Sahabeleri/Peygamberimizin arkadaşlarını nasıl örnek alacağız? Onlardaki fedakârlık duygusunu kazanmak için nasıl bir yol izlemeliyiz?

Tarih: 17.04.2011 - 03:49 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Nübüvvet asrı ile daha sonraki dönemlerin bir karşılaştırması yapılırsa, sonraları güzelle çirkinin, hakla batılın, doğru ile yalanın arasındaki mesafe gittikçe azalmıştır. Bir insan doğru ile yanlışı, birlikte pazarlar hâle gelmiştir. Önceleri bir dükkanda sadece iyi, hak, hayır, güzellik satılırken, şimdi aynı dükkanda ve pazarda, aynı cemiyette kötülükler de satılmaya başlanmıştı. Bir kişide hem iyilikler hem kötülükler bir arada pazarlanıyordu. Böylece toplumsal ahlâk bozuldu. Toplumda ve ümmette ifsat başladı.

Hatta belli bir zaman sonra, bazı toplumlarda, kötülükler, şerler, günahlar lehine denge bozuldu.(1) Meselâ, siyasi gerekçelerle yalanın doğruluğa tercih edilmesi,İslamlar içinde bidatların, dalaletlerin, gayri İslamîliğin güçlenmesi ve hegamonyası, hayrın, doğruluğun, hakkın, güzelliğin sergilenememeğe, görünmemeğe başlaması gibi. Böyle bir zamanda elbette insanlar, nübüvvet asrı insanları gibi bütün sermayeleri, istidatları ve her şeyleri ile o güçteİslama sahiplenemezler, sahabenin adalet, sıdk, hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metanetlerine, takvalarına yetişemezler.

Sahabe asrında, o günün piyasasında en önem verilen şey Allah’ın rızasının kazanılması idi. İnsanlar bu merkez etrafında hayatlarını yaşıyorlardı. “Allah’ın bizden razı olacağı şeyler nelerdir? O bizden nasıl olmamızı istiyor ve ne arzu ediyor?” gibi sorular onlar için hayatta en önemli şeydi. (2)

Allah’ın Rızasını İbtiğa

Kur'an-ı Kerim’de sahabelerden söz edilirken bu yönleri vurgulanmaktadır. Hicretin 6. yılı Hudeybiye anlaşmasından dönülürken nazil olan Fetih Sûresinin son ayetinde sahabeler şöyle anlatılır:

“Muhammed (asm) Allah’ın Rasulüdür. Onun beraberindekiler, (sahabeler) kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onları sen, rükû ve secde eder hâlde, Allah'tan sevab ve rıza istediklerini görürsün...”

Bu ve benzer ayetlerde anlatıldığı şekilde, onlar dünyalarının merkezine İslamı koymuşlardı. Bu sebepten dünyaları iman ve küfür dinamiği üzerine idi. Kâfirler kardeşleri, babaları ve kabilelerinden kimseler de olsa onlara küfürleri yönünden şiddetliydiler. Ama Müslümanlar, hangi kabileden ırktan olursa olsun, kendilerine çok yumuşak, nazik, merhametli davranırlardı.

Burada konumuzla ilgili kısım özellikle şudur: “Onlar Allah'tan hep fazl ve rıdvan isterler.” Her şeyden daha çok, Allah’ın rızasını taleb ederler. Hep bunun için çalışırlar. Daima Allah’ın rızasını düşünürler. Onlar için bu en önemli şeydir. Hayatta en önemsedikleri, en çok istedikleri, onu kazanmak için her türlü zorluğa katlandıkları idealleri budur. Bu da ihlası, yaptıklarını Allah için işlediklerini gösterir.

Ayette istemek (taleb) manasına gelen ibtiğâ kelimesi, iyilikleri isteme hakkında kullanılırsa adaletten ihsana, farzdan nafilelere doğru taşmayı, geçmeyi ifade eder. Kişi farzlarla, hak olan adaletle yetinmeyip daha da ileri gider. Alt sınırda yeterli olan farzlara nafileleri de ekler. Adalet sayılan uygulamada, olumlu yönde daha da ilerler.(3)

Ayette geçen “yebtegûn” fiilindeki istemekte de bu mana vardır.(4) Özellikle isteği doğrultusunda, bütün gücü ile çalışmaktır. Sahabeler de bu şekilde, çok güçlü, gerekli sınırları bile aşan bir istekle, isteklerini gerçekleştirme doğrultusundaki çalışmalarında yeterli olandan da ileri geçiyorlardı. Bu da onların, Allah’ın rızasını ne kadar çok istediklerinin bir göstergesidir. Bir kimse bir isteğine ulaşmak için bir saat çalışmak kafi iken beş saat çalışıyorsa, onun bu şeye ulaşmayı ne kadar çok arzuladığı, cehd ve gayretinden, hemen anlaşılır. Bu gayesi için hicret etse, aç susuz kalsa, hatta gayesine ulaşabilmek için, yiyecek, giyecek ve evini terk etse, hatta gayesi uğruna ölüm için söz verse veya yeri gelince ölse, isteğinde ne kadar ciddidir? İşte sahabeler Allah’ın rızasını böyle isterler.

Kur'ân-ı Kerim’de Allah’ın sevabını ve rızasını, taşkın, sınır tanımayan pek coşkun bir istekle arzulayan sahabelerin durumları başka ayetlerde de ele alınır. Medine’de nazil olan, Hicretin 4. yılında Yahudi Nadiroğullarının sürülmelerinden söz eden Haşir Sûresinin bir ayeti şöyledir:

“(Nadiroğullarından alınan) ganimet malları; yurtlarından mallarından (malları mülkleri yanından) çıkarılmış olan, Allah’tan ciddi şekilde lütuf ve rıza isteyen, (bu aşırı istekleri ile) Allah’ın dinine ve peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte (davalarında) sadıklar onlardır.”(5)

Bu ayet-i kerimede, yalnız Allah’ın lütfunu, rıza ve teveccühünü isteme uğruna yerlerinden yurtlarından çıkarılan, bu uğurda zenginken fakir düşen, yiyeceğe giyeceğe muhtaç hâle gelen, barınabilecekleri meskenleri olmayan muhacirlerden söz edilir. Bunlar, taşkın bir rıza ve fazl (sevab) isteği uğruna çoluk çocuk perişan olmuş, hiçbir şeyi bu isteklerine üstün tutmamışlardır. Onların rıza isteği sıradan “olsa da olur olmasa da” tarzında bir istek değildir. İncizab, aşk ve damarlarına kadar işlemiş, ibadet olarak tezahür etmiş bir istektir.(6)

Bizzat yüce Allah Rıza isteklerinden dolayı onların nasıl yanıp tutuştuğunu, hiçbir şeyi gözlerinde büyütmediklerini açıklıyor. Fetih Sûresinin son ayetinde ifade edildiği şekilde onlar “Allah’tan ciddi şekilde lütuf ve rıza isterler.”(7) Bu istekleri hususunda samimiyet ve sadakatlerine delil, Mekke’den hicretle Allah dinine yardım için gelmeleridir. Şimdi o muhacirler fakir durumdadırlar. İsteklerinin taşkınlığı ve yoğunluğu nisbetinde fedakârlıkları artmıştır. Son olarak Beni Nadir seferine de katılmışlardır. İşte davalarında sadık ve samimi olanlar bunlardır. Bunlara benzeyen kimselerdir.

Vechellah/Allah’ın Teveccühünü Dileme

İrade ile ilgili ayetlerin biri, Mekke devrinde nazil olan Mâide Sûresinin şu ayetidir:

“Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O’na yalvaranları (fakir müminleri yanından) kovma. (Kâfirler ister inansınlar ister inanmasınlar) ne onların hesabından sana bir sorumluluk ne de senin hesabından onlara bir sorumluluk yoktur. (Onları yanından kovarsan, bu takdirde zalimlerden olursun.”(8)

Cahiliye devrinin büyük sayılan Kureyş’in saygın ve toplumu yönlendiren takımından bir grup (mele) Mekke’de Rasulullahın (asm) Suheyb-i Rumî’yi, Azâtlı Bila’l-i Habeşi’yi, aslen yemenli bir aileye mensub Ammar b. Yasir’i gördüler. Bunlar ilk Müslümanların fakir ve kimsesizlerinden, Mekke müşrikleri tarafından eziyet görenlerinden bazı kimselerdi. Onları görünce Rasulüllah’a:

“Ey Muhammed sen bunlara mı razı oldun? (bunlara mı kaldın?)” dediler.(9) Bu sözde bir hafife alma, adı geçenleri aşağılama, küçümseme vardı. Onlar halâ cahiliye zihniyetiyle Rasulüllah’a böyle takılıyor sanki, şerefsiz saydıkları kimselerle bir arada olmasından, kendisinden acıyorlardı. Kureyşli, Haşimoğullarından biri, şu adı geçenleri dengine alıp onlarla bir arada oturup konuşur, buna tenezzül eder miydi? Ama Rasulüllah (asm) kendilerine “Ben inananları kovmam.” buyurdu.

Bu cahiliye zihniyetli tavırları üzerine yukarıdaki ayet nazil oldu. Meğer adı geçenler, Suheybler, Bilaller, Ammarlar, Habbâblar Allah yanında pek şerefli, pek geçgin kimselermiş. Onun için Allah da Peygamberine: “Onlarını yanından kovma!” diye emretmektedir. Çünkü Allah insanlara değer biçerken, onların doğum yerlerine, derilerinin rengine, şu veya bu ülkeden, şu veya bu ırktan oluşuna bakmıyor. Onlara değer vermesi burada açıklandığına göre, iki sebebe dayanıyor:

Birincisi, onların bütün ibadetlerin fihristi olan namazlarına dikkat etmeleri, gönülden Allah’a yalvarmaları.

İkincisi: “Yurîdûne vechehû: Onlar Allah’ın teveccühünü isterler.” açıklaması ile bize haber verilen halleri.

Öyleyse sahabelerin İslama bağlılıkları çok kuvvetli olmalıdır. Allah’ın teveccühünü, yalnız Allah’ın rızasını istemeleri de güçlü, sarsılmaz, tavizsiz bir duygudur. Bu tür bir isteğe sahip olmalarından, o kıvamı kazanmalarından Allah onları sevmektedir. Bu onların ibadet ve rızaya taleplerinin aşkını, şevkini, cezbesini de gösterir.

Sanki sahabeler, susayanın suya, acıkanın yemeğe duyduğu istek ve iştiyak kadar, salih amellere ibadete candan istek duymaktadırlar. Her hâllerinde Allah’ın rızasını istemeden edememektedirler. Çok acıkanın gözü yemekte, çok susayanınki suda olduğu gibi, onların dünyası da rızadadır. İbadettedir, salih amellerdedir:

1. Onlar bu sebepten ibadetlerini pek isteyerek, gönülden, büyük bir şevk ve iştahla yaparlar. Sanki, ona ihtiyaçlarını tamamen hissetmişlerdir. İbadetleri aç ruhlarının doyurulması gibi olur.

2. İştiyak arttıkça meyl ve iştiyak artacağından, ibadete açlığını tam hisseden sahabelerin ondan aldıkları feyze yetişilemediği gibi, ibadetlerden büyük bir lezzet aldıkları da açıktır.

3. Onların bu hâline bakılırsa, zamanı geldiğinde ibadetlerini geciktirmeleri, bırakmaları da mümkün görünmemektedir. Şu irade hâli ve keyfiyeti buna imkân tanımaz. Onlar demirin mıknatısa yöneldiği gibi ibadetlerini şevkle yapıyorlardı.

4. Ele aldığımız irade hâli ve keyfiyeti ile Allah’ın rızasına yönelmek, (vechellah) ihlası da netice verir. Böyle bir kimsenin hayatta tek düşüncesi “Nasıl Allah’ın rızasını kazanabilirim?” düşüncesidir. Bu ruh hâli ile li vechillah, li eclillah (Allah için, Allah’ın rızası doğrultusunda) hareket eder. Yalnız onu ister. Kınayanların kınamasına aldırmaz. Bütün dünya ona verilse bu davasından, idealinden vazgeçemez. Hayatının biricik gayesi bunu bilir. Dövülse de sövülse de yurdundan yuvasından kovulsa da sarsılmaz. Çekinmez. Hatta gerekirse bu yolda ölmeyi göze alır ve bütün hayatının tek gayesini rızay-ı ilahiyi elde etmek bilir.

Evet, sosyolojik bir gerçek var. Nasıl çarşıda mevsimine göre bazı mallar piyasada tutulur. Moda veya fikri cereyanlar bazı şeylere belli zamanlarda kıymet verir. Bir mevsimde, bir devirde, bir zamanda bazı fikirlere, mallara, hücum olur. İnsan toplumlarında, medeniyet pazarında herkes o şeylere yönelir.

Mesela, zamanımızda sosyal hayat ve medeniyet çarşısında en çok yönelinen, ilgilenilen şeylerin başında, siyaset, dünya hayatını kazanmak ve felsefi meşguliyetler geliyor. Toplumda hemen herkes yaratılıştan getirdiği kabiliyetlerini ve sermayesini şöyle veya böyle bu üç şeyi elde etmek için harcıyor. Toplum pazarından bu üç şeye müşteri oluyor. Hemen herkesin zihni kapasitesi ve istidatlarının büyük oranı bu üçünü elde etmek için sermaye olarak kullanılıyor. Bir çok kimse, “Hayatımı nasıl güzelce geçirebilirim. Nasıl zengin olabilirim, nasıl para kazanabilirim, nasıl meşhur olurum, büyük makamlara nasıl gelebilirim?...” sorularını çözmekle meşgul. İnsanlar problemlere ayırdıkları sermayelerinin, kabiliyetlerinin kaçta birini “Allah benden nasıl razı olacak?” problemini çözmeğe ayırıyorlar? Çoğunluğun önemsediği şeylerin sıralaması yapılsa, Asr-ı saadet insanları ve sahabelerle, bunların ideallerinin ne kadar farklı olduğu görünecektir.

Asr-ı Saâdette kalpler, zihinler, ruhlar bütün kapasitesi ile “Allah’ın bizden razı olduğu şeyler nelerdir? O bizden nasıl razı olur?” konusuna yönelmişti. Bütün konuşmalar, sohbetler, oturumlar, programlar, hadiseler, hâller bu noktaya göre bu merkezli idi. Herkes hiç farkında olmasa da bu noktada yetişiyordu.

Öyleyse o ufuk insanlarına benzemeye, o özelliklere yaklaşmaya çalışmak gerekir.  Hz. Peygamber Efendimizin verdiği şu müjdeye ulaşmak için çaba göstermek her Müslümanın görevi olmalıdır:

Rasulüllah (asm) bir gün sahabelerine:

“Ah keşke bana doğru, havuza gelen kardeşlerimi bir görsem de içlerinde içecek olan kâselerle onları karşılasam. Cennete girmeden önce, onlara (Kevser) havuzumdan içirsem.” (Bu sözleri üzerine ona) denildi ki:

“Ey Allah Rasulü, biz senin kardeşlerin değil miyiz?” O şöyle cevap verdi:

“Sizler benim ashabım (arkadaşlarım) sınız. Benim kardeşlerim de beni görmedikleri hâlde bana inananlardır. Mutlaka ben Rabbimden sizinle ve beni görmeden iman edenlerle gözlerimi aydınlatmasını istedim.”(10).

Şu halde Peygamber (asm)’in iştiyakına, hasretine sebep olan o kimselerin herhalde, fedakâr, sadık, metin, İslam için kendini ortaya koyabilen bütün itilme-kakılma, horlanma, kınanmalara karşı yılmadan aldırmadan, Rasulüllah’ın ve ashabının yolunda olabilen kimseler olması gerekir. Bunlar Rasulüllah’ın kardeşleridir. O, bunlara “kardeşlerim”, ashabına “arkadaşlarım” unvanını veriyor.

Dipnotlar:

1. Sunenu İbn-i Mâce II, 1344, 1348, Tefsîru’l-Kurâni’l-Azîm IV, 205.
2. Sunenu İbn-i Mâce II, 1308, Riyâzu’s-Salihîn s. 141; İthâfu’s-Saâde I, 223 (Rıdvan biatında bizzat Allah onlardan Razı olduğunu belirtir. Tefsîru’l-Kurâni’l-Azîm, II, 305 (Muttakiler, Muhammedin Ashabıdır) II, 330, (onların cennetlik oluşları); Sunenu’n-Neseî VII, 196 (Hudeybiyede Alah Rızası için ölümüne biat etmeleri.); Cevâhiru’l-Buhârî, s. 150.
3. Fetih 48/29; Hak Dini VI, 4440; Mecma‘u’t-Tefâsîr (Envâru’t-Tenzîl-Lübâbût-Te’vîl) VI, 34.
4. el-Mufredât s. 56.
5. Haşr 59/8.
6. Muhabbetin çeşitleri için bk. Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviye, s. 165. (Alâka, irade, sabâbe, ğarâm, meveddet, şağaf, aşk, teym, teabbüd, hullet).
7. Haşr 59/8.
8. Enâm 6/52.
9. Tefsîru’l-Kurâni’l-Azîm, II, 134, Ayrıca bk. Hak Dini, III, 1940.
10. Râmûzu’l-Ehâdis s. 361, 4460 hadis (Ebu Nuaym, İbn-i Ömer’den) Ayrıca bk. Hak Dini IV, 2731; Hayâtu’s-Sahâbe. II, 567-568; bk. Murat Sarıcık, Örnek Nesil İçin Sahabe Modeli.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun