Nuraniyet hakikatine bilim ışığında örnekler verebilir misiniz?

Tarih: 18.04.2020 - 12:45 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Kuantum mekaniğinde atom-altı parçacıkların bir anda birden fazla yerde olması ve birbirine zıt karakterlere bürünmesi nasıl kafa karışıklığına ve başlangıçta fizikçilerin ciddi itirazına sebep olmuşsa, teslimiyetin yerini kritik muhakemenin aldığı modern çağ teolojisinde de Allah’ın hiçbir yerde olmadığı halde, her yerde olması ve bir anda çok yerde pek çok farklı şey yapıyor olması gibi klasik fiziğe aykırı kavramlar da, ciddi şekilde sorgulanmış ve hatta bir kesim tarafından akla ve bilime aykırılık gerekçesiyle inkâr edilmiştir. Bir modern çağ teoloğu olan Bediüzzaman Said Nursi, aklın kabulde zorlandığı bu tür karmaşık meseleleri Risale-i Nur ismini verdiği eserlerinde nur ve nuraniyet kavramlarıyla ve yarı-nurani olarak nitelendirdiği güneş analojisini etkin bir şekilde kullanarak ve bunu akla merdiven yaparak kolaylıkla halletmiştir.

O, varlıkları, aynadaki akislerine göre üç gruba ayırır: Kesif, maddi nurani (veya yarı nurani) ve nurani. Masa, sandalye ve hatta insan gibi kesif maddî şeylerin aynadaki akisleri o şeylerin dışındadır ve ölüdür. Meselâ, bir insanın kendisi canlıdır, nefes alır, görür, konuşur, sevinir ve korkar. Ancak aynadaki görüntüsü dış görünüşten başka hiç bir özelliğe sahip değildir.

Parfümün kendisi güzel kokar, ancak aynadaki görüntüsü kokmaz. Bir kişi bir aynalar galerisine girse bin kişi olur, ancak canlı olan kişinin sadece kendisidir, diğerleri ölüdürler. 

Maddeden yapılmış yarı-nuranilerin akisleri yani görüntüleri, asıllarının aynı olmamakla beraber gayrı da değildir. Asıl ile görüntünün mahiyetleri farklı kalmakla birlikte görüntü, aslın birçok özelliğine sahiptir. O, maddî nuranilere örnek olarak Güneşi verir:

“Meselâ, şems dünyaya girdi, herbir âyinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, güneşin hassaları hükmünde olan hararet, ziya ve ziyadaki elvân-ı seb’a bulunuyor. Eğer, faraza, güneş zîşuur olsaydı harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvân-ı seb’ası sıfât-ı seb’ası olsaydı o vakit, o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir nevi arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Herbirimizle, âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.” (bk. Nursi, B. S. Sözler, On Altıncı Söz, s. 232.)

Nurani varlıklar için zaman ve mekân söz konusu değildir ve onların akis veya görüntüleri asıllarıyla aynıdır. Ancak, aksin asılla aynılık derecesi, aynanın kabiliyeti ile sınırlıdır.

Nurani ve hayattar varlıklar olan meleklerin timsalleri hem canlıdır hem de meleklerle aynıdır. Dolayısıyla, Azrail tek bir melek olmasına rağmen, aynı anda binlerle yerde bulunabilir ve her bir yerde değişik bir çehre ile değişik işler yapabilir.

Yani, dışarıya direk güneş almayan bir evi ve güneşi görecek şekilde konan kocaman bir aynada akseden güneş, aynen güneşin kendisi gibi, eve ısı ve ışık ile beraber güneşin yedi rengini de verir. Yani aynadaki güneş, semadaki güneşin timsaliyle beraber birçok özelliğine de sahiptir. O yüzden, küçük bir cam parçasından koca denizlere kadar aynı anda binlerle yerlerde olan yarı-nurani güneş, nuraniyeti ve vahidiyet ile ehadiyeti anlamak için mükemmel bir örnektir. Tüm parlak şeylerdeki akisler her yeri ihata eden aynı güneşe aittir (Vahidiyet) ve her bir akis aksettiği yerin özelliklerine göre farklılıklar gösterir (Ehadiyet). 

Nurani varlıklar için zaman ve mekân söz konusu değildir ve onların akis veya görüntüleri asıllarıyla aynıdır. Ancak, aksin asılla aynılık derecesi, aynanın kabiliyeti ile sınırlıdır. Mesela nurani ve hayattar varlıklar olan meleklerin timsalleri hem canlıdır hem de meleklerle aynıdır. Dolayısıyla, Azrail tek bir melek olmasına rağmen, aynı anda binlerle yerde bulunabilir ve her bir yerde değişik bir çehre ile değişik işler yapabilir. Hatta çok nuraniyet kesbetmiş mübarek zatların bir anda çok yerde bulunmaları veya bir anda uzak bir yere gidip gelmeleri meşhurdur.

Mi’rac hadisesi, özü nur olup nuraniyetin bir timsali olan bir Zat için hiç de şaşılacak bir olay değildir. Nitekim bir ayette şöyle buyrulur; 

“Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir.” (İsra, 17/1)

Yine yaratılışla ilgili birçok ayet ancak nuraniyet kavramıyla ve Allah’ın Nur olması ve hatta tüm nurların kaynağı olmasıyla izah edilebilir. Kur’an-ı Kerim’de;

“Allah her şeyin Yaratıcı’sıdır. O her şey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir. Göklerin ve yerin tedbir ve tasarrufu Ona aittir...'' (Zümer, 39/62-63)

“Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, O’nun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir. Şanı ne yücedir Onun ki, her şeyin hüküm ve tasarrufu elindedir.” (Yâsin, 36/82-83)

“De ki: ‘Her şeyin Yaratıcı’sı Allah’tır. O, birdir, mutlak hâkimiyet sahibidir.”’ (Ra’d, 13/16.)

“Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin.” (En’am, 6/59)

“De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. O, Samed’dir.” (İhlas Suresi, 112/1-2.)  Gibi...

Nitekim şu tür sorular çoklukla sorulmaktadır:

“Ey ehl-i tevhid! Siz diyorsunuz ki: ‘Hâlık-ı Âlem birdir, Ehaddir, Sameddir. Hem her şeyin Hâlıkı O’dur. Ehadiyet-i Zâtiyesiyle beraber, doğrudan doğruya her şeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin anahtarı kabzasında, her şeyin nâsiyesini tutuyor, bir iş bir işe mâni olmuyor, bütün eşyada bütün ahvâliyle bir anda tasarruf edebilir.’ Böyle acip bir hakikate nasıl inanılabilir? Müşahhas bir tek zât nihayetsiz yerlerde nihayetsiz işleri külfetsiz yapabilir mi?” (İsra Sûresi, 1. ayet.)

Bu ve benzeri sorulara tatmin edici cevap, Allah’ın Nur isminin tecellisi olan Güneş örneğiyle akla yaklaştırılabilir:

“Meselâ güneş, müşahhas bir cüz'î olduğu halde, parlak eşya vasıtasıyla bir küllî hükmüne geçer. Zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ her bir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, bir misâlî güneşi, onların kabiliyetine göre verir. Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zâtının bir nevi misâli, her bir parlak cisimde bulunur. Faraza, güneşin ilmi, şuuru bulunsaydı, her âyine onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup, her şeyle bizzat temas eder, her zîşuurla âyineleri vasıtasıyla, hattâ gözbebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi. Bir şey, bir şeye mâni olmazdı. Bir muhabere, bir muhabereye sed çekmezdi. Her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı. Acaba, bir Zâtın bin bir isminden yalnız Nur isminin maddî ve cüz’î ve câmid bir âyinesi hükmünde olan güneş, böyle teşahhusuyla beraber, küllî yerlerde küllî işlere mazhar olsa, o Zât-ı Zülcelâl, ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?” (Nursi, B. S. Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf, s. 757.)

Nuraniyet sırrını ve Allah’ın nuraniyetini anlamayanlar, iyilik ve kötülük tanrıları icad etmek ve semayı tanrıların savaş alanı olarak tahayyül etmek zorunda kalmışlardır. Fen bilimleri tahsil edenlerin de, hiçbir yerde olmadığı halde her zaman her yerde tüm vasıflarıyla hazır ve nazır bulunan bir ilahı akıllarına sığıştıramamalarının sebebi, yine nuraniyetten habersiz olmaktır. Aynı fenciler, yedikleri abur cubur şeylerden karanlık bir ortamda elsiz ve gözsüz olarak biyoteknoloji harikası gayet hijyen bir yumurtanın yapımını, ne yaptığından haberi olmayan bir tavuğa vermek ve de yumurtadaki malzemenin 21 günde hiçbir el değmeden ve alet karışmadan gözümüz önünde kendi kendine bir sanat şahikası ve yaratılış mu’cizesi bir civcive dönüvermesini alelade tabii bir olay olarak görmezden gelmek zorunda kalmışlardır. Akla uygun ve mantıken tutarlı bir izah vermekten aciz kaldıkları zaman da her şeyi evrim kara kutusuna havale edip işin içinden çıkmışlardır.

Aslında dikkatlice irdelense görülecektir ki, her yerde her şeyi yaptığı iddia edilen "evrim"in kendisine atfedilen şeylerin faili olabilmesi için ilim, irade, kudret ve hikmetle mücehhez ulûhiyeti ile beraber nuraniyet vasfı da olması gerekir.

Hıristiyan âleminde de nuraniyet kavramı iyi anlaşılmadığı için Halık-ı Kâinatın herşeyi görür bir gözü ve her şeye yeter bir gücü olduğu anlayışında gedikler oluşmuş ve şirke çok dehlizler açılmıştır.

Bediüzzaman, yaratılışta cereyan eden nuraniyeti bir ağaç ve meyve örneğiyle müşahhas hale getirir. Sonra da bu gözlemden hareketle tümevarım (induction) ile olayı geneller:

“Şu ağacın lâakal (en az) on bin meyvesi var. Her bir meyvesinin lâakal yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek, bir anda, beraber bir san’at ve icada mazhardırlar. Hâlbuki şu ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz’î ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tabir edilen bir cilve-i irade-i İlâhiye ve bir nüve-i emr-i Rabbânî ile şu ağacın kavânîn-i teşkiliyesinin merkeziyeti, her dalın başında, her bir meyvenin içinde, her bir çekirdeğin yanında bulunur ki hiçbirinin bir şeyini noksan bırakmayarak, birbirine mâni olmayarak onunla yapılır."

“Ve o bir tek cilve-i irade ve o kanun-u emrî, ziya, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünkü gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişar ile olsaydı, izi ve eseri görülecekti. Belki, bizzat tecezzî ve intişar etmeden her birisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine, o küllî işler münâfi olmuyor. Hattâ denilebilir ki, o cilve-i irade, o kanun-u emrî, o ukde-i hayatiye her birinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz. Güya şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrînin birer gözü, birer kulağı var."

“Belki ağacın her bir cüz’ü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki, uzun vasıtaları, perde olup bir mâni teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir."

“Madem, bilmüşahede, Zât-ı Ehad-i Samedin irade gibi bir sıfatının bir tek cilve-i cüz’îsi bilmüşahede milyon yerde, milyonlar işe vasıtasız medar olur. Elbette, Zât-ı Zülcelâlin tecellî-i kudret ve iradesiyle, şecere-i hilkati bütün ecza ve zerratıyla beraber tasarruf edebilmesine şuhud derecesinde yakîn etmek lâzım gelir.” (bk. Nursi, B. S. Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf, s. 752-756)

Bediüzzaman, devamla, güneş, ağaç ve ruhlu varlıklarda görülen nuraniyet cilvelerini merdiven yaparak nazarları yukarıya çevirir ve ilahi nurani güneşi mantık silsilesi içinde veciz bir tarzda gözleri kamaştıracak şiddette akıl gözünün önüne serer: 

“Madem güneş gibi âciz ve musahhar mahlûklar ve ruhanî gibi maddeyle mukayyed nim-nuranî masnular ve şu çınar ağacının mânevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatı ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve iradî cilveler, nuraniyet sırrıyla, bir yerde iken ve bir tek müşahhas cüz’î oldukları halde pek çok yerlerde ve pek çok işlerde bilmüşahede bulunabilirler. Ve madde ile mukayyed (kayıtlı) bir cüz’î oldukları halde, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Ve bir anda, bir cüz-ü ihtiyarî ile pek çok muhtelif işleri bilmüşahede kesb ederler. Sen de görüyorsun ve inkâr edemezsin."

“Acaba, maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydın tahdidinden ve kesafetin zulmetinden münezzeh ve müberrâ; hem şu umum envar ve şu bütün nuraniyat, onun envâr-ı kudsiye-i esmâiyesinin kesif bir gölgesi ve zılâli; hem umum vücut ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i berzah ve âlem-i misal, nim-şeffaf bir âyine-i cemâli; hem sıfâtı muhîta ve şuûnâtı külliye olan bir tek Zât-ı Akdesin irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhit ile zâhir olan tecellî-i sıfâtı ve cilve-i ef’âli içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir? Hangi iş Ona ağır gelebilir? Hangi yer Ondan gizlenebilir? Hangi fert Ondan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesbetmeden Ona yanaşabilir? Hiç eşya Ondan gizlenebilir mi? Hiçbir iş bir işe mâni olur mu? Hiçbir yer Onun huzurundan hâli kalır mı?"

“İbn-i Abbas Radıyallahu Anhın dediği gibi, 'her bir mevcuda bakar birer mânevî basarı ve işitir birer mânevî sem’i’ bulunmaz mı? Silsile-i eşya, Onun evâmir ve kanunlarının sür’atle cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçmez mi? Mevâni ve avâik Onun tasarrufuna vesâil ve vesait olamaz mı? Esbab ve vesait sırf zâhirî bir perde olamaz mı? Hiçbir yerde bulunmadığı halde her yerde bulunmaz mı? Hiç tahayyüz ve temekküne muhtaç olur mu? Hiç uzaklık ve küçüklük ve tabakat-ı vücudun perdeleri Onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mâni olabilir mi?"

“Hem, hiç maddîlerin, mümkünlerin, kesiflerin, kesirlerin, mukayyetlerin, mahdutların hassaları ve maddenin ve imkânın ve kesafetin ve kesretin ve takayyüdün ve mahdudiyetin mahsus ve münhasır lâzımları olan tagayyür, tebeddül, tahayyüz ve tecezzî gibi emirler, maddeden mücerred ve Vâcibü’l-Vücud ve Nuru’l-Envar ve Vâhid-i Ehad ve kuyuddan münezzeh ve huduttan müberrâ ve kusurdan mukaddes ve noksandan muallâ bir Zât-ı Akdese lâhik olabilir mi? Acz hiç Ona yakışır mı? Kusur hiç Onun dâmen-i izzetine yanaşır mı?" (bk. Nursi, B. S. Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf, s. 752)

Bediüzzzaman, mahir bir fen bilimcisi gibi dikkatli gözlemlerle varlıklarda yansıyan gerçeklikleri önce teşhis eder ve onu adeta bir cımbızla ayrıştırır, sonra da ucunu keşfettiği bu kanunun kaynağına intikal eder. Çünkü gerçek, ancak kaynağına ulaşılabilirse mükemmelleşir ve genelleşir. Meselâ, yarı-nurani güneşin, ışığıyla bize adeta gözbebeğimizden yakın olduğu ve bizi ısı, ışık ve renkleriyle kuşattığı halde, bizim fizik kanunlarıyla kayıtlanmış kesif bedenimiz yüzünden güneşten uzak olmamız gözlemi, ‘iki şey birbirinden son derece uzak iken birinin diğerine son derece yakın olabileceği gerçeğini’ görmemizi sağlamakta ve bu iki şey arasındaki farkları irdelememize imkân vermektedir. Bu da nuraniyeti anlamanın yolunu açmaktadır.       

