Tarih Boyunca Çeşitli Toplumlarda Görülen Ahiret İnancı Nasıldı?

Tarih: 14.04.2011 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Tarih boyunca bütün toplumlarda, âhiret inancının izleri, İslâmî manada olmasa da, kuvvetli veya zayıf bir şekilde görülmektedir.

Dinler tarihiyle alakalı araştırmaların neticeleri de bu gerçeği destekler mahiyettedir. Tarihde dinsiz bir millete rastlanmadığı gibi, Allah'a imândan sonra, ölüm ötesi bir hayata, en azından, rûhun bedenden ayrıldıktan sonra hayatını sürdürdüğüne dâir bir inancı olmayan topluma da rastlanmamıştır[1].

Onbinlerce yıl öncesinden günümüze mirâs kalan lâhidler, cenaze ayini izleri, mezarlara konulan çeşitli eşyalar, öteki dünya inancının izlerini taşımaktadır[2]. Meselâ, cilalı taş devri insanları, ölüleriyle beraber toprağa yiyecek, içecek, silah ve süs eşyaları gömüyorlardı[3]. Mezopotamya'da Ur'da M.Ö. 2250 yılından kalma kral mezarlarında mobilyalar, müzik aletleri ve kumar malzemeleri bulunmuştur. Mezarlarda silah, şarap ve yiyecek olduğu gibi, öteki dünyada efendilerine hizmete devam için öldürülmüş askerlerin kalıntılarına da rastlanmıştır[4]. Yine, Babil mezarlarında, çamaşırlar, süs eşyaları, ok başları, hatta, bir kadının çürümüş kemiklerinin yanında, tarak ve parfüm şişeleri, beri tarafta, küçük bir çocuğun yanında ise, oyuncaklar bulunmuştur[5]...

Eski Mısır'da, kuvvetli bir âhiret inancının var olduğu söylenmektedir. Eski Mısırlılar'ın, ölülerini, ceninin anne karnında bulunduğu şekil olan kurfesâ halinde yani, çene dizlere değerek oturur vaziyette defnetmeleri, yeniden dirilişe ve yeni bir âleme doğuşa delâlet ettiği şeklinde yorumlanmıştır[6].

Bu sahada eser yazan bazı müellifler, Mısır dinlerini diğer dinlerden ayıran en önemli vasfın ebediyet (sonsuzluk) fikrine verdikleri önem ve ölülerine gösterdikleri itinâ olduğunu söylemişlerdir[7]. Onlara göre gerçek hayat ölümden sonraki hayattı[8]. O dönemlerdeki âhiret inancını ifâde eden bilgilerin fazla oluşu, bu görüşleri desteklemektedir. Meselâ, Eski Mısır kalıntılarındaki tasvirlerine göre, Oziris'in hakimiyetinde olan bu âlem[9], çok çetin hatta firavun için bile  pek çok dakik ve zor suâlleri aşmadan ebedî saadet âlemine göçülemeyeceği zor bir âlemdir[10]. Bu âlemde  iyilikler galip gelirse iyi bir hayatla, kötülükler galip gelirse kötü bir hayatla karşılaşılır. İyilik ve kötülüklerin miktarı mizân ile belirlenir[11].

Eski Mısırlıların âhiret ahvalini anlatan çeşitli kitapları da vardı. Mezar ve türbe duvarlarına yazılmış çeşitli büyü metinlerinden meydana gelmiş bir derleme ve Mısır şiirinin ölümsüz eserlerinden biri sayılan Ölüler Kitabı[12], âhiretle alakalı kıssa ve duaları[13], rûhun ilahî mahkeme huzurunda söylemesi gereken şeyleri[14] ihtivâ ediyordu. Hatta yardımcı olması için bu kitap ölüyle beraber gömülürdü[15]. Ehramlar kitabında, kralın öbür dünyadaki kaderi hakkında bir takım formüllerden, Sandukalar kitabında ise, ölüyü öbür dünyada tehdit eden şeylerden korumak gayesini güden ve orada hoş bir hayat sürme imkânını veren formüller vardı[16].

Eski Mısırlılar'da tenasüh inancına da rastlanmaktadır[17]. Bu inanca sahip olanlara göre, kötülükleri galip gelenler hayvan bedenlerine sokularak tekrar dünya hayatına dönerler. Hatta, iyi rûhlar da üç bin yıllık cennet hayatından sonra eski bedenlerine girerek yeni bir imtihan için tekrar dünyaya dönerler[18]. Eski Mısırlılar'ın, cesetleri mumyalayarak çürümemeleri için büyük özen göstermelerinin temelinde de bu inancın yattığı tahmin edilmektedir. Onlara göre rûh, ancak cisim sağ kaldığı müddetce yaşayabilir ve rûhun tekrar bedenine dönmesi de ancak bu sayede gerçekleşebilirdi[19]. Mumyalama, ölülere saygının, onları memnun etmenin bir gereği ve ölümden sonraki hayata inanmanın bir tezahürü olarak da değerlendirilmektedir[20]

Eski Mısırlılar'ın âhiret hayatına verdikleri önemin bir delilinin de, ölüleri için sağlam kabirler, piramitler, yaptırmaları olduğu[21] söylenmişse de, çok eski dönemlerdeki Mısırlılar'ın ölülerini mütevazi mezarlara gömerken, medeniyetlerinin ilerlediği dönemlerde böyle büyük piramitler yapmaları büyüklenme ve böbürlenme arzusunu da hatıra getirmektedir[22].

Eski Mısırlılar'ın âhirete atfettikleri bu önem, bazılarını, tarihte âhirete inanan ilk milletin Eski Mısırlılar olduğu kanaatine götürmüştür. Bu iddiâda bulunanların başında tarihçi Heredot[23] gelmektedir. O'nun "Mısırlılar rûhun ebediyetine inanan ilk millettir" sözü bu iddiânın çok eskilere dayandığını gösteriyor. Muâsır âlimlerde de bu iddiâya  rastlamak mümkündür[24]. Seyyid Kutub, şu ifâdeleriyle bu iddiâya katılmıştır: "Başka hiç  bir millette âhiret düşüncesi henüz doğmadan tam bin yıl önce, Mısır’da uhrevî hesaba imân yerleşmişti. Herkesten önce Mısırlılar âhirete inanmış ve bu inancın üzerinden bin yıl geçtikten sonra, bu inanç diğer milletler arasında yayılmıştır"[25].

Kanaatimizce bu görüş çok iddiâlı ve ihtiyatla karşılanacak bir görüştür. Zira âhiret inancı, eserin mütercimi Ateş'in de dediği gibi, tedrîcî değildir. Bu inanç, Hz. Adem'le insanlık âlemine girmiş ve daha sonraları  tarihin çeşitli dönemlerinde, dünyanın değişik bölgelerine gönderilen peygamberler vasıtasıyla insanlara tebliğ edilmiştir. "Her ümmete mutlaka bir nezîr (cehennem azabından uyaran peygamber) gönderilmiştir" (Fâtır, 24) ve "Andolsun, Biz her ümmete Allah'a ibadet etmeleri ve tağuttan sakınmaları için peygamberler gönderdik" (Nahl, 36) âyetleri hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir surette bu gerçeği  ifâde etmektedir.

Şüphesiz, Eski Mısırlılar'da izlerine bolca rastlanan ölüm ötesi hayat inancı da, peygamberler vâsıtasıyla bildirilen ilahî tebliğlerden kaynaklanmaktadır. Nitekim, Hz. İbrahim Mısır'a hicret ederek orada bir müddet kalmış, Hz. Yusuf da uzun müddet Mısır'da hükümranlık sürerek bu inancın yerleşmesinde büyük rol oynamışlardır. "Ben (Yusuf a.s) Allah'a inanmayan ve âhireti inkâr eden bir kavmin dinini terkettim" (Yûsuf, 37) âyeti Hz. Yusuf'un Mısırlılar'a, âhiret inancını tebliğ ettiğinin açık bir delilidir.

Kutub, bu âyetin izahında, sonraları, yukarda zikrettiğimiz fikrinden vazgeçtiğini gösteren şu ifâdeleri kullanıyor: "Burada Hz. Yusuf (a.s.)'un sözü olarak âhiretin zikri gösteriyor ki, âhirete imân beşeriyetin başlangıcından beri, bütün peygamberlerin diliyle tebliğ edilen inanç unsurlarından birisidir. Yoksa, mukareneli dinler tarihçilerinin iddiâ ettikleri gibi, akideye sonradan girmiş değildir. Gerçi putperest cahiliyye akidesine fiilen daha sonra girmiştir ancak, sahih semavî tebliğatlarda âhirete imân, devamlı bir surette aslî unsur olmuştur"[26].

Ebu Zehrâ da bu âyetle alakalı olarak şöyle diyor: "Görülen o ki, Hz. Yusuf'un davetinin sadâsı Mısırlılar'ın rûhlarında tesirini icrâ ederek nesiller boyu devam etmiştir"[27].

Dolayısıyla peygamberler vasıtasıyla her tarafa yayılan böyle bir inancı, bir millet veya belli bir coğrafyaya mal etmek doğru değildir. Her ne kadar dört bin yıllık maziye sahib olan Sakkara piramitleri duvarlarındaki Mısır dinî metinleri, ölüm ötesi hayatı anlatan en eski eserler[28] sayılmaktaysa da, bu durum Mısırlılar'ın âhiret inancına sahip olan ilk millet olduklarını göstermez. Çünkü daha önce de bahsettiğimiz gibi, tarih öncesi en eski kabilelerde dahi, ölüm ötesi hayata inandıklarına delâlet eden belirtiler vardır. Mısırlılar'ın âhirete inanan ilk millet olduğunu söylemek için, onların dünya sahnesine çıkan ilk insanlar olduğunun ve o tarihlerde âhirete inandıklarının ispat edilmesi gerekir. Böyle bir şey ispat edilmediğine göre, bu iddiâ da boştur. Kanaatimizce İslam âlimlerinden bu iddiâya yer verenler, iyice düşünmeden Heredot'un iddiâsını nakletmişlerdir.

Yine, bazı araştırmacıların iddiâ ettikleri Mısırlılar'daki âhiret inancının, hayat şartları ve hayır-şer arasındaki mücadeleden doğduğu iddiâsı[29] da,  vahyin sunduğu gerçeklere iltifat etmeksizin ortaya atılmış zayıf bir iddiâdır.

Hint Dinleri'nde ise, en bâriz vasıf  tenasüh inancıdır. Birunî'nin ifâdesiyle, "Nasıl ki, kelime-i şehadet müslümanlığın şiârı, teslîs hristiyanlığın, isbât (cumartesi günü, çalışmayı bırakmak) yahudiliğin alameti ise, tenasüh de Hint dinlerinin alametidir. Tenasühe inanmayan onlardan sayılmaz" [30].

Ancak, bu inanç Hintlilerle beraber doğmamıştır. Hintliler de başlangıçta insanın dünyaya bir kere geldiğine, ölümden sonra iyileri cennetin, kötüleri ise Yama'nın hakimiyetindeki, cehennemin beklediğine inanıyorlardı[31]. Daha sonraları, Veda metinleriyle tenasüh inancı Hint dinlerine girmiştir[32]. Tenasüh inancına göre, insan yeniden doğduğunda bir hayvanın bedeninde de dünyaya gelebilir. Ancak bazı hindû fırkalarına göre, rûh ancak kendi nev'ine intikal eder. İnsan rûhu yine bir insan, hayvan rûhu da yine bir hayvan olarak dünyaya gelir[33].

Hint dinlerinde, rûhun maddî âlemden kurtularak ebedî nimetlere kavuşması, değişik tabirlerle ifâde edilir. Hinduizm'de bunun adı intılak, Caynizm'de necat, Budizm'de ise, nirvanadır[34].

Yeniden dünyaya gelişin, rûhun tekâmülünü tamamlayıncaya kadar dünyaya tekrar gelmesinin sebebi olan karma kanunu da, Hint dinleri arasında farklı suretlere bürünmüştür. Caynizm'deki karma, Hinduizm'deki gibi amellerin karşılığını gerçekleştiren itibarî bir emir değil, maddî bir varlıktır. Süt su ile nasıl karışırsa, karma da rûhla öyle karışır ve insan nefsini arındırıp, dünyevî rağbetlerden uzaklaşıncaya kadar ondan ayrılmaz, tekrar tekrar dünyaya gelmesine sebep olur[35].

Budizm ise, bir dinden çok felsefî bir düşünce sistemine daha çok benzemektedir. Hatta Buda'nın Allah'a imân fikrinden daha sonraları uzaklaştığı, böylece Allah'la bütünleşme manasında olan  nirvananın da, manasını değiştirdiği söylenmektedir. Böylece nirvana, tarihî merhaleler geçirmiştir. Sonraki dönemlerde nirvana, rûhun, nefsi temizleme ve bütün maddî arzuları gemlemek suretiyle, rûhanî temizlik merhalelerinin en üstüne çıkması veya insanın rûhunu karma çemberinden kurtarması olarak tarif edilmiştir[36].

Budizm'de kâinatın ezelî olduğu, başlangıç ve sonunun olmadığı inancının varlığı[37] düşünülürse, böyle bir inanç sisteminde Allah'ı inkâr etmenin kolay olduğu daha iyi anlaşılabilir.

Eski Mısır ve Hint dinlerini karşılaştırdığımızda, her ikisinde de rûhanî bir âhiret inancının var olduğunu, ancak Eski Mısırlılar'ın cesetlerin muhafazasına daha çok itina gösterdiklerini görüyoruz. Tenasüh inancı ise Hint dinlerinde çok şümûllü, Eski Mısır'da ise sınırlı, hatta daha çok firavunlar için geçerli idi. Çünkü, firavunları ilâh sayan Mısırlılar onların öldüğünü görünce çare olarak, ölenin sadece ceset olduğunu, rûhun ise o firavunun evlat veya ahfadından birinin cesedinde başka bir firavun olarak dünyaya geldiğini iddiâ etmişlerdir[38].

Hint dinleri, rûhun bekâsı ve yaptıklarının karşılığını görmesi açısından semavî dinlere benzese de, bu karşılığın dünya hayatında aranmasıyla onlardan ayrılır[39]. Tenasüh inancına sahip Hint dinleri, tabir yerinde ise, âhireti  ve ebedî hayatı bu dünyada aramışlardır.

Hint dinlerinde tenasüh inancına zıt gibi görünen cennet ve cehennem inancının da bulunması[40], Hintlilerin ilk dönemlerindeki sahih dinlerinin bir bakiyesi ve uzantısı olarak yorumlanabilir[41].

Eski Mısır'da kuvvetli, Eski Hint'de zayıf bir şekilde görülen cennet ve cehennem inancının Çin'e doğru çıkıldıkça etkisini kaybederek silinmeye yüz tuttuğu, Eski Çinlilerin rûhların bedenden ayrıldıktan sonra, dünyada âileleriyle beraber kaldıkları, bu yüzden, onların atalarının rûhlarına tapıp, onlara kurban sundukları[42] söylense de, kanaatimizce, bu durumu çok geniş olan bu coğrafyanın tamamına teşmîl etmemek daha doğru olur. Çünkü, zikri geçen, Fâtır, 24. âyette ifâde edildiği gibi, her kavme mutlaka bir peygamber gönderilmiştir. O halde böylesine geniş bir coğrafyada ve sayıca kalabalık olan bir millette âhiret, cennet ve cehennem inancının hiç bulunmadığı düşünülemez. Hem, bir şeyin henüz tesbit edilmemesi, olmadığına delâlet etmez. Nitekim tarih öncesi Tibetlilere ait Ölüm Kitabı'nda rûhun fizikî ölümünden sonra geçirdiği merhaleler ve bu merhalelere uğrayacak olan ölünün yapması gerekenler uzun uzadıya anlatılmaktadır[43].

Konfüçyüs'ün de, âhiretle meşgul olmayıp bütün himmetini bu dünya hayatına sarfettiği söylenmekte, "Biz canlılara hizmet edemiyoruz, ölülülere nasıl hizmet edelim, hayatı bilmiyoruz, ölümü nereden bilelim" sözü ona atfedilmektedir[44]. Yine ondan nakledildiğine göre, "Öldükten sonra hayat olup olmadığını araştırmamak daha iyidir. Çünkü, ölen yakınların yaşadıkları bilinse, onları seven evlatları canlarını kıymaya kalkar. Yaşamadıkları bilinse, bu kez de bazı nankör evlatlar onlara saygıda kusur ederler (!)"[45]

Şintoizm'de de, ölülerin rûhlarına tapma adeti vardır. Kami adı verilen bu rûhlar tanrılaştırılır ve her şeyi onların idare ettiğine inanılır[46].

Eski İran dinlerinde de, cennet, cehennem, hesap ve mizân, iyi rûhları kötü rûhlardan ayıran köprü (Sinvat) inancı vardı[47]. Zerdüştlüğün ilâhî kitabı olan Avesta'da bedenlerin diriltilmesi hayatî bir yer işgâl eder[48]. Zerdüşt'ün tebliğatına göre, "Âlemin sonunda ölüler kalkacak, her mahlûk yaptığının karşılığını görecek, zulmet meleği etbaıyla beraber zulmet mahalline, nûr meleğiyse etbaıyla beraber nûr âlemine, ebediyyen kendilerine hiç bir şer dokunmayan saadete ulaşacaklardır"[49]. Bütün bunlar, sahih bir dinin iz ve sızıntıları mesâbesindedir[50].

Burada, Akkad'ın "Her halde Farslılar, âlemin akibetine dâir Hind akidesiyle, rûhun muhasebesi ve mücazat mevkıfında amellerin tartılmasına dâir Mısır akidesini cem etmişlerdir"[51] sözüyle ifâde ettiği, Farslılar âhiret âlemine dâir inançlarında Mısır ve Hintliler'in etkisinde kalmışlardır görüşü zayıf bir görüştür. Çünkü, bu dinlerdeki bir takım benzerliklerden hareketle meseleyi sadece etki ve etkilenme şeklinde ele almak, İslâmî açıdan doğru bir yaklaşım değildir. İslâm tasavvuruna göre böyle bir benzerlik, Allah'ın bütün bu milletlere peygamberler göndererek, aynı hakikatları tebliğ etmesinden kaynaklanmaktadır. Daha sonraları, peygamberlerin tebliğ ettikleri bu hakikatler bazı tahrifata uğrayarak, farklılıklar ortaya çıkmıştır[52].

Diğer pek çok dinlerin aksine, Farslılar'ın inanç sisteminde âhiret, tasvir ve keyfiyetlerde farklılıklar olsa da, bütün mezheplerce benimsenmiş sabit bir inançtıır[53].

Sabiiler'de de kıyamet ve âhiret inancı vardı. Buna göre, âhir zamanda bir melek semâyı dürecek, güneş ve ay yok olacak, yıldızların ışığı kaybolacaktır[54]. İyi rûhlar sür'atle engelleri aşarak, Abatur terazisinde tartıldıktan sonra ışık âlemine yükseleceklerdir. Kötü rûhlar ise, çeşitli engellere takılıp, eza ve cefâ gördükten, Suf denizinde günahları miktarınca kaldıktan sonra ışık âlemine alınacaklardır. İlâhî öğretiye tamamiyle muhâlif olanlar ise, ışık âlemine hiç bir zaman yükselemeyeceklerdir[55]. Sabiiler'in hacim bakımından en büyük kitapları olan Ginza'nın ikinci ana kısmı olan Sol Ginza'da sadece rûh ve rûhun kurtuluşu ve ışık âlemine yükselişi (eskatoloji) konuları ele alınmıştır[56]. Sabiiler'in Harraniyye (Harnâniyye) kısmında ise, tenâsüh görüşü hâkimdir[57]

Eski Mezopotamyalılar (Sümer, Asur, Babil) da, âhirette dünyada yapılan amellerin karşılığının görüleceğine inanıyorlardı[58].

Hititliler'in ölüleri yakma ve mezarlarına az da olsa hediye koymaları, onların da kendilerine has bir âhiret inancı olduğu kanaatini vermektedir[59].

Eski Altay Türklerine göre, dünyanın sonunda Tanrı Ülgen ile oğlu savaşacak, sonunda Ülgen galip gelecek, yer yüzünde tek başına kalacak, daha sonra bütün ölüleri dirilterek haşri başlatacaktır[60].

Yunan mitolojisinde rûhun ölümsüzlüğünün önemli bir yeri vardı[61]. Ancak Eski, Yunanlılar'ın ölümden sonraki hayat hakkındaki değerlendirmeleri karamsardı. Ölülerin yer altında Hades[62] adlı tozlu, soğuk bir yerde toplandıklarına inanırlardı. Hatta, hristiyan kilisesinin gayretlerine rağmen, günümüz Yunan köylülerinde de, yer altında, alaca karanlıklı, ebedî bir yere dâir bu inanç, tesirini icrâ etmektedir[63]. Bu karamsarlığın yanında, ölümden sonra iyilerin gittikleri ve yeryüzünde olduğuna inanılan Elysium'un mutlak bir mutluluk ve sürekli bir bahar ülkesi olduğuna da inanıyorlardı[64].

Eski Romalılar, ölülerin rûhlarını öteki dünyaya taşıyan Şaron adında bir şahsa inanıyorlardı. Şaron ücret mukabilinde iş gördüğü için, ölünün ağzına bir miktar para tutuşturulurdu. Cenaze taşınırken, önden ölenin ve atalarının resimleri götürülür, merasim bittikten sonra kâhinler orada bulunan herkese su serper ve geri çevirirlerdi[65].

Eski Amerikan dinlerinde de ölüm ötesi bir hayata inanma önemli bir yer işgâl ediyordu. Aztekler'e göre, insanların ölümden sonraki halleri, ölüm şekillerine bağlıydı. İnkalar'da ölülerini mumyalama adeti vardı[66].

Kızılderili kabilelerinin çoğu ölülerin rûhlarının dünya ile  etkileşim biçimine sahip bir başka boyutta yaşadığına inanır. Hatta bazı kültürlerde olduğu gibi, kızılderililerde de hayvanların fizikî ölümün ötesine geçerek hayatlarını devam ettirdikleri inancı vardı[67].

Avustralya yerlileri olan aborcinler'in inanç sistemleri arasında, güçlü bir ölüm ötesi hayat inancı vardır. Avustralya'nın kuzey bölgesindeki görkemli kayalıklara işlenmiş olan kaya sanatları, ölümün son olmadığını ifâde etmektedir[68].

Buraya kadar, dünyanın birbirinden uzak, farklı bölgelerinde hüküm sürmüş çeşitli dinlerden verdiğimiz örneklerden anlaşılıyor ki, ölüm ötesi bir hayata inanma, hemen hemen bütün insanlığın paylaştığı ortak bir inanç olmuştur. İnsanoğlu ölümü son olarak görmemiş, ölümle her şeyin bitmediğine inanmıştır.

Bir kısım dinlerde, tasviratta büyük farklılıklar olsa da,  Kur'an'da bildirilen  kıyamet, amellerden hesaba çekilme, mizân, sırat, cennet, cehennem gibi hakikatlere rastlıyoruz. Bu âlemin devamlı olduğuna inanılan Hinduizm ve Budizm gibi dinlerde ise, ebedî âhiret hayatı bu dünyada aranmıştır. Âhiret inancının olmadığı söylenen Eski Çin ve Japon dinlerinde ise, en azından rûhun[69] ölmediği ve hayatiyetini sürdürdüğü inancı vardır.

Ölüm ötesi hayat inancına dâir bütün bu inançlar o milletlerin bütün çağlarını kapsamayabilir. Araştırmalar sonucu tesbit edilen hususlar, tarihlerinin herhangi bir döneminde sahip oldukları inançlarının bir izi de olabilir.  Ancak ölüm ötesi bir hayat arayışının, en azından rûhun ölümden sonra da hayatiyetini devam ettirdiği inancının, bütün milletlerin bütün devirlerinde ortak nokta olduğunu söyleyebiliriz.

Bu inancın, kuvvetli veya zayıf bir sûrette, her dinde izlerinin görülmesi, insanlığın hiç bir devirde rehbersiz bırakılmayarak, her kavme peygamber gönderildiğini gösterdiği gibi, farklı şekillere bürünmesi ise, bu peygamberlerin bildirdiği gerçeklerin zamanla tahrif edilmesinden kaynaklanmaktadır. Âhiret inancının çeşitli dinlere göre çok farklılık arzetmesinin bir sebebi de, insanların, görmedikleri bir âlem hakkında, hayalî tasavvurlarda bulunmaları ve o âlemdeki varlık ve hadiseleri dünyadakilere benzetip, yanlış kıyaslarda bulunmalarıdır.

Bu inancın canlılığını devam ettirmesinde, insan fıtratındaki ebedî yaşama arzusunun rolü de büyüktür. İnsanoğlu ölümsüz bir hayatı her zaman aramış, İslâm'ın bildirdiği gerçek âhiret hayatını duyup öğrenmese de, efsanevî bile olsa, ölüm ötesi bir hayata inanma ihtiyacı duymuş ve inanmıştır.


[1]. Hançerlioğlu, s. 26.
[2]
.  Raymond A. Moody Jr. Ölümden Sonra Hayat, çev. Gönül Suveren,  2. bsk. İnkılap ve Aka yay., İstanbul, 1983, s. 21; M. Ali Aynî. Hayat Nedir, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul, 1945, s. 61.
[3]
. James Thayer Addison, La Vie Après La Mort Dans Les Croyances de L'humanite, Paris, 1936, s. 26.
[4]
. Jenny Randles-Peter Hough, Öteki Dünya, çev. M. Harmancı, Say yay., İstanbul, 1994, s. 15-16.
[5]
. Addison, s. 27.
[6]
. Ferecullah Abdulbâri Ebû Ataillah. el-Yevmu'l-Ahir beyne'l-Yehûdiyyeti ve'l-Mesîhiyyeti ve'l-İslâm, 2. bsk., Dâru'l-Vefâ, el- Mansuriyye, 1992, s. 30-31.
[7]
. Ebû Atâillah, s. 29-30.
[8]
. R. Emmanuel, Hint Yunan ve Mısır Mitolojilerinde Gizemli Bilgilerin Kaynakları, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul, 1995, s. 23
[9]
. Addison, s. 74; R. Emmanuel,  s. 26
[10]
. Addison, s. 31.
[11]
. Seyyid Kutub. Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, çev., S. Ateş, 2.bsk., Ankara, tsz., s. 21-22.
[12]
. Addison, s. 74, 115; Talat Sait Halman. Eski Mısır'dan Şiirler, 2. bsk., İstanbul, 1995, s. 52.
[13]
. A.g.e, s. 25.
[14]
. Muhammed Ebu Zehra, ed-Diyânâtu'l-Kadîme, Dâru'l-Fikri'l-Arabî, Kuveyt, tsz., s.16.
[15]
. Randles-Hough, s. 15.
[16]
. Challege Felicien. Dinler Tarihi, çev., S. Tiryakioğlu (baskı yeri ve tarihi yok) s. 32.
[17]
. Abdulaziz es-Seâlibî. Muhadarat fi Tarihi'l-Mezahibi ve'l-Edyân, Beyrut, 1985, s. 55.
[18]
. Hançerlioğlu, s. 45-73.
[19]
. Ebu Zehra, s.17.
[20]
. Haluk Hacaloğlu, Hayat, Ölüm ve Ötesi, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul, 1996, s. 96
[21]
. Muhammed Ahmed Abdulkadir. Akidetu'l-Ba's ve'l-Ahire fi'l-Fikri'l-İslamî, Daru'l-Ma'rifeti'l-Camiiyye, İskenderiyye,1986 s. 29.
[22]
. Ebû Atâillah, s. 31.
[23]
. Heredot  M.Ö. V. yy'da Mısır'ı gezmiştir (Halman, s. 30).
[24]
. Bkz. Ebû Atâillah, s. 33.
[25]
. Kutub, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, s. 27.
[26]
. Kutub, fî Zılâli'l-Kur'ân, Daru'ş-Şurûk, Beyrut, 1980, IV, 1988,
Kutub'un bu ifâdeleri, onun bu mevzudaki daha önceki fikrinden vazgeçtiğini gösteriyor. Çünkü, bu ifâdelerin yer aldığı fî Zılâli'l-Kur'ân adlı tefsiri, Kur'ân'da Kıyamet Sahneleri adı altında Türkçeye çevrilen Meşâhidu'l-Kıyame fî'l-Kur'ân adlı eserinden dört yıl sonra kaleme alınmaya başlanıp, uzun yıllar boyunca devam etmiştir (bkz. Salâh Abdulfettah el-Halidî, Seyyid Kutub mine'l-Mîlâd ile'l-İstişhâd, Daru'l-Kalem, Dımeşk, 1991, s. 533, 544).
[27]
. Ebu Zehra, s. 8.
[28]
. Randles-Hough, s. 13.
[29]
. Ebû Atâillah, s. 32.
[30]
.  A.g.e, s. 41 ( Ebu'r-Reyhan b. Ahmed el-Birunî, Tahkiku mâ li'l-Hind .  1983, s.39'dan naklen).
[31]
. Randles-Hough, s. 19; Addison, s. 248.
[32]
. Cevherî, X, 2. cüz, s. 25.
[33]
. Ahmed Çelebi. Edyanu Hindi'l-Kübra, Mektebetu'n-Nahda, Kahire, 1976, 4. bsk., s.178.
[34]
. A.g.e. s.117.
[35]
. A.g.e. s.116.
[36]
. A.g.e. s.161.
[37]
. A.g.e. s.165.
[38]
. Abdulfettâh el-Fâvî. Akidetu'l-Meâd beyne'd-Din ve'l-Felsefe, Dâru'l-Urûbe, Kuveyt, s. 42.
[39]
. Çelebi, Edyânu Hindi'l-Kübrâ, s. 64.
[40]
. Günay Tümer- Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ocak yay., Ankara, 1988 s. 240; Randles-Hough, s. 21; Ebu Ataillah, s. 44.
[41]
. Ebu Ataillah, s. 45.
[42]
. Ebu Zehra, s. 90.
[43]
. Bkz. Kazi Dawa Samdup, Tibet'in Ölüler Kitabı, çev. Suat Tahsuğ, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul; keza bkz., A. Moody,  s.123, 124, 126.
[44]
. Ebu Zehra, s. 90-91.
[45]
. Felicien, s.83.
[46]
. A.g.e., s. 91.
[47]
. Addison, s. 155-156, 226; Kutub, Kur'an'da  Kıyamet Sahneleri, s. 28-29; Ekrem Sarıkçıoğlu. Dinler Tarihi, Bayrak yay, 1983 s. 113; Tümer- Küçük,  s. 240-241.
[48]
. Addison, s. 155.
[49]
. Seâlibî, s. 66.
[50]
. Ebu Ataillah, s. 47-48.
[51]
. A.g.e., s. 46  (el-Akkad. Allah, Kitabun fi Neş'eti'l-Akîdeti'l-İslamiyye, s. 88'den naklen ).
[52]
. A.g.e., s. 46.
[53]
. Fâvî, s. 50.
[54]
. Sarıkçıoğlu,  s. 118.
[55]
. Bkz. Şinasi Gündüz, Sabiiler Son Gnostikler, Vadi yay. Ankara, 1995, s. 130-137.
[56]
. Gündüz, s. 55.
[57]
. Muhammed ed-Dibacî, "es-Sâbietu men hum ve mâ hiye Cüzûruhum", el-Arabî, sayı: 398, s.186. Kur'an'da zikri geçen sabiilerin ise, Mindâiyye kolu olduğu ifâde edilmektedir (a.y).
[58]
. Sarıkçıoğlu, s. 33.
[59]
. A.g.e, s. 56.
[60]
. A.g.e, s. 98.
[61]
. Bkz. Addison, s. 125.
[62]
. Eski Yunanlılar'da bu yere Şanzelize'de denmektedir.Ölülerin yer altında kaldıkları yere dâir bu inanç, pek çok millette görülmektedir. Babillilerdeki, Aralu, Yahudilerdeki Şeol, Romalılar'da Tartar, Mısırlılar'da Amenti bunun birer örneğidir (bkz. Addison, s. 71-72; Hacaloğlu, s. 74)
[63]
. Addison, s. 73.
[64]
. Addison, s. 81-82; Randles- Hough, s. 17.
[65]
. Seâlibî, s. 98.
[66]
. Sarıkçıoğlu,  s.102.
[67]
. Randles- Hough, s. 29, 37.
[68]
. Randles- Hough, s. 27-28.
[69]
. Genel olarak bütün insanlık, rûhun gözle görülüp, elle tutulmayan, rüzgâr veya buhar gibi bir varlık olduğuna inanmıştır (bkz. Addison, s. 12).

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun