaktır.

Burada şunu da belirtmeliyiz ki, tevekkül, sebepleri tamamen reddetmek değildir. Aksine, sebepleri, kudret elinin perdesi bilip riayet ederek; sebeplere teşebbüsü ise bir nevi fiilî dua telâkki ederek, sonuçları yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri O'ndan bilmek ve O'na minnettar olmaktan ibarettir.

İnsan, başına gelen bela ve musibetlerin baskısından, sıkıntısından, ancak Allah'a teslimiyet ve tevekkülle kurtulabilir. Sebeplere tevessül ederek üzerine düşeni tam olarak yaptıktan sonra, Allah'a tevekkül eden insan, hem bu dünyada hem de ahirette mutluluk ve saadete erişir.(bk. Prof. Dr. Mehmet Soysaldı, Gülistan Dergisi, 75. Sayı Mart 2007)

Sonuç:

Sadet-i dareynin / iki cihanın mutluluğu adresinde ilk basamak imandır...

İman eden; “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz. Öyleyse nihâyet derecede muntazam olan şu memleket de hâkimsiz olamaz.” der. Ve devam eder, “Allah vardır. Yer, gök ve içinde ne varsa onundur. Ben de onunum.” Bu ifadelerle artık, kul ile Rabbi arasında bir bağlılık oluşmuştur.

Tevhid; kuvvetli bir iman akabinde, sebepler perdesinin şeffaflaşması ve Allah’ın isim ve sıfatlarıyla buluşmaktır. Yani, yaşamımızda karşımıza çıkan maddî-manevî her şeyde Allah’ı görebilmek ve sebeplere takılmayıp her şeyde Allah’ı müşâhede edebilmektir. Her şeyde rahmetin izini ve özünü görmek be ona sonsuz hamdetmektir.

Saadet-i dareynin üçüncü basamağı; teslim olmak. Kendini Allah’a bırakmak, ona boyun eğmek. Teslimiyet; kaderin tecellisi demek olan kazaya rızadır. Ve Allah’ın kaderden bize ayırdığını -bu bir bela ve musibet bile olsa- gönül rızasıyla kabul edebilmektir.

Tevekkül; âsûde bahar ülkesinin adresindeki son basamak. Yani işini Allah’a ısmarlamak. Ona sığınmaktır tevekkül. Gerekeni yapmak demek olan, sebeplere teşebbüsten sonra ağırlıklarını O’nun kudret eline bırakmak.

Mümin ve Müslüman, bir takım sebeplerle kıymetlisini kaybettiğinde hüsrana uğramaz.. Çünkü iman eden bilir:

Madem o var her şey var!

Teslimiyeti varsa ona, dünya yükü hafiftir artık.

Ve tevekkülü varsa, o mutlaka bizimledir.

Yerlerin ve göklerin ilahı olan Allah’ın yanında olduğu kişi ise, dünyadan ebede kadar âsûde bahar ülkesindedir.

20 Yapılan dualar kaderi nasıl etkiliyor; dua ile kader değişir mi?

Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kaza demektir. O kararın ibtaliyle hükmü kazadan afvetmek, atâ demektir.

"Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun kat'iyyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek atânın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir. Atâ, kaza kanununun şümulünden ihraçtır. Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracıdır. Bu hakikate vâkıf olan ârif: 'Ya İlahî! Hasenatım senin atândandır. Seyyiatım da senin kazandandır. Eğer atân olmasa idi, helâk olurdum.' der." (Mesnevi-i Nuriye, 206)

Yani, ata, bir şey hakkında verilen kararın iptali ve hükmün kaza edilmekten afvedilmesi, şeklinde tarif edilmektedir. Ata denilince, o Rahîm-i Kerim'in ve Gafûru'r-Rahîm'in af ve ihsanı anlaşılır.

Atanın kaza kanununu, kazanın da kaderi bozmasını şöyle açıklayabiliriz:

Bir padişahın umumî kanunları yanında bir de belli günlerde tatbik ettiği af ve ata kanunu vardır. Padişah o günlerde, suçlulardan bir kısmını afveder, diğer bir kısmının cezalarını hafifleştirir, bir kısım raiyetinin ise rütbelerini yükseltir ve maaşlarını artırır. İşte, daha önce umumî kanunla takdir edilen ceza, rütbe ve maaşlar bu ata kanunuyla yürürlükten kaldırılmış olur. Meselâ, bir şakinin işlediği bir suça karşılık on yıl hapis yatması takdir edilmiş olsun. Ata kanunuyla bu cezanın afvedilmesi halinde artık ceza infaz edilmez ve ata, kaza kanununu bozmuş olur. Cezanın kaza edilmemesiyle de kader kanunu, yâni onun suçuna mukabil takdir edilen on yıllık hapis cezası bozulmuş olmaktadır.

İşte, bu misâl gibi, insanların işledikleri günahlara karşılık, kendilerine takdir edilen uhrevî cezalar Cenâb-ı Hakk'ın ata kanunuyla, yâni O'nun af ve ihsanıyla kaza edilmekten alıkonmakta ve böylece ata kanunu kaza kanununu bozmaktadır. Aynı şekilde, kazanın bozulmasıyla kader kanunu da bozulmuş, takdir edilen ceza değişikliğe uğramış olmaktadır.

Bir başka misal; kul bir günah yerine gitmek niyet ve meyliyle evden çıkar. O bu niyetle irâde düğmesine dokunduğu için, Allah da meylinin neticesini yaratacak ve onu irâde ettiği yere götürecektir. Fakat, o kulun güzel bir hali, Allah (c.c)’ın hoşuna gidecek bir tarafı, söz gelimi gecesinin zülüfünde iki damla gözyaşı ya da arabasıyla bir-iki arkadaşını bir sohbete götürüşü vardır da, bunlar Rahmet-i İlâhî'yi ihtizaza getirmiştir ve Allah (c.c) da yolda o kulun karşısına kendisini günah mahalline değil de gülzâra götürecek bir arkadaş çıkarır ve kulun iradesiyle hak ettiği hükmü değiştirir. İşte, Allah (c.c)’ın sebepli sebepsiz kulu hakkındaki bir hükmü veya bir kazâyı onun lehinde değiştirmesi, O’na ait bir atâdır.

Diğer taraftan, "Ata, kaza kanununun şümulünden ihraçtır." denmektedir. Şöyle ki, bir günah için takdir edilen ceza külli bir kanun iledir. Yâni, şu suçu işleyene şu ceza verilir, şeklindeki takdir, küllidir. Söz konusu suçu işleyen bir kimsenin tövbe etmesi halinde, günahının afvedilmesi ile kaza kanununun şümulünden bir ihraç durumu hâsıl olmaktadır. Bu ise aynı zamanda, kader kanununu külliyetinden bir ihraç mânâsındadır.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kaide, kaderin değişip değişmediği sorusunu hatıra getirmektedir. Bu nokta da şunu ifâde edelim ki, İlm-i İlâhî'nin değişmesi muhaldir. Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hâdiseler gibi, ata kanununun tatbikatı da o ilmin şümûlündedir. Bu kader değişmez. Değişiklikler sabit ve derin olan Levh-i Mahfûz'un daire-i mümkinatta bir defteri ve yazar bozar tahtası hükmündeki Levh-i Mahv ve İsbat'ta olmaktadır. Önce takdir edilen nice cezalar, daha sonra tövbe vesilesiyle ve ata kanunu ile afvedilmekte, Levh-i Mahv ve İsbat'tan silinmekte ve kaza edilmemektedir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadir:

"Allah dilediği şeyi mahveder ve dilediğini isbat eder. Nezdinde kitabın aslı olan Levh-i Mahfuz vardır." (Ra'd, 13/39)

İlave bilgi için tıklayınız:

Ata ve Levh-i Mahv ve İsbat nedir? Levh-i Mahv ve İsbat levhasının hikmeti nedir? Kader dua ve sadaka gibi bazı şeylerle değişir mi?..

21 Kadere imanın Kur'an'da olmadığı, hadislere sonradan karıştırıldığı, iddiasında olanlar var. Kadere imanın kaynağı nedir?

Kaderin varlığı Kur’an, sünnet ve icma-ı ümmetle sabittir.

Aşağıda yer alan ayetlerde kader konusuna işaret edilmiştir.

“Allah’ın, kendisine takdir edip helâl kıldığı bir hususu yerine getirmekte Peygambere herhangi bir güçlük yoktur. Sizden önce gelip geçen peygamberler hakkında da Allah’ın kanunu böyle cari olmuştur. Allah’ın emri, mutlaka yerini bulan bir kaderdir.” (Ahzab, 33/38; bk. Taberî, Maverdî, İbn Kesir,  İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

“Hani Bedir savaşı günü ey Müslümanlar, siz vadinin yakın kenarında idiniz, onlar da uzak tarafında idiler! Kervan ise sizden daha aşağıda (deniz sahilinde) idi. Eğer sözleşmiş olsaydınız dahi, sözleştiğiniz vakitte öyle buluşamazdınız. Fakat Allah, takdir ettiği bir işi yerine getirmek için, sizi böyle buluşturdu ki helâk olan, bir delile göre helâk olsun, yaşayan da bir delile göre yaşasın. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.” (Enfal, 8/42; bk. Ebu’s-suud, Alusî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

“Muhakkak ki Biz her şeyi bir kaderle, bir ölçü ile yarattık.” (Kamer, 54/49)

mealindeki ayette yer alan kader, alimler tarafından “kader / takdir” manasında algılanmıştır. Aynı surenin 52 ve 53. ayetinde bu kaderin yazılı olduğuna şöyle vurgu yapılmıştır; “Onların yaptıkları her şey, defterlerde kayıtlıdır. Küçük, büyük her şey, satır satır yazılıdır.” (bk. Şevkânî, ilgili ayetin tefsiri)

İbn Kesir’in bildirdiğine göre, ehlisünnet alimleri, “Furkan, 25/2; Kamer, 54/49; Â’lâ, 87/1-3” ayetleri ve benzerlerini, her şeyin olmadan önce Allah’ın ilminde var olduğu ve Levh-i Mahfuz'da yazılı  bulunduğu manasına gelen “kader”in varlığına delil getirmişlerdir. (İbn Kesir, Kamer, 49. ayetin tefsiri).

Gerek şahısların gerek ümmetlerin hayat sürelerinin belirlendiğini ifade eden “ecel” sözcüğü, çok açık olarak kadere işaret etmektedir. (bk. Ali İmran, 3/145; Araf, 7/34; Yunus, 10/49, Hicr, 15/5; Muminûn, 23/43; Şura, 42/14).

Buharî ve Müslim’deki hadislerde yer alan kaderin, Emevîler tarafından daha sonra eklendiği iddiası, hiçbir ilmî dayanağı olmayan bir spekülasyondur.

Aynı kaynakların “kader”e yer vermeyen rivayetleri doğru kabul edip, “kader”e yer veren rivayetlerini kabul etmemek indî, keyfî, nefsanî heva ve hevesin bir tasarrufundan başka bir şey değildir.

Çünkü, hadis usulünü bilenlerce malum olduğu üzere, sika/güvenilir ravilerin -diğer rivayetlerden farklı olarak- bir ziyadeliğe yer vermeleri makbuldür. Örneğin, İmam Nevevî’ye göre, Hanefî alimlerinin namazdaki teşehhüd konusunda kabul ettikleri İbn Mesud’dan gelen hadis rivayeti, bu konuda en sahihtir. Ancak, Şafiilerin bu konuda kabul ettikleri hadis rivayetinde yer alan “el-Mübarekat” kelimesinin fazladan zikredilmesi, bu rivayetin tercih edilmesine neden olmuştur. Çünkü, bu rivayet de sağlamdır ve “sikanın ziyadesi” makbuldür. (bk. Nevevî, el-Mecmu’, 3/457)

Cibril hadisinde de “KADER”den söz edilmektedir:

Yahya İbnu Ya'mer haber veriyor:

"Basra'da kader üzerine (kaderin olmadığına dair) (Hattabî, ilgili hadisin şerhi) ilk söz eden kimse Ma'bed el-Cühenî idi. Ben ve Humeyd İbnu Abdirrahmân el-Himyerî, hac veya umre vesîlesiyle beraberce yola çıktık. Aramızda konuşarak, Ashab'tan biriyle karşılaşmayı temenni ettik. Maksadımız, ondan kader hakkında şu heriflerin ettikleri laflar hususunda soru sormaktı. Cenâb-ı Hak, bizzat Mescid-i Nebevî'nin içinde Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)'la karşılaşmayı nasib etti. Birimiz sağ, öbürümüz sol tarafından olmak üzere ikimiz de Abdullah (radıyallahu anh)'a sokuldu. Arkadaşımın sözü bana bıraktığını tahmîn ederek, konuşmaya başladım:

"Ey Ebu Abdirrahmân, bizim taraflarda bazı kimseler zuhur etti. Bunlar Kur'ân-ı Kerîm'i okuyorlar. Ve çok ince meseleler bulup çıkarmaya çalışıyorlar." Onların durumlarını beyan sadedinde şunu da ilâve ettim: "Bunlar, "kader yoktur, her şey hâdistir ve Allah önceden bunları bilmez" iddiasındalar." [Abdullah (radıyallahu anh)]:

"Onlarla tekrar karşılaşırsan, haber ver ki ben onlardan uzağım, onlar da benden uzak olsunlar." Abdullah İbnu Ömer sözünü yeminle de te'kîd ederek şöyle tamamladı: "Allah'a kasem olsun, onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve hepsini de hayır yolunda harcasa kadere inanmadıkça, Allah onun hayrını kabul etmez."

Sonra Abdullah dedi ki: Babam Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh) bana şunu anlattı, diyerek Cibrîl hadisi diye bilinen rivayeti aktarmıştır. Bu hadiste geçtiğine göre Cebrâil (a.s.) Peygamberimiz (asm)'e:

- "İman nedir?" diye sormuş, o da:

- "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır." cevabını vermiştir.(bk. Müslim, "Îmân", 1; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 15; İbn Mâce, "Mukaddime", 9).

Buharî bizzat kitabına “Kader” babını yazmıştır. Bu bapta değişik rivayetlerle kaderin varlığını ispat etmiştir. Misal olarak şu hadis-i şerifi verebiliriz:

“Abdullah ibn Umer anlatıyor: “Peygamberimiz (s.a.m) bir şeyi adamaktan nehyetti ve: "Adamak (kaderden) hiçbir şeyi (şerri ve zararı) geri çevirmez. Ancak yapılan adama sebebiyle, cimri kimseden mal çıkarılmış olur." buyurdu. (Buharî, Kader, 6)

İman şuurunu almış bir akıl da kaderin varlığına şahadet etmektedir. Çünkü, Allah’a iman, onun isim ve sıfatlarına iman etmeyi de içine alır. Sıfatlarından biri de, Allah’ın sonsuz olan ezelî ilmidir. Bu sıfatın varlığı, daha önce olan, olmakta olan ve olacak olan her şeyi kuşatmasını gerektirir. Kader ise ilmin bir nevidir. Öyleyse Allah’ın ezelî ve sonsuz ilmine iman etmek, aynı zamanda kadere iman anlamına gelir. Müslümanlar, bize göre geçmişte olan, şu anda bulunan ve gelecekte olacak her şeyi Allah’ın bildiğine iman ederler.

Kazâ ve Kaderin Anlamları

Kader sözlükte "ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belirlemek" anlamlarına gelir. Terim olarak "yüce Allah'ın, ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi" demektir. Allah'ın ilim ve irade sıfatlarıyla ilgili bir kavram olan kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları belli bir nizam ve ölçüye göre düzenleyen ilâhî kanunu ifade eder.

Sözlükte "emir, hüküm, bitirme ve yaratma" anlamlarına gelen kazâ, Cenâb-ı Hakk'ın ezelde irade ettiği ve takdir buyurduğu şeyleri zamanı gelince, her birisini ezelî ilim, irade ve takdirine uygun biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır. Kazâ, Allah'ın tekvîn sıfatı ile ilgili bir kavramdır.

Kazâ ve Kadere İman

Kader ve kazâya iman, yüce Allah'ın ilim, irade, kudret ve tekvîn sıfatlarına inanmak demektir. Bir başka deyişle bu sıfatlara inanan kimse, kader ve kazâya da inanmış olur. Bu durumda kader ve kazâya inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız, faydalı ve faydasız her ne varsa hepsinin Allah'ın bilmesi, dilemesi, kudreti, takdiri ve yaratması ile olduğuna, Allah'tan başka yaratıcı bulunmadığına inanmak demektir.

Dünyada meydana gelmiş ve gelecek olan her şey, Allah'ın ilmi, dilemesi, takdiri ve yaratması ile olur. Her şeyin bir kaderi vardır. Bunun anlamı ise şudur: Yüce Allah, insanları hür iradeleriyle seçecekleri şeylerin nerede ve ne şekilde seçileceğini ezelî, yani zamanla sınırlı olmayan mutlak ilmiyle bilir ve bu bilgisine göre diler; yine Allah bu dilemesine göre takdir buyurup zamanı gelince kulun seçimi doğrultusunda yaratır. Bu durumda Allah'ın ilmi, kulun seçimine bağlı olup, Allah'ın ezelî mânada bir şeyi bilmesinin, kulun irade ve seçimi üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur.

Aslında insanlar, Allah'ın kendileri hakkında sahip olduğu bilgiden habersizdirler ve pratik hayatta bu bilginin etkisi altında kalmaksızın kendi iradeleriyle davranmaktadırlar. Bir başka ifadeyle söylersek biz, yüce Allah bildiği için belli işleri yapmıyoruz. Bizim bu işleri yapacağımız, O'nun tarafından ezelî ve mutlak anlamda bilinmektedir. Allah, kulu seçen ve seçtiklerinden sorumlu olan bir varlık olarak yaratmış, onu emir ve yasaklarla sorumlu ve yükümlü tutmuştur. Ayrıca Allahuteâlâ, kulun seçimine göre fiilin yaratılacağı noktasında bir ilâhî kanun da belirlemiştir.

Kader konusunda bilinmesi gereken bir başka husus da şudur: Kader, iç yüzünü ancak Allah'ın bilebileceği, mutlak ve kesin bir biçimde çözümlenmesi mümkün olmayan bir ilâhî sırdır. Zaman ve mekân kavramlarıyla yoğrulmuş bulunan insan aklı, zaman ve mekân boyutlarının söz konusu olmadığı bir ilâhî ilmi, irade ve kudreti kavrayabilme güç ve yeteneğinde değildir. Kader konusunu kesin biçimde çözmeye girişmek, insanın kapasitesini zorlaması ve imkânsıza tâlip olması demektir.

Kader ve kazâya inanmak, iman esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi bahane ederek, kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insan "Allah böyle yazmış, alın yazım buymuş, bu şekilde takdir etmiş, ben ne yapayım?" diyerek günah işleyemeyeceği gibi, günah işledikten sonra da kendisini suçsuz gösteremez, kaderi mazeret olarak ileri süremez. Çünkü bu fiiller, insanlar böyle tercih ettikleri için, bu seçime uygun olarak Allah tarafından yaratılmışlardır. Ayrıca sır olan kaderin iç yüzü Allah'tan başkası tarafından bilinemez.

O halde kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslâm'ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. Allah her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse Allah da o sebeplerin sonucunu yaratacaktır. Bu da bir ilâhî kanundur ve bir kaderdir.

İnsanın İradeli Fiilleri ve Fiillerinin Yaratılması

a) Allah'ın ve İnsanın İradesi

Sözlükte "seçmek, istemek, yönelmek, tercih etmek ve karar vermek" anlamlarına gelen irade, terim olarak, "Allah'ın veya insanın ilgili seçeneklerden birini seçip belirlemesi, tayin ve tahsis etmesi" diye tanımlanır.

Allah'ın iradesi ezelîdir, sonsuzdur, sınırsızdır, herhangi bir şeyle bağlantılı değildir ve mutlaktır. İnsanın iradesi ise sonlu, sınırlı, zaman, mekân vb. şeylerle bağlantılıdır. Evrende meydana gelen her olay ve varlık, Allah'ın tekvînî (oluşumla ilgili) iradesi ile meydana gelir. Kul da Allah'ın kendisine tanıdığı sınırlar içinde fiilini seçer. Kulun fiilinde hür olması demek, hürriyetine inanması, fiili yaparken herhangi bir baskı altında olmadığını kabullenmesi demektir.

Ehlisünnetin önemli iki kolu olan Eş`arîler ve Mâtürîdîler, insanın iradesi ve bu iradenin fiildeki rolü konusunda temelde görüş birliği içinde olmuşlardır. Ancak Eş`arîler, Allah'ın iradesinin her şeyi kuşattığını dikkate alarak, bu iradeye küllî (genel) irade adını vermişler ve böyle bir nitelendirme ile onu, kulun iradesinden ayırt etmek istemişlerdir. Mâtürîdîler ise, Allah'ın iradesine ilâhî ve ezelî irade demişler, küllî ve cüz'î irade terimlerini kulun iradesinin iki yönünü belirtmekte kullanmışlardır. Küllî irade, Allah tarafından kula verilmiş olan, yapma veya yapmamayı tercihte aracı kabul edilen seçme yeteneğidir. Cüz'î irade ise küllî iradenin, iki taraftan birine aktif biçimde yönelmesinden ibarettir. Mâtürîdîler bu sebeple cüz'î iradeye, azm-i musammem (kesinleşmiş karar), ihtiyâr (seçim) ve kasıt (yönelme) adını da verirler.

b) İnsan İradesi ve Fiildeki Rolü

İnsanlar fiillerde gerçek bir irade hürriyetine sahiptirler. Çünkü insan bu gerçeği kendi içinde her an duymakta, yaptığı işlerde hür olduğunu hissetmektedir.

Yüce Allah, insanların irade sahibi, dilediğini yapabilir bir varlık olmasını irade ve takdir buyurmuş ve onları bu güç ve kudrette yaratmıştır. Bu sebeple insanlar kendi istek ve iradeleriyle bir şey yapıp yapmamak gücündedirler, iki yönden birini tercih edip seçebilirler. İnsanın sevabı ve cezayı hak etmesi, belli işlerden sorumlu olması bu hür iradesi sebebiyledir.

Fiilin meydana gelişinde kulun hür iradesinin etkisi vardır. Fakat fiillerin yaratıcısı Allahuteâlâ'dır. Allah kulların iradeli fiillerini, onların iradeleri doğrultusunda yaratır. Bu, Allah'ın buna mecbur ve zorunlu olmasından değil, âdetullah ve sünnetullah adı verilen ilâhî kanununu, yani kaderi bu şekilde düzenlemesindendir. Bu durumda fiili tercih ve seçmek (kesb) kuldan, yaratmak (halk) Allah'tandır. Kul iyi veya kötü yönden hangisini seçer ve iradesini hangisine yöneltirse Allah onu yaratır. Fiilde seçme serbestisi olduğu için de kul sorumludur. Hayır işlemişse mükâfatını, şer işlemişse cezasını görecektir.

İnsanın hür bir iradeye sahip olduğunu ve bu iradesinden dolayı sorumlu ve yükümlü bulunduğunu gösteren âyetler vardır:

"Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim." (Şems, 91/7-8).

"Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör." (İnsân, 76/3).

"Kim iyi bir iş yaparsa lehine, kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara asla zulmedici değildir." (Fussilet, 41/46).

O halde insanlar, Allah'ın kulları olarak sorumluluklarını bilip doğru, iyi, güzel, hayırlı şeyler işleyip, yanlış, kötü, çirkin ve şer davranışlardan uzaklaşmalılar; böylelikle âhirette güzel karşılıklara ve mükâfatlara ulaşmaya çalışmalıdırlar.

c) İnsanın Fiillerinin Yaratılması

İnsanın fiilleri, zorunlu (ıztırarî) fiiller ve ihtiyarî (iradeli) fiiller olmak üzere ikiye ayrılır. Nefes alışımız, kalp atışımız, midemizin sindirimi gibi zorunlu ve refleks hareketlerimizin oluşturduğu fiillere ıztırarî fiiller adı verilir. Bunların oluşumunda insan iradesinin herhangi bir rolü yoktur. Dolayısıyla da insan bu fiillerden sorumlu değildir.

Yazı yazmak, oturup kalkmak, namaz kılmak veya kılmamak, hayır veya şer, iyi veya kötü bir şey işlemek gibi hür irademizle seçerek yaptığımız fiiller ise iradeli fiillerimizdir. İradeli fiillerimizin oluşumunda herhangi bir baskı ve zorlama altında değilizdir. Her ne şekilde olursa olsun, bizi ve yaptıklarımızı yaratan Allahuteâlâ olduğu için, bizim her iki çeşit fiilimizi yaratan da Allahuteâlâ'dır.

Ehlisünnet'e göre kulların fiillerini onların iradeleri doğrultusunda yaratan Allah olduğu için, yaratma sıfatı Allah'tan başka bir varlığa verilemez. Bu sebeple kulun, fiilini kendisinin yarattığı ileri sürülemez. Çünkü bir âyette "Allah her şeyin yaratıcısıdır..." (Zümer, 39/62) buyurulmuştur. İnsanın fiili de "şey" kapsamındadır. "Şey" somut varlığı olan demektir. O halde insan fiilinin yaratıcısı da Allahuteâlâ'dır.

Buna göre insan, hür iradesi ile fiili seçer, gerekli gücü sarfeder, Allah da onun neyi seçeceğini ezelî ilmi ile bilir, bu ilmine göre irade ve takdir buyurur ve bu iradesi doğrultusunda yaratır.

d) Tevekkül

Sözlükte "güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek" anlamlarına gelen tevekkül, terim olarak, "hedefe ulaşmak için gerekli olan maddî ve mânevî sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra Allah'a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah'a bırakmak" demektir.

Meselâ bir çiftçi önce zamanında tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayacak, zararlı bitkilerden arındırıp ilâçlayacak, gerekirse gübresini de verecek, ondan sonra iyi ürün vermesi için Allah'a güvenip dayanacak ve sonucu O'ndan bekleyecektir. Bunların hiçbirisini yapmadan "Kader ne ise o olur" tarzında bir anlayış, tembellikten başka bir şey değildir ve İslâm'ın tevekkül anlayışıyla bağdaşmaz.

Tevekkül, Müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucudur. Tevekkül eden kimse Allah'a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı bir kimsedir. Fakat kadere inanmak da tevekkül etmek de tembellik, gerilik ve miskinlik demek olmadığı gibi, çalışma ve ilerlemeye mâni de değildir. Çünkü her Müslüman olayların, ilâhî düzenin ve kanunların çerçevesinde, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde olup bittiğinin bilincindedir. Yani tohum ekilmeden ürün elde edilmez. İlâç kullanılmadan, tedavi olunmaz. Sâlih ameller işlenmedikçe Allah'ın rızâsı kazanılmaz ve dolayısıyla cennete girilmez. Öyleyse tevekkül, çalışıp çabalamak, çalışıp çabalarken Allah'ın bizimle olduğunu hatırdan çıkarmamak ve sonucu Allah'a bırakmaktır.

Yüce Allah bir âyette,

 "...Kararını verdiğin zaman artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever." (Âl-i İmrân, 3/159)

buyurmuş, müminlerin bir başka varlığa değil, yalnızca kendisine güvenmelerini emretmiş, çünkü tevekkül edene kendisinin yeteceğini bildirmiştir. (bk. Âl-i İmrân, 3/122, 160; Mâide, 5/11; Tevbe, 9/51; İbrâhim, 14/11; Tegabün, 64/13; Talâk, 65/3). Hz. Peygamber (asm) de devesini salarak tevekkül ettiğini söyleyen bedevîye,

 "Önce deveni bağla, Allah'a öyle tevekkül et." (Tirmizî, "Kıyamet", 60)

buyurarak, tevekkülden önce tedbirin alınması için uyarıda bulunmuştur.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Madem Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim ne kabahatim var?

Bizim ne yapacağımız kaderimizde yazılmış ise bizim ne suçumuz var?

İnsan niçin yaratılmıştır? Gayesi ve hedefi ne olmalıdır?

Kur'an'da pekçok ayette geçen "kalplerin mühürlenmesi" ne demektir? ...

22 İnsan kendi kaderini kendi mi belirler, yoksa Allah tarafından mı belirlenir?

1. Kader konusunda aklınıza takılan her şeyi sorabilirsiniz. Bu durum inkar ettiğiniz anlamına gelmez. Nitekim Kur'an'dan öğrendiğimize göre Hz. İbrahim aleyhisselam ölülerin nasıl diriltileceğini sormuş, sonra da "Allah'ım, inanmadığımdan değil, kalbim tatmin olsun diye soruyorum." demiştir. Bu nedenle bizler de aklımıza takılan sorularımızı sorabiliriz. Biz de elimizden geldiği kadar cevap vermeye çalışırız.

2. Kaderin esas anlamı "Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi" demektir. Dikkat edersek insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur. Bu konuya bir misal verelim:

Peygamberimiz İstanbul'un fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı gelince de dediği gibi çıkmış. Şimdi, İstanbul Peygamberimiz (asm) dediği için mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi. O zaman Fatih Sultan yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı, yine olacak mıydı? Demek ki Allah Fatih'in çalışıp İstanbul’u fethedeceğini biliyordu ve bunu elçisi Hz. Peygambere (asm) bildirdi.

Buradaki ince nokta: Allah bildiği için yapmıyoruz, biz yapacağımız için Allah biliyor. Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz.

Buna bir örnek verelim; Allah dostu evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine “Yarın seni şu kitaptan imtihan edeceğim.” diyor. Fakat öğretmen Allah’ın izniyle onun filim, maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan karnesine “0” yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve sıfırı hak ettiğini bildiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp “Senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için, önceden deftere sıfır yazmıştım.” diyor. Buna karşı öğrenci “Hocam, sen sıfır yazdığın için ben sıfır aldım. Yoksa geçer puan yazsaydın geçerdim.” diyebilir mi?

Demek ki Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri bilerek Allah yazıyor. İşte buna "kader" diyoruz.

3. Kaderi ikiye ayırabiliriz: Izdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu hâlde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu, kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

İnsanın "cüz-i ihtiyari" adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kâinatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek, büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba duçar olacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kâinattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, “benim ne suçum var” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, “rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi:

“Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.”

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgârın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

23 "Zalim Allah'ın kılıcıdır, onunla önce intikam alır, sonra da ondan intikam alınır." sözünden ne anlamalıyız?

Öncelikle şunu ifade edelim ki, aynı olay üstünde beşer zulmederken kader adalet edebilir. Örneğin, bir adam geçmişte bir cinayet işler ve bunu saklar, ceza almaktan da kurtulur. İnsanlar onun katil olduğunu bilmez. Bir zaman sonra bu adam hiç karışmadığı ve tamamen suçsuz olduğu bir olay yüzünden hapse atılır. Halbuki adamın bu olay ile hiçbir ilgi ve irtibatı yoktur.

İşte kader, bu adamın geçmişte işlediği cinayetine ceza olarak bu olayda onu mahkum eder, bu adalet olur. Aynı olayda ona iftira atıp hapse girmesini temin edenler ise, ona zulmetmiş ve iftira etmiş olurlar. Yani kader onu eski ve gizli kusurundan dolayı mahkum ederken, insanlar ise haksız ve iftira ile onu içeri atıyorlar.

Öyle ise bu adamın hapse düşmesinde kader adil iken beşer ise zalimdir. Hayatımız başımıza gelen musibet ve sıkıntılara bu nazarla bakabiliriz.

İşte soruda geçen konuyu da bu açıdan değerlendirdiğimizde, zalim kendi iradesiyle diğer bir zalime zulmederken, Allah adalet etmektedir.

Soruda geçen konuyla ilgili bir rivayet şöyledir:

“Zâlim, yeryüzünde Allah’ın adâletidir. Allah onunla (başkalarından) intikâm alır. Sonra (döner), ondan da intikâmını alır.” (bk. Keşfu’l-Hafâ, 2/64)

Bu rivayetin zayıf olduğu başka ifadelerle de rivayet edildiği, ancak bu anlamı destekleyen sahih rivayetler bulunduğu ve "İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zâlimlerden bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız." (Enâm  6/129) mealindeki ayetin, bu rivayetin anlamını desteklediği ifade edilmiştir. (bk. Keşfu’l-Hafâ, a.y.)

Bu anlamı destekleyen bir hadîs-i kudsî’de şöyle buyurulmuştur:

“Azîz ve celîl olan Allah şöyle buyurdu; 'Buğzettiklerimle buğzettiklerimden intikâm alırım. Sonra da döner, hepsini cehenneme döker, sürer, atarım.' (Mecmeu’z-Zevâid, 7/289)

Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselam, ümmetiyle çok alâkadar olduğundan, bu gibi haberlerle onların dikkatini çekiyor ve adetâ şunu demek istiyor:

“Ümmet-i Muhammed cezalandırılmayı hak ettiğinde Allah, onları terbiye etmek için zalimleri onlara musallat eder."

Evet, zalim Allah’ın kılıcıdır. Önce onunla intikam alır; sonra da döner ondan intikam alır. Yani zalim de zulmünde payidar olmaz; ancak Allah, önce bu zalimleri Müslümanların üzerine musallat eder. Sonra da tutar onları sarsar ve yerin dibine batırır. İşte böyle kötü bir sonuçtan sakınmaları için, o şefkat ve rahmet Peygamberi (asm), ümmetini ikaz ediyor, Allah’ın gazabını celbedecek hareketlerden kaçınmalarını tavsiye ederek, başlarına gelecek bela ve musibetleri haber verdiği gibi, o olayın nedenlerini de açıklayarak bunlardan sakınmalarını istiyor.

Demek ki, Allah bazen bir zâlimi diğer bir zâlimin üzerine musallat ederek o zalimi cezalandırıyor. Allah, zulmün cezâsı olarak  zâlimi zâlime musallat kılar, o da onları zillet ve felâkete götürür.

Nefsine zulmeden günahkâr zâlim, halkına zulmeden zâlim yönetici ve ticaretinde insanlara zulmeden hilekâr tüccar gibi bütün zâlimler, bu âyetin tehdit kapsamına girmektedir. Halk ne zaman zâlim durumda olurlarsa, Allah onlara başka bir zâlimi musallat eder. (bk. Razi, Mefatih, ilgili ayetin tefsiri)

Sonuç olarak bunlar, zâlimler için bir tehdittir. Eğer zulmünden vazgeçmezse  Allah ona diğer bir zâlimi musallat eder. Nitekim bu durum, şu ayet mealinde belirtilmiştir:

"De ki: 'Allah'ın azâbı size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimlerden başkası mı yok olur!" (En'âm  6/47)

Allah, zalime tövbe etmesi için mühlet verse bile, asla ihmal etmez. Bir Müslüman, mazlum olsa bile asla zalim olmaz ve olmamalıdır.

24 Kadere iman eden kederden emin olur, sözünü açıklar mısınız?

Kadere iman, insan için, en büyük huzur kaynağıdır. Mümin olan insan, gerek kendi nefsinde gerek dış âlemde gördüğü bütün tanzim ve takdirlerin nice hikmetlerle dolup taştığını ve hepsinin de rahmeti netice verdiğini düşünür. “Kaderin her şeyi güzeldir.” diyerek, başına gelen her türlü hâdisenin altında rahmet ve hikmeti arar.

Dünya ve âhiret saadeti için gerekli her teşebbüsü yapar ve sonunda Allah'ın rahmet ve keremine itimat eder, huzur bulur! Kaybettiğine gam çekmez. Geçmişte kaçırdığı fırsatlara "Ah!.." etmez. "Şöyle olsaydı böyle olmazdı!" yahut, "Böyle olmasaydı şöyle olurdu!" gibi lâfların ruha sıkıntı vermekten öte bir fayda sağlamadığını bilir. Mazinin yükünü sırtından atar. Allah'a güvenerek istikbale doğru yol almaya koyulur, huzur bulur!..

Allah'ın kendisine lütfettiği nimetlerle, servetlerle, kabiliyetlerle övünmez, gururlanmaz. Her hayrı ondan bilir, huzur bulur!..

- Kadere inanmayanlar insanlığa neyi takdim ediyorlar?
- Çalışmayıp, tembelce oturmayı mı?
- Yoksa, sebeplere teşebbüs etmekle birlikte, sonra neticeyi rıza ile karşılamayıp üzülmeyi, dövünmeyi mi?
- Bunda insanlığı ıstıraba sürüklemenin ötesinde ne fayda umuyorlar?
- Hassas ruhu ve tahammülsüz bedeni ile şu aciz insanı, nasıl bu ağır yükün altına sokuyorlar!..
- Yoksa huzursuz, asabi ve isyankâr ruhlardan, kendi yıkıcı emelleri hesabına bekledikleri bir şeyler mi var?

Zaten kaderin iman esasları arasına girmesinin bir diğer hikmeti de insanı hayatın ağır yüklerinden kurtarıp ruhuna bir rahatlık ve hafiflik vermesidir.

İnsan, kâinatla alâkalı bir varlıktır; nihayetsiz maksatları ve arzuları vardır. İnsanın kudreti ve iradesi ise ihtiyaçlarının milyonda birisine dahi kâfi gelmez. Ayrıca insan, çevresinde görüp hikmetini anlayamadığı bazı hâdiselerin tesirinden kendisini çoğu kere kurtaramaz, huzursuz olur. Meselâ, acıklı bir sahne görse bir zaman kendisini onun tesirinden alamaz ve hayatı acılaşır.

Bu noktada insanın imdadına yetişebilen tek yardımcı, hakkındaki ilahî takdire imandır. Kadere hakiki mânâda iman eden bir kişi, ihtiyaçlarının ve korkularının hasıl ettiği manevi baskıları ve ağır yükü zihninden çıkarıp -tabir yerindeyse- kaderin gemisine kor/bırakır. Böylece hem zihni, hem de kalbi/ruhu sükun ve rahata kavuşur. Şöyle ki:

Kâinatta meydana gelen bütün işlerin bir ilâhî kanun nizamıyla cereyan ettiğine, yani her şeyin engin bir rahmet ve sonsuz bir kudretin kontrolünde hikmetle yürüdüğüne inanan bir kimse, yaşadığı âlemin lezzet ve güzelliklerinden, helal dairesinde, emniyet içinde istifade etmeye bakar. Diğer bir ifadeyle, O’nun merhametine, icraat ve kanunlarının güzelliğine istinaden her şeyi güzel tarafından görür ve buna bağlı olarak hayatını elemsiz bir lezzet ve saadetle geçirir. Bu açıdan da kadere iman o kadar huzur vericidir ki, tarif edilemez. Bu mânâda kadere iman eden birisi, kederden ve üzüntüden emin olur. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şerifinde bu gerçeğe dikkat sadedinde

“Kadere iman, kaygı ve üzüntüyü giderir.” (Münavî, Feyzu’l-Kadîr, 3/187) buyurmuşlardır.

Netice olarak, "İlâhî takdirin / kaderin her şeyi güzeldir." hakikatini kavrayıp ona teslim olan bir insan, her şeyde ilâhî kaderin hikmet ve adaletini görür.

25 Kur'an-ı Kerim'de; "Allah kime hidâyet verirse doğru yolda olan odur; kimi de hidâyetten mahrum…" deniliyor. Burada Allah'ın insanı zorlaması söz konusu mu?

Bu soruda iki şık var: Birincisi Cenâb-ı Hak külli irâdesiyle nasıl diliyorsa, öyle mi oluyor; yoksa insan kendi iradesiyle mi yapıyor? Bu sorudaki âyet şöyledir:

"Men yehdillâhu felâ mudille leh. Ve men yud'lil felâ hâdiye leh / AIlah (C.C) bir kimseyi hidayete erdirirse, kimse onu saptıramaz. O kimi de dalâlete iterse, kimse onu hidayete getiremez." (Kehf, 18/17)

Mânâ olarak, hidayet; doğru yol, rüşd, peygamberlerin gittiği istikâmetli olandır. Dalâlet ise, sapıkların yolu; doğru yolu kaybetme ve istikametten ayrılma demektir.

Dikkat edilirse, bunların her ikisi de birer iş, birer fiildir. Ve insana ait yönü ile birer ufûle, birer fonksiyondur. Bu îtibarla, bunların her ikisini de Allah'a vermek gereklidir. Arzettiğimiz gibi, her fiil Allah tarafından yaratılmaktadır. Allah`ın tasarrufu dışında olan hiçbir fiil gösterilemez. Dalâleti (yoldan çıkmayı), "Mudil" isminin gerekçesiyle yaratan, hidâyeti (doğru yola ulaşmayı), "Hâdi" isminin tecellisine bağlayan ancak Allah (C.C)'dir. Evet, ikisini veren de Hak'tır.

Ama, bu demek değildir ki; kulun hiçbir müdahalesi, alakası olmadan, Allah tarafından zorla yoldan çıkarılıyor veya hidâyete, yani doğru yola sevk ediliyor da, o da ya dâll (sapık) veya râşid (dürüst) bir insan oluyor.

Bu meseleyi kısaca şöyle anlamak da mümkündür: Hidâyete ermede veya dalâlete düşmede, işlenen bir fiil ne kadarsa; meselâ, bu iş on ton ağırlığında bir iş ise, bunun onda birini dahi insana vermek hatadır. Hakiki mülk sahibi Allah'tır ve o iş mutlaka mülk sahibine verilmelidir.

Bunu bir örnekle izah edecek olursak:

Allah hidayet eder ve hidayetinin vesileleri vardır. Camiye gelmek, nasihat dinlemek, fikirlerini nurlandırmak, hidayetin birer yoludur. Kur'ân-ı Kerim'i dinlemek, mânâsını araştırıp derinliklerine nüfuz etmek de hidâyet yollarındandır. Resûl-i Ekrem (asm)'in huzuruna gitmek, ders verirken önünde oturmak, onu can kulağı ile dinlemek; veyahut, bir İslam aliminin dersini dinlemek, onun cenneti andıran iklimine girmek, onun gönülden ifâde edilen sözlerine kulak vermek ve ondan gelen tecellîlere gönlünü ayna yapmak, hidâyet yollarından birer yoldur. İnsan bu yollarla, hidâyete yakınlamış olur. Evet, câmiye geliş küçük bir yakınlaşma olsa da Allah (C.C) camiye gelişi hidâyete vesile kılabilir. Hidâyet eden Allah'tır; fakat, bu hidâyete ermede Allah'ın kapısını, "kesb" ile yani istemek fiiliyle döven/çalan kuldur.

İnsan, meyhâneye, puthâneye gider; böylece "Mudill" isminin kapısının tokmağına dokunmuş ve "Beni saptır" demiş olur. Allah da isterse onu saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz. Dikkat buyurulursa, insanın elinde o kadar cüzi bir şey vardır ki, bu ne o hidâyete ne de dalâlete hakiki sebep olacak mahiyette değildir.

Şöyle bir misâl arz edeyim:

Siz, Kur'ân-ı Kerim'i ve vâz u nasihatı dinlediğiniz, keza, ilmî bir eser okuduğunuz zaman, içiniz nûra gark olur. Halbuki bir başkası minarenin gölgesinde ezân-ı Muhammedi'yi duyarken, vâz u nasihati işitirken, hatta en içten dualara kulak verirken rahatsız ve tedirgin olur da; "Bu çatlak sesler de ne?" diye ezanlar hakkında şikayette bulunur.

Demek oluyor ki; hidâyet eden de dalâleti veren de Allah'tır (C.C). Ama bir kimse delâletin yoluna girdiyse, Allah (C.C) da, binde 999,9 ötesi kendisine ait işi yaratır; -tıpkı düğmeye dokunma gibi- sonra da insanı, dalâlete meyil ve arzusundan ötürü ya cezalandırır veya affeder.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kur'an ayetlerinde geçen "Allah'ın dilediğini hidayete erdirmesi" konusunda çelişki olduğu iddiasına ne dersiniz?

26 İnsan kendi kaderini kendisi mi çiziyor?

Kaderin esas anlamı Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi demektir. Dikkat edersek insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur.

Bizim kaderimiz geçmişte yazılıdır. Buradaki ince nokta, Allah öyle yazdığı için yapmıyoruz; biz yapacağımız için Allah biliyor. Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz. Bu konuya bir misal verelim:

Peygamberimiz (asm) İstanbul'un fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı gelince de dediği gibi çıkmış. Şimdi, "İstanbul Peygamberimiz (asm) dediği için mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi?" O zaman Fatih Sultan yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı yine olacak mıydı? Demek ki Allah Fatih'in çalışıp İstanbul’u fethedeceğini biliyordu ve bunu elçisi Hz. Peygambere (asm) bildirdi.

Mesela Allah dostu evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine “Yarın seni şu kitaptan imtihan edeceğim.” diyor. Fakat öğretmen Allah’ın izniyle onun film, maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan karnesine “0” yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve sıfırı hak ettiğini bildiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp “Senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için önceden deftere sıfır yazmıştım.” diyor. Buna karşı öğrenci “Hocam sen sıfır yazdığın için ben sıfır aldım. Yoksa geçer puan yazsaydın geçerdim.” diyebilir mi?

Demek ki Allah geçmişte kaderimizi yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri bilerek Allah yazıyor. İşte buna kader diyoruz.

Kader ikiye ayrılmaktadır; insan iradesiyle ilgili olmayanlar ve insan iradesiyle ilgisi olanlar. Mesela, insanın göz rengi, erkek mi dişi mi olacağı vs. birinci kısma girer ve hiçbir kimse bunlardan sorumlu değildir. Diğeri ise, bu dünyada imtihan için gönderildiğimizden dolayı bizler ne istiyorsak Cenab-ı Hak ona göre bazı şeyleri halk ediyor, yaratıyor. Mesela, ezan okununca nefsini gemlemiş olan birisi camiye gider. Diğeri, nefsinin peşinden giden ise meyhaneye doğru gitmektedir. İşte bunu isteyen insanlardır, yaratan ise Rabbimiz Halıkımızdır.

Dünyaya gelen her insan bir kader programına tabidir. İnsanın ne yapacağını, başına ne geleceğini Yüce Allah ezeli ilminde biliyor. Ancak Allah’ın bilmiş olması, insanın o işi yapmasını zorlamaz. Çünkü Allah, insanın önüne seçenekler koymuştur. İnsan kendi iradesini kullanarak, hangi yolu tercih ederse, Allah onu yaratır. Dolayısıyla sorumlu olan insanın kendisidir. Bu meselede şöyle bir örnek verilir:

Bir apartmanın üst katının nimetlerle, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir kişinin bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz edelim. Kendisine, apartmanın bu durumu daha önce anlatılmış bulunan bu kişi, üst katın düğmesine bastığında nimetlere kavuşacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba uğrayacaktır. Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o kişinin gücü ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi gücüyle çıkmadığı gibi, alt kata da kendi gücüyle inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin belirlenmesi, içindeki kişinin iradesine bırakılmıştır.

Ayrıca Allah'ın her şeyi ezeli ilmiyle bilmesi, onu yapan kimseyi sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü bimek ile yapmak farklı şeylerdir. Bir suçluyu bilen ve gören değil, o suçu işleyenin kendisi sorumludur.

27 Şerri de Allah mı yaratıyor?

İslam'a göre hayrı, iyiyi, güzeli yaratan da Allah'tır; şerri, kötüyü, çirkini yaratan da.

"Allah şerri nasıl yaratır?" diyenler var. Güya bunlar şerri yaratma fiilini Rabbimize yakıştıramıyorlar. Oysa, sanılanın aksine bu O’nun yüceliğinin alametidir.

Güzel cisimlerin resmini gayet iyi yapan bir ressam, çirkin suretleri de aynı başarıyla resmedebiliyorsa, bu onun sanattaki mükemmelliğini gösterir. Çirkin varlıkların resmini yapamasaydı, bu bir noksanlık olurdu. Kötülükleri yaratma konusuna da bu misalle bakılabilir.

Kaldı ki, şerri yaratmak değil, işlemek şerdir.

"Şerri Allah yaratmıyor." diyenlere hemen soralım: Allah yaratmıyorsa, kim yaratıyor?

Bu soruya verilecek her cevapta şirk kokusu var. Yaratmak Allah'a hastır ve O’nun eşi, benzeri, yardımcısı, ortağı yoktur. Bu meselenin bir yüzü.

Bir de konunun imtihan yönü var. Eğer Allah, sadece hayrı yaratsaydı, kötülükler hiç olmazdı. O zaman imtihanın da bir manası kalmazdı. Harama girmek, günah işlemek, inkâr etmek mümkün olmazdı. Herkes mecburen melek gibi olurdu. Oysa Rabbimizin muradı bu değil. O, kulun kendi isteğiyle hayra yönelmesini arzu ediyor. Bu sebeple, kulun iradesi neyi tercih ederse onu yaratıyor.

Mesela, ayaklarla camiye de gidilir, meyhaneye de. Birincisi hayır, ikincisi şerdir. Allah, kulun dilediğine göre yaratır. Meyhaneye yönelen ayaklar taş kesilseydi, harama meyleden gözler kör olsaydı, ibadet etmeyenler belli bir hastalığa yakalansaydı, kulun iradesi kalmazdı.

Şu hâlde, iyilerle kötüleri ayırmak için, hayrın yanında şerri de yaratmak hikmetin ta kendisidir. Sanıyorum, bu açıklama, "Allah, şerre niye mani olmuyor?" sorusunun da cevabıdır.

28 İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin hakkında bilgi verir misiniz?

İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn, Levh-i Mahfuz'un birer defteri, İlâhî ilmin birer unvanıdırlar. İmam-ı Mübîn, Kitab-ı Mübîn ve Levh-i Mahfuz, her üçü de Bediüzzaman Said Nursi'nin tabiriyle “ilm-i İlâhînin ünvanlarıdırlar.

Mektûbat’ta “İlm-i ezelînin ünvanları olan İmam-ı Mübîn, Kitab-ı Mübîn, Levh-i Mahfuz gibi vücud-u ilmî daireleri”nden söz edilir.

Şualarda ise, “Levh-i Mahfuz’un defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn’de bütün mevcudatın bütün sergüzeştlerini kaydedip yazen” şeklinde bir ifade yer alır.

Bu ifadeler birlikte değerlendirildiğinde, her üçünün de birer kayıt levhası oldukları anlaşılır. Üçü de İlâhî ilme unvan olmuşlar. Onlardan söz edildiğinde akla hemen İlâhî ilim gelir; yoksa onlar bu ilmin kendisi değildirler.

Bediüzzaman Hazretleri, tefsir âlimlerinin İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn hakkında değişik görüşler ileri sürdüklerini, bir kısmının bunları aynı kabul ettiğini beyandan sonra kendi kanaatini şu şekilde ortaya koyar:

“İmam-ı Mübîn”, ilim ve emr-i İlahînin bir nev’ine bir ünvandır ki; âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani zaman-ı hâlden ziyade, mazi ve müstakbele nazar eder."

“Kitab-ı Mübîn” ise, âlem-i gaybdan ziyade, âlem-i şehadete bakar. Yani, mazi ve müstakbelden ziyade, zaman-ı hazıra nazar eder ve ilim ve emirden ziyade, kudret ve irade-i İlâhîyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübîn, kader defteri ise; Kitab-ı Mübîn, kudret defteridir.” (Nursi, Sözler)

İmam-ı Mübîn de Kitab-ı Mübîn de Levh-i Mahfuz’un defterleri, ama aralarında fark var.

Bu ince farkı, şu ifadelerde bir derece hissedebiliyoruz:

"Evet, bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evamir-i tekviniyenin ünvanı olan 'Kitab-ı Mübîn'den haber veren ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlahînin bir ünvanı olan 'İmam-ı Mübîn'den haber veren ve remz eden iki kader tecellisi var: Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halk olunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namıyla tabir edilen vakit-bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır.” (Nursi, Sözler)

Kitab-ı Mübîn şu varlık âleminde boy gösteren her şeyin yaratılış plânını ve programını ifade ediyor. Meyvelerin çekirdeklerinde, canlıların yumurtalarında yahut nutfelerinde kendilerinden çıkacak varlıkların bütün özellikleri yazılı. Demek ki tabiattaki her varlığın bir plân ve programa göre vücut bulduğunu insanoğlu anlamış, ama bir kısmı bu programı o varlığın kendi tabiatına vererek İlâhî ilmi ve onun bir levhası olan Kitab-ı Mübîn’i düşünememişler.

Çekirdekler parçalanıyor, filizleniyor, fidan haline geliyor, bir süre uzuyor, sonra değişik yönlerden dallar çıkmaya başlıyor. Daha sonra çiçekler ve yapraklar boy gösteriyorlar. Bütün bunlar “genetik şifre” denilen o ilk programda yer alıyorlar. Kısacası ağacın her şeyi o çekirdekte yazılı. Ve bu kayıt Kitab-ı Mübîn'den haber veriyor.

Öte yandan, bir çekirdek hangi bahçeye ekilecek, ne zaman bir haylaz çocuk bir dalını koparacak, hangi tarihte nasıl bir fırtınaya maruz kalacak, ne gibi zararlar görecek, sonunda ne olacak, kesildikten sonra nereye götürülecek ve ne yapılacak? Bütün bunları o genetik şifrede bulmak mümkün değil. Bunlar da yine İlâhî ilim dairesinde meydana geldiğine göre, bütün bu safhalar da yine bir ilme ve onun mazharı olan bir kitaba göre vücut bulmalı. İşte bu kitap, İmam-ı Mübîn’dir.

Bir insan için de benzer şeyler düşünebiliriz: Nutfe denilen tohumunda bütün fizikî özellikleri yazılmış. İki gözü olması ve bunların yüzde simetrik olarak yerleşmeleri, parmaklarının sayısı ve dizilişi, al ve akyuvarlarının özellikleri, ciğerinin, böbreğinin, kalbinin, beyninin şekilleri, vazifeleri, büyüklükleri kısacası her şeyi o nutfede şifre olarak yazılı.

Genlerdeki bazların muhtelif dizilişlerinden değişik özellikler ortaya çıkıyor.

Bununla birlikte, hangi ilkokula gideceği, ne zaman mezun olacağı, lise ve üniversite tahsillerini nerelerde yapacağı, kimlerle arkadaş olacağı, onlarla nerelere gideceği, neler yapacağı, hayat imtihanında nelerle karşılaşacağı, ne zaman hangi hastalığa tutulacağı ve yine nerede ve ne zaman öleceği, kabir âleminde nasıl bir muamele göreceği ve ötesi... Bütün bunlar her insan için ayrı bir kitap, ayrı bir eser gibidir.

Bu kitabın nutfedeki programla bir ilgisi yoktur. Nutfe ile başlayan rahim yolculuğunun bütün safhaları Kitab-ı Mübîn’de yazıldığı gibi, bedeni ve ruhuyla insanoğlunun hayat yolculuğunun tamamının kaydedildiği bir ezelî defterin bulunmasını akıl zarurî görüyor. İşte Üstad Bediüzzaman, bu defterin İmam-ı Mübîn olduğunu beyan ediyor.

Şu noktanın gözden uzak tutulmaması gerekiyor: “Yazma” denilince harf harf kaleme almayı anlamak eksik olur. Genlerin dizilişi yazı yazmadan çok farklıdır. Hafızanın bir şeyi kaydetmesi de daktiloyla yazmaya benzemez. Bir teyp bandında yahut video kasetinde de sözler ve olaylar kalemle kaydedilmiyorlar.

İşte her şeyin ve her hadisenin, Levh-i Mahfuz’un defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn’de yazılması bunların çok ötesinde bir keyfiyetledir. Bu kaydın da harflerle, kelimelerle alakası yoktur.

Son olarak Kitab-ı Mübîn’in bir başka mânâsı üzerinde de kısaca duralım. Birçok müfessirlerimiz Kitab-ı Mübîn’in bir cihetinin Kur’an-ı Kerim olduğunu beyan ederler. Özellikle, En’am Suresindeki, “Yaş ve kuru ne varsa hepsi Kitab-ı Mübîn’dedir (apaçık bir kitaptadır) âyetini, Kur’an olarak izah ederler.

Bediüzzaman Hazretleri de Sözler adlı eserinde, “Bir kavle göre Kitab-ı Mübîn, Kur’an’dan ibarettir. Yaş ve kuru, her şey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor.” cümlesiyle bu manaya iştirak eder. Ve şu açıklamayı getirir:

“Evet, her şey içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazen çekirdekleri, bazen nüveleri, bazen icmâlleri, bazen düsturları, bazen alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar.”

29 Olumlu düşünmenin dinimizdeki yeri nedir; hayatımızda nasıl bir etki yapar?

İyi düşündüğümüz her zaman mutlaka iyilikle, güzellikle karşılaşacağımızı, kötü düşündüğümüz her zaman da mutlaka kötülükle karşılaşacağımızı düşünmek doğru değildir. Bu husus hayatın tasdik ettiği bir realitedir.

Ancak, gelecekte olabilecek, başımıza gelebilecek kötü olayları şimdiden düşünmek son derece yanlıştır. Çünkü, başımıza gelip gelmeyeceğini kesin olarak bilmediğimiz bir kötülüğü düşünerek huzursuz olmak, akıl ve mantık açısından da yanlıştır. Ayrıca, gelecek zaman şimdi yoktur, dolayısıyla gelecekte olabilecek bir kötülük de yoktur. Yok olan bir zamanda, yok olan bir sıkıntıyı düşünmek, iki yokluğa varlık rengini vermek ve olmaması gereken bir ıstıraba düşmek manasına gelir. İster o sıkıntı ileride olsun, ister hiç olmasın her iki durumda da şimdiden olmuşçasına düşünce alanına alıp acı ve üzüntü duymak akıllıca bir tavır değildir.

Halbuki bunun aksine, gelecekte olabilecek bir güzelliği şimdiden düşünmekte hiçbir zarar olmadığı gibi, hayata huzur katan bir sinerji görevini görür. İleride gerçekleşmese bile fazla bir yan etkisi olmaz.  Yeter ki ciddi bir hayal kırıklığı meydana getiren safdilane, aşırı bir iyimserlik olmasın.

İslam,  hep iyi düşünmemizi isterken, sıkıntılı bir durumda kalmaktan, ümitsiz bir süreçte yaşamaktan, hayatı cehenneme çeviren ve bizi demoralize eden hayal ve tasavvurlardan uzak tutmayı hedeflemiştir.

İşin diğer bir boyutu vardır ki o çok daha önemlidir; özeti şudur:

Zihninde hep kötü şeyleri düşünen, başına kötü şeylerin geleceğini tasavvur eden kimse, bununla Allah’a karşı haksız yere suizan yapmış olur. İyi düşünen kimse ise, Allah’a karşı hüsnüzan etmiş olur. Çünkü her şey ancak Allah’ın yaratmasıyla olur. Allah’ın kendisine suizanda bulunan kimseye ceza olarak düşündüğü kötü şeyleri başına getirmesi, kendisine hüsnüzan eden kimseye de bu güzel düşüncesine bir mükâfat olarak iyiliği kısmet etmesi, adalet ölçüsü açısından önem arzetmektedir.

Kutsî bir hadis-i şerifte “Ben kulumun bana olan zannı yanındayım.” (Buharî, Tevhit,15; Müslim, Tevbe, 1) ifadesine yer verilmiştir. Yani kulum beni nasıl düşünüyorsa, benden neler ümit ediyorsa, bana nasıl bir ümit bağlamışsa, onunla öyle muamele görürüm. Demek ki, büyük bir ümitle yüceler yücesi Yaratıcının rahmet kapısına gelenler -genellikle- boş elle dönmezler.

Bazı alimlere göre bu hadis hususi olarak kulun şu konularda Allah’a hüsnüzan etmesinin gereğine işaret edilmiştir. Şöyle ki;

Kul dua ettiği zaman, Allah’ın duasını kabul edeceğine inanır. Samimi olarak tövbe ettiğinde Allah’ın tövbesini kabul edip affedeceğine inanır. Samimi bir şekilde yaptığı ibadetlerinin Allah tarafından kabul edileceğine inanır. Bu müspet düşünceler, Allah’a karşı hüsnüzan olduğu gibi, aksini düşünmek de Allah’a karşı su-i zandır, ümitsizlik anlamına gelir ki, çok büyük bir günahtır.(bk. İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi)

Olumlu düşünmenin hayatımız üzerindeki etkisi gayet büyüktür. Olumlu düşünme sadece kişinin kendisinde değil, başkalarında bile olumlu etkisi söz konusu olmaktadır.

Güzel düşünme, güzel görme ile ilgilidir. Zira, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.

İyi düşünce, insanın iç dünyasının duru ve saflığını gösterirken; kötü düşünce de iç dünyanın bulanıklığını ve kişinin net ve somut bir kişiliğinin oluşmamasının nedeni olabilir.

30 "Ecel birdir, değişmez." hakikatını nasıl anlamalıyız?

Ecel birdir değişmez. Bazı kimseler Resul-i Ekrem (asm) Efendimizin:

"Sadaka belâyı def eder ve ömrü uzatır." (bk. Heysemi, Mecmaü’z-Zevaid, III, 63)

hadîs-i şerifini ileri sürerek, ömrün uzayabileceğini ve dolayısıyla da ecelin değişebileceğini iddia ederler. Evvelâ şunu belirtelim ki, sadakanın ömrü uzatmasının hakikati ne olursa olsun, neticede insanın ölümü söz konusudur ve bu ise ezelî ilmiyle Allah'ın malûmudur. Bu noktadan, onun ölüm vakti ve dolayısıyla da ömür müddeti Allah tarafından takdir edilmiş olup bunun değişmesi mümkün değildir. Meselâ, bir kimsenin verdiği bir sadaka ile ömrünün iki yıl uzadığını farzedelim. Bu şahsın, ecel-i muallâk dediğimiz, şarta bağlı eceli, eğer sadakayı verirse ömrü elli sene, vermezse kırk sekiz sene, şeklinde olsun. Cenâb-ı Hak o şahsın söz konusu sadakayı vereceğini bildiği için, ömrünü elli sene olarak takdir etmiştir. İşte bu ecel değişmez.

Yukarıda takdim ettiğimiz hâdîs-i şerif ile Peygamber Efendimiz (asm) mü'minleri hayra teşvik etmekte ve aralarındaki sevgi bağlarını sadaka ile perçinlemektedir. Sadakanın belâyı def etmesi, Allahü Zülcelâl'in lütfü ve atâsıdır. Verdiğimiz sadakaların ne gibi belâların define vesile olduğu ise, bizim meçhûlümüzdür. Verdiğimiz sadakalarla ve yaptığımız hayırlı hizmetlerle başımıza gelecek birçok belâların define sebeb olmaktayız. Vücuda gelmediği için bilemediğimiz bu belâların defi, bizim için ayrı bir nimettir ve bu nimet menfî nimet şeklinde ifâde edilmektedir. Sadakanın müsbet nimet olması ciheti ise, mü'minlere hayır ve hasenat kazandırmasıdır.

Sadakanın ömrü uzatmasını kelâm ilminin büyük âlimlerinden Teftazânî Hazretleri, Şerh-i Akaid adlı eserinde çeşitli yönleriyle izah etmiştir. Teftazânî Hazretleri'ne göre:

"Ömrün uzamasından maksat, ömrün bereketlenmesidir. Âhirete hayır ve hasenat için verilmiş bir sermaye olan insan ömrünün uzaması, bu sermaye ile daha çok kâr elde etmek manasınadır. Buna göre ömrün müddetinde bir değişme olmasa da, sadaka yoluyla mahsulünde bir artma olması ömrün uzaması demektir. Bunu bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Bir ağacın her baharda dört bin meyve verdiğini ve ömrünün on sene olduğunu farzediniz. Cenâb-ı Hakk'ın ağaca lütuf ve insanıyla baharlardan birinde dört bin yerine sekiz bin meyve verdirmesi halinde, ağacın ömrü manen bir yıl uzamış, demektir. İşte sadaka da insan ömrünün verimini artıran güzel bir vasıtasıdır. Ve bu mânâda ömrü uzatmaktadır."

Yukarıdaki hakikati Teftazânî Hazretleri şu şekilde ifâde etmiştir:

"Sadaka, ömürden maksûd-u ehem (en önemli gaye) olan şeyi ziyade ediyor (artırıyor). O da amel-i sâliha ile kemâle ermektir. Çünkü insanlar nefislerini kemâle ve iki dünya saadetine, salih ameller ile getirebilirler."

Sadakanın ömrü uzatmasının diğer bir mânâsı, rızıkta berekete ve ömrün huzur ve sürür ile geçmesine vesile olmasıdır.

Başka bir mânâ da, ömrün uzaması, ölümden sonra hayır ve hasenat defterinin kapanmamasıdır. Bilindiği gibi, sadaka mal yanında ilim ve irfan ile de olmaktadır. Mü'minlere faydalı bir eser neşreden bir âlimin sevap defteri ölümüyle kapanmaz. Bu ise onun ömrünün uzaması demektir. Zira, ömrü uzadıkça hayır ve hasenatına devam edecek olan o zât, aynı işi ölümden sonra da yapabildiğine göre manen hayattadır demektir.

"Kişi trafik kazası ile ölmeseydi başka bir nedenle ölürdü." şeklindeki sorunuzun cevabı için tıklayınız:

- Öldürülen veya intihar eden kişiler ecelleriyle mi ölmüş oluyorlar? ...

31 Bütün fiillerimizi Allah yarattığına göre, bizim suçumuz ne?

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba uğrayacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela, Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve tercihine bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Kendi fiilinin yönünü belirleyebilen bir insan benim fiillerimi Allah yarattı öyleyse benim ne suçum var deme hakkına sahip olamaz. Böyle düşünmek insanın seçme iradesini değersiz hale getirmek olur. İnsanın bu seçme/tercihte bulunma niteliğini (irade) değersizleştirmek ise onun insan olma vasfını yok saymak anlamına gelir.

32 Allah bizim ne yapacağımızı biliyor ise, bizi neden dünyaya gönderdi?

Allah, bu kâinatı yaratırken, bizim küçük aklımızın mühendisliğine göre değil, kendi sonsuz hikmetine göre tanzim etmiştir. Aklımızın her şeye ermemesi normaldir.

“Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler, diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)

mealindeki ayette yaratılışımızın gayesi belirtilmektedir.

Adalet kavramı -öngörülerle değil- uygulamalara göre tespit edilir. Buna göre;

Bir öğretmen düşünün ki, -kerametine veya ferasetine yahut bir yıl önceki tecrübesine dayanarak- A ve B adlı iki öğrencisinin yeni kayıtlarını yaparken onlara der ki; “Ben B’nin sınıfta kalacağını, A’nın da sınıfı birincilikle geçeceğini biliyorum.” demiş olsa, bu kesin bilgisine rağmen çocuklara “Madem işin sonu bellidir, okula devam etmenize gerek yok!..” şeklinde bir teklifte bulunabilir mi? Böyle bir teklif öğrenciler tarafından hoş karşılanmayacağı açıktır. Yapılacak şey, adaletin tecellisi için her iki öğrenciye de fırsat eşitliği tanımak, onlara okula devam imkânını sağlamaktır. Eğer sene sonunda sınıfta kalan öğrenci itiraz edip “Öğretmenim! Sen durumumu bildiğin için ben sınıfta kaldım.” diye bir hezeyanda bulunsa, elbette hocasının cevabı kolaydır:

“İlim sıfatı, kuvvet / kudret sıfatı gibi değildir, onun yaptırım gücü yoktur. Yani; ben bildiğim için siz sınıfta kalmadınız. Siz sınıfta kalıyor olacağınızdan ben bildim. Çünkü ilim maluma tabidir. Bir şey nasıl olacaksa, öyle bilinir. Faraza ben bilmeseydim, sen yine sınıfta kalacaktın. Çünkü bilgimle seni sınıfta kalmaya zorlamadım, bilakis herkese tanıdığım imkanları sana da tanıdım. Cehaletinin ve tembelliğinin faturasını hocaya çıkarmak büyük bir küstahlıktır…” diyecektir.

Bu örneğin penceresinden hakikatin yüzüne bakabilirsiniz.

İlave bilgi için tıklayınız:

"Madem Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse ...

Bizim ne yapacağımız, kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var? ...

Allah'ın bizim ne yapacağımızı bilmesi ve kader konusunda bilgi verir misiniz?

33 Duanın kaderimize etkisini merak ediyorum; değiştirebilir miyiz duamızla kaderimizi?

Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kaza demektir. O kararın ibtaliyle hükmü kazadan afvetmek, atâ demektir.

Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun kat'iyyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek atânın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir. Atâ, kaza kanununun şümulünden ihraçtır. Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracıdır. Bu hakikate vâkıf olan ârif:

"Ya İlahî! Hasenatım senin atâ'ndandır. Seyyiatım da senin kaza'ndandır. Eğer atâ'n olmasa idi, helâk olurdum." der. (Mesnevi-i Nuriye, 206)

Yani, Ata, bir şey hakkında verilen kararın iptali ve hükmün kaza edilmekten afvedilmesi, şeklinde tarif edilmektedir. Ata denilince, o Rahîm-i Kerim'in ve Gafûru'r-Rahîm'in af ve ihsanı anlaşılır.

Örneğin, bir musibetin başımıza gelmesi kaderimizde belli bir tarihde tayin edilmiş var, eğer bu kaderdeki tarihde başımıza gelecek musibet yerine gelirse, bu kaza olur. Ancak belirlenen tarihten önce yaptığımız bir iyilik, bir dua o kazanın hükmünü kaldırır, Cenab-ı Allah' ın bu hükmü kaldırma fiiline atâ denir.

Atanın kaza kanununu, kazanın da kaderi bozmasını şöyle açıklayabiliriz:

Bir padişahın umumî kanunları yanında bir de belli günlerde tatbik ettiği af ve ata kanunu vardır. Padişah o günlerde, suçlulardan bir kısmını afveder, diğer bir kısmının cezalarını hafifleştirir, bir kısım raiyetinin ise rütbelerini yükseltir ve maaşlarını artırır. İşte, daha önce umumî kanunla takdir edilen ceza, rütbe ve maaşlar, bu ata kanunuyla yürürlükten kaldırılmış olur.

Meselâ, bir şakinin işlediği bir suça karşılık on yıl hapis yatması takdir edilmiş olsun. Ata kanunuyla bu cezanın afvedilmesi halinde artık ceza infaz edilmez ve ata, kaza kanununu bozmuş olur. Cezanın kaza edilmemesiyle de kader kanunu, yâni onun suçuna mukabil takdir edilen on yıllık hapis cezası bozulmuş olmaktadır. İşte, bu misâl gibi, insanların işledikleri günahlara karşılık, kendilerine takdir edilen uhrevî cezalar Cenâb-ı Hakk'ın ata kanunuyla, yâni O'nun af ve ihsanıyla kaza edilmekten alıkonmakta ve böylece ata kanunu kaza kanununu bozmaktadır. Aynı şekilde, kazanın bozulmasıyla kader kanunu da bozulmuş, takdir edilen ceza değişikliğe uğramış olmaktadır.

Bir başka misal, kul bir günah yerine gitmek niyet ve meyliyle evden çıkar. O bu niyetle irâde düğmesine dokunduğu için, Allah da meylinin neticesini yaratacak ve onu irâde ettiği yere götürecektir. Fakat, o kulun güzel bir hali, Allah (c.c)’ın hoşuna gidecek bir tarafı, söz gelimi gecesinin zülüfünde iki damla gözyaşı ya da arabasıyla bir-iki arkadaşını bir sohbete götürüşü vardır da, bunlar Rahmet-i İlâhî'yi ihtizaza getirmiştir ve Allah (c.c) da yolda o kulun karşısına kendisini günah mahalline değil de gülzâra götürecek bir arkadaş çıkarır ve kulun iradesiyle hak ettiği hükmü değiştirir. İşte, Allah (c.c)’ın sebepli sebepsiz kulu hakkındaki bir hükmü veya bir kazâyı onun lehinde değiştirmesi, O’na ait bir atâdır.

Diğer taraftan, ata, kaza kanununun şümulünden ihraçtır, denmektedir. Şöyle ki, bir günah için takdir edilen ceza külli bir kanun iledir. Yâni, şu suçu işleyene şu ceza verilir, şeklindeki takdir, küllidir. Söz konusu suçu işleyen bir kimsenin tövbe etmesi halinde, günahının afvedilmesi ile kaza kanununun şümulünden bir ihraç durumu hâsıl olmaktadır. Bu ise aynı zamanda, kader kanununu külliyetinden bir ihraç mânâsındadır.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kaide, kaderin değişip değişmediği sorusunu hatıra getirmektedir...

Bu nokta da şunu ifâde edelim ki, İlm-i İlâhî'nin değişmesi muhaldir. Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hâdiseler gibi, ata kanununun tatbikatı da o ilmin şümûlündedir. Bu kader değişmez. Değişiklikler sabit ve derin olan Levh-i Mahfûz'un daire-i mümkinatta bir defteri ve yazar bozar tahtası hükmündeki Levh-i Mahv ve isbat'ta olmaktadır. Önce takdir edilen nice cezalar, daha sonra tövbe vesilesiyle ve ata kanunu ile afvedilmekte, Levh-i Mahv ve İsbat'tan silinmekte ve kaza edilmemektedir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadir:

"Allah dilediği şeyi mahveder ve dilediğini isbat eder. Nezdinde kitabın aslı olan Levh-i Mahfuz vardır."(Ra'd, 13/39)

34 İnsanlar günah işleme özelliğinde yaratıldığı halde, neden cehenneme atılıyor?

Risale-i Nur Külliyatından bir hakikat dersi:

“Bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahr ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücazatı ister. Mükâfat ve mücazat menzilleri ahirettir.” (Mesnevî-i Nuriye, Lasiyyemalar)

İtaat edenlere mükafat verememek gibi, isyan edenleri cezasız bırakmak da padişahın izzetine yakışmaz; her ikisi de acizlik ve zaaf ifadesidir. Cenab-ı Hak bu gibi noksanlıklardan münezzehtir.

Onun kahrının tecelli etmemesini istemek, iki mânâya gelir:

Birisi, isyankârlara, azgınlara, zalimlere karşı hiçbir ceza tatbik edilmemesi. Bu, Allah’ın izzetiyle, gayretiyle, hikmet ve adaletiyle bağdaşmaz. Bu şık mümkün olmadığına göre, geriye bir tek şık kalıyor: İnsanların isyansız bir yaratılışa sahip olmaları, hep itaat üzere bulunmaları. Bu ise insanın değil, meleğin tarifidir.

İnsan günah işleyebilen bir varlık. “Benim günah işlemem mümkün değil.” diyebilen hiç kimse bulunmuyor. Her insan, şu veya bu şekilde, az veya çok, günah çukuruna yaklaşıyor, bazen de içine düşüyor.

Bizler, akıl ve kalb dengesi içinde hayatımızı sürdürüyoruz. Fakat, insan sadece akıl ve kalbden ibaret olmadığı için, başta nefis olmak üzere baskın duygular, söz dinlemez hisler, önü alınmaz hevesler ve karşı konulmaz vehimler altında, bazen farkında olarak veya olmayarak irademize söz geçiremiyor ve günah işliyoruz.

İşin aslına bakılırsa, Yüce Allah bizi kendisine yaklaştırmak, bizi kendisine muhtaç etmek, bizi kendisine çekmek için birbirinden farklı, değişik vesileler yaratmış. Meselâ, acıkma gibi bir duygu verip, bizi rızka muhtaç etmiş, Rezzak olduğunu göstermiş ve bizi bu yolla Kendisine bağlamış. Biz de kul olarak bütün ihtiyaçlarımızı O’ndan istemiş, O’nu Rezzak olarak bilmiş, gerçek anlamda rızık verici olarak O’nu tanımışız. Demek ki, Rezzak ismi, acıkmamızı gerektiriyor.

Aynı şekilde, biz günahkârız, Allah bağışlayandır. Biz hata işliyoruz, Allah affedendir. Biz isyana kapılıyoruz, Allah mağfiret edendir. Biz tevbe ediyoruz, Allah tevbemizi kabul edendir. Allah Gafûr’dur, Afuvv’dur, Gaffâr’dır, Tevvâb’dır. İşlediğimiz günahlar bizi Allah’ın bu isimlerine götürüyor, bizi O’na yöneltiyor. Böylece Allah’ı Gafûr ve Gaffâr isimleriyle tanımış oluyoruz. Bediüzzaman’ın dediği üzere, "Gaffâr ismi günahların vücudunu ve Settâr ismi kusurların bulunmasını iktiza ediyor." Açıkçası, günah işlensin ki Allah’ın Gaffâr ismi tecelli etsin; kusur edilsin, hata yapılsın ki, Allah da kulunun kusurunu yüzüne vurmayıp örterek Settâr olduğunu göstersin.

Bir hadisinde, sevgili Peygamberimiz (asm) bu tatlı gerçeği ne de güzel dile getiriyor:

“Nefsim kudret elinde olan Zât’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helâk eder; sonra günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi.”1

Ne Kadar Günah, O Kadar Tövbe

İnsan nefsine aldanır, şeytana kanar, hislerine hâkim olamaz, iradesine söz geçiremez de, sonunda bir günah işler, ardında da yaptığına, yapacağına bin pişman olur ve tövbe üstüne tövbe eder. İşte, kulun günah işlemiş de olsa tövbe ile Rabbine rücu ettiği bu hal, hadislerden öğrendiğimize göre, Cenâb-ı Hakk’ı hoşnut etmektedir.

Ebû Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtü vesselâm Rabbinden naklen buyurdular ki:

"Bir kul günah işledi ve ‘Yâ Rabbi, günahımı affet!’ dedi. Hak Teâlâ da ‘Kulum bir günah işledi; arkadan bildi ki, günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.’ buyurdu. Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve ‘Ey Rabbim, günahımı affet!’ dedi. Allah Teâlâ da ‘Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.’ buyurdu. Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve ‘Ey Rabbim, beni affeyle!’ dedi. Allah Teâlâ da ‘Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi olduğunu bildi. Ey kulum, dilediğini yap, ben seni affettim.’ buyurdu.”2

Büyük hadis âlimi İmam Nevevî, bu hadisten şu hükmü çıkarır:

“Günahlar yüz kere, hatta bin ve daha çok kere tekrar edilse de kişi her seferinde tövbe etse, tövbesi makbuldür. Veya bütün günahlar için bir tek tevbe etse bile, yine tevbesi sahihtir.”

Bir hadiste de, istiğfar eden kimsenin günde yetmiş defa günahını tekrar etse bile, ‘günahında ısrar etmiş’ sayılmayacağı belirtilir.3

Hz. Ali’nin bu konuya getirdiği açıklama daha ilginçtir:

“Beraberinde kurtuluş reçetesi olduğu halde helâk olan kimsenin durumuna hayret ediyorum. O reçete de istiğfardır.”

Zaten Gaffâr ve Tevvâb isimleri, ‘çok çok bağışlayan, tövbeleri çok çok kabul eden, her günah işleyişte istiğfar edeni affeden, her tövbe edişte tövbe edenin tövbesini kabul eden’ anlamına geliyor. Şayet Cenâb-ı Hak kulunu hayatı boyu sadece bir sefere mahsus olmak üzere affedecek olsaydı, ondan sonra insana günah işleme imkânı ve fırsatı vermemesi gerekirdi. Yani, Allah affetmek istemeseydi, bize af isteme duygusunu vermezdi.

Diğer taraftan, Cenâb-ı Hakk’ın günahları bağışlaması O’nun fazlı, lütfu ve ikramıdır. Hadiste de ifade edildiği gibi, günahı sebebiyle cezalandırması ise adaletinin tecellisidir. Said Nursî’nin belirttiği üzere, “Cenâb-ı Hakk’ın günahkârları affetmesi fazldır, tâzib etmesi (azap ile cezalandırması) adldir.” 

Efendimizin (a.s.m.) dizi dibinde yetişen sahabe nesli, bu ince noktayı çok iyi kavramıştı. Allah’ın yüce isimlerini mükemmel mânâda hem çok iyi anlamışlar, hem de hayatlarına yansıtmışlardı. Rivayet ettikleri hadislere bakınca, bu eğitimin seviyesini ve anlayışlarının kapasitesini farketmek hiç de zor değildir.

Meselâ, kulun günahı ne kadar çok olursa olsun ve kul ne kadar af dilerse dilesin, hiçbir zaman isteğinin karşılıksız kalmayacağını, Hz. Enes haber veriyor.

Enes radıyallahu anh, “Ben Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellemi şöyle buyururken dinledim” diyor.

“Allahu Teâlâ (buyurdu ki): Ey Âdemoğlu! Sen bana dua ettiğin ve benden af umduğun sürece, işlediğin günahlar ne kadar çok olursa olsun, onların büyüklüğüne bakmadan seni bağışlarım. Ey Âdemoğlu! Günahların gökleri dolduracak kadar olsa, sen benden bağışlanmanı dilersen, günahlarını affederim. Ey Âdemoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar günahla huzuruma gelsen, fakat bana hiçbir şeyi ortak koşmamış, şirke bulaşmamış olsan, ben de seni yeryüzü dolusu mağfiretle karşılarım.”4

Peygamber Efendimiz (asm) de bir hadisinde, kulun işlediği günahtan dolayı tövbe edip Rabbine dönmesini çöl ikliminde yaşayan, çöle çıkınca varı yoğu devesi olan bir insanın üzüntüsünü ve sevincini dile getirerek bize şöyle anlatır:

“Öyle bir kimse ki, çorak, boş ve tehlikeli bir arazide bulunuyor. Beraberinde devesi vardır. Devesinin üzerine de yiyecek ve içeceğini yüklemiş. Derken uyur. Uyandığında bir de bakar ki, devesi gitmiş. Devesini aramaya koyulur. Bir türlü bulamaz. Açlıktan ve susuzluktan perişan bir vaziyette iken kendi kendine şöyle der: ‘Artık ilk bulunduğum yere gideyim de ölünceye kadar orada uyuyayım.’ Gider, ölmek üzere başını kolunun üzerine koyar. Bir ara uyanır. Bakar ki, devesi yanıbaşında duruyor. Bütün azığı, yiyeceği ve içeceği de devesinin üzerindedir. İşte Allah mü’min kulunun tövbe ve istiğfarı ile böyle bir durumda olan kimsenin sevincinden daha fazla sevinç ve lezzet alır.”5

Anne çocuğunu ateşe atar mı?

Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, şefkati ve merhameti sonsuzdur. Bütün kullara yeter, bütün bir âleme kâfi gelir. Kendini tanıyan, fakat günahtan elini çekemeyen, nefsinin eline esir düşmüş kullarını kendi hâline bırakmaz. Bir başka deyişle, Cenâb-ı Hak kendisine yönelen kulunu çeşitli vesileler yaratarak onu rahmet iklimine çeker. Yani, Allah kulunu cezalandırmak için yaratmamış, bir fırsatını yakalayıp da onu Cehenneme atmak için dünyaya göndermemiş. İnsan nasıl kendi çocuğunu hatasından dolayı ateşe atmazsa, Yüce Allah da kendisini Rab olarak tanıyan kullarından sonsuz merhametini esirgemez, onları Cehenneme atmaz.

Hazret-i Ömer Saadet Asrında şahit olduğu bir olayı anlatırken, bu hususta Efendimiz (asm)'in müjdesini bize de ulaştırıyor.

Bir savaş sonrasıydı. Esirler arasında çocuğundan ayrı düşmüş bir kadın da vardı. Kadıncağız çocuğuna olan özlemini gidermek için gördüğü her çocuğu kucaklıyor, bağrına basıyor ve emziriyordu. Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellem çevresindekilere:

- Bu kadının kendi çocuğunu ateşe atacağına ihtimal veriyor musunuz, diye sordu.
- Asla, atmaz, dediler. Bunun üzerine Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellem,
- İşte Allah Teâlâ kullarına bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha merhametlidir, buyurdu.6

Hadis-i şerifler Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz mağfiretini ve rahmetini anlatıyor. Aynı şekilde, şaşmaz bir prensip olarak âyet-i kerimeler, genel ölçüleri verdikten sonra önemli bir noktayı hatırlatıyor. O da, kulluk şuurunu zedelememek, kulun Rabbine olan saygı sınırını taşmamaktır. Tövbe, istiğfar ettikten sonra, nasıl olsa Allah affeder deyip suç işlemeyi sürdürmemeli ki, kulluk sırrı kaybolmasın. Kur’ân bu gerçeğe şöyle işaret eder:

“Onlar çirkin bir günah işledikleri veya herhangi bir günaha girerek kendilerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar ve günahlarını bağışlaması için ona niyazda bulunurlar. Günahları ise Allah’tan başka affedecek kim vardır? Ve onlar işledikleri günahta bile bile ısrar etmezler.”7

Günahla Manevî Yükseliş

Kul işlediği günahtan dolayı Allah’a daha ciddi olarak sığındığı ve daha ihlaslı bir şekilde yöneldiği takdirde, manevî bir yükselişe de geçebilmektedir. Kur’ân bu gerçeği ‘günahların sevaba dönüştürülmesi’ şeklinde anlatmaktadır.

“Ancak tövbe eden ve güzel işler yapanlar bundan müstesnadır. Allah onların günahlarını silip yerlerine iyilikler verir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”8

Cenâb-ı Hak, suç ve günahlarını itiraf eden, pişmanlık duyan kimselerin hem günahlarını bağışlıyor, hem de günahların yerini sevapla dolduruyor, böylece günah yerini sevaba bırakıyor, günah sevapla yer değiştiriyor. Bu sırdandır ki, bazı hadis âlimleri, “Birtakım günahlar vardır ki, mü’min için birçok ibadetten daha faydalıdır.” derler.

Herkes hata işleyebilir, hatta herkes mutlaka hata eder, günaha girer. Fakat günahkârların da hayırlısı vardır. Bu hayrı Efendimiz (asm) şöyle ifade eder:

“Her insan hata işler; ama hata işleyenlerin en hayırlısı, çok tövbe edenlerdir.”9

Hata işleyenlerin tövbeleri ile hayırlı bir insan olmalarının ötesinde, bir de Allah’ın sevdiği bir kul olma mertebesine yükselmeleri söz konusudur. Kur’ân’ın gösterdiği bu müjde, İslâm’ın insana sunduğu en tatlı müjdelerden biridir:

“Muhakkak ki, Allah çok çok tövbe edenleri ve temizlenenleri sever.”10

Peygamber Efendimiz (asm), bu âyeti şöyle tefsir ederler:

“Şüphesiz Allah, tekrar tekrar günah işlediği halde üst üste tövbe eden kulunu sever.”11

Bu sevginin gerçek şuurunda olan Peygamberimiz (asm), hiçbir günahı olmadığı, günahlara karşı korunduğu halde, günde yetmiş kere, bazı zamanlar yüz kere tövbe ve istiğfar ederdi. Çünkü, istiğfarın içinde ‘mahbubiyet’ mertebesi ve sevinci vardır.

Ancak, bu müjdeyi yanlış bir tarafa çekerek, “Madem günahlar sevaba dönüşebiliyor, önce günah işleyip sonra da tövbe etsek olmaz mı?” gibi cerbezelerle meseleyi istismar etmemek de gerekir.

Böyle bir yaklaşım, her şeyden önce, kulluk edebine aykırıdır. Bu durum, -hâşa- Allah’ı imtihan etmek, dinî hükümleri ciddiye almamak sayılır ki, işin sırrını kavramamak olur. Böyle bir istismara karşı, birçok âyette af yetkisinin Allah’a ait olduğu, Allah’ın istediğini bağışlayacağı, istediğini azaba çarptıracağı bildirilerek, havf ve reca muvazenesine, ümit ve korku dengesine dikkat çekilir.

Kaldı ki, “Nasıl olsa tövbe ederim.” düşüncesiyle günaha dalan kimse, tövbe etme fırsatı bulabilecek midir, buna ömrü yetecek midir, bir garantisi var mıdır? Veya en önemlisi, davranışları Allah’ın gazabını çektiği halde, Allah kendisine tövbeye dönüş fırsatı verecek midir? Bütün bunların da gözönünde tutulması gerekir.

“Farzları yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur.”

Bütün bunlarla birlikte, özellikle her gün yüzlerce günahın hücumuna maruz kalan mü’minin en mühim meselesi, günahtan kaçınmaya çalışması, günahlı ortamdan uzak durması, günah işlemeye açık olan kapılara yanaşmamasıdır. Bir bakıma, "def’i şer" yapması, şerli işlerden uzak kalmasıdır. Bu husus bu zamanda çok büyük önem kazanmaktadır. Takva sırrına da ancak bu yolla erişilebilir. Çünkü bir haramı, bir büyük günahı terk etmek farzdır. Bir vacibi işlemek birçok sünnetten daha sevaplıdır. Takvanın esas alınmasıyla binlerce günahın hücumuna karşılık bir kerelik yüz çevirme ile yüzlerce günah terk edilmiş, dolayısıyla yüzlerce farz ve vacip işlenmiş olur. Böylece, takva niyetiyle, günahtan kaçınmak maksadıyla çok sayıda salih amele yol açılır. Çünkü bu zamanda “Farzları yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur.”12

Bu kurtuluşu, yani büyük günahlardan kaçınanların nimete, ikrama ve Cennet saadetine ereceklerini Kur’ân haber veriyor:

“Eğer size yasaklanmış günahların büyüklerinden kaçınırsanız, geri kalan günahlarınızı örter ve sizi nimet ve ikramlarımızla dolu olan Cennete koyarız.”13

Madem öyledir, “Hayatınızı imanla hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”14

Dipnotlar:

1. Müslim, Tevbe 9.
2. Buhârî, Tevhid 35; Müslim, Tevbe 29.
3. Müsned, 5:130.
4. Tirmizî, Daavât 98.
5. Müslim, Tevbe 3.
6. Buhari, Edeb 19, Müslim, Tevbe 22.
7. Âl-i İmran sûresi, 3:135.
8. Furkan sûresi, 25:70.
9. Tirmizî, Kıyâme 49.
10. Bakara sûresi, 2:222.
11. Müsned, 1:80.
12. Risale-i Nur Külliyatı, 2:1632.
13. Nisa sûresi, 4:31.
14. Risale-i Nur Külliyatı, 1:5.

35 Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve İslâm dininden habersiz olan bir insan, âhirette nasıl sorumlu tutulabilir?

Aslında, bu sanıldığı gibi, yeni bir mesele değil. Asırlar önce tartışılmış ve halledilmiş. Şu kadar var ki, dünyanın öte ucu denmemiş de "ıssız bir dağda, toplum hayatından habersiz yaşayan bir adam" denmiş. Yahut buna benzer bir başka tip üzerinde konuşulmuş.

Kur’ân-ı kerîm’de bir âyet-i kerîme var. Meâli şöyle:

“Allah, hiçbir nefse gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmez.” (Bakara, 2/286)

Yani, her şeye taşıyabileceği kadarını yükler. Fertleri güç yetirebilecekleri işlerle mükellef kılar. Her gövdenin üzerine, götürebileceği kadar bir baş yerleştirir. Atom çekirdeğine gezegenleri bağlamaz.

Âlimlerimiz, bu âyet-i kerimeyi çeşitli yönlerden tefsir etmişler. Fıkıh âlimleri, bu âyeti fıkıh yönünden, kelâm âlimleri ise itikat yönünden incelemişler. Bu ikinciler, yani kelam alimleri âyette geçen “güç yetme” meselesini akıl yönüyle ele almış ve şu mânâda birleşmişler:

“Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve cemiyet hayatından uzak bir insan, mücerret aklıyla, hangi hakikatleri bilmeye güç yetirebilirse, sadece onlardan sorumludur.”

Mücerret akıl denilince, “bir peygambere muhatap olmamış, kendisine ilâhî emirler ulaşmamış, rehbersiz kalmış” bir aklı anlıyoruz.

İşte, böyle bir aklın ulaşabileceği saha konusunda, değişik görüşler ileri sürülmüş: itikat imamlarından, İmam Mâturudî Hazretleri, “İnsanın, kendi aklını kullanarak bir yaratıcısının olduğunu bilmeye güç yetirebileceği” görüşündedir. Ve böyle bir insanın Allah’a inanmaktan sorumlu tutulacağını, diğer iman rükünlerinden ve ibadetlerden ise sorumlu olmayacağını ifade eder.

Bir diğer itikat imamı olan İmam Eşarî Hazretleri ise, "böyle bir insanın, peygamber olmaksızın, Allah’ı bilmesinin de mümkün olamayacağı" fikrini savunur ve bu adamın bir taşa bile tapsa “necat ehli” yani kurtuluşa erenlerden olacağını söyler.

Görüldüğü gibi, her iki imamın da ittifak ettikleri esas nokta şu: Kişi, içinde bulunduğu şartlarda, neyi bilmeye güç yetirebiliyorsa ondan sorumlu!..

Şüphesiz, hakikati en iyi bilen Allah’tır. Onun ilmine havale ederiz. 

36 Ata ve Levh-i Mahv ve İsbat nedir? Levh-i Mahv ve İsbat levhasının hikmeti nedir?

- Levh-i Mahfuz nedir ve ne için kullanılır?

Olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekandaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir “levha”dır bu alem. İlahi ilmin aynası, kaderin defteri, kainatın programıdır.

Bilgilerin korunduğu bu alemin insandaki küçük örneği, “hafıza”dır. Şehadet aleminde mercimek kadar küçük bir et sembolüyle temsil edilen hafıza, başımızdan geçen olayları, gördüğümüz yerleri, tanıdığımız insanları, duyduğumuz sesleri, tattığımız tatları, hayatımız boyunca edindiğimiz bütün intibaları, öğrendiğimiz bütün bilgileri içine alır, ama yine de dolmaz. Dağlar, denizler, ovalar, gökyüzü, yıldızlar, büyük küçük her şey ondadır.

Bütün bu işler, o mercimek küçüklüğündeki et parçasının marifeti olabilir mi hiç?!.

Hafıza, zekanın hazinesi, tefekkürün sermayesi, benliğimizin tarihidir. Ruhumuza takılan en değerli cihazlardan biridir. Hafızasız bir zeka işimize yaramaz. Çünkü biz, eskiden öğrendiklerimize dayanarak düşünürüz.

Hafızanın bir de ebedi hayatımıza bakan yönü vardır. Hafıza, bir senet, bir vesika, bir belgedir. Ahiretteki muhasebe vaktinde, dünyada işlediğimiz sevapları ve günahları göstererek bize şahitlik eder.

“Levh-i Mahfuz”un küçük bir misalidir bize verilen. Nasıl insanın başından geçenler bütün olaylar hafızasında yazılıyorsa, kainattaki bütün olmuş, olan ve olacak olaylar da o büyük hafızada yazılıdır. Her iki “levha”da da rabbimizin “hafiz” ismi tecelli eder.

Ata, Kaza ve Kader münasebeti:

"İ'lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hakk'ın atâ, kaza ve kader namında üç kanunu vardır. Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar."

"Meselâ: Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kaza demektir. O kararın ibtaliyle hükmü kazadan afvetmek, atâ demektir. Evet yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun kat'iyyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek atânın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir. Atâ, kaza kanununun şümulünden ihraçtır. Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracıdır. Bu hakikate vâkıf olan ârif: 'Ya İlahî! Hasenatım senin atâ'ndandır. Seyyiatım da senin kaza'ndandır. Eğer atâ'n olmasa idi, helâk olurdum.' der." (Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale, s.206)

Yani, Ata, bir şey hakkında verilen kararın iptali ve hükmün kaza edilmekten afvedilmesi, şeklinde tarif edilmektedir. Ata denilince, o Rahîm-i Kerim'in ve Gafûru'r-Rahîm'in af ve ihsanı anlaşılır.

Atanın kaza kanununu, kazanın da kaderi bozmasını şöyle açıklayabiliriz:

Bir padişahın umumî kanunları yanında bir de belli günlerde tatbik ettiği af ve ata kanunu vardır. Padişah o günlerde, suçlulardan bir kısmını afveder, diğer bir kısmının cezalarını hafifleştirir, bir kısım raiyetinin ise rütbelerini yükseltir ve maaşlarını artırır. İşte, daha önce umumî kanunla takdir edilen ceza, rütbe ve maaşlar, bu ata kanunuyla yürürlükten kaldırılmış olur.

Meselâ, bir şakinin işlediği bir suça karşılık on yıl hapis yatması takdir edilmiş olsun. Ata kanunuyla bu cezanın afvedilmesi halinde artık ceza infaz edilmez ve ata, kaza kanununu bozmuş olur. Cezanın kaza edilmemesiyle de kader kanunu, yâni onun suçuna mukabil takdir edilen on yıllık hapis cezası bozulmuş olmaktadır. İşte, bu misâl gibi, insanların işledikleri günahlara karşılık, kendilerine takdir edilen uhrevî cezalar Cenâb-ı Hakk'ın ata kanunuyla, yâni O'nun af ve ihsanıyla kaza edilmekten alıkonmakta ve böylece ata kanunu kaza kanununu bozmaktadır. Aynı şekilde, kazanın bozulmasıyla kader kanunu da bozulmuş, takdir edilen ceza değişikliğe uğramış olmaktadır.

Bir başka misal, kul bir günah yerine gitmek niyet ve meyliyle evden çıkar. O bu niyetle irâde düğmesine dokunduğu için, Allah da meylinin neticesini yaratacak ve onu irâde ettiği yere götürecektir. Fakat, o kulun güzel bir hali, Allah (c.c)’ın hoşuna gidecek bir tarafı, söz gelimi gecesinin zülüfünde iki damla gözyaşı ya da arabasıyla bir-iki arkadaşını bir sohbete götürüşü vardır da, bunlar Rahmet-i İlâhî'yi ihtizaza getirmiştir ve Allah (c.c) da yolda o kulun karşısına kendisini günah mahalline değil de gülzâra götürecek bir arkadaş çıkarır ve kulun iradesiyle hak ettiği hükmü değiştirir. İşte, Allah (c.c)’ın sebepli sebepsiz kulu hakkındaki bir hükmü veya bir kazâyı onun lehinde değiştirmesi, O’na ait bir atâdır.

Diğer taraftan, ata, kaza kanununun şümulünden ihraçtır, denmektedir. Şöyle ki, bir günah için takdir edilen ceza külli bir kanun iledir. Yâni, şu suçu işleyene şu ceza verilir, şeklindeki takdir, küllidir. Söz konusu suçu işleyen bir kimsenin tövbe etmesi halinde, günahının afvedilmesi ile kaza kanununun şümulünden bir ihraç durumu hâsıl olmaktadır. Bu ise aynı zamanda, kader kanununu külliyetinden bir ihraç mânâsındadır.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kaide, kaderin değişip değişmediği sorusunu hatıra getirmektedir...

LEVH-İ MAHV İSPAT

Eşyanın yazılıp silindiği zaman sayfası.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle,

“Levh-i Mahv-İsbat ise, sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur.” (bk. Sözler, Otuzuncu Söz, s. 548)

Cenab-ı Hak, ilmindeki manalardan bir kısmını zamanın sayfasında yazmakta, daha sonra ölüm kanunuyla bunları silip yenilerini göstermektedir.

Eşyanın Allah’ın ilmindeki halinde zaman söz konusu değildir; ezel- ebed beraberdir. Bunların vücuda gelmeleri belli bir tertip ve sıra iledir, böylece zaman ortaya çıkmaktadır.

Ezbere bildiğimiz bir şiirin başı ve sonu ilmimizde beraberce bulunur. Ama bunu söylemeye veya yazmaya başladığımızda belli bir sıra ortaya çıkar.

Bir insanın ömrü boyunca geçireceği devreler, nutfede mevcuttur; ama Kitab-ı Mübin dediğimiz bu alemde daha geniş ve ayrıntılı görüntüler var ayrıca Levh-i Mahv ve İspat dediğimiz levhada, şartların yerine gelip gelmediği de kontrol edilmektedir; yani bir adamın başına gelecek şeylerin tayin ve tespiti Levh-i Mahv ve İspat'ta gerçekleşir.

İlm-i İlâhî'nin değişmesi muhaldir. Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hâdiseler gibi, ata kanununun tatbikatı da o ilmin şümûlündedir. Bu kader değişmez. Değişiklikler sabit ve derin olan Levh-i Mahfûz'un daire-i mümkinatta bir defteri ve yazar bozar tahtası hükmündeki Levh-i Mahv ve isbat'ta olmaktadır. Önce takdir edilen nice cezalar, daha sonra tövbe vesilesiyle ve ata kanunu ile afvedilmekte, Levh-i Mahv ve İsbat'tan silinmekte ve kaza edilmemektedir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadir:

"Allah dilediği şeyi mahveder ve dilediğini isbat eder. Nezdinde kitabın aslı olan Levh-i Mahfuz vardır."(Ra'd, 13/39)

- Levh-i Mahv ve İsbat niçin var?

Levh-i Mahfuz ezel ilmidir, zamansızdır. Levh-i Mahv ise insanların anlayışına daha yakın olan şimdiki zamanda vücut bulur. Yani Levh-i Mahfuz'un şimdiki zamanda kaydediliyor olması da diyebiliriz. Levh-i Mahv ve İsbat hadiselerin ortaya çıkışının aynı zamanında oluşur. Levh-i Mahv ve İsbat zamanla kayıtlı olup, Levh-i Mahfuz'u insanların anlaması için bir basamak gibidir. Hadiselerin oluşuna şartlara göre şekillenmektedir. Burada her türlü değişikliğin olması insanın, iradesinin varlığını anlaması için önemlidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Duanın manası ve hikmeti nedir?

37 Kader önceden yazılmış ve belirlenmiş ise, neden Berat Kandili'nde gelecek yıl olup bitecek işlerin karara bağlandığı söylenir?

Levh-i Mahfuz, Allah’ın ezelî ilminin bir nevi olan kader programını yansıtan -mahiyeti bizce mechül-büyük bir levhası, bir defteri, bir kütüğüdür. Berat gecesinde bir yıllık program yeni düzenlenmiyor, yeni takdir edilmiyor. Bilakis, Levh-i Mahfuzdaki kaderî programın o yıla ait olan bölümü istinsah edilip meleklere teslim ediliyor.  Bu gecede yıllık program olarak karar altına alınanlar, Levh-i Mahfuzdaki kaderî bilgilerden farklı veya ayrı şeyler değildir.

Söz gelimi, bir ülkenin beş yıllık bir bütçe-plan programı vardır; bir de yıllık programı vardır. Her yıl “yıllık” program yapılırken, genel beş yıllık programdan ayrı bir şey yapılmıyor, bilakis beş yıllık genel programda yer almasına rağmen, her yıla ait özel yıllık program kendi yılında yeniden düzenleniyor. Bu düzenleme yeni bir şey getirmiyor, sadece ilgili bakanlıkların bilgisine sunuluyor.

Bunun gibi ilahî devlet programında da genel program Levh-i Mahfuzda muhafaza altına alınmıştır; ancak -ezelî ilim ve takdir çerçevesinde hiçbir değişikliğe uğramadan-her yıl için yeni bir program, yıllık düzenlemeler yapılır ve ilgili meleklere tevdi edilir. Bütün bunlar Allah’ın Hakîm isminin bir tecellisi olarak yapılır. Nitekim, ilgili ayette yer alan “Bütün hikmetli işler o gecede tefrik olunur” mealindeki ifadesi, Hakîm isminin bu hikmetli tecellisine işaret etmektedir.

38 Kader, Allah'ın bilmesidir, deniliyor; çocuğa anne karnında said veya şaki olacağı yazılınca eli kolu bağlanmıyor mu?

1.  Kur’an’da kullanılan pek çok kelime ve kavramlar vardır ki, onların sözlük veya terim anlamlarına dair bir açıklama yoktur. Fakat insan olarak biz onların ne anlama geldiğini -bilgi, görgü ve kolektif akla dayanarak- anlamaya çalışıyoruz. İslam alimlerinin bir konudaki ittifakları ve aklın kabul ettiği bir gerçekte şüphe etmemek gerekir. Örneğin, Allah’ın Kerim, Rahim, Rahman, Ğafur isimlerinin nasıl bir mahiyette olduğunu, onların dış dünyadaki yansımalarına bakarak anlamaya çalışıyoruz.

- Kur’an’da var olan müteşabih ayetlerin çok değişik manalara gelme ihtimallerinin (vücuh-nezair) olduğunu ve bunların açıklanmadıkları bilinen bir gerçektir. Yüzlerce alim -kendi ilmî düzeyine uygun bir şekilde- bu konuları tahlil etmeye çalışmıştır.

- Kur’an’ın ayetlerinin tefsir malzemesi olarak, ayet-hadisler yanında, sahabe kavli, kelimelerin lügat anlamı, aklî delillerin de var olduğu bilinmektedir.

- Kur’an’da “i’caz” kelimesi de geçmez. Fakat, bütün ümmet bu kelimeyi kullanmış ve kullanmaktadır. Çünkü Kuran’da söz konusu edilen tehaddi / meydan okuma üslubu, bir i’cazdan / bir mucizelikten bahsetmektedir.

- Allah’ın hükmü, genellikle karar verme anlamındadır. Karar vermek, bir konuda hüküm vermek, mevcut olan ilmin bir uzantısıdır. O konuda bir bilginiz yoksa, neye göre hüküm vereceksiniz?

2. Kur’an ifadelerinin mantukundan olduğu gibi, muvafık ve muhalif mefhumundan, fahvasından, zımnî, iltizamî ve tetabukî delaletinden, mustetbeatu’t-terakibinden, remzî, telvihî, telmihî işaretlerinden de manaların çıkarılabileceği hususu, usul açısından kabul edilen bir ilmî kaide olduğu gibi, binlerce müfessir tarafından fiilen de uygulanan bir prensiptir.

- Cüzi irade kelimesinin Kur’an’da geçmemesi, o konunun orada işlenmediği anlamına gelmez. Literal bir bakışla/görünüşe göre konuları ele almak, zahirperest  haricî zihniyetin bir uzantısıdır. Bu bakış açısıyla, Hz. Ali (ra) dahil, nice masum sahabe öldürülmüştür.

- Kur’an’da insan iradesinin varlığına şahadet eden onlarca ayet vardır.

“Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği fenalık kendi aleyhinedir.” (Bakara, 2/286);

“De ki: İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf, 18/29) 

mealindeki ayetler bunlardan sadece iki misaldir. Bu ayetlerde açıkça insanların iradesinden söz edilmektedir.

- Literal bakışla konuya bakarsak, Kur’an’da “Allah’ın iradesi”nden de söz edilmemektedir. “İradetullah = Allah’ın iradesi” diye bir kavram geçmemektedir. Şimdi bu hususu nazara alarak, onlarca ayette vurgulanan Allah’ın iradesini inkâr mı edeceğiz?

Şimdi Allah’ın mutlak iradesi ile, kulun küçük iradesini birbirinden ayırmak için bin seneden beri İslam alimleri tarafından kullanılan “Allah’ın külli iradesi”  ile  “insanın cüzi iradesi” kavramlarını kavrayamamanın aklî bir gerekçesi olabilir mi?

3. Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurmuştur:

“Sizin her birinizin annesinin karnındaki yaratılışının toplanması / spermin yumurtayla birleşip döllenmesi kırk günde olur. Sonra aynı süre içerisinde alaka / yapışkan -döllenmiş hücre- haline gelir. Sonra aynı süre içerisinde mudga / çiğnemlik et parçası görünümündeki şeklini alır. Sonra Allah dört kelimeyi / dört hususu yazmakla görevlendirilen bir melek gönderir ve kendisine: ‘Onun amelini, rızkını, ecelini bir de şaki veya said olduğunu yaz.’ diye emredilir. Sonra kendisine ruh üflenir…”(Buharî, Bedu’l-halk, 6).

Bu konu kaderle ilgilidir.  Kader konusunu akıl ve gönlümüze sindirmeden bunu anlamak mümkün değildir.

Bizi ilgilendiren konu, anne rahminde iken hakkında said veya şaki kararı verilmiş insanoğlunun durumudur. Acaba hakkında verilen bu kararla insanın eli kolu gerçekten bağlanmış mıdır? Bu takdirde imtihana ne gerek var?

Bu problemin düğümünü çözmek, Allah’ın takdir ettiği kaderi yakından tanımaktan geçer.

O halde kaderin ne olup ne olmadığını gösterecek bazı ölçüleri birkaç madde halinde arz etmemiz gerekir:

a. Kader, sözlük anlamı itibariyle; ölçü-biçki, değerlendirme, takdir etme, karar verme gibi anlamlara gelir. Demek ki, kadere iman etmekle, bütün varlıklarda Allah’ın sonsuz ilim ve hikmetiyle dizayn edilen, adaletle ve ölçüsüyle düzenlenen, iç içe girmiş ilişkiler ve gözetilmesi gereken dengeler üzerine kurulan bir kâinat tasavvurundan bahsediyoruz. Böyle bir kâinat düzeni, müspet ilimlerin de yardımıyla artık gözle görülen bir realite olarak ortadadır. Demek ki kader vardır.

b. Bir harf yazarsız, bir iğne ustasız, bir köy muhtarsız olmadığına göre, her satırında bir kitap yazılan, her kelimesinde bin bir sanat nakışları dokunan, her hareket ve sükunetinin arkasında sonsuz bir ilim, hikmet ve güçlü bir irade ve ihtiyarın/seçimin parıltıları görünen şu hârika kâinat kitabının yazarsız; bin bir türlü sanat nakışlarıyla göz kamaştıran şu kâinat sarayının ustasız; çok farklı ve bir o kadar da hikmetli dizayn edilen güneşler, sistemler, gece-gündüzler, mevsimler, gözler, kulaklar, renkler ve dillerin şahadetiyle her tarafında özgür bir iradenin, belirgin bir seçimin, açık bir tercihin izlerini taşıyan şu kâinat fuarının sahipsiz olduğunu düşünmek mümkün değildir.  Demek ki, Kadere iman etmek, ilim, irade ve hikmet pergeliyle düzenlenen bir projenin varlığına, mukadderata inanmaya sevk eder. Hikmetli kaderle takdir edilmiş mukadderata / mükevvenata inanmak ise, bilerek, isteyerek hikmetle yaratan Yüce Allah’a  iman etmeye götürür.

c. Konumuzla ilgili en önemli bir olgu da adalet kavramıdır: Gerek tekvinî şeriat olan yaratılış kanunlarında, gerek teşrii şeriat olan vahiy/Kur’an-ı Kerim'in ders verdiği prensiplerde ortaya konan adalet kavramı, Allah’ın ve Onun bir takdiri olan kaderin âdil olduğunun göstergesidir. Varlıktaki ekolojik, astronomik, jeolojik dengeler bu ontolojik adaletten haber verdiği gibi, Kur’an’ın ders verdiği dört temel konularından biri de adalettir.

"O, göğü yükseltti ve mizânı (ölçüyü) koydu. Artık tartıda sınırı aşmayın. Tartmayı doğru yapın, terâzide eksiklik yapmayın." (Rahman, 55/7-9)

mealindeki ayetlerde geçen "O, göğü yükseltti ve mizânı (ölçüyü) koydu" cümlesi ontolojik adalet ölçüsünü göstermektedir. Bu ölçü kainat çapında sarsılmayan ve değişmeyen bir unsurdur.

Bediüzzaman'ın özet ifadesiyle:

"Her şeye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek / şekil vermek, her şeyi yerli yerine koymak, nihayetsiz bir adalet, bir mizan, bir ölçü ile iş görüldüğünü gösterir. Her hak sahibine istidadı nispetinde hakkını vermek, yani vücudun muhtaç olduğu bütün levazımatını, bekasının / varlıkta kalması için gereken bütün cihâzâtını en münasip bir tarzda vermek; nihayetsiz bir adalet elini gösterir." (Sözler, Onuncu Söz, Üçüncü Hakikat).

İlk Sure olan Fatiha’daki “Sırat-ı Müstakim” kavramı, Kur’an’ın yolunu gösteren bir hakikattir.

"Andolsun ki, biz peygamberlerimizi apaçık ayetlerle / mucizelerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz demiri de indirdik ki, onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır.  Bu, görmedikleri halde, Allah’ın dinine ve peygamberlerine yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, her şeye galiptir." (Hadid, 57/25),

"Ölçüyü tam yapın, eksik ölçenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların haklarını kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak fesat çıkarmayın. Sizi ve daha önceki nesilleri yaratandan korkun / Ona karşı gelmekten sakının." (Şuara, 26/180-183)

mealindeki ayetlerde ise, şer'i / Kur’anî  adalete işaret edilmektedir.

Bu her iki adalet ölçüsü de mahiyetleri itibariyle değişmez, sabit birer kanundur. Ancak ontolojik adalet ölçüsü, mahiyeti itibariyle olduğu gibi, kainat çapında icra ettiği fonksiyonları itibariyle de değişmez ve itiraz kabul etmez bir konumdadır.

Buna karşılık şer'i adalet ölçüsü, zorlayıcı icbar edici bir fonksiyona sahip değildir. Çünkü imtihana tabi olan insanın özgür iradesini ipotek altına almamak için Yüce Yaratıcı tarafından insanın duygu ve meyillerine sınır konmamıştır. O halde, yapısı itibariyle fıtraten kendilerine bir sınır çizilmemiş olan insanoğlunun bu duygu ve meyillerinden doğacak haksızlıkları önlemek için onları adalet ölçüsü çerçevesinde belli sınırlara çekmek gerekir. Bu da ancak kanun şeklindeki küllî bir akılla mümkündür; o da ancak ilâhî vahiydir.

d. Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşıldığı üzere, kader ilim, hikmet, iradeyle düzenlenmiş bir programdır. Kaza ise, bu programın uygulanma safhasının adıdır. Kaza, Allah’ın kudretinin bir tezahürüdür. Kader ise, Allah’ın ilminin bir yansımasıdır. Buna göre Kader denildiği zaman, kudret değil, ilim akla gelir.(bk. B. S. Nursi, Kader Risalesi).

e. Kur’an’da “kitabun malum” tabiri geçmektedir. İlgili ayetin meali şöyledir:

“Bizim imha ettiğimiz her memleket hakkında, mutlaka daha önce kararlaştırılmış malum bir vade vardır. Hiç bir ümmet vadesini ne öne alabilir, ne de erteleyebilir.” (Hicr, 15/4).

Kadı Bedavî ve Ebu Suud Efendi, “kitabun malum” sözcüğünü, Levh-i Mafuz'da yazılan “Ecel-i mukadder” olarak açıklayarak. (bk. Beydavi, ilgili ayetin tefsiri), kaderin ilimle olan ilişkisine işaret etmişlerdir. İmam Maverdî de “kitabun malum” ifadesini, “mukadder ecel” ve “kesin karar” olarak açıklamıştır.(bk. Maverdî, ilgili ayetin tefsiri). Bilindiği gibi, “malum”un anlamı bilinen demektir. Bilinen bir şey, bir bilenin ilmine giren şey demektir. O halde ayette geçen “malum yazılım” ifadesi, “Allah’ın ilminin bir yansıması olan yazılım” anlamına gelir.

Demek ki, kader, ilahî ilimden çıkmış bir programdır. İlim ise, zorlayıcı yanı olmayan bir sıfattır. Kudret  gibi zorlayıcı değildir. Cebir ve İ’tizal mezheplerinin yanlış düşüncelerini ortaya koyan nirengi noktası da budur.

Buna göre, Hadiste ifade edilen “kişinin rızkı, ameli, eceli, saadet veya şekavet ehli olması” hususunun yazılması, kader noktasına bakar. Yani kader Allah’ın kudretinin değil, ilminin bir unvanıdır. Yazılım dosyaları da bu ilmin dokümanlarıdır. İbn Hacer’in de ifade ettiği gibi, hadisin zahirinden “söz konusu yazılışın bildiğimiz sayfalardaki yazılış olduğu” anlaşılmaktadır.(bk. Fethu’l-Barî, XI/483). Yoksa, Allah’ın icbar edici kudretini yansıtan manevî bir yazılım değildir. Müslim’in rivayetinde yer alan “yazdıktan sonra sayfa dürülür, artık ne fazla bir ilave yapılır, ne de ondan bir şey eksiltir” (a.g.e) ifadesinden de bu husus açıkça görülmektedir.

- Hadisin bu beyanı, Allah’ın her şeyi; olmuş, olmakta olan ve olacak olan her şeyi önceden bildiğini ilan etmeye yöneliktir.

Zaten aklen de düşündüğümüz zaman, Allah ya her şeyi önceden bilir veya bilmez. Başka bir ihtimal yoktur. Eğer önceden bilmezse -haşa yüz bin defa haşa- cahil olması lazım gelir. Gerek mücessem Kur’an olan Kâinat, gerek kâinatın ezeli ve ebedî tercümanı olan Kur’an, Allah’ın her şeyi bilen kuşatıcı bir ilme sahip olduğunu ilan etmektedir.

- Peki, Allah’ın bilmesi ile yazması arasında tesir bakımından bir fark var mı?

Hayır yoktur. A’nın B hakkındaki bilgiyi kafasında tutmasıyla, onu bir deftere yazması arasında tesir gücü bakımından bir fark göstermediği gibi. Allah’ın ilminde olanın tesiri ne ise, Levh-i Mahfuz'da veya bazı kaderî levhalarda yazdıklarının tesiri de aynıdır. Yazılım işi, Allah’ın ilminin bir uzantısı, bir yansımasıdır.

- Allah’ın her şeyi kuşatan ilminin insan iradesini zorlamadığına dair geniş açıklamalar için (bk. Razî, Bakar, 6. ayetin tefsiri).

- Konumuzla ilgili olarak bunun açık ifadesi şudur: Allah’ın kimin cennete, kimin cehenneme gideceğini ezelî ilmiyle bilmesi onun ilah olmasının ayrılmaz vasfıdır. Anne karnında iken bunu meleğe yazdırması, yaptırım gücü olmayan ilim sıfatının bu vasfını değiştirmez. Yani kader açısından bir zorlama söz konusu değildir.

- Bazı alimlere göre, Allah’ın bizzat yazmayıp, meleğe yazdırması, bu yazılanların değişebileceğine işarettir.(Fethu’l-Barî, XI/485).

- Bazı alimlere göre, hadisteki saadet ve şekavet kavramları, aynı zamanda kişinin ruhunda, vücudunda meydana gelecek olan sıkıntıları, ferahlıkları da ihtiva etmektedir. Ayrıca hadiste Allah’ın dünya ve ahiretle alakalı her şeyi bilmekte olduğu gerçeği de vurgulanmaktadır.(a.g.e, 488).

- İbn Hacer’in de işaret ettiği gibi, Allah’ın ezelî ilminde var olan hususlar değişmez. İnsanın amellerini kaydetmekle yükümlü olan meleklerin yazdıklarının değişmesi caizdir. Ömrün ziyade veya noksan olması da bunlardandır.(a.g.e).

“Allah dilediğini siler, dilediğini sabit bırakır, ana kitap onun aynındadır.” (Rad, 13/39)

mealindeki ayette de yazılı olanlarından bazılarının değişebileceğini göstermektedir.

Konuyu Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleriyle noktalamak yerinde olacaktır.

“Cenab-ı Hakkın atâ, kazâ ve kader namında üç kanunu vardır. Atâ, kazâ kanununu; kazâ da kaderi bozar. Meselâ: Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kazâ demektir. O kararın iptaliyle hükmü kazâdan affetmek, atâ demektir. Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kazâ kanununun kat'iyetini deler. Kazâ da ok gibi kader kararlarını deler. Demek, atânın kazâya nispeti, kazânın kadere nispeti gibidir. Atâ, kazâ kanununun şümulünden ihraçtır. Kazâ da kader kanununun külliyetinden ihraçtır. Bu hakikate vakıf olan ârif (Arif billah),Yâ İlâhî! Hasenatım senin atândandır. Seyyiatım da senin kazândandır. Eğer atân olmasaydı helâk olurdum.’ der.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 206).

İlave bilgi için tıklayınız:

Kader konusunda detaylı bilgi verir misiniz?

39 Kader zulmeder mi?

Zulüm, bir hakkın çiğnenmesidir. Kulun ise, Allah'ta hiçbir hakkı yoktur. O, ne vermişse sırf lütfundan dolayıdır.

Bize düşen, verilmeyen nimetleri düşünüp isyana yeltenmek değil, verileni hatırlayıp şükretmektir. Eksiklikler, kulun denenmesi içindir. Dünyayı bir imtihan salonuna benzetirsek, hoşa gitmeyen durumlar birer imtihan sorusudur. Kul isyan mı edecek, yoksa verilen nimetlere şükürle, mahrum kaldığına sabırla mı karşılık verecek?

Zengin bir tüccar düşünelim. Dükkanına gelen iki fakire, sırf merhametinden dolayı iyilik etmek istiyor. Birine gömlek ve pantolon giydirdi, diğerine ise, bunlara ilaveten ceket ile palto hediye etti. Sadece gömlek ve pantolon alan adam, “Tüccar bana zulmetti, öbür adama fazla verdi...” diyebilir mi?

Biz insanlar da bu fakirlere benziyoruz. Allah, sonsuz merhameti sebebiyle, tükenmez hazinesinden hepimize nimetler veriyor. Vücudumuzu, aklımızı, hayalimizi, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu, yediğimiz gıdayı yaratan hep o. Bunları biz çalışarak kazanmadık, hak etmedik. O, sırf lütfundan dolayı ikram etti.

Dünya hayatı kısa bir imtihandan ibaret... Az nimetlenen kul, birinci adam gibi isyan yolunu tutarak kendisine zulmedildiğini iddia ederse, edepsizlik etmiş olur ve ceza görür. Onun vazifesi, verilene şükretmektir.

Allah, her işinde adildir, asla zulmetmez. Musibetlere de bu açıdan bakmak gerekir. Belalar ya işlediğimiz bir hatanın sonucudur veya bizim için bir imtihan sorusudur. Bu soruya sabırla karşılık verdiğimiz taktirde derecemiz yükselecektir. 

40 Günah işleyen bir kişi, kendi iradesine uyarak mı günah işler, yoksa kaderinde olduğu için, çaresiz bir şekilde günahı işlemeye mecbur mu kalır?

Meselenin kısaca ifâdesi şudur: İnsanın elinde irâde vardır. Biz buna cüzî irâde, diyoruz. Cenab-ı Hakk'ın yaratmasına da küllî irâde, halk etme kuvveti yani kudret, diyoruz. (Bunlar Allah'ın sıfatlarıdır). Mesele, Cenab-ı Hakk'a ait yönü ile ele alındığında, âdeta, Cenab-ı Hak zorluyor da olacak şeyler öyle oluyor, şeklinde anlaşılır ve bu suretle de işin içine cebir giriyor. Mesele insana ait yönüyle ele alındığı zaman ise, insan kendi işlerini kendi yapıyor, şeklinde anlaşılıyor ki, o zaman da işin içine "herkes kendi fiilinin hâlıkı" düşüncesinden ibâret olan Mutezile düşüncesi giriyor.

Kâinatta olup biten her şeyi Allah yaratır. Bu soruda "küllî irade" diye geçen şey de işte budur. Hatta,

"Vallâhü halakaküm vemâ ta'melûn = Sizi de, işinizi de, Allah yarattı..."

Yani sizin de sizden sâdır olan efâlin de Hâlıkı yalnız Allah'tır.

Meselâ: Siz bir taksi yapsanız, bir ev inşâ etseniz, bu işleri yaratan Allah'tır. Siz ve efâliniz Allah'a aitsiniz. Ama ortaya gelen bütün bu işlerde, size ait bir husus da vardır ki, o da kesb ve işlemektir. Bu ise âdî bir şart ve basit bir sebeptir. Tıpkı dünyaları aydınlatacak dev bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunmak gibi. Bu durumda "Sizin hiçbir şeyiniz, hiçbir müdâhaleniz yok." denemeyeceği gibi, işin tamamen size ait olduğu da söylenemez. İş tamamıyla Allah'a aittir. Fakat, Allah size ait bu işleri yaratırken, sizin cüzî müdâhalenizi de âdi şart olarak kabul buyurmuş ve yapacağı şeyleri onun üzerine bina etmiştir.

Meselâ: Şu câminin içindeki elektrik mekanizmasını, Allah kurmuş; işler ve çalışır hâle getirmiştir. Yeniden bunu tenvir etme işi, ameliyesi de Allah'a aittir. Elektron akımlarından bir ışık meydana getirme, câmiyi tenvir etme birer fiildir. Ve bunlar da "Nuran Nur, Münevvirun Nur, Musavvirun Nur" olan Hz. Allah'a (C.C) aittir. Ama bu câminin aydınlanması mevzuunda, sizin de bir müdahaleniz vardır; o da Allah'ın kurduğu bu mekanizmada, Allah'ın ayarladığı düğmeye sadece dokunmanızdır. Sizin irâde ve takatinizin çok fevkinde, o mekanizmanın, tenvir vazifesi yapması ise tamamen Allah'a aittir.

Bir nümûne daha arz edelim: Meselâ; hazırlanıp, işler, çalışır, yürür hâle getirilmiş bir makine düşünelim ki; sadece çalıştırmak için onun düğmesine dokunma vazifesi, size verilmiş. O makineyi harekete getirmek ise, onu kuran ve inşâ eden zata mahsustur. Binaenaleyh, beşere ait bu küçük mübâşerete, "kesb" veya "cüzi irâde" diyoruz. Allah'a ait olana ise "halk etme, yaratma" diyoruz. Ve böylece bir irâde inkısâmı karşımıza çıkıyor:

A) Küllî irâde,
B) Cüzî İrâde.

İrâde dediğimiz ki; murat etme, dileme demektir, bu tamamen Allah'a aittir.

"Vemâ teşâûne illâ en yeşâ Allah = Allah'ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz."

Bu husus, yanlış anlaşılmasın. Biz böyle düşünürken, kulun da "bir parmak dokundurma denecek kadar irâdesi vardır" diyerek, tamamen zorlamacı bir düşünceden uzaklaşmış bulunuyoruz. İşi meydana getiren Allah'tır, derken de Mûtezile mezhebi gibi düşünmediğimizi gösteriyoruz. Bu suretle de ne ulûhiyetinde, ne de rubûbiyetinde Allah'a eş ve ortak koşmamış oluyoruz. Allah (C.C) nasıl ki, Zât'ında birdir; icrâatında da birdir,.. işini başkasına yaptırtmaz. Allah (C.C) her şeyi kendisi yaratmıştır. Fakat, teklif, imtihan gibi bir takım sırlar ve hikmetler için, beşerin mübâşeretini de şart-ı âdî olarak kabul buyurmuştur.

Meseleyi daha fazla tenvir için, Bediüzzaman Hazretlerinin bu mevzûda îrat ettiği bir misâli sunmak istiyorum. Diyor ki:

"Sen bir çocuğun isteğiyle, onu kucağına alsan; sonra sana dese ki; beni falan yere götür; sen de onu oraya götürsen; o da orada üşüyüp hastalansa, sana: 'Beni niye buraya getirdin.' diye itirazda bulunabilir mi? Tabii ki bulunamaz. Çünkü; kendisi istedi. Üstelik ona: 'Sen istedin!..' diyerek iki de tokat vurursun. Şimdi bu hususta çocuğun iradesi inkâr edilebilir mi? Elbette edilemez. Zira; o talep etti ve istedi. Ama onu oraya götüren sensin... Hastalanmayı da çocuk kendisi yapmadı. Belki ondan sadece bir talep sâdır oldu. Binâenaleyh, burada hastalığı verenle oraya götüren ve bu işi talep eden birbirinden ayrılmış olur. Biz kadere ve insanın irâdesine bu mânâ ve bu anlayışla bakarız."

İşin doğrusunu her şeyi takdir eden bilir. 

41 "Hidayet Allah'tandır." sözü nasıl anlaşılmalıdır?

Hayır ve şerrin Allah’tan olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren ve dalalete düşüren ancak Odur. İnsanlar birbirinin hidayet ve dalaletine sadece sebep olurlar. Hidayet ve dalaleti Cenab-ı Hakk'ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, 

“Hidayet Allah’tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez.”

diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşat etme yolunu kapatmakta hem de kendilerini kusurlarında mazur göstermek istemektedirler.

Önce şunu belirtelim: Cenab-ı Hakk'ın dilediğine hidayet buyurması caizdir. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak o dur. Lakin yüce Rabbimizin bir kulunda dalalet yaratması, o kulun kendi cüzi iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalalet yoluna yöneltmedikçe, Cenab-ı Hak onu o yola sevk etmez. Aynı durum hidayet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere başvurduktan sonra neticeyi Allah’tan bekler. Zira Rezzak (rızık verici) ancak Odur.

İnsan, sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle, rızkı elde etmeğe muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah’ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, Hadi (hidayete erdirici) ancak Odur.

Allah’ın dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidayet vermesi demektir. Yoksa, “hidayet için gerekli hiçbir sebebe riayetin gerekmediği” manasına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeğe benzer. 

42 Allah, bazı insanları cehennem için mi yaratmıştır?

Allah, her insanı temiz bir fıtrat üzere, özünde iyi olarak yaratmıştır. Her insanda iyiliğe olduğu gibi kötülüğü de meyil vardır. İnsanın sorumluluğu bunlardan hangisine ağırlık verdiğiyle ilgilidir. Allah her insanı potansiyel bir Ebu Bekir olarak yarattığı gibi potansiyel bir Ebu Cehil olarak da yaratmıştır. Peygamberler istisna tutulursa, genel olarak bu böyledir. Çünkü Allah adildir, zulmetmez.

Ama her insan kendisindeki iman filizini büyütememekte bazıları da tamamamen bunu kurutmaktadır. Kötü meyillerin verilmesi veya nefis ve şeytanın musallat olması ise hayırdır. İnsan meleklerden farklı yüksek makamlara da çıkabilir, alçak mertebelere de inebilir.

Kâinatın kurulması ve hayatın devamında asıl amaç, kâmil insanı netice vermesidir. İnsanın yüksek mertebelere çıkıp kâmil insan olması için, kötü meyillerine, nefsine ve şeytana muhalefet etmesi gerekmektedir. Bu olmasaydı melekler gibi makamı sabit kalırdı. Halbuki sabit makamlı melekler çoktur.

Bu meyillerden dolayı bir kısım insanların cehennem girmesinin de kıymeti yoktur. Cehenneme girenler iki seçenekten kötü olanı seçmişlerdir ve buna müstehak olmuşlardır. Allah bu meyilleri veya nefis ve şeytanın tasallutunu, derecelerini yükseltip kâmil insan olmaları için vermiştir, cehenneme girmeleri için değil.

Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar. Meselâ, yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye (kimyasal muamele) görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa (filizlenmeye başlamazsa), yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki, "Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu?" Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan zarar etmez, şer olmaz.

Hem meselâ, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa, yirmisi yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki, "Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu?" Hayır, öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.

İşte, nev-i beşer (insanlık), bi’set-i enbiya (peygamber gönderilmesi) ile, sırr-ı teklif (imtihana tabi tutulma) ile, mücahede (kötü isteklerine muhalefet) ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvânât-ı muzırra (zararlı hayvanlar) nevinden olan küffârı ve münafıkları kaybetti. Bunu yerine böyle kâmil insanları kazandı.

Allah bazı insanları cehennem için yaratmamıştır; aksine cehennemi bazı insanlar için yaratmıştır. Mesela, bir devlet hapishane yapar, ama bu hapishaneyi falan falan insanlar içeriye tıkılsın diye yapmaz. Bu hapishaneyi kim hak ederse, onu içine almak için yapar. Aynen bunun gibi, Allah hak edenlere cehennemi inşa etmiştir. Yoksa “falan insanlara cehennemi hazırladım" demek Cenab-ı Hakk'ın adaleti ve hikmetine uymaz. Çünkü bu gibi insanlar hiç cehennemi hak etmemişlerse itiraz hakları olur.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Araf Sûresi 179. Âyetini açıklar mısınız? Allah insanları cehennem için mi yaratmıştır?

43 Doğuştan engelli insanların bir suçu mu vardı ki öyle yaratıldılar?

Allah mülk sahibidir; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse Onun icraatına karışamaz ve icadına müdahale edemez. İnsanın hücrelerini yaratan, organlarını tanzim eden ve ona insanî bir hüviyet bahşeden Allah'tır. İnsan bu nimetleri lütfeden Allah'a daha evvel bir şey vermemiştir ki, Onun karşısında bir hak iddia edebilsin.

Eğer insan, kendisine verilenler mukabilinde Allah'a bir şey vermiş olsaydı, “Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!” gibi iddialarda bulunmaya; “Niye iki tane değil de bir ayak verdin?” diye itiraz etmeye belki hakkı olurdu. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. İnsanın, Rabbine karşı ne hakkı var ki, onun yerine getirilmemesi sebebiyle bir haksızlığa uğramış olsun?

Cenab-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini kendisine çevirtip, o insanın duygularına inkişaf verirse, o kulundan çok az bir şey almakla ona pek çok şey vermiş olur. Demek ki zahiren olmasa bile, hakikat da bu o kuluna Allah'ın lütfunun ifadesidir.

Tıpkı bir kulunu şehit edip ona cenneti vermesi gibi... Bir insan, muharebede şehit olur. Bu şehadetle Allah'ın huzurunda, sıddıkların, salihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları “Keşke Allah bize de harp meydanında şahadeti nasip etseydi.” derler. Binaenaleyh, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür.

Bazı kimseler, bu mevzuda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile yanlış düşünseler bile, pek çok kimselerde bu kabil eksiklikler, Allah'a yönelmeye vesile olmuştur. Bu itibarla bir kısım asi ve nankör kimselerin, bu meseledeki itirazları haksızdır, yerinde değildir.

44 "Taşı atan sen değildin, Allah'dı...", "Ben dileyemeden kimse dileyemez...", "Allah'ın izni olmadan bir yaprak dahi düşmez..." ayetlerini kader ilmi açısından değerlendirebilir misiniz? Bu ayetler, cüzi irade, külli irade açısından nasıl anlamak gerekir

"Siz savaşta onları kendi kuvvetinizle öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü. (Ey Resulüm) Attığın vakit sen atmadın, lâkin Allah attı. Ve bunu, Allah müminleri güzel bir imtihana tâbi tutmak için yaptı. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitir ve bilir." (Enfal, 8/17)

Şimdi onları siz katletmediniz, o öldürülen ve yere düşen, enfâli ve ganimeti söz konusu olan müşrikler sizin gücünüzle ve kuvvetinizle ölmüş olmadılar ve lâkin onları Allah katletti, öldürdü. Size emretmek, nusret ve zafer vermek, üzerlerine sizi saldırtmak ve kalblerine korku düşürmek suretiyle hakikatte onları Allah öldürdü.

Rivayet olunuyor ki, Kureyş ordusu, Akankal'den çıkınca, Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştu ki,

"İşte Kureyş, gurur ve iftihar ile geldi, Allah'ım bunlar Senin Resulünü inkâr ediyorlar. Bana verdiğin vaadi senden istiyorum ya Rabbi!" diye dua etti. İşte bu sırada Cebrail aleyhisselam geldi, "Bir avuç toprak al, onlara doğru at."

dedi. Ne zaman ki, iki taraf savaşa tutuştular; Peygamber Efendimiz (asm) bir avuç çakıl aldı yüzlerine doğru attı ve "Yüzleri kurusun!" buyurdu. Bunun üzerine düşman saflarında gözüyle meşgul olmayan bir müşrik kalmadı. Bundan sonra bozuldular, müminler de enselerine bindi; bir yandan öldürüyorlar, bir yandan da esir alıyorlardı. Sonra savaş sona erince Müslümanlardan "Şöyle kestim, şöyle vurdum, böyle esir aldım." diye ileri geri konuşanlar ve yaptıkları ile övünenler oldu.

İşte bu âyet bunun üzerine nâzil oldu. Yani siz iftihar edip övünüyorsunuz, ama şunu iyi bilmelisiniz ki, onları sırf kendi gücünüzle yenmediniz, onları siz değil, Allah öldürdü. Ve attığın vakit de sen atmadın ya Muhammed! Bir remiy, bir atış şeklinde bir iş yaptığın vakit, düşmanlara isabet eden ve etkileyen, hepsinin gözlerine batan o atışı sen atmadın, o atışın dış görünüşü senin idi, ama sonuçlarını ve etkisini sen yapmadın ve lâkin Allah attı. Zira sana "At!.." emrini veren O idi, o attığın şeyi hedefine isabet ettiren, gayesine erdiren ve düşmanı bozguna uğratıp, sizi tepesine bindiren ve galip getiren O idi. Eğer atanla atılan merminin içyüzü hesaba katılmayacak olursa, bütün şan ve şeref, düşmanın boynuna inen bir kılıcın veya damarına saplanan okun veya gözüne batan çakıl taşının olması gerekir, o zaman da size hiç bir şeref hissesi kalmaz. Fakat şeref ne kınında duran kılıcın, ne de yerindeki çakılındır. İşte o kılıcın ,okun ve çakılın gazilere karşı durumu ne ise, gazilerin de Allah'a karşı durumu ondan da aşağılardadır. Çünkü onlar Allah'ın emrinde ve hizmetindedir. Binaenaleyh gaziler bilmelidirler ki, hakikatte kendilerinin hiçbir hakları yoktur, büyüklük taslayıp böbürlenmeleri de yersizdir. Bütün bunları yapan ve yaratan Allah'tır.

Buradan hareketle, bunu vahdet-i vücud görüşüne delil olarak kullanmaya gerek yoktur, böyle bir vehme saplanmak da doğru değildir. Bunda vahdet-i vücud veya ittihat değil, fiillerin yaratılışı, görünüşteki etkilerinin ötesinde ve üstünde olan gizli ve hakiki etkinin ispatı ve gerçek etken olan Allah'ın gücü ve kuvveti söz konusudur. Aslında ortada atan ve atılan, gazi olan ve ölen yok değil, ancak bütün bunların üstünde mutlak kudret sahibinin emrinin ve iradesinin geçerliliği vardır. Aslında bunların hiçbiri tek tek veya hepsi birden Allah değildir. Fakat hepsinin varlığı üzerinde yegane etki gücüne sahip, hepsi üzerinde hükümran bir Allah vardır ki, bütün sebepler ve amiller, gizli ve açık tesirler ve bunların sonuçları netice itibariyle O'nun hükmü altındadır.

Ve Allah, müminlere, tarafından güzel bir tecrübe kazandırsın, güzel bir nimet olan nusret ve zafer tecrübesi ihsan etsin diye bunları yaptı. Şüphesiz ki, Allah işitendir, bilendir. Dualarınızı, feryatlarınızı, gizli ve açık seslerinizi, sözlerinizi işitir. Niyetlerinizi, maksatlarınızı, fikirlerinizi ve kuruntularınızı, bütün hâl ve gidişinizi hakkiyle bilir.

"İşte bu, bir öğüttür, bir uyarıdır. Artık dileyen Rabbine varan yolu tutar. Ama Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz. Çünkü her şeyi bilen, tam hüküm ve hikmet sahibi olan, Allah’tır. Her şeyi bildiği gibi, rahmet ve hidâyete lâyık olanları da pek iyi bilir." (İnsan,76/29-30)

"Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." Bu âyet "cebr ve kader" meselesinde fikirlerin çarpışma sahası olmuş ise de, bunda kulların dileme hak ve yetkisi olduğunda, bununla beraber bu dilemelerin mutlak olmayıp Allah'ın dilemesine uygunlukla kayıt altına alındığında şüpheye yer yoktur. Dolayısıyla sorumluluk kula, hüküm Allah'a aittir. Onun için kul, kendi kaderini kendi keyfine göre çizemez. Kul, Allah'ın dilemesi çerçevesinde sorumludur. Yüce Allah ise, hiçbir kayda bağlı olmadan dilediğini yapar. Yol, onun tayin ettiği; sevap ve ceza da onun hükümleridir.

Unutmayın ki Rabbinize yol bulma konusunda da yine Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz. Rabbiniz dileyip razı olmadıkça siz kendi kendinize hiçbir şey dileyemeyeceğinizi unutmayın. Hani kâfirler diyorlar ki:

"Biz de takmıyoruz öyle ise bu işi! Biz inanmıyoruz bu kitaba. Biz gerek duymuyoruz bu haritaya. Biz güvenmiyoruz bu pusulaya. Biz kabul etmiyoruz bu kitabın gündem oluşunu. Bizim ihtiyacımız yoktur bu kitabın yol göstericiliğine. Biz bunsuz da bu hayatı yaşarız."

Allah da diyor ki, “Ey kâfirler, bilesiniz ki takmamanız da Allah’tandır. Reddetmeniz de Allah’tandır. İsyan etme hürriyetleriniz de Allah’tandır, bunu unutmayın...”

Eğer bu dünyada Allah dünyanın konumu, imtihanı gereği dileyip bir irade vermemiş olsaydı, haydi buyurun istediğinizi tercih hakkını size veriyorum dememiş olsaydı, hiç kimsenin böyle dilediğini tercih hakkı olmayacaktı. Yani bilesiniz ki ey insanlar, sizin şu anda küfrü, isyanı tercih edebilmeniz de Allah’ın verdiği bu izne bağlıdır. Eğer melekler gibi, dağlar, taşlar, sema, ay, yıldızlar, güneş, bitkiler, madenler gibi sizlerin de boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucunu doğuştan eline alıvermiş olsaydı Rabbiniz, yani tıpkı o varlıklar gibi sizi de iradesiz yaratmış olsaydı, şu anda hiç biriniz dilediğini tercih hakkına sahip olmayacaktı.

Bu imkân ancak insana tanınmıştır. İsyan edebilme, kafa tutabilme özgürlüğü Allah yasaları gereği sadece insana tanınmıştır. Onun içindir ki insanın itaati diğer varlıkların itaatinden farklıdır. Yani insanın Allah’a itaati kölenin efendisine itaatinden farklıdır. Çünkü isyanın olmadığı yerde itaatin kıymeti yoktur. Onun içindir ki yalnızca insanın itaatinin karşılığı cennettir. Aslında bütün varlıklar da Allah’a itaat etmektedirler, ama onların itaati isyana imkân vermeyen bir itaattir. Melekler de, dağlar da, semâvât da, arz da, yıldızlar da, ay da, hayvanlar da, bitkiler de Allah’a kulluk yapmaktadırlar, ama onların itaati zoraki bir itaattir. İnsanın ki gibi özgürce bir itaat değildir.

"Bilinmeyen nice hazineler ve görünmeyen gayb aleminin anahtarları O’nun yanındadır. Onları Kendisinden başkası bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun haberi olmadan bir tek yaprak bile düşmez. Yer altı tabakalarının karanlıkları içindeki tek bir tane, hasılı yaş ve kuru hiç bir şey yoktur ki açık, net bir kitapta bulunmasın." (En'am, 6/59)

Yani daha açılmamış, vücuda gelmemiş, bizim ilmimiz ulaşmamış o kadar gayb hazineleri vardır ki, bütün bunların kapıları veya anahtarları ancak Allah'ın katında, Allah'ın elindedir. Onları, O'ndan başka kimse bilmez. O, bütün bu gaybları bildiği gibi, hâlihazırdaki bütün varlıkları da, bütün teferruat ve kısımlarına varıncaya kadar bilir. Mesela karada ve denizde ne varsa hepsini de bilir. Ve hiçbir yaprak düşmez ki, herhalde onu bilmesin ne yerin karanlıklarına düşer bir tane, ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki herhalde hepsi Allah'ın katında bir açık kitapta olmasın. Görünmeyen ve görünen, düşünülen ve hissedilen, bütünler ve kısımlar, büyük küçük, düşme ve karar bulma, hareket ve durgunluk, hayat ve ölüm, hasılı olmuş olacak, gizli açık her şey bütün genişliği, bütün inceliğiyle gayet açık ve düzgün bir kitaptadır. Yani Allah'ın ilminde veya Levh-i Mahfûz'dadır. Hem müfredâtı hem nizamların silsilesi ile Allah katında belli ve kaydedilmiştir.

Kara ve deniz olaylarından sonra, düşme olaylarının yaprak ve tane ile temsil olunması, bütün gök cisimlerinin birer yaprak ve tane gibi "durma kanunları"na tabi bulunduğuna dair bir delaleti içerir. Ve dikkate şayandır ki bu delalet, varlıklardan nasıl ve ne şekilde okunabilirse, Kur'ân'dan da o kadar okunabilmektedir. Doğrudan doğruya cisimlerin duruş ve hareketleri ifade olunmayıp da yaprağın ve tanenin duruşunun açıklanması, hem Allah'ın bilgilerinin çokluk ve inceliğini tasvir etmek, hem de insanlara göre durma kanunlarının yapraklar ve tanelerde açık ve seçik bir cereyan ve cisimlerde gizli ve istidlâle dayalı olduğuna ve yerde karanlıklara bir tane düşmesinin gök boşluğunda cisimlerin duruş ve hareketlerini bilmeye bir anahtar teşkil edebileceğine bir işarettir.

Bu âyetin önce görünmeyenden görünene, düşünülenden hissedilene, sonra derece derece hissedilenden düşünülene, görünenden görünmeyene giden öyle bir ince tertip vardır ki, bunun ne açıklaması biter, ne incelikeri tükenir.

Konuyla ilgili ilave bilgi için tıklayınız:

- İyilikleri Allah'tan, kötülükleri nefisten bilmek, ne demektir?..

- "De ki: Allah dilemedikçe, kendime hiçbir fayda ve zarar getirmeye, kadir değilim." (A'raf, 7/188) ayetini açıklar mısınız? Bu ayete göre insan iradesinin hiçbir önemi yok mudur?

45 Allah bizi yaratırken ne yarattığını bilmiyor muydu?

Cevap 1:

- Allah, bütün yaratıklarını bilir, başlarına neler geleceğini de bilir. Bize verdiği bu malzemeyle neler yapacağımızı da bilir. Ve netice itibariyle bizim cennete mi veya cehenneme mi gideceğimizi de bilir. Dinimizde, Allah’ın bazı şeyleri bilmediğini düşünmek küfre götürür.

“O yarattığı mahlukunu hiç bilmez olur mu? O -her şeye nüfuz eden-  Latîfdır, -her şeyden haberdar olan- Habîrdir.”(Mülk, 67/14).

- İşaret edilen hadisler ve benzeri rivayetlerin anlatmak istediği şudur: Allah, kimlerin cennete, kimlerin cehenneme gideceğini ezelî ilmiyle bilmektedir. Sağ eliyle yaratılanların cennete, sol eliyle yaratılanların cehenneme gideceğine işaret eden rivayetlerin bu ifadesi, cennet ehlinin kitabını sağdan, cehennemliklerin ise kitaplarını soldan alacaklarına dair gerçeğe bir işaret bir vurgu söz konusudur. 

Yine “Cehennem ehli cehennemlik amelleri, cennet ehli cennetlik amelleri yapacaklarına” dair hadislerden aynı şeyleri anlamak gerekir: Yani, Allah’ın sonsuz ilmiyle cennete veya cehenneme gideceklerini bildiği kimseler, Allah’ın bu bilgisine aykırı bir yol izlemezler. Çünkü, Allah’ın ilmi -imî bir ifadeyle- sebep ile müsebbebe birden taalluk eder. Bunun anlamı şudur: Allah, sadece kimlerin cennete veya cehenneme gideceklerini bilmez, aynı zamanda kimin hangi işlerinden ötürü oralara gideceklerini de bilmektedir. Bir müminin aklıselimi, böyle bir bilginin, böyle bir ilmin Allah hakkında zorunlu olduğunu anlamakta zorlanmaz. Çünkü, aksi takdirde  bazı konularda Allah’a cehalet isnat etmek anlamı doğar ki, böyle bir düşünce imanla bağdaşmaz.

Cevap 2:

Asıl mesele şudur: Allah’ın her şeyden haberdar olması, kimin cennete, kimin cehenneme gireceğini çok önceden bilmesi, insanlar için bir zorlama değil midir? Ve bu takdirde bu bazıları için bir zulüm olmaz mı?

Aşağıdaki açıklamalarda bu soruların cevabını görmekteyiz.

Bu hadis bir kısım insanların cennete bir kısmının da cehenneme gideceğini açıklamaktadır.

Allah’ın bir kısım insanları cennet için yaratıp ona göre amel işlemesi sözü şu şekilde anlaşılmalıdır; yani bazı insanlar bu dünyada cennete layık olacak ameller işlemeyi isteyecek ve Allah da onların bu isteklerine göre o fiili yaratacak ve bunun sonucunda da o insan cennete gidecektir.

Bazı insanların cehennem için yaratılıp cehennemlik ameller işlettirilmesi ise; kişi cehennemi gerektirecek amel yapmayı ister ve Allah da o fiili yaratır ve kişi bu fiili işlemekle cehenneme girer.

Nitekim kişi kendi isteği ile günah işlenen yerlere de gidebilir, Allah’ın adının anıldığı yerlere de gidebilir. Bu durumda serbesttir. Neticesine de katlanacaktır. İşte bu hadiste bu mana ifade edilmiştir.

Allah her insanı temiz bir fıtrat üzere özünde iyi olarak yaratmıştır. Her insanda iyiliğe olduğu gibi kötülüğe de meyil vardır. İnsanın sorumluluğu, bunlardan hangisine ağırlık verdiğiyle ilgilidir. Allah her insanı potansiyel bir Ebubekir olarak yarattığı gibi, potansiyel bir Ebucehil olarak da yaratmıştır. Peygamberler istisna tutulursa genel olarak bu böyledir. Çünkü Allah âdildir, zulmetmez.

Ama her insan kendisindeki iman filizini aynı şekilde büyütmeye gayret etmez. Hatta bazıları tamamen bunu kurutmaktadır. Kötü meyillerin verilmesi veya nefis ve şeytanın musallat olması ise hayırdır. İnsan meleklerden farklı yüksek makamlara da çıkabilir, alçak mertebelere de inebilir. Kâinatın kurulması ve hayatın devamında asıl amaç kamil insanı netice vermesidir. İnsanın yüksek mertebelere çıkıp kâmil insan olması için, kötü meyillerine, nefsine ve şeytana muhalefet etmesi, gerekmektedir. Bu  olmasaydı melekler gibi makamı sabit kalırdı. Halbuki sabit makamlı olan melekler çoktur.

Allah’ın insanlarda  iyiler yanında kötü meyiller yaratması, nefis ve şeytanı onlara musallat etmesi, onların derecelerini yükseltip kâmil insan olmaları içindir, yoksa cehenneme girmeleri için değildir.

Kaderin esas anlamı Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi demektir. Dikkat edersek bu bilgi, insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı, yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur. Bu konuya bir misal verelim:

Peygamberimiz (asv) İstanbul’un fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı gelince de dediği gibi çıkmıştır. Şimdi, İstanbul Peygamberimiz (asv) dediği için mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi. O zaman Fatih Sultan yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı, yine olacak mıydı. Demek ki Allah Fatih’in çalışıp İstanbul’u fethedeceğini biliyordu ve bunu elçisi Hz. Peygamber (asv)'a  bildirdi.

Buradaki ince nokta: Allah bildiği için biz bir şeyler yapmıyoruz; biz ne yapacaksak, Allah onu biliyor. Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez.

Buna bir örnek daha verelim; Allah dostu evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine “Yarın seni şu kitaptan imtihan edeceğim.” diyor. Fakat öğretmen Allah’ın izniyle onun filim, maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan karnesine “0” yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve sıfırı hak ettiğini öğrendiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp “Senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için önceden deftere sıfır yazmıştım.” diyor. Buna karşı öğrenci “Hocam sen sıfır yazdığın için ben sıfır aldım; yoksa geçer puan yazsaydın, geçerdim.” diyebilir mi?

Demek ki Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri, önceden bildiği için Allah yazıyor. İşte buna kader diyoruz.

Dünyaya gelen her insan bir kader programına tabidir. İnsanın ne yapacağını, başına ne geleceğini Yüce Allah ezeli ilminde biliyor. Ancak Allah’ın bilmiş olması, insanın o işi yapmasını zorlamaz. Çünkü Allah, insanın önüne sonsuz seçenekler koymuştur.

İnsan kendi iradesini kullanarak, hangi yolu tercih ederse, Allah onu yaratır. Dolayısıyla sorumlu olan insanın kendisidir.

Bu meselede şöyle bir örnek verilebilir:

Bir apartmanın üst katının nimetlerle, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir kişinin bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz edin. Kendisine, apartmanın bu durumu daha önce anlatılmış bulunan bu kişi, üst katın düğmesine bastığında nimetlere kavuşacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba uğrayacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o kişinin gücü ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi gücüyle çıkmadığı gibi, alt kata da kendi gücüyle inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin belirlenmesi, kişinin iradesine bırakılmıştır.

İşte insanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüye göre değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin günah, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu bildirmiştir. İnsan ise kendi iradesiyle, örnekteki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsaittir.

Hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden -asansör yardımıyla- oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Cevap 3:

Kaderi ikiye ayırabiliriz: Izdırari kader, ihtiyari kader.

Izdırari kaderde bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmıştır. Dünyaya geleceğimiz yer, öleceğimiz yer-zaman, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Ve bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yoktur.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlı olan icraatımızı belirlemiş olan kaderdir. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle onu bilmiş ve öyle takdir etmiştir. Örneğin evlenmek için, siz içinizde bir aday tipi belirliyorsunuz ve onu arıyorsunuz. Allah da  sizin istediğiniz vasıflara sahip birkaç kişiyi önünüze çıkarıyor. Siz de bunlardan birini iradenizle beğenip kabul ediyorsunuz. Allah’ın alacağınız eşin kim olduğunu ezelde bilmesi kader, fakat sizin iradenizle yaptığınız seçim, cüz’i irade dediğimiz insanın mesuliyet sınırları içindedir.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek “Benim ne suçum var?” diyen kişinin iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, “rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, kendi anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi: “Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.”

Hakkı-hukuku çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

46 İntihar etmek kişinin kaderinde mi vardır?

1. Kader konusunda aklınıza takılan her şeyi sorabilirsiniz. Bu durum inkâr ettiğiniz anlamına gelmez. Nitekim Kur'an'dan öğrendiğimize göre Hz. İbrahim aleyhisselam ölülerin nasıl diriltileceğini sormuş, sonra da "Allah'ım inanmadığımdan değil, kalbim tatmin olsun diye soruyorum." demiştir. Bu nedenle bizler de aklımıza takılan sorularımızı sorabiliriz. Biz de elimizden geldiği kadar cevap vermeye çalışırız.

2. Kaderin esas anlamı, "Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi" demektir. Dikkat edersek insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur. Bu konuya bir misal verelim:

Peygamberimiz (asm) İstanbul'un fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı gelince de dediği gibi çıkmış. Şimdi, İstanbul Peygamberimiz (asm) dediği için mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi. O zaman Sultan Fatih yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı yine olacak mıydı? Demek ki Allah Fatih'in çalışıp İstanbul’u fethedeceğini biliyordu ve bunu elçisi Hz. Peygamber (asm)'e bildirdi.

Buradaki ince nokta: Allah bildiği için yapmıyoruz; biz yapacağımız için Allah biliyor. Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz.

Buna bir örnek verelim; Allah dostu evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine “Yarın seni şu kitaptan imtihan edeceğim.” diyor. Fakat öğretmen Allah’ın izniyle onun filim, maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan karnesine “0” yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve sıfırı hak ettiğini bildiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp “Senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için önceden deftere sıfır yazmıştım.” diyor. Buna karşı öğrenci “Hocam sen sıfır yazdığın için ben sıfır aldım. Yoksa geçer puan yazsaydın geçerdim.” diyebilir mi?

Demek ki Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri bilerek Allah yazıyor. İşte buna kader diyoruz.

3. Kaderi ikiye ayırabiliriz; ızdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında, hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

Yaptıklarımızı Allah yarattığına göre bizim suçumuz ne?

İnsanın cüz-i ihtiyari adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kainatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba duçar olacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, “Benim ne suçum var.” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, “rüzgârın önünde sürüklenen bir yaprak” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi:

“Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.”

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

47 Hadiste bildirildiğine göre: Hz. Musa (as), Hz. Adem (as)'e "'İnsanları işlediğin günah sebebiyle cennetten çıkardın." suçlamasına, "Allah'ın beni yaratmadan önce hakkımda takdir etmiş olduğu bir iş konusunda mı beni yargılıyorsun?" cevabını vermiş...

Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Hz. Adem ve Musa aleyhimasselam münakaşa ettiler. Musa, Adem´e: "İşlediğin günahla insanları cennetten çıkaran ve onları şekavete (bedbahtlığa) atan sensin değil mi!" dedi. Adem de Musa´ya: "Sen, Allah´ın risalet vermek suretiyle seçtiği ve hususi kelamına mazhar kıldığı kimse ol da, daha yaratılmamdan (kırk yıl) önce Allah´ın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplamaya kalk (bu olacak şey değil)!" diye cevap verdi." Resulullah devamla dedi ki: "Hz. Adem Musa´yı ilzam etti!" [Buhârî, Kader 11, Enbiya 31, Tefsir, Taha 1, 3, Tevhid 37; Müslim, Kader 13, (2652); Muvatta, Kader 1, (2, 898); Ebu Davud, Sünnet 17, (4701); Tirmizî, Kader 2, (2135).]

1. Bu rivayette geçen münakaşa olayının zamanı ve yeri konusunda farklı değelendirmeler ileri sürülmüştür:

Bazı alimler göre, ahirette cereyan edecektir. Bazı alimler, dünyada ve Hz. Musa (as) devrinde cereyan ettiğini, Cenab-ı Hak, Hz. Musa (as)´ın Adem (as)´ı görme talebi üzerine, onu dirilterek karşılaştırmış olabileceğini söylemiştir.

Bazı alimler, bu iki peygamberin berzah aleminde karşılaşmış olabileceklerini söylemiştir. Bu durumda Hz. Musa (as)´ın vefatından sonra ruhları semada karşılaşmış olmalıdır.

İbnu´l-Cevzî, bunun bir darb-ı mesel olabileceği ihtimali üzerinde de durmuştur. Bu durumda mâna şudur: "Eğer onlar karşılaşsalardı, aralarında böyle bir tartışma geçecekti. Bu temsilde Hz. Musa (as)´ın isminin geçmesi, ağır tekliflerle gönderilen ilk peygamber olması sebebiyledir."

2. Hz. Adem (as)´in kaderinin yaratılmazdan önce yazıldığı konusu ise: Bir başka rivayette 40 yıl önce ifadesi vardır. İbnu´t-Tîn: "Kırk yıldan maksat, ayet-i kerimede geçen "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." (Bakara, 2/30) ifadesi ile Hz. Adem (as)´e ruhun üflenmesi arasında geçen müddettir." Bazıları: "Bu müddetin başlangıcı levhalara yazılma zamanıdır. Sonu da Hz. Adem´in yaratılma zamanıdır." demiştir. İbnu´l-Cevzî der ki: "Allah´ın kadim olan ilmi, ma´lumatın tamamını mahlukatın hiçbiri yaratılmazdan önce kuşatmış idi. Ancak bunları farklı zamanlarda yazdı. Nitekim Sahih-i Müslim´de gelmiştir ki: "Allah miktarları, yeri ve gökleri yaratmazdan elli bin yıl önce takdir etmiştir." Öyleyse, bilhassa Hz. Adem (as)´in kıssasının, yaratılışından kırk yıl önce yazılmış olması caizdir. Bu miktar, ona ruh üflenmezden önce toprak olarak bekleme müddeti de olabilir, bu da caizdir. Nitekim yine Sahih-i Müslim´de geldiğine göre, Hz. Adem (as)´in toprak halinde şekillenmesi ile ona ruhun üflenmesine kadar kırk yıl müddet geçmiştir. Bu hal, bir küll olarak miktarların semavat ve arzın yaratılışından elli bin yıl önce yazılmış olmasına aykırı olmaz."

Mâzirî de şunu söyler: "Bundan murad Allah bunu, Hz. Adem (as)´in yaratılışından kırk yıl önce yazmış olmasıdır. Fakat bundan şunun kastedilmiş olması muhtemeldir; Allah bunu meleklere açıkladı veya bu tarihi izafe ettiği bir fiilde bulundu. Aksi takdirde Allah´ın meşieti ve takdiri kadimdir." En doğrusu da şudur: Hz. Adem (as)´in "Allah bunu, beni yaratmazdan önce bana takdir buyurdu." şeklindeki sözü ile "Tevrat´ta bunu yazdı." demeyi kastetmiş olmasıdır. Çünkü bir başka rivayette şöyle gelmiştir: "Hz. Adem, Musa´ya sordu: "O yaptığın işin üzerime yazılması işinin, Tevrat´ta yaratılmamdan kaç yıl önce vuku bulduğunu gördün?" Hz. Musa: "Kırk yıl!" diye cevap verdi."

Nevevî der ki: "Onun takdirinden murad Levh-i Mahfuz´a veya Tevrat´a veya Elvah´a yazılmasıdır. Kaderin kendisinin kastedilmesi caiz değildir. Çünkü o, ezelîdir. Hak Teala Hazretleri, gelecek hadiseleri ezelden beri bilir. Onun ilmi sonradan oluşmaz." (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/29-31.)

3. Hadiste geçen "Allah´ın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplama." ifadesi, kişinin iradesini yok saymak değildir. İradeyle ve bilinçli olarak yapılan işler ile diğerlerini ayrı tutmak gerekir. Bu konuyu bir kaç noktadan incelemek gerekir:

      a. İnsanın aklını meşgul eden ve zihnini yoran hadiselerden birisi de, Hz. Âdem (as)'in cennetten çıkarılışı, dünyaya gönderilişi ve bu hadiseye de şeytanın sebep oluşudur. Bazı kimselerin aklına şöyle bir soru gelmektedir: “Eğer şeytan olmasaydı, Hz. Âdem (as) cennette kalacak ve biz de orada mı bulunacaktık?”

Bu konunun izahında, Cenab-ı Hakk'ın, Hz. Âdemi (as) yaratmazdan önce meleklerle olan konuşmasına dikkat edelim. Bakara Suresinde şöyle anlatılmaktadır:

“Hani, Rabbin meleklere, ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi. Onlar, Bizler hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun, dediler. Allah da onlara, sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim dedi.” (Bakara, 2/30)

Ayet-i kerimenin mealinde de görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak daha Hz. Âdem (as)'i yaratmadan önce insan nevini yeryüzünde var edeceğini haber vermektedir. Yani insanların cennette değil de, dünyada yaşayacaklarını bildirmektedir. Şeytanın Hz. Âdem (as)'i aldatması, insanın dünyaya gönderilmesine sadece bir sebep olmuştur.

Diğer taraftan, meleklerden farklı olarak insana nefis ve şehevi hisler verilmiştir. Bu hislerin akislerinin görülmesi için insanların dünyaya gönderilmesi, onlara bazı sorumlulukların verilmesi ve bir imtihana tabi tutulması gerekliydi. Ta ki, insan bu imtihan ve tecrübe sonunda ya cennete layık bir kıymet alsın, yahut cehenneme ehil olacak bir vaziyete girsin.

Bu açıdan Hz. Adem aleyhisselamın dünyaya gönderilmesi Allah'ın takdiriyledir.

      b. İslâm âlimleri Hz. Âdem aleyhisselamın yasak ağaçtan uzak durması yönündeki ilâhî emre uymamasının Allah'a bir isyan ve büyük günah sayılıp sayılmayacağı konusunu tartışmışlardır. Bu tartışma, daha çok Tâhâ sûresinin 115 ve 121. âyetlerinin üslûbundan kaynaklanmaktadır. Bu Sûrenin 121. âyetinde Hz. Âdem ve Hz. Havva'nın şeytana aldanarak yasak ağacın meyvesinden yedikleri belirtildikten sonra. "... Böylece Âdem Rabbine âsi olup yolunu şaşırdı." denilmektedir. Bu âyetteki "asâ" fiili Zemahşeri’ye göre, Hz. Âdem'in büyük günah işlediği anlamına gelmez; o, küçük günah, başka bir tâbirle zelle işlemiştir. Bunun "âsi oldu" fiili ile ifade edilmesi, insanlar için bir uyarı maksadı taşımakta, bir bakıma onlar: "Sakın, büyük günah şöyle dursun, önemsiz hataları bile küçümsemeyiniz!" şeklinde uyarılmaktadır (bk. Zemahşerî. II/557).

Kur'an-ı Kerim'de geçen ayetleri daha iyi anlamak için önce o ayetle ilgili diğer ayetlere bakmak ve ona göre değerlendirmek gerekir. Nitekim konunun açıklandığı bir başka ayette Hz. Adem aleyhisselamın bunu bilerek değil unutarak yaptığı açıkça ifade edilir. (Taha, 20/115)

Alimler Tâhâ sûresinin 115. âyetinde geçen,

"Andolsun ki biz daha önce Âdem'e emir vermiştik; ancak o unuttu ve biz onu azimli bulmadık."

mealindeki ifadeyi göz önüne alarak,. Âdem'in yasaklanmış ağaca günah işleme azmi olmaksızın dalgınlıkla yaklaştığını belirtmişlerdir. Nitekim Hasan-ı Basrî. "Vallahi, o unuttuğu için âsi oldu." demiştir (bk. Râzî, XXII, 1271.

Ayrıca İslâm âlimlerinin kanaatine göre bu olay Âdem cennette iken, yani peygamber olmadan önce cereyan etmiştir. O zaman ne ümmet, ne de cemaat vardı. Âdem'in kasıtsız olarak işlediği bu hata, tövbe etmesi üzerine Allah tarafından bağışlanmış, yeryüzüne indikten bir müddet sonra da kendisine peygamberlik verilmiş, böylelikle o ilk insan, ilk baba ve ilk peygamber olmuştur.

"Derken şeytan, onlardan gizli bırakılmış o çirkin yerlerini (avret mahallerini) kendilerine açıklayıp göstermek için ikisine de vesvese verdi ve 'Rabbiniz size bu ağacı başka bir şey için değil, ancak iki melek olacağınız, yahut ölümden kurtulup ebedi olarak kalıcılardan bulunacağınız için yasak etti.' dedi. Bir de onlara, 'Ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim.' diye yemin etti. İşte bu şekilde ikisini de aldatarak o ağaçtan yemeye tevessül ettirdi. Ağacın meyvesini tattıkları anda ise, o çirkin yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine Cennet yaprağından üst üste yamayıp örtmeye başladılar. Rableri de 'Ben size bu ağacı yasak etmedim mi? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?' diye nida etti." (A'râf, 7/20-22)

"Bundan sonra Âdem, Rabbinden (vahiy yoluyla) kelimeler belleyip aldı ve şöyle diyerek Allah'a yalvardılar: 'Ey Rabbimiz kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bizi esirgemezsen herhalde en büyük zarara uğrayanlardan olacağız.' dediler." (A'râf, 7/23)

"Sonra Rabbi onu seçti (peygamber yaptı) da tövbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu gösterdi. ... " (Tâha, 20/122-123)

Aslında Hz. Âdem (as) ve eşinin şeytanın iğvâsına kapılmaları, pişmanlık duymaları ve tövbe etmeleri, tövbelerinin kabul edilmesi, cennetten çıkarılmaları gibi hadiseler, onların soyunun dünya hayatına ait macerasının bir hulâsası gibidir. Bu ilk hata ve daha sonraki gelişmelerin, yeryüzünde insanlar da haramlara yaklaştıktan sonra ataları Âdem gibi samimiyetle tövbe ederlerse tövbelerinin kabul edilebileceğini, günah karşısında insan için bir tövbe ve af müessesesinin daima işleyeceğini, insanın böylelikle kemale ereceğini gösterdiği düşünülebilir.

Buna göre Hz. Adem (as) unutarak meyveyi yediği için Kader'in ızdırari kısmına girebilir. Bundan dolayı sorumlu olmaz.

      c. Kaderi ikiye ayırabiliriz: Izdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Sizin sorduğunuz soruda bu alanda müzakere edilmektedir. Yani siz bir aday tipi belirliyorsunuz ve arıyorsunuz. Allah da sizin istediğiniz vasıflara sahip birkaç kişiyi önünüze çıkarıyor. Sizde bunlardan birini iradenizle beğenip kabul ediyorsunuz. Alah’ın alacağınız eşin kim olduğunu ezelde bilmesi kader, fakat sizin iradenizle seçmeniz cüz’i irade dediğimiz insanın mesuliyet sınırlarıdır.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

İnsanın cüz-i ihtiyari adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kainatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba duçar olacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, “Benim ne suçum var?” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, “rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi:

“Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.”

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

Bu açıklamalara göre Hz. Adem (as)'in Hz. Musa (as)'a verdiği cevabı: "Benim bu meyveyi yemem bilerek olmadı. Dünyaya gönderilmem için bir neden olarak yaratılmıştır. Öyleyse iradem dışı yaptığım bir işten dolayı beni neden hesaba çekiyorsun." şeklinde anlamak uygun olacaktır.

48 Ata, kaza ve kaderi hadis-i şerif ile açıklar mısınız?

Kader, bütün varlıkların, olayların Allah tarafından planlanması ve onun kuşatıcı ilminde var olmasıdır.

Kaza ise, bu planın pratize edilmesi, uygulama sahasına konulması, sonsuz kuvvet ve kudretin çerçevesinde şekillenmesi anlamına gelir.

Ata ise, Allah'ın kâinat çapında uygulamaya koyduğu mevcut kanunların dışında bir yol izleyip, bir ihsanda bulunmasıdır.

Mesela; beşinci kattan düşmek, ölmek veya büyük bir sıkıntıya düşmek, bir kader kanunudur. Bu kanun doğrultusunda, düşen bir kimsenin ölmesi ya da yaralanması, olması gereken bir kazadır. Böyle bir kimsenin ölmemesi ya da hiçbir yara almadan kurtulması ise, Allah'ın bir lütfüdür, bir atadır.

Konunun soruda işaret edilen hadisle bir münasebetini göremedik.

İlave bilgi için tıklayınız:

Ata ve Levh-i mahv ve isbat nedir? Levh-i mahv isbat levhasının hikmeti nedir?

Kadere İman.

49 Kaç çeşit kaza vardır?

- Eceli; ecel-i müsemma/mubrem ve ecel-i kaza/muallak olarak tespit etmek mümkündür.

Ecel-i Müsemma; Allah’ın ilminde, levh-i ezelîde olan, kesin ve değişmez eceldir.

Ecel-i kaza ise; Levh-i Mahfuz'da kesin bir hüküm şeklinde gözüken, ancak şartlara bağlı olarak değişebilenler yanında, değişmeyen hükümleri de ihtiva etmek üzere iki şekli vardır.

Ecel-i müsemma değişmez olduğundan asıldır. Levh-i mahv ve isbatta yazılan ecel-i kaza ise ona aykırı olamaz. Dolayısıyla, ecel-i kazanın, diğer adıyla ecel-i muallakın gerçekleşmesi, aynı zamanda ecel-i müsemmanın gerçekleştiği anlamına gelir.(krş.. B. S. Nursi, Lem'alar, s.104; Barla Lahikası, s.349).

- Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki; genel olarak mukadderat üç şekilde söz konusu olmaktadır.

Birincisi: Ecel-i müsemma olarak yerini almıştır. Buna eceli mübreme/kesin hüküm de denilir.

İkincisi: Ecel-i muallak olarak yazılımı söz konusu olan mukadderattır. Buna ecel-i kaza da denilir.(bk. Nursi, Barla, s.349).

Ecel-i muallak: Şartlı olan hükümlerin yazılımını gösterir. Hadis-i şerifte  “Bazen bela nazil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.”(Kenzu’l-Ummal, 5144).

Abdullah b. Ömer’den gelen diğer bir rivayette Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Sadaka verin; hastalarınızı sadaka ile tedavi edin. Muhakkak ki sadaka, gelen arazlar, marazları / hastalıkları geri çevirir. Sadaka aynı zamanda ömrünüzün uzamasına, iyiliklerinizin katlanmasına vesile olur.” (Kenzu’l-Ummal, h. No: 16113).

Bu hadislerin sırrı şudur ki;  muallak olan mukadderat bazı şartlarla vukua gelirken, geri kalır. Demek ki mutlak olmayan, bilakis bazı şartlarla mukayyet olan bir kısım mukadderat -şartları yerine gelmediği için- vukuu bulmayabilir.(bk. Nursi; Lem'alar).

- Ecel-i müsemma; Allah’ın ilminde var olan veya ilmî hükmün aynısı koruyan şekliyle Levh-i Mahfuzda yazılandır.

- Ecel-i muallak ise, bazı şartlara bağlı olarak levh-i ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan levh-i mahv ve ispatta mukadder olarak yazılanlardır.(bk. Nursi, a.g.e).

- Mukadderatın üçüncü bir şekli de Levh-i Mahfuz'da şartsız/kesin şekilde gözüken, fakat Allah’ın ilminde ise, belli şartlara bağlı olan mukadderattır. İmam-ı Rabbanî, buna “ecel-i mübreme-i saniye = ikinci derecede kesin olan ecel/Yani Allah’ın ilminde kesin olan ecel” adını vermiştir.

 "Allah dilediğini imha eder, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O'nun katındadır." (Ra’d, 13/39)

Allah dilediğini mahveder, dilediğini yerinde sabit tutar. Gerek yaratmada, gerek hüküm koymada dilediğini mahveder. Varlık âleminden siler, hükümden düşürür, yürürlükten kaldırır, izini yok eder, dilediğini de onun yerine geçirir veya doğrudan doğruya yenisini yaratır.

Evvela yaratılışta görülüyor ki, Allahuteâlâ, âlemde birtakım şeyleri yok edip, ortadan kaldırırken, diğer birtakım şeyleri durduruyor ve yeniden vücuda getiriyor. Mesela bir milleti mahvediyor, diğer bir milleti yaşatıyor. Aynı şekilde bir kavim içinde Zeyd ölürken bir Amir doğuyor veya Ahmed yaşamaya devam ediyor. Aynı şahısta ve aynı varlıkta hastalık, yaşlanma vs. gibi sebeplerle durmadan durum değişikliği oluyor.

Bedende hücreler bir yandan ölürken, bir yandan da yenileri onların yerine geçiyor. Mesela, ticaret hayatında aynı kişi bazı işlerinde kâr ediyor, bazılarında zarar ediyorlar. Allah, bazan onun rızkını arttırır, bazan azaltır, ecelini ve ömrünü uzatır, kısaltır seadetini şekavete, şekavetini seadete dönüştürür. Tövbe edenin günahlarını, amel defterinden siler, yok eder, onun yerine, sevap yazar, ilh... Öyle ki, bütünüyle kâinat, bir taraftan harfleri ve satırları silinip, diğer taraftan yazılan bir kitap gibidir. Böyle iken kâinatın sayfa düzeninde, hikmetli akışında ne bir silinti, ne de bir kazıntıdan eser bulunmaz, kusursuz olarak işler.

İşte ilâhî yaratılışta böyle olduğu gibi, teşri hususunda da durum böyledir: Allahuteâlâ, bir süre için yürürlükte tuttuğu bir şer'î hükmü, diğer bir zaman için yürürlükten kaldırır, yerine başka bir hüküm getirir: Hükümlerin bir kısmını başka hükümlerle nesheder.

"Eğer biz bir âyetin hükmünün kaldırır veya onu unutturursak, ondan daha hayırlısını veya dengini getiririz." (Bakara 2/106)

ayetinin gereğince o hükmün yerine ondan daha hayırlısını ya da en azından onun gibisini ikâme eder. Çeşitli devirlerin ve farklı toplumların durumlarına uygun düşen çeşitli şeriatlar bulunur. Böylece "Her ecelin bir kitabı var" olmuş olur. Çünkü kitaplar, şeriatlar dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmek için, insanların uyması gereken kurallardır.

İlahî irade ve meşiyyetin gereğince devirden devire insanların ve toplumların ihtiyaçları değişik olduğundan, ona göre, hükümlerin değişmesi de ilâhî hikmetin gereğidir. Bununla beraber Allahuteâlâ, dilediği bazı hükümleri de neshi mümkün olmayacak şekilde muhkem ve sabit kılar ki, bu gibi hükümler, her devir için şeriatın temel ilkeleri "usûlu-i şeriat", diğerleri de ayrıntı sayılan dallar "furu-i şeriat"dır. (bk. Maide Sûresi'nde 48. âyete). Bundan dolayı Kur'ân, Tevrat ve İncil'in ve diğer ilâhî kitapların önemle üzerinde durdukları temel ilkelerden bir kısmını destekleyerek, ehlikitabın hepsini sevindirip ferahlandırırken, o kitaplarda ahir zamanın şartlarına uygun olmayan birtakım hükümleri de neshedip ortadan kaldırır. Ve bundan dolayıdır ki, Kur'ân bütün kitaplar üzerinde, müheymin (gözetici) ve bütün zamanların değişikliğine hakim Arapça bir hüküm kitabıdır.

Allah, böyle "dilediğini imha ve dilediğini ibka ve isbat eyler" ve ana kitap ancak onun katındadır. Bütün kitapların ilk kaynağı, aslı, esası olan, hiçbir şekilde değişmeyecek, mahvı mümkün olmayan ana kitap, daha doğrusu kitabın anası, "düstur-i âlâ" denilen kütük ancak onun katındadır ki, o "Levh-i Mahfuz" veya "ilm-i ezelî-i ilâhî"dir. Değişecek ve değişmeyecek olan, giden ve kalan işte her şey o kitapta yazılıdır. Hepsi bilinmektedir. Onun için dinin temel ilkelerinden olmayan konularda şeriatlar arasında veya aynı kitapta meydana gelen nesihlerden dolayı, Allah Teâlâ'ya hiçbir şekilde beda lazım gelmez. Ve yine onun içindir ki, tekvin ve teşride mahiv ve isbat cereyan ettiği halde Ana kitaba (Ümmü'l-kitaba) göre, her şey "yazılmış, bitmiştir, kalem kurumuştur." Kâinatta yeniden yazılacak, yeniden programlanacak hiçbir şey yoktur. Her şey yerli yerinde ve yazılıp programlandığı şekilde akıp gitmektedir. Binaenaleyh Tevrat veya İncil'i "Ümmü'l-kitap" olarak farzedip de nesih kabul etmez diye iddia eden o inkârcı ehlikitap hiziplerinin inatları ve inkârları ne kadar boş, ne kadar batıl hevestir. Halbuki Kur'ân'dan önceki kitaplar, yalnızca nesihten değil, tahriften de uzak kalamamışlardır. (bk. Elmalılı, ilgili ayetin tefsiri)

50 Zalimlerin bu dünyada işleri rast gittiği halde, bazı iyiliksever insanların işleri kötü gitmektedir; bunun hikmeti nedir?

Bu dünya hizmet ve meşakkat yeridir, mükâfat ve rahat yeri değildir. İnsanın asıl vazifesi Rabbini tanımak ve emrettiği ölçüler içerisinde yaşamaktır. Bunun da yolu ibadetlerden geçmektedir.

İbadet iki kısımdır:

1. Müsbet ibadetler. 2. Menfi ibadetler

İbadetin müsbet kısmı bildiğimiz, namaz oruç gibi ibadetlerdir. Menfi kısmı ise hastalık, musibet ve felaketler karşısında insanın aczini ve zayıflığını hissedip Rabbine sığınması ve sabretmesi neticesinde kazandığı büyük sevaplardır.

Diğer yandan belaların en şiddetlilerine Allah' ın en sevdiği kulları olan -başta Efendimiz (asm) olmak üzere- peygamberler ve salih kullar maruz kalmıştır. Eğer zannedildiği gibi musibet mutlaka kötü bir şey olsaydı, o zaman Allah en sevdiği kullarına bela ve musibetleri vermezdi. Çünkü hadis-i şerifteşöyle ifade ediliyor:

"En ziyade musibet ve zorluklara maruz kalanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridir." (1)

Bela ve musibetlerin daha çok Müslümanların başına gelmesinin nedeni ise, bu dünyada yapmış oldukları hataların ve işlemiş oldukları cezaların karşılığını çekip, haşir meydanına bırakılmamasıdır. Çünkü büyük hatalar ve cinayetler büyük mahkemelere, küçük cezalar küçük merkezlerde verildiği gibi, günahı az olan iman ehlinin hataları bu dünyada çeşitli bela ve musibetlerle temizlenmekte, büyük mahkeme olan haşir meydanına bırakılmamaktadır. Ancak hataları büyük olan küfür ehlinin cezalarına, bu dünyanın bela ve musibetleri az geleceğinden büyük mahkemeye, ebedi ceza yurdu olan cehenneme ertelenmektedir.

Müminlerin işledikleri günahlara mukabil çoğu kez bu dünyada başlarına bela ve musibet verilmektedir. Ta ki cezası bu dünyada temizlensin ve ahirette ceza görmesin. Ancak kafirlerin ve zalimlerin işlediği günahlar ve zülümler büyük olmasından dolayı, bu dünyadaki bela ve musibetler onların cezalarına mukabil gelmediği için cezaları tamamen ahirete bırakılmaktadır. Bu dünyada bile küçük suçlar küçük mahkemelerde verildiği halde büyük suçların cezası büyük mahkemelerde verilmektedir.

Elbette binlerce milyonlarca insanın ahını alan bir insanın hesabı bu dünyada görülmez. Cehennem gibi bir ceza ancak onların suçlarına mukabil gelir.

(1) el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 1:519, no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:343; Buharî, Merdâ: 3; Tir¬mizî, Zühd: 57; İbni Mâce, Fiten: 23; Dârimî, Rikâk: 67; Müsned, 1:172, 174, 180, 185, 6:369.

51 İnsanların dünya nimetlerinden aldıkları paylardaki farklılık, ilâhî adalet yönünden nasıl yorumlanabilir?

Bu soruyu soran bazı kimseler, adalet ile eşitliği karıştırırlar. Bu kâinattaki her varlıkta ve her olayda eşitlik değil, adalet hakimdir. İnsan yüzüne bu nazarla baktığımızda gözle kulağın, burunla ağzın eşit olmadığını, ama her birinde tam bir adaletin hükmettiğini görürüz.

Her insanın hayatı müstakil bir eserdir ve dünya kurulduğundan beri, bu eser ilk ve son olarak yazılmıştır. Hâl böyle olunca, insanların her birini içinde bulunduğu bütün şartlarla birlikte düşünmek, başından geçen farklı hâdiselerle ve imtihan edildiği değişik olaylarla beraber nazara almak gerekiyor. Bir insan hakkında vereceğimiz hüküm diğerine ölçü olmuyor. Birisini yükselten aynı hâdise, berikini alçaltabiliyor. Birinin hakkında hayırlı olan, diğeri için şer olabiliyor. Birinin nefret ettiğine bir başkası can atabiliyor. Herkes kendi şartları içinde bir imtihana tâbi tutuluyor. Önemli olan bu şartların farklılığı değil, bu imtihandan başarıyla çıkmaktır.

Bazı dünya nimetlerinden faydalanma noktasında, insanlar arasında birtakım farklılıklar görülüyor. İnsanoğlu, böylece, "kadere teslim ve kısmete rıza hususunda" da ayrı bir imtihan geçiriyor. Bu imtihanı kazanan fakirler çok olduğu gibi, kaybeden zenginler de az değildir. Çünkü, kısmetine razı olmayan insan, ne kadar varlıklı olursa olsun, daha fazlasına göz dikerek kadere isyan yolunu tutabilir. Yine, dünya payından az hisse alan nice fakirler de kendilerinden daha fakir insanları düşünerek şükür yolunu tutabilirler.

Servet imtihanı oldukça ağırdır. Zekâtını eksiksiz vermek, bununla da yetinmeyip fakirleri sadakayla sevindirmek, o şaşaaya rağmen tevazu içinde yaşamak, kalbini dünyaya kaptırmamak ve maddî imkânlarına güvenmemek bu imtihanın en önemli sorularıdır. Bunlar, nefsin hiç mi hiç hoşuna gitmez.

Mevki ve makam sahipleri için de benzer bir tablo çizilebilir. Biz kendi aklımızca, servet ve makam sahiplerinin daha fazla şükür ve ibadet edeceklerini sanırız. Ama uygulamada çoğu kez bunun aksiyle karşılaşırız. İbadet ehlinin, genellikle, fakirler ve orta gelirli kişiler olduklarını görürüz.

Yanlış anlaşılmasın; zengin olmak ve ileri makamlara çıkmak elbette istenmeli ve bu konuda gerekli sebeplere baş vurulmalı. Ama, elde edilemeyince de üzüntüye kapılmadan, gam ve kederde boğulmadan, “Hakkımda hayırlısı böyle imiş.” denilebilmelidir.

Bir gün bu imtihan meydanı kapanacak. Her şey gerilerde kalacak. Mahşer meydanına gelen insanlar, oraya imanlarından ve salih amellerinden başka bir şey getirecek değiller. Bu nokta dikkatten kaçmamalı. Önemli olan, bu kısa dünya hayatında şöyle veya böyle yaşamak değil, o dehşetli meydana, dünya imtihanını kazanmış birisi olarak gelmektir. Çünkü, böyle bir gelişin mükâfatı ebedî saadettir.

Şu nokta da çok önemlidir: Bu dünya hayatını zehir eden hâdiseleri kendimiz ihdas ediyoruz. Birbirimize yük oluyor, zulmediyor, azap çektiriyoruz. Kalp kırmaktan, mal gasp etmeye kadar bizi rahatsız eden her ne varsa, hepsinin arkasında kendi nefsimiz, kendi irademiz yatıyor. Bunlar olmasa, hepimiz ilâhî takdirle gelen bütün musibetlere karşı teslim, tevekkül ve rıza ile dayanabilir, sabredebiliriz.

Hâdiseleri güzel yorumlama hissini kaybetmişsek, her şeye menfi nazarla bakıyorsak, ruhumuzda kıskançlık, hırs, haset hâkim olmuşsa, kanaat nedir bilmiyorsak dünya hayatımızı kendi elimizle harap ediyoruz demektir. Artık ne başkalarıyla kavga edelim, ne de kadere itirazda bulunalım. Dünyanın en ileri makamları da bize verilse, en büyük servetlerin de sahibi olsak, bu ruh ve bu ahlâk bizde oldukça saadeti yakalamamız mümkün değildir.

Zenginin zekâtını, sadakasını tam olarak verdiği,

“Komşusu aç iken tok olan benden değildir.”(Hakim, IV/167)

hadisindeki tehditten herkesin korktuğu, güzel ahlâkın bütün şubeleriyle hâkim olduğu bir beldede insanlar bir cennet hayatı yaşarlar. Dikkat edersek, bizi rahatsız eden hususlar kaderden düşen payımız değil, insanların nefislerinden gördüğümüz zararlar, yanlış davranışlar, haksızlıklar, zulümlerdir.

İnsanlar belli hedeflere, makamlara yahut servetlere iki yolla ulaşırlar. Bunlardan birisi, meşrudur, diğeri gayrimeşru.

Bir insan, zorbalık, haksızlık veya sahtekârlık yaparak yahut kul hakkını bir şekilde çiğneyerek bazı menfaatler elde etmiş olabilir. Şuurlu bir Müslüman, bu tip kazançlara heveslenmek şöyle dursun, onlara sahip olmaktan Allah’a sığınmak mecburiyetindedir. “Falan hırsızlık etti de servet sahibi oldu; bana böyle bir fırsat düşmedi.” diyen insanın, Allah ve âhiret inancı sarsılmış demektir. Bu adamın asıl zararı, kaybettiği o maddî servetler değil, yitirdiği insanî ve İslâmî değerlerdir. Buna ağlamalı, buna üzülmeli ve bunlara yeniden kavuşmanın yollarını aramalıdır.

Servet ya meşrudur, alın terinin neticesi, gayretin mahsulüdür;

“Doğru ve dürüst tacir, kıyamet gününde sıddıklar ve şehitlerle beraber haşr edilecektir.”(bk. Tirmizî, Zühd, 37; Ebû Dâvûd, İlim, 13)

hadis-i şerifindeki müjdeye dahildir veya gayrimeşrudur, haksızdır, üzerinde zulüm damgası vardır. Hz. Mevlâna’nın, “Zalimlerin malları uzaktan güzel görünür, ama hakikatte mazlum kanıdır, vebalidir.” dediği türdendir.

Kazanç meşru ise sahibine düşman olunmaz, gayrimeşru ise ona heveslenilmez. Her iki hâlde de bizim başkalarıyla fazla işimiz yok demektir. Biz haksız kazanç üzerinde durmak istemiyor ve söz konusu soruyu, “Meşru kazanç noktasında, kullar arasında görülen farklılığın hikmeti nedir?şeklinde kabul ediyoruz.

Çoğu insan, zengin olmayı ve lüks içinde yaşamayı saadetle karıştırır. Nice varlıklı insanlar saadetten mahrumdurlar. Öte yandan orta gelirli yahut fakir nice insanlar da mesut bir ömür geçirirler.

Saadet; servet ve makamla değil, imanla, salih amelle ve güzel ahlâkla yakalanır. 

52 Allah, kimin ne yaptığını bildiği halde, neden tekrar sorgu sual edecektir?

Bir suçluyu yargıladıktan sonra cezalandırmak, adaletle ilgili bir husustur. Suçlular "Neden bize ceza veriyorsun?", diye itiraz etmemek için onlara yaptıkları gösterilecektir.

"O gün insanlar, yaptıkları kendilerine gösterilmek için bölük bölük dönerler." (Zilzâl, 99/6).

Ayrıca hesap günü kul hakkı olanlar da yüzleştirilip helalleşenler de olabilecektir. Bu hesaptan sonra herkesin nihai cezası veya mükâfatı belli olacaktır.

İlave bilgiler için tıklayınız:

HESAP GÜNÜ. 

Allah kişinin cennetlik veya cehennemlik olduğunu biliyorsa neden ...

53 Deprem gibi afetler bir tesadüf mü, yoksa kaderimiz midir?

Deprem kader mi, değil mi? Bunu tahlil etmek için önce kaderin ne olduğunu hatırlayalım:

Kader, kısaca, her varlığın ve her olayın bütün incelikleriyle Allah'ın ezeli ilminde malum olması ve ona göre takdir edilmesi, yaratılmasıdır. Her hadise “mukadderdir”, yani yeri ve zamanı ezelden belirlenmiştir. Kâinatta olup bitenler gibi, olacaklar da Allah tarafından bilinir. İlahi ilmin dışında kalan hiçbir olay düşünülemez. Her ne oluyorsa, adına kısaca kader dediğimiz ilahi ilmin sınırları içinde olmaktadır. Kâinatta tesadüf yok, tevafuk vardır. Bütün mekânları ve bütün zamanları kuşatan kader gerçeği tesadüfe meydan bırakmamıştır.

Deprem de bir fiil; her fiil gibi o da failini gösteriyor. Dünyayı yoktan var eden, onu güneşin etrafında bir uzay gemisi gibi uçuran, büyük bir sistem dahilinde mevsimleri değiştiren, yeryüzünde bitkileri, hayvanları, insanları hâlk eden, sayısız işleri vakti vaktine, şaşırmadan, akıl almaz bir ölçüyle düzenleyen, nihayetsiz ilmi, iradesi ve kudretiyle atomları mucizevi bir şekilde yan yana getirip harikulade eserler yaratan Allah; kendi mülkünde meydana gelen ve insanları yakından ilgilendiren deprem gibi önemli bir hadiseyi bilmesin, irade etmesin, başıboş bıraksın, tesadüfe havale etsin... Mümkün mü?

Kâinattaki her olay gibi, deprem de Allah tarafından bilinmekte ve icra edilmektedir. Ne zaman ve nerede deprem olacak, nasıl olacak, neticesinde kimler ölecek, kimler kurtulacak bütün bu unsurlar, bütün ayrıntılarıyla kaderde mevcuttur.

Bu temel hakikati böylece tespit ettikten ve imanımızı tazeledikten sonra, şimdi başka bir hususu inceleyelim.

Biri çıkıp diyebilir ki: “Biz bu cümleyi kaderi inkar etmek ve depremin tesadüfen meydana geldiğini söylemek için kullanmıyoruz. Maksadımız, insanları tedbire davet etmek. Deprem kuşağında yerleşim birimleri kurmamak, deprem ihtimalini daima göz önünde bulunduran binalar yapmak, inşaatlarda depreme dayanıklı ve hafif malzemeler kullanmak gibi tedbirlerle bu felaketin zararını bir derece önleyebiliriz. İşte biz, bu noktaları hatırlatarak ihmalcileri ikaz etmek istiyoruz.”

Eğer söylenmek istenen bu ise, şunu önemle belirtelim ki, körü körüne teslimiyetçiliğe “kader” deyip, tedbirler almayı “kaderi değiştirmek” diye ifade etmek yanlış bir anlayıştır. İslami tevekkül anlayışı hiçbir tedbir almadan sonucu beklemek değil, elden gelen her şeyi yaptıktan sonra sonucu teslimiyetle beklemektir. Sebeplere teşebbüs edip; sonucu Allah'tan istemektir. Çünkü sebepler bir araya gelmekle mutlaka netice hasıl olacağı şeklinde bir kural yoktur. Sebepler yaratıcı değil, birer vesiledirler. Tedbir için her ne yapılırsa yapılsın, yine de neticeleri yaratacak olan Allah'tır.

Tedbir alınsın veya alınmasın, her iki hâlde de olup bitenler “kader”dir. Tedbir almakla kaderin dışına çıkılmaz. Gemi rota değiştirmekle okyanustan çıkmış olmaz. Biz insanlar kader okyanusunda yüzen birer gemi gibiyiz. Rotamızı ne yana çevirirsek çevirelim, tedbir alalım veya almayalım o ilim okyanusundan ayrılmış olmayız. Tedbir almamaya kader deyip, tedbir almayı kaderden kurtulmak zannetmenin, doğru kader inancı ve anlayışıyla hiçbir alakası yoktur.

Hâller değişir, ama kader değişmez. Mesela, bir fakir çalışıp zengin olmakla, “Ben kaderimi değiştirdim.” diyemez. Değişen onun hâlidir, fakirliğin yerini zenginlik almıştır. Şöyle demesi gerekir: “Benim kaderimde önce fakir olmak, sonra da çalışıp zengin olmak varmış.”

İslam bize, “Kadere inanıyorsan, tedbiri bırakacaksın.” demiyor. Aksine, önce tedbir alıp, sonra tevekkül etmemizi istiyor.

54 1. Hz. Hızır niye o çocuğu öldürerek babasına iyilik yapıyor?

Bu konu aklı aşan -gaybî, kaderî bir tablonun sergilendiği- bir sahnede cereyan etmektedir. Allah’ın “Kader, Kaza ve Ata” adında üç kanunu vardır:

Kader: Olmuş, olacak ve olmakta olan her şeyin ilahî ilimdeki bir programdır.

Kaza: Bu programın, dışa yansıması, ilmi mahiyetiyle beraber haricî bir vücudu giymekle varlık aleminde boy göstermesidir. İlim ve kudretten çıkan bu iki kanun, birer sünnetüllahtır/Allah’ın kanunudur, değişmez. “Terli olarak soğuk su içen hasta olur. Beyni parçalanan ölür. Böbrek taşı alınan hasta, acıdan/ağrıdan kurtulur.” 

Ata ise: Kâinatta geçerli olan söz konusu kader ve kaza kanunlarının genel kapsamları dışına çıkan ve onlara rağmen, Allah’ın özel lütfunu, ihsan ve ikramını sergileyen bir muamelenin adıdır. Aynı misalleri tekrarlarsak; “Terli olarak soğuk su içtiği halde hasta olmayan, beyni parçalandığı halde ölmeyen -bir şekilde iyileşen-,  böbrek taşı alınmadığı halde, acıdan/ağrıdan kurtulan.” kimselerin durumu, normal kanunların üstünde bir manzara gösteren, Ata kanununun birer yansımasıdır.

1. ve 2. sorularınızın cevabı, işin kader ve kaza yörüngesinde cereyan ettiğinin bilinmesidir. Çünkü bu iki kanun, sebepler örgüsünün  unsurlarıyla birlikte mütalaa edilir. Yani, Allah’ın ilmi, bu çocuğun şu sebepten dolayı öldürüleceğini bilmiş ve kaza olarak onun o tarzda sahnelenmesini istemiştir. Yine, geminin gasp edilmemesi de, onun  kırılmış, su alan, yıpranmış bir şekle girmesine bağlamıştır. Bu sünnetullahtır ve değişmez. Allah, onu Ata kanunu çerçevesine alabilirdi, almamıştır. Kimsenin -hikmetini öğrenme dışında- bunu sorgulamaya hakkı da yoktur.

Kaldı ki, bu konuda gelen sorular, başka alanlar için de geçerlidir. Örneğin, Allah herkesi  Hz. İsa (as) gibi babasız yaratabilirdi. Yağmuru bulutsuz yağdırabilirdi. Okumadan herkese istediği kadar ilim verebilirdi… Bu soruları istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz.

Halbuki, Allah’ın isim ve sıfatları iç içe daireler gibidir. Birisinin tezahür etmesi, diğer sıfatlarının da tezahürlerini -deyim yerindeyse- göz önünde bulundurur.

Mesela, Kadir ismi, Allah’ın sonsuz kudretiyle her şeyi sebepsiz yaratabilir. Ancak, Kadir ismi, kudretini Allah’ın Hakim isminin tezahürü olan hikmetini göz önünde bulundurduğu için, genel prensip olarak sebepsiz yaratmaz. Buna diğer isim ve sıfatları ve başka şeyleri kıyaslayabilirisiniz.

3. Sorunuz: Hz. Peygamber (a.s.m) Miraç hadisesinde Beka alemine girmiştir. Beka alemi, geçmiş-gelecek bütün zamanları içine almaktadır. Onun için gördüklerini, bir zaman kronolojisi içerisinde değerlendirmemek gerekir. Orada dün, bu gün ve yarın yan yana, omuz omuza dururlar. Gelecek olayları, beka penceresinden seyrettiği için, zaman mefhumu ortadan kalkmıştır. Rivayetlerde yer alan “Miraçtan geri döndüğünde yatağı daha sıcacıktı.” anlamına gelen ifadelerden de bu gerçeği anlamak mümkündür.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Hz. Hızır (as) ve Hz. Musa (as ) kıssası hakkında...

55 Allah bizim adımıza her şeyi yazdı, bize sadece rol verdi, ama neden bana iyi başkasına kötü ruh verdi? Ya da ben kötü, başkası iyi. O halde günah işlememizi Allah istiyor öyle mi?

Allah’ın, kimin cehenneme, kimin cennete gideceğini ezelî ilmiyle bilmesi, onun ilah olmasının bir vasfıdır. Anne karnında iken bunu vazifeli olan meleğe yazdırması, yaptırım gücü olamayan ilim sıfatının bu vasfını değiştirmez. Yani kader açısından bir zorlama mevzu bahis değildir.

İnsanda cennet veya cehennem ehli olmayı gerektirecek amelleri işlemeye müsait özellikler vardır. İnsana verilen cüz-i irade ile cennetliklerin veya cehennemliklerin amellerini işleyebilirler. Bunda da tüm mesuliyet ona aittir. 

Kaderin iki yönü vardır: İnsanın iradesi dışında olanı ki; dünyaya gelmesi, anne ve babasının kim olacağı, eceli vs. (örnekler çoğaltılabilir) gibi hususlardır. Bunda insanın iradesi ile karar vermesi söz konusu olmadığından bunlardan mesul de değildir.

İnsan, kendi iradesi ile yapmaya karar verdiği fiillerinden mesuldür. Her insan vicdanen bilir ki, camiye gitmesi de meyhaneye gitmesi de kendi istemesi ile olur. Burada bir zorlama yoktur.

Bir hadis de “her insanın İslam fıtratı üzerine doğduğu" ifade edilmiştir. Yani her insan özünde temiz ve güzel ahlak üzerine, imanın esaslarını tasdik edebilme özelliğinde yaratılmıştır. Ancak kul kendi iradesi ile bu vasfını değiştirip, cehennemliklere mahsus inanç içine girer ve cehennemliklere mahsus fiiller işlerse, bundan da elbette mesul olacaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kader konusunda detaylı bilgi verir misiniz?

56 Allah, kişinin öleceği anı ezelde biliyor mu?

Allah’ın ilmi, hem sebeplere hem de müsebbeplere (aynı sebeple meydana gelen olaylara) ayrı ayrı değil, birden bakar, birden kuşatır.

Örneğin, hangi adamın hangi sebeple, nerede ve ne zaman öleceğini birden kuşatır. Ecel dediğimiz şey, Allah’ın ilmince -bütün sebepleriyle / detaylarıyla- bilinip tayin edilen ölüm olayıdır. “Ecel mukadder tagayyür etmez.” düsturunun manası budur. Ölüm olayının gerçekleşmesine sebep olan unsurların nasıl, ne zaman ve nerede teşekkül edeceğine vakıf olan Allah’ın -her konuda olduğu gibi- bu konuda da bilgisi yanılmazdır.

Ölüm vakti birdir, değişmez. Kişi ezelde hangi gün ne sebeple öleceği kaderinde yazılmışsa, o vakit o insan ölecektir. Hastalıklar, musibetler birer sebeptir. Ancak kaderde sebeple sonuç arasında ayrılmaz bir ilişki söz konusudur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Öldürülen veya intihar eden kişiler ecelleriyle mi ölmüş oluyorlar?

57 Kader hakkında konuşmak tehlikeli mi?

Halk arasında, “kader hakkında konuşmanın tehlikeli olduğu” şeklinde yaygın bir kanaat hakim. Bu anlayışta büyük bir yanlışlık söz konusu.

Kader, cüzi irade ve efâl-i ibad (kulun fiilleri) konularında nice eserler yazılmış. Bunlardan söz etmek, en azından, bir ilim tahsilidir ve yasak olması düşünülemez. Ama, kaderin bir yönü var ki, ondaki ince hikmetleri insan idraki kavrayamıyor. Hastalıklar, musibetler, nice masum insanın ölümüne sebep tabii âfetler gibi... İşte bu sahada insan ne kadar kafa yorarsa yorsun, bir sonuca ulaşamaz. Onun bu âczini ve ümitsizliğini, şeytan en ileri mânâda istismar eder ve onu ilâhî adalet konusunda şüphelere düşürür.

Resulullah Efendimiz (a.s.m.), geçmiş kavimlerin çoğunun kader noktasında sapıklığa düştüklerini ashabına hatırlatmış ve onları, kaderin ince ve derin sırları üzerinde fazlaca durmaktan men etmiştir.

Nur Külliyatı'ndan harika bir tespit:

“Hakikat-ı mutlaka mukayyet enzar ile ihata edilmez.”

Yani, insan aklı sınırlı ve kayıtlı; ilâhî hakikatler ise mutlak, yani kayıtsız. Bu sınırlı akıl, kaderin o sonsuz hikmetlerini kavrayamıyor, anlayamıyor. Çoğu tartışmalar da bu sahada cereyan ediyor. İşte, kaderin bu yönü hakkında ileri-geri konuşmak zarardan başka bir şey getirmiyor. Ve yasaklanmış!.. 

İlave bilgi için tıklayınız:

Kaderle ilgili soru sormak yasaklanmış mıdır?

58 Eğer İsrafil, Mikail, Cebrail ve Hamele-i Arş'ın aralarında ben de bulunsam ve sana dua etsem, gene senin için yazılan kadınla evlenirdin, anlamına gelen hadis sahih midir?

Bu hadisi İbn Asakir rivayet etmiştir. (bk. Feyzu’l-Kadîr, 5/407; Kenzu’l-ummal, h. No: 501, 1581)

Hadisin sahih olup olmadığı hususunda açık bir değerlendirmeye rastlayamadık. Yalnız bunun manasının sahih olduğunda şüphe yoktur.

Bu husus sadece evlilik için değil, her şey için geçerlidir. Nitekim, bir hadis-i şerifte Efendimiz (a.s.m) şöyle buyurmuştur:

“Allah mahlukları/yaratıkları yaratmadan elli bin sene önce onların kaderini yazdı. Arşı o zaman su üzerindeydi.” (Müslim, Kader, 16)

Bu konu bir kader meselesidir. Kader ise, Allah’ın ilminin bir nevidir. Yani Allah ezelî ilmiyle olmuş, olmakta olan ve olacak olan her şeyi bilmektedir. Hiçbir şey Allah’ın ilmini yanlış saydıracak bir şekilde meydana gelemez. Çünkü bu, Allah’ın -haşa- cahil olması anlamına gelir ki, küfre götüren bir düşünce olması yanında, kâinat çapında yansımaları görülen sonsuz ilmin tezahürleri de bu fikri tekzip etmektedir. Ancak, illim sıfatının -kudret sıfatı gibi- zorlayıcı bir unsur olmadığı, malumata tâbi olduğu gerçeği unutulmamlıdır.

Şu var ki, insan kaderinin nasıl olduğunu bilemediği için, kendi aklını kullanarak arzularını gerçekleştirmeye çalışmak zorundadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Izdırari Kader ile Evlilik ve Rızık İlişkisi...

Kader konusunda detaylı bilgi verir misiniz?

"Madem Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim ne kabahatim var?"

Bizim ne yapacağımız, kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var? ...

59 Allah bir şeyi dilemezse baştan beri dilememiş midir?

Evvela, kaderin nasıl olduğunu bilmediğimiz için, bir işin olması veya olmamasına dair hikmet ve sebeplerin ne olduğunu tam olarak bilmemize imkân yoktur. Çünkü kader demek, bir konunun bütün detaylarıyla, bütün yönleriyle tespit edilen bir ilahî program demektir.

Buna göre, söz gelişi, bir evlilik işinin olmaması, o sıralarda işlenen bir günahtan mı yoksa başka bir hikmetten mi olduğunu bilemeyiz. Çünkü sebeplerin sonucu olan “müsebbebat”ı yaratan Allah, sebepleri de halk ediyor. Bu sebeple, kader demek, bir konunun sebep-sonuç ilişkisi içerisindeki durumunun Allah’ın ezelî ilmiyle kuşatılması ve daha önceden bilinmesi demektir. Buna göre, Allah’ın, -ezelî ilmiyle bildiği bir suçun işlenmesinden dolayı- veya bununla ilgisi olmayan başka bir hikmete binaen söz konusu evliliği olumsuz bir karara bağlamış olması mümkündür.

Şunu da unutmamak gerekir ki, Allah’ın kesin olarak takdir ettiği bir şeyin değişmesi söz konusu olamaz. Buna göre, eğer Allah -söz gelişi- size başka bir kızla evlenmeyi takdir etmiş ve yalnız onunla hayatınızı birleştirmeyi irade etmişse, başka hiçbir sebebi olmasa da yalnız bu kaderî durum, belirttiğiniz kızla evlenememeniz için yeterli bir sebeptir.

Yalnız şu da var ki, kader bizim için gizli bir sır olduğuna göre, Allah’ın bize verdiği akıl gibi donanımlarımızı kullanmak zorundayız. Şayet bir hususta yoğunlaşmamız gerekiyorsa, bizim için gizli ve bilinmez olan kaderin manevî hikmetleri üzerinden ziyade, bizim için bilinebilir makul sebepler üzerinde yoğunlaşalım…

Her şeye rağmen “Kadere iman eden kederden kurtulur.” düsturunun ışığı altında, fazla üzülmeden yolumuza devam edelim, zira hayat devam ediyor...

60 Kader utansın, kahrolsun kader, gibi ifadeleri kullanmak doğru mudur?

KADERİ SUÇLAYAN o kadar söz var ki, saymakla bitmez.

Kendine söz geçiremeyen, kadere taş atar. Kimseyi suçlayamayan, kaderi taşlar. Karşısındakine gücü yetmeyen kadere yüklenir. Böyle bir kör dövüşüdür gider. Kime vurduğunu bilemez, vurduğu yeri göremez, rast gele hücum eder. Beceriksizliğini, tembelliğini ve bilgisizliğini kendi üstüne almaz, eline geçen taşı kadere fırlatır, durur.

"Kader utansın" der. Kader ne yapmış ki utansın, kaderin utanacağı neyi vardır? Gerçekten utanması gereken birisi varsa, o da kişinin kendisidir aslında… Kader bir suç işlememiş, bir hata yapmamış, bir yanlışa girmemiştir. Suçu işleyen, hatayı yapan, yanlışa giren kişinin kendisi olduğu halde; neden kader hatalı olsun?

Geçen zaman içinde daha büyük bir kayba uğramış, daha büyük bir zarar etmiş, daha büyük bir belaya çarpılmışsa, kadere olan kızgınlığının dozunu biraz daha arttırır. Bu sefer ağzından çıkanı kulağı duymaz halde, söylediği sözlerin nerelere vardığını düşünmez biçimde, açar ağzını, yumar gözünü, Allah muhafaza “kahpe kader” deyiverir.

Gerçekten insanoğlu garip bir varlık, tuhaf bir yaratık. Plânsız, programsız iş yapar, bir işe başlarken başını sonunu düşünmez, ele aldığı işin neye mal olacağını hesaplamaz, kendi eliyle kendini tuzağa düşürür, köşeye sıkışır kalır.

Bu sefer de ağzının dolusuyla, “Kader unuttu beni”, “Gözü çıkası kader, ne istedin benden?” gibi bilir bilmez, ileri geri atar tutar. “Kader kötü bir oyun oynadı” der, fakat kendisi oyunu kuralına göre oynamamıştır.

Bu gereksiz ve yersiz sözlerin hiçbirinin bir Müslüman’ın ağzından çıkmaması lazım… İnanan bir insan böyle sözleri söylememesi gerekir. Söylenmemesi bir tarafa, bu sözlere karşı tavır koymalı, böyle sözlerin toplumda barınmasına, tutunmasına meydan vermemelidir.

Neden mi? Çünkü kader dediğimiz şey bizim dinimiz, imanımız, inancımız ve itikat alanımızdır. Daha ilk çocukluk yıllarımızda bize ilk öğretilen imanın şartlarından biri de, kadere iman etmek değil midir? Hayrın da şerrin de, iyiliğin de kötülüğün de Allah’tan geldiği değil midir?

Kader, Allah’ın bilmesi, her şeyin O’nun bilgisi altında olmasıdır. Allah’ın ezelden ebede kadar meydana gelecek olayların zamanını, yerini ve niteliklerini önceden bilmesi ve takdir etmesidir. Yani Yüce Allah, olmuş olacak, gelmiş gelecek her ne varsa onları önceden plânlıyor, zamanı gelince de yaratıyor.

Kader bir ölçüdür, bir miktardır; bir plandır, bir programdır. Kâinat ve içindekiler, insan ve geleceği her şey Allah’ın takdiri iledir, koyduğu bir ölçüye göredir. Kur’an diyor ki:

Allah’ın emri biçilmiş bir kaderdir.” (Ahzab, 33:38)

Biz her şeyi bir kaderle yarattık.” (Kamer, 54:49)

Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın. Ama biz onu ancak belirli bir kaderle/miktarla indiririz.” (Hicr, 15:21)

Kaderin bizimle ilişkisi nasıl gerçekleşiyor; bizim yetkimiz nereye kadar, yaptığımız işlerde kaderin payı ne kadar?

Allahuteala insanları yaratmış, onlara diğer yaratıklardan farklı olarak akıl, irade ve güç vermiştir. İnsan, aklıyla ve iradesiyle iyi olanı seçecek, kötü olandan sakınacaktır veya tam tersini yapacaktır.

İnsanın bu seçme gücüne cüz’î irade diyoruz. Yani kişisel istek, yapma niyeti, yapma eğilimi demektir.
İnsan bir şeyi yapmak ister, bir şeyi yapmaya niyet eder, birçok seçenek içinden birisini tercih eder, seçer. Allah da, insanın tercih ettiği o şeyi yaratır.

Meselâ, elimizi kaldırmak istedik, indirmek değil de kaldırma tercihini yaptık, işte o anda Allah elimizi kaldırma fiilini yaratıyor. Çünkü biz kaslarımıza, kanımıza, beynimize, hükmedemiyor, söz geçiremiyoruz. Bu yapma ve yaratma işini Allah yapıyor.

Elimizi kaldırdık ve karşımızdaki adamın suratına bir tokat indirdik. Tokat vurmayı isteyen kim? İnsan. Tokadı, adamın suratına indirmeyi yaratan kim? Allah. Burada sorumlu kim? İnsan.

Yine kolumuzu kaldırdık, karşımızdaki kişinin boynuna attık, ona olan sevgimizi ifade ettik. Onun boynuna kolumuzu atmayı isteyen kim? Biz. Kolumuzu karşımızdaki kişinin boynuna atma fiilini yaratan kim? Allah. Burada sorumlu kim? Biz.

Demek ki, biz ne istiyorsak, hangi işi yapmayı tercih ediyorsak o işi Allah yaratıyor. Ve biz de yapılan işten sorumlu oluyoruz.

İşte Allah’ın bu yaratmasının adı kader programının kaza edilmesi, uygulama alanına konmasıdır.

Allah, kâinatı ve kâinat içinde yaşayan bizleri, bizim bedenimizi, kaşımızı, gözümüzü bir plân içine almıştır. Allah, plânladığı her şeyi zamanı gelince yaratır. Ancak cüz’î irademize bakan kısmını boş bir sayfa olarak elimize vermiştir. O boş sayfayı biz doldururuz. Oraya ne yazmışsak Allah da ona göre yaratır.

Allah dilimizi yaratmış ve dilimize konuşma kabiliyeti de vermiş. Biz kötü söz söylemeyi tercih edince, Allah o kötü söz fiilini yaratıyor ve kötü sözler dilimizden dökülüyor. İyi söz söylemeyi tercih edince de Allah o iyi söz fiilini yaratıyor ve o kötü sözler dilimizden dökülüyor. Kötü söz söyleyince sorumlu biziz, iyi söz söyleyince de sevilen biziz.

Allah dilimize konuşma özelliğini vermişdir; fakat biz o dili kullanmada sorumluyuz. İyi söz de söylesek, kötü söz de söylesek... İyi söz söyleyince iyi sözü yaratan, kötü söz söyleyince de kötü sözü yaratan Yüce Allah’tır.

Allah insana akıl gibi iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, hayrı şerden, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan, imanı küfürden, cenneti cehennemden ayırt edebilecek irade gibi bir nimet vermiş. Bütün bu birbirine ters olan şeyleri de önüne koymuş ve bunları seçme konusunda insanı serbest bırakmış. Demiş ki:

“Ey kulum, sen hangisini tercih edersen, hangisini yapmak istersen, Ben onu yaratırım.”

Kul, seçeneklerden birini tercih ediyor, Allah da o fiili, o işi yaratıyor. Niyet edip yapan insan mı sorumlu, yoksa o işi yaratan, var eden Allah mı? Tabii ki, insan… Niye, çünkü isteyen insanın kendisidir.

“Allah isteseydi, ben o kötü işi yapmazdım, o zararlı yolu tercih etmezdim” denmez. Neden denmez? Çünkü Allah insana akıl ve tercihini kullanma gibi imkanlar vermiştir. İnsan bunları kullanmakla mükelleftir.

Çalışmayıp tembel tembel yattın, fakir düştün, perişan oldun, sorumlu kim? Sen. Güzel bir iş buldun, çalıştın, çabaladın, rahat bir hayat geçiriyorsun, kazançlı kim? Sen. İşveren ne yaptı? Senin yaptığın tercihler istikametinde seni değerlendirdi, hak ettiğini verdi.

Yepyeni bir araba aldın, dümdüz bir yolda giderken, yoldan çıktın, yolun kenarında duran bir kayaya arabayı çarptın. Yolu yapanı, biraz sonra gelen trafik polisini, arabayı yapan fabrikayı suçlamaya kalkacak olsan, adama ne derler? Gülerler, değil mi? Çünkü dikkatsiz olduğun için bir tek suçlu varsa, o da sensin. Bir de “Zaten bu benim kaderimde varmış” deyip de suçu kadere atabilir misin?

Veya yolda giderken, hızını artırdın, biraz sonra önünde seyreden arabaya arkadan vurdun. Biraz sonra trafik polisi geldi, kimi suçlu çıkarır? Seni. Neden? Çünkü hızlı giden sensin. “Öndeki araba çok yavaş gidiyordu, biraz hızlı gitseydi vurmazdım” diyebilir misin? Bir de üstüne üstlük, “Ne yapalım kader bu” deyip sorumluluktan kaçabilir misin?

Bir başka örnek: Geldin, viraja çok hızlı bir şekilde girdin, arabayı toparlayamadın ve uçuruma yuvarlandın. Az sıyrıklarla kurtuldun. Biraz sonra bir adam geldi, dedi ki: “Ben zaten senin böyle yapacağını biliyordum, ben seni yukarıdan gördüm, o hızla virajı alamazdın, mutlaka uçuruma yuvarlanacaktın.” Şimdi kalkıp o adama, “Suçlu sensin, sen benim uçuruma yuvarlanacağımı bildiğin için ben bu kazayı yaptım” diyebilir misin?

Aynen bu misalde olduğu gibi, bir olayın Allah tarafından bilinmesi, bizi o olayın sorumluluğundan kurtarmaz.

61 Allah Teala, kullarını yaratmadan önce cennet veya cehenneme gideceğini bildiği halde, cehennemlikleri neden yarattı?

Allah, her insanı temiz bir fıtrat üzere özünde iyi olarak yaratmıştır. Her insanda iyiliğe olduğu gibi kötülüğüde meyil vardır. İnsanın sorumluluğu bunlardan hangisine ağırlık verdiğiyle ilgilidir. Allah her insanı potansiyel bir Ebu Bekir (ra) olarak yarattığı gibi potansiyel bir Ebu Cehil olarak ta yaratmıştır. Peygamberler istisna tutulursa genel olarak bu böyledir. Çünkü Allah adildir, zulmetmez.

Ama her insan kendisindeki iman filizini büyütememekte, bazılarıda tamamen bunu kurutmaktadır. Kötü meyillerin verilmesi veya nefis ve şeytanın musallat olması ise hayırdır. İnsan meleklerden farklı yüksek makamlarada çıkabilir, alçak mertebelerede inebilir. Kainatın kurulması ve hayatın devamında asıl amaç kamil insanı netice vermesidir. İnsanın yüksek mertebelere çıkıp kamil insan olması için, kötü meyillerine, nefsine ve şeytana muhalefet etmesi, gerekmektedir. Bu olmasaydı melekler gibi makamı sabit kalırdı. Halbuki sabit makamlı melekler çoktur.

Bu meyillerden dolayı bir kısım insanların cehennem girmesininde kıymeti yoktur. Cehenneme girenler iki seçenekten kötü olanı seçmişlerdir ve buna müstehak olmuşlardır. Allah bu meyilleri veya nefis ve şeytanın tasallutunu derecelerini yükseltip kamil insan olmaları için vermiştir, cehenneme girmeleri için değil.

Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar. Meselâ, yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye (kimyasal muamele) görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa (filizlenmeye başlamazsa), yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki, "Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu?" Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan zarar etmez, şer olmaz.

Hem meselâ, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa, yirmisi yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki, "Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu?" Hayır, öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.

İşte, nev-i beşer (insanlık), bi'set-i enbiya (peygamber gönderilmesi) ile sırr-ı teklif (imtihana tabi tutulma) ile mücahede (kötü isteklerine muhalefet) ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvânât-ı muzırra (zararlı hayvanlar) nevinden olan küffârı ve münafıkları kaybetti. Bunu yerine böyle kamil insanları kazandı

Allah bazı insanları cehennem için yaratmamıştır; aksine cehennemi bazı insanlar için yaratmıştır. Mesela, bir devlet hapishane yapar, ama bu hapishaneyi falan falan insanlar içeriye tıkılsın diye yapmaz. Bu hapishaneyi kim hakkederse onu içine almak için yapar. Aynen bunun gibi, Allah hakkedenlere cehennemi inşa etmiştir. Yoksa "Falan insanlara cehennemi hazırladım." demek Cenab-ı Hakk'ın adaleti ve hikmetine uymaz. Çünkü bu gibi insanlar hiç cehennemi hak etmemişlerse itiraz hakları olur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bizim ne yapacağımız, kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var? ...

62 Bazıları insan iradesini hiçe sayıyor ve insanın, yaptığı isyanlardan sorumlu olmadığını iddia ediyorlar. İnsan bütün işlerini bir cebir altında mı yapmaktadır; değilse hangi fiillerinden sorumludur?

Her insan vicdanen bilir ki, kendisinde iki ayrı hareket, iki ayrı fiil söz konusudur. Bir kısmı ihtiyarî, yani kendi isteğiyle, iradesiyle ortaya çıkıyor. Diğer kısmı ise ızdırarî; yani tamamen onun arzusu, iradesi dışında cereyan ediyor.

Meselâ; konuşması, susması, oturması, kalkması birinci gruba; kalbinin çarpması, boyunun uzaması, saçının ağarması da ikinci gruba giren fiillerden. O birinci grup işlerde, istemek bizden, yaratmak ise Allah’tandır. Yâni, biz cüz’i irademizle neyi tercih ediyor, neye karar veriyorsak, Cenâb-ı Hak mutlak iradesiyle onu yaratıyor. İkinci tip fiillerde ise bizim irademizin söz hakkı yok. Dileyen de yaratan da Cenâb-ı Hakk'tır. Biz bu ikinci gruba giren işlerden sorumlu değiliz. Yâni, âhirette boyumuzdan, rengimizden, ırkımızdan, cinsiyetimizden yahut dünyaya geldiğimiz asırdan sorguya çekilmeyeceğiz.

Aklını doğru çalıştıran bir insan, bu kâinattaki her sistemin ve insan bedenindeki her organın en güzel ve en faydalı şekilde tanzim edildiğini düşünmekle şu sonuca varıyor: O hâlde, ben görme, işitme sıfatlarım gibi, irade sıfatımı da bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’ın razı olduğu biçimde kullanmalıyım. Ancak böylece, o sıfatın hakkını vermiş ve ondan en iyi şekilde faydalanmış olurum.

İradelerini, yine kendi iradeleriyle Allah’ın küllî iradesine tabi kılanlar, sonsuz saadet menzili olan cennete gidiyorlar. Bu büyük sermayeyi nefisleri hesabına kullananlar ise, ebedî azap menziline doğru yol alıyorlar.

Bu noktada, şöyle bir soru hatıra gelebilir:

- Biz İlâhî iradeyi nasıl bileceğiz ki, hareketlerimizi, davranışlarımızı ona uygun kılalım?

Allah’ın razı olduğu işler ve hâller, peygamberler ve kitaplarla insanoğluna bildirilmiş. Ama, bu hususta bir zorlama da getirilmemiş. Yani, insan bu dünyaya kendi iradesi dışında getirildiği hâlde, ebedî yolculuğunda cennet ve cehennem şıklarından dilediğini tercih etmekte serbest bırakılmış.

İşte insan, cüz’i iradesini yerinde kullanarak âhiret menzillerinden cenneti tercih edebiliyor. O saadet yurdunun yollarını Cenâb-ı Hak ilâhî iradesiyle çizmiş:

“İman edilecek” “ibadet yapılacak” “günahlardan sakınılacak” “istikametten sapılmayacak”...

Ama, insanı bu iradeye uymakta zorlamamış. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de “Dinde zorlama yoktur.” buyurulması ilâhî iradenin bu noktadaki en açık ve net bir ifadesidir. O hâlde, insan kendi iradesini istikamet yolunda ve helâl dairesinde kullanırsa, kazanacaktır. Aksi hâlde zararı çok büyük olur. 

63 Levh-i mahfuzun içinde her şey var mıdır?

Levh-i mahfuz, Arapça'da korunmuş levha demektir. İslâm'da olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah'ın bilgisine bağlı olduğundan levh-i mahfuz doğrudan Allah'ın ilim sıfatı ile ilgilidir. Korunmuş (mahfuz) olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak olmasıdır. Kur'an'da Ümmü'l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabun Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece Kitap olarak da anılır. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için Kitabu'l-Kader (Kader Kitabı) da denir.

Levh-i mahfuz adı, Kur'an'da yalnız bir ayette geçer. Bu ayette Kur'an'ın levh-i mahfuzda bulunduğu bildirilir I, ancak hiçbir tanım getirilmez. Buna karşılık birçok ayette nitelikleri belirtilerek tanımlanır. Buna göre levh-i mahfuz, içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En'âm, 6/59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf, 50/4), yeryüzüne ve insanlara gelecek tüm belaların yazılı bulunduğu (Hadid, 57/22) her şeyin sayılıp tesbit edildiği (Yasin, 36/12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml, 27/75), tertemiz olarak yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitaptır.

- Levh-i mahfuz nedir ve niçin kullanılır?

Olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekandaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir "levha"dır bu alem. İlahi ilmin aynası, kaderin defteri, kainatın programıdır. Bilgilerin korunduğu bu alemin insandaki küçük örneği, "hafıza"dır.

Şehadet aleminde mercimek kadar küçük bir et sembolüyle temsil edilen hafıza, başımızdan geçen olayları, gördüğümüz yerleri, tanıdığımız insanları, duyduğumuz sesleri, tattığımız tatları, hayatımız boyunca edindiğimiz bütün intibaları, öğrendiğimiz bütün bilgileri içine alır, ama yine de dolmaz. Dağlar, denizler, ovalar, gökyüzü, yıldızlar, büyük küçük her şey ondadır.

Bütün bu işler, o mercimek küçüklüğündeki et parçasının marifeti olabilir mi hiç! Hafıza, zekanın hazinesi, tefekkürün sermayesi, benliğimizin tarihidir. Ruhumuza takılan en değerli cihazlardan biridir. Hafızasız bir zeka işimize yaramaz. Çünkü biz, eskiden öğrendiklerimize dayanarak düşünürüz. Hafızanın bir de ebedi hayatımıza bakan yönü vardır. Hafıza, bir senet, bir vesika, bir belgedir. Ahiretteki muhasebe vaktinde, dünyada işlediğimiz sevapları ve günahları göstererek bize şahitlik eder.  "Levh-i mahfuz"un küçük bir misalidir bize verilen. Nasıl insanın başından geçenler bütün olaylar hafızasında yazılıyorsa, kainattaki bütün olmuş, olan ve olacak olaylar da o büyük hafızada yazılıdır. Her iki "levha"da da Rabbimizin "Hafîz" ismi tecelli eder.

Her şeyin levh-i mahfuzda yazılmış olduğu gerçeğini bazı kimseler akıllarına sığıştıramazlar. “Yazılma” denilince “harf harf kaleme alınmayı” anlamak eksik olur. Genlerin dizilişi yazı yazmadan çok farklıdır. Hafızanın bir şeyi kaydetmesi de daktiloyla yazmaya benzemiyor. Bir teyp bandında yahut video kasetinde de sözler ve olaylar kalemle kaydedilmiyorlar.

İşte her şeyin ve her hadisenin, levh-i mahfuzun defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn'de yazılması bunların çok ötesinde bir keyfiyetledir. Bu kaydın da harflerle, kelimelerle alakası yoktur.

- Melekler neden yazar?

Meleklerin kâtipliği, insanların özgür iradeleriyle ortaya koydukları söz ve eylemlerinin yazılımına dairdir. Levh-i Mahfuz, canlı cansız her şeyin bütün keyfiyetleriyle nasıl olduğu ve nasıl olacağı hususunu -Allah’ın sonsuz ilminin bir not defteri olarak- ihtiva etmektedir. Bunun varlığının pek çok hikmetlerinden biri, Allah’ın sonsuz ilmini yansıtan bir ekran olmasıdır. Mele-i âla sakinlerinden dört meşhur melek, hamele-i arş, kerrubiyun gibi diğer büyük meleklerin levh-i mahfuzu müşahede etmeleri, yeryüzü sakinlerinden -nadir de olsa- bazı büyük evliyanın keşfen görmeleri ve umum müminlerin iman-ı bilgayb cihetiyle kalben ve hayalen müşahede etmeleri, bir manada Allah’ın sonsuz ilim ve kudretinin varlığına şahit olmaları, bu levhanın varlığının önemli bir sebebi olarak kabul edilmelidir.

Kiramen Kâtibîn melekleri ise, her şeyi değil, sadece insanların amellerini yazarlar. Bu yazılışın en önemli hikmeti ise, âhirette -büyük mahkemede- Allah’ın sonsuz adaletinin herkes tarafından görülmesi için bu iki meleğin birer âdil şahit olmalarıdır. Gerçi başka şahitler de vardır. Kişinin kendi uzuvları da şahitlik edeceklerdir. Ancak, meleklerin yazdığı dosyanın bir kopyasının bizzat sanıkların elinde olması, adaletin ayrı bir güzelliğini gösterir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Levh-i mahfuz ne demektir?

İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin hakkında bilgi verir misiniz?

Allah her şeyi bildiği hâlde, neden amellerimizi melekler yazmakta?

64 Levh-i mahfuz ne demektir?

Levh-i mahfuz, olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekândaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir ilâhî muhafaza levhası; ilahî ilmin aynası, kaderin defteri, kâinatın programıdır.

Levh-i mahfuzun insandaki küçük örneği, “hafıza”dır. Hafıza, başımızdan geçen olayları, gördüğümüz yerleri, tanıdığımız insanları, duyduğumuz sesleri, tattığımız tatları, hayatımız boyunca edindiğimiz bütün intibaları, öğrendiğimiz bütün bilgileri içine alır, ama yine de dolmaz.

Hafıza, zekanın hazinesi, tefekkürün sermayesi, benliğimizin tarihidir. Ruhumuza takılan en değerli cihazlardan biridir. Hafızasız bir zeka işimize yaramaz. Çünkü biz, eskiden öğrendiklerimize dayanarak düşünürüz.

Hafızanın bir de ebedi hayatımıza bakan yönü vardır. Hafıza, bir senet, bir vesika, bir belgedir. Ahiretteki muhasebe vaktinde, dünyada işlediğimiz sevapları ve günahları göstererek bize şahitlik eder.

Nasıl insanın başından geçen bütün olaylar hafızasında yazılıyorsa, kâinattaki bütün olmuş, olan ve olacak olaylar da o büyük hafızada yazılıdır. Her iki “levha”da da Rabbimizin “Hafîz” (koruyan, muhafaza eden) ismi tecelli eder.

Her şeyin Levh-i Mahfuz'da yazılmış olduğu gerçeğini bazı kimseler akıllarına sığıştıramazlar. “Yazılma” denilince “harf harf kaleme alınmayı” anlamak eksik olur. Genlerin dizilişi yazı yazmadan çok farklı. Hafızanın bir şeyi kaydetmesi de daktiloyla yazmaya benzemiyor. Bir teyp bandında yahut video kasetinde de sözler ve olaylar kalemle kaydedilmiyorlar.

İşte her şeyin ve her hadisenin, "Levh-i Mahfuz'un defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn'de yazılması" bunların çok ötesinde bir keyfiyetledir. Bu kaydın da harflerle, kelimelerle alakası yoktur. 

65 İslam'daki kadere teslimiyetin veya her işte bir hayır vardır, anlayışının psikolojide Pollyannacılık olarak adlandırılan davranış biçimlerinden farkı nedir?

Pollyannacılık, psikolojide bir savunma mekanizması olarak kullanılır. Yani bir şekilde bozulan ruhsal dengeyi o an buna sebep olan unsurların pozitif yanlarını görerek dengeleme halidir. Fakat pratikte daha çok bir mutluluk oyunu ve gerçekleri de reddedecek düzeyde bir kullanımı söz konusudur.

Bununla birlikte hadiselere iyi bakmanın kerameti sebebi ile insan başına gelen olayların Yaratan ile irtibatını kurmasa da sırf bu nazarla birçok hadisenin negatif etkisinden kurtulabilmektedir. Pollyannacılığın tıkandığı noktalarda ise, gerçekleri reddetme eğilimi ile bir süre kendini rahatlatabilmektedir. Kendi oluşturduğu algı korkulukları ile gerçeği zihninden uzaklaştırarak dengeyi sağlamaya çalışmaktadır. Bunun ilerleyen zamanlarda bilinçaltında oluşturacağı korku, stress, gerginlik, umursamazlık, küçümseme gibi sebeplerle olayların gerçek nedenleri üstünde kafa yormayı tamamen terk etmesine bu da kişiyi inançsızlaşmaya götürmektedir.

Dinimizde ise tevekkül, dinamik bir bekleyişi ifade etmektedir. Yani tevekkül bir şey yapamama sebebi ile acizlik değildir. Aksine kendine düşeni yaptıktan sonra Cenab-ı Hakkın takdirini beklemektir. Yani tevekkül Allah (cc)'ın dur dediği yerde durmaktır. Tevekkül eden kişi resmin bütününü kavrayamasa da Allah (cc)'a duyduğu güven sebebi ile kendinden istenen o duruşu gerçekleştirmesidir. Zaten kader bir süre sonra resmin bütününe ait ip uçlarını ona göstererek tevekkülünün kendine nasıl bir kazanç sağladığına şahit kılmaktadır.

Pollyannacılığın temelinde parça vardır; tevekkülde ise bütün. Yani biri şirkin, diğeri ise tevhidin neticesidir... Müslüman bütünde hayrın murad edildiğine iman ettiği için, parçadaki ekşiliğe takılmaz... Öbürü ise tam aksi, parçalardaki hayırları dilenmekle ömrü geçmektedir... Ancak ilahi plan gereği karşılaştığımız parçaların hep iyi olması diye bir konu da söz konu değildir...

Pollyannacılıkta esas olan kişinin kendi aklı ve algısıdır... Tevekkülde esas olan Allah'ın muradıdır ve kişinin buna imanıdır. 

İlave bilgi için tıklayınız:

İslam’da tevekkülün sınırları nelerdir? 

Tevekkül Üzerine 

Her şeyde bir hayır vardır, sözü doğru mudur?

66 Bir tabiî afette ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmiştir?

Öncelikle bilinmelidir ki bir canlının dünya hayatının sona ermesinin unvanı olan ecel, kendi başına yol bulup gelemez, tesadüfen gerçekleşmez; hata veya yanlışlık eseri oluveren bir şey de değildir.

Hakikat noktasında ölümün gelmesinde görünen sebepler de tesirsizdir. Kanser, deprem, trafik kazaları ve benzeri hastalık ve musibetlerin can almak gibi kudret ve iradeleri yoktur. Bunlar ancak “Ölüm geldi cihâne, baş ağrısı bahane.” kabilinden sebep hükmündedir.

Hatta ölüm meleği Hz. Azrail (a.s.) de ayrı bir sebeptir. Mânevî âlemde Hz. Azrail’in (a.s.) Cenab-ı Hakk’a,

 “Vazifem gereği ruhları kabzetmem sonucu senin kulların bana küsecekler ve benden şikâyetçi olacaklar.” demesine karşılık Cenab-ı Hak hikmet lisanıyla buyurmuş:

“Seninle kullarımın arasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım; ta şikâyetleri onlara gidip, senden küsmesinler.”

Demek ki insanı öldüren ne kanser, ne deprem ne de Hz. Azrail’dir (a.s.); insanı öldüren Allah’tır.

Evet, hayatı veren kim ise ölümü veren dahi O’dur. İnsanın dünyaya gelmesi nasıl ki bir takdir iledir, bir Yaratıcının iradesi sonucudur. Dünyadan gitmesi de böyledir; bir hikmet, bir takdir, bir tedbir iledir. İnsan ölmelidir; hangi misafir var ki daimî kalsın ve hangi vazife var ki sonsuza kadar devam etsin? İnsan ölmelidir; zira çekirdeğin toprağa düşmesi filizlenmek, kitabın yazılması okunmak içindir. İnsan ölmelidir ki yeni doğanlara yer açılsın.

Dünya misafirhanesinde ebedî hayatı kazanmak gibi büyük bir vazifenin sorumluluğunu üzerine almış, hayatı için dünya, hayatının neticesi için ebedî âlem yaratılmış kâinatın yaradılış vesilesi olan insan hiç mümkün müdür ki adi bir sinek gibi başıboş, sahipsiz bir şekilde, bir tesadüf sonucu ölüp gitsin? Kaldı ki bir sinek bile hikmetsiz, takdirsiz can vermemektedir. Sineğin kanadındaki nakışın şehâdetiyle, kâinatta sinek kanadı kadar tesadüfe yer yoktur.

Hem zerre kadar tesadüfe yer yoktur ki insanın ölüm vakti ta ezelden alnına yazılmıştır; başını taşa vursa başı kırılır, yazılara bir şey olmaz. Ömür tayyaresi ancak kaderin takdir ettiği hudutlarda uçabilir, hangi dakikada kanadının kırılmasına hükmedilmişse o vakit kabre düşme vakti gelmiş demektir. İşte insan hayatının en sağlam kanunlarından biri şudur: “Ecel birdir, değişmez.”

Bütün dünya ölüm vakti gelen bir insanı yaşatma adına seferber olsa da ölümü bir dakika geciktirmenin imkânı olmadığı gibi, henüz ecel vakti gelmemiş bir adamı da yine bütün dünya öldürmek için çabalasa o adamın ölümünün bir dakika öne alınması mümkün değildir. Çok ağır hastaların başında ağlayan sağlığı yerinde olan kimselerin öldüğüne, ağır hastaların şifa bulup yaşadığına az şahit olunmamıştır.

Buna göre sorunuzun cevabı şusur: Evet, deprem ve benzeri felâketlerde bir anda ölenlerin ecelleri aynı anda gelmiştir. İçindeki bir atomun dahi kendi iradesiyle hareket edemediği şu kâinat sistemini kabza-i Rububiyetinde tutan sonsuz kudret sahibi olan Allah için değil bir felâkette birkaç yüz veya birkaç bin kişiyi öldürmek, bütün insanlığı hatta bütün canlıları bir anda öldürmek, bir canlıyı öldürmek kadar kolaydır.

"O, karada ve denizde olan her şeyi bilir... Düşen bir yaprak ve karanlıklar içine gömülen hiçbir dâne yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın." (En'am, 6/59)

gibi ayetlerde ferman buyrulduğu üzere, her şey ilminde olan Alim-i Mutlak olan Rabbimizin iradesi dışında ne bir yaprak düşebilir, ne bir karınca adımını atabilir.

Madem öyledir; ferdî veya toplu ölümler kaderin programı, İlâhî iradenin tecellisidir, diyebiliriz.

67 "Beşer zulmeder kader adalet eder." derler. Şahit olduğumuz bir olay hakkında arkadaşım ana tepki gösterdi, niye yorum yapmıyorsun gibisinden; hangisi doğru, yorum yapmalı mı, yapmamalı mıyız?

İnsan gaybı bilmediği için, sadece olayın bir yönüne bakarak doğru bir değerlendirme yapması çoğu zaman mümkün olmayabilir. Bu bakımdan yorum yapmamak en güzelidir. Ancak öldüren kişinin de zulmettiği kesindir.

Kader-i İlahî, neticesi itibariyle çirkinlikten münezzeh olduğu gibi, sebep itibariyle de zulümden ve kusurdan münezzehtir. Çünkü kader hakikî sebebe bakıp adalet eder, insanlar dıştan gördüklerine baktıklarından aynı mevzuda zulme düşebilirler.

Mesela, kimsenin bilmediği bir cinayeti işlemiş olan adamı, hakim, hırsızlıktan ötürü mahkum etse... O adam, hırsız olmadığı halde, hakim haksız mahkum ettiği için zulmetmiş olur. Fakat, kader, o gizli katli için mahkum ettiğinden adalet etmiştir.

68 Anne ve babamızın belirli olması, evliliğin irademiz dışında olduğunu göstermez mi? Eğer anne babamızın kim olacağını biz belirleyemiyosak, evlilikte kader olmuş olmuyor mu?..

1. Kader konusunda aklınıza takılan her şeyi sorabilirsiniz. Bu durum inkar ettiğiniz anlamına gelmez. Nitekim Kur'an'dan öğrendiğimize göre Hz. İbrahim aleyhisselam ölülerin nasıl diriltileceğini sormuş, sonra da "Allah'ım inanmadığımdan değil, kalbim tatmin olsun diye soruyorum." demiştir. Bu nedenle bizler de aklımıza takılan sorularımızı sorabiliriz. Biz de elimizden geldiği kadar cevap vermeye çalışırız.

2. Kaderin esas anlamı, Allah'ın olmuş olacak her şeyi bilmesi demektir. Dikkat edersek insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı yapmak ayrıdır. Bilen Allah'tır, yapan kuldur. Bu konuya bir misal verelim:

Peygamberimiz İstanbul'un fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı gelince de dediği gibi çıkmış. Şimdi, İstanbul Peygamberimiz dediği için mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi. O zaman Fatih Sultan yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı yine olacak mıydı? Demek ki Allah Fatih'in çalışıp İstanbul'u fethedeceğini biliyordu ve bunu elçisi Hz. Peygamber (asm)'e bildirdi.

Buradaki ince nokta: Allah bildiği için yapmıyoruz. Biz yapacağımız için Allah biliyor. Zaten Allah'ın geleceği bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz.

Buna bir örnek verelim; Allah dostu evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine "Yarın seni şu kitaptan imtihan edeceğim." diyor. Fakat öğretmen Allah'ın izniyle onun filim, maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan karnesine "sıfır" yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve sıfırı hak ettiğini bildiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp "Senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için önceden deftere sıfır yazmıştım." diyor. Buna karşı öğrenci "Hocam, sen sıfır yazdığın için ben sıfır aldım; yoksa geçer puan yazsaydın geçerdim." diyebilir mi?

Demek ki, Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri bilerek Allah yazıyor. İşte buna kader diyoruz.

3. Dünyaya gelen her insan bir kader programına tabidir. İnsanın ne yapacağını, başına ne geleceğini Yüce Allah ezeli ilminde biliyor. Ancak Allah'ın bilmiş olması, insanın o işi yapmasını zorlamaz. Çünkü Allah, insanın önüne sonsuz seçenekler koymuştur.

İnsan kendi iradesini kullanarak, hangi yolu tercih ederse, Allah onu yaratır. Dolayısıyla sorumlu olan insanın kendisidir.

Bu meselede şöyle bir örnek verilir: Bir apartmanın üst katının nimetlerle, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir kişinin bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz edin. Kendisine, apartmanın bu durumu daha önce anlatılmış bulunan bu kişi, üst katın düğmesine bastığında nimetlere kavuşacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba uğrayacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o kişinin gücü ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi gücüyle çıkmadığı gibi, alt kata da kendi gücüyle inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin belirlenmesi, içindeki kişinin iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela, Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin günah, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu bildirmiştir. İnsan ise kendi iradesiyle, örnekteki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsaittir.

Hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Evlilik de böyledir. Evlenecek insanın önünde çok sayıda seçenekler vardır. Nasıl birisini istemek sizin elinizde. Tercihinize göre Cenab-ı Hak da yaratır. Allah'ın bilmesi böyle bir tercihte bulunmanızı zorlamaz.

İnsanın hangi anne ve babadan dünyaya gelmesinin Allah'ın takdirinde olması, anne ve babanın evlilikte iradelerine engel değildir. Çünkü Allah geleceği bilmektedir. Allah gelecekte anne ve babanızın kendi iradeleri ile evleneceklerini bilmektedir. Onlara evlat olarak sizin seçilmeniz de Allah'ın takdiridir.

4. Kaderi ikiye ayırabiliriz; ızdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok; o, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım ihtiyari kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Sizin sorduğunuz soruda bu alanda müzakere edilmektedir. Yani siz bir aday tipi belirliyorsunuz ve arıyorsunuz. Allah'ta sizin istediğiniz vasıflara sahip birkaç kişiyi önünüze çıkarıyor. Sizde bunlardan birini iradenizle beğenip kabul ediyorsunuz. Allah'ın alacağınız eşin kim olduğunu ezelde bilmesi kader, fakat sizin iradenizle seçmeniz cüz'i irade dediğimiz insanın mesuliyet sınırlarıdır.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var: Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

İnsanın cüz-i ihtiyari adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kainatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba duçar olacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, "Benim ne suçum var?.." diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, "rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak" ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi:

"Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki."

69 "Nazar kaderle yarışsaydı, kaderi geçerdi." hadisi hangi anlamlara gelmektedir?

Soruda geçen hadis, şu şekilde de tercüme edilebilir:

"Göz değmesi haktır. Eğer kaderi (delip) geçecek bir şey olsaydı (kader ile yarışan bir şey olsaydı), bu göz değmesi olurdu..." (bk. Müslim, Selam 42; Tirmizî, Tıbb 19)

Tirmizî'de "Göz değmesi haktır" ibaresi yoktur.

Nazar, göz değmesi ve büyü gibi şeylerin hepsi, Allah’ın ezeli ilminde bilinen ve öyle takdir edilen şeylerdir. Dolayısıyla "nazarın kaderin önüne geçmesi" diye bir şey söz konusu olamaz.

Hadisin “Eğer kaderi (delip) geçecek bir şey olsaydı (kader ile yarışan bir şey olsaydı)” ifadesinden maksat, nazar değme işinin çetinliğini ve zararının fazlalığını belirtmektir. Yani, eğer takdir-i İlâhîye aykırı bir şeyin meydana gelmesi mümkün olsaydı, o şey nazar değme işi olacaktı. Demek ki, kadere aykırı bir şey olmaz.

Buna göre, nazarı olan şahıs bir kimseye baktığı zaman ona zarar verebilir, yani zarara sebebiyet vermiş olur. Zararın sebebi ve faili bakan kişidir, zararın yaratıcısı ise Allah'tır. Yoksa bizzat nazar eden kişi o hadiseyi meydana getirmiş değildir. Nazarı keskin olan kimse bir şeye baktığı anda Cenab-ı Hak o şeyde zararı yaratmaktadır. Çünkü iyiliği de kötülüğü de yaratan Allah’tır. Allah’ın ilmi ve iradesi dışında hiçbir şey meydana gelmez.

Bu hadiste aynı zamanda Efendimiz (asm), nazarın hak olduğuna dikkat çekmekle beraber, kaderin önemini ve onun da hak olduğunu vurgulamaktadır.

(bk. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, h. No: 4041; Ahmed Davudoğlu, Müslim Tercüme ve Şerhi; Haydar Hatiboğlu, İbni Mâce Tercümesi ve Şerhi, ilgili hadis)

70 Kaderin fiillerimiz üzerindeki etkisi nedir? Doğduğumuzdan itibaren Cenab-ı Allah bizim ne yapacağımızı, cennete mi, cehenneme mi gideceğimizi biliyor. Hayatımız boyunca neler yapacağımız belli?..

Kaderi ikiye ayırabiliriz: ızdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım "ihtiyari kader" ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Sizin sorduğunuz soruda bu alanda müzakere edilmektedir. Yani siz bir aday tipi belirliyorsunuz ve arıyorsunuz. Allah da sizin istediğiniz vasıflara sahip birkaç kişiyi önünüze çıkarıyor. Siz de bunlardan birini iradenizle beğenip kabul ediyorsunuz. Allah’ın alacağınız eşin kim olduğunu ezelde bilmesi kader, fakat sizin iradenizle seçmeniz cüz’i irade dediğimiz insanın mesuliyet sınırlarıdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

"Madem Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim ne kabahatim var?" sorusuna nasıl cevap vermeliyiz?

71 İnsan, rüzgârın önünde bir yaprak gibi iradesiz bir varlık mıdır?

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, “Benim ne suçum var?” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan iradesinin bir hükmü yoksa ve “insan rüzgârın önünde sürüklenen bir yaprak” gibi ise, yaptığından mesul değilse, o zaman suç kavramının bir manası kalmaz. Böyle diyen kişinin, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmemesi gerekir.

“Bu adam benim evimi yaktı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi .”

demesi icap eder.

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu; kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Hâlbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz.

Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgârın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder. 

72 İmam-ı Gazali’nin, “Eğer yapmak istediğin iyiliğe engel çıkıyor ve kötülüğü rahatça yapabiliyorsan, cehennemliksin." anlamında bir sözü var mıdır?

İmam Gazali’nin bu anlama gelen ifadeleri vardır. (bk. İhya, -Beyrut, ts.-4/535).

İmam Gazali,  bu sözleri, insanları uyarmak ve dikkatli olmaya davet etmek sadedinde söylemiştir. Bu ifadelerin temel dayanağı “şüphesiz, iyi insanlar cennette, kötüler ise cehennemdedir” (İnfitar, 82/13-14) mealindeki ayet ile şu hadis-i şeriftir: 
 
Hz. Ali anlatıyor: Bir gün Resulullah ile beraberdik. Bir çubuk ile yeri/toprağı karıştırıyor, eşiyor ve düşünüyordu. Sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi:
“Sizden hiç bir kimse yoktur ki, cennet veya cehennemdeki yeri -Allah’a- malum olmasın!” Sahabeler “O halde amel etmeyip, ezeli kararın sonucunu bekleyelim?” dediler. Bunun üzerine Resulullah (a.s.m) “Hayır, amelinizi yapın, çünkü herkes akıbetine göre iyi veya kötü amellere muvaffak olur.” diye buyurdu ve;
 
“Sizin işleriniz çeşit çeşittir. Malını Allah yolunda harcayıp O’na saygı duyarak haramdan sakınan, o en güzel kelimeyi (kelime-i tevhidi) tasdik eden kimseyi en kolay yola muvaffak ederiz. Cimri davranan, bir de kendini güçlü sanıp Allah’tan müstağni gören, o en güzel kelimeyi (kelime-i tevhidi) yalan sayanı ise, en güç yola sardırırız.” (Leyl, 92/4-10)
mealindeki ayetleri okudu. (bk. Taberî, ilgili ayetlerin tefsiri)
 
- İmam Gazalî’nin bu ifadelerini şöyle anlamak mümkündür: 
“Şüphesiz, iyi insanlar cennette, kötüler ise cehennemdedir.” (İnfitar, 82/13-14)
mealindeki ayetten de anlaşılacağı üzere, iyi işler cennet yolunun; kötü işler ise cehennem yolunun trafik lambalarıdır. Her günah cehenneme doğru; her iyilik de cennete doğru atılmış bir adımdır. 
 
Bediüzzaman Hazretleri de “Her günah içerisinde küfre götürecek bir yol vardır.” demekle günahların cehennem yoluna döşenmiş taşlar hükmünde olduğuna işaret etmiştir. 
 
- Buna göre, bir kimse iyi işlere muvaffak oluyorsa, cennet yolunda ilerlediğini düşünmeli, rabbine şükretmeli ve bu yoldan sapmamak için Allah’a yalvarmalı ve bütün kuvvetiyle bu yolda yürümeye devam etmelidir.
 
Şayet bir kimse günah işlemeye koyulmuş, kötü bir çizgiyi takip ediyorsa, bu yolun cehennem yolu olduğunu bilmeli, bir an önce bu yoldan dönmeye gayret etmelidir. 
 
- Bu konuyla ilgili bütün ayet, hadis ve sağlam yorumları bu perspektifte değerlendirmek gerekir. 
 
Bunu şöyle özetlemek mümkündür: Allah mutlak adildir, asla zulmetmez. İnsanları cehenneme götürecek işlere zorlamak ise, haksızlıktır. Öyleyse, Allah hiç kimseyi cehenneme götürecek işler yapmaya zorlamaz. 
 
O halde, yapılan bütün işler insanın özgür iradesiyle gerçekleşmektedir. Allah’ın hangi insanın -özgür iradesini kullanarak- cennete veya cehenneme götürecek işler yapacağını önceden ezeli ilmiyle bilmesi, sonsuz ilminin bir gereğidir. Çünkü bilmeyen cahil olur. Allah cehaletten münezzehtir. Ancak, Allah’ın kimin cennete, kimin cehenneme gideceğini önceden bilmesi, onları zorlamaz. Çünkü ilim özelliği itibariyle yaptırım gücü olmayan bir sıfattır. 
 
İlgili ayet ve hadisler ve İmam Gazali’nin yorumunu hep -bir uyarı mesajı olarak- şu manada anlamak lazımdır: 
 
Yanlış yoldaysanız oradan ayrılıp doğru yola girin. Doğru yoldaysanız onda sebat gösterin. Bu sizin elinizdedir. Özgür iradeniz bunun için vardır. Yanlış yolda yürüyorsanız, cehennem yoluna girmişsiniz demektir. O yola girmek gibi, çıkmak da sizin elinizdedir.
 

73 Evleneceğim kişiyi rüyamda görmem mümkün mü?

Kiminle evleneceğim diyerek rüyaya yatılmaz. İnsanın rüyasında gördüğü kişiyi evleneceği kişi olarak kabul etmesi doğru değildir. Rüya ile amel edilmez.

Çok insana rüyasında "sen filan kişiyle evleneceksin" denildiği halde rüyasında denilen değil de başka birisiyle evlenmiştir. Bu gibi rüyalara itibar edilmemelidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hiç görmediğim bir kişiyi dua ederek rüyamda görmem mümkün olabilir mi?..

74 Allah her şeyi önceden biliyor da neden bizim bu suçları işlememize engel olmuyor?

Allah bir şeyi yaratırken hayırlı neticeler vermesi için yaratmaktadır. Kainattaki düzene baktığımızda hiçbir eksikliğe ve başıbozukluğa rastlanmamakta ve kainattaki düzeni gören her akıl sahibi Allah'ın büyüklüğünü tesbih etmekten kendisini alamamaktadır.

Ancak insanlar kainatta yaratılan bu hayırlı şeyleri kendi iradeleriyle şerre çevirebilmektedirler.

Mesela, ateşin yaratılması hayırdır. Ancak bir insan gidip elini ateşin içine sokarsa ateş o insan hakkında şer olmuş olur. Halbuki Allah ateşi, insanlar onunla ihtiyaçlarını görebilsinler diye yaratrmıştır. Ancak o insan kendi iradesiyle elini ateşe sokmuşsa artık "Allah neden bu ateşi yaratmış, neden bu ateş benim elimi yaktı, Allah neden buna müsade etti?" gibi bir iddiada bulunmaz. Çünkü Allah'ın kainatta koymuş olduğu kanunlar vardır. Ona riayet edersen menfaat elde edersin, riayet etmezsen zarar görürsün. Bu misaller çoğaltılabilir.

İnsana gelince, Kur'an-ı Kerim'in ifadesi ile Allah insanları kendisine ibadet etsinler diye yaratmış ve kötülüklerden, fuhşiyattan, azgınlıklardan uzak durmasını emretmiş ve buna uymayanları şiddetli bir azabla cezalandıracağını buyurmuş ve gönderdiği yüz binden fazla peygamber insanları her hususta ikaz etmişlerdir.

Ancak vazifesini yapmayıp ve bu emirleri dinlemeyip hiçe sayan insanlar, elbette bu yapıklarının cezasını çekecektir.

Allah'ın bu dünyada kötülüklere direkt engel olmaması ise, imtihan dünyasında olmamızdandır. Bu dünya bir imtihan salonudur ve yanlış yapana da doğru yapanada müsade edilmiştir. Eğer yanlış yapanlara müdahale olsaydı bu imtihan salonunun bir anlamı olmazdı.

Sevap işleyenlarin başına güller saçılsaydı ve günah işleyenlarin başına da dikenler atılsaydı, artık bu dünya bir imtihan salonu olmaktan çıkacaktı.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bizim ne yapacağımız, kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var? Allah cennet veya cehenneme gideceğimizi biliyorsa, ne diye bizi bu dünyaya gönderdi?..

75 Allah Teala'nın bazı insanları özürlü yaratmasının hikmeti nedir?

Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini kendisine çevirtip, o insanın duygularına inkişaf verirse, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki zâhiren olmasa bile, hakikatte bu ona, Allah'ın lûtfunun ifâdesidir. Tıpkı şehit edip cenneti vermesi gibi...

Bir insan, muharebede şehit olur. Bu şehâdetle Mahkeme-i Kübrâ ve Allah'ın huzurunda, sıddîklerın, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları "Keşke Allah bize de harp meydanında şehâdet nasip etseydi." derler. Binâenaleyh, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür.

Çok nâdir olarak, bazı kimseler, bu mevzûda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile inhiraf etseler bile; pek çok kimselerde bu kabil eksiklikler, daha fazla, Allah'a teveccühe vesile olmuştur. Bu itibarla haşarât-ı muzırra nevinden bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının serrişte edilmesi yerinde değildir. Bu mevzûda esas olan, ebede namzet insanların ruhlarında o âleme âit iştiyâkı uyarmaktır.

"Her işte hikmeti vardır, / Abes fiil işlemez Allah... " (Erzurumlu İ. Hakkı Hazretleri)

76 Çocuk yaşta ölenlerin direkt cennete gitmesi, sınava tabi tutulanların cehenneme gitmesi haksızlık değil mi?

Allah mutlak adildir; hiçbir kuluna zulmetmesi düşünülemez. Bu dünyada kullarına zulmetmeyen yüce Rabbimiz, elbette ahirette de zulmetmeyecektir. Zaten o Adili Mutlak için böyle bir şey düşünülemez.

Çocuk yaşta ölenler günahsız oldukları için cennete gideceklerdir. Büluğ yaşından sonra ölen insanlar ise iman, sevap ve günahlarına göre cennet veya cehenneme gideceklerdir.

Çocuk yaşta ölen insanın günahları olmadığı için cennete gitmeleri, Allah'ın rahmet ve adaletindendir. Büluğ yaşından sonra ölen insanlara ise, Allah hak vermiş ve bu hakları doğru yerde kullanmaları hâlinde cennette ebedi hayatı vereceğini vadetmiştir.

Cennet makamları sonsuzdur. Bir vakit fazla namaz kılan bir insanın cennetteki makamı ile eksik kılan insanın cennetteki makamı aynı olmayacaktır. Aynı şekilde bir günahtan sakınan insan ile sakınmayan insan arasında da çok fark olacaktır. Öyle ise kendilerine verilmiş bu hakları doğru yerde kullanan bir kişi ile çocuk yaşta ölen insanın cennetteki makamları bir olmayacaktır. Hatta -henüz kendisine farz olmadığı halde- çocuk yaştayken ibadet eden bir çocukla, çocukken ibadet etmeyen bir çocuk arasında dahi fark olacaktır.

Demek ki bunda bir adaletsizlik yoktur. Allah bu kuluna namaz ve salih amel işleyebilecek zaman vermiştir. Bu zamanı doğru yerde kullanıp cennetin yüksek makamlarını kazanma imkanı verilen insan, bu fırsatı tepip yanlış yerde kullanmışsa artık "Neden beni cezalandırıyorsun? Neden çocuk yaşta öldürmedin." demeye hakkı olmaması gerekir.

Küçük bir esnafın kazancı ile büyük bir şirketin kazancı bir olmaz. Esnafın getirisi küçük olduğu gibi götürüsü de küçük olur. Ancak şirketin böyle değildir. Getirisi büyük olduğu gibi götürüsü de büyük olacaktır.

Demek ki Allah, bize ömür gibi büyük bir sermaye vermiştir. Bir padişah bir askerine ticaret yapması için bir sermaye verse ve eline de bir pusula verse, buna uyması halinde büyük kazançlar elde edeceğini söylese ve o asker buna uymasa, kendi kafasına göre nefsinin ve hevasının isteklerine göre harcama yapsa elbetteki suçlu asker olacaktır. Asker padişaha neden bu sermayeyi bana verdin dese, elbetteki padişahın cevabı şöyle olacaktır. "Ben bu sermeyeyi pusuladaki şartlar dahilinde kullanıp kâr etmen için sana verdim. Sen ise buna uymayıp nefsin ve hevanın doğrultusunda kullandın." Elbette ki bu askeri cezalandırmak padişahın adaletidir. Doğru ticarette mükafatlandırması nasıl adalet ise, kaybettiği zaman cezalandırması da aynı adalettir.

77 Acaba cehenneme gidecek insanların ruhunda, kötü ruh kaynağı gibi bir yerden eklenmiş bir parça olma ihtimali var mıdır?

Bildiğimiz kadarıyla “insanların ruhunda, kötü ruh kaynağı gibi bir yerden eklenmiş bir parça” yoktur. Ruh yalnız bir tanedir.

İmtihanın olabilmesi için insanın iç aleminde -biri iyilik, diğeri kötülük isteyen- zıt kutupların olması gerekir. Bu mekanizma, iyilikten hoşlanan kalp, akıl ve ulvî duygularla, kötülükten hoşlanan nefis, kör hissiyat ve süflî duygulardan oluşmaktadır. Bu zıt arzuların gerçekleşmesi ise, insanın özgür iradesine bağlıdır. Kişi, hangi tarafı tercih ederse, onu yapar ve tabii ki sonuçta ceza veya mükâfat görür.

Kur’an’a göre, iyiliği de kötülüğü de / hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Ancak icat noktaları barındırmayan “Kesp” / insanların işlemesiyle meydana gelen kazanç, insanın kendisine aittir. Bununla beraber, kötülükler genellikle ademî oldukları, bir iyiliği terk ile var oldukları için insanın kendisine verilebilir. Fakat, iyilikler genellikle vücudidir, bir varlıktır, yaratılması gereken belli icadî noktaları vardır; bu sebeple yüzde doksan dokuzu Allah’ın lütuf ve inayetine bağlı olarak ancak gerçekleşebilir.

İnsanın özgür iradesini askıya alacak kötülüğe meyyal bir genetik kodlamanın varlığına dair düşünceler tamamen bir spekülasyondur, imtihan için gerekli olan ilahî adaleti göz ardı eden bir yaklaşımın ürünüdür. Genetik kodlarda iyiliği ve kötülüğü simgeleyen bazı hususlar olabilir, ancak bunlar insanın özgür iradesini tamamen ortadan kaldıracak bir boyutta olduğunu düşünmek asla doğru değildir.

Kader noktasında hayrı da şerri de yaratan Allah'tır. Fakat imtihana tabi tutulanlar da birer kukla değildir. O kötülüklerin meydana gelmesinde onların payı vardır. Dikkat edilmesi gereken nokta şudur: İnsanları ilgilendiren konularda, her olayın iki yönü vardır:

Birisi: Allah'ın yaratmasına bakan icat noktalarıdır. Yani hayrın da şerrin de yaratıcısı Allah'tır.  Tevhit / Allah'ın birlik sıfatı bunu gerektiriyor.

Diğeri: İnsanların kazancına bakan ve içinde yaratma işi olmayan tasarruflar, meyiller ve Allah'ın yaratmasına bir vesile hükmünde olan şeylerdir. Özgür bir iradeyle imtihanın yapılmasını sağlamak ve sonuçtan insanları sorumlu tutmak ve adaletin gerçekleşmesi adına kula bu cüzi irade verilmiştir.

Söz gelimi, ortada bir hastalık varsa, onun yaratıcısı Allah'tır. Fakat icat noktaları içermeyen yönleri ise insana aittir. Mesela, terli terli soğuk su içmek bir suistimaldir, neticesinden sorumlu olan insanın kendisidir. Bademciklerinin şişmesinden, grip olmasından kendisi sorumludur. Fakat hastalığı yaratan Allah'tır. Edepli olan kimse, Hz. İbrahim (as) gibi, vesilelik yönüyle kötülüğün kendisine, yaratıcılık yönüyle de iyiliğin Allah'a  ait olduğunu düşünür ve: "Ben hastalandığım zaman bana Allah şifa verir." (Şuara, 26/80) der.

Eğer böyle düşünmezsek, o takdirde, kolumuzu, bacağımızı kıran, malımızı çalan, hatta bir insanı öldüren kimseye kızmamamız gerekir. Ve Allah'ın da bunlara ceza vermemesi lazım gelir.

"De ki: Rabbinizden gelen hak / gerçek budur. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin." (Kehf, 18/29)

Kul, bir işi yapmak için cüzi iradesini sarf ettikten sonra, o işe küllî irade taallûk eder ve o fiil yaratılır. Mesela bir insan konuşmayı ancak dileyebilir. Fakat insanı konuşturan yine Allah'tır. İnsan ders çalışmak ister. Ancak ders çalışması için görme fiilini, anlama fiilini, yazma fiilini yaratan Allah'tır. İşte bundan dolayıdır ki insanın cüzi iradesi sadece istemekle kayıtlıdır. İstediğimiz fiilleri yaratan yine Cenab-ı Hakk'tır. Bundan dolayı ki insan işlediği hayırlı fiilleri kendine mal etmesi, yani ben yaptım ben ettim demesi doğru değildir.

Özetlemek gerekirse, isteyen insandır, yaratan Allah'tır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Cüz'î İrade ve Allah'ın yaratması...

İyilik Allah'tandır, kötülük nefistendir...

Günah işleyen bir kişi kendi iradesine uyarak mı günah işler, yoksa onu yapmaya mecbur mudur?

78 Kaderim böyleymiş demek doğru mudur?

İnsan iradesini ilgilendiriyorsa elbette hatalar, kusurlar bize aittir.

Kader, bir iman rüknüdür ve şöyle tarif edilir:

“Kader, Hak Teâlâ'nın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin, her şeyini ve her hâlini, zamanını ve mekânını, sıfatlarını ve özelliklerini ezelî ilmiyle bilip, ona göre, takdir etmesidir.”

Buna göre irademizle ya da iradesiz yaptığımız her şey kaderdir. Ancak kişi iradesiyle yaptıklarından sorumlu, irade dışı olanlardan ise sorumlu değildir.

“Kaderim böyleymiş!..” sözünü nerede kullanabiliriz?

“Manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilacıdır. Yoksa maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun.”

"Manen terakki etmeyen avam" denilince bunun aksi zihnimizde şöyle canlanır: manen terakki eden havas zümresi, ermiş insanlar, evliya, asfiya. Bu kutlu zatların, bu seçkin kişilerin, bu hak dostlarının kader anlayışları bir başkadır. Onlar tam bir teslimiyet içindedirler. Çoğu işlerini ilâhî ilhamla görürler. Hazreti Mevlânâ, bu yüce insanların hâlini bir misâlle bize de hissettirmek ister. Denizde yüzen bir insanla, denize düşmüş bir cismin hareketini mukayese ederek şöyle der: “Birincinin hareketi kendindendir. İkincisini ise, deniz hareket ettirir.”

Bu özel bir durumdur. Biz genele dönelim. Yani, “geniş halk kitlelerinin kadere bakışı nasıl olmalı,” konusu üzerinde duralım. Nur müellifi, bu insanların musibetlerde ve maziye gömülmüş olaylarda kaderi hatırlamalarını tavsiye eder ve bunun faydasını da ümitsizliğe düşmemek ve gereksiz yere üzülmemek şeklinde belirler.

Mazide kaçırdığı fırsatlar için bir ömür boyu üzülüp dövünmenin insana hiç faydası yoktur, ama zararı kesindir. Böyle bir insan, maziyi kadere havale etmeli, “bunda da bir hayır vardır,” diyerek hayatını çileden, azaptan kurtarmalıdır. Bir kazaya uğramış ve yaralanmış kişi, “şöyle olmasaydı böyle olurdu yahut keşke falan firmanın otobüsüne binseydim,” gibi sözler sarf etmek yerine, bunu kaderin bir tecellisi bilmeli ve tedavi çarelerine bakarak sabretmelidir. Çünkü olay onun iradesi dışında meydana gelmiştir ve geri dönüş de imkânsızdır.

Ama insan, yaptığı isyanlar ve istikbâle ait olaylar hakkında bu şekilde düşünemez. Çünkü, işlediği günah için tövbe etme imkânına sahiptir. Öncelikle bu yola girmelidir. Aksi halde, isyana ve sefahate devam eder gider. Öte yandan, bu günahlar kul hakkına tecavüz şeklinde ortaya çıkmışsa, o kulun hakkının ödenmesi gerekir. İşi kadere yükleyip muhatabını mağdur edemez. Bunlar isyana örnek.

İstikbâle gelince, insan, kaderinin ne olduğunu bilmediğine göre, cüz’i iradesini kullanmak mecburiyetindedir. Üzerine düşen görevi yaptıktan sonra, tevekkül yoluna girebilir. Yoksa tembelce oturamaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kader konusunda detaylı bilgi verir misiniz?

79 Cehennemde bir kafir, "Allah'ım bazılarını çocuk yaşta öldürdün, beni de çocuk yaşta öldürseydin de cennette gitseydim." diyemez mi? Veya cennette bir mümin, "Allah'ım beni daha fazla yaşatsaydın da cennetteki derecem daha yüksek olsaydı." diyemez mi?..

Cevap 1:

Farz edelim ki, öyle bir şey sordular. Acaba sonsuz ilim sahibi, bütün akılların yaratıcısı olan Allah’ın bunlara âdil, hakkaniyetli ve tatmin edici cevap vermesi kendine hiç zor gelir mi?

Kur’an’da defalarca,

“Allah kıyamet gününde sizin ihtilafa düştüğünüz konuların gerçek durumunu açıklayacaktır.” (Hac, 22/69)

mealindeki ifadeye yer vermesi, söz konusu varsayımlara da bir cevap niteliğindedir.

Mesela, çocuk yaşta ölen bir insan öbür tarafta, "Allah’ım beni daha fazla yaşatsaydın da cennetteki derecem daha yüksek olsaydı?..” dese, buna karşı şöyle bir cevap verilse, itiraz edilebilir mi?

“Senin gibi, nice küçükler büyüdüler, sonra Allah’a isyan etmeye başladılar ve cehennemi boyladılar... Seni o tehlikeden kurtarıp cennete almak kötü mü?”

Bir kafir, "Allah’ım, bazılarını çocuk yaşta öldürdün, beni de çocuk yaşta öldürseydin de cennette gitseydim!..” şeklinde bir şey diyemez, böyle bir hak iddia edemez. Cevap olarak ona denilse ki;

“Herkes gibi , Allah sana da akıl, zekâ verdi, âdil bir imtihana soktu ki, cennet gibi büyük bir kazancın olsun. Seninle aynı yaşta, aynı aklı ve zekâyı paylaşan milyonlarca insan, bu imtihanı kazanıp cennete girdiği halde, senin tembellik edip çalışmamaktan doğan kötü sonucun faturasını Allah’a çıkarman insaf ve vicdanla bağdaşır mı?”  Ne cevap verecek?

Sınıfta kalmış bir öğrencinin –eften-püften - mazeret üretmesinin ne değeri var ki...

Bu bizim cevabımız. Ya bir de Allah cevap verse…  Doğrusu, kendisini yoktan var eden Yüce Yaratanı -haşa- ilzam edip susturacağını düşünenlerin aklına şaşmamak elde değil...

Bu söylediklerimiz tahkik namına idi. Hakikati ise, Kur’an’dan öğrenelim:

“Eğer dileseydik bütün insanlara hidâyet verir, doğru yola koyardık.  Lâkin, ‘Cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım.' hükmü kesinleşmiştir.”(Secde, 32/13).

Evet, cennet adam istediği gibi, cehennem de adam ister. Cennete gidenler içi Allah’ın lütfü söz konusudur. Çünkü Allah, sonsuz merhamet, şefkat ve lütuf sahibidir.  Ama cehenneme gidenlerden hiç biri zulme uğramamıştır. Çünkü, bütün kâinatın gösterdiği nizam, intizam, âhenk, dengelerin şahadetiyle sonsuz adaleti tahakkuk eden Allah âdildir, kullarına zulmetmeye tenezzül etmez.

Cevap 2:

Sizin bu sorunuzu evet veya hayır şeklinde cevaplamak yanlış olur. Çünkü evet dersek Cebriyeci olur insanın iradesini reddetmiş, hayır dersek Mutezileci olur kaderi inkar etmiş oluruz. Bu konuda verilecek en güzel cevap, Allah bilir olacaktır.

Cenâb-ı Hak bu âlemde hikmetiyle, her müsebbebi bir sebebe bağlamıştır. Bu hakikat, kaderin sebeble müsebbebe bir taalûk ettiği, şeklinde ifâde edilmiştir. Meselâ, bir çocuk müsebbeb, anne ve babası ise sebebdir. Cenâb-ı Hak o çocuğun yaratılmasını o anne ve babadan takdir etmiştir.

İşte Cebriye, sebeble müsebbebe ayrı birer kader tevehhüm etmekte, yâni ebeveyn ile çocuğu ayrı ayrı nazara almaktadır. Bunun neticesi olarak, dünyaya gelmiş bulunan bir çocuk için, madem ki onun kaderi dünyaya gelmektir. Ebeveyni olmasa da o çocuk dünyaya gelirdi, gibi hatalı bir fikre sapmaktadır.

Mutezile ise sebeblere tesir vererek, ebeveyni olmasaydı o çocuk dünyaya gelmezdi, gibi yine bâtıl bir fikir ileri sürmektedir.

Ehl-i Sünnet âlimleri, kaderin sebeble müsebbebe bir baktığını ve sebeblerin yokluğu farzedildiğinde müsebbeb için bir şey söylenemeyeceğini ifâde etmişlerdir. Yâni, yukarıdaki misâl için, "Eğer söz konusu ebeveyn olmasaydı çocuk dünyaya gelir miydi?" sorusuna Ehl-i sünnet âlimlerinin cevabı, "Ne olacağı bizce meçhuldür." şeklindedir. Zira, ortada bir vak'a vardır. Söz konusu çocuk, o ebeveynden dünyaya gelmiştir. Ebeveynin yokluğu farzedilince, çocuğun dünyaya gelip gelmeyeceğine nasıl hükmedilecektir? Cenâb-ı Hakk'ın o çocuğu bir başka ebeveynden dünyaya gönderip göndermeyeceği hakkında bir tahmin yürütülemez.

İşte bu misal gibi, eğer bu adam yaşasaydı tövbe edip kurtulabilirdi, gibi bir tahminde bulunamayız. Ne çocuk yaşta ölen kişinin ibadet edeceği garantidir ne de diğerinin daha fazla yaşaması ile edeceği kesindir. Kafir küfrü üzerine öldüğü için o şekilde muamele görecektir.

80 İnsanın iradesini de Allah yarattığına göre, Allah insanın günah işlemesine neden müsade etmektedir?

Allah Teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları da yaratmıştır.

Bu iki varlıktan başka, hem melekleri geçecek kadar mükemmel, hem de aklı olmayan hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma özelliğindeki insanı yaratmıştır.

Bu insana hem günah işleme meyli hem de sevap işleme özelliği vermiştir. İşte insan fıtratında olan günah işleme meylini aşıp sevaba yöneldiği takdirde melekleri dahi geçecek bir makama yükselecektir. Yani zaten melekler günah işlemeyen bir varlıktır. Eğer insanların fıtratında da günah işleme meyli olmasaydı o zaman mahiyet itibari ile meleklerden bir farkı kalmayacaktı.

İnsan hem hayır hem de şer işlemeye kabiliyetli olarak yaratılmıştır. Bu durum imtihanın gereğidir. İnsan melekler gibi yalnızca hayır işlemeye kabiliyetli olarak yaratılmamıştır. Bu sebeble de iradesini hayır işlemek üzere kullanan insan meleklerden daha üstün olmaktadır.

Allah insana hayrı da şerri de ayırt edecek cihazlar vermiştir. Seçim yapma konusunda da serbest bırakmıştır. Atmaca kuşunun serçeye musallat olmasıyla nasıl ki serçenin manevra kabiliyeti artıyorsa, insana da nefis musallat olduğu içindir ki maneviyatta terakki etmesine sebeb oluyor. İnsanı şerre teşvik eden etkenler olmasa melek gibi makamı sabit olurdu. Nefis ve şeytanın insana musallat olmasıyla insan imtihana tabi tutulmakta ve iradesini doğru kullanırsa meleklerden de üstün bir makam kazanmaktadır.

Her ne kadar insanı şerre teşvik eden etkenler olsa da insanın iradesi üzerinde bir bağlayıcılıkları yoktur. İnsan hür iradesiyle tercihini yapar. Hiçbir etken hayır konusunda insanın iradesini bağlamaz.

İnsanı hayra da şerre de teşvik eden etkenler bulunmaktadır. Ancak yine insan iradesini kullanarak hayra teşvik eden etkenlerden yüz çevirip şerre koşarsa, bu durumda, şer etkenlerin o insanın iradesini bağladığı anlamına gelmez.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba uğrayacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve tercihine bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

İnsana irade sıfatı niçin verilmiştir ve bu sıfat nasıl kullanılmalıdır?

81 Çirkinlik bir imtihan mıdır? Dış görünüş itibariyle çok çirkin bir insanın yapması gereken nedir?..

Her insanın imtihanı aynı değildir. İnsanlar, mal, evlat, servet, makam, kuvvet ve güzellik gibi şeylerle imtihan edilir. Kimin hangi imtihanı kazanacağı ya da kaybedeceği de belli değildir. Bu nedenle bize verilen her şeyin bir deneme olduğunu ve verilmeyenlerin de hakkımız olmadığını bilmek gerekir.

Ayrıca hakkımızda neyin hayırlı olduğunu bilemeyiz. Belkide mutlaka olmasını istediğimiz bir şeyin sonradan keşke olmasaydı deme ihtimali vardı. Bu nedenle isterken hayırlısını istemek, olmazsa sabır ile beklemek en güzelidir.

Hz. Meryem'in annesi bir erkek evlat istemişti. Allah ona bir kız verdi. O çok üzülmüştü. Şimdi o annemize sorsak “Sen erkeklerden onlarcasını mı, yoksa kızlardan bir tane Meryem mi, hangisini istersin?” elbette tek Meryem’i isteyecektir. Çünkü Kızı Peygamber Annesi oldu.

İşte biz de buna göre hareket etmeliyiz. İçinde bulunduğunuz durumun, hem sizin hem de etrafınızdakiler için birer imtihan olduğunu unutmamak gerekir. Ayrıca bu halinizi siz yapmadınız. Size yukarıdan bakanlar, Allah'ın sanatına hakaret etmiş olacağından sorumlu olurlar. Siz de aynı hataya düşmeyiniz.

Diğer taraftan, bu dünyada bazı güzelliklerden mahrum kalanlar, bu hallerine sabredip şükrederse, kabir hayatında ve ahirette diğer Müslümanlardan daha güzel olacaklardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Allah niçin kullarını bir yaratmadı? Neden kimini kör, kimini topal olarak yarattı?..

- Bela ve musibetleri nasıl değerlendirmemiz gerekir?..

82 İrademiz özgür müdür?

Kader ikiye ayrılmaktadır. İnsan iradesiyle ilgili olmayanlar ve insan iradesiyle ilgisi olanlar. Mesela, insanın göz rengi, erkek mi dişi mi olacağı vs. birinci kısma girer ve hiçbir kimse bunlardan sorumlu değildir. Diğeri ise bu dünyada imtihan için gönderildiğimizden dolayı bizler ne istiyorsak Cenab-ı Hak ona göre bazı şeyleri halk ediyor, yaratıyor. Mesela, ezan okununca nefsini gemlemiş olan birisi camiye gider. Diğeri, nefsinin peşinden giden ise meyhaneye doğru gitmektedir. İşte bunu isteyen insanlardır, yaratan ise Rabbimiz Halıkımızdır.

Kul bir işi yapmak için cüz-i iradesini sarf ettikten sonra, o işe küllî irade taallûk eder ve o fiil yaratılır.

Bilim adamlarımız, bir tek kolumuzu kaldırıp indirmemizde yetmiş çeşitten fazla kimyevî reaksiyon vuku bulduğunu ve her bir çeşit reaksiyonun da binlerce kez cereyan ettiğini söylüyorlar. Bunların hiçbiri bizim işimiz değil. Ama biz kolumuzu kaldırmayı irade etmesek bu reaksiyonlardan hiçbiri ortaya çıkmıyor.

Bir konuşma hadisesi dudaktan, dilden, tükürük bezlerinden, beyinden, akla, hafızaya kadar uzanan maddî ve manevî nice cihazın birlikte çalışmasının neticesi. Bütün bu işleri Allah yaratıyor; ama biz konuşmak istemesek bunların hiçbiri icra edilmiyor. Bedenimizi hayalen büyüttükçe büyütelim ve irademiz dışındaki faaliyetleri artırdıkça artıralım, karşımızda bütün bir kâinatı buluruz.

Suyun akması da kanımızın deveranı gibi kendi iradesiyle değil. Çiçeklerin boy göstermesi de saçımızın uzaması gibi kendi isteğiyle değil. Güneşin doğup batması da dünyaya gelişimiz ve gidişimiz gibi kendi keyfince değil.

İşte bütün bu sonsuz faaliyetler birlikte ortaya çıkıyor. Ayrı varlıklarda birbirine zıt fiiller beraber yürütülüyor. Bir grup dünyaya gelirken bir başka grup kabre ayak basıyor. Nice hastalar şifâ bulurken, nice sağlar da hastalığa tutuluyorlar. Birileri gülüp oynarken, berikiler ağlıyor, sızlanıyorlar.

Bütün bunlar birbirinden farklı fiiller; ama hepsi birlikte meydana geliyorlar. Bu sonsuz fiiller birlikte düşünüldüğünde kalbi bozulmamış her insanın vicdanında şu mânâ inkişaf eder:

"Ben de cüz-i irademden yine irademle vazgeçmeli ve şu mûtiler ordusuna katılmalıyım. İrademi, kendi keyfimce değil, Hakk’ın rızasına uygun biçimde kullanmalıyım."

Böyle diyerek dünya hayatını helâl dairesi içinde geçirenler “irade imtihanını” başarır, melekler gibi sadece hayrı irade eder hale gelirler. Bu noktaya, nefis ve şeytana rağmen ulaştıkları için de meleklerden ileri geçerler.

Dünyaya gelen her insan bir kader programına tabidir. İnsanın ne yapacağını, başına ne geleceğini Yüce Allah ezeli ilminde biliyor. Ancak Allah’ın bilmiş olması, insanın o işi yapmasını zorlamaz. Çünkü Allah, insanın önüne seçenekler koymuştur. İnsan kendi iradesini kullanarak, hangi yolu tercih ederse, Allah onu yaratır. Dolayısıyla sorumlu olan insanın kendisidir.

Bu meselede şöyle bir örnek verilir:

Bir apartmanın üst katının nimetlerle, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir kişinin bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz edelim. Kendisine, apartmanın bu durumu daha önce anlatılmış bulunan bu kişi, üst katın düğmesine bastığında nimetlere kavuşacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba uğrayacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o kişinin gücü ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi gücüyle çıkmadığı gibi, alt kata da kendi gücüyle inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin belirlenmesi, içindeki kişinin iradesine bırakılmıştır.

İşte isteyen insan iradesidir, ancak bu istekleri yaratan ise Allah'tır. Bu açıdan insan iradesinin varlığı, Allah'ın her şeyi yaratan olmasına aykırı değildir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Küllî irade ve cüz’i irade ne demektir?
Günah işleyen bir kişi kendi iradesine uyarak mı günah işler, yoksa kaderinde ...
Hayır ve şerri , Allah'ın yaratması ne demektir?

83 Kulların cennete yahut cehenneme gidecekleri konusu, kader-i mutlakta mı ele alınır, kader-i muallakta mı?

Kaynaklarda cennetlik ve cehennemliklerin “kader-i mutlak” veya “kader-i muallak”ta olacağına dair bir bilginin olduğunu bilemiyoruz. Zaten böyle bir şey düşünülemez de. Çünkü kader-i muallak demek, Levh-i Mahfuz'da bazı şartlara bağlı olarak kaydedilen bilgiler demektir. Bu sebeple, insanların akıbetleriyle ilgili bilgilerin, bununla alakalı bir taksimata tabi tutulması doğru olamaz. Allah’ın ilminin bir nevi olan “kader” kavramı her şeyden önce -sebepleri, şartları ne olursa olsun- olan, olmakta olan, olacak olan her şeyin mebde ve meadını, başlangıç ve akıbetini bir bütünlük içerisinde resmeden bir ilmî tablodur.

Bununla beraber, kader-i muallak da kader-i mutlak içerisinde mütalaa edilir. Çünkü Levh-i Mahfuz'daki muallak denilen şartların nasıl oluşacağına dair durumları da, mutlak ilahî ilmin dışında olamaz. Örneğin, Lveh-i Mahfuz'da faraza “Falanca kimse anne babasını razı ederse cennete, etmezse cehennem gider.” diye bir şey yazılı ise, bu adamın anne-babasıyla nasıl bir muamele yapacağını Allah bilmektedir. Ve bu mutlak kaderdir.

Yalnız şunu belirtmeliyiz ki, insanlar, durumlarını, akıbetlerini kadere bağlayamazlar. Evvela, kaderde neyin nasıl olduğunu bilmezler. İkincisi, insanların özgür iradeye sahip olmaları da kaderde vardır. Bu özgür iradelerini iyiye kullandıkları zaman puan kazanırlar.

Bunun için biz aksine insan için “kaderin muallak mı, mutlak mı olduğu” yönündeki bilgilerin bu konuda pek fazla bir önem taşımadığını düşünüyoruz. Zira, Allah âdildir, insanların cennetlik veya cehennemlik olmalarını, onların iradeleri dışında tayin edip -kura çeker gibi- birilerini buraya, birilerini şuraya göndermek gibi bir zulümden sonsuz muarra ve mualladır.

Kader neyin nasıl olacağını önceden ilahî ilimde şekillenmesidir. Allah’ın her şeyi önceden bilmesi, uluhiyetin gereğidir, zira Allah hiçbir konuda -haşa- cahil olamaz. İlim ise, kudret gibi değildir, zorunlu sonuçlar doğurmaz. Aksine ilim maluma tabidir.

Özetlersek; Allah’ın ilminin bir nevi olan kader, insanların imtihanında zorlayıcı bir faktör değildir. Bu, ilim sıfatının en bariz özelliğidir. İnsanların cennete veya cehenneme gitmeleri, insanların özgür iradeleriyle -Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde gösterdikleri tavırlarıyla- şekillenecektir. Bu, Allah’ın adaletinin bir gereğidir. Allah’ın sonsuz ilmiyle her şeyin akıbetini bilmesi, onun rububiyetinin ve uluhiyetinin bir gereğidir. Allah, kullarına komplo kurmaktan sonsuz münezzehtir.

Zat-ı Akdesini, esma-i kudsiyyesni ve sıfat-ı mukaddesesini kâinatın zerratı adedince takdis ederiz.

84 "Kul, hayrıyla, şerriyle kadere inanmadıkça, kendine (hayır ve şerden) isabet edecek şeyi atlatamayacağını, (hayır ve şerden) kaçacak olan şeyi de yakalamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz." hadisini açıklar mısınız?

"Bir kul, hayrıyla, şerriyle kadere iman etmedikçe; kendisine (hayır veya şerden) isabet eden bir şeyin yanlışlıkla onu atlamasının mümkün olmadığını ve kendisini atlamış olan bir şeyin de yanlışlıkla ona isabet etmesinin imkânsız olduğunu bilmedikçe iman etmiş olmaz." (Tirmizî, Kader, 10).

Allah'a iman eden bir kimse, elbette Allah'ın sonsuz ilminin bir nevi olan kadere de iman edecektir. Bu sebepledir ki, kadere iman da imanın şartlarından biridir.

Hayır olsun, şer olsun, her şeyin Allah tarafından yaratılmış olduğu inancı, tevhit inancının da zorunlu bir sonucudur. Çünkü yaratma işine başka bir elin karışması, şirk demektir. Kur'an'da

"Allah, kendisine şirk / ortak koşma suçunu asla affetmeyecektir."(Nisa, 4/48)

diye buyurulmaktadır.

Ancak bu inanç, imtihanla ilgili alanda, insan iradesini ve sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Çünkü, insan -zaten yaratma gücünde olmayan- özgür iradesiyle, iyi veya kötü bir şeyi kazanmak (Kesp) ister, Allah da onu yaratır. Sorumluluğu ise tabii ki onu isteyene aittir.

Mesela, oruç tutmak isteyen insandır. Fakat ona oruç tutma gücünü yaratıp sağlayan ise Allah'tır. İnsan bu isteğinin karşılığı olarak sevabı hakkeder.

Yine bir insan, adam öldürmek isteyip de bu isteği doğrultusunda -Allah korusun- birisine bir kurşun sıksa ve adam ölse, bu insan sorumludur. Ölümü yaratan şüphesiz Allah'tır. Ancak katil olan insan, kendi özgür iradesiyle bu öldürme işini gerçekleştirmek istediği için, suçunun cezasını çekecektir.

Hadisin ikinci cümlesini şöyle anlayabiliriz: Başımıza bir musibet geldiği zaman, bunun bizim için daha önce belirlenmiş, takdir edilmiş bir şey olduğuna, bunun yanlışlıkla hedefini şaşırıp bizi atlamasının mümkün olmadığına inanmak gerekir.

"Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen hiç bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah için çok kolaydır."(Hadid, 57/22)

mealindeki ayet de aynı hakikati ifade etmektedir.

Bu inanç aynı zamanda musibetleri hafifleten, musibetzedenin lüzumsuz yere "keşke böyle olsaydı, şöyle olsaydı, şayet şöyle yapsaydık, belki de bu başımıza gelmezdi" gibi üzüntüyü artıran hayıflanmasını sona erdiren bir formüldür.

Bunun içindir ki, hadis-i şerifte "Kadere iman, gam ve kederi giderir." (Kenzu'l-Ummal, h.no:481) diye ifade edilmiştir. Demek ki, "kadere iman eden kederden kurtulur."

Hadisin en son cümlesi ise, başımıza bir talih kuşu konduğu zaman "bunu biz kendi bilgi ve becerilerimizle elde ettik, aklımızı kullandık da bunu kazandık" veya bir kazayı ucuz atlattığı zaman "ben tedbirimi almıştım, şöyle şöyle yaptığım için bu zarardan kurtuldum" veya Kur'an'ın verdiği misalle; Karun gibi "Ben bu serveti kendi aklımla, bilgimle elde ettim."(Kasas, 28/78) şeklindeki enaniyeti okşayan şımarıklığı önlemeye yöneliktir.

Not: Sitemizde bulunan Kader ile ilgili cevapları da okumanızı tavsiye ederiz.

85 Kim Allah'ın hükmüne razı olmaz ve Allah'ın kaderine de inanmazsa, Allah'tan başka ilah arasın, anlamına gelen hadise göre, Allah diliyor biz de gereken rolü oynuyor muyuz?

Bu hadis, yalnız Allah’ın hâkimiyetinden söz etmekte ve verdiği karara kulların saygı duymalarını emretmektedir. Konu cüz’î irade konusu olmadığı için ondan söz edilmemiştir.

Kaderden söz edildiği her yerde, mutlaka cüz’î iradeden veya cüz’i iradeden söz edildiği her yerde kaderden söz etmek gerekmez.  “likülli makamin makal = her makamda -farklı- bir söz gerekir” kuralı gereğince, burada sadece ilahi kaza ve kaderinden söz edilmiştir.

Bu husus Kur’an’da da söz konusudur. Bazı ayetlerde insanın iradesi nazara verilirken, diğer bazı yerlerde yalnız Allah’ın külli iradesine yer verilmiştir.

Mesela; “Amenerresul” ayetinde yalnız insanların özgür iradeleriyle elde ettikleri kazancına vurgu yapılmıştır:

“Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz. Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği fenalık da kendi aleyhinedir.”

Yine Kehf suresinin 29. ayetinde de yalnız insanın özgür iradesine vurgu yapılmıştır:

“De ki: 'İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.'” 

Çünkü bu iki makam da insanların sorumluluğunun nazara verildiği bir makamdır.

Buna mukabil, Allah’ın hükümranlığı ve yegâne karar mercii olduğunun bildirildiği yerlerde ise sadece Allah’ın iradesine dikkat çekilmiştir. Mesela, Tekvir suresinin 27-29. ayetlerinde şöyle buyurulur:

“Bu (Kur’an), olsa olsa bütün âlemlere bir öğüttür, bir uyarıdır. İstikamet sahibi olmak isteyenler onu dinlerler. Ama bu iş sizin istemenizle değil, ancak Rabbülâlemin olan Allah’ın dilemesiyle tamam olur.”

Özetlersek, işin yaratma yönü nazara verildiğinde Allah’ın küllî iradesine, kesb yani kulun iradesini kullanma yönü nazara verildiğinde ise insanların cüz’î iradesine vurgu yapılır.

86 Evlilik kader midir?
87 Yaşadığımız anı sanki daha önce yaşamış gibi olmamız hakkında bilgi verir misiniz?

İnsan bazen hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) nevinden, önceden bazı olacak şeyleri hisseder. Bazen bu uyku halinde bazan uyanık olarak da olabilir...

İlave bilgi için tıklayınız:

İlk defa yaşadığım bir olayı sanki daha öncede yaşamış gibiyim. Bunun sebebi nedir?

Telepati hakkında bilgi verir misiniz?

88 Kasti ve bilerek kendini öldüren veya bilerek büyük günah işleyen çocuğun ahiretteki durumu ne olacak?

Böyle bir çocuk büluğ çağına girmemişse yaptığından mesul değildir. Bir işin günah olması için o işi yapan kimsenin bazı şartları taşıması gerekir. 

Kişinin mükellefiyet altına girmesi ve dinî hükümlerden sorumlu tutulabilmesi için,

a. Müslüman,
b. Akıllı,
c. Büluğ / ergenlik çağına girmişolması şarttır.

Buna göre mükellefiyetin birinci şartı olarak, kişinin Müslüman olması gerekmektedir. Müslüman olmayan kimseler, Allah'a ve Peygambere îman edip İslâm dînine girmedikçe, Allah'ın ibâdetle ilgili emir ve yasaklarına muhatap değildirler.

Mükellefiyetin ikinci şartı da, âkıl olmaktır. Âkıl demek, ne yaptığını bilen, iyi ile kötüyü birbirinden ayırdedecek temyiz kabiliyetine sahip olan kimse demektir.

Mükellefiyetin son şartı da, kişinin bâliğ olması, yani, büluğa ermiş bulunmasıdır. Kız olsun, erkek olsun aklı başında bulunan bir Müslümana namazın farz olması için büluğ dediğimiz erginlik çağına ermiş olması gerekir. Genellikle erkek çocukları 12-15, kız çocukları ise 9-15 yaşlan arasında erginlik çağına girerler.

Erkek çocuğu buluğa erdiğini, ihtilam denilen rüyada iken cinsî boşalma ile; kız çocuğu ise aybaşı veya âdet denilen halin ortaya çıkmasıyla yani, rahimden kan gelmesiyle erginlik devresine girmiş olurlar. İnsanın bu devreden sonra namaz, oruç ve hac gibi ibadetleri yerine getirmesi farzdır.

Ancak namaz ve oruç gibi ibadetlerin daha önceki yaşlarda çocuğa öğretilip, alıştırılması tavsiye edilmiştir. Hayrı şerden, iyiyi kötüden ayırma yaşı olarak bilinen bu temyiz devresi hususunda çeşitli rivayetler vardır.

Mesela, bir hadis-i şerifte, kız-erkek ayırımı yapılmadan yedi yaşına gelen çocuğa namazın emredilmesi ifade edilir.(Ebû Dâvud, Salat: 25) "Çocuk sağını solunu tefrik edince namazı emredin." mealindeki haber de çocuğun belli bir anlayış seviyesine gelmesini esas almıştır. Çocuğun süt dişlerini dökmeye başlaması devresi veya yirmiye kadar sayabilmesi şartını namazı öğretme yaşı olarak ifâde edilmesi de birbirini destekleyen hususlardır.(İbni Ebî Şeybe, Musannaf, I/347)

Yani, bu devre ve yaşa gelen çocuğa namazla ilgili bilgiler verilir, namazın nasıl kılınacağı, farzları, vacipleri, sünnetleri, namazda okunacak sûre ve dualar öğretilir. Yavaş yavaş namaz kılmaya alıştırılır. On yaşını geçtikten sonra da artık namaz kılmasını temin edici tedbirler alınır, çocuğa namazın önemi anlatılır, bir yaratılış ve kulluk vazifesi olduğu açıklanır. İkna ederek, makul bir şekilde namaz kılması sağlanır. Çünkü, artık çocuk bu yaştan sonra her vakit büluğ çağına erebilir. Bu bir hazırlık devresi sayılır. Büluğ alametleri görülünce de farz olan vazifesini yapmaya devam eder.

Esas itibariyle namazın farz olması büluğ çağıyla başladığına göre, ancak ondan sonra kazaya kalan namazların kılınması farz olur. Çünkü, farz olan bir namazın edası gibi kazası da farzdır.

Kızların ilk âdeti görmeden, erkeklerin de ilk ihtilam olmadan önceki kılamadıkları namazları kaza etmesi farz olmamakla birlikte, kaza etmelerinde de bir mahzur yoktur. Kılınmasında sevap vardır.

Demek ki, bir insanın kaza borcu ancak büluğ devresinden itibaren başlar. Daha önce başlanacağına dâir söylenen sözlerin bir yeri yoktur.

Netice olarak, büluğ çağına girmiş akıllı her Müslümanın, İslam’ın emrettiği farzları yapması ve yasakladığı haramları terk etmesi gerekir. Bu şartları taşıyan biri, iyi veya kötü yaptığı her şeyin karşılığını görecektir.

89 Ben namaz kılan dindar biriyim, tevekkül ettim; kaderim neden yanlış tercihime engel olmadı? İlk sözlüm tarikat üyesi bir insandı,.. malesef ayrıldık. İkinci nişanlım konumunu söylemedi,.. ayrıldım. Ve evli olduğum kişi namaz kılan, ama içki ve dünya ..

Allah Teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları yaratmıştır.

Bu iki varlıktan başka, hem melekleri geçecek kadar mükemmel, hem de aklı olmayan hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma özelliğindeki insanı yaratmıştır. İşte böyle bir varlığın hangi özellikleri taşıdığının anlaşılması için insana irade verimiş; nefis, şeytan ve musibetler de bu iradenin kullanılmasında önemli birer rol oynamıştır.

Mesela, altın ve bakırın karışık halden ayrılması için ateşte eritilmesi gibi, insan denen varlığın iyi ve kötü huylarının birbirinden ayrılması, iyi huylu Ebubekir (ra) ile kötü ruhlu Ebucehilin anlaşılması için Allah insana nefis ve şeytanı musallat etmiştir. Burada önemli etken de yine insana verilen irade sıfatı olmaktadır.

Ayrıca ambardaki çekirdeklerin ağaç olması için toprağa atılması gerekiyor. Görünüşte toprak altı karanlık ve sıkıcıdır. Ancak ağaç olmanın yolu oradan geçiyor. Binlerce sene ambarda kalsa ağaç olamıyor.

İşte Allah, cennet ambarında duran Babamız Adem Peygamberi (as) dünya tarlasına gönderiyor. Ağaç olarak Cennete dönmesi için de değişik sebepler yaratıyor. İnsnaın başına gelen bela ve musibetler de insanda bulunan özellikleri ağaç gibi olmasına yardımcı olmaktadır. İnsan bu özellikler sayesinde çekirdek olarak geldiği Dünya tarlasından ağaç olarak Cennete geri dönüyor.

Bildiğiniz gibi, elmasla kömürün aslı karbondur. Ancak diziliş farklılığından dolayı biri elmas diğeri kömür oluyor. İşte insanın aslıda birdir. Babası Adem (as), yapısı topraktır. Ama diziliş farklılığından biri elmas gibi, diğeri de kömür gibi oluyor. Bu farklılığı göstermek, kimin elmas, kimin de kömür olduğunun anlaşılması için inasana irade verilmiştir.

İnsanda iki türlü fiil cereyan eder, birisi ihtiyarî diğeri ise ızdırarî. Birincisinin ortaya çıkmasına insan iradesi şart kılınmış, ikincisi ise tamamen onun iradesi dışında. İhtiyarî fiillerde insanın elinde sadece talep etme, meyletme, kesb etme var; yaratma ise Allah'a mahsus...

Kul bir işi yapmak için cüz-i iradesini sarf ettikten sonra, o işe küllî irade taallûk eder ve o fiil yaratılır.

Bilim adamlarımız, bir tek kolumuzu kaldırıp indirmemizde yetmiş çeşitten fazla kimyevî reaksiyon vuku bulduğunu ve her bir çeşit reaksiyonun da binlerce kez cereyan ettiğini söylüyorlar. Bunların hiçbiri bizim işimiz değil. Ama biz kolumuzu kaldırmayı irade etmesek bu reaksiyonlardan hiçbiri ortaya çıkmıyor.

Bir konuşma hadisesi dudaktan, dilden, tükürük bezlerinden, beyinden, akla, hafızaya kadar uzanan maddî ve manevî nice cihazın birlikte çalışmasının neticesi. Bütün bu işleri Allah yaratıyor; ama biz konuşmak istemesek bunların hiçbiri icra edilmiyor. Bedenimizi hayalen büyüttükçe büyütelim ve irademiz dışındaki faaliyetleri artırdıkça artıralım, karşımızda bütün bir kâinatı buluruz.

Suyun akması da kanımızın deveranı gibi kendi iradesiyle değil. Çiçeklerin boy göstermesi de saçımızın uzaması gibi kendi isteğiyle değil. Güneşin doğup batması da dünyaya gelişimiz ve gidişimiz gibi kendi keyfince değil.

İşte bütün bu sonsuz faaliyetler birlikte ortaya çıkıyor. Ayrı varlıklarda birbirine zıt fiiller beraber yürütülüyor. Bir grup dünyaya gelirken bir başka grup kabre ayak basıyor. Nice hastalar şifâ bulurken, nice sağlar da hastalığa tutuluyorlar. Birileri gülüp oynarken, berikiler ağlıyor, sızlanıyorlar.

Bütün bunlar birbirinden farklı fiiller; ama hepsi birlikte meydana geliyorlar. Bu sonsuz fiiller birlikte düşünüldüğünde kalbi bozulmamış her insanın vicdanında şu mânâ inkişaf eder: Ben de cüz-i irademden yine irademle vazgeçmeli ve şu mûtiler ordusuna katılmalıyım. İrademi, kendi keyfimce değil, Hakk'ın rızasına uygun biçimde kullanmalıyım.

Böyle diyerek dünya hayatını helâl dairesi içinde geçirenler "irade imtihanını" başarır, melekler gibi sadece hayrı irade eder hale gelirler. Bu noktaya, nefis ve şeytana rağmen ulaştıkları için de meleklerden ileri geçerler.

Konunun anlaşılmasına yardımcı olmak için bir kaç noktaya işaret etmek istiyoruz:

1. Allah her insanı farklı şekillerde imtihan eder. Bu açıdan başka bir imtihan olsaydı onu başaracağımızın garantisi yoktur. Hatta çok zenginler ve mutlu olduğunu zannedenler belki de ebedi hayatlarını mahvediyorlar.

Ayrıca Allah en büyük sıkıntıları ve musibetleri en çok sevdiği kullarına vermiştir. Eğer musibetler ve sıkıntılar kötü olsaydı o sevdiklerinin başına bunları verir miydi?

Musibetlerin Allah'ın kahrının tecellisi olduğu söyleniyor. Her musibet için bunu söylemek mümkün müdür?

2. Allah kainatı ve insanları neden yarattı. Müslümanlar neden bu dünyada musibetlere maruz kalıyorlar.

3. Allah bu dünyadaki kötülüklere neden müsaade ediyor?

4.
Eğer Allah her kötüyü yapmak isteyene engel olsaydı, o zaman imtihan olmaz ve herkes mecburen iyi olmak zorunda kalırdı. Örneğin namazını kılanın başına güller, kılmayanın başına taşlar yağsa ertesi gün herkes namazlı olurdu. O zaman Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'le Ebu Cehil'in farkı kalmazdı, eşit olurlardı. Sınıfta bile imtihan esnasında öğretmenler kağıda yazdığımıza karışmıyorlar. "Bu yanlış yazma şu doğruyu yaz." diye bizi zorlamıyorlar. Doğru ve yanlışı gösterip yazmayı bize bırakıyorlar. Bunun gibi Allah doğru ve yanlışı bildirmiş defterlerimizi doğru veya yanlışla doldurmayı bize bırakmıştır.

Bu gerçeklerden yola çıkarak, insanların başına diğer insanlardan gelen kötülüklerin hesabını soracak olan Allah, mazlumların hakkını zalimlerden alacak ve o zavallıları çok güzel yerlerde mükafatlandıracaktır.

Toprak altına atılmış bir çekirdeğe sorsanız, yerim kötüdür, keşke evde otursaydım diyecektir. Halbuki biraz sabredip beklese büyük bir ağaç olacak ve binler sene evde oturan binlerce çekirdeğin ulaşamayacağı güzelliklere kavuşacaktır. İşte cennette kalsaydık çekirdek gibi kalacaktık. Dünya tarlasına gönderilerek, inşallah bahçıvanımızın sözünü tutarak ve bazı sıkıntılara sabrederek ağaç gibi olup cennete gideceğiz.

Bilirsiniz, her sene üzüm asmaları budanarak çubukları kesilir. O asmaya sorsanız bunun kendine zararlı olduğunu söyleyecektir. Halbuki iki sene bu iş yapılmasa kurur gider. Budamak ve kesmek onun faydasına ve daha verimli olmasına neden olmaktadır. Bizlerin de başına gelen sıkıntı ve kederler aslında bizi daha mükemmel yapmak içindir. Ancak sabretmek ve bahçıvanımız olan Allah'ımızın istekleri doğrultusunda hareket etmek kaydıyla.

5. Topraktan çıkmış ve içinde fosfor olan bir havucun, gözünüzde yer alması ve insan gözü mertebesine terakki etmesi için nasıl bir yoldan geçmesi gerektiğini biliyoruz. Havuç bize "Ben göz olma derecesine çıkmak istiyorum, ama kesinlikle dişlerin, ağzın, midenin içine girmek istemiyorum." dese ne dersiniz: "Öyleyse sen insan gözü olamazsın."

İşte kardeşim. Dünya bir imtihandır. İlacı da sabır ve Allah'a tevekküldür. Bu dünya tarlasından Cennet yurduna geçişin yolları da bunlardır.

Bu açıklamalar ışığında dİyebilirizki, sizin başınıza gelen sıkıntılar, inşallah günahlarınıza kefaret, ahiretinize azık olur ve ebedi hayatına saadet getirir. Önemli olan bu hayatın geçici olduğunu bilerek hareket etmek ve Ona sığınmaktır.

İnsan kaderin mahkumu mudur? [Kadere İman]

Sonumuz belliyse neden dünyaya geliyoruz? [Kadere İman]

Katil öldürmeseydi, yine ölecek miydi? [Kadere İman]

Evlilik Kader midir? [Kadere İman]

Kader değişir mi? [Kadere İman]

İyilik Allah’tan, kötülük kuldan mıdır? [Kadere İman]

Cüz-i irade nedir? [Kadere İman]

Kalplerin Mühürlenmesi ne demektir? [Kadere İman]

İlim Maluma Tabidir! [Kadere İman]

Allah'ın Ezeliyeti, Kaderi neden anlamıyoruz? [Kadere İman]

Kadere iman, imanın şartı mıdır? [Kadere İman]

Kader, Kaza ve Cüz-i irade nedir? [Kadere İman]

Kader hakkında konuşmak doğru mu? [Kadere İman]

Kadere İmanın Önemi! [Kadere İman]

Deprem ve Kader | Bakış Açısı ve Teselli - Prof. Dr. Şadi Eren

20. “Allah geleceği bilmez.” diyenlerin ileri sürdükleri sözde delillere cevaplar

19. “Kur’an’da kadere iman yoktur” diyenlere Yusuf Suresi cevap veriyor

18. “Kur’an’da kadere iman yoktur” diyenlere Hadid Suresi’nin 22. ayeti cevap veriyor

17. “Kur’an’da kadere iman yoktur” diyenlere Rad Suresi’nin 39. ayeti cevap veriyor

16. “Kur’an’da kadere iman yoktur” diyenlere Kehf Suresi’ndeki Hz. Hızır Kıssası cevap veriyor

15. “Kur’an’da kadere iman yoktur” diyenlere Yunus Suresi’nin 61. ayeti cevap veriyor

14. “Kur’an’da kadere iman yoktur” diyenlere Fetih Suresi’nin 27. ayeti cevap veriyor

13. “Kur’an’da kadere iman yoktur” diyenlere Rum Suresi’nin 2, 3 ve 4. ayetleri cevap veriyor

12. “Kur’an’da kadere iman yoktur” diyenlere Âl-i İmran Suresi’nin 145. ayeti cevap veriyor

11. “Kur’an’da kadere iman yoktur” diyenlere Bakara Suresi’nin 30. ayeti cevap veriyor

10. “Kur’an’da kadere iman yoktur” diyenlere Hud Suresi’nin 36 ve 37. ayetleri cevap veriyor

9. “Kur’an’da kadere iman yoktur” diyenlere Tebbet Suresi cevap veriyor

8. “Kur’an’da kadere iman yoktur” diyenlere Bakara suresinin 6. ve 7. ayetleri cevap veriyor

7. Bir kader sorusu: Katil öldürmeseydi maktul yine ölür müydü?

6. “Evlilik kader midir?” sorusunda boğulanlar