Sonuç:

Avrupa’da 1920’lerde tesis edilmeye başlayan ve atom altı dünyada Newton mekaniğinin saltanatını yıkıp kendi hâkimiyetini tartışılmaz netlikte kuran kauntum mekaniği veya teorisi, madde ile ilgili birçok ezberleri bozmuş ve varlık anlayışımızı derinden etkilemiştir. Kuantum mekaniğinin ilk kurbanı, her şeyin maddeden ibaret olduğu ve her şeyin deterministik fizik kanunlarıyla açıklanabileceği anlayışı olmuştur. Kauntum realitesinin su yüzüne çıkmasıyla ve bilimin en sağlam zemini olarak bilinen zaman-mekân anlayışının, atomaltı parçacıkların bir anda çok yerde olması ve aşılamaz olarak bilinen ışık hızından çok daha büyük bir hızla (daha doğrusu zamansız olarak) haberleşmelerinin dikkatli ölçümler ve gözlemlerle teyid edilmesi sonucu çökmesiyle, büyük bir boşluk oluşmuş ve bu boşluk hala doldurulamamıştır. Bir zamanlar her şeyi anladıkları zannedilen önde gelen fizikçiler birden bire hiçbir şeyi anlamaz duruma düşmüşlerdir. Ortaya çıkan yeni fenomeni, paralel kâinatlar gibi kimseyi tatmin etmeyen ütopik teorilerle izah etme gayretleri de fikir jimnastiğinden ileri gidememiştir.

Nuraniyet vasfı, atom altı dünyada her seviyede, atom üstü dünyada ise canlılarda ve bilhassa insanlarda hâkim olan özelliktir.

 

 Kuantum mekaniği aslında zaman ve mekân üstülüğün, yani bir anda çok yerde olmanın ve her yere bir anda gidebilmenin, yani nuraniyetin, inkârı mümkün olmayan bir realite olduğunu kör gözlere bile göstermektedir. Atom üstü dünyada nuraniyeti boğan deterministik Newton kanunları ve dolayısıyla kesafet hâkim iken, atom altı dünyada madde latifleşmekte ve nuraniyet bariz bir tarzda hükmetmeye başlamaktadır. Bu gözlemler ışığında takınılması gereken en objektif yaklaşım, bilim kurumu tarafından nuraniyetin bir fenomen (vakıa) olduğunun itiraf ve ilan edilmesi ve varlıklara sadece maddî objeler olarak değil, maddî ve nuranî objeler olarak bakılmasıdır. Nuraniyet vasfı, atom altı dünyada her seviyede, atom üstü dünyada ise canlılarda ve bilhassa insanlarda hâkim olan özelliktir.

Nuraniyet kavramı ve yarı-nurani bir varlık olan güneş analojisi ile teolojide de aklı zorlayan ve deterministik felsefe ile şartlanmış aklın kabul edemeyeceği birçok mesele kolayca halledilebilmektedir. O yüzden nuraniyet kavramı, hem fen bilimlerinde hem de sosyal bilimlerde olmazsa olmaz bir kavram olarak yerini almalıdır. Bu yola girilirse din ve bilimin birbirine yaklaşacağı ve bu olursa çok kötü şeyler olacağı, şeklindeki yersiz korkular ve asılsız telaşlar da artık terk edilmelidir. İnsanlığın saadeti, insanların hayatında büyük rol oynayan bu iki büyük kurumun eski kırgınlıkları ve birbirini inkârı bırakıp barış yapmalarını ve birbirlerine destek olmalarını gerektirmektedir. Teşekkül edecek olumlu hava, her iki kurumun da gelişimine katkı yapacaktır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 500+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun