Yaratılış konusunda en çok merak edilenler

1 Hz. Havva kaburga kemiğinden mi yaratılmıştır?

Belirtilen ayet-i kerimelerde ifade edilen gerçeklerden birisi de şudur: İnsanlık alemi, aile dediğimiz karşılıklı sevgi ve hürmet esasına dayanan bir müesseseye muhtaçtır. Bunun sağlanması, insanlığın kurtulması anlamına gelir. İşte Hz. Âdem ( a.s )’dan hanımının yaratılması, kudret-i ilahiyenin ayrı bir delilidir. Fakat önemli olan Allah’ın Hz. Âdem (as)'in noksanlığını tamamlayacak ve sıkıntısını giderecek hanımının yaratılmasını haber vermektir.

"Sizi bir tek nefisten yaratan, onunla sükûnet bulsun diye eşini de ondan yaratan Allah'tır. O, eşini kucaklayıp sarılınca (ona yaklaşınca), eşi hafif bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit ikisi birden Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler: 'Eğer bize salih bir evlat verirsen, biz muhakkak şükredenlerden olacağız.'" (A’raf, 7/189)

"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının..." (Nisâ, 4/1)

Bu sure (Nisa suresinde) birçok şer'î hükümleri ve teklifleri kapsamaktadır. Baş tarafında Allah'ın hakları, bütün insanlığın kardeşliği, çocuklara, kadınlara, yetimlere acıma, şefkat gösterme ve haklarının verilmesi, mallarının korunması, evlenme ve miras gibi hususlarla ilgili emirler ve hükümler ile başlamış, sûrenin sonu da bu konularla bitmiştir. Orta kısmında da aile terbiyesinden başlaması lazım gelen temizlik, namaz, cihad, amirlere itaat gibi emirleri ve yükümlülükleri kapsamıştır. Bütün bunlar, insanın yaratılışı ile ilgili ve terbiye esasına dayalı bulunduğundan dolayı sûre: "Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının... " hitabı ile başlamış ve bu konularda kadının ve kadınlığın pek önemli bir yeri bulunmasından dolayı da ilk âyetinden itibaren kadının yaratılışına ve şerefine dikkat çekilmiş, ismine de "Kadınlar Sûresi" denilmiştir.

İnsanlık unvanıyla başlayan bu genel hitap, Bakara sûresinin başındaki ilk genel hitabı hatırlatıyor. O genel hitap günahlardan sakınmak gayesiyle "Rabbinize ibadet ediniz" (Bakara, 2/21) emrini vermiş ve bunu insanların yaratılış delilleri ile aydınlatarak şimdiki zamandan başlangıca doğru götürmüş ve özellikle Hz. Adem (as)'in yaratılış bahsini hatırlatmıştı.

Burada ise bu hitabı doğrudan doğruya günahlardan sakınma emri takip ediyor. Bunu da özellikle kadınların yaratılışı ile beraber yaratılış delili takip ediyor ki; bunda "Ey insanlar! Artık büsbütün sakınma dönemine girmeniz ve aşağıda gelecek tarzda tekliflerin (yükümlülüklerin) zevk ve hikmetinin manevi hazzını anlamanızın sırası geldi ve sakınma konularının en önemlilerinden birisi de kadınlar konusudur." gibi düzgün ve edebî bir anlatım vardır.

Dikkat etmeye değerdir ki, Kur'ân'da "Ey insanlar!.." hitabıyla başlayan iki sûre vardır; birisi bu sûre, diğeri Hacc süresidir. Bu sûre, Kur'ân'ın ilk yarısından dördüncü sûre olduğu gibi, Hacc sûresi de Kur'ân'ın ikinci yarısından dördüncü sûredir. Bu sûrenin başında sakınmanın sebebi, yaratılışın başlangıcına dikkat çekmekle belirtilmiş olduğu gibi, o sûrede de yaratılışın sonu ve dönülecek yerin tanıtılmasıyla belirtilmiş, "Çünkü kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir." (Hacc, 22/1) buyurulmuştur.

Bu şekilde iki sûrenin başları tertipli olarak başlangıç ve dönülüp gidilecek yeri (ahireti) tanıtmış ve bununla her bir sûrede hakim olan şer'î hükümlerin kayıt yönlerini de göstermiştir. Fahreddin er-Razî der ki: "Bu konunun altında bir çok sırlar vardır...”(1) Rabbinizin terbiye ile ilgili emri ve koruması altına giriniz, emrine karşı çıkmaktan sakınıp genellikle asayişe uyunuz, O'nun şiddetli cezasından korununuz. O Rabbiniz ki sizi tek bir candan, bir şahıstan yarattı. Bundan dolayı, aslında hepiniz bir babadan gelme kardeşlersiniz ve hepiniz insansınız ve bir yaratıcının yaratıklarısınız. Bu prensipler üzerinde, hukukla ilgili esasları insanlık gerçeğine ve terbiye esasına dayandırarak kardeşlik haklarına riayet etmeli ve Rabbinizin emrine aykırı hareket etmekten sakınmalısınız. Evet Rabbiniz bir can yarattı ve "O bir candan eşini de yarattı" (Nisa, 4/1). Böyle bir nimet ihsan etti. Biri diğerinin canından kopmuş bir çift meydana getirdi. ...

"... Bütün çiftleri yaratan Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir." (Yasin, 36/36)

Ondan dolayı bu nimet ve gücün değerini ve büyüklüğünü takdir etmeli ve yaratılışın, eşyanın tabiatının eseri değil, eşyanın yaratıcısı olan Allah'ın kuvvetinin eseri olduğunu bilmeli, ona itaat etmeli ve azabından korkmalıdır.

Gözlem ve deneyle biliniyor ki, bir babadan erkek çocuk olabildiği gibi dişi de olabilir. Halbuki yaratıcı kuvvet, eşyanın tabiatında olsaydı; ne topraktan insan meydana çıkabilirdi, ne de bir erkekten bir kız çocuk olabilirdi. Çünkü tabiat, düzenli ve uyumlu demek değil ise hiçbir şey değildir. Halbuki ne erkek dişinin bir uyumu, ne de dişi erkeğin bir uyumudur.

Hiç kimse erkeğe dişi, dişiye erkek diyemez. Bunlar, iki çenekliler gibi bir kökten yarılmış, özellikleri ayrı, vazifeleri birbirini tamamlayıcı değişik tabiatlı bir çifttirler. Ve aynı zamanda bir kökün değişik çeşitleridirler. Bundan dolayı, diğer arızalardan soyutlanarak, yalnız fen ve ilim tabiatı adına düşünen ve konuşan tabiat ilimleri bilginleri de tam olarak itiraf ediyorlar ki; her şeyi sırf tabiata isnad etmek iddiası ile eşyanın çeşitliliğinin sebebini açıklamak mümkün değildir. Ve yaratıcı kuvvet, tabiatın üstünde terbiye ile ilgili bir etki yapan ve eserlerini yaratmak ve seçmekle meydana getiren yüce bir Rabb'dir. O halde tam manasıyla tabiat yoktur. Ve tabiat fikri, ilmî bir prensip olamaz. Çünkü bugün kabul edilen bir tabiat, yarın değişik şekillere girebilir. Ve onun içindir ki, sırf ilmî bir mukayese her zaman için ilmin ölçüsü olamıyor. Olayların meydana gelişi akılları durduruyor.

Çünkü İblis de 

"Ben ondan (Hz. Âdem'den) daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın. Onu ise balçıktan yarattın." (Sâd, 38/76)

diye ateşin tabiatına göre yaptığı mukayese ile aldanmıştır. Gerçekten iş tabiatta olsaydı, akla göre tabiat hiçbir zaman erkekten dişi, dişiden erkek çıkma sonucuna varmazdı. Gerçek durum ise böyle değildir. Bütün insanlığın yaratılışının başlangıcına çıkıldığı zaman ise mesele daha fazla açığa çıkmaktadır. Akıllar, etkinin başlangıç noktasını ne kendilerinde ne de eşyanın tabiatında görmemelidir. Hepsinin üstünde yaratıcı Allah Teâlâ'da görmelidir.

O Yüce Yaratıcı ki bir kişiden eşini de yaratmak şeklinde ilâhî kuvvetini gösterdi ve bu ikisinden bir çok erkekler ve kadınları yeryüzüne yaydı. Ve bugün var olan insanlar böyle meydana geldi. Bundan dolayı hiç yokken topraktan seçmek suretiyle insan yaratan ve o insandan eşini yaratan ve iki insandan, birbirlerinden doğmaları suretiyle erkek dişi birçok çocuklar ve torunlar yaratıp dünyaya yayan Yüce Yaratıcının Hanlığının, bir şahıstan ordular, milletler yetiştirebildiğini bilmeli ve ona göre tam bir iman ile vazifesini yerine getirmeli, Allah yolunda hiç bir fedakarlıktan çekinmemeli ve evlenme kuralına uymakla nüfusun çoğalmasına önem vermeli ve bunların ilâhî bir terbiye ile yetişmesine çok dikkat etmeli ve evlenmeye sevk eden, yaratılıştan gelen meyilleri, kötüye kullanmaktan sakınmalıdır. İşte bu şekilde bu günkü bir kaç insan yarın dünyaları fetheden ve İslâmiyeti yükselten büyük bir ümmet olabilir. Ve ahirette en büyük mutluluğu elde eder. Bu gerçekten dolayıdır ki, Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur:

"Evleniniz ki üreyip çoğalasınız. Çünkü ben kıyamet günü düşük çocuk bile olsa diğer ümmetlere karşı sizinle iftihar ederim."(2)

Bu bir kişiden maksat, Hz. Âdem (as), eşinden maksat da Hz. Havva olduğunda fikir ve görüş birliği vardır. Hz. Âdem (as),

"Şüphesiz Allah Âdem'i ... seçerek âlemlere üstün kıldı." (Âl-i İmran, 3/33).

“... Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra ona 'Ol.' dedi ve o da oluverdi." (Âl-i imran, 3/59)

ayetlerinden anlaşıldığı üzere, topraktan seçilerek yaratılmıştır. Hz. Havva da Âdem (as)'in kendisinden ayrılarak yaratılmıştır. Bu mânâ hadislerde, "Havva, Âdem'in bir kaburga kemiğinden yaratıldı." diye nakledilmiştir ki, bir yarılma mânâsına gelir. Ve bu mânâ eşlik ilişkisinin temeli demektir. Bir sahih hadiste de şöyle buyurulmuştur:

"Kadın bir kaburga kemiği gibidir. Kadın bir kaburga kemiğinden, bir eğri kaburga kemiğinden yaratıldı, onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın, kırılması da boşanmasıdır."(3)

Burada eğri kaburga kemiği, bu yarılmaya işaret etmekle beraber, erkekle kadın arasındaki tabiat uyumsuzluğuna ve kadınların erkekleştirilmeye kalkışılması, onları kırıp atmak demek olduğuna dair uyarıyı içeren bir misaldir. Bundan başka bu kısımlara ayrılmanın, cennetteki yaratılış başlangıcında meydana geldiği de hadislerde yer almıştır.

"Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın..." (Bakara, 2/35; A'raf, 7/19)

âyeti de buna delalet etmekte bulunmuş olduğundan cennetten yeryüzüne atılmaları, yani dünyaya gelişleri, bu dallanmadan sonra demek olur. Bununla birlikte şunu da hatırlatalım ki bir can Âdem (as), eşi de Havva olduğunda şüphe olmamakla âyet bunu genel bir mânâ ile anlatmıştır. Çünkü âyet, bu anlamı, sırf haber olarak değil, Allah'ın kuvvetinin delili olmak üzere şimdiki zamanda bilinen ve görünen yaratılışın meydana gelişini delil göstererek anlattığına göre işin başında şöyle ilmî bir tanıtımı kapsamaktadır:

Görülüyor ki bugün var olan insanların hepsinin yaratılışı önce birer babadan başlıyor. Anneler, aşılamayı babalardan alıyor. Fakat hayret edilecek şey odur ki erkek olan babadan gelen çocuklar hep erkek olmuyor. Bunda tabiatın uyum kuralı vuku bulmuyor. Bilakis erkek cinsinin eşi olan dişi cinsi de tabiata aykırı olarak erkekten yaratılıyor. Ve erkekle dişinin evlenmesinden bu sayede erkek ve kadın bir çok çocuklar meydana geliyor. Ve bu şekilde dünkü bir Âdem, bir müddet sonra büyük bir ailenin, bir kabilenin, bir ırkın babası oluyor, babalar kadınsız çocuk yapamıyorlar. Fakat bu hususta aşılamayı yapan erkek ve alan kadın olmasından dolayı erkek önce, kadın sonra geliyor.

Bundan dolayı erkeklerin kadınlardan dallanması (ayrılması)da beklenilmeyen bir iş olmakla beraber daha önce hepsi erkekten dallanıyor, türemenin başlangıcı erkek oluyor. Şu halde genel olarak erkek cinsi ile, genel olarak kadın cinsi karşılaştırılarak üzerinde düşünüldüğü zaman; insanlığın yaratılışının her kuşağındaki başlangıcına göre erkek birinci, kadın ikinci temel bulunduğundan dolayı, her şeyden önce kadının her zaman erkekten ayrılmış olduğu bir analiz şeklinde meydana çıkıyor. Bundan dolayı şimdiki zamandan başlangıca göz atıldığı zaman, türemenin ikiden dört ve dörtten sekiz gibi bir matematiksel oran takip etmesinden dolayı bugünkü milyarlarca insanların kökü ele alınınca matematiksel bir şekilde sabit olur ki, insanlığın başlangıcı, Adem ve Havva diye anılan bir çifte, yani bir erkekle bir kadına döner. Ve bunlar arasında kök birliğini ifade eden bir nefis ilişkisi vardır. Ve bu ilişkide erkek öncedir, kadın ondan sonradır. Ve bundan dolayı o kadın, erkeğin canından ayrılmıştır, onun ruhundan kopmuştur. Ancak bu dallanmada hayret uyandıran durum, daha fazladır. Çünkü artık zaruri olarak onlardan önce anne ve babaları yoktur ve o kadının o erkekten ayrılması da bir evlat ayrılması gibi değildir.

İki cinsi taşıyan bir kök dalından çatallanan ve ileride birbirleriyle karşılaşmak üzere karşılıklı bir çekim besleyen ve tek bir gayeye hizmet eden değişik özellikli etkileyici ve bu etkiyi kabul edici bir çift küçük yaprakçığın ayrılması gibidir. Bu ise topraktan insanı seçmek gibi bizzat Allah'ın yaratması ile açıklanır. Gösterilen bu delilin tamam olması için, dünyanın sonradan yaratılmış olduğu düşüncesini unutmamak gerekir ki, bu konu daha önce açıklanmıştı. İşte âyet-i kerime, Adem ve Havva'nın yaratılışını haber verirken şimdiki zamandan geçmişe giden böyle bir delil ile sonuca varmayı da kapsayan bir beyan üslubu ile anlatmıştır. Bundan dolayı âyetin mânâsı hem nakle, hem akle dayanır.

"Minhâ" (o nefisten) kaydı ile erkeğin kadından önde bulunduğunu anlatırken aynı zamanda "eşini" ifadesiyle de kadının yaratılışının, erkeği yalnızlıktan ve kısırlıktan kurtaran büyük bir nimet olduğunu ve bu nimetin kötüye kullanılmamasının ve şükrünün yerine getirilmesinin gerekli olduğunu da bildirir. Nitekim bir hadiste Resulullah (s.a.v.), "Dünya bir eşyadır. Ve dünya eşyasının en hayırlısı saliha kadındır.”(4) buyurmuştur.

İnsanlar, bu nimeti kötüye kullanmaya hazır bulunduklarından dolayı ilk önce sakınmaları emredilmiş ve bu sakınma şu şekilde pekiştirilmiştir: " Asım ve Hamza ve Kisâî kırâetlerinde şeddesiz, diğer kırâetlerde şeddeli okunur. Mânâ birdir. Hamza kırâetinde “m” esre, diğerlerinde üstün okunur. Bundan dolayı, bunda iki ayrı tefsir şekli vardır. Birine göre, "Birbirinizden bir şey rica ederken Allah aşkına, Allah için senden şunu rica ederim, diye adına yemin verdiğimiz Allah'a isyan etmekten ve o akrabaların haklarını ve itibarlarını gözetmemekten korkunuz." demektir. Diğeri de "O Allah'a isyan etmekten korkunuz. Öyle ilâhî ve rahmanı bir ahlâk ile hareket ediniz, ki siz o Allah'a ve akrabalara and vererek birbirinizden karşılıklı dilekleşmede bulunursunuz." demek olur. Araplar, akrabalıktan dolayı önemli bir yalvarmada bulunacakları zaman derlermiş ki, "Allah ve akrabalık hakkı için rica ederim." manasınadır. Bu ikinci mânâ her iki kırâete göre de mümkündür. Fakat birinci mânâ, Hamza kırâeti dışındaki diğer kırâetlerdedir. Birincisinde hukuk yönü açıkça, ahlâk yönü kapalı olarak bildirilmiştir. İkincisi de bunun tam aksinedir.

Dipnotlar:

1. Fahrur-Razi- a.g.e.IX,167.
2. Keşfül Hafa, I, 380; Kenzül- Ummal, XVI, No:44442; el- Makasidül Hasane, s. 268 (No: 350)
3. Buhari, Nikah 79; Müslim, Reda 65; Tirmizi, Talak 12; Darimi, Nikah 45; Ahmed b. Hanbel, II / 428, 449, 530, V / 164.
4. Müslim, Reda 64; Nesai, Nikah 15; Ahmed b. Hanbel, II / 168.

2 Evimizde bulunan haşereleri, sivrisinekleri, böcekleri, karıncaları veya diğer hayvanları öldürmenin günahı var mı?

1. Evdeki canlıları öldürmeden dışarı atmanın yollarını arayacağız. Her canlının hayatını korumaya gayret göstereceğiz.

2. Buna rağmen onlara engel olamıyor ve bize zarar veriyorsa onları öldürmak caizdir, haram değildir.

3. Dışarıda bize zararı olmayan hayvanları öldürmek gibi bir anlayış kesinlikle doğru değildir. En azından mekruhtur.

4. Fare gibi zararlı hayvanları evden uzaklaştırmak gerekir. Eğer uzaklaştırmanın bir yolu yoksa, o zaman öldürmenin de bir sakıncası olmaz. Bunun için evde kedi bulundurmak (farelere karşı) en güzel yoldur.

Cenab-ı Hak her mahluku üç esas gaye için yaratmıştır. Bunlar:

1. Allah’ın esmasına ayna olmak ve Allah'ın cemal ve kemalini göstermek.

2. Şuur sahibi olan insan, melek ve cinlerin tefekkürüne bir vasıta olmak.

3. İnsanların ihtiyaçlarına cevap vermek ve kendi hayatını devam ettirip kendine layık ibadeti yapmaktır.

Mahlukat ve mevcudatın yaratılış sebeplerinin en ulvisi ve en büyüğü ve en kudsisi: birinci gaye olan Allah’ın cemal, kemal ve büyüklüğünü yine kendi kutsi nazarına arz etmektir. Bu noktada hiçbir insan olmasa veya onu mütalaa edecek herhangi bir şuur sahibi olmasa veya onları yiyecek bir mahluk olmasa da yine yaratılışlarının ana gayesi yerine gelmiş olur.

Ayrıca mevcudatın yaratılışının ikinci sebebi de şuur sahiplerinin mütalaası konusu çok ehemmiyetlidir. Çünkü Allah, kainatta insanlar başta olmak üzere şuur sahiplerinin tefekkürüne ve mevcudata Allah namına bakmaları hususuna ehemmiyet vermektedir. Bu tefekkürün oluşması için mevcudatı kusursuz derecede mükemmel yaratmıştır. Bu noktanında meydana gelmesi, mevcudatın vazifesini yerine getirme anlamındadır.

Üçüncü gaye ise, iki şıklıdır. Bunlar:

a. Kendine layık bir tarzda Cenab-ı Hakk'a ibadet ve tesbih vazifesini yerine getirmesidir ki, her yaratılan bu vazifeyi hakkıyla yapmaktadır.

b. İnsanların ihtiyaçlarına cevap vermeleridir ki, bu durumda Allah’ın cömert – ud ve seha– ismi okunabilir. Yani ihtiyaçtan fazlasını yaratıp kullarına ikram eden Allah. Her şeyde sadece bir ismi veya sıfatı değil, başka isim veya sıfatları da okumak gerekir.

Sivri sinek ile ilgili ayet ise:

İnsanlar Kur'an'da doğayı incelemeye ve burada yaratılmış olan "ayetleri" görmeye çağrılırlar. Çünkü evrendeki canlı-cansız tüm varlıklar, "yaratılmış" olduklarını gösteren işaretlerle doludur ve kendilerini "yaratanın" güç, bilgi ve sanatını göstermek için vardırlar. Bu mucizevi işaretleri Allah bize asırlar önce insanlara yol gösterici olarak indirdiği Kur'an’da bildirmiştir. İnsan, aklını kullanarak bu işaretleri görmek ve Allah’ı tanımakla sorumludur.

Tüm canlılar böyleyken, bir de Allah'ın özel olarak dikkat çektiği bazı canlılar vardır. Sivrisinek, bunlardan biridir. Allah Kur'an’da bu konuyu şöyle bildirmiştir:

“Şüphesiz Allah, bir (dişi) sivrisineği de ondan üstün olanı da (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkâr edenler ise, ‘Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?’ derler. (Oysa Allah,) Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete erdirir. Ancak O, fasıklardan başkasını saptırmaz.” (Bakara, 2/26)

Ayete göre değersiz ve sıradan bir canlı gibi görülen sivrisinek bile, aslında Allah'ın ayetlerini taşıması bakımından dikkat edilmesi, incelenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir hayvandır. İşte bu nedenle de Allah "sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez."

Sivrisineklerle ilgili olarak genelde bilinen, onların kan emici yaratıklar oldukları ve kanla beslendikleridir. Oysa bu pek de doğru bir bilgi değildir. Çünkü sivrisineklerin tamamı değil sadece dişileri kan emer. Ayrıca dişilerin kan emme sebepleri beslenme ihtiyaçları değildir. Hem dişiler hem de erkeklerin besinleri çiçek özleridir. Dişilerin, erkeklerden farklı olarak kan emmelerinin tek nedeni, taşıdıkları yumurtaların olgunlaşmak için kanda bulunan proteinlere ihtiyaç duymalarıdır. Başka bir deyişle dişi sivrisinek sadece türünün devamını sağlamak için kan emer. Sivrisinek kan emmeye başlamadan önce, vücudunda salgıladığı özel bir sıvıyı soktuğu canlının damarında açtığı deliğin içine bırakmaktadır. Bu sıvı, kandaki pıhtılaşmayı sağlayan enzimi etkisiz hale getirir. Böylece, pıhtılaşma sorunu olmadan, sivrisinek besinine ulaşabilir. Sivrisineğin soktuğu yerde oluşan kaşıntı ve şişmeye neden olan da işte bu pıhtılaşmayı engelleyici sıvıdır.

Küçücük bir sivrisineğin sahip olduğu beslenme, üreme, solunum, kan dolaşımı gibi sistemler düşünüldüğünde, Allah'ın ayetlerinin sınırsızlığı daha iyi anlaşılmaktadır. Allah’ın ayette dikkat çektiği bu canlıdaki kusursuz tasarım, şuurlu ve bilinçli davranışlar bize sivrisineklerin tesadüfen oluşamayacakları gerçeğini açıkça göstermektedir. Onu böyle üstün ve hayranlık verici bir sisteme sahip kılan ise, bütün canlıları yaratan, göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbi olan Yüce Allah’tır.

Bu konuda asrımız alimlerinden Bediüzzaman Said Nursi’nin sinekler hakkındaki yazısını aşağıya. Lütfen dikkatli okuyunuz. Tam bir hikmet dersi değerindedir.

"Büyük bir âyetin küçük bir nüktesidir. Şöyle ki:"

"Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte, hodgâm insanlar, cüz'î tâcizleri için sinekleri itlâf etmek üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istimâl ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhare, o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü'ye dedim: "Bu küçücük kuşlara ilişme; başka yere ser." O da, kemâl-i ciddiyetle, dedi ki: "Bu ip bize lâzımdır; sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun."

"Her ne ise... Bu lâtife münâsebetiyle, seher vaktinde, sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki:"

"Böyle nüshaları çoğalan nevilerin ehemmiyetli vazifeleri ve kıymetleri vardır. Evet, bir kitap, kıymeti nisbetinde nüshaları teksir edilir. Demek, sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki, Fâtır-ı Hakîm, o küçücük kaderî mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş."

"Evet, Kur'ân-ı Hakîmin,

"Cenâb-ı Hakk'tan başka, bütün esbab ve ulûhiyetleri ehl-i dalâlet tarafından dâvâ edilen âliheler içtimâ etse, bir sineği halk edemezler. Yani, sineğin hilkati öyle bir mûcize-i Rabbâniyedir ve bir âyet-i tekvîniyedir ki, bütün esbab toplansa, onun mislini yapamazlar, o âyet-i Rabbâniyeye muâraza edemezler, taklidini yapamazlar." (Hac Sûresi, 22:73)

meâlindeki âyetine ehemmiyetli bir mevzu teşkil eden ve Nemrud'u mağlûp eden; ve Hazret-i Mûsâ (a.s.) onların tâcizlerine karşı müştekiyâne, "Yâ Rab, bu muacciz mahlûkları ne için bu kadar çoğaltmışsın?" deyince, ilhâmen cevap gelmiş ki: "Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: 'Yâ Rab, bu koca kafalı beşer Seni yalnız bir lisân ile zikrediyor. Bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisân ile Sana zikredecek bizim gibi mahlûklar olurlardı."' diye, Hazret-i Mûsâ'nın (a.s.) şekvâsına bin itiraz kuvvetinde hikmet-i hilkatini müdafaa eden sineğin; hem gayet nezâfetperver, her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü, kanatlarını temizleyen bu tâife, elbette mühim bir vazifesi vardır. Hikmet-i beşeriyenin nazarı kàsırdır; daha o vazifeyi ihâta edememiş."

"Evet, Cenâb-ı Hak, nasıl ki deniz yüzünü temizlemek ve her günde milyarlarla vefiyat bulunan hayvânât-ı bahriye cenazelerini toplamak ve deniz yüzünü cenazelerle âlûde, müstekreh manzaradan kurtarmak için, sıhhiye memurları nev'inden gayet muntazam âkilüllâhm bir kısım hayvânâtı halk etmiş. Eğer o bahriye sıhhiye memurları gayet muntazam vazifelerini îfâ etmeseydiler, deniz yüzü ayna gibi parlamayacaktı. Belki hazîn ve elîm bir bulanıklık gösterecekti."

"Hem her günde milyarlarla yabanî hayvanlar ve kuşların cenazelerini toplamakla rû-yi zemini o taaffünattan temizlemek ve zîhayatları o elîm, hazîn manzaralardan kurtarmak için, nezafet ve sıhhiye memurları hükmünde olan kartallar misilli, kerâmetkârâne, gizli ve uzak, beş altı saat mesafeden bir sevk-i Rabbânî ile o cenazenin yerini hisseden, giden ve kaldıran âkilüllâhm kuşları ve vahşî hayvanları halk etmiş. Eğer bu berriye sıhhiyeleri gayet mükemmel, intizamperver ve vazifedar olmasa idiler, zemin yüzü ağlanacak bir şekil alacaktı."

"Evet, âkilüllâhm hayvanların helâl rızıkları, vefat etmiş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler, cezâ görürler. "Boynuzsuz olan hayvanın kısâsı kıyâmette boynuzludan alınır" diye ifade-i hadîsiye gösteriyor ki: (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2: 235) Gerçi cesetleri fenâ bulur; fakat ervahları bâkî kalan hayvânât mâbeyninde dahi, onlara münâsip bir tarzda, dâr-ı bekàda mücâzat ve mükâfatları vardır. Ona binâen, canavarlara sağ hayvanların etleri haramdır, denilebilir."

"Hem küçücük hayvanların cenazelerini ve nimetin küçücük parçalarını ve tanelerini toplamak vazifesiyle karıncaları nezâfet memurları olarak, hem nimet-i İlâhiyenin küçücük parçalarını teleften ve çiğnemekten ve hakàretten ve abesiyetten sıyânet etmekle ve küçücük hayvânâtın cenazelerini toplamakla, sıhhiye memurları gibi tavzif olunmuşlar."

"Aynen onlardan daha mühim, sinekleri dahi, insanın gözüne görünmeyen, hastalıkların mikroplarını ve madde-i semmiyeyi temizlemekle, sinekler muvazzaftırlar. Değil mikropların nâkıleleri, bilâkis, muzır mikropları mass, yani, emmek ve yemekle o mikropları imhâ, o madde-i semmiyeyi istihâleye uğratırlar, çok sârî hastalıkların önünü alırlar. Hem sıhhiye neferleri, hem tanzifat memurları, hem kimyager olduklarına ve geniş bir hikmete mazhar bulunduklarına delil ise, onların gayet kesretidir. Çünkü kıymettar, menfaattar şeyler teksir edilir."

"Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana âit bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak: Çünkü, gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve lâtif vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezâfet gibi vazife-i insâniyeti ihtar eder ve ders veren sineği görüyorsun."

"Hem sineğin bir sınıfı olan arılar, nimetlerin en tatlısı, en lâtifi olan balı sana yedirdikleri gibi, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânda, vahy-i Rabbânîye mazhariyetle serfirâz olduğundan, onları sevmek lâzım gelirken, sinek düşmanlığı, belki insana dâimâ muâvenete dostâne koşan ve her belâsını çeken o hayvânâta düşmanlığı gadirdir, haksızlıktır. Muzırların yalnız zararlarını def için mücâdele olabilir. Meselâ koyunları kurtların tecâvüzünden korumak için onlara mukàbele edilir. Acaba hararet zamanından vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı mevâdd-ı muzırrayı hâmil evridede cereyan eden mülevves kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî haccâmlar olmasınlar mı? Muhtemel..."

"Nefsimle mücâdele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: "Bu mülk senin değil, emânettir." O vakit nefis gurur ve iftihârı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. "Benim malım olmayana ne bakayım? Zâyi olsun, bana ne?" dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emânetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: "Bak." Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu."

"Sinek pisliği, tıp cihetiyle zararı yok bir maddedir ki, bazan tatlı bir şuruptur. Fakat sinek, yediği binler muhtelif muzır maddelerin ve mikropların ve semlerin menşei olmakla, sinekler küçücük istihâle ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri hikmet-i Rabbâniyeden uzak değildir, belki şe'nindendir. Evet, arıdan başka sineklerin bazı tâifeleri var ki, muhtelif ve müteaffin maddeleri yerler, mütemâdiyen pislik yerine katre katre şurup damlatırlar. O semli, müteaffin maddeleri ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifâlı bir şuruba tebdil ederek, bir istihâle makinesi olduklarını ispat ederler. Bu küçücük fertlerin ne kadar büyük bir milleti, bir tâifesi olduğunu göze gösterirler. "Küçüklüğümüze bakma. Tâifemizin azametine bak, 'Sübhânallah' de" diye lisân-ı hal ile söylerler."(Lem'alar, Yirmi Sekizinci Lem'a, Üçüncü Nükte.)

3 Yılanın ayaklarının olduğu ve Allah'ın emrine isyan ettiği için yerde süründüğü gibi bilgiler doğru mu?

Tevrat'a göre kır hayvanlarının en hilekârı olan yılan, Aden'deki bahçede (cennet) yaşamakta olan Havva'ya yaklaşmış, "Allah bilir ki ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak, iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız." diyerek onu yasak ağacın meyvesinden yemeye ikna etmiş, daha sonra Havva yasak meyveden Âdem'e de yedirmiştir. (Tekvîn, 3/1-6).

Kitâb-ı Mukaddesin, "İblis ve şeytan denilen büyük ejder, bütün dünyayı saptıran eski yılan yeryüzüne atıldı ve onun melekleri kendisiyle beraber atıldılar." (Vahiy, 12/9) ifadesinden de anlaşılacağı gibi bu yılanın şeytan olduğu söylenmektedir. Apokrif (doğruluğuna güvenilmez söz ve yazı) kaynaklarda şeytanın yılanın içine girdiği ve Havva'nın yalnız kalmasını gözleyerek, ona yasak ağacın meyvesini yedirdiği nakledilmektedir. (bk. J. B. Frey, DBS, l, 112; [. Pedersen, El2 (Fr.). l, 182),

Başka bir rivayete göre ise semadan kovulan şeytan, o sırada kanatları olan ve konuşabilen yılana Âdem ile Havva'yı iğvâ etmesini öğretir. (bk. J. B. Frey, DBS, l, 125-126),

Kur'ân-ı Kerîm'de yılandan söz edilmemiştir. Bazı İslâm tarihi kitaplarında geçen bu yılan unsuru tamamen İslâm dışı kaynaklara dayanmaktadır.

Kur'an'a göre onları yasak ağaca yaklaşmaya teşvik eden şeytandır. Âdem (as)'e karşı açık bir kıskançlık içinde bulunan şeytan, önce Allah'ın emrine karşı gelerek Âdem (as)'e secde etmemiş (bk. A'râf,  7/11-12), sonra da onu aldatarak günah işlemesine sebep olmuştur.

Şeytanın cennete girişi ve Âdem (as) ile Havva'ya yaklaşması konularında Kur'an ve sahih hadislerde fazla bilgi yoktur.

Konuyla ilgili şu iki açıklamanın faydalı olacağını düşünüyoruz:

1. Hasan Basri Hazretleri demiştir ki: "Yüce Allah'ın vermiş olduğu bir kuvvet ile şeytan yerden göğe veya cennete vesvese ulaştırabilmiştir." Bu manaya göre yılan tabirinin, insan için yılan gibi zehirli bir hayati kuvvetten kinaye olduğu ve bizzat yılanın anlaşılmayacağı söylenebilir.

2. Bazı tefsirciler şöyle der: "Âdem ve Havva, bazen cennetin kapısına yakın gelirler, şeytan da dışardan gözetir, yaklaşırdı; vesvese bu şekilde meydana geldi."

Şeytanın cennetten kovulması, dışarıdan vesvesesini ulaştırmasına engel olmayacağından, bu konuda bir zıtlığın olmayacağı sonucuna varabiliriz.

Her canlı ölümü tadacaktır. Bu bakımdan arının daha önce ölmediği ve insanları iğnesiyle soktuğu için ölüm cezası verildiği gibi bilgiler İslami kaynaklara dayanmamaktadır.

(Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili; Diyanet İslam Ansiklopedisi)

4 İlk yaratılan bitki ve hayvan hangisidir?

İlk yaratılan Peygamberimizin (asm) nurudur. Bu nurdan diğer varlıklar yaratılmış ve en sonunda da insan yaratılmıştır.

Dünya ve içindekilerin yaratılması konusunda Peygamber Efendimiz (asm) şu sırayı bildirmektedir:

"Toprak, dağlar, ağaçlar, hayvanlar, mekruhlar, nur ve Hz. Âdem (as)" [Müslim, Sıfatu'l-Kıyâme 27, (2789).]

"Mekruh"tan maksat, zahire göre şerdir. Bir kısım âlimler ise buna madenler demişlerdir.

Dikkat edersek, eşyanın yaratılışında mantıkî bir sıralama vardır. Sırayla toprak, dağlar, bitkiler, hayvanlar ve en son olarak insan yaratılmıştır. Burada asıl hedefin, yani kâinatı yaratmaktan maksadın insan olduğu görülmektedir. Zîra, bir meyve ağacı meyvesi için dikilir. Meyve ise, ağacın en son mahsulüdür. Çekirdek, filiz, fidan ağaç, yaprak, çiçek safhalarından geçtikten sonra meyveye ulaşılır.

Ayet-i kerimedeki arzın insanlar için bir beşik kılınması (bk. Tâhâ, 20/53) benzetmesini bu hadisin açıkladığını söyleyebiliriz. Zira beşik önceden bebek için, onun büyümesine uygun şekilde hazırlanır.

Dağların yaratılması ağaç ve bitkilere zemin hazırlamıştır. Bitkiler hayvanların yaratılmasına, bitki ve hayvanların varlığı insanların gelmesine zemin hazırlamıştır. İnsan hayatı bunların varlığına bağlıdır. Bazı âlimler, "Allah'ın her şeyi bir anda yaratabilecek güçte olmasına rağmen kademeli olarak yaratmış olması, mahlukatına itinalı ve sağlam adım atma dersini vermek içindir." diye yorumlamışlardır. (Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütübi Sitte 6/383)

Sorunuzda geçen ilk yaratılan hayvanlarla ilgili dini kaynaklarda bir açıklama bulamadık. Ancak ilmi araştırmalara göre bazı tahminler yapılmaktadır:

Bu araştırmalara göre, günümüzden yaklaşık üç milyar yıl öncesine kadar yeryüzünde canlı hiçbir varlığın mevcut olmadığı söyleniyor. Hayatın ilk izlerine ise "Fig-Tree"serisi dediğimiz tortul kayalarda rastlanmıştır. Bunlar, fosil olarak kabul edilen organizmalar olup ortalama 20 mikron çapında çok küçük kürecikler veya lif şeklinde tanelerdir. Fakat hayatın başladığını bize kesin olarak gösteren ilk gerçek fosiller ise, 2 milyar yaşında olduğu kabul edilen "Gunt-flint" bitki fosilleridir. Bu fosil organizmaların morfolojik hususiyetleri, günümüzdeki benzer bitkilerin hemen hemen aynısıdır.

Gerçek hayvan fosili olarak bilinen ilk fosil topluluğu, 700 milyon yıl yaşındaki "Ediacara faunası"dır. 1947 yılında, Güney Avustralya'da Ediacara tepelerinin kum taşlarında denizanasına (meduzlara) benzer yuvarlak organizma izleri bulunmuş, birkaç yıl sonra aynı kum taşları içinde bölmeli solucan izlerine ve tanınamayan diğer bazı organizma artıklarına rastlanmıştır. Yeryüzünde, bitkilerden hemen sonra ortaya çıkan hayvanların cins ve nevlerinde, "çeşit ve fark" olarak, birden bire çok büyük bir artışın olduğu, ilim adamları tarafından belirtilmektedir.

Paleontolojik bilgilere göre, kabaca bazı bitki ve hayvanların yaratılış sırasının şöyle olduğu tahmin ediliyor:

Birinci zaman öncesi olarak adlandırılan "Prekambriyen" (565 milyon yıldan önceki zaman) de, bitkilerden ilk olarak "mavi - yeşil algler"; ayrı bir grup olarak bakteriler ve mantarlar, hayvanlardan ise süngerler, solucanlar, yumuşakçalar, halkalı solucanlar ve eklembacaklılar gibi oldukça kompleks canlılar yaratılmıştır.

5 İlk insan olan Hz. Adem'in yaratılışı da belli bir süreçte mi olmuştur, yoksa bir anda mı yaratılmıştır?

İlk insanın yaratılışında da günümüzdeki yaratılış gibi çeşitli devreler yer alır.

"O`dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." (Secde, 32/7).

Şu ayette de bu çamurun mahiyetinden bahsedilir:

"Andolsun biz insanı kuru bir çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık..." (Hicr, 15/26).

Bu ayet-i kerimelerden, yaratılışın; toprakla başladığını, daha sonra bunun çamur halini aldığını anlamak mümkün. Bu çamur da süzülerek çamur özü hasıl olmuştur.

"Andolsun ki biz insanı çamurdan süzülmüş bir hülasadan (özden) yarattık." (Mü`minun, 23/12).

Daha sonra balçık halini alan bu çamur özünün zamanla değiştiği ifade edilir.

"İblis: `Ben bir salsaldan (kurumuş çamurdan) değişken bir balçıktan (Hamein mesnun) yarattığın insana secde edemem.` dedi." (Hicr, 15/33).

Bazı müfessirler "insanı bir nutfeden yarattık" hükmünün, Hz. Adem (as) için de geçerli olabileceğini ileri sürerler. Onlara göre bu balçıktan nutfe hasıl edilmiştir. (Elmalılı, V / 3058).

Bu safhaya kadar olan gelişmeler, günümüzdeki ceninin ilk dönemine benzerlik gösterir. Midedeki besinlerden spermanın süzülerek çıkarıldığı gibi, çamur da süzülerek çamur özü (sülale) hasıl edilmiştir. Bir müddet bu halde kalan çamur özü, balçık şeklini (Hamein mesnun) almış ve daha sonra katı hale (salsal) sokulmuştur. Bu devreden sonra kuruyan bu balçığa insan şekli verildiğini anlıyoruz.

"... sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: "Adem`e secde edin." dedik..." (Araf, 7/11).

Nuh suresinde ise, gerek ilk insan ve gerekse insan neslinin merhale merhale yaratılışına da işaret edilir:

"Halbuki O, sizi çeşitli merhaleler halinde yarattı." (Nuh, 71/14).

İlk insanın bu safhaya kadar bitki ve hayvanlarda görülen büyüme, gelişme ve farklılaşma kanunlarına tabi olduğu söylenebilir. Artık bundan sonra ceninde olduğu gibi, yeni bir yaratılış safhası başlayacaktır. Yani, ruh bedene gelecektir. Çünkü, insanın terkip ve tesviyesi tamamlanmıştır:

"..sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) yaptık..." (Mü`minun, 23/14).

"Onun (şeklini) düzeltip ona ruhumdan üflediğim zaman kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın." (Sad, 38/72).

Kur'ân-ı Kerim'e göre insanın yaradılışını iki bölümde inceleyebiliriz. Hz. Adem (as)'jn yaratılışı. Anne rahminde insan yavrusunun yaratılışı. Hz. Adem (as)'in yaratılışı diğer insanlardan farklı olsa da belli bir süreçte yaratılmıştır.

Hz. Âdem(a.s.)'in yaratılışına dair Kur'an ayetleri şu mealdedir:

"Hani Rabbin meleklere muhakkak ben yeryüzünde bir halife (bir insan, Adem) yaratacağım." demişti (Bakara, 2/30).

"And olsun biz insanı kuru bir çamurdan, suretlenmîş balçıktan yarattık." (Hicr, 15/26).

"O insanı (Ademi) bardak gibi (çınlayan) kupkuru bir balçıktan yarattı." (Rahman, 55/14)

"Yaratılışta kendileri mi daha kuvvetli yoksa bizim yarattıklarımız mı? Hakikat biz onları cıvık bir çamurdan yarattık." (Saffat, 37/11)

"Ki o, yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı (Âdemi) yaratmaya da çamurdan başlayandır." (Secde, 32/7)

"O, sîzi çamurdan yaratan sonra ölüm zamanını takdir edendir." (Enam, 6/2).

"Sizi (aslınızı) ondan (topraktan) yarattık." (Taha, 20/55)

"Sizi bir topraktan yaratmış olması O'nun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa yayılır) bir beşer oldunuz."
(Rum, 30/20)

Bu âyetler özetlenecek olursa, "Âdem çamurdan yaratılmıştır." (İsra 61, Araf 12, Sad 76, Secde 7),

'Âdem cıvık çamurdan yaratılmıştır." (Saffat, 37/11)

"Âdem çamurdan süzülmüş bir hulâsadan yaratılmıştır."
(Mü’minun, 23/12)

"Âdem kuru çamurdan suretlenmiş balçıktan yaratılmıştır." (Hicr, 15/27, Rahman, 55/4).

Adem (yerden çıkmış varlık) edim (yeryüzü, toprak) anlamında İbranice bir kelimeden gelmektedir, Âdem'in çamurdan, yani toprağın su İle karışımından yaratıldığı, daha açık bîr ifade ile kuru çamurdan şekillenmiş bir balçıktan yaratılıp ilâhi ruhtan üflendikten sonra canlandığı beyan ediliyor:

"Ki o yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı (Âdem'i) yaratmaya çamurdan başlayandır." (Secde, 32/7)

"Sonra onu (Âdem'i) düzeltip tamamladı, içine ruhundan üfürdü, sizin için kulaklar, gözler, gönüller yarattı." (Secde, 32/9)

Elmalılı Hamdi tefsirinde Hz. Âdem (as)'in çamurdan çıkarılan bir hulâsadan, yani önce çamurdan istifa (temiz olanı seçme) ile ayrılan bir hulâsadan yaratıldığını ifade ediyor, adeta insanın anne rahminde bir nutfeden yaratılması gibi, önce çamurdan ayrılan nutfe mahiyetini almış hulâsadan halk edilmiş; sonra ruh verilmiş ve böylece Adem yaratılmış oluyor.

Fahreddin Razi de tefsir-i kebirinde Hz. Âdem (as)'in topraktan seçilmiş bir hulâsadan yaratılmış olduğunu vurguluyor.

İlave bilgi için tıklayınız:

İnsanı insan yapan ruhu olduğuna göre insan bedeni biyolojik bir süreçle yaratılmış olamaz mı? Hz. Adem (a.s) nasıl yaratılmıştır?

6 İnsan niçin yaratılmıştır?

“İnsan niçin yaratılmış?” sorusuna sıkça muhatap oluruz. Böyle bir soruyu kendimize yahut bir başkasına sormamız, bizim için büyük bir İlâhî ihsandır. Şöyle ki:

Bu soruyu güneş kendisine soramadığı gibi, bir başka yıldız da güneşe sorabilmiş değil. Yine bu soruyu bir arı bir başka arıya, yahut bir koyun berikine sormaktan aciz. Demek oluyor ki, bu sorunun cevabını arayan insanoğlu, kendi varlığını istediği sahada kullanma konusunda serbest bırakılmış; bir arayış içinde ve bu konuda bir imtihana tabi tutulmuş.

Bu imtihanı kazanmanın tek yolu, sorunun cevabını bizi yaratandan öğrenmemizdir. Bu noktaya varan insanlar gerçeğin kapısını çalmış olurlar. Ve kendilerine Kur’an lisanıyla, Peygamber (asm) diliyle cevapları verilir.

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

Nur Küllîyatı'nda ibadete “marifet” manası veriliyor. Bu mana üzerinde çoğu tefsir alimlerimiz ittifak etmişler. Namaz, oruç gibi ibadetler ise, bu marifetin neticesidir. Yani, insan nimetin şükür gerektirdiğini idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifeni yerine getirsin.

İnsan, bu kâinatı dolduran İlahi mucizelerin tefekkür ve hayreti icap ettirdiklerini bilecektir ki, tespih ve tekbir vazifesini ifa etsin.

İnsan, başka insanlara merhamet etmesi gerektiğinin şuuruna erecektir ki, zekât ve sadaka verme yolunu tutsun.

Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir.

Nur Külliyatı'ndan bir marifet dersi:

“Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.” (bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Maksat, s. 264)

Rububiyet, terbiye edicilik manasına geliyor. Bütün alemlerin her birinde bu fiil bir başka şekilde, bir başka güzellikte, bir başka mükemmellikte kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha Sûresini okurken, alemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilan etmiş oluruz.

Işıklar alemini de Allah terbiye ediyor, gözler alemini de. Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak biçimde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiririz.

Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak, Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluruz.

Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise ubudiyet içindir. Burada dikkatimizi iki kelime çekiyor; âlâ ve küllîye kelimeleri. Bu iki kelime bize bu vazifeyi yapan daha başka varlıklar da olduğunu haber veriyorlar. Şu var ki, insan ubudiyet vazifeni onlardan daha üstün ve daha küllî bir derecede yapabilecek bir istidada sahip. Sözünü etmek istediğimiz bu varlıklar, meleklerle cinlerdir.

Bir melek, bir meyveyi tefekkür ederken, dünün şekilsiz, renksiz elementlerinin bugün güzel bir varlık haline gelmelerini, sert ağaçtan bu yumuşak meyvelerin çıkmasını hayretle seyreder. Ama o meyvenin tadını, vitaminini, kalorisini düşünemez, tefekkür edemez. Zira, istidadı buna müsait değildir.

İnsana bu noktada bambaşka bir kabiliyet verilmiştir. O, aklıyla, hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda görmediği nice şeyleri hatta geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve feyzi küllîleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin rızklandıklarını, kendisinin de bu İlâhî sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece Allah’ın Rezzak ismini küllî manada tefekkür etme imkanına kavuşur.

Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür. Bütün zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte düşünür ve tefekkürü daha da küllîleşir.

Bütün İlâhî isimlerin tecellileri için benzer şeyler söylenebilir.

Nur Küllîyatı'nda, “İyyake na’büdü / Biz ancak sana ibadet ederiz.” ayetinin açıklaması yapılırken, ayet-i kerimede niçin ben değil de biz denildiğine dikkat çekilir ve böyle denilmekle üç ayrı cemaatin kastedildiği ders verilir. Bunlardan birisi bütün müminler, diğeri vücudumuzda vazife gören ve her biri kendine mahsus bir ibadetle meşgul olan bütün organlar, hücreler, duygular,.., üçüncüsü ise bütün bir varlık âlemi.

Demek oluyor ki insan, bütün varlık alemi namına “İyyake na’budü” diyebilecek bir kabiliyettedir. İşte tek başına da namaz kılsa, ferdiyetten kurtulup bu üç cemaatin ibadetlerini Rabbine takdim eden insan küllî bir ibadet yapmış demektir.

İnsanın bu kâinata meyve olması da böyle bir neticeyi doğurmaktadır. Bir ağacın bütün birimlerini şuurlu farz verseniz, en küllî tefekkürü meyve yapacaktır. Çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil etme, tefekkür etme kabiliyeti bulunacaktır.

Bu küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar kâinat ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve özellikle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm.)’dir.

“Maksad-ı âlâ ve ubudiyet-i küllîye” manalarıyla şu kutsî hadis arasında yakın bir ilgi vardır:

“Sen olmasaydın ben felekleri yaratmazdım.” (bk. Acluni, II, 164; Hakim el Müstedrek, II, 615)

Nur Küllîyatı'nda insanın vazifesiyle ilgili birçok bahis mevcut. Bunların bir özeti olarak birkaç maddeyi takdim etmek isterim:

- Ruhuna bir İlâhî ikram olarak takılan, ilim, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarını bilmeye bir vasıta olarak kullanmak. Kendi ruhundan İlahi sıfatları bilmek için açılan bu marifet pencerelerini iyi değerlendirmek.

- Akıl kuvvetini hikmet dairesinde, şehvet kuvvetini iffet dairesinde, gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak.

- Muhabbetini ancak Allah’a vermek ve mahlukatı da yine Onun namına, Onun isimlerine ayna olmaları, kemaline işaret etmeleri, cemalinden haber vermeleri cihetiyle sevmek.

- “İbadatın bütün enva’ına müstaid bir fıtratta” yaratıldığının şuurunda olup, bütün ibadet çeşitlerinin ayrı ayrı feyizlerinden azami ölçüde nasiplenmeye çalışmak.

- Kendisine verilen “kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirmek.” Böylece bunların her birini kendine mahsus ibadetiyle meşgul etmek.

- Duygularının her biriyle Allah’ın rahmet hazinelerinden birini açmak, ondan güzelce faydalanmak ve küllî şükretmek.

- Aczini ölçü alarak Allah’ın kudretini, fakrına bakaran Onun rahmetini, noksanlıklarını düşünerek Onun kemalini tefekkür etmek. Rabbini sonsuz kemal, rahmet ve kudret sahibi, kendi nefsini ise yine sonsuz aciz, fakir ve noksan bilmek.

- Ruhunu günahlardan, bedenini de her tüllü kirlerden, pisliklerden uzak tutarak İlahi huzura çıkmak.

- Kendini Allah’ın en mükemmel eseri olma cihetiyle meleklerin, ruhanilerin seyrine, temaşasına güzelce sunmak.

İşte insan bu gibi ulvî gayeler için yaratılmıştır. Ama ne yazık ki, bir çok insan, kendini unutmuş ve bu gayelerden gafil olarak sadece dünya hayatını rahat bir şekilde geçirmek için çabalar. Bütün kâinatın ibadetlerini temsil etme kabiliyetine sahip olduğu halde, sadece çevresindeki bir gurup insanın teveccühlerini kazanmayı ve kendisini onlara beğendirmeyi hayatına gaye edinir.

Bir süre sonra kendisi de, o insanlar da dünyadan göçüp gitmekte ve bütün bu gayeler de onun bedeniyle birlikte âdeta toprağa gömülüp kaybolmaktalar.

* * *
Bir doktor, bir hastaya bazı ilaçları mutlaka kullanması gerektiğini söylese, hasta da o doktora, "Bu ilaçları benim kullanmama senin ne ihtiyacın var?" diyebilir mi? Hayır. Çünkü o ilaçlara doktorun değil hastanın ihtiyacı vardır. Bunun gibi ibadetlere de -haşa- Allah'ın değil, bizim ihtiyacımız vardır.

Yeryüzünün tamamını küçücük aynalardan oluşmuş farz edelim. Bu aynaların ışık ve sıcaklığı gökteki güneşten alacakları apaçık bir gerçektir. Gökteki güneşin aynalarda yansımasında, onları ışıklandırmasında bir ihtiyacı olduğu düşünülemez. Yani güneşin aynalarda yansıyıp yansımaması bir ihtiyaçtan dolayı değildir. Yansıma hadisesi olmasa da onun ışığından, sıcaklığından, yedi renginden hiçbir şey eksilmez. Güneş, ışığı ve kütlesi ile ne ise yine odur. Yansıma olayındaki bütün fayda ve menfaat, ancak aynalara aittir. Onlar, karanlıktan kurtulup, ışığa kavuşma hususunda güneşe muhtaçtırlar. Yoksa güneş, onların aydınlığa çıkmalarına muhtaç değildir.

Şimdi yukarıdaki örneği biraz daha geliştirerek güneşi ilim, irade, kuvvet ve hayat sahibi; aynaları da akıl ve şuur sahibi olarak kabul edelim. Şimdi tekrar düşünelim, akıl ve şuur sahibi aynalar, güneşi sevmeleriyle güneşin mükemmelliğine, muhteşemliğine ne katabilirler? Yahut ona isyan ederek onun yüce şanından ne eksiltebilirler? Mesela güneşin bitki ve hayvanlara ışık vermesinde ne faydası olabilir? Yahut vermemesinde, onun için ne eksiklik düşünülebilir? Elbette hem fayda hem de zarar onlara aittir.

Aynen yukarıdaki misaller gibi, Allah'ın varlık âlemini yaratmasında Onun sonsuz kemalinde bir fazlalık olduğu düşünülemez. Mevcudatı yaratmasaydı yine onun kemalinden hiçbir şey eksik olmazdı. Mesela, hadsiz yıldızlarla yaldızlanmış şu gök kubbenin, üzerimizde bir çadır gibi çatılmasında ve yeryüzünün rengârenk çiçeklerle süslenmiş bir halı gibi ayağımızın altına serilmesindeki bütün faydalar bize aittir.

Hak Teâlâ, ne varlıkların yokluktan varlık âlemine çıkmalarına, ne meleklerin onu sena ve methetmelerine, ne de insanların ibadet ve itaatlerine muhtaçtır. Bunlar olsun ya da olmasın, O, zatında hamd ve senaya lâyık, eşi, misali, dengi olmayan bir Allah'tır. Sonsuz zenginlik sahibi, her şey kendisine muhtaç ve o hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın ihtiyaçtan münezzeh olduğunu böylece tespit ettikten sonra, kâinatı niçin yarattığı hususuna bakalım.

Kâinatın yaratılmasındaki en önemli cihet, Allah'ın kendi manevi cemal ve kemalini, yani ilminin eserlerini, kudretinin harikalarını, isimlerinin tecellilerini, zenginliğinin genişliğini, ihsan, şefkat ve merhametinin yansımalarını, varlık aynalarında bizzat kendisinin müşahede etmesidir.

Kâinatın yaratılmasının ikinci ciheti Allah'ın rahmetidir. Rahman ve Rahim olan Allah, insanları ve diğer canlıları yokluk karanlığında bırakmayı dileyebilirdi. Ama Onun o sonsuz rahmeti buna müsaade etmemiş ve bu varlık alemi ve ondaki bu sonsuz canlı alemler varlık sahasına çıkmışlardır.

Kâinatın yaratılışının üçüncü ciheti ise ahiret alemine bakmaktadır. Hadis-i şerifte bildirildiği gibi “Dünya ahiretin tarlasıdır.” Tarlanın yaratılması mahsulleri içindir. Bu fani dünyanın mahsulü ebedi ahiret alemleridir.

Bu üçüncü gayede en büyük pay insan nevine ve o nevin temsilcileri olan peygamberler taifesine ve onların reisi olan Ahir Zaman Peygamberi, bizim peygamberimiz Hz. Muhammede (asm.) aittir. Yani alemler Onun için ve onun tebliğ arkadaşları olan diğer peygamberler için ve bu irşat ve ikaz kafilesinin izinde giden salih ümmetler için yaratılmıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Allah'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?..   

- İbadete İhtiyacı Olan, Biziz!

7 Dünya ne zaman yaratılmıştır ve insan dünyaya ne zaman gelmiştir? Ayet ve hadislerde bu konuda ne denilmektedir?..

İlk yaratılan Peygamberimizin (asm) nurudur. Bu nurdan diğer varlıklar yaratılmış ve en sonunda da insan yaratılmıştır.

Dünya ve içindekilerin yaratılması konusunda Peygamber Efendimiz (asm) şu sırayı bildirmektedir:

"Toprak, dağlar, ağaçlar, hayvanlar, mekruhlar, nur ve Hz. Adem (as)" [Müslim, Sıfatu'l-Kıyâme 27, (2789)].

Mekruhtan maksat, zahire göre şerdir. Bir kısım alimler ise buna madenler demişlerdir.

Dikkat edersek, eşyanın yaratılışında mantıkî bir sıralama vardır. Sırayla toprak, dağlar, bitkiler, hayvanlar ve en son olarak insan yaratılmıştır. Burada asıl hedefin, yani kâinatı yaratmaktan maksadın insan olduğu görülmektedir. Zîra, bir meyve ağacı meyvesi için dikilir. Meyve ise, ağacın en son mahsulüdür. Çekirdek, filiz, fidan ağaç, yaprak, çiçek safhalarından geçtikten sonra meyveye ulaşılır.

Âyet-i kerimedeki "arzın insanlar için bir beşik kılınması" (Tâhâ, 20/53) benzetmesini bu hadisin açıkladığını söyleyebiliriz. Zîra, beşik önceden bebek için, onun büyümesine uygun şekilde hazırlanır.

Dağların yaratılması ağaç ve bitkilere zemin hazırlamıştır. Bitkiler hayvanların yaratılmasına, bitki ve hayvanların varlığı insanların gelmesine zemin hazırlamıştır. İnsan hayatı bunların varlığına bağlıdır.

Bazı âlimler, "Allah'ın her şeyi bir anda yaratabilecek güçte olmasına rağmen kademeli olarak yaratmış olması, mahlukatına itinalı ve sağlam adım atma dersini vermek içindir." diye yorumlamışlardır. (Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütübü Sitte, VI/383)

İlave bilgi için tıklayınız:

İnsanlık tarihi ne zaman başladı?

8 Kadının yaratılışı nasıl olmuştur?

Kur'an-ı Kerim'in açık ifadesiyle ilk insan Hz. Âdem'dir. Cenab-ı Hak onu yaratırken toprak unsurunu tercih etmiş, ondan yaratmış, daha sonra da ruh vermiştir. İlahi hikmet, hem Hz. Âdem'e bir can yoldaşı olması hem de insan nevinin üreyip çoğalması için Havva validemizi yaratmıştır.

Nisa Sûresinin 1. ayet-i kerimesinde bu yaratılış, "O insandan eşini vücuda getirdi." mealindeki cümlesiyle ifade edilir.

Meşhur tefsirlerde bu ayet açıklanırken şöyle denilir: Cenab-ı Hak, Havva'yı Hz. Âdem'in sol kaburga kemiğinden yarattı. O sırada Hz. Âdem'i hafif bir uyku tuttu. Bir müddet sonra uyandığında Hz. Havva'yı gördü. İlk anda şaşırdı, sonra çok sevindi. Kalbi hemen ona ısındı ve aralarında bir ünsiyet ve ülfet meydana geldi.

Bu mesele hadis-i şeriflerde açıkça beyan edilir. Bu hususta rivayet edilen iki hadis-i şerifin meali şöyledir:

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor. Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır: 

"Kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. O, memnun olacağın bir tarzda dosdoğru devam edemez. Eğer ondan faydalanmak istiyorsan, bu eğri hâliyle birlikte faydalanırsın. Tam arzuna göre düzeltmeye kalkarsan onu kırarsın. Onun kırılması da boşanmasıdır."

Hz. Ebû Hüreyre'nin başka bir rivayetinde de Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyururlar:

"Allah'a ve ahiret gününe iman eden, bir meseleye şahit olduğu, gördüğü zaman ya hayır konuşsun veya sussun. Kadınlar hakkında iyilik ve hayır tavsiye ediniz. Çünkü onlar kaburga kemiğinden yaratılmışlardır. Kaburga kemiğinin en eğri tarafı da üst tarafı, uç kısmıdır. Eğer onu doğrultup düzeltmeye kalkışırsanız, onu kırarsınız. Kendi hâlinde bırakırsanız daima eğri kalır. Öyle ise birbirinize, kadınlara iyi davranmayı tavsiye ediniz."(1)

Hadis-i şerif, ilk kadın olması itibariyle Hz. Havva' nın, dolayısıyla bütün kadın sınıfının hem maddi bakımdan yaratılışına hem de huy, karakter, tabiat, mizaç ve bünyesine işaret etmektedir. Hz. Havva ilk kadındı. Cenab-ı Hak onu bir hikmet eseri olarak Hz. Âdem'in bir parçasından yaratmıştı. Daha sonraki bütün kadın ve erkekler bu iki insandan türemiş, çoğalmıştır.

Gerek Hz. Âdem'in yaratılışında, gerekse daha sonra Havva validemizin yaratılışında nasıl bir yaratılış kanunu, hangi hikmete binaen cereyan etmiştir, bilemiyoruz. Bu, kudret-i İlahiyeyi göstermesi yanında, aynı zamanda insan yaratılışına babayı birinci derecede, anneyi de tali, ikinci derecede gösteriyor. Yani çocuğun teşekkülüne sebep olan sperm erkekten geldiğinden, bu durumda baba birinci derecede rol oynamaktadır. Elmalılı merhumun ifadesiyle "Telkihi yapan erkek ve alan kadın olmak haysiyetiyle erkek mukaddem, kadın tali bulunuyor."(2)

Ayrıca ilk erkek olan Hz. Âdem'in, ilk kadın olan Havva'nın yaratılışı tamamen istisnai bir durumdur. Şu noktayı da önemle belirtmek gerekir: Bilim adamlarımızın ifadesine göre insanın her hücresinde, program bazında, bütün organlarının karakterleri mevcuttur. Hangi şey yaratılacaksa ona ait özelliklerin ortaya çıkmasına izin verilir, diğerleri baskı altında tutulur. Buna göre, Hz. Havva'nın yaratılışında kaburga kemiğinden bir hücre, temel olmuş olabilir. Bu hücre bir saç hücresi yahut ciğer hücresi de olabilirdi. İlahi hikmet bunu böylece takdir etmiştir.

Dipnotlar:

(1). Müslim, feda: 59-60.
(2). Hak Dini Kur'an Dili, II/1274.

9 Yedi (7) sayısının hikmeti nedir?

- Önce sorudaki bir iki sehiv konusunu belirtelim: Cennet 7 değil, 8 tabakadır. Kainat 7 değil, 6 günde yaratılmıştır.

- Yedi sayısının bir çok hikmeti olabilir. Ancak -kanaatimizce- en önemli bir hikmeti, onun Cenab- Hakk'ın 7 sıfat-ı subutiyesine işaret eden bir sayı olmasıdır. Bilindiği üzere, Eşari’ye göre, Allah’ın ilim, kudret, kelam, sem’(işitme) Basar (görme), hayat, irade adlı 7 subûtî sıfatı vardır. Bu sıfatlar hem kâinat hem de insanlık âleminin nizam ve intizamına bakar. Teşbihte hata olmasın, güneşin 7 renkli ışığı her tarafta parladığı gibi, Şems-i Ezelînin (Ezelî Güneşin) de yedi sıfatı her tarafta parlayıp durmaktadır. 

- Yedi sayısının bu genel hikmeti yanında daha birçok özel spesifik / bulunduğu yere göre kendini gösteren hikmetleri vardır. Örneğin, Kur’an’ın başlangıç suresi / Fatiha suresinin ayet sayısı 7’dir. Başlamak kelimesinin kök harfleri olan “B-D-E”nin ebced değeri de 7’dir. Ayrıca Kur’an ezelden gelmiş ebede gidecek bir kitaptır. “E-B-D” harflerinin ebced değeri de 7’dir. Ve Kur’an miladî 7. asırda inmiştir...

10 Hz. Adem neden ilk olarak dünyaya değil de cennete gitmiştir?

İnsanın asıl vatanı cennettir. Hz. Adem (a.s) cennette olmakla beraber, Allah onları o haliyle cennette bırakmak için yaratmamış, onları çoğalma ve imtihan vesilesi yapmak gibi büyük bir gaye için yaratmıştı. Bu hikmetten dolayı, onların malum hatayı işlemelerine izin vermiştir.

Allah, asıl vatanın cennet olduğunu, dünyanın ise sadece geçici bir imtihan meydanı olarak yaratıldığını insanlığın Anne ve Babasına bizzat göstermek için, hikmetiyle böyle bir uygulama yapmıştır.

Allah Teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları yaratmıştır.

Bu iki varlıktan başka, hem melekleri geçecek kadar mükemmel, hem de aklı olmayan hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma özelliğindeki insanı yaratmıştır. İşte böyle bir varlığın hangi özellikleri taşıdığının anlaşılması için şeytan yaratılmıştır.

Mesela, altın ve bakırın karışık halden ayrılması için ateşte kaynatılması gibi, insan denen varlığın iyi ve kötü huylarının birbirinden ayrılması, iyi huylu Ebu bekir (ra) ile kötü ruhlu Ebu Cehil'in anlaşılması için Allah şeytanı ateşten yaratmıştır.

Ayrıca ambardaki çekirdeklerin ağaç olması için toprağa atılması gerekiyor. Görünüşte toprak altı karanlık ve sıkıcıdır. Ancak ağaç olmanın yolu oradan geçiyor. Binlerce sene ambarda kalsa ağaç olamıyor.

İşte Allah, cennet ambarında duran babamız Adem Peygamberi (as) dünya tarlasına gönderiyor. Ağaç olarak cennete dönmesi için de şeytan ateşine oturtuyor. İbadet toprağına gömüyor. Böylece ağaç olarak cennete geri dönüyor. Bizim durumumuz da böyledir.

İnsanın aklını meşgul eden ve zihnini yoran hadiselerden birisi de, Hz. Âdem (as)'in cennetten çıkarılışı, dünyaya gönderilişi ve bu hadiseye de şeytanın sebep oluşudur. Bazı kimselerin aklına şöyle bir soru gelmektedir:

“Eğer şeytan olmasaydı, Hz. Âdem cennette kalacak ve biz de orada mı bulunacaktık?”

Bu konunun izahında, Cenab-ı Hakk'ın, Hz. Âdem (as)'i yaratmazdan önce meleklerle olan konuşmasına dikkat edelim. Bakara Suresinde şöyle anlatılmaktadır:

“Hani, Rabbin meleklere, ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi. Onlar, 'Bizler hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?' dediler. Allah da onlara, sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim dedi.” (Bakara, 2/30)

Ayet-i kerimenin mealinde de görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak daha Hz. Âdem (as)'i yaratmadan önce insan nevini yeryüzünde var edeceğini haber vermektedir. Yani insanların cennette değil de, dünyada yaşayacaklarını bildirmektedir. Şeytanın Hz. Âdem (as)'i aldatması, insanın dünyaya gönderilmesine sadece bir sebep olmuştur.

Diğer taraftan, meleklerden farklı olarak insana nefis ve şehevi hisler verilmiştir. Bu hislerin akislerinin görülmesi için insanların dünyaya gönderilmesi, onlara bazı sorumlulukların verilmesi ve bir imtihana tabi tutulması gerekliydi. Ta ki, insan bu imtihan ve tecrübe sonunda ya cennete layık bir kıymet alsın, yahut cehenneme ehil olacak bir vaziyete girsin.

Kur'an'da geçen kelimelerin hangi anlamda kullanıldığı çok önemlidir. Peygamberlerin masum olduğu düşünülürse bunun kesinlikle bilinçli bir isyan olmadığı açıkça anlaşılır. Nitekim bundan önceki ayetlerde olay anlatılırken Hz. Adem (as)'in bu sözü unuttuğu belirtilir:

"Doğrusu bundan önce Âdem'e (bu ağaçtan yeme diye) emrettik, fakat unuttu ve biz onda bir azim (bir kararlılık) bulmadık." (Taha, 20/115)

Demek Hz. Adem (as)'in bu davranışı Allah'ın emrine karşı gelmek gibi bilinçli bir hareket değildir. Bu nedenle ayeti bizim anladığımız isyan olarak değil şöyle anlamak mümkündür:

"Bunun üzerine ikisi de o ağaçtan yediler. Hemen ayıp yerleri kendilerine açılıp görünüverdi. Ve üzerlerine cennet yaprağından örtüp yamamaya başladılar. Âdem Rabbinin emrinden çıktı da şaşırdı." (Taha, 20/121)

Peygamberler Günah İşlemez

Günahlar, büyük ve küçük olmak üzere iki kısımdır. Büyük günahların başlıcaları şunlardır: Adam öldürme, zina, içki içme, ana babaya karşı gelme, kumar, yalancı şahitlik, dine zarar verecek bid'atlara taraftar olmak.1

Bütün peygamberler gerek peygamberliklerinden önce, gerekse peygamberliklerinden sonra hiçbir şekilde büyük günah işlememişlerdir.

Ancak, bazı peygamberler hata yoluyla, unutmak veya daha iyiyi terk etmek suretiyle bizim bildiğimiz şeklin dışında "zelle" denen bazı hatalar işlemişlerdir.2 Hz. Adem (as)'in cennette iken yasak ağacın meyvelerinden yemesi zelleye misal olarak verilebilir. Hz. Âdem (as), yasak meyvelerden yemekle bizim bildiğimiz mânâda bir günah işlememiş, daha iyi olanı terk etmiştir. Neticede de, bu hatalarından dolayı cennet nimetlerinden mahrum kaldılar. Cennette günah ve sevap mefhumunun olmaması bu günahın, bilinenden başka bir şeklinin olduğu da anlaşılır.

Cennet nimetlerinden birisi de orada "tuvalete gitme" gibi bir ihtiyacın mevcut olmadığıdır.3 Cennette yenip içilen şeylerin artıkları olmadığından Hz. Âdem (as) ve Havva, cennette büyük ve küçük abdest yapmıyorlardı. Avret mahalleri elbise veya bir nurla kendilerinden gizlenmişti.4 Yasak ağacın meyvelerinden yemeleri avret yerlerinin açılmasına, küçük ve büyük abdest gibi eza verecek şeylere sebep olacağı için Cenab-ı Hak o ağaçtan yemelerini men etmişti.5 Nitekim, yasak ağacın meyvelerini yedikleri anda, daha önce hiç görmedikleri avret yerleri açılıverdi. O yerlerin açılması uygun olmadığı için yaprakla örtünmeye başladılar.6

Hz. Âdem (as)'in yasak ağacın meyvesinden yiyerek cennetten çıkarılmasında kaderin hissesini unutmamak gerekir. Çünkü, Cenab-ı Hakk'an insanı yaratmasındaki hikmet ve maksadın gerçekleşmesi, ancak Hz. Âdem (as) ve Havva'nın cennetten yeryüzüne inmesiyle mümkün olmuştur. Ebu'l-Hasen-i Şâzelî, Hz. Âdem (as)'in zellesi hakkında şöyle der:

"Ne hikmetli bir günah ki, kıyamete kadar gelecek insanlara tövbönin meşru kılınmasına sebep olmuştur."7

Dipnotlar:

1. Barla Lahikası, s. 179.
2. Muvazzah ilm-i Kelâm, s.184; Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.154; Risale-i Hamidiye, s. 491.
3. Müslim, Cennet: 15.
4. Tefsîr-i Kebir , 14:49; Hak Dini Kur'ân Dili, II/2140.
5. Hülasatü'l-Beyan, II/4748.
6. A'raf Sûresi, 22.
7. Risale-i Hamidiye, s. 611.

11 Yoktan yaratmayı kabul etmeyenlere nasıl cevap vermemiz gerekiyor?

Yaratma iki şekilde oluyor. Biri ibda yani vasıtasız, doğrudan doğruya yaratma, diğeri ise inşa yoluyla yani mevcut varlıklardan bir yenisini süzme, sebepler yoluyla yeni bir şey vücuda getirme şeklinde. Bunların her ikisinin de en güzel misali kendi varlığımızda bulunuyor. Ruhumuz ibdaya, bedenimiz inşaya misal. Ruh bir başka şey kullanılarak, vasıtalı olarak değil doğrudan yaratılıyor. Beden ise bu kainattan süzülen gıdaların baba ve anne denilen iki ayrı fabrikadan süzülmeleriyle yaratılıyor. Her ikisi de Allah’ın ayrı birer mucizesidir ve ayrı isimlerini ilan ederler.

Çevremizde gördüğümüz varlıkların bedenleri hep inşa yoluyla yaratıldığından ve biz ruhlar alemini, melekler aleminin göremediğimizden, bazıları yanlış bir mantıkla, yaratmayı sadece inşaya inhisar ettiriyorlar ve yoktan yaratmayı inkâr ediyorlar.

“Yok var olmaz, var olan da yok olmaz.” sözü bir yönüyle doğru, diğer yönüyle yanlış. Bu sözü, maddeye ezeliyet isnat ederek yaratılışı inkâr maksadıyla söyleyenlere elbette katılmak mümkün değil. Doğru olan tarafı şu: Bugün gördüğümüz hiçbir varlık, yokluktan meydana gelmemiştir. Zira, varlık yokluğun zıddıdır. Bir şeyin kendi zıddına inkılap etmesi ise imkânsız. Kaldı ki, “yok var olur” dediğinizde, “yok” diye bir şeyin varlığını kabul etmiş olursunuz. Bu ise bir tezattır. O hâlde gerçeği şöylece ifade edebiliriz: Yok diye bir şey mevcut değildir. Görünen ve görünmeyen bütün âlemler, “yokluktan” değil, “yok iken” var edilmiş, varlık sahasına çıkarılmışlardır.

Cenâb-ı Hak, iman için, ibadet ve marifet için yarattığı insana, nice hakikatleri anlamanın da ölçülerini lütfetmiş. Bu, var olma olayının da en güzel bir misalini insan ruhunda buluruz: Bir cümleyi zihninizde kurup şekillendirdiğinizde, o cümle o anda sizin için varlık sahasına girmiştir. O artık yok değildir. Ama aynı cümle sizin dışınızdaki kimseler için yoktur. Ancak onu yazdığınızda yahut söylediğinizde cümle, başkaları için de varlık sahasına çıkmış ve kabul edilmiş olur. Siz o cümleyi zihninizde kurmadan önce böyle bir cümle yoktu, ama yoklukta değildi. Siz onu yokluk denilen bir âlemden tutup da meydana çıkarmış değilsiniz.

Yokluk hiçbir varlığın tarlası değil, tezgâhı değil, yahut hammaddesi değil. Gördüğümüz bütün şu varlık âlemi de yok iken yaratılmıştır, ama yokluktan yaratılmamıştır. Her varlığın şu harika nizamı, intizamı, hikmeti, faydası onun mükemmel bir plândan, yâni kaderden geldiğini açıkça ders verdiğine göre, ilâhî ilimde takdir edilen bir varlık mutlak yoklukta değildi. Ama biz o varlığı ancak yaratıldığı zaman görebiliyor ve ona ancak o zaman “var” diyebiliyoruz. Bu varlık, dünya sayfasından silindiği zaman da bizim için yok oluyor, ama yokluğa gitmiyor.

Yokluktan gelme olmadığı gibi, bunun bir sonucu olarak yokluğa gitme de yoktur. O hâlde, “Var olan yok olmaz.” sözü ancak, “Bu dünyadan giden varlıklar mutlak yokluğa düşmezler, Allah’ın ilminde varlıklarını sürdürürler.” manasında doğrudur.

Nur Külliyat'ından konumuza ışık tutan bir ders:

“Adem-i mutlak zaten yoktur, çünkü bir ilm-i muhit var. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmiye perde olmuş bir unvandır. Hatta bu mevcudat-ı ilmiyeye bazı ehl-i tahkik ayan-ı sabite tabir etmişler.” (bk. Mektubat, On Beşinci Mektup) 

Ayan-ı sabite, “eşyanın ezelden beri ilm-i ilâhîde sabit olan hakikatleri” şeklinde tarif ediliyor. Bunun bir diğer ismi de “mahiyet.”

Cenab-ı Hakk’ın zâtı birdir, ama isimleri yüzlerce, binlercedir. Hatta bazı zâtlara göre ilâhî isimler sonsuzdur. İşte bu isimler arasındaki farklılık, onların tecelli ettiği varlıkların da farklı mahiyette olmalarını zorunlu kılmıştır.

Bu ifadede bir kademe atlamış bulunuyoruz. İlâhî isimlerdeki farklılıklar, farklılığını netice verir, mahiyetlerin farklılığı da mahlûkatın farklılığını. İlim dairesindeki eşyanın yani mahiyetlerin müstakil bir varlıkları yoktur. İlim dairesindeki taş sert olmadığı gibi, insan da hayat sahibi değildir.

Allah’ın ezelî ilmindeki varlıklar, ancak yaratıldıklarında kendilerine bu âleme mahsus sıfatlar takılır. Bütün eşya, henüz yaratılmadan Allah’ın ezelî ilminde mevcuttur. Zamandan münezzeh olan Allah, eşya hakkında sonradan bilgi edinmekten münezzehtir.

“Eşya zevâl ve ademe gitmiyor, belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyorlar.” cümlesinde, “Eşya yokluk ve hiçlikten gelmiyorlar, belki ilim dairesinden kudret dairesine geçiyorlar.” hükmü de saklıdır. Zira, yokluğa gitmeyen yokluktan da gelmiyor demektir.

O halde, “Var yok olmaz, yok var olmaz.” sözünü söyleyenler, varlığı sadece madde âlemi olarak görmekle hataya düşmüşler, bu âlemin temel unsurlarının sabit kalmasını bir ilâhî nizam olarak değerlendirmek yerine, maddeye ezeliyet vermiş ve her şeyi maddenin yaptığını iddia etmekle hakikatten sapmış, hidayetten uzaklaşmışlardır. Ama bu cümleyi, “İlâhî ilimde mahiyetleri tahakkuk eden varlıkların bu âleme gelmeleri mutlak yokluktan değildir, bu dünyadan göçmeleri de yokluğa gitme değildir.” manasında kullansalardı, gerçeği ifade etmiş olurlardı.

12 Allah kusursuz yaratandır, ancak neden özürlü ve sakat insanlar yaratıyor?

Bu soruya iki şekilde cevap vermek mümkündür:

1. Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse ona karışamaz ve onun îcâdına müdâhale edemez. Senin zerratını yaratan, terkibini düzenleyip insanî hüviyeti bahşeden Allah'tır (c.c). Sen bunları sana lûtfeden Allah'a daha evvel bir şey vermemişsin ki, onun karşısında bir hak iddia edebilesin!..

Eğer sen, sana verilenler mukâbilinde Allah'a bir şey vermiş olsaydın, "Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!" gibi iddialarda bulunmaya; "Niye iki tane değil de bir ayak verdin?" diye itiraz etmeye belki hakkın olurdu. Halbuki sen Allah'a (c.c) bir şey vermemişsin ki -hâşâ ve kellâ- ona adaletsizlik isnadında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin ona karşı ne hakkın var ki yerine getirilmedi de haksızlık irtikap edildi!..

Allah Teâlâ Hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş: hem de insan olarak... Dikkat etsen; senden çok daha aşağı yaratılan birçok mahlûkat var ki, pekâlâ onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin.

2. Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini kendisine çevirtip, o insanın duygularına inkişaf verirse, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki zâhiren olmasa bile, hakikatte bu ona, Allah'ın lûtfunun ifâdesidir. Tıpkı şehit edip cenneti vermesi gibi...

Bir insan, muharebede şehit olur. Bu şehâdetle Mahkeme-i Kübrâ ve Allah'ın huzurunda, sıddîklerın, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları "Keşke Allah bize de harp meydanında şehâdet nasip etseydi!.." derler. Binâenaleyh, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür.

Çok nâdir olarak, bazı kimseler, bu mevzûda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile inhiraf etseler bile, pek çok kimselerde bu kabil eksiklikler, daha fazla, Allah'a teveccühe vesile olmuştur. Bu itibarla bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının serrişte edilmesi yerinde değildir. Bu mevzûda esas olan, ebede namzet insanların ruhlarında o âleme âit iştiyâkı uyarmaktır.

"Her işte hikmeti vardır,
Abes fiil işlemez Allah..."
(Erzurumlu İ. Hakkı Hazretleri)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kur'an'da her şeyin mükemmel olduğu söyleniyor. Gerçekten her şey en güzel ve ...

13 Dünyada yaratılan ilk varlıklar neydi? Hz. Adem (as)'den önce yaratılan insanlar var mıydı?

Allah ilk olarak Nur-u Muhammedi (sav)'yi yaratmıştır. Ondan da diğer varlıkları yaratmıştır. Yer Küre üzerinde ise ilk olarak bitkiler sonra da hayvanlar yaratılmıştır.

İnsanlığın babası Adem aleyhisselamdır. Bu nedenle ondan önce başka insanların olduğunu kabul etmek bu konudaki ayetlere aykırı hüküm vermek anlamıan gelir.

İnsanlardan önce bu dünyada cinlerin yaşadığına dair rivayetler vardır. Nitekim şu ayette geçen "halife" tabiri Adem aleyhisselamdan önce şuurlu varlığın olduğunu gösterir:

"Düşün o zamanı ki, Rabb'in melaikeye hitaben: "Ben yerde bir halifeyi yaratacağım!" dedi. Melaike de: "Yerde fesad yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın! Halbuki biz, hamdinle seni tesbih ve takdis ediyoruz." dediler. Rabb'in de: "Sizin bilmediğinizi ben biliyorum!" diye onlara cevap verdi." (Bakara, 2/30)

“Halifetun - Halife”: Bu tabir, yer kürenin insanların hayatına elverişli şartları taşımazdan evvel burada şuurlu bir varlığın, mahlukun bulunmuş olduğuna ve o varlığın hayatına o zamandaki yer kürenin vaziyetleri muvafık ve müsaid bulunduğuna işarettir. O şuurlu varlıklar ise cinlerdir. Ayrıca

"Ben cinleri ve insanları, yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56)

ayetinde cinler önce geçmektedir. Bu da cinlerin insanlardan önce yaratılıdğına bir işarettir.

14 Kalû belâ ve misak hakkında bilgi verir misiniz?

Bizler bundan önce dünya hayatı yaşamadık, bu İslam inancına terstir. Ama ruhlar dünyaya gelmeden önce yaratıldığı için, ruhlar aleminde yaşamıştır.

MİSAK: “Anlaşma. Sözleşme. Güçlendirme.”

MİSAK-I EZELÎ: “Cenâb-ı Hakk’ın ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ sorusuna, ruhların ‘Evet, sen bizim Rabbimizsin.’ diye cevap vermeleri.”

Misak; “güçlendirme, anlaşma, sözleşme,” gibi manalara geliyor. Ve “Misak-i Ezelî,” Cenab-ı Hakk’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, ruhların “Evet, sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vermeleriyle tahakkuk etmiş oluyor.

Misakla ilgili âyet-i kerimede şöyle buyurulur:

“Hem de Rabbin, âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da, onları kendi nefislerine şahit tutarak ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (dedi). Onlar da, ’Evet Rabbimizsin, şahit olduk' dediler.” (A’raf, 7/172)

Tefsir âlimleri, âyet-i kerimede geçen, “Âdemoğulları” ve “bellerindeki zürriyetleri” ifadelerinden hareketle, her fert için müstakil bir misakın söz konusu olduğunu beyan etmişlerdir.

Müfessirlerin bir kısmı, misakın başlangıcını “insanın baba sülbündeki ilk teşekkülü” olarak kabul ederler. Bir diğer gurup ise misak başlangıcının “büluğ çağına giriş” olduğunu söylerler. Her iki görüş sahipleri de azınlıkta kalırlar ve büyük çoğunluk, “misakın ana rahminde başladığını ve orada icra edilen İlâhî terbiyenin belli bir safhasında, bedene ruh ilka edildiğini, malûm soru ve cevabın işte bu safhada gerçekleştiğini” ifade ederler.

Allah’ın zamandan münezzeh olduğu dikkate alındığında, bu manayı kavramak kolay olur. Değişik zamanlarda yaratılan insanlar, birbirlerine göre önce ve sonra gelmiş olsalar bile, Allah’ın ezelî ilminde hepsi hazırdırlar ve bu soruya birlikte muhatap olmuşlardır.

Ezel konusunda, Nur Külliyatı'ndan Kader Risalesinde yer alan, şu tespiti, bu vesileyle, aktarmak isterim

“Ezel; mazi silsilesinin bir ucu değil... Ezel; mazi ve hâl ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir.” (Sözler, Yirmi Altıncı Söz)

O halde misak-ı ezelî denilince, belli bir zaman diliminde yapılan anlaşma değil, ezelî olan Allah’a verilen söz anlaşılmalıdır.

Bazı müfessirler, misakın “temsil” ve “istiare” yoluyla bir İlâhî irşat olduğunu söyleyerek şöyle derler:

“Bu bir benzetmedir. İnsanların, Allah’ın Rububiyetini tanımaya muktedir bir kabiliyette yaratılmış olmaları, bir bakıma, şahit tutulmaları olarak değerlendirilmiştir.”

Tefsir âlimlerinin büyük çoğunluğu ise, hem İlâhî hitabın, hem de ruhun verdiği cevabın sembolik değil, hakiki olduğu görüşündedirler. Bu görüşü son asrın müfessirlerinden Mehmed Vehbi Efendi şöyle dile getirir:

“Akıl ve hayat vermeksizin lisan-ı hâlle cevap vermek ihtimalleri varsa da, esah olan (daha doğru olanı), akıl, hayat ve nutuk verdi, halikiyetine ve rububiyetine delalet edecek delilleri gösterdi... Onlar da suali fehmedip (anlayıp), akılları idrak ederek lisanlarıyla söylemek suretiyle cevap verdiler.”

Konunun tahliline girmeden önce, bir noktayı önemle belirtmek isterim:

Misak hâdisesi âyetle sabittir. Bir insan, misakın gerçek manada tahakkuk ettiğine akıl erdiremiyorsa, azınlıkta kalan âlimlerin görüşünü benimseyerek, bunun bir teşbih ve temsil olduğunu kabul edebilir. Böylece kendisini şeytanın vesveselerinden kurtarmış ve nefsinin ileri-geri konuşmalarına fırsat vermemiş olur. Âyetin inkârı başka, tevil ve tefsirlerden birini uygun bularak, diğerini kabul etmemek daha başkadır.

Şekli ve mahiyeti ne olursa olsun, İlâhî Ferman'ın haber verdiği bu misaktan alacağımız en önemli ders şu olsa gerek:

“İnsanı Allah terbiye etmiştir. Bedenindeki her organı, her hücreyi ve ruhundaki her duyguyu, her hissi terbiye eden odur. Ve insan, buna inanmakla ve bu inancını yaşamakla yükümlüdür.”

Gerçek şu ki, insan, böyle bir misaka muhatap olacak bir yaratılışa sahiptir; fıtratı, kabiliyeti, istidadı buna müsaittir. Bu konuda, Nur Külliyatı'ndan birkaç tespiti takdim etmek isterim:

“Fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır.” (Lem’alar, On Birinci Lem'a)

Böyle bir fıtratla dünyaya ayak basan insan, çevresinin sonsuz güzelliklerle, harika sanat mucizeleriyle ve nihayetsiz nimetlerle kuşatılmış olduğunu görür. İşte bu tablo, onun vicdanına iman yolunu gösterir.

“Kalbin ihtiyacat saikasıyla âlemin enva’ıyla, eczasıyla pek çok alâkaları vardır. Esma-i hüsnanın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düşmanları vardır. Ancak, Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakikî ile itminan edebilir.” (Mesnevî-i Nuriye, Habbe)

“Her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm’in barigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.” (Sözler, Otuz Üçüncü Söz)

Her vicdan, insana, “sonsuz derecede aciz ve fakir olduğunu” durmadan hatırlatır. Gözünden güneşe, saçından meyveye kadar her şeye muhtaç olan ve bunların hiçbirini yapacak güce sahip bulunmayan insanoğluna, vicdanı şu dersi verir:

“Bütün bu işleri yapan sonsuz bir rahmet ve kudret sahibi var. Bütün ihtiyaçların için Ondan medet dilemeli ve güç yetiremediğin her hâdise için de ancak Ona sığınmalı, Ona güvenmelisin.”

Demek ki, insan için asıl ve önemli olan, misak-ı ezelîyi hatırlaması değil, yaratılışına bu kabiliyetin konulmuş bulunmasıdır. Allah Resûlü (a.s.m.) şu hadis-i şerifleriyle bu gerçeği çok net biçimde ortaya koymuş bulunuyor:

“Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzere dünyaya gelir.”(Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5)

İşte bu dünyaya o temiz fıtratla gelen insan, vicdanının sesine kulak vererek ve aklını doğru kullanarak İlâhî bir terbiyeden geçtiğinin şuuruna erer ve Rabbine ibadet eder.

Nur Külliyatı'ndan harika bir tespit:

“Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir.” (Sözler, Yirminci Söz)

Bu cümlede misakın manasını ve hakikatini görür gibi oluruz. Demek ki, biz Rabbimizin Rububiyetine, yani bizi terbiye etmesine karşılık, Ona kulluk yapmakla görevliyiz. Bu kulluğun gereği, madde ve mana âlemimizin tümünü Rabbimizin razı olduğu biçimde şekillendirmemiz, Onun emir ve yasaklarına göre tanzim etmemizdir.

Konunun bir başka yönü:

Misakı hatırlasın veya hatırlaması, insanın fıtratı, istidat ve kabiliyeti onu sorumlu kılmaya yeter. Nitekim, itikat imamlarımızdan Maturudî Hazretleri, “ıssız bir yerde kendisine hiç tebliğ ulaşmamış bir insanın da Allah’a imanla mükellef olduğunu,” söylerken bu fıtratı esas alır. Diğer itikat imamımız Eşari Hazretleri de aynı görüştedir. Ancak buyururlar ki, “Böyle bir insan, Rabbinin Allah olduğunu bilemeyebilir. Bir yaratıcısı olduğunu tasdik etse de herhangi bir varlığa tapsa yine ehl-i necattır, kurtulur.”

Üzerinde önemle durulması gereken bir başka husus:

Tefsir âlimlerimiz ruhlara yapılan bu hitabın “kelamî” olmadığında, yani Kur’an ve diğer semavî kitaplarda olduğu gibi bir hitap olmadığında ittifak etmişlerdir. Elmalılı Hamdi Efendi, bunun, meleklere verilen emirler gibi olduğunu ve “kelam-ı lâfzi” ile olmadığını vurgular ve şöyle buyurur:

“Bunda (da) mana-yı marufiyle (bizim anladığımız manada) bir işhad (şahit tutmak) ve sual ü cevap, hakiki manasıyla bir mukavele düşünmek lazım değildir.”

Buna göre, ruhlara sorulan mezkûr soru, harfsiz ve kelimesiz bir hitaptır; ilham şeklindedir.

Cenab-ı Hak, Şems sûresinde, Güneşten başlayarak birtakım mahlûklarına kasem eder. Bunlardan birisi de “nefistir.” Ve âyette, mealen, şöyle buyurulur:

“Nefse (kişiye) ve onu şekillendirene, sonra da ona kötülüğü ve takvayı ilham edene (andolsun ki,..)”

Bu âyette, insan vicdanına iyi ile kötüyü birbirinden ayırma kabiliyetinin konulduğu beyan buyurulmuş, ona bu kabiliyetin verilmesi ise “ilham” olarak ifade edilmiştir. İşte “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusu da böyle bir ilham olarak tahakkuk etmiştir.
Nitekim, Nahl sûresinde de, şöyle buyrulur:

“Rabbin bal arısına da dağlardan, ağaçlardan ve kovanlardan evler edinmesini vahy etti (ilham etti).”(Nahl, 16/68)

Akıl nimetinden mahrum olan arı ruhu, aldığı bu ilhama “fiilen” cevap vermiş ve evler edinmiştir. Akıl sahibi olan ve konuşma sıfatına mâlik bulunan insan ruhu ise kendisine, yine ilhamla sorulan mezkur soruya, “kelam” ile cevap vermiştir. Ama bu konuşma, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bizim anladığımız manada, sesli, harfli, heceli bir konuşma değildir. Zaten o anda, beden tam teşekkül etmiş de değildir. O halde, bu konuşmayı ruhun kelamı olarak anlamamız gerekir.

Biz bu hitabın ve cevabın mahiyetini bilmekten aciziz ve bundan sorumlu da değiliz. Ancak bazı itirazcı nefisler için şu kadarını söylemek isterim:

Sadık rüyada, bir müminin kalbine ulvî bir mana akıtılır. Ve rüyasında o mana istikametinde hareket etmeye karar verir. Sabahleyin uyandığında, Rabbinin onunla ilham yoluyla konuştuğunu anlar ve kalbine ilka edilen mananın gereğini yerine getirmeye başlar. Rüyada Rabbinin onunla konuşması ve kendisinin de o ilhama göre hareket etmeye karar vermesi, uyanık âlemdeki konuşmalara ve kararlara hiç mi hiç benzemez. Zaten, uyanık âlemle rüya arasındaki farklılık da bunu gerektirir. Öyle ise, bu dünyadaki konuşmaları ölçü tutarak, ana rahmine henüz ilka edilmiş bir ruha yapılan tebliği ve onun verdiği cevabı anlamaya kalkışmamız, bizi sadece yorar ve daha kötüsü, nice bâtıl hayallere götürür. Başta da belirttiğimiz gibi, bu misakta esas olan, insanın İlâhî bir terbiyeden geçtiğinin kendisine bildirilmiş olması, onun da bunu tasdik etmesidir.

Bakıyorum da, insanoğlu terbiyenin bir yönü üzerinde dikkatle duruyor, o konuda bir isyanı göze çarpmıyor. Şöyle ki:

Göz, bir terbiyeden geçerek görür hale gelmiş. İnsan bunun farkında ve gözünü sadece görme işinde kullanıyor; başka şeylere sokup kör etmiyor.

El, tutacak biçimde terbiye görmüş, ayak da yürüyecek şekilde. İnsanoğlu da bu terbiyenin hakkını tam veriyor, ayağıyla tutmaya, eliyle yürümeye kalkışmıyor.
Bütün organlarını, aynı şekilde yerli yerince kullanıyor.

Ruhu hakkında da, belli bir ölçüde, aynı şeyi yapıyor. Bir şeyi anlamak istiyorsa aklını yoruyor, hatırlamak istiyorsa hafızasını kurcalıyor. Sevgi, korku, endişe, merak gibi binlerce hissini hep yerli yerince kullanıyor. Yani, severken korku hissini, endişe ederken de sevgi hissini kullanmıyor. Bu haliyle, misakın bir yönünü yerine getirmiş oluyor: “Beni ruhumla ve bedenimle en güzel şekilde terbiye eden sensin. Ben de senin terbiye ettiğin organlarımı ve duygularımı vazifelerinde kullanıyorum.”

Bunlar güzel şeyler ve bunlara bir dediğimiz yok. Şu var ki, bu kâinatı ve içindeki varlıkları bizim için ve bize göre yaratan Rabbimiz, ruhumuzun terakkisi ve ebedî saadete ermesi için de birtakım kanunlar koymuş ve bu kanunlara uyup uymamakta bizi serbest bırakmış.

İşte misak-i ezelî gereği, bu emir ve yasaklara da harfiyen uymak durumundayız. Bunları, “iman, salih amel, takva ve güzel ahlâk” şeklinde özetleyebiliriz.

Misak konusunda iki ayrı soruya muhatap oluyoruz. Birincisi “Bu misakı niçin hatırlamıyoruz?”, diğeri ise “Bu hatırlamayış bizi sorumluluktan kurtarmaz mı?”
Önce, birinci soru üzerinde duralım:

İnsanoğlu ana rahmine dört aylıkken, bedenine ruh ilka ediliyor. O ruh, beş ay kadar misafir kalacağı bu beden hakkında hiç bir bilgiye sahip değil. Ondan öte, kendisinin ruh olduğundan, görme, işitme gibi nice hislerle, akıl, hafıza, hayal gibi manevî sermayelerle donatıldığından da habersiz. Dünyaya geldiğinde de dünyayı tanımıyor. Çocukluk devrini geçiyor, büyüyor, genç oluyor. Aklını çalıştıran, kendini ve içinde yaşadığı âlemi değerlendiren, iç âleminde birtakım sorular üreten ve bunlara cevap arayan müstesna bir varlık haline geliyor. Bu haliyle bile, bebekliğini ve hele ana rahimde geçirdiği safhaları hatırlayamıyor. Sonra kalkıyor, “Ben misak-ı ezelîyi niçin hatırlamıyorum?” diye soruyor.

Soruya iki yönden yaklaşmak istiyorum.

Birincisi: Rabbimiz, bu dünyada, bizi çok şeylerle sınırlamış ve bunların tamamından fayda görüyoruz. Meselâ, görmemizi sınırlamış, bu yüzden her şeyi göremiyoruz. Eşyaya baktığımızda atomların o baş döndüren hareketlerini görebilseydik dengemizi kaybederdik, belki de dünyada yaşamamız mümkün olmazdı. Bastığımız topraktaki bütün bakterileri görebilseydik rahatça yürüyemezdik. 

İşitme duygumuzda öyle. Kırda otururken bütün böceklerin ayak seslerini işitseydik, dinlenemezdik. Çok yüksek sesleri duyabilsiydik rahatsız olur, belki de işitme duygumuzu kaybederdik. Biz sadece belli frekanslar arasını işitiyoruz ve bizim için en faydalı olanı da böylesi.

Bu sınırlamaları yapan Rabbimiz, hafızamıza da sınırlar koymuş. Bebekliğimizi, o safhada başımıza gelenleri ve daha öncesini, yani rahimde geçen devreleri hiç hatırlamıyoruz. İşte, rahim safhasında muhatap olduğumuz, ama sonradan hatırlayamadığımız hâdiselerden biri de “misak meselesi”. Misakı hatırlayabilseydik, bu dünyada herkes Allah’a iman ederdi ve imtihan olmamızın da bir manası kalmazdı.

Diğer yönü ise şöyle: 

Peygamber mucizelerinde çokça okuruz: Bir hayvan, mucize olarak konuşur ve Allah Resûlünün (a.s.m.) peygamberliğini tasdik eder. Daha sona yine eski hâline döner, hiç bir şeyden habersiz, sürdürür hayatını.

Ağaçların konuşmasıyla ilgili mucizeler de öyle. Cenab-ı Hak, elma ağacına biran için şuur verse ve ona “Seni elma verecek şekilde terbiye eden ben değil miyim?” deseydi, yahut bal arısına, “Seni bal verecek şekilde terbiye eden ben değil miyim?” diye sorsaydı, bütün bu ve benzeri soruların cevabı, “Evet, bizi terbiye eden sensin.” şeklinde olacaktı.

Aynı soru insan ruhuna da sorulabilir:

“Seni, insan ruhu olarak terbiye eden, maddî ve manevî sermayelerle donatarak nice ilimlere ve marifetlere kabiliyetli kılan ben değil miyim?” İnsan ruhu da bu sorunun cevabını, “Evet, beni terbiye eden sensin.” diye verecektir. Nitekim, ruhlara bu soru sorulmuş, onlar da bu İlâhî hitaba, “Evet, sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vermişlerdir.

“Misakı hatırlamayışımız bizi sorumluluktan kurtarır mı?” sorusuna gelince, bu soruya İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri şöyle cevap veriyor:

“Allah, peygamberleri gönderdiğinde onlara bu ahdi haber verdi. Onlar (insanlar) hatırlamasalar bile peygamberlerin sözü, aleyhlerinde delil olmuştur. Çünkü, bilirsin ki, bir insan namazından bir rekât terk etse ve bunu unutsa, ardından güvenilir kimseler bunu kendisine hatırlatsalar, onların sözü aleyhinde delil olur.”

Dünyaya geldikten sonra, nefis ve şeytana uyarak misak-ı ezelînin aksine hareket eden ruhlar, kendilerini tabiata, maddeye, evrime yahut putlara isnat ederek tatmin olmaya çalışıyorlar ve yaratılış konusundaki bütün tartışmalar da, bir bakıma, misak üzerinde merkezleşiyor.

O halde, “misak-ı ezelîyi niçin hatırlamıyoruz,” diye vakit geçireceğimize, gerek kendi nefsimizde, gerek dış âlemde icra edilen terbiye fiillerine ibretle nazar edelim.
Manevî kurtuluşumuz buna bağlı.

Bir mümin, namazın her rekatında, “âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd” etmekle bir bakıma, misakını yeniler. Çevresini kuşatan ve onun yardımına koşan bütün varlıkların, İlâhî bir terbiyeden geçtiklerini düşünerek Rabbine şükreder. Sonra bu kâinatın bir küçük misâli olan kendi varlığına nazar eder. Ondaki bütün terbiye fiillerinin de yine onun menfaatine en uygun şekilde icra edildiğini görür.

İşte insanın, kendisini içten ve dıştan kuşatan bu terbiye fiillerini düşünmesi, onu ibadete sevk eder.

Surenin devamında, “ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek misakını yenilemiş olur. “Rabbimiz sensin, ibadetimiz ancak sanadır ve senden başkasından da yardım dilemeyiz” der ve “sırat-ı müstakim” üzere yürür. “Mağdup” ve “dallîn” denilen şer cephelerinin her ikisinden de uzak kalarak, hayır üzere yaşar ve kendini ebedî saadet mahalli olan cennete hazırlar.

Geliniz, misakı hatırlayacağız diye hayalen maziye gidip oyalanacağımıza, namazın hakikatine nazar edelim ve kula yaraşır bir ömür sürelim...

15 Lilith isimli bir kadın Hz. Adem ile aynı anda mı yaratıldı; Hz. Adem’in ilk eşi o muydu?

Ne Kur’an’da, ne hadislerde ne kitab-ı mukaddeste Hz. Âdem (as)’in Lilith adında bir hanımının olduğundan söz edilmemiştir. Bu tamamen daha sonra bazı Yahudi bilginleri tarafından uydurulmuş bir efsanedir. Hatta bunun kökeni ta Babil ve Sümerlere kadar uzandığını söyleyenler de vardır. Belki bu efsanenin mucitleri, yeni doğan çocukları ve annelerini fazlaca korumaya almak niyetiyle “KÂBUS” gibi böyle bir İFRİT’İ icat etmeyi uygun görmüşlerdir.

Nitekim bu efsaneye göre, kötü bir ifrit haline gelen Lilith gece hava karardıktan sonra yeni doğum yapmış evlere girerek lohusa kadınların bebeklerini boğmaktadır. Bu sebeple günümüzde bile bazı Museviler arasında bir âdet olarak, lohusa kadın akşamları evde yalnız bırakılmaz ve akşamları çamaşır ipinde çocuk bezi bırakılmaz, çünkü bunları gören Lilith'in o evde çocuk olduğunu anlamasından endişe edilirmiş.

16 İlk yaratılan Peygamber Efendimiz'in nuru mudur?

Aşağıdaki hadis-i şeriflerde konuya ışık tutan bilgileri bulabiliriz:

Hz. Cabir anlatıyor: “Ey Allah’ın Resulü! Anam-babam sana feda olsun, Allah’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz?” diye sordum. Şöyle buyurdu:

“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur. O nur, Allah’ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh ne kalem ne cennet ne ateş / cehennem vardı. Ne melek, ne gök ne yer ne Güneş ne Ay ne cin ve ne de insan vardı."

"Allah mahlukları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levh’i (Levh-i Mahfuz), üçüncü parçasından Arş’ı yarattı. Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsi’yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı. Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı. Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan müminlerin basiret nurunu / iman şuurunu, ikinci parçadan -marifetullahtan ibaret olan- kalplerinin nurunu, üçüncü parçadan tevhitten ibaret olan ünsiyet nurunu (La ilahe illallah Muhammedu’rresulüllah nurunu) yarattı.”(1) 

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisi kudsîde şöyle buyurmuştur:

"Allah, 'Seni kendi nurumdan, diğer şeyleri de senin nurundan yarattım.' buyurdu."(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Ahmed, Musned, IV-127; Hâkim, Mustedrak, II-600/4175; İbni Hibban, El İhsân, XIV-312/6404; el-Leknevî, el-Âsâru’l-Merfû’a, s. 42-3; Kastalanî, Mevahibu'l-Ledunniye: 1/6; Krş. Aclunî, Keşfu'l Hâfa, C.1, 262- 265-266.
(2) bk. Ahmed, Müsned IV-127; Hâkim, Müstedrek, II-600/4175; İbni Hibban, El İhsân XIV-312/6404; Aclûnî, Keşfü'l-Hâfâ I-265/827.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah'ın ilk olarak yarattığı şey nedir?

Hz. Âdem Hz. Muhammedi ne zaman öğrenmiştir? Peygamber efendimizin ismini ilk olarak nerede görmüştür?

"Sen olmasaydın, ey Habîbim, felekleri (kâinatı) yaratmazdım" kudsî hadisi ne anlama gelmektedir?

"Nur-u Muhammedî" ne demektir?

"Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım" anlamındaki hadisi doğrudan destekleyen ayetler var mıdır?

17 Allah'ın "kün" yani "ol" emrini nasıl anlamalıyız?

“Kün” emriyle ilgili âyet-i kerimelerden iki misal:

“Göklerin ve yerin mübdi’idir. (Onları önceden hiçbir örneği bulunmaksızın yaratandır.) Bir şeyin olmasını isteyince ona sadece ol der, o da oluverir. ”(Bakara, 2/117)

Âlimlerimiz buradaki ol emrini, kudretin hemen faaliyete geçmesi olarak açıklamışlar. Tıpkı,

“Her şeyin melekûtu (iç yüzü) Onun elindedir.”

âyetindeki "el" tabirini, "kudret" olarak tefsir ettikleri gibi, bu ol emrini de yine kudret ve irade olarak tefsir etmişler. Ve bundan murat, “Allah’ın dilediği şeyin hiçbir engel olmaksızın hemen meydana gelmesidir.” demişler.

Diğer bir âyet-i kerime:

“Doğrusu Allah indinde İsa’nın meseli, Âdem meseli gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ol dedi, o da oluverdi.”(Âl-i İmran, 3/59)

Bu âyet-i kerimede geçen "ol" emrinin mânâsına bir derece yanaşmak için eşya hakkındaki şu sınıflandırmayı dikkate almak gerekiyor: Halk âlemi, Emir âlemi. Beden halk âleminden, ruh ise emir âleminden. Halk âlemi bu hikmet dünyasında safha safha meydana gelmekte. Tedricen, yâni kademeli olarak yaratılmakta. Emir âlemi için ise bu tarz bir yaratılış söz konusu değil. O âlemde her şey bir anda vücut buluyor. Ruh, değişik safhalardan geçip de sonunda o hâli almış değil. Doğrudan ruh olarak yaratılmış. İnsan bedeninde vazife görmeğe başlaması da yine bir anda.

Önce topraktan yaratılan Âdem babamıza daha sonra "ol" emrinin verilmesini Muhyiddin-i Arabî Hazretleri bu emir kanunuyla izah eder:

Ol denince oluverir kavl-i şerifi, ruhun üflenişine işarettir. Ve bunun, emir âleminden olduğuna işarettir. Önceden bedenin yaratılışı gibi bir madde ve müddete ihtiyaç kalmadığını ifade eder.” buyurur.

Bahsimize konu olan bu âyet-i kerime akla engin bir ufuk açıyor. Önce topraktan Hz. Âdem (as.) yaratılıyor ve sonra ona "ol" emri veriliyor. Bu emirle Hz. Âdem’in (as.) topraktan inşa edilen cesedi ruha, hayata kavuşuyor. Nitekim bu "ol" emrini büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi, “Canlı bir mahlûk kesil.” şeklinde tefsir ediyor. Zira, zaten var olan bir nesneye yeniden "ol" emri verilmesi, onun yeni bir şekle girmesi demek olmalı, aksi halde bu emre bir mânâ vermek mümkün olmaz.

Buna göre, “İnsan bir anda yaratılıyor.” diyebiliriz. Ama, elbisesi dokuz ayda inşa ediliyor. Diğer varlıklar da öyle. Çekirdeklerdeki ilâhî şifrenin teşekkülü de ruh gibi bir anda, daha doğrusu zamansız yaratılır, ama çekirdeğin ağaç olması yıllar sürer.

Şimdi bu âyetin penceresinden etrafımızdaki sonsuz faaliyetlere bir göz atalım ve "ol" emrini onlarda görelim, okuyalım.

Hidrojen ve oksijen bir "ol" emriyle su oluvermişlerdir. İki zıt kutup bir emirle birleşmiş ve bambaşka bir şey olmuşlardır. Yenilen gıda bir süre sonra insan tohumu olur, yine "ol" emriyle. Bu emir olmasa, yâni ilâhî kudret yaratmasa gıdayı insan yapmak mümkün mü?

Ve rahimde nutfeye yeni bir emir gelir: alâka "ol". Bu emir ve benzerleri aralıksız tekrarlanır. İlâhî kudret ve irade o tohumu halden hâle evirip çevirir ve sonunda insan vücut bulur. Demek ki nutfeye “İnsan ol.” denmemiş, sadece “Alâka ol.” denmiştir. Eğer “İnsan ol.” emri verilseydi rahimde o an bebek teşekkül ederdi. Dünya hikmet âlemi olduğu için, yaratılış sebepler tahtında ve kademeli olarak icra edilmekte. Ve bu safha safha yaratılışla nice sanatlar sergilenmekte.

Bir anda insan yapmak Allah’a mahsus bir sanat. Aynı şekilde nutfe yaratmak, onu halden hâle çevirmek ve sonunda insan hâline sokmak da ayrı birer ilâhî sanat. Bu hikmet dünyasında bu ilâhî sanatların teşhir edilmesi için "ol" emri, “Son şeklini al.” şeklinde değil de, “Bir sonraki tavrına gir.” tarzında verilmiş oluyor.

Emdiğimiz havaya gırtlakta, ağız boşluğunda ve dudakta ayrı emirler veriliyor ve böylece değişik harfler dökülüyor ağzımızdan. Demek ki havaya emir var, “Ses ol.” diye. Hem de değişik şekillerde. Allah, ağız fabrikasında havadan ses yaratıyor; yine "ol" emriyle.

O ses, mübarek bir kelime ise, rahmanî bir hakikat terennüm ediyorsa yeni bir emir alıyor: "Melek ol." Okunan tespihlerden, tekbirlerden, hamdlerden, yâni bütün mukaddes kelimelerden melek yaratılıyor. Havaya “Ses ol.” diyen, sese de “Melek ol.” diyebilir. Bu emre, bu iradeye karşı çıkacak kimdir?

Göz fabrikasına giren ışık da benzer bir emir alıyor: “Göz nuru ol.” Güzel bir cümle işitiyoruz. O söz aklımızda bilgi oluyor, yine “kün” emriyle. Kalp o sözden hoşlandı mı yeni bir emir geliyor: “Feyiz ol!”, “Huşû ol!”, “Sevgi ol!” diye...

Kısacası kâinat “kün” emrinin tecellileriyle dolu. Toprağa “Çiçek ol.” deniliyor; buluta “yağmur”...

Çekirdeğe “Ağaç ol!” emri geliyor, yumurtaya “civciv”...

Yediğimiz gıda, bedenimizde nice emirler almakta: "Et ol", "ilik ol", "kan ol", "kemik ol", "sinir ol", "saç ol", "tırnak ol" gibi...

Bir zamanlar maddeleri bir olan güneş sistemi de benzer emirler almıştı... "Dünya ol", "Merkür ol", "Ay ol" gibi...

"Kün" emrine akıl erdiremeyenlerin hayatları bu emrin cilveleriyle aralıksız kaynaşıyor.

18 Hz. Adem topraktan yaratılırkenilk sözü ne olmuştur?

Yüce Allah; Âdem Aleyhisselâmın bedenini cennette yaratarak onu, dilediği kadar, kendi halinde bıraktı. Yüce Allah, Âdem Aleyhisselâma, ruh üfürdüğü zaman, ruh, onun cesedi­nin baş tarafından girdi ve cesedin her yerinde eseri ve kan, meydana geldi.

Âdem Aleyhisselâm, aksırınca, Melekler, Âdem Aleyhisselâma: "Elhamdü lillâh (Hamd olsun Allah'a!) de" dediler.

Adem Aleyhisselâm da "Elhamdü lillâh!" dedi.(Taberî-Tac.1,s.47-48, İbni Asakir-Tac. 2. s.342, İbn. Esîr-Kamil c.1,s.29, Ebülfida-Elbidaye vennihaye 1/86).

Başka rivayete göre: Âdem Aleyhisselâm, aksırınca, hamd etmesini, Ona, Yü­ce Allah ilham etti.(İbn. Sa'd-Tabakat c.1,s.31, İbn. Asakir-Ta.c.2,s.344, İbn. Esîr-Kâmil c.1,s.29, Ebülfida-Elbidaye vennihaye, 1/87)

Âdem Aleyhisselâm da Rabb'ına hamd etti. "Elhamdü lillâhi Rabbil âlemîn = Rabb'ül'âlemîn olan Allah'a hamd olsun." dedi.

 Yüce Allah da "Rabb'ın, sana rahmet etsin!" buyurdu.(ibn. Sa'd-Tabakat c.1, s.31, Taberî-Tarih c.1, s.48, İbn.Asakir-Tarih c.2, s.342, İbn.Esîr-Kâmil c.1, s.29, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s. 86)

 Yüce Allah;

 "Ey Âdem! Ben, kimim?" diye sordu.

 Âdem Aleyhisselâm:

"Sen, senden başka ilah bulunmayan Allah'sın!" dedi.

Yüce Allah:

 "Doğruyu söyledin!" buyurdu.(İbn. Asakir-Tarih c.2, s.342.)

(M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/29-32.)

19 Levhi mahv, Arş, Kürsi hakkında bilgi verir misiniz?

LEVH-İ MAHV İSPAT

Bediüzzaman’ın ifadesiyle,

Levh-i Mahv-İsbat ise, sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur.”

Cenab-ı Hak, ilmindeki manalardan bir kısmını zamanın sayfasında yazmakta, daha sonra ölüm kanunuyla bunları silip yenilerini göstermektedir.

Eşyanın Allah’ın ilmindeki halinde zaman söz konusu değildir. Ezel-ebed beraberdir. Bunların vücuda gelmeleri belli bir tertip ve sıra iledir, böylece zaman ortaya çıkmaktadır.

Ezbere bildiğimiz bir şiirin başı ve sonu ilmimizde beraberce bulunur. Ama bunu söylemeye veya yazmaya başladığımızda, belli bir sıra ortaya çıkar.

ARŞ

Yüksek yer. Tavan. Dam. Çardak. Hükümdarın tahtı. Hükümdarlık. Saltanat. Bütün âlemleri kuşatan yüce bir makam.

Arş, kâinatın ve bütün varlık âlemlerinin sağını, solunu, üstünü, altını kaplamış ve hükmü altına almıştır. Yani baştan sona, dıştan içe her şeyi kuşatmıştır.

Fahreddin-i Râzi’nin ifadesine göre, arş, “İlâhî emirlerin ilk muhatapları olan meleklerin bulunduğu âlemdir.” Tabiri caizse, arş bütün varlık âleminin idaresiyle, tanzimiyle ilgili hükümlerin meleklere tebliğ edildiği ulvî makamdır.

Arş, İlahi tasarrufların emir ve irade merkezi olup, saltanat-ı İlâhiyeden kinayedir.

Üstad Bediüzzaman, “Kalb de bir arştır, fakat ben de Arş gibiyim diyemez.” diyerek hem insana haddini bilme dersi veriyor, hem de Arşla ilgili bazı sırların yine insanın manevî kalbinde aranması gerektiğine işaret ediyor.

Beden ülkesi kalpten idare edilir. Gözler, kalbin istediği yöne bakarlar; ayaklar ona göre hareket ederler. Bunun gibi, bütün alemler de arştan idare edilirler. İşte, vücudun idaresinde kalb bir merkez olduğu gibi, arş-ı azam dahi âlemin idare merkezidir.

İslâm âlimleri, Arş ve Kürsînin mecaz ve teşbih yönü olduğunu ifade etmekle birlikte, bu âlemlerin mevcut olduklarına da bilhassa dikkat çekerler. Bu hususta şu güzel misali verirler: Nasıl Kâbe’ye Beytullah yâni Allah’ın evi denilmesi mecazdır, ama Kâbenin varlığı da bir hakikattir. Arş ve Kürsîyi de böyle değerlendirmek gerekir.

Her bir varlığın mahiyeti de Allah’ın isim ve sıfatlarının hükmettiği birer taht veya birer arş hükmündedir. Bu manaya göre, toprak, su, kalp, çiçek, hayvan, dağ, taş, yer, gök ve bütün varlıklar birer arştırlar.

KÜRSÎ

Oturulacak yüksekçe yer. Taht. Koltuk Hâkimiyet, kudret, saltanat.

Kürsî, “Bir kişinin oturduğu yüksek sandalye, taht” mânâsına gelir.

Mecazî olarak, ilim, hâkimiyet, kudret, saltanat, azamet mânâlarını ifade eder.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Yedi gök, Kürsî içinde bir kalkanın içine atılmış yedi para gibidir.”

Bir başka hadiste de Kürsî'nin Arş içindeki küçüklüğü şöyle tasvir edilir:

“Arş içinde Kürsî, bir çöle atılmış demir bir halka kadardır."

Kürsî için, “Arşın altında, yedi kat semanın üstünde” şeklinde bir tarif getiriliyor. Buna göre kürsi, bütün madde âlemini kuşatan esir maddesini de içine almakta, kuşatmaktadır. Kürsî, bütün semaları ve arzı kuşatmakta, bütün cismanî âlemleri içine almaktadır. Buna göre, Arşın Kürsîyi içine alması bir maddenin bir başka maddeyi içine alması gibi düşünülemez. Arş madde ötesi ve mahiyeti meçhul olan bir makamdır. Bediüzzaman’ın “Kalb de bir arştır.” ifadesinin ışığında şöyle söyleyebiliriz:

Kalbin ve ruhun bedeni kaplaması nasıl maddî bir kaplama değilse, Arşın Kürsi'yi içine alması da maddî değildir; “onu idare etme, onda tasarrufta bulunma” manasınadır.

Bazı âlimler, Arş ile Kürsî'yi aynı kabul ederler.  (Prof. Dr. Alaaddin Başar, Kavramlar Lügatı)

İlave bilgi için tıklayınız:

Ata ve Levh-i Mahv ve İsbat nedir? Levh-i Mahv ve İsbat levhasının

Levh-i Mahv ve İsbat ne demektir? (Video: Dr. A. ÇOLAK)

20 Her şey atomlardan meydana gelmiştir. Bütün varlıkların yoktan yaratıldığı nasıl ileri sürülebilir?

Önce şunu belirtelim ki, bir kısım materyalist ve ateistler, saf zihinleri şüpheye düşürmek için şöyle bir plân uyguluyorlar:

Allah'ı doğrudan inkâr etmek yerine "Şu kâinat yoktan icad edilmeyip, atomlardan teşekkül etmiştir." diyerek, önce icadı inkâr ediyorlar. İcadı inkârdan da bütün kâinatın mucidi olan Allah'ı inkâra gidiyorlar.

Halbuki bir eser ister hiçten bir anda, ister atomlardan kademeli olarak yaratılsın, her iki hâlde de onun mutlaka bir yapıcısı, bir yaratıcısı olacaktır. Hiçbir san'at sanatkârsız, hiçbir mektup kâtibsiz olamaz. Sâni ve kâtibin mevcudiyeti eserlerinden daha açık ve seçik olarak bilinir. O hâlde mevcudatın yaratılması -ne tarzda olursa olsun- Allah’ın varlığına, birliğine, azamet ve kibriyâsına, sıfat ve isimlerine delâlet eder. Öyle ise bu soru, âlemlerin yaratıcısını inkâr namına değil, ancak O'nun hikmetini öğrenmek için sorulabilir.

Cenâb-ı Hakk'ın iki tarzda icadı vardır. Birisi: “İbda ve ihtira” tarzındadır; yâni, kâinatı meydana getiren unsurların hiçten, yoktan yaratılmasıdır. Diğeri, “inşa” tarzındadır; yâni eşyanın atomlardan birleştirilmesi suretiyle icad edilmesidir.

Cenab-ı Hak, şu kâinatta yarattığı hadsiz varlıklarını temel taşları hükmündeki atomları önce hiç yoktan -ibda ile- var etti. Sonra esmasının cilvelerini göstermek ve ilminin kanunlarını, hikmetinin düsturlarını vazetmek ve ihsanlarını yenilemek gibi hikmetler için, bir kısım varlıkları inşa suretiyle varlık sahasına çıkarttı. Yani, atomları ibda ile yoktan yarattı; diğer mahlûkatı ise o atomlardan inşa etti.

Şimdi söz konusu soruyu daha geniş bir çerçeve içerisinde cevaplandırmaya çalışalım:

Öncelikle, şu hakikati belirtelim ki, Cenâb-ı Hakk'ın kudreti noktasında mevcudatın "İBDA" yahut "İNŞA" suretinde yaratılmasının farkı yoktur. Atomların yoktan icadı ile herhangi bir mevcudun o atomlardan yaratılması kudret-i İlâhiyye'ye göre eşittir; yani biri daha kolay, diğeri daha zor değildir.

Her hâlinde binler ihtiyaçlar içerisinde yuvarlanan ve en basit ihtiyacını dahi karşılamaktan âciz bir insan, ulûhiyyetin gereklerinden olan bu hakikati kendi cüz'î ölçüleriyle tartarsa, elbette yanlış yola girer, aldanır ve sonunda akıldan uzak görerek inkâra sapabilir. Halbuki, bir zatın eseri düşünülürken, onun sıfatlarını nazara almak lâzımdır. Bu mes'eleyi Allah’ın her şeyi kuşatan sıfatları ve sınırsız kudreti noktasından bakmak gerekir. Şu koca kâinatı insana hizmet ettiren Allahü Azîmüşşân'ın azametini, O’nun bu muhteşem eserlerinde seyretmek yerine; İlâhî hakikatleri kendi cüz'î aklına, kuvvet ve irâdesine kıyas eden insan büyük bir gaflete düşer.

Üstümüze gök kubbeyi çadır gibi kuran, şu sonsuz fezada had ve hesaba gelmeyen cisimleri kudretiyle evirip çeviren, hem yer yüzünü hârika eserleriyle ayaklarımızın altına döşeyen bir Hâlik-ı Külli şey'in kudretinden mevcudatın "ibda"' yahut "inşa" ile yaratılması uzak görülemez. Zaten, bir insan, Allah’ın bütün kemâl sıfatlara sahip olduğuna iman ettikten sonra, Allah'a acz isnad ederse apaçık bir çelişkiye düşmüş olur.

Cenâb-ı Hakk'ın kudreti zâtındandır, sonsuzdur ve mutlaktır. Kudretinin güneşe teveccühü ile zerreye teveccühü arasında fark yoktur. İkisini de aynı kolaylıkla icad eder, tedbir ve idare eder. Teveccühünde parçalanma ve bölünme olamaz. Varlıklar için olan sınırlamalar, O'nun icadının önüne geçemez. Elbette O'nun kudretine nisbeten eşyanın ibda' veya inşa ile yaratılması arasında fark yoktur.

Her şeyi sonsuz bir kolaylıkla icad edip güneşleri zerreler gibi evirip çeviren, her şeyi hâlden hâle, devirden devire, tavırdan tavıra değiştiren o Zât-ı Kibriya, sonsuz kudretiyle istediği şeyi, yokluktan varlığa ve varlıktan yokluğa rahatlıkla getirip götürebilir.

Evet, bir anlık zamana sonsuz icadları sıkıştıran bir Kadir-i külli şey'in atomları yoktan, sair varlıkları da o atomlardan yaratması en açık bir hakikattir.

Madem ki, Kudret-i İlâhiyye noktasında "ibda"' ile "inşa"nın farkı yoktur. İnsan aklı, bu hakikati rahatlıkla kabul eder, ancak belki yoktan var etmenin hikmetini araştırabilir. Biz de bu mes'elenin hakikatini tefsir eden alimlerimizin açıklamaları çerçevesinde, kısaca açıklamaya çalışacağız.

Önce, konunun açıklanmasına yardım edecek bazı temel bilgileri vermekte fayda görüyoruz.

İbda' ve İnşa Ne Demektir?

İbda', hiçten icattır; eşyaya hiçten ve yoktan vücud verilmesi ve ona lâzım olan her şeyin yoktan yaratılmasıdır.

İnşa ise, eşyanın mevcud elementlerden toplanmak suretiyle icad edilmesidir.

İki türlü ibda' vardır: Birincisi, ibda'-ı mutlak (yahut ibda'-ı mahz ve küllidir), yani tamamen yoktan ve hiçten icad etmek. Diğeri ibda'-ı cüz'îdir.

Kâinatın ilk yaratılışı ibda'-ı mahz iledir. Yâni, kâinatın ilk yaratılışında her şey yoktan icad edilmiştir. Daha açık bir ifadeyle, hiçbir kanun, madde, müddet, asıl, suret, misâl yokken varlık aleminin örneksiz, taklitsiz, emsalsiz olarak yoktan ve hiçten icadıdır.

Kâinatın teşekkülü yâni, yer küresinin, ayın, güneşin ve yıldızların kendilerine mahsus keyfiyet, şekil ve özellikleri ibda-i mahz ile olduğu gibi büün canlı türlerinin ilk modellerinin yaratılması da "ibda'-i mahz" dır. Bütün nevi'ler bu, ilk modellerden yaratılmışlardır.

Kâinat ve onu ortaya getiren atomlar, ibda'-i mahz ile yaratıldı. Bu ilk yaratılıştan sonra ibda'-i mahz kapısı kapatıldı. Artık şu anda her varlık, mevcut atomlardan yaratılmaktadır. Çünkü âlemde her şeye hükmeden umumi bir denge mevcuttur. Cenâb-ı Hak bu denge kanunu ile her varlığı o kadar ince bir düzen ve o derece hassas bir ölçü ile tanzim etmiştir ki, hilkatte abes ve israf olmadığı gibi, adaletsizlik ve dengesizlik de yoktur. Evet, bu denge ve nizam kanunu, kandaki alyuvar ve akyuvarlardan, bütün canlıların doğum ve ölümlerine kadar, atom sistemindeki dengeden tâ sema burçlarına, feza sistemlerine kadar her şeye hükmetmektedir. Madem ki, kâinatta bir umumî nizam ve denge kanunu vardır, her şey gibi bu âlemin temel taşları hükmünde olan unsurlar da bu kanunun dışında kalamaz.

Yaratılan her şeyin model ve suretlerinin ilm-i İlâhîde hazır olması, O Zât'ın ilminin sonsuz olduğunu gösterdiği gibi, her şeyin asılları olan atomların önceden yaratılmış olması da O'nun sonsuz ilim ve tedbirini gösterir. Evet, bu hâl, O'nun her şeyi mükemmel bir mizan ile plânlayıp hazırladığının ve hiçbir şeyi şaşırmadan, unutmadan ve ihmal etmeden güzelce idare ve tertip ettiğinin ve bir atomu bile israf etmediğinin delilleridir.

Cüzlerde, parçalarda görünen bu denge kanununun küllerde, bütünlerde de cereyan etmesi hikmetin gereğidir. Evet, insanın her bir uzvu, vücuduna göre nasıl bir ölçü ile ayarlanmış ise, kâinatı ortaya getiren manzume ve sistemler de aynı ölçü ile tanzim edilmiştir.

Cenab-ı Hak, ibda'-i mahz ile yarattığı ve hazırladığı atomları -tabiri caizise- bir iplik gibi kullanmakta ve bütün mahlûkatı bir kumaş gibi dokumaktadır. İşte, bu ipliklerin hiç yoktan yaratılması ibda-i mahz, onların bir araya getirilmesiyle muhtelif eşyanın dokunması, yaratılması ise inşa'dır. Bu inşa ile ortaya çıkan yeni yeni şekiller, desenler, motifler ve mahiyetler de ibda'-i cüz'îdir; bunların maddeleri daha önce yaratılmışsa da kedileri ilk defa ve yoktan yaratılmaktadırlar. Buna göre, ibda'-i cüz'î, ibda' ve inşa'nın birlikte tahakkuku ile ortaya çıkmakta ve kâinatta her an cereyan etmektedir. Meselâ, şu anda yaratılan her bir mevcudun, tâbiri caiz ise, plân ve programı ibda'dır. Bu plân ve programa göre atomların toplanıp eşyanın ortaya çıkışı ise inşadır. Eşyanın vücud sahasına çıkması ile, onlara takılan sayısız sıfatlar, özellikler ise yine ibda' hakikatini göstermektedir. Demek ki, kâinatta her an ibdaya dayanan yeni bir inşa görülmektedir.

İbda' ve inşayı daha iyi kavrayabilmek için şöyle bir örnek verelim:

Mimarlık san'atı ve estetik yönünden dünyada bir şaheser olan Selimiye Camii taşlardan yapıldığı hâlde, hiç kimse bu san'at eserine "taş yığını" diyemez ve böyle bir iddiada bulunamaz. Hiç şüphesiz bu taşlarla ortaya çıkan san'at ve maharet, elbette taşlardan ayrı olarak ustasının fikir ve sanatından ortaya çıkan yepyeni şeylerdir.

İşte, bu caminin taşlardan yapılması inşa hakikatına, onun sayısız sıfat, meziyet ve özellikleri yâni, taşlardan başka her şeyi ise ibda' hakikatına güzel bir misâldir.

Selimiye Camisi taşlardan yapıldığı gibi, meselâ bir bülbül de atomlardan yaratılmıştır. Artık, bülbül bir atomlar yığını değildir. Kudret-i İlâhiye atomlardan yarattığı o nazenin varlıkta bambaşka bir mahiyet ortaya çıkarmıştır. İşte, bülbüldeki hiçten ve yoktan yaratılan bütün bu özellikler, ibdadır.

Şu muhteşem kâinat da Allah’ın kudretiyle yaratılan bir bülbül gibidir. Bu bülbül sonsuz nağmeler ile o Zât-ı Akdes'in cemâl ve kemâlini ilân etmektedir. Şimdi bu harika kudret mû'cizesine azot, karbon, oksijen vesaire mi diyeceğiz? Bu yepyeni mahiyetleri basit elementlere mi vereceğiz? Yahut, bu harika icadları kör kuvvete ve serseri tesadüfe mi havale edeceğiz?

Yaratılan her şey maddesiyle, mahiyetiyle, şekliyle, taşıdığı özellikleriyle ayrı bir mu'cizedir. İbda' ve inşa mucizeleriyle bu kâinat her an dolup taşmaktadır.

Bu konuyu diğer bir örnekle açıklayalım:

Alim bir zâtın çeşitli ilimleri içine alan bir kitap yazmak istediğini düşünelim. O zât önce illinde o kitabın bütün konularını tesbit ve tayin eder. Daha sonra kalemine kitabı yazmaya yetecek kadar mürekkep doldurur ve kitabını hafızasında tesbit ettiği düstur ve esaslara göre yazar. O hâkim ve âlim zâta karşı "Bu zât için kitabın tümüne yetecek kadar mürekkebi önceden doldurdu, her sayfa için ayrı mürekkep kullanması gerekirdi!" denilebilir mi? Kâtibin bütün mürekkebi önceden doldurması onun için bir noksanlık sayılabilir mi? Halbuki, bu hâl kâtibin ilminin ve tedbirinin kemâline delildir. Hem, kitabın daha yazılmadan önce onun ilminde mevcut ve hazır olduğuna, her harfin, onun ilmindeki plân ve takdire göre yazıldığına delâlet eder. Aynen öyle de, Hak Teala şu kâinat kitabını yazmayı irâde etti. O kitap için gerekli bütün atomları ilminde takdir etti ve sonsuz kudreti ile bu alemi yarattı.

Aynı basit maddelerden dokunan ve aynı mürekkeble yazılan çeşitli hayvanlar ve bitkilerin aynı hava, aynı su, aynı ışıktan faydalanmakla beraber her birisinin diğerlerinden ayırıcı özellikleri, tad ve kokuları, mizaç ve istidatları vardır. İşte, atomlarda bulunmayan bu sayısız özellikler "ibda" ile ortaya çıkmaktadır. Evet, bahar mevsimi bu hakikatin harika bir misâlidir.

21 Neden insanlar Hz. Adem'den çoğaldı deniyor; Allah Hz. Adem ile birlikte bir çok insan yaratmış olamaz mı?

İlk insan ve ilk Peygamber Hz. Adem (as)'dir. Bu husus Kur'an-ı Kerim'de ifade edilmektedir.

"Hani Rabbin Meleklere: 'Muhakkak ben yeryüzünde bir halife var edeceğim.' demişti..."(Bakara, 2/30)

"Onlar birbirlerinden (türeme tek) bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir." (Al-i İmran, 3/34)

"Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı sonra ona "ol" demesiyle o da hemen oluverdi." (Al-i İmran, 3/59)

"O, sizi tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle durulup-yatışması için ondan eşini var etti. Onu (eşini) örtüp-bürüyünce, o da bir yük yüklendi de bununla (bir süre) gezindi. Nitekim ağırlaşınca, ikisi Rableri olan Allah'a dua ettiler: "Eğer bize salih (bir çocuk) verirsen, andolsun şükredenlerden olacağız." (A'raf, 7/189)

İnsanlar Hz. Âdem (as) ile Hz. Havva'dan doğarak çoğalmışlardır. Havva anamız hep ikiz doğum yapıyordu. Bunlardan birisi erkek, diğeri de kızdı. Hz. Âdem (as), aynı anda doğan ikizleri, bir önce veya bir sonra doğan ikizlerle evlendiriyordu.

Hz. Âdem (as)in çocuklarının birbirleriyle evlenmelerinin dindeki yerine gelince; Hz. Âdem (as)'den Peygamber Efendimize (asm) gelinceye kadar bütün peygamberler hak dini tebliğ etmişlerdir. Dinin temeli olan îman esasları hep aynı kalmıştır. Fakat şeriat dediğimiz, ibadet ve dünyaya ait işlerde Hz. Âdem (as)'den Peygamberimize (asm) kadar her devrin icaplarına, insanların ihtiyaçlarına göre bazı hükümler değişerek gelmiştir. Cenab-ı Hak her devrin insanının yaşayışını ve menfaatini gözeterek her ümmete ayrı bir şeriat göndermiştir. Mâide Sûresinin 48. âyetinde bu hususta şöyle buyurulur:

"Sizin her biriniz için Biz bir şeriat ve açık bir yol tayin ettik."

Bediüzzaman da bu meseleyi şöyle izah eder:

"Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü'l-Enbiya'dan (a.s.m.) sonra şeriat-ı kübrası (büyük şeriatı) her asırda, her kavme kâfi geldiğinden muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır."

Meselâ, Yahudiler ancak havralarda, sinagoglarda, Hıristiyanlar sadece kiliselerde ibadet edebilirlerken, biz Müslümanlar her yerde namaz kılabiliyoruz. Yine sığır ve koyun gibi hayvanların iç yağları Hz. Musa (as)'ın şeriatında haramken, bizim dinimizde helâldir.

Hz. Âdem (as) ise ilk insan ve ilk peygamberdir. Allah ona da bir din ve bir şeriat göndermiş ve öğretmişti. O da Allah'ın kendisine gösterdiği şekilde hareket ediyordu. Cenab-ı Hak, Hz. Âdem (as)'in çocuklarının birbirleriyle evlenmesini de bir zaruretten dolayı helâl kılmıştı. Çünkü insan neslinin artması gerekiyordu. Başka insan da olmadığına göre, bir zaruret olarak kardeşlerin birbirleriyle evlenmesi gerekiyordu. Bu âdet bir süre devam etti, fakat insanlar çoğalınca böyle bir evliliğe ihtiyaç ve zaruret kalmadı ve bu tatbikat da kalkmış oldu.

Hz. Adem (as) yer yüzünde uzun bir dönem yaşamış ve nesilnden binlerce kişi görmüştür. Kendi nesline Allah'ın emir ve yasaklarını tebliğ etmiş ve peygamberlik vazifesini ifa etmiştir.

22 Madde niçin ezeli değildir? Allah nasıl ezeli olur?

Ya Allah ezelidir veya madde... Allah'ın varlığını kabul etmeyen materyalistler maddeye ezeliyet vermek zorunda kalmışlardır. 20. yüzyılın ilim sahasında kâinatın başlangıcı olduğu, ezeli olmadığı ve ebedi olamayacağını ispatlayan pek çok ilmî deliller, inkârcıların temel felsefesi olan materyalizmin idam hükmünü infaz etmiştir.

"Bugünkü ilimden pek az bir şeyi dahi hakikaten anlamış olan bir kimsenin, materyalizm hastalığına karşı muafiyet kazandığı muhakkaktır." diyor Bawing.

Albert Camus da şu gerçeği kesinlikle ortaya koyuyor:

"Marxizmin hatasız olabilmesi için XX. asrın bütün keşiflerini inkâr etmek gerekecektir. Marxizm bugün ancak Heiesenberg'e, Bohr'a, Einstein'a ve zamanımızın en büyük âlimlerine karşı koymak şartı ile ilmî olduğunu iddia edebilir."

Atomlardan yıldızlara kadar her varlığın hayret verici mekanizmalarıyla beraber şaşmaz intizamları "Bir" olanı, "mutlak ilim ve kudret sahibini" bildirdiği, Allah'ın büyüklüğünün pırıltılarını aksettirdiği halde, Allah'ı inkâr eden kimseler de yok değildir. İlâhî kudretin pırıltılarından doğan tabiatın nereden idare edildiğini anlayamayan ve o pırıltıların nereden geldiğini bilmeyen kimseler madde ve kuvvet ezelidir, şuurludur vs. diyerek çalışmaktadırlar. Meselâ, "Sosyalizm Işığında Bilim ve Din" kitabında şu cümlelere rastlıyoruz:

"Madde hiçbir Tanrı tarafından yaratılmamıştır. Madde ve enerji öncesiz ve sonrasız olarak vardır ve durmaksızın biçim değiştirirler."

Davit Foster'in ise kâinattaki ilim ve irade mahsulü eserleri ve hadiseleri gördükten sonra, idrâki "Allah vardır, kâinatı yaratan O'dur." hakikatını hazmedemeyince ne kadar gülünç duruma düştüğü, kitabına "The Intelligent Universe" "Zekâ sahibi kâinat" ismini vermesinde ve atomların da, gezegenlerin de şuurlu olduğunu iddia ederek "Kâinat şuurlu bir yapıdır." şeklindeki ifadesinde açıkça görülmektedir. Ve yine görülmektedir ki, birtek ilâhı kabul etmeyen kimseler atomlardan yıldızlara kadar herbir şeye ilâhlık vermeye, yâni herbir zerrede mutlak ilim, kudret, ezeliyet gibi sıfatları kabul etmeye mecbur olmuşlardır.

Ezeli Olan Allah'tır

Maddelerin ve kâinatın ezeli olmadığını ilmî deliller ışığında izah eden bir kimsenin karşısında, ekseriyetle materyalistler tarafından klâsik bir sual çıkarılmaktadır:

"Madem her şey yaratılmıştır. O halde Allah'ı kim yarattı?"

Bu sual, evvelâ temelde hatalıdır. Çünkü sualler zincirleme sonsuza kadar gider... Ayrıca biz; Kâinatın, Kur'an'ın, Resûlüllah (asm)'ın bildirdiği bir Allah'a (C.C.) inanıyoruz.

O'nun için; mekân, zaman, sınır, âcizlik, başlangıç, son v.s. yoktur. Bütün bunlar madde için, eşya için geçerlidir. Halbuki O (C.C.) ne maddedir, ne şekildir, ne de düşünebileceğimiz başka bir şeydir. O, eşi benzeri olmayan, herşeye hakkıyla kâdir olandır.

Şâyet bir kimse ezeli olmayan bir Allah'tan bahsediyorsa, kendi kafasındaki Tanrı'dan bahsediyor demektir, gerçek Allah'tan (C.C.) değil... Yunanlıların Zeus'dan bahsetmesi gibi...

Bir kimsenin mimar olabilmesi için çeşitli vasıflara sahip olması gerekir. Bu vasıflar olmazsa o kimsenin mimar mevkiinde olması da mümkün değildir. Hayat, ilim, cüz'i irade gibi sıfatları taşımayan birine mimar denmesi beklenebilir mi?

Kainatın mimarı olan Allah'ın (C.C.), Yaratıcı'mızın da kudsi sıfatları vardır. Kudret sahibidir, Hayat sahibidir, Vücudu zatidir, Ezelidir, Ebedidir, hiçbir şeye benzemez, Gâni'dir, Kerim'dir, Rahim'dir, vb...

Allah'ın (C.C.) bütün varlıkları yaratması, yaratılmasını -haşa- gerektirmez. Akıl görünen misaller istediği için bu mevzûyu birkaç misâlle daha da açıklığa kavuşturmaya çalışalım.

Bir nefer emri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve nihayet başkumandan da emri padişahtan alır, "Ya padişah kimden emir alıyor?" şeklinde bir soru sorulmaz. Zira padişah da birinden emir alsa, o da raiyyet derecesine iner ve emir aldığı zât padişah olur. Bu halde birinci şahıs padişah değildir ki: "Padişah kimden emir alıyor?" diye bir soru sorabilelim. Padişah denilince emir veren, fakat emir almayan bir Zât hatıra gelir.

Devir ve teselsülün imkânsızlığını açıklamak için verdiğimiz misâlden anlaşıldığı gibi, bu kâinatın yaratılışının; zâtı, esması ve sıfatlarıyla ezeli ve ebedi olan Allah'a (C.C.) dayanması zaruridir.

Bütün mahlûkat, yaratıp fakat yaratılmayan bir Zât-ı Zülcelâlin kudretiyle "yokluk karanlıklarından ziyadâr varlık âlemine" getirilmişlerdir.

Dünyamız ışığı nereden almaktadır?
— Güneş'ten.
Ay ışığını nereden almaktadır?
— Güneş'ten.
Merih, Jüpiter v.s. gibi gezegenler ışığını nereden almaktadır?
— Güneş'ten.
Peki, Güneş ışığını nereden almaktadır?
Güneş ışığını başka bir yıldızdan almaz. Bizatihi kendisi ışık neşredicisi durumundadır.

Demek ki: Dünya'nın, Ay'ın, diğer gezegenlerin ışığını Güneş'ten alması Güneş'in ışığını başka bir yerden almasını gerektirmiyor. Aynen bu misâl gibi, Allah'ın (C.C.) bütün varlıkları yaratmış olması, yaratılmasını gerektirmemektedir.

Netice

İnancımıza mutlaka bir sebep arayan materyaliste vereceğimiz en kısa cevap şu olacaktır:

"Şunun veya bunun için, şundan veya bundan dolayı değil, aslında ALLAH VAR OLDUĞU İÇİN İNANIYORUZ!.."

23 Semavat ve arz neden altı günde yaratılmıştır?

Semavat ve arz altı devrede, safha safha yaratılmış. Ve sonunda şu gördüğümüz harikalar harikası kâinat çıkmış ortaya.

Onun yaratılışındaki bu hikmet tecellisi ondaki hadiselerde de kendini göstermiş. Gece birden kaplamamış yeryüzünü; gündüz de âniden gelmemiş. Geceden seher vaktine geçilmiş ve onu güneşin doğuşu takip etmiş. Daha sonra güneşin yine yavaş yavaş yükselmesiyle öğle vaktine erişilmiş, onu da o bereketli ikindi vakti takip etmiş ve sonunda gurup.

Gündüz âniden gelse, gece birden bastırsaydı, ne seherden söz edebilirdik ne öğleden ne ikindiden.

Bu hikmetli yaratılış, bitkiler âleminde de hüküm sürmüş. Çekirdekte ilâhî bir sanat ve hikmet gizli. Koca ağacın bütün programı o küçücük âlemde kader kâlemiyle çizilmiş. Ondaki, genetik şifre ilim adamlarını hayretler içinde bırakan bir mükemmellikte ve yine onları çaresiz kılacak kadar derin sırlarla dolu.

Çekirdeğin açılması apayrı bir harika; Fettah isminin tecellisi. Yerin çekimine rağmen yukarıya doğru başlayan hikmetli ve intizamlı yürüyüş. Derken fidan devresine eriş. Boy atma ve kalınlaşma devreleri ve sonunda çiçek açıp meyve verme... Her meyvenin de büyümesi, kemâle ermesi ve o yumuşak meyveden sert çekirdeklerin süzülmesi yine birden bire değil, safhalar hâlinde gerçekleşmekte.

Her safhası ilim ve hikmetle yürütülen bu akıl almaz faaliyetler, yeryüzünü değişik tablolarla doldurur ve fikir ehlini bu ilâhî sanatlara hayran bırakır.

Dünyada hikmet, âhirette ise kudret hâkim. Dünya kudret âlemi olsaydı, şu muhteşem kâinat altı gün, yani altı devre yerine bir anda yaratılacaktı. Ondaki ağaçlar da bir anda bitecek ve son şekliyle boy göstereceklerdi. O zaman yukarıda sıraladığımız ilâhî sanat eserleri de vücut bulmayacaklardı.

Çekirdekler âlemi, yoklukta kalacak, açılmaları, büyümeleri, fidan olmaları gerçekleşmeyecekti.

Çekirdekler olmayınca, hâliyle, yumurtalar ve nutfeler âlemi de yokluktan kurtulamayacaklar, bu âleme gelip, taşıdıkları rabbanî sanatları sergilemekten mahrum kalacaklardı. Fidanlar olmayınca bebekler de kuzular da buzağılar da olmayacaktı. Binlerce sanat bire inecek, yüzlerce güzellik ortadan kaybolacaktı.

Terbiye ve tedbir fiillerinin tecellileri görülmeyecek, sadece ibda ve icat fiillerinin mahsûlleri, âlemde boy gösterecekti.

İlâhî hikmet buna müsaade etmedi ve kâinatı bir anda yaratmak yerine altı devrede inşa etmeyi takdir buyurdu.

Meselenin insana bakan bir yönünü kısaca hatırlatmak isteriz: Kâinat bir anda yaratılsaydı insan da bir anda yaratılacak ve kemâl yaş kırk olduğuna göre, dünyamız kırk yaşında ilkokul talebeleriyle dolacaktı.

Âhirette hikmet yerine kudret hâkim olacak. Otuz gün çalışan bir memurun, maaşını bir anda alması gibi, dünya imtihanını kazanan mü’minlere de dereceleri bir anda verilecek ve cennetten kâmil bir insan olarak istifade edecekler.

Zaman çekilecek aradan. Bekleme diye bir şey olmayacak; her arzu edilen anında yaratılacak. Bedenler lâtifleşecek, nuranileşecek. Bir anda birkaç mekânda bulunmak, ayrı sohbetlere iştirak etmek, farklı nimetleri tatmak mümkün olacak.

Devre devre yaratılan âlemde, safha safha halk edilen insan, zaman nehrinde yavaş yavaş akan mahlûkattaki hadsiz hikmet tecellilerini seyretmesine mükâfat olarak orada, kudret tecellilerini ebediyen seyir ve o tecellilerden aralıksız istifade edecek. 

İlave bilgi için tıklayınız:

Yerler ve göklerin altı günde yaratılışının hikmeti nedir? ...

24 Allah her şeyi önceden yarattı mı, yoksa hâlâ yaratmakta mıdır?

- Allah’ın kâinatı, evreni, içinde bulunduğumuz zaman diliminden önce yarattığında şüphe yoktur. Göklerin ve yerin daha önce yaratıldığında şüphe edilemez.

- Kaf Suresi'nin 20. âyetinde ve benzeri âyetlerde geçen “Sura üfürüldü” ifadesi, geçmiş zamanı değil geniş zaman anlamına gelir ve meallerde de “Sura üfürülür” şeklinde geçer. Arap edebiyatında değişik zaman kiplerinin birbirinin yerinde kullanılma geleneği önemli bir yer tutar. Nitekim aynı surenin 31. âyetinde, zaman kipi bakımından “Takva sahiplerine cennet yaklaştırıldı.” ifadesi, genellikle meallerde “yaklaştırılır” şeklindedir. Bu ifadelerin bir hikmeti, olacağı söylenen hususların olmuş gibi kesin gözüyle bakılması gerektiğine vurgu yapmaktır.

- Rahman Suresi'nin 29. âyetinin meali şöyledir:

“Göklerde olan, yerde olan herkes, ihtiyaçları için O’na yalvarır. (Bütün bunları gerçekleştirmek için) O, her an yeni bir yaratıştadır / yeni tecellilerle iş başındadır.”

Müfessirlerin bu konudaki yorumları, genel olarak şu hususlarda yoğunlaşmıştır: Allah, her an: yaratır- yok eder, diriltir-öldürür, zengin kılar-fakirleştirir, yükseltir-alçaltır, aziz kılar-zelil eder, hasta eder-şifa verir, güldürür-ağlatır, affeder-cezalandırır ve saire...

"Göğü biz çok sağlam bir şekilde bina ettik / yaptık / inşa ettik / yarattık, onun genişleten de biziz.” (Zariyat, 51/47)

mealindeki âyet de göklerin her an genişlemekte olduğuna delalet etmektedir. Bu ise, yaratılış öyküsünün sona ermeyip her an devam ettiğini göstermektedir. Keza, bu gün bilim, gök cisimlerinin bir kısmının sürekli yıkılıp yok olduğunu ve yerine başka cisimlerin yaratılmakta olduğunu kabul etmektedir. Örneğin, Samanyolu Galaksinin yaratılış zamanı, diğer sistemlere göre çok yeni olduğu bilinmektedir.

Rahman sûresi'nin ilgili âyetinin beyanına bu pencereden de bakmak gerekir.

Bu âyette evrendeki bütün varlıkların Yüce Allah'a muhtaç bulunduğuna, onun da hem azametini hem de lütuf ve keremini her an yaydığına yani hiçbir varlık veya oluşun onun bilgi, irade ve gücü dışında olamayacağına dikkat çekilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de değişik vesilelerle Cenâb-ı Allah'ın yaratıcılık sıfatına ve iradesinin nüfuz etmediği hiçbir olay düşünülemeyeceğine değinilir. Fakat "O her an yaratma halindedir." diye çevrilen 29. âyet bu konuda özel bir vurgu taşımakta ve özellikle şu iki noktanın aydınlatılmasında ayrı bir önemi haiz bulunmaktadır:

a) Yaratılmışlar açısından anlatım kolaylığı sağlaması itibariyle kutsal metinlerde Allah Teâlâ'ya nispetle zaman kavramının kullanıldığı olmuşsa da bu asla O'nun mutlak iradesini kayıtlayacak veya gücüne sınır koyacak biçimde yorumlanamaz. Binaenaleyh İsrâiloğullarının sınanması için konan bir dinî hüküm olan cumartesi yasağının, Allah'ın -hâşâ- o gün istirahata çekildiği tarzında bir gerekçeyle açıklanması (bk. Tekvin 2/2-3) tenzih ilkesiyle bağdaşmaz. Âyetin Yahudilerdeki bu yanlış telakkiyi reddetmek üzere indiğine dair bir rivâyet de bulunmaktadır. (İbn Atıyye, V/229) Bu mânada âyet, "Tanrı yarattıktan sonra vahyetmek, ihtiyaçları karşılamak gibi şeylerle ilgilenmemiştir." diyen deist felsefeyi de reddetmektedir.

b) Bu âyet, tabiat olaylarından Yaratıcı iradesini dışlayan pozitivist ve materyalist akımları mahkum etmekte ve bilimin ulaştığı parlak sonuçların da son tahlilde Allah Teâlâ'nın yasalarını keşfetmekten öteye geçemeyeceğini ve bütün bulguların gerçekte onun yaratma sıfatının her an var olan tecellilerinden başka bir şey olmadığını ortaya koymaktadır. (Kur’an Yolu, V/148.)

25 Her şey sudan yaratıldı ise cinler de mi sudan yaratılmıştır?

Kur’an’da bütün canlıların sudan yaratıldığı açıkça ifade edilmiştir. İlgili ayetlerin meali şöyledir:

“Hayatı olan / canlı olan her şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiya, 21/30)

“Allah her canlıyı sudan yarattı. Kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” (Nur, 24/45)

“Allah insanı kiremit gibi pişmiş çamurdan yarattı. Cinni ise hâlis ateşten yarattı.” (Rahman, 55/14, 15)

- Allah’ın kelamında elbette bir çelişki olamaz. Bunun en veciz ifadesi şöyledir: “canlı olan her şeyin sudan yaratıldığını” ifade eden ayetlerde vurgulanan husus, bir umumî yaklaşımdır, hayatları boyunca en fazla yararlandıkları, en çok muhtaç oldukları unsuru su olan canlılar için kullanılmış bir ifadedir.

-  Cinlerin ve meleklerin sudan yaratılmadıkları gerçeği de, bunların, Kur’an’ın umumî ifadesinin dışında olduklarını göstermektedir. Nur suresindeki ayetteki canlıların tasviri, yeryüzünde yaşayan ve gözle görünen canlıları ön plana çıkarmaktadır.

- Bu konuyu daha detaylı olarak gündeme getiren Müfessir Razi'nin muhtemel sorusu ve verdiği cevabı şöyledir:

Bir kimse şöyle diyebilir:

"Cenâb-ı Hak, "Cânn'ı da daha önce çok zehirleyici ateşten yarattık" (Hicr, 15/27) buyurmuş; hadiste de "Allah Teâlâ, melekleri nurdan yaratmıştır" ifadesi yer almışken; Hz. İsa (a.s) hakkında, "Hani benim iznimle bir kuş suretinin benzerini tasarlıyordun, içine üfürüyordun da benim iznimle bir kuş oluveriyordu." (Maide, 5/110) buyurmuş ve Hz. Âdem (a.s) hakkında da "Onu, topraktan yarattı" (Al-i İmran, 3/59) demişken, daha nasıl, "Biz her canlıyı sudan yarattık" diyebilmiştir?"

Cevap: Ayet-i kerimenin lafzı her ne kadar umumi ise de ancak ne var ki burada, ayetin bu umumiliğini tahsis edecek karineler mevcuttur. Çünkü, delilin maksada daha yakın olabilmesi için mutlaka, görülür ve hissedilir cinsten olması gerekir. İşte bu izahla, melekler, cinler, Hz. Âdem ve Hz. İsa'nın durumu ayetin bu umumi ifadesinin dışında kalır. Çünkü o kafirler, bunlardan hiçbirini görmemişlerdir. (Razi, Mefatih, Enbiya 30. ayetin tefsiri)

İlave bilgi için tıklayınız:

İnsanın Sudan ve Topraktan Yaratılması. 

Her canlı sudan yaratıldığına göre, melekler ve cinler de sudan ...

26 Yokluk alemi olarak tanımlanan bir alem var mıdır; varsa nasıl tanımlanabilir? Yoksa, yok olan bir şey, varmış gibi nasıl konuşulabilinir?

Hakiki manada yokluk alemi yoktur. Ancak Bediüzzaman Hazretleri bir şeyin asıl maksadının dışında kullanılmasına "ademi vucud" demektedir.

“Yokluk alemleri; müspetlerin terk edilmesiyle ortaya çıkan menfî sonuçlar. Yokluk ve mahrumiyet gibi menfi sonuçlar.”

“Vücud” varlık, “adem” ise yokluk mânâsına gelir.

Aslında bu âlemde yokluk diye ayrı ve müstakil bir şey yok. Zaten öyle bir şey olsaydı, o da bir başka tür varlık olurdu. Varlığın terki, bir yokluğu netice veriyor.

Aydınlık müsbet ve vücudidir. Ama karanlığın bir varlığı yoktur. Karanlık, aydınlığın olmama halidir. Nitekim her tarafı kaplamış görülen karanlık, güneş doğduğunda ortadan kaybolur gider.

Sıhhatin bozulmasına hastalık, doğru olmayana yalan, dürüstlüğün terkine sahtekârlık, imandan mahrum kalmaya küfür, tevhitten sapmaya şirk denilir.

Namaz kılmak vücudî bir fiildir, kılmamak ise ademî fiil. Namaz kılmamak diye müstakil bir iş yoktur; ama insan namaz kılma fiilini terk ettiğinde, bu ademî fiil kendiliğinden ortaya çıkmış olur.

Doğru söylemek vücut âlemindendir, yalan söylemek ise ademî bir fiil. Görmek vücut âlemindendir, körlük ise adem. Birisini kör eden insan, adem âlemleri hesabına çalışmış demektir.

Bir insan tevhid hakikatini kabul etmekle ortaya müspet bir inanç koymuş olur. Ama şirk ademdir. Allah’ın şeriki olmadığından ona koşulan şirk de adem âleminden çıkamaz. Şu var ki, hakikati olmayan bu yanlış inanca birtakım kimseler sahip çıkabilirler. O müşriklerin vücudu vardır, ama “şirkin vücudu” yoktur.

27 İnsanların boy, şekil ve renkleri ayrı ayrı olduğu hâlde, aynı anne ve babadan geldikleri, nasıl söylenebilir?

Günümüzde genetikçiler, bütün insanların bir merkezden yeryüzüne dağıldıklarını, hepsinin Mitokondrial Eve (Havva) adını verdikleri bir tek kadının torunları olduklarını ortaya koymuş bulunuyorlar.

Moleküler biyologlardan R.Cann, M.Stoneking ve A.Wilson "Nature"daki yazılarında, Eve’in yaklaşık 200.000 yıl önce Afrika’da yaşamış olduğunu ileri sürüyorlar. Bu konudaki görüşleri, farklı insan topluluklarındaki mitokondrial DNA tiplerinin detaylı analizlerinin yorumlarına dayanmaktadır. Hücredeki organellerden mitokondri içerisinde bulunan DNA, insanda yaklaşık 16.500 temel çiftten oluşmuş bir moleküldür. Bu molekül sıralanma açısından çekirdekteki DNA’dan farklıdır. Bir diğer farklı özelliği, bu molekül insana sadece anneden geçmektedir.

Araştırmalar 133 çeşit mitokondrial DNA tipi bulunduğunu göstermiştir. Bu tiplerin birbirleriyle olan münasebetlerini gösteren bir şema oluşturulduğunda, incelemeler, insanın atasına ait bir mitokondrial DNA tipi bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Böylece yeryüzünde yaşayan bütün insanların bir tek insanın soyu olduğu genetik açıdan da ispatlanmıştır. Wainscoat (Jim Wainscoat. ‘Out of the Garden of Eden’, Nature vol. 325, pp.13, 1987)

Cann, analizleri sonucunda mitokondrial DNA’ların bir tek kadından türediğini açıklamıştır.

Modern insan ırklarının bir tek ortak atayı paylaştığı düşüncesi, büyük ölçüde somut moleküler araştırmalara dayandırılırken, bu düşünceyi dışlayan paleontolojik evrim modellerinin ne derece subjektif olduğu da gösterilmiş oldu. Harward’lı ünlü evrimci paleontolog Gould, moleküler biyolojinin bu sonuçlarını şöyle değerlendirir:

"Bu çok önemli bir buluş, eğer doğruysa, -ki doğru olduğu konusunda iddiaya girebilirim- sonuçlar, dış görünüşlerindeki farklılıklara karşılık, bütün insanların akraba olduğunu ve yakın bir geçmişte tek bir noktadan yola çıkarak günümüze geldiklerini gösteriyor. İnsanlar arasında, bugüne kadar düşündüğümüzden çok daha güçlü bir biyolojik kardeşlik söz konusu. "(John Tierney With Lynda Wright and Karen Springen, ‘The Search for Adam and Eve’, Newsweek, pp. 44, 11 January 1988)

Hiç şüphesiz aklın yolu birdir...

28 Yaratılışta tesadüfün hissesi var mıdır?

Kâinattaki muhteşem sanat, fevkalade hikmet ve sürekli düzenlilik tesadüfü şiddetle reddediyor. Bu yüksek hakikati, matematiğin uygulama dallarından biri olan ihtimaller hesabıyla da göstermek mümkündür.

Önce şansa bağlılık veya rasgelelik diyebileceğimiz tesadüf kavramını kısaca açıklayalım. Herhangi bir olayın veya varlığın hiçbir kasıt, irade, tercih ve ilim kullanmadan rasgele meydana gelmesi tesadüftür. Mesela, bir topçunun herhangi bir hedef tespiti ve ayarlama yapmadan başlattığı, rasgele atışlardan birinin, bizce bilinen bir hedefe isabet etmesi tesadüftür. Top arabasının veya sistemin, manevra kabiliyetine göre yapılacak milyonlarca atıştan, sadece bir tanesinin yeri hedeftir.

Şansına güvenerek tesadüfen birkaç düşman tankını tahrip etmek isteyen bir topçuya, mevcut en büyük orduların cephanesi bile yetmez.

- Dünyamızın var oluşunda tesadüfün tesiri var mıdır?

Dünyanın meydana gelişinde ileri sürülen teorilerden en fazla rağbet gören Kant-Laplace teorisinin bir an için geçerli olduğunu kabul ederek, bunun tesadüfen olma ihtimalini düşünelim. Güneşten kopan gezegenlerin uzayda durabileceği yer ve pozisyon sayısı sonsuz diyebileceğimiz kadar fazladır. Bu sonsuza yakın yerler içinde dünyamızın her günkü yeri, pozisyonu, güneşe olan mesafesi, gerek kendi ve gerekse güneş etrafındaki dönüş düzeni tektir. O halde dünyamızın gece gündüzü, mevsimleri meydana getirecek ve hiçbir gezegene çarpmayacak şekilde hikmetlerle dolu bu günkü halinin tesadüfen olması ihtimali sonsuzda birdir. O da sıfır demektir. İhtimali sıfır olan hadiselere “imkânsız” denir.

Halbuki, dünyanın gerek kendi ve gerekse güneş etrafındaki çok hızlı dönüşü, bu dönüşe rağmen üzerindekileri sarsmaması, gece ve gündüzle mevsimleri meydana getirmesi mükemmel bir ilmi ve kudreti en açık şekilde göstermektedir. Çünkü, dünyanın gerek hızında, gerekse yörüngesindeki en küçük değişiklik, bütün mevcudatın, bir anda harap olması için yeterlidir. O halde, bu düzen ancak ve ancak tek bir Kadir-i Rahim'in kudret, irade ve emriyle olabilir, tesadüfün eli karışamaz.

Konunun biraz daha açıklığa kavuşması için bir misal verelim. İçinde alfabenin 29 harfi bulunan bir torba düşünün. Bir torbaya elimizi sokarak çekeceğimiz harflerle "NİZAM" kelimesini yazmak istiyoruz. Her çekişten sonra çektiğimiz harfi tekrar torbaya koyuyoruz. Böyle bir sistemle NİZAM kelimesinin yazılma ihtimalini hesaplıyalım. Bu çekişlerde alfabenin 29 harfiyle yazılacak 5 harflik manalı ve manasız kelimelerin sayısı; birden yirmi dokuza kadar olan sayıların birbirleriyle çarpımının, birden yirmi dörde kadar olan sayıların çarpımına bölünmesiyle elde edilir. Sözün kısası, NİZAM kelimesini bu çekişlerle tesadüfen yazma ihtimalimiz yirmi milyonda birdir.

Bu da yaklaşık sıfır demektir. Yani böyle bir şeyin yazılması mümkün değildir. Demek ki, her biri sadece 5 harften meydana gelen 14 kelimelik bir paragrafın, tesadüfen yazılması ihtimali, imkânsız denecek kadar küçüktür. Böyle basit ve küçük bir paragrafın tesadüfen yazılması imkansız olursa, büyük kâinat kitabı olan bu mevcudatın sanatlı, manalı ve düzenli bir şekilde yaratılmasında tesadüfün hissesi bulunabilir mi?

Bu misali hakikate tatbik ederken, milyonlarca cilt büyüklüğünde kâinat kitabının tesadüfen yazılması hadisesini bir kenara bırakalım ve kâinatta sadece bir kelime durumunda olan insan vücudunu düşünelim. Kâinatın içinde bir kelime gibi görünen insan vücudunda dolaşım, sindirim, boşaltım gibi sistemlerden her biri ciltlerce ansiklopedi mesabesindedir. Biz bu sistemden en basit olan iskelet sistemini ele alalım.

Yetişkin bir insanda 208 olarak karar bulan kemiklerin tesadüfen, ahsen-i takvimde olan, yani en güzel şekilde yaratılmış bulunan insan vücudunu meydana getirecek şekilde dizilmesi ihtimali nedir biliyor musunuz? Birden 208'e kadar olan sayıların çarpımıyla elde edilecek sayıda bir ihtimaldir. Bu da yaklaşık sıfır demektir. Başka bir ifadeyle, böyle bir yapının tesadüfen ortaya çıkması ilmen mümkün değildir. Halbuki bu düzenli yapı bir insanda değil bütün insanlarda ve hatta hayvan ve bitkilerin hepsinde bulunmaktadır.

Bunların hepsi bir yana, insanın tek elindeki kemiklerin gördüğümüz bu düzen içinde dizilme ihtimali 1/28'dir. Tek elindeki kemiklerin tesadüfen istenen şekilde dizilmesinin ihtimali bu kadar küçük olduğuna göre, dünyaya gelen herhangi bir çocuğun tesadüfen normal olmasının imkaâı ve ihtimali yoktur. Halbuki, her gün dünyaya gelen milyonlarca bebeğin her haliyle birbirinden farklı olmakla beraber belirli bir planda yaratılmış bulunmaları, tesadüfü temelinden reddetmektedir. Demek ki yaratılışta sonsuz bir ilim, kudret ve irade sahibi olan Cenab-ı Hakk'ın emir ve iradesi ve takdiri şarttır.

Kâinattaki bütün canlılar milyarlarca hücrenin baş başa vermesinden teşekkül eden milyonlarca dokunun belirli bir düzenle bir araya gelmesiyle vücut bulmaktadırlar. Canlıların en küçük yapı taşı olan tek hücre proteini bile 400 aminoasitten hasıl olmuştur. Bu aminoasitlerden her birisi de dört veya beş temel elementten ve her elementin de belirli sayıda bir araya gelmiş proton ve nötronlardan teşekkül ettiği birlikte düşünülürse, her biri bir sanat harikası olan canlıların rasgele meydana gelebileceklerini söylemek bir hezeyandır. Hücrede mevcut 400 aminoasidi kontrol eden DNA zincirinde takriben 41.000 veya 10.600 farklı dizi mümkündür. Herhangi bir yerde özel görevi olan bir DNA'nın meydana gelmesi ihtimali 1/10.600 dür.

Demek ki canlıların en küçük yapı taşı olan hücredeki proteinde görevi olan DNA'nın bile tesadüfen meydana gelmesi imkânsızdır. O hâlde hücrelerin milyarlarcasını belirli bir düzenle bir arada ihtiva eden bir canlının yaratılışında tesadüfün hiçbir hissesi yoktur.

İlave bilgi için tıklayınız: Tesadüf saçmalığı

29 İnsanlar neden siyah tenli beyaz tenli vs. olarak ayrılmıştır?

"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdar olandır."(Huccurat, 49/13)

AÇIKLAMA:

Ey insanlar, haberiniz olsun ki biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Âdem ile Havva'dan veya her birinizi bir ana ile bir babadan yarattık, yani bu yönden hepiniz eşitsiniz, birbirinize karşı övünmeye veya şu kavim, bu kavim diye aşağılamaya hak yoktur. Bu sebeple bir insanlık kardeşliği vardır ki o bile öyle alay etmeye ve birbirinin etini yercesine gıybete mani olmak gerekir. Ve sizi milletler ve kabileler yaptık ki tanışasınız, yani soylarınız, atalarınızla iftihar için değil, birbirinizi soyu sopu ile tanıyarak ona göre yardımlaşmanız içindir.

ŞUÛB: Şa'bın çoğulu; KABÂİL: Kabilenin çoğuludur. Araplar, topluluk taksimini insan bedeninin yaratılışını esas alarak yapmışlardır. Şöyle ki:

İnsanın kafatasını meydana getiren kemiklerden herbirine kabile ve hepsine kabâil denir ve bu baş kemiklerinin birbirine kavuşup bitiştiği eke de şa'b denilir. Bir babanın sulbünden dallanan çok bir topluluğa bundan alınmış olarak kabile denildiği gibi, çeşitli kabileleri toplayan ve hepsi bir asla mensup olan büyük cemiyete de re's veya şa'b denilir. Bu şekilde bir asla mensup olan toplumların hepsinin başı ve büyüğü olan toplum şa'b'dır ki, kabileleri içinde bulundurur. Kabile amareleri içinde bulundurur ki sadır, yani göğüs derecesindedir. Amâre batınları içinde bulundurur ki, Türkçe'de göbek deyimine benzer. Batın fahızları içine alır, fahızlar de fasileleri içine alır, toplamı altı tabaka eder. Bazıları fasileden sonra yedinci olarak aşireti saymışlardır. Mesela: Huzeyme bir şa'b, Kinâne bir kabile, Kureyş bir amâre, Arab batınlarına, şuûbun da Acem yani Arab'ın dışındaki kavim batınlarına işaret olduğunu söylemişlerdir.

Netice olarak bir erkekle bir dişiden yaratılıp da şuûb ve kabilelere ayırış, daralıp daralıp dağılmak ve döğüşmek söğüşmek için değil, tanışıp yardımlaşarak sevişmek ve güzel ahlakları tatbik ederek daha büyük daha güzel toplumlar meydana getirip korunmak içindir. Zira muhakkak ki Allah indinde en itibarlınız, en takvalınızdır, nefislerin olgunlaşmasının ve şahısların mertebe ve derecelerinin bütün medarı takvadır. Şu veya bu kimsenin nesebinden veya filan kavmin soyundan olmak değildir.

"Sûra üfürülünce artık aralarında neseb yoktur." (Müminûn, 23/101)

Allah yanında yüksek derecelere ulaşmak isteyenler takvaya sarılmalıdırlar.

ETKÂ, takvadan ism-i tafdildir. Yukarılarda da geçtiği üzere takva lügatte vikâyedendir. Vikâye gayet iyi korunup sıkınmaktır. Aslı, vakyadır (vav) harfi tüklân ve tücâh gibi (tâ'e) harfine, (yâ'e) harfi de bakvâ gibi (vav) harfine kalbedilmiştir ki nefsi korkulacak şeylerden muhafazaya koyup korumak, diğer bir ifade ile sipere girip korunmak demektir. Lügatta hakikati budur. Sonra bazan korkuya takva, takvaya korku tabir edilir. Şeriatte iki mânâda kullanılır: Birisi geniş olan âmm mânâsınadır ki sonunda ahirette zararlı olandan sakınıp korunmak demektir. Bunun fazlayı ve eksiği kabul eden geniş bir sahası vardır ki, en aşağısı cehennemde ebedi kalmayı neticelendiren şirkten sakınmaktır. En yükseği de sırrını haktan alıkoyabilecek her husustan temiz tutarak bütün varlığı ile hakka dönüştür. Bütün manasıyla Allah'ın korumasına girmektir ki,

"Allah'tan hakkıyla korununuz." (Âl-i İmrân "/102)

âyetinde kastedilen hakiki takva budur. Bir de şeriatte bilinen özel mânâsı vardır ki, mutlak olarak takva denildiği ve karine bulunmadığı zaman maksat bu olur; nefsi günaha layık kılacak gerek fiil ve gerek terk, herhangi bir günahtan korumaktar.

"Ufak tefek kusur dışında onlar, büyük günahlardan ve hayırsızlıktan kaçınırlar." (Necm, 53/32)

âyeti gereğince bunda büyük günahlardan kaçınmak ittifakla gereklidir. Küçük günahlar hakkında söz edilmiştir. Tirmizî ve diğerlerinin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte:

"Kul zarar olan şeyden sakınmak için kendisinde zarar olmayan şeyi terk etmedikçe muttakilerden olmaz."

buyurulmuş olması sebebiyle haram şüphesi olan helallerden, yani tahrimen mekruh olanlardan da kaçınmak gerekir. Ragıb der ki: Şeriatın tarifinde takva: nefsi günahtan korumaktır, bu ise haramı terk ile olur, bu da işlenmesi mübah olan şeyleri terk ile tamamlanır. Çünkü rivayet olunan "Helal belli, haram da bellidir, aralarında şüpheli şeyler vardır..." hadisi gereğince koru'nun kenarında otlayan içine düşebilir.

Buhârî, Müslüm ve diğerlerinde rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki:

"Helâl, belli haram da bellidir, yani şer'an açıklanmıştır. Fakat bu ikisi arasında, her ikisine de benzeyebilen şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu onları bilmez, bundan dolayı şüpheli şeylerden korunan kimse dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüpheli şeylere düşen ise harama düşer, nitekim koru kenarında (koyun) güden çobanın koruya düşmesi pek mümkündür. Haberiniz olsun ki her padişahın bir korusu vardır. Allah'ın korusu da yasak kıldığı şeylerdir. Haberiniz olsun ki cesette bir et parçası vardır, o iyi olursa cesedin hepsi iyi olur. O bozuk olursa cesedin hepsi bozuk olur. Biliniz ki o kalptir."(Buhârı, İmân, 39; Müslim, Müsâkat, 107; Ebu Davud, Büyû', 3; Tirmizî Büyû', 1; Neseî, Büyû', 2; İbn Mâce, Fiten, 14; Ahmed b. Hanbel, IV, 267).

Birgivî bu hadisi naklettikten sonra der ki: sözlük mânâsı, şeriata mümkün olduğu kadar geçerlidir. Aşırı korunma mânâsı ise küçük günahlardan ve şüpheli şeylerden bile korunmayı gerektirir. Fakat bu zamanda şüpheli şeylerin hepsinden korunmak mümkün değildir. Onun için harama yakın olan şüphelerden başkası hariç olur. İbadet ve itaat, güç yetirilebilen miktar ve ölçüdedir. O halde takvanın meydana gelmesinde herbir haramdan, bir de harama yakın bir kerahatle mekruh olanlardan kaçınmak gereği ortaya çıkmış olur... Bu açıklamada takvanın yukarılarda zikredilmiş olan üç derecesine de işaret edilmiş oldu, bunlar gösteriyor ki, takvalı olabilmek için korunulması gereken günahları, tehlikeleri bilmek gerekecek; ilim olmadan takva olamayacaktır. Bu ise

"Kulları içinden ancak alimler Allah'tan (gereğince) korkar." (Fâtır, 35/28)

âyetine işaret olur. Bundan dolayı takva gereği olan korku ve korunma ile tefsir edilecek olursa, en takvalı demek, Allah'tan en çok korkan mânâsını da ifade eder. Bu şekilde bu âyet, yani bu âyette işbu "Allah nezdinde en şerefliniz, Allah'tan en çok korkanınızdır." düsturunun bu sûrenin, bir gayesi olarak düşünülmesi gerekecektir. Başta "Allah'tan korkunuz" ve "İşte bu kimseler Allah'ın, kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat, 49/3) buyurulması da bunu anlatır. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki;

"Her kimi insanların en şereflisi olmak sevindirirse, Allah'a takvalı olsun."

Diğer bir hadis-i şerifte de Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki:

"Ey insanlar! İnsanlar iki kişiden ibarettir: Biri mümin, muttakî, Allah yanında şerefli; biri de fâcir, kötü, Allah yanında değersiz."

İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet olunmuştur:

"Dünyanın şerefi zenginlik, âhiretin şerefi takvadır. Şüphe yok ki Allah, her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır, sizi ve her yaptığınızı bilir ve hallerinizin iç yüzünden de haberdardır. "Hanginizin daha muttakî olduğunu o bilir."

(bk. Elmalılı M. Hamdi YAZIR, Kur'an-ı Kerim Tefsiri, ilgili ayet)

İlave bilgi için tıklayınız:

MİLLİYETÇİLİK, Irkçılık...

30 Kur'an gerçek ayetleri toplanırken yakıldı mı?

Cevap 1:

"Kur'an'ın gerçek ayetlerinin toplanırken yakıldığı...” sözü, tamamen, uydurma bir kandırmacadır. Doğrusu: “Hz. Peygamber (a.s.m)’in emriyle -yumuşak deri, yufka taş, deve ve koyun kürek kemikleri, hurma dalı, parşümen gibi- değişik parçalar hâlinde, değişik malzemeye yazılan Kur’an metni, Hz. Ebu Bekir (ra) devrinde ilk defa -bütün sahabenin ittifakıyla- bir Mushaf hâline getirilmiş ve en son Hz. Ömer (ra)’in kızı müminlerin annesi Hz. Hafsa (r.anha)’ya teslim edilmişti.

Fakat bunun yanında ayrı ayrı kimselerin kendileri için hususi olarak yazdıkları Kur’anlar da söz konusuydu. Bunların birçoğu tam Kur’an olmayıp eksik idi. Abdullah b. Mesud gibi, bazı sahabeler ise kendilerinin bu hususi Mushaflarında tefsir mahiyetinde bazı açıklamaları da dipnot şeklinde koymuşlardı. Bu ise -birkaç kelimeyi geçmese de- bir farklılık arz ediyordu.

Hz. Osman (ra) devrinde bütün sahabelerin ittifakıyla Hz. Hafsa (r.anha)’nın yanındaki Mushaf esas alınarak, yeniden bir gözden geçirme söz konusu edilmiştir. Bunun nüshaları çoğaltılmış, beş veya yedi adet nüshalar değişik merkezlere gönderilmiş ve bir tanesi de Medine-i Münevvere'de bırakılmıştır. Bu arada bütün ümmetin icma ettiği bu yeni nüshaların esas alınmasını sağlamak için adı geçen ve bir farklılık imajını veren hususi Mushafların yakılması cihetine gidilmiştir.

Cevap 2:

İlk insan Hz. Âdem (as)’den beri her devirde Allah tarafından gönderilen peygamberlerle birlikte insanları irşat eden vahiy mesajları da gelmiştir. Bu mesajların başında Allah’ın varlığı ve birliğinin ispatı gelir. Bu ispat ise, kâinatın varlığı, onların bazı parçaları nazara verilerek yapılmıştır. Bu sebeple, Tevrat'ta, İncil'de, Hz. İbrahim (as), Hz. Nuh (as) ve Hz. Âdem (as)’in sahifelerinde de bu tür mesajlar vardı. Bunların var olduğunu Kuran’ın onlarla ilgili verdiği mesajlarından anlıyoruz.

Eğer gözü dönmüş, aklı sönmüş bir kimse kalkıp daha Kuran’ın önceki insanların bilgilerinden iktibaslar yaptığını söylerse, bu hükmün bütün semavi kitaplar için de söz konusu olduğunu kabul etmek zorunda kalır. Eğer bütün semavi kitapların bilgileri insanların bulduğu keşiflerden, yazılımlardan esinlenerek yazıldığını iddia eden çıkarsa, bunun Allah ile problemi var demektir.

Bununla beraber, kâinat hakkında Kuran’ın yaptığı açıklamaların hepsinin olduğu gibi başka belgelerde de vardır diyen varsa, göstersin bu belgeleri... Çünkü zaman ihtiyarlandıkça buna paralel olarak eski bilgilerin çoğu da ihtiyarlanıyor. Yalnız Kur’an zamanla daha da gençleşiyor, müspet ilmin doğru keşifleri ortaya çıktıkça, onun hakikatleri daha da parlak hâle geliyor ve göz kamaştırıyor.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an'ın ilk yazılmış nüshaları neden ortadan kaldırıldı?

Kur'an-ı Kerim'in her zaman taze ve genç olduğu konusu...

Kur'an’ın mucizelik yönleri kırk tanedir deniliyor; bu ne demektir, nasıl anlamak gerekir?

- Kur'an, Peygamberimizin sözleri olamaz mı? Değilse nasıl ispat edilir?

31 Kur'an'da bir ayette önce yer sonra gök yaratıldı deniyor; ama başka bir ayette önce gök sonra yer diyor, nasıl anlamalıyız? Kainatın altı günde değil sekiz günde yaratıldığı iddiasına ne dersiniz?

Bakara suresinde bildirildiği gibi, önce yer küre, sonra gökler yaratıldı. Naziat suresinde de bildirildiği gibi otların, suların, dağların düzenlenmesi, yani yerleşime müsait hale getirilmesi ise göklerden sonra oldu. Naziat suresinde yaratmadan bahsedilmez, yaratılanın döşenmesinden bahsedilir. (bk. Razî, Ebüssüûd, Medârik, ilgili ayetlerin tesfirleri)

Kur’an’da 7 âyette kainatın 6 günde yaratıldığı bildiriliyor. Fussilet Suresinde ise detaylı olarak altı gün açıklanıyor. Bunun ikisi yer küre, ikisi içindekiler olmak üzere kısaca yer küre için 4 günden toplam bahsedilir. Yani ikisi yerin yaratılması, ikisi de içindekiler için. Geri kalan iki günde de gökler yaratılır. Hepsi altı gün eder.

Müfessir Kurtubi bu âyet-i kerimeyi şöyle açıklıyor:

Basra’dan Bağdat’a 10 günde, Küfe’ye de 15 günde gittim, denince, Bağdat’la Kufe arasının 15 gün olduğu anlaşılmaz. Aksine 15 -10 = 5 gün olduğu anlaşılır. Basra-Bağdat arası 10 gün, Bağdat-Kufe arası 15 gün denirse, toplam 25 olur ki yanlış olur. Çünkü Basra ile Bağdat arası 10 gün, Bağdat ile Kufe arası ise 5 gündür. (bk. el-Câmiu li Ahkâm-il-Kur’ân, ilgili ayetin tefsiri)

Âyet-i kerimede de durum aynen böyledir. 2 günde yeri, iki günde gıdaları ki toplam dört gün eder, âyette de bu dört gün bildiriliyor. İki günde de gökler yaratılıyor.

Benzer bir açıklamayı Müfessir Beydavi de yapar: Buradaki dört gün, önceki iki günle beraber dört gündür. Bu, şöyle demene benzer: “Basra’dan Bağdad’a on gün yürüdüm. Kûfe’ye de onbeş gün yürüdüm.” Bu merhale anlatılırken “iki günde” demek yerine, “dört günde” denilmesi önceki iki günle bitişik olduğunu hissettirmek içindir. (Envaru’t-tenzil, ilgili ayetlerin tefsiri)

Bu kısa açıklamadan sonra konunun detayına geçebiliriz:

Kur’an-ı Kerim'de değişik ayetlerin ifadeleri, gök ile yerin yaratılış sırasının farklı anlaşılmasına müsait bir şekildedir. Bu sebeple eskiden beri müfessirler bu konuyu özellikle Bakara suresinin 29. ayetinin tefsiri çerçevesinde incelemeye tabi tutmuşlar.

Taberî (Taberî Tefsiri, I/192-195.), kendi görüşünü belirtmeksizin farklı görüşler yansıtan düşüncelere yer verirken; Kurtubî, değişik görüşleri belirtmekle beraber, “Katade’nin dediği gibi, Allah önce göğü duhan (gazlar) halinde; arkasından yeri yarattı. Daha sonra göğü düzenleyip, ardından da yeri düzene soktu.” (Kurtubî Tefsiri, I/256) demek suretiyle kendi görüşünü de ortaya koymuştur. Dikkat edilirse, bu açıklamada, bir yönüyle yerin, bir yönüyle de göğün daha önce yaratıldığına işaret edilmiştir.

Bediüzzaman Said Nursi de, adı geçen Bakara sûresinin 29. âyetinin tefsirinde aynı konuyu ele almıştır. Ona göre:

“O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra semâya yöneldi. Onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi. O, her şeyi hakkıyla bilendir.”

mealindeki Bakara sûresinin 29. âyeti, yerin önce yaratıldığını; “Ondan sonra da yeri döşedi.” mealindeki Naziat sûresinin 30. âyeti, göğün önce yaratıldığını;

“İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden koparıp ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görüp düşünmüyorlar mı? Yine de inanmazlar mı?”

mealindeki Enbiya sûresinin 30. âyeti ise, gök ile yerin birlikte yaratıldığını göstermektedir.

Konuyu müspet ilim doğrultusunda değerlendiren Bediüzzaman'ın görüşü -özetle- şöyledir:

Müspet ilmin yer ve göğün yaratılışı konusunda kabul ettiği nazariye şu merkezdedir: Görmekte olduğumuz ve manzume-i şemsiye/güneş sistemi olarak tabir edilen güneş ve güneşe bağlı yıldızlar cemaati, basit bir cevher imiş; sonra bir nevi buhara dönüşmüş; sonra o buhardan, mayi-i narî (sıvı-ateş) hâsıl olmuş; sonra o mayi-i narî, soğuyarak katılaşmıştır. Sonra şiddetli hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmış; sonra o parçalar yoğunlaşarak, gezegenler olmuşlar. Üzerinde yaşadığımız yerküresi de onlardan biridir.

Bu açıklamalar ışığında Kur'an ayetlerini açıklayan tefsircilerin yorumları ile müspet ilim adamlarının yorumları arasında mutabakat hâsıl olabilir. Şöyle ki: "Yer ile göğün ikisi de birbirine bitişikti, sonra onları ayırdık." mânasına gelen âyetin ifadesinden anlaşıldığına göre, yerkürenin de içinde bulunduğu güneş sistemi, İlâhî kudret tarafından esir maddesinden yoğrulmuş bir hamur şeklinde imiş. Esir maddesi, diğer varlıklara göre daha akıcı ve su gibi bütün varlıkların aralarına nüfuz eden bir maddedir.

"Allah'ın Arşı daha önce su üzerindeydi." (Hud, 11/7) mealindeki âyette su, esir maddesine işaret etmektedir. Demek ki, Cenab-ı Hakk'ın Arşı, su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş; esir maddesi yaratıldıktan sonra, Yüce Yaratıcının ilk icatlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani Sani-i Zülcelâl esir maddesini yarattıktan sonra, o esir maddesini elementler şekline dönüştürmüş; sonra onlardan bir kısmını yoğunlaştırıp katı maddeler haline getirmiştir. Bunlardan da birer meskûn mahal olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Yer de bunlardan biridir. İşte yerin -hepsinden evvel yoğunlaşıp katılaşması ve hızlı bir şekilde kabuk bağlayarak uzun zamanlardan beri hayata kaynak olması itibariyle, yaratılış ve teşekkülü göklerden evveldir.

Fakat yerküresinin mükemmel bir hale gelmesi, insanların yaşamalarına elverişli bir vaziyete gelmesi, göklerin tesviye ve tanziminden/en son şeklinin verilmesinden sonradır. Bu yönüyle yaratılışı, göklerden sonra başlar.

Bununla beraber, -yukarıda ifade edildiği üzere- güneş sistemi olarak tabir edilen güneş ve güneşe bağlı yerküresi ve diğer yıldızlar topluluğu aynı cevher imiş, yani gökler ile yerin ikisi beraber imişler. Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, yukarıda mealleri verilen konuyla ilgili ayetler arasında ilk etapta çelişki gibi görülen konunun, gerçekte bir çelişki değil, bilakis, yaratılış safhalarının değişik şekillerine işaret etmek için kullanılan bir i'caz üslubunun yansımaları sözkonusudur. (bk. Nursi, İşârâtu'l-İ'caz, 286-287).

Ebû's-Suud efendi de benzer ifadelerle aynı konuyu işlemiştir, (bk. İrşâdu'l-Akli's-Selîm ila Mezâye'l-Kur'ani'l-Kerîm, IX/102-103).

Özetlersek: Bediüzzaman, söz konusu ayetleri yorumlarken, konuyu müspet ilimlerdeki yeni keşifler doğrultusunda değerlendirmiştir. Yer ile göğün birlikte aynı maddeden yaratıldığını, ancak yerin soğuyup kabuk bağlaması, göklerden önce olmakla beraber, insanoğlunun hayat şartlarına uygun bir duruma gelip, bir döşek şeklinde düzenlenip son şeklini alması, göklerin son şeklini aldığı düzeninden sonra olduğunu belirtmiştir.

Buna göre konuyla ilgili ayetler, bu farklı durumdan her birini ayrı ayrı açıklamaktadır. Bir yönüyle semaların bir mânâda teşekkülü ve meydana gelmesi daha evveldir. Küre-i arzın onlardan kopması ve ayrılması daha sonradır. Ardından küre-i arz hayata müsait hale getirilmiş ve dördüncü derecede semaların tesviyesi olmuştur. Yani mesele, bir taraftan semalardan başlayıp âdeta bir kavis çizer gibi gidip yine semalarda bitivermiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bilimdeki ilerlemeler geliştikçe kainatın din kitaplarında yazıldığı gibi altı günde yaratılmadığı, bu oluşumun milyarlarca yüzyılda meydana geldiği iddiasına nasıl cevap verilebilir?

32 Allah, boş yere bir şey yaratmaz biliyoruz. Acaba ayak tırnakları ne işe yarar?

Sorunun içerisinde zaten cevabı var; "Allah boşuna bir şey yaratmaz." Ama biz, o şeyin yaratılış sebeplerini bilemeyebiliriz.

Çevremizde hiçbir şey kararında durmuyor; devamlı değişiyor. Bahar geliyor; daha sonra yerini yaza ve o da sırasıyla güze ve kışa bırakıyor. Bunun elbette pek çok hikmetlerinden birisi de, Allah’ın bu kâinattaki icraat ve tasarrufunu insanlara göstermesi ve hatırlatmasıdır. Allah, ağacın kıştaki yapısını bahar elbisesiyle değiştiriyor. Böylece insanın, bu olay arkasındaki Allah’ın kudret elinin bilinmesi isteniyor.

Çevrede her mevsimdeki değişikliklerle insanın bunlara dikkati çekilirken, kendi bedenindeki değişiklikleri de görmesi istenmektedir. Tırnakların uzaması da bu işaretlerden birisi olmalıdır. Bizim burada tırnakların uzaması ile ilgili söyleyeceklerimiz, Allah’ın murat ettiği sebeplerden belki de bazılarıdır. Çünkü eşyanın yaratılmasında bize bakan ciheti bir ise, Allah’a bakan ciheti bindir.   

Tırnakların uzaması ile alakalı olarak ilk akla gelen, insanın kendi vücudundaki değişikliği hissetmesi, her an organlarının yenilendiğini, her şeye gücü yeten bir yaratıcı tarafından her an kontrol altında olduğunu hatırlatmasıdır.

Tırnağı teşkil eden elementlerin, kalpte, gözde midede veya bağırsaklarda ya da kan damarlarının içerisinde tırnağa benzer yapıları meydana getirmesi mümkündür. Biz buna bakıp, Allah’ın, kan damarlarının içerisinde tırnak yaratmadığına ya da bu tırnakları geriye, yani ayağın içine doğru büyütmediğine şükretmeliyiz.

Şayet insanın vücudu Allah’ın kontrolünde değil de ateist evrimcilerin iddia ettikleri gibi, tesadüflerin elinde olsa idi, o zaman her şey karmakarışık olacak, ağzın içinde tırnak, tırnağın yerinde dişler çıkabilecekti. Bu bakımdan insan Allah’a ne kadar hamd ve şükretse azdır. Bu şükrün en küllisi ve umumisi de namazdır.

Demek ki, Allah, vücudumuzdaki değişiklikleri görmemizi, bünyemizde bütün yapılanların bizim hayatımızın devamı için olduğunu ve Allah’ın bizi çok sevdiğini ve sonsuz rahmetiyle kuşattığını bilmemizi istiyor.

33 Neden yaratılmak veya yaratılmamak bizim seçimimiz değildir?

Evvela, Allah kâinatı ve de insanı yaratırken, kimseyle meşveret etmek gibi bir ihtiyacı olmadığı bedihî bir gerçektir.

İnsan yaratılmadan önce "yok" demektir; "yok" olan bir şeyle istişare etmek zaten mümkün değildir.

Sen yok olduğun halde, nasıl olur da bir seçme hakkına sahip olduğunu iddia ediyorsun? Böyle bir düşünce mantıksal çelişkiyi barındıran bir paradokstur.

Mülk sahibi, mülkünde istediği gibi tasarruf etme hakkına sahiptir. Bu kural bu günde geçerliliği olan bir prensiptir. O halde Allah da -her şeyin maliki/sahibi olduğuna göre-, mülkünde dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Bu tasarrufundan biri de insanlar için bir imtihan hazırlamak ve bu imtihanın sonucuna göre bir işlem yapması gelir. Okullardaki imtihanlar için, soruların tespiti için öğrencilerin fikri sorulmadığı gibi, ilahî imtihanda da öğrencilerin fikri sorulmamıştır.

Okullarda soruyu hazırlayanların tespit ettikleri bir kriter herkes tarafından -ister istemez- kabul edilmek zorunda olduğu gibi, Allah’ın koyduğu imtihandaki kriterler de kabul edilmek durumundadır. Zulüm ve haksızlık etmeleri her zaman mümkün olan insanların açtığı imtihanlara hiç ses çıkarmazken, haksızlık yapması asla mümkün olmayan Allah’ın açtığı imtihanda nazlanmanın alemi var mı?

Elli-altmış yıllık bir zaman dilimi içerisinde -çok da zor olmayan bir imtihanı başarmak suretiyle- ebedî bir mutlu hayatı kazanmak, cennet gibi bir yurda sahip olmak elbette aklı başında her insanı sevindiren ve de ilgilendiren bir husustur.

Bir acı fincan kahvenin kırk yıllık hatır olduğuna göre, bizi yoktan var eden, güneşi, ay’ı hizmetimize sunan, yeryüzünü bin bir nimetin sergilendiği bir sofra halinde bize takdim eden, göz, kulak, mide, barsak, lisan, akıl, ruh, gönül, idrak, anlayış gibi yüzlerce maddî-manevî cihazlarla donatan Allah’a karşı teşekkür etmek yerine sonsuz adalet, rahmet, hikmet ve şefkatini töhmet altında bırakacak şekilde serzenişte bulunmak, derhal telafi edilmesi gereken bir hatadır.

Şunu unutmamak gerekir ki, mevcut durumu tersine döndürecek hiçbir güç yoktur. Gücün yetmediği bir eli öpmekten başka çare yoktur. Allah’ın sonsuz rahmetini itham eden rahmetten mahrum kalır. Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Bu tür vesveselere maruz kalan kardeşlerimize -Allah için- bir tavsiyemiz var; Risale-i Nur Külliyatı'nı okusunlar.

34 Yaratan tabiat mı?

Kâinat her an milyarlarca faaliyete sahne olmakta. Bu haliyle dev bir laboratuara, yahut muazzam bir sahneye benziyor. Müthiş manevraların yapıldığı bir ordugaha, akıllara durgunluk verecek büyüklükte bir fuara veya milyarlarca yaratığın istifade ettiği geniş bir sofraya da benzetebiliriz.

İşte dünyamız!.. Güneşin etrafında büyük bir hızla dönüyor; fakat uzaya fırlamıyor. Üstünde taşıdığı yolcuları, yani insanları, hayvanları, bitkileri, cansızları hiç incitmeden binlerce yıldır taşıyor.

Güneş!.. Her sabah taze bir ahenkle, tam vaktinde doğuyor. Kendisine verilen ısıtma ve aydınlatma vazifesini, büyük bir intizamla yerine getiriyor.

Boşlukta asılı yıldızlar!.. Dünyamızdan binlerce defa daha büyük o dev küreler, gök kubbede parlamaya devam ediyorlar.

Her yerde, her an harika sanat eserleri ortaya çıkıyor.

Bir minicik tohum atıyorsunuz toprağın bağrına. Üstünü örtüp suluyorsunuz. Bir süre sonra bir de bakıyorsunuz ki, güzeller güzeli bir filiz olmuş. Derken büyüyor bu filiz; dal oluyor, yaprak oluyor. Nihayet latif çiçekler açıp tatlı meyveler veriyor.

Bir kanarya yumurtası düşünün. Kanaryanın karnına giren değişik gıdalardan oluşmuş küçücük bir cisim. Zamanı gelince, çatlıyor bu yumurtacık. Bir de bakıyorsunuz, içinden bir yavru çıkmış. Henüz sertleşmemiş gagası, tüylenmemiş vücuduyla o minik kuş yavrusu çıkıveriyor dünyaya. Zamanla renkli tüylerden elbise giyiyor, güzel güzel ötmeye başlıyor...

İnsana bakın!.. Başlangıçta bir damla su. Zamanı gelince et oluyor, kan oluyor, kemik oluyor bu damla. Vakit tamam olunca da bir bebek kazanıyor dünya. Gören gözler, işiten kulaklar, koku alan burun, tutan el, yürüyen ayak, hisseden kalp, düşünen beyin... Bütün bunlar yavaş yavaş oluyor ve öyle bir an geliyor ki; o bir damla su, kâinatı bir kitap gibi okuyabiliyor!

Alemde olup biten harika işler, saymakla bitecek gibi değil!

Bakıyorsunuz, her iş, büyük bir nizam ve intizam içinde yapılıyor. Her faaliyette bir fayda ve hikmet gözetiliyor. Şuurlu bir ölçüyle yaratılıyor her şey. Hiçbir şey başıboş değil; hiçbir mahluk kendi haline bırakılmamış.

Soruyorsunuz:

- Kim yaratıyor bütün bu sanat eserlerini?

- Bu faaliyetleri yürüten, yıldızları saptırmadan döndüren, dünyayı canlılara beşik yapan, milyarlarca mahluka vakti vaktine rızık veren kim?

- Kimdir o yaratıcı ki, toplu iğne başı kadar bir tohumdan dev gibi bir ağaç; bir damla sudan, insan çıkartıyor?

"Tabiat" diyor bazı kimseler. Uydurulmuş şekliyle, "Doğa". Televizyonda, radyoda, gazete ve dergilerde, hatta ders kitaplarında zaman zaman rastlıyorsunuz bu kelimeye.

Sormak lazım böyle diyenlere: Tabiat nedir? En kısa tarifiyle "Canlı ve cansızların tümüdür." diyecekler.

Cansızların kendi başlarına bir şey yapamayacakları, apaçık bir gerçektir. Çekici, çiviyi, tahtayı koyun bir odaya, milyon sene bekleyin, şuurlu bir usta bunları kullanmadığı sürece bir sehpa bile yapılamayacaktır. Toprak, hava, su, güneş ışığı çekiçten, çividen ve tahtadan daha şuurlu değildir. Keza, bir kar çiçeği bile, bir sehpadan daha mükemmeldir. Hâl böyle olunca, cansız, akılsız, şuursuz, kuvvetten, iradeden mahrum tabiatın basit bir canlıyı bile yapamayacağı açıkça ortaya çıkar.

Gelelim canlılara. Bunların da en şuurlusu, insandır. İnsan ise, bu kâinatı ve içindekileri yapmak şöyle dursun, minnacık bir yaprağı bile yapmaktan acizdir. Üstelik o da kendini yaratanı aramakla meşguldür.

Tabiatın canlılarla cansızlardan oluştuğu, bunların ise hiç bir şeyi yaratamayacakları kesin olarak biliniyorsa, bu kâinatı ve kâinattaki bütün sanat eserlerini sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi olan Allah'ın yarattığı, açıkça ortaya çıkmıştır.

Tabiat safsatasını kasten ortaya atan inkarcının şöyle dediğini duyar gibiyim: "Ya bütün bu mahlukatı 'Tabiat Kanunları' yarattıysa?" Belki o "Tabiat" ve "Kanun" kelimelerini kullanmak istemez de "Doğa Yasaları" der. Her neyse...

Sormak lazım onlara: "Bu kanunlar akıllı, şuurlu, gören, işiten, karar verme kabiliyetine sahip, her şeyi bilen şeyler mi?" Cevap "Hayır" olacaktır. Çünkü, "evet" sözüne odunlar bile güler. Bu saydığımız vasıflara sahip olamayanın yaratıcı da olamayacağını yukarıda açıklamıştık.

Kaldı ki, tabiat kanunları Allah'ın varlığına delildir. Neden mi? Çünkü, kanun varsa, onu koyan biri vardır. Hiç bir kanun kendi kendine ortaya çıkamaz. İnsanların yaptığı kanunlarda bile, bunu açıkça görüyoruz. Bir başka mes'ele de şudur: Kanunların uygulanması için bir hakime ihtiyaç vardır. Hakim yoksa, hiç bir kanun kendi başına suçluyu yargılayamaz. Bunun en güzel örneğini, yine insanların yaptığı kanunlarda görmek mümkündür.

Tabiatın yaratıcı olduğunu iddia edenlere şunu da sormak gerek: "Kâinatı ve tabiat kanunlarını kim yarattı?" Bu suale, mecburen "tabiat" diye cevap verecektir. "Tabiat nelerden ibarettir?" diye ikinci bir soru sorulursa, "Kâinattan ve tabiat kanunlarından ibarettir," cevabını verecektir. Çünkü, gerçek de budur. Bu cevabı aldıktan sonra son darbeyi indirmek gerekir: "Tabiatçı efendi! Sen bu sözlerinle, kâinatın kendi kendini yarattığını iddia etmek gibi gülünç bir duruma düştüğünün, farkında mısın?" Bu durum gerçekten gülünçtür. Çünkü, "Yazıyı yazan yazıdır", "Sehpayı yapan sehpadır" demekten farkı yoktur bunun.

Dikkatle bakan görür ki, tabiat da harikulade bir sanat eseridir. Kendisini yoktan var eden, binlerce nakış, çeşit çeşit renklerle süsleyen Yaratıcı'sını gösterir. Tabiat, yukarıda tasvir ettiğimiz yaratıklardan oluşan eşsiz bir tablodur ki, hâl diliyle "Benim sanatkarım sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi olan Allah'tır!.." diye haykırmakta, bu gerçeği kâinattaki ahengin musikisiyle ilan etmektedir.

Son söz: Tabiat Halık yani Yaratıcı olamaz, çünkü aciz bir mahluktur!..

35 Madem sünnet olmak faydalıdır, neden doğuştan sünnetli doğmadık?

Bu konuda birkaç noktaya işaret etmekle soruya cevap vermeye çalışacağız:

Önce şunu kesin olarak biliyoruz ki, sonradan kesilmesi istenen tek şey “sünnet yeri" değildir. Tırnaklarımız da saçlarımız da koltuk-eteklerimizdeki kıllar da uzuyor ve bunları kısaltmak, tıraş etmekle emrolunuyoruz. Demek ki, sonradan kesilmesi istenen başka şeyler de vardır. Kaldı ki, sünnet yerinin kesilmesi bir defaya mahsus iken, bunları her uzadığında kesmek zorunda kalıyoruz. O halde bize düşen şey -hikmetini bilmezsek de- Allah’a güvenmektir. Hikmetini bilmediğimiz binler şey vardır, bunu da onların listesine yazabiliriz.

Sünnet işleminde kesilecek et parçasının varlığı, insanın “ahsen-i takvim” denilen güzel yaratılışının bir parçası olduğu gibi, sünnet olmak suretiyle o et parçanın alınması da bu güzelliğin bir parçasıdır. Çünkü, insanın güzelliği sadece biyolojik, fizyolojik boyutuyla sınırlı olmayıp, ruhî, kalbî, nesebî, ahlakî değerler gibi psikolojik, sosyal, manevî boyutları da olan bir güzelliktir.

Bu pencereden baktığımızda, her şey, kendi konumunda, kendi ortamında, hikmetli bir değer ifade etmekle kendi güzelliğini ortaya koyar.

Mesela; sünnet işleminde kesilecek olan fazlalık et parçasının biyolojik, fizyolojik hikmetleri yanında meşru daire dışında kullanılmaması gereğine işaret eden tekvinî / ontolojik bir hikmeti de vardır ve bu manevî bir güzelliktir. Bu hikmet, anlaşıldıktan sonra, daha hijyenik bir konum vs. hikmetler için bunun kesilmesi de bir güzelliği ifade eder. Keza, insanların diğer hayvanlar gibi tabii bir postla yaratılmamış olması, ahsen-i takvim kıvamına uygun bir güzelliktir. Fakat, bu çıplak bedeni sun’î post / yani elbiseyle örtünmesi de kendi konumunda ayrı bir güzelliktir. Saç, tırnak ve benzerleri için de aynı şey söylenebilir.

Allah’ın yaratması, sebepler altında cereyan eder. Bu husus, Hakîm isminin bir tecellisidir. İnsanın vücudu bu hikmet çerçevesinde yaratılırken, hem bedenin canlılık konumuna uygun, hem de belli bazı görevlerinden ötürü göbek kordonu gibi, hitan / sünnet yerindeki deri de bu ontolojik prensip doğrultusunda yerini almıştır. Bir yandan bedenin canlılık kanununa ayak uydurarak uzanan, diğer taraftan fıtratın bir gereği olarak var olan bu uzantıların kesilmesi, insanın -Allah’ın kendisine bir nimeti ve bir emaneti olan- kendi bedenin bakımını üstlenmesi açısından da önem arz etmektedir. Bu sebeple, tırnak, saç, bıyık kesmek, etek, koltuk tıraşı olmak da  peygamberlerin bir sünneti olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat, hitan / sünnet olmak, zor bir iş olduğundan, İlahî hikmet tarafından tırnak gibi her zaman uzanmasına izin verilmemiştir.

Ayrıca, manevî bir perspektiften bakarak konuyu şöyle izah etmek de mümkündür. Yüce Allah, kadınlarda bekaret perdesini yaratarak, -manen- kadınlara gayri meşru bir ilişkinin fıtrata aykırı olduğunu, kaçak yollardan bu perdenin yırtılmasının büyük bir suç olduğunu ders verdiği gibi, erkek için söz konusu olan deri de, gayri meşru yollara baş vurulmaması için bir hatırlatma levhası, ontolojik bir uyarı simgesi olarak düşünülebilir. Gerek kadında gerek erkekte olsun, bu fıtrî perdenin sonradan ortadan kaldırılması, bu manayı unutturmaz, bilakis her zaman hatırlatmak sinyali gibi bir görev de yapabilir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

SÜNNET (Hitan).

36 Hz. Azrail'in, Hz. Adem'in hamuru için farklı yerlerden toprak getirdiğini okumuştum. Bu konuyu açıklamanız mümkün müdür?

Adem kelimesinin hangi dilden geldiği ve hangi kökten türemiş olduğu konusu müslüman dilciler arasında da tartışılmıştır.

Dilcilerin çoğu bu kelimenin Arapça asıllı olduğunu, “esmerlik” anlamına gelen el-üdme (الأدمة) veya “tip, örnek” anlamındaki el-edeme kökünden türetildiğini savunurlar.

Başka bir görüşe göre, “bir şeyin dış yüzü” (daha çok edîmetü’l-arz şeklinde “yeryüzü”) anlamına gelen el-edîme kelimesinden türetilmiştir. Nitekim genellikle sahih kabul edilen bir rivayete göre “Allah, Adem’i yeryüzünün her tarafından alınan toprak örneklerinin birleşiminden yaratmıştır. Bu toprağın çeşitliliğinden dolayı da Âdem’in nesli değişik karakterler taşır.” (bk. Ebû Dâvûd, Sünnet, 16; Tirmizî, Tefsîr, 2/1; Müsned, IV, 400, 406)

Yüce Allah; Âdem Aleyhisselâmı yaratmak istediği zaman (1), yere:

"Ben, sen­den bir halk yaratacağım ki, onlardan, bana itaat edenler de olacak, onlardan, bana isyan edenler de olacaktır. Onlardan, bana itaat eden kimseyi, Cennet'e koyacağım. Bana isyan eden kimseyi ise, Cehennem'e sokacağım!"

diye Vahy etti. Sonra da (2), Cebrail Aleyhisselâmı, yerden (3), bir avuç toprak (4), çamur getirmesi için, gönderdi. Yer, Cebrail Aleyhisselâma:

"Ben, senin, benden bir şey eksiltmenden, beni, yaramaz hale getirmenden, Allah'a sığınırım!(5) Ben, senin, beni eksiltmeni, istemiyorum! Çünki, Allah, benden bir halk yaratacak, bu halk da, Allah'a âsi olacak. Allah, onlardan dolayı, beni, bir ceza ile cezalandırır!" dedi.(6)

Bunun üzerine, Cebrail Aleyhisselâm, ondan, bir şey almaksızın (7) geri döndü.

"Yâ Rabb! Yer, sana sığınınca, onu, sığındırdım.(8) Onun üzerinde durmayı, kendisini zorlamayı uygun görmedim." dedi.(9)

Yüce Allah, bundan sonra, Mikâil Aleyhisselâmı gönderdi.(10) Yer, Ona da, Cebrail Aleyhisselâma söylediği gibi söyledi.(11) Onun yapacağı şeyden dolayı da, Allah'a sığındı. Mikâil Aleyhisselâm da, onu, sığındırdı.(12) Yer, böyle, kendisinden bir şey alınmasından, Allah'a sığınınca (13), Mikâil Aley­hisselâm. ondan bir şey almaksızın (14) dönüp Yüce Allah'a, Cebrail Aleyhisselâmın söylediği gibi söyledi. Bunun üzerine. Yüce Allah, yere, Ölüm Meleğini gönderdi.(15) Yer, yine kendisinden alacağı şeyden dolayı (16), Allah'a sığınınca (17), ölüm me­leği:

"Ben de. Allah'ın emrini, yerine getirmemiş olarak dönmemden Allah'a sı­ğınırım!" dedi.(18)

Yer yüzünden alacağını aldı ve tek yerden almadı.(19) Kırmızı, beyaz ve siyah topraktan aldı.(20) ve karıştırdı.(21) Böyle, yer yüzünden alınan topraktan yaratılmış olduğu için, Âdem Aleyhisse­lâma "Âdem" ismi verilmiştir.(22)

Kaynaklar:

(1) İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.27.
(2) Sa'lebî-Arâis s.26.
(3) Taberî-Tarih c.1,s.45, Mes'ûdî-Murucuzzeheb c.1,s.30,İbn.Asakir-Tarih c.2,s.342, ibn.Esîr-Kâmil c.1,s.27, Ebülfida-elbidaye vennihaye c.1,s.85.
(4) Sâlebî-Arâis s.26.
(5) Taberî-Tarih c.1,s.45, Mes'ûdî-Murucuzzeheb c.1,s.30, İbn.Asakir-Tarih c.2,s.342, İbn.Esir-Kâmil c.1,s.27, Ebülfida-Elbidraye vennihaye c.1,s.85.
(6) ibn.Asakir-Tarih C.2.S.342.
(7) Mes'ûdi-Murucuzzeheb c.1,s.30, Sâlebî-Arais s.26,ibn.Esîr-Kâmil c.1,s.27
(8) Taberî-Tarih c.1,s.45, Mes'udi-Murucuzzehebc.1,s.30,İbn.Asakir-Tarihc.2,s.342, İbn.Esîr-Kâmilc.1,s.27, Ebülfida-El-Bidaye vennihaye c.1,s.85.
(9) Sâlebî-Arâis s.26.
(10) Taberî-Tarih c.1,s.45, Mes'udi-Muruc. c.1,s.3O, ibn.Asakir-Ta. c.2,s.342,İbn.Esir-Kâmil c.1,s.27, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s.86.
(11) Mes'ûdî-Murucuzzeheb c.1,s.3O, ibn.Asakir-Tarih c.2,s.342
(12) Taberî-Tarih c.1,s.45, İbn.Esîr-kâmil c.1,s.27,Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s.86
(13) Salebi-Arâis s.26
(14) Mes'ûdî-Murucuzzeheb c.1,s.3O, Sâlebî-Arâis s.26
(15) Taberî-Tarih c.1,s.45, Mes'ûdî-Murucuzzeheb c.1,s.3O, Sâlebî-Arâis s.26, ibn.Asakir-Tarih c.1,s.342, Ibn.Esîr-Kâmil c.1,s.27, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s.86
(16) Sâlebî-Arâis s.26
(17) Taberî-Tarih c.1,s.45, Mes'ûdî-Murucuzzeheb c.1,s.3O, Sâlebî-Arâis s.26.İbn.Asakir-Tarih c.1,s.342, Ibn.Esîr-Elkâmil c.1,s.27, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s.86
(18) Taberî-Tarih c.1,s-45, Mes'udî-Muruc.c.l.s.3O, İbn.Asakir-Tarih c.2,s.342,lbn.Esir-Kâmil c.1,s.27,Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s.86
(19) Taberî-Tarih c.1,s. 45-46, İbn.Asakir-Tarih c.2,s,342, Ibn.Eslr-Kâmil C.1.S.28, Ebültida-Elbidaye vennihaye C.1.S.86, Ibn.Sa^d-Tabakat d,s.26, Ahmed b.Hanbel-Müsned c.4,s.400, Ebu Davud-Sünen C.4.S.222, Tirmizi-Sünen c. 5, s. 204.
(20) Taberi-Tarih d,s.46,Mes udı-Muruc, c.ı,s.3o, ibn.Asakır-lann c.2,s.342, Ibn.bsir-Kamil c.1,s.28, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s.86.
(21) Taberî-Tarih c.1,s.45, İbn.Asakir-Tarih c.2,s.342, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.28, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.l.s.86
(22) İbn.Sa'd-Tabakat c.1,s.26, Taberî-Tarih c.1,s.46 Mes'udî-Muruc. c.1,s.3O, Ibn.asakir-Tarih c.2,s.341,343, Süheylî-Ravdulünüf c.1,s.82, Ebülfered ibn.Cevzi-Tabsıra c.1,s.14, ibn.Esîr-Kâmil c.1,s.28.

(M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Hz. Adem)

37 Gerçekten her şey en güzel ve en mükemmel olarak mı yaratılmıştır?

Cevap 1:

a. Bir şeyin mükemmelliği onun sürekli varlıkta kalmasını gerektirmez. İnsan en mükemmel bir varlıktır, ama ölüme mahkumdur. Bazen doğuşundan birkaç saniye içerisinde vefat edip gitmektedir. İnsanların bir ferdi, kompleks yapısı itibariyle ve taşıdığı mükemmel değerler bakımından diğer canlıların türleri mesabesindedir. Kâinatta varlıklar var olmalarıyla, kendilerini var eden Allah’ın varlığına şahitlik yaptığı gibi, ölüp gitmeleriyle de -kendilerini öldüren- Allah’ın varlığının devamlılığına ve ebediliğine şahadet etmektedir.

Yok olan türlerin varlığının, şu anda devam eden türlerin varlığından az mükemmel olduğunu kimse iddia edemez. Akıllı insanlar, Darwin’in tabii seleksiyon saçmalığına inanmak zorunda mıdır?

Mükemmellik her varlığın kendine mahsus yanları vardır. Bir devenin boynunu, bir filin kuyruğuyla kıyaslayamazsınız. Biri için uzunluk, diğeri için kısalık mükemmelliktir.

Bir karıncanın ince belini, Hacivat oyunundaki kuklalar için kullanmak bile komiktir. Fakat karıncalar için en mükemmeldir.

b. "Yirmilik dişlerin insan için bir kusur olduğu, bu günkü bilim dünyasında kabul görüyor" olduğunu farz etsek bile, bunun gerçekten hikmetsiz olduğuna karar vermek için yeterli bir delil olmaz.

Çünkü; şimdiye kadar onlarca defa “ak” dediğine “kara”, kara dediğine ak diyen bir bilim dünyasının yabancısı değiliz. Daha birkaç yıl öncesine kadar anne sütünü çocuk için zehir olarak kabul eden bilim çevreleri, şu anda onun eşsiz bir panzehir olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştır.

- Yine birkaç yıl öncesine kadar apandisit denen barsak memesini fuzuli bir parça olarak değerlendiren bilim dünyası, şu anda onun da bir bademcik kadar önemli olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştır.

- Bu arada bir kadının kafa tasının bir parçasıyla, bir şempanzenin kafatasının bir parçasını bir araya getirmek suretiyle, insanların maymundan geldiği tezini doğrulamak uğruna bilime iftira eden sahtekâr bilim filimcilerini de unutmamak gerekir.

- Kâinatın her tarafında aynı mükemmelliği aramak yanlıştır. “Her şey zıddıyla bilir.” kaidesi gereğince, İlahî hikmet bazı şeylerin güzelliğini yanındaki çirkin olanın varlığıyla göstermek ister. Bu çirkin denen varlık da dolaylı olarak güzellik kazanmış olur. Söz gelimi, gecenin karanlığı Ayın mehtabını daha güzel gösterir. Onun için mehtaplı geceler aşıkların divanlarına geçmiştir. İnsanlar da bu gerçeği gördükleri için, bazen güzel donanıma sahip bir parkta çok değişik çirkin bir kütük, bir kayalık, birkaç taş koymak suretiyle, onun manzarasının güzelliğini ve de mükemmelliğini bir kat daha artırmayı hedefliyorlar.

- İnsanın ağzı küçükken ona göre küçücük dişleri takan, ağzı büyüyüp büyük lokmalar almaya ihtiyaç hissedince de küçük dişleri söküp, yerine uygun büyük dişleri takan eşsiz ilâhî kudret ve mükemmel Rabbanî hikmet, hiç mümkün müdür ki, yirmilik dişini abes olarak yaratsın veya onun izni olmadan o kendi kendine fuzuli olarak gelmiş olsun...

Sadece insanlara belli bir zaman dilimi olan 20 yaş dişi olarak ders vermesi bile önemlidir. Ya bir de 20, 21,…40 yaş dişleri de olsaydı?.. Demek ki her şey sonsuz bir ilim ve hikmet pergeliyle işleyen bir kudretin takdirinin yansımasıdır. “Allah bes, gayrı heves...”

Cevap 2:

Allah’ın bütün isimleri güzeldir. O isimlerin tecellileri de güzeldir. Ayrıca Allah’ın bir ismi de Cemil’dir. Güzel olan anlamında Allah'ın isimlerinden biridir... Hüsn ile aynı manaya gelir. Allah, bütün güzellikleri yaratmıştır, O, güzeller güzelidir. Güzelleştiren Allah, güzeldir ve güzellikler O'nun Cemal'inin vasfıdır. O, kusurdan münezehtir ve O'nun güzelliği yaratıklara benzemez. Esma-i Hüsna'nın her birisinin hayret verici güzelliği, en küçük olgularda bile kendini göstermektedir. İnsanları etkileyen sanat eserleri, mucizelerin gücü, harika ve fevkalâde olayları yaratan Cemil-i Zülcelal'dir.

O, hayatı ve insanı en güzel bir şekilde yaratmıştır.

"Ki, yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı yaratmaya da çamurdan başlayan O'dur." (Secde, 32/7)

Ancak, Rabbine âsî olan ve kıyamete kadar insanları saptıracak olan şeytan, bütün çirkinlikleri işte o çıkarır. Kainattaki her şeyde güzellikler açık veya kapalı bir şekilde görülmektedir. Şeyler ya bizzat güzeldirler, yahut neticeleri cihetiyle güzeldirler. Eşyanın bir güzel, bir de kötü tarafı vardır. Allah, yeryüzünde şeytanın adımlarının izlenmemesini, tayyip (güzel ve hoş) şeylerden faydalanılmasını (yenilmesi, içilmesi, vb.) emreder. (Bakara, 2/168-172). Şeytan ve dostları, Allah'ın yarattığı güzellikleri değiştirip bozarlar, helâli haram kılarlar. Dolayısıyla kötüler kötü için, güzellikler de güzel olan için olur. İyiler, ecir; kötüler ve çirkinler günah kazanacaklardır. Allah'ın fazlı ve keremi, rahmeti olmasaydı, ebedi olarak insanlar temize çıkamayacaklardı. (Nur, 24/21) ve Allah geceye ve gündüze yemin ettikten sonra "... kim o en güzeli tasdik ederse" onu en kolaya hazırlayacağını müjdeler. (Leyl, 92/1-7).

Cevap 3:

“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.” (bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz)

İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş? Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o âlem için de sürdürmeli: Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?

Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor. İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız hiçbir fonksiyon icra edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiç bir şeyden zevk alamaz.

“Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir.”

Nur Küllayat'ında, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye. Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz: Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. İkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?

Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzel. İşte bu misâl gibi, sıhhat bizzat güzeldir, hastalık ise neticesi itibarîyle. Yemek bizzat güzeldir, perhiz yapmak ise neticesi itibarîyle. Gül bizzat güzeldir, gübre ise neticesi itibariyle.

İnsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.

“Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celal ve cemal” tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, gözün karası ve akı, kanın al ve akyuvarları gibi daha nice halkalar var. İç dünyamızda ve dış âlemde bu ikililerle kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.

Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir:

“Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” (Bakara, 2/216)

Âyet-i kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh. Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiğinde harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmete boğulur. Cihatta şehit olanlar ise bir anda velayet makamına çıkarlar ve kaybettikleri dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi kalır.

- Ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi?

Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş olmuyor mu?

Bir hadis-i kutsî: “Rahmetim gazabımı geçti.”  Bu hadis-i kutsîye şöyle bir mânâ verilmiştir:

“Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”

Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen yılın ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmıyor mu?

Ama, insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir. Az önce de değindiğimiz gibi, her musibet mutlaka “kahır” değildir. Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar: Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir. Veya, günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz. Yahut, insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.

Öte yandan, musibetler insan için sabır imtihanıdır; bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.

38 İnsanların yüz farlılıkları kaç çeşittir?

1. Yeryüzünde mevcut insanların sayısı kadar farklı simalar vardır. Çünkü hiçbir sima diğer bir simanın aynısı değildir. İnsanların parmak izleri gibi, simaları da özel bir kimliği gösterecek, kişinin aidiyetini belirleyecek şekilde farklı olarak düzenlenmiştir.

2. Kur’an ve hadislerde “simaların sayısı” verilmiyor, farklı simaların varlığından bahsediliyor.

 “Odur ki annelerinizin rahimlerinde size dilediği şekli verir.” (Al-i İmran, 375),

“Ey insan! İhsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?  O Allah ki seni yarattı, seni düzgün ve dengeli kılıp, ölçülü bir biçim verdi. Seni istediği her hangi bir şekilde parçalardan oluşturdu.” (İnfitar, 82/6-8)

mealindeki ayetlerde, Allah’ın iradesine ve meşietine bağlı olarak, insanların farklı şekillerde yaratıldığına, tasvir edilip şekillendirildiğine işaret edilmektedir.

“Onun delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.”(Rum, 30/22)

mealindeki ayette ise, insanların farklı simalara sahip olduklarına işaret edilmiştir.

- Ebu Musa el-Eşarî’nin bildirdiğine göre, Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Allah (İlk insan) Âdem’i, yeryüzünün bütününden aldığı bir avuç topraktan yarattı. Bu sebepledir ki, Âdem’in çocukları / insanlar, bu toprak çeşitleri kadar farklılık gösterdiler. Kimi beyaz, kimi kırmızı-sarışın, kimi zenci, kimi bu renklerin arasındaki tonlarda vücut buldu.” (İbn Kesir, Rum, 30/22. ayetin tefsiri).

3. İnsanların farklı simalara sahip olduğu müspet ilimlerin de kabul ettiği bir konudur. Bir ateistin bundan farklı bir iddiada bulunması mümkün değildir. Ayrıca, unutmamak gerekir ki, bir ateistin en çok muhtaç olduğu şey, Allah’ın varlığı-birliği meselesidir. Allah’a inanmayan bir kimsenin Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna inanması düşünülemez. Allah’a iman konusunda ve ateizmin yanlışlığını en güçlü ve en güzel bir şekilde ortaya koyan eserlerin başında Risale-i Nur eserleri gelir. Bunu özellikle tavsiye ediyoruz. Daha kısa zamanda, ilgili konulara vakıf olmak için de,  bu eserlere vakıf kimselerle yakın temas içinde olmanın faydalı olduğunu düşünüyoruz. Biliyorsunuz ki, hadis-i şerifte;

“Bir tek kişinin imana gelmesine vesile olmak, sahralar dolusu kırmızı koyunlara sahip olmaktan daha hayırlıdır.” (Mecmau’z-Zevaid, 5/334) buyurulmuştur.

4. İnsanların göz, kulak, el, ayak, parmaklar gibi aynı sayıdaki ittifakları, bunların aynı sanatkâr tarafından yaratıldığına, dolayısıyla Allah’ın birliğine şahadet ettiği gibi, farklı sima, farklı renk, farklı dil konuşma gibi farklılıklar da Allah’ın iradesine şahadet etmektedir. Çünkü farklılıklar belli bir iradeyle yapılan bir seçimi, bir tercihi göstermektedir ki, bu husus Allah’ın mutlak iradesinin bir yansımasıdır.

- 2. maddede geçtiği üzere; “Onun delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.” (Rum, 30/22) mealindeki ayette, sunduğumuz bu gerçeklere işaret etmektedir.

39 Ruhlar aleminde Allah'ı kabul etme var mıydı? Madem varsa neden imtihana tabi tutulduk? Ruhlar aleminde nefs-i emmare verilmiş miydi?

Cevap 1:

Ruhlar aleminde her ruh Allah Teala'ya iman etmiştir. Ayrıca insanın bu dünyaya gönderilmesinin ve imtihana tabi tutulmasının bir çok hikmeti vardır:

Allah’ın insanı yaratmasının çok hikmetlerinden birisi ibadettir. Çünkü:

1. Allah insanı imtihan için yarattı. Bu hikmet insanın yaratılmadan olamayacağı kesindir.

2. Allah kainatta tecelli ettiği cemal ve kemalini hem kendisi -kendine mahsus bir şekilde- görmek, hem de başkalarının gözüyle görmek istiyor. Başkasının görmesi derken bunların başında insan gelmektedir. Bu hikmet de yine insanın yaratılmasını gerekli kılıyor.

3. İbadet için yarattı. Bu hikmetin yerine gelmesi için var olan birisi gerektir. Yaratılmadan ibadetin yerine gelmesi mümkün değildir. Burada yaptığımız ibadetin miktarına göre cennetteki yerimiz hazırlanıyor.

4. Allah’ın her şeyden daha büyük olduğunu ilan etmek ve Allah’ın emirlerini yaymak. Bu hikmetin yerine gelebilmesi için, hem tebliğ edenin hem de tebliğ edilenin yaratılması icap eder.

5. Bir çekirdeğin ağaç olması için toprağa girmesi gerektiği gibi, insanın da yetişip olgunlaşmsı ve terakkisi için dünya tarlasına gönderilmiştir.

6. Eğer başka alemde yaratılsaydık, o zaman da neden bu alemde yaratıldık diye sormamız gerekecekti. İnsan için en mükemmel imtihan salonu bu olduğu için buraya gönderildik denilebilir.

7. Bilmekle yapmanın çok farklı şeyler olduğunu vurgulamak gerekir. Bir misal vermiştik. Bizlerin bir çekirdeğin ağaç olacağını bilmemiz, onun ağaç olmasına gerek olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca bir makine veya bina için bir plan yapılsa, madem ki plan var öyleyse binaya ve makinaya ne gerek var denilebilir mi?

Yarın bir yere gideceğimizi ve şunları yiyeceğimizi planlıyalım. Buna göre madem ne yapacağımız belli öyleyse ne gerek var gitmeye ve yemek yemeye diyor muyuz?..

Biz bile gündelik basit şeyler için bunu diyemezsek, Allah'ın sayısız hikmetlerle yarattığı insanı, "Madem ne yapacağını biliyordu, öyleyse neden imtihan ediyor?" denilemez.

Cevap 2:

Nefs-i emmare nefsin bir özelliğidir. Ruhta bulunan bu özellik onda her zaman vardır. Ancak ruhun bu özelliğinin ortaya çıkması bu dünya ile mümkündür. Ruhlar aleminde bu özelliği ortaya çıkmaz. Çekirdeğin ağaç olması için toprağa konulması gibi, insan da ahiretin tarlası olan bu Dünya Hayatına gönderilmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

MİSAK

40 Hz. Âdem'in çocuklarının evlenmeleri yerine, başka bir Havva ve Âdem daha yaratılsaydı da onların çocuklarıyla evlenselerdi daha iyi olmaz mıydı?

Allah, elbette binlerce Âdem ve Havva yaratabilirdi. Nitekim yüz binler çeşidi bulunan hayvanların / canlıların her bir türü için ayrı bir Âdem ve Havva / bir ilk baba ve anne yaratmıştır. Burada da aynı metodu uygulayabilirdi.

Fakat ilahî hikmet kararını bu yönde vermiş ve yalnız bir tek Âdem ve Havva’yı yaratmıştır. Bu realitenin mutlaka pek çok hikmeti vardır. Bir tanesi tevhit kavramı olabilir. Allah yeryüzünde kendine halife olarak seçtiği insan oğlunu kendi birliğinin simgesini taşıyacak şekilde yaratmıştır. Bu simge, ilk insan olan Âdem’in de bir olmasıdır. “Bir fiil ancak bir failden” meydana gelir kuralı gereğince, bir tek insan olan Hz. Âdem’in varlığı onun yaratıcısı olan Allah’ın birliğinin bir göstergesidir. Nitekim kâinatın kozmik çorbasının ilk nüvesi de bir tek cevheredir. Bu gün bazı uzmanlar, bunun hidrojen atomu olduğunu söylemektedir.

Ayrıca aynı Âdem ve Havva’dan gelmelerine rağmen, insanlık camiasında ırkçılığın bu kadar negatif etkilerini gördükten sonra, farklı Âdem ve Havva’dan meydana gelmiş olması durumunda işin vahametini tasavvur etmek bile zordur. Demek ki, insanlık camiasının birliğini sağlamak için de, ilâhî takdir onları tek aileden yaratmayı uygun görmüştür.

Diğer taraftan bir şeyin helal ya da haram olması Allah’ın emriyledir. O helal kılarsa helal olur, haram ederse de haram olur. Mülkün sahibi o olduğuna göre, bize iman etmek ve ona uymak düşer. Bu da imanın ve teslimiyetin bir gereğidir.

İlave bilgi için tıklayınız:  

Hz. Âdem’in çocukları birbiriyle nasıl evlendiler?

41 Kur’an’ın evrim ile arasındaki ilişkiyi biliyoruz, hayvandan ilk insana geçiş süreci nasıl oldu?

1. “Kur’an’ın evrim ile arasındaki ilişkiyi biliyoruz... hayvandan ilk insana geçiş süreci” ifadesine katılmamız mümkün değildir. Biz, evrende bir tekamül kanunun olduğuna inanmakla beraber, bir türün başka bir türden dönüştüğünü iddia eden "Evrim Teorisi"nin doğru olmadığına ve Kur’an’da böyle bir ifadenin bulunmadığına da inanıyoruz. Bugün gerek Müslüman ve gerek gayri müslim pek çok bilim adamı EVRİMin bir safsatadan ibaret olduğunu belirtmiştir. Bu konuda pek çok ilmî kitap ve makale yazılmıştır. Detaylı bilgi için www.sorularlaevrim.com isimli sitemize bakmanızı tavsiye ederiz.

2. "Âdem, su ile çamur arasındayken ben peygamberdim." mealindeki rivayet alimler tarafından zayıf kabul edilmiştir. (bk. Aclûnî, 2/129). Bu konuda bir çok kaynakta yer alan, Hâkim ve Tirmizî’nin sahih olduğunu belirttiği rivayet şekli şöyledir:

“Ben peygamber iken, Âdem ruh ile ceset arasındaydı.” Diğer bir rivayette “Ben yaratılışta bütün peygamberlerden önce var edildim, peygamberlikte ise onların hepsinden sonra gönderildim.” buyurmuştur.(a.g.e).

Bu gibi rivayetler, farklı Âdem’lerin olduğuna değil, ezelî kader noktasına dikkat çekmektedir. Bununla Hz. Peygamber (asm), Allah’ın nimetlerine işaret etmekte ve tahdis-i nimet kabilinden peygamberliğin ilahî bir lütuf olduğunu, kendi kesbinin bir ürünü olmadığını, değil kendisi daha ilk insan Hz. Âdem (as) bile dünyaya gelemeden Allah’ın bunu takdir buyurduğunu belirtmek suretiyle Rabbine kulluk şuurunun bir yansıması olarak şükür borcunu eda etmeye çalışmıştır.

Diğer taraftan başka bir hadiste,

“Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur.” (Müsned 4/127; Hâkim, Müstedrek 2/600/4175)

buyurulmuştur. Bilindiği gibi canlıların bütün karakterleri genetik şifrelerinde yazılı. Bu yazı, kader kalemiyle işlenmiş bir ilâhî program. Bir tohumdaki şifrede ne ağacın şeklini, ne gövdesinin sertliğini ne yaprağının yeşilliğini ne de meyvesinin tadını bulabilirsiniz. DNA’da bütün bu özellikler baz sıralaması şeklinde yazılı, ama o program ne serttir, ne yumuşak; ne yeşildir, ne kırmızı. Bunların hepsi o şifrede bir plan, bir program olarak mevcut, ama ağacın bütün özelliklerini o şifrede aynen bulmaya çalışmak da boş bir çaba. Bu noktayı dikkate almadan, bütün mahlûkatın Nur-u Muhammedî’den yaratılışını düşünen adam, yıldızlarla, ormanlarla, denizlerle bu nur arasında bir benzerlik kurmaya kalkışır ve aldanır.

Bizim yaptığımız planlar da bir yönüyle öyle değil mi? Bir evin bütün bölmeleri plandadır, ama plandaki mutfakta yemek pişiremezsiniz.

Bütün ilâhî isimler ilk defa Nur-u Muhammedî de tecelli etmişler. Meselâ, onda muhyi isminin tecellisi var ve o nur hayat sahibi. Sonraki safhalarda yaratılacak olan bütün hayatlar, ilk defa onda tecelli eden bu ismin ayrı tezahürleridir. O nurlu hayat, bütün hayatların başlangıç noktası ve çekirdeğidir. Ama, bütün hayat çeşitleriyle Resulullah Efendimizin (asm) o pak ve münezzeh ruhu arasında bir ilişki kurmaya kalkışmanın da yanlışlığı ortadadır.

Bir başka misâl: Muhafaza etmek, hıfzetmek bir ilâhî fiil. Nur-u Muhammedî (asm) de hafiz ismi de tecelli etmiş ve daha sonra yaratılacak “Levh-i Mahfuza”, “çekirdeklere”, “yumurtalara”, “nutfelere” ve nihayet “hafızalara” bir çekirdek gibi olmuş.

Buna göre, Nur-u Muhammedî (asm), bütün mahiyetlerin ortak ismidir ve eşyanın yaratılmasıyla bu mahiyetler ilim dairesinden kudret dairesine geçmişlerdir.

Bu hikmet âleminin yaratılış çekirdeği olan Nur-u Muhammedî (asm)’den âlem safha safha yaratılmış. Bütün fizik âleminin, semavat ve arzın yaratılışı da bu kaide çerçevesinde gerçekleşmiş. Bu nurdan, bir “madde-i aciniye” yaratılmış ve bu öz macun, bu şifre mahlûk; göklerin ve yer küremizin yaratılmasında esas olmuş. (bk. Nursi, İşaratü’l-İcaz, Habbe)

Demek ki, o ilk yaratılışta Ruh-u Muhammedî (asm)'in ulviyeti, parlaklığı ve berraklığı diğer bütün mahiyetleri âdeta gölgede bırakmış ve o ilk çekirdek varlığa Nur-u Muhammedî (asm) denilmiş.

İlave bilgi için tıklayınız:

Evrim ile tekamül arasındaki fark nedir?

"Sen olmasaydın, ey Habîbim, felekleri [kâinatı] yaratmazdım." kudsî hadisi ne anlama gelmektedir?

“Nur-u Muhammedî” hakkında bilgi...

Allah’ın ilk olarak yarattığı şey nedir?

Hz. Adem Hz. Muhammedi ne zaman öğrenmiştir? Peygamber Efendimizin ismini ilk olarak nerede görmüştür?

42 Âdem, su ile çamur arasında iken, ben nebi idim, anlamına gelen hadis sahih midir?

Hadis kaynaklarında, soruda yer alan şekliyle hadis rivayeti zayıf kabul edilmiştir. Ancak manasının sahih olduğunu gösteren ve kaynaklarda rivayeti sahih kabul edilen benzer rivayetler söz konusudur. Mesela;

Ahmed b. Hanbel, Buharî (Tarihinde), Ebu Nuaym, Hâkim’in rivayet ettiğine göre, Peygamberimiz (a.s.m) şöyle burmuştur:

“Ben nebi / peygamber iken, Âdem ruh ile ceset arasında bulunuyordu.” (bk. Aclûnî, 2/129).

Tirmizî ve daha başkalarının da rivayetlerine göre, Ebu Hüreyre şunları söylemiştir: Ben Resulullah’a “Siz ne zaman peygamber oldunuz (bir rivayette, ne zaman peygamber yazıldınız?)” diye sordum, cevap olarak “Âdem ruh ile ceset arasında iken ben peygamber idim.” (bk. a.g.e) buyurdu.

Burada -en iyisini Allah bilir- kader noktası nazara verilmiştir. Yani Hz. Âdem (as) daha ruhlar aleminde iken, daha cesede girmeden önce Hz. Muhammed (a.s.m) Allah’ın ezelî ilminde peygamber idi. Bu ifadede insanlar için belli bir zaman kavramıyla sınır çizilmiş ve akıllara konu biraz daha yaklaştırılmıştır.

Bu ifadenin evrimle hiçbir ilgili yoktur.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Allah’ın ilk olarak yarattığı şey nedir?  

Hz. Adem, Hz. Muhammedi ne zaman öğrenmiştir? Peygamber...

"Sen olmasaydın, ey Habîbim, felekleri [kâinatı] yaratmazdım." kudsî ...

43 İnsanı insan yapan ruhu olduğuna göre, insan bedeni biyolojik bir süreçle yaratılmış olamaz mı? Hz. Adem (a.s) nasıl yaratılmıştır?

Ruh ve beden ayrı ayrı değelendirilmelidir. Tabiri uygun görülürse, ruh elektrik ise beden onun ampülüdür. Ruh kuş ise, beden onun kafesidir. Her ikisini de yaratan, idare eden ve devamını sağlayan Allah'tır.

Ruhların yaratılmasının bedenlerden önce olduğu anlaşılıyor. Ruhlar aleminden anne karnına, oradan çocukluğa, gençliğe, ihtiyarlığa ve kabir, berzah, cennet veya cehenneme giden yoldayız. Bu yolun başı ruhlar alemidir. Bu itibarla ruhların yaratılması cesetlerinden öncedir.

Anne ve babanın birleşmesiyle anne karnında yaratılan cesede, zamanı gelince ruh üflenir. Ruhun bedenden aryılmasıyla da ölüm dediğimiz olay gerçekleşir. Bir bakıma beden ruhun bu dünyadaki elbisesidir. Anne karnında ruha giydirilen bu elbise, ölüm anı gelince tekrar bu elbiseden çıkarılıp kabir alemine gönderilir ve oraya uygun yeni bir elbise giydirilir. Ruhun bu dünyada giydiği bu elbisede, kişinin yaşına, yaşamına, şartlarına ve zamanına göre değişiklikler olur. Çocukluk, gençlik, yaşlılık, hastalık gibi. İşte beden budur.

Peygamber Efendimiz (asm),

“Ruhlar, toplanmış cemaatler gibidir. Onlardan önceden birbiriyle tanışanlar, iyi anlaşırlar. Tanışmayanlar ayrılırlar pek anlaşamazlar.” buyurmuştur. (Buhari, Enbiya, 2; Müslim, Birr, 159; Ebu Davud, Edeb, 19.)

Hadis- Şerif, insanların dünyaya gelmeden bir yerlerde tanışıp kaynaştığını haber vermektedir. Bu durum anne karnında olamayacağına göre, demek ki daha önceden var olduklarının ve anne karnına gelmeden yaratıldıklarının en açık delilidir.

Âzımabadî, bu hadisi şerh ederken “ruhların cesetlerine gelmeden önce tanışıp kaynaşmaları” diyerek ruhların cesetlerden önce yaratıldığını ifade eder. (Âzımabadî, Avnu’l Mabud, XIII/124.)

Burada diğer bir konu daha vardır. O da Allah’ın ruhlardan söz aldığı “Kalü Bela” dediğimiz anlaşmanın ne zaman olduğudur. Yani, Allah Teala, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye ruhlara sorduğunda onlar da “Evet, Sen bizim Rabbimizsin.” diye cevap vermişlerdi. İşte bu husus ne zaman gerçekleşmiştir. Bu konuda alimlerin görüşleri özetle şöyledir:

Bazı müfessirler, misakın “temsil” ve “istiare” yoluyla bir ilâhî irşat olduğunu söyleyerek şöyle derler: “Bu bir benzetmedir. İnsanların, Allah'ın rububiyetini tanımaya muktedir bir kabiliyette yaratılmış olmaları, bir bakıma, şahit tutulmaları olarak değerlendirilmiştir.”

Tefsir âlimlerinin büyük çoğunluğu ise, hem ilâhî hitabın, hem de ruhun verdiği cevabın sembolik değil, hakiki olduğu görüşündedirler. Bu görüşü son asrın müfessirlerinden Mehmed Vehbi Efendi şöyle dile getirir:

“Akıl ve hayat vermeksizin lisan-ı hâlle cevap vermek ihtimalleri varsa da, daha doğru olanı, akıl, hayat ve nutuk verdi, halıkıyetine ve rububiyetine delalet edecek delilleri gösterdi... Onlar da suali fehmedip (anlayıp), akılları idrak ederek lisanlarıyla söylemek suretiyle cevap verdiler.”

Bir noktayı önemle belirtmek isteriz: Misak hâdisesi âyetle sabittir. Bir insan, misakın gerçek mânâda tahakkuk ettiğine akıl erdiremiyorsa, azınlıkta kalan âlimlerin görüşünü benimseyerek, bunun bir teşbih ve temsil olduğunu kabul edebilir. Böylece kendisini şeytanın vesveselerinden kurtarmış ve nefsinin ileri-geri konuşmalarına fırsat vermemiş olur. Âyetin inkârı başka, tevil ve tefsirlerden birini uygun bularak, diğerini kabul etmemek daha başkadır.

Ruh ile beden arasındaki ilgi nasıldır?

Ruh: “can. Canlılık. Nefes. Cebrail (a.s.)...”,“bir kanun-u zîvücud-u haricî.”(Sözler), “emir âleminden olup, beden ülkesini idare etmesi için kendisine müstakil bir varlık verilen bir kanun. Beden olmayınca da varlığını devam ettirebilen lâtif bir cisim.”

Kaba, sert bir ağacın, narin ve nazik bir meyve vermesi gibi, bu haşmetli ve cansız âlemden kendisine pek de benzemeyen bir varlık süzülmüş: insan... Güneş yakarken o yanmış, rüzgâr eserken o nefes almış, ırmaklar akarken o kanmış, toprak mahsul verirken o tüketmiş.. Ağacı cansız iken o canlı olmuş, âlem görüp işitmezken o görücü ve işitici kılınmış...

Artık bu üstün meyve, kâinat ağacının gözü kulağı kesilmiş. Bu şerefli rütbe ile birlikte büyük de bir mesuliyet yüklenmiş. O, neye hizmet etmişse, kâinat da mânen o işin peşine düşmüş; o neye kulak vermişse âlem onu dinlemiş ve o neye bakmışsa bütün hizmetçiler de onu seyre koyulmuşlar...

İşte bu insan meyvesinin şu görünen beden hanesinin ötesinde, şu âlemi memnun yahut mahzun eden bir efendi mevcut. Elini dilediği meyveye uzatabiliyor. Gözlerini arzu ettiği istikamete dikiyor. Ayaklarını keyfince hareket ettirebiliyor. İşte bütün bir kâinat ve top yekûn insan bedeni o efendi için yapılıp çatılmış. Renkler âlemi onun gözü önünde hazır. Tatlar âlemi onun diline arz edilmekte. İlim ve hikmet âlemi onun aklına bakıyor.

Bu beden ve şu kâinat, o ruhun önünde iki sahife gibi. Dilerse bedeni okur, isterse kâinatı... Beden ve kâinat, bir başka cihetle de o ruhun önünde iki sofra. Her ikisinden de istifade ediyor. Her ikisini de seviyor; her ikisi için de hâlik’ına şükrediyor.

Ruhun önünde nice düşündürücü levhalar, nice ibret sahneleri ve hayret tabloları mevcut. Kâinatı temaşa, bedeni tefekkür, kâinatla beden arasındaki mükemmel münasebete nazar, beden ile ruh arasındaki akıl almaz ilgiye hayret ve bu sonuncusunu vesile ederek gayb âlemi ile şu görünen âlem arasındaki ulvî rabıtalara iman...

Bir de ruhun kendi mahiyetini bilmedeki aczi var ki, bu acz, nice hakikatlere pencereler açıyor... Her biri diğerinden güzel olan bu mevzulardan sadece bir ikisine kısaca işaret edelim: Ruhla beden arasındaki ilgi, gerçekten, çok mükemmel. Beden hizmetçi, ruh ise efendi. Hizmetçi efendiye tâbi. Gözden akan yaş, üzüntüden haber veriyor. Üzülen ne göz, ne de onun takılı olduğu beden makinesi. Zira bedenin kederle bir alâkası yok. Ruhtaki teessür, gözden yaş olarak dökülmede.

Ters yöne giden bir arkadaşımıza, “Dur! Geri dön!” diye sesleniriz. Bu seslenişte muhatabımız, ne onun kulak zarı, ne de ayaklarıdır. Kulak sadece bir ahizedir, ayaklar ise doğru yahut yanlış yoldan anlamazlar.

Bedenin ruh namına hareket etmesi, gayb âleminin şu şehadet âlemine hâkimiyetini temsil etmede. Ayaklar diledikleri yöne gitmedikleri gibi, şu dünya da kendi keyfince dönmüyor. Göz, kendi arzusuyla bakmadığı gibi, güneş de ışığını kendi iradesiyle vermiyor.

Beden şu âlemdeki birçok hâdisenin tesirinde kalır. Ama ruhun bedene tesiri bunların hepsinin üstünde. Aşırı soğuk da sinir sistemi üzerinde olumsuz tesir yapar; ama bu tesir hiçbir zaman bir ihanetin, bir zulmün, bir vefasızlığın tesiriyle kıyaslanamaz. Bazı gıdalar da tansiyonu yükseltici tesire sahip; lâkin bu yükseltme, üzüntünün, heyecanın tesirleri yanında küçük kalır...

Ruh ile beden arasındaki ilgi, bir bakıma, sesle mânâ arasındaki ilgiye benzer. Ses mânânın bedeni, mânâ sesin ruhudur. Bu ruh o bedenin ne sağındadır, ne solunda, ne içindedir, ne dışında... Mânâ, hayatiyetini devam ettirmek için sese muhtaç değildir. O, hâfızada sessizce durur, dimağda gürültüsüz meydana gelir, kalpte kelimesiz bulunur. Ancak, görünmek ve bilinmek istedi mi, işte o zaman, sese görev düşer. Ses, muhatabın kulağına varınca ömrünü tamamlar. Mânâ ise ondan sonra da varlığını sürdürür.

Mânâ sesten önce de vardı, sesle birlikte göründü, sesten sonra da varlığını devam ettirmede. Ruh Allah’ın kanunu, beden o’nun mahlûku. Bu bedeni, o kanunla tanzim ve idare ediyor. Allah’ın mahlûkata benzemekten münezzeh olduğundan gaflet etmemek şartıyla, insan kendi ruhunda, birçok rabbanî hakikatlere işaretler bulabilir. Bu işaretleri hakikate tatbik ederken, çok dikkatli olmak gerek. İşaretle asıl arasında bir benzerlik kurma gafletine düşülmemeli. Haritadaki bir nokta, bir şehre işaret eder, ama o nokta ile şehir arasında bir benzerlik kurmak cehalettir. Bir yazı, kâtibini gösterir, onun sanatına delil olur; lâkin, kâtibi yazıya benzetmek, yahut yazının özelliklerinde yazarın sıfatlarını aramak mânâsızlıktır.

Meseleye bu şuurla nazar ettiğimizde, ruhumuzda bazı hakikatlere işaretler bulabiliriz:
- Ruh, beden ülkesinin yegâne sultanıdır; birdir, şeriki yoktur.
- Ruh, bedenin hiçbir cüz’üne, hiçbir organına benzemez.
- Ruhun zâtı, bedenin zâtına benzemediği gibi, sıfatları da bedenin sıfatlarına benzemez.
- Ruhun bir meseleyi tefekkür etmesiyle, midenin bir lokmayı yoğurması arasında benzerlik düşünülemez.
- Ruh doğmaz, doğurmaz, bedende mekân tutmaz. Bunlar hep bedenin, maddenin özellikleridir.
- Ruhu mahiyetiyle kavramak mümkün değildir. Onun zâtı hakkında ne düşünülse, ona şirk koşulmuş olur.

Bir bedende iki ruh bulunsa, beden fesada gider...
Bedenin eliyle ne alınırsa alınsın, şükür daima ruha yapılmalıdır.
Ruhun bedendeki icraatı, güneş’in gezegenlerini döndürmesi gibi, mübaşeretsizdir; yâni bu iş, dokunmaksızın, temassız yapılır.
Bir hücreyi idare etmekle, bütün hücreleri idare etmek arasında, ruh için bir fark düşünülemez; birincisi ona daha hafif, ikincisi daha zor değildir...

Hz. ÂDEM (a.s.)'IN YARATILMASI:

Hz. Adem (as) ilk insan, ilk peygamber, insanlığın babası. Allah Teâlâ Hz. Âdem (as)i topraktan (turâbtan) yarattı. (Hûd, 11/61; Tâha, 20/55; Nuh, 71/18) Yüce Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını meleklerine bildirdiği zaman; ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla donatacağı bu varlığın yeryüzüne uyum sağlaması için maddesinin de yeryüzü elementlerinden olmasını dilemiştir:

"Sizi (aslınız Âdem'i) topraktan yaratmış olması onun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beşer oldunuz." (Rum, 30/20)

Allah Teâlâ Hz. Âdem'i yaratırken maddesi olan toprağı çeşitli hâl ve safhalardan geçirmiştir:

a. Türâb safhasından sonra "Tîn" safhası:

Tîn: Toprağın su ile karışımıdır ki, buna çamur ve balçık denilir. Bu safha insan ferdinin ilk teşekkül ettirilmeğe başlandığı merhaledir:

"O (Allah) her şeyi güzel yaratan ve insanı başlangıçta çamurdan yaratandır." (Secde, 32/7)

Hayat kaidesinin candan sonra iki temel unsuru su ve topraktır.

"Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla kadirdir." (Nûr, 24/45)

"O (Allah) sudan bir beşer (insan) yaratıp da onu soy sop yapandır. Rabbin her şeye kadirdir." (Furkan, 25/54)

Yeryüzünün 3/4'ü su ile kaplıdır. İnsan vücudunun da %75'i sudur. Demek ki dünyadaki bu düzen aynen insana da intikâl ettirilmiştir. Yine Cenâb-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:

"Andolsun biz insanı (Âdem'i) çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yarattık." (Mü'minun, 23/12)

İşte ilk insan, yaratılışının mertebelerinde, önce böyle bir çamurdan sıyrılıp çıkarılmış, sonra hülâsadan (bir soydan) yaratılmıştır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur'an Dili, V / 3056-3059, 3431-3432)

b. Tîn-i lâzib:

Cıvık ve yapışkan çamur demektir. Toprağın su ile karıştırılıp çamur olmasından sonra, üzerinden geçen merhalelerden birisi de "Tîn-i lâzib" yani yapışkan ve cıvık çamur safhasıdır. Cenâb-ı Allah bu süzülmüş çamuru cıvık ve yapışkan bir hale getirdi.

"... Biz onları (asılları olan Âdem'i) bir cıvık ve yapışkan çamurdan yarattık." (Sâffât, 37/11)

c. Hame-i Mesnûn:

Sonra cıvık ve yapışkan çamur hame-i mesnûn haline getirildi. Hame-i mesnûn, suretlenmiş, şekil verilmiş, değişmiş ve kokmuş bir haldeki balçık demektir.

"Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, suretlenmiş ve değişmiş bir çamurdan yarattık." (Hicr, 15/26-28)

Böylece Allah Teâlâ Âdem (a.s.)'i topraktan yaratmaya başlıyor. Bunu da su ile karıştırarak Tîn-i lâzib yapıyor. Sonra bunu da değişikliğe uğratarak kokmuş ve şekillenmiş hame (balçık) haline getiriyor.

d Salsal:

Kuru çamur demektir. Cenâb-ı Allah kokmuş ve suretlenmiş çamuru da kurutarak "fahhâr" (kiremit, saksı, çömlek) gibi tamtakır kuru bir hale getirdi.

"O Allah insanı bardak gibi (pişmiş gibi) kuru çamurdan yaratmıştır." (er-Rahmân, 55/14, ilgili ayet için bk. Hâzin; Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., VIII / 4669)

Hz. Âdem'e Ruh Verilmesi

Cenâb-ı Allah Hz. Âdem (as)'i yaratırken, yukarıda anlatıldığı gibi maddesi olan çamuru, çeşitli mertebelerde değişikliğe uğratarak, canın verilmesi ve ruhun nefhedilmesine müsaid bir hale getirdi. Nihayet şekil ve suretinin tesviyesini ve düzenlemesini tamamlayınca ona can vermiş ve ruhundan üflemiştir:

"Rabbin o zaman meleklere demişti ki: 'Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onu düzenleyerek (hilkatını) tamamlayıp ona da rûhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın.' Bunun üzerine İblis' ten başka bütün melekler secde etmişlerdi. O (İblis) büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu. Allah: 'Ey İblis iki elimle (bizzat kudretimle) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?' buyurdu. İblis dedi: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." (Sâd, 38/71-76. Ayrıca bk. A'râf, 7/12; Hicr, 15/29; Secde, 32/8-9)

Cenâb-ı Allah böylece Hz. Âdem (as)'i en mükemmel bir şekilde yarattı. Boyunun uzunluğunun altmış "zirâ" olduğu bazı kaynaklarda kaydedilir. (Kurtubî, Tefsir, XX/45) Yaratılışı tamamlandıktan sonra Allah Teâlâ ona, haydi şu meleklere git, selâm ver ve onların selâmını nasıl karşıladıklarını dinle! Çünkü bu, hem senin, hem de zürriyyetinin selâmlaşma örneğidir. Bunun üzerine Hz. Âdem (as) meleklere: "Es-selâmü aleyküm." dedi. Onlar da: "Es-selâmu aleyke ve rahmetullah" diye karşılık verdiler.

Âdem (as), insanların büyük atası olduğu için, Cennet'e giren her kişi, Âdem (as)'in bu güzel suretinde girecektir. Hz. Âdem (as)'in torunları, onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeye devam etti. Nihayet bu eksiliş şimdi (Hz. Muhammed zamanında) sona erdi. (Buhârî, Sahih, IV / 102, Halk-ı Âdem, 2 Tecrid-i Sarîh Tercümesi, IX / 76, Hadis no: 1367)

İlave bilgi için tıklayınız:

Ruh nedir, ruhun mahiyeti anlaşılabilir mi? Ruh beyinden mi ibarettir? Ruh ile beden arasındaki ilgi nasıldır?

44 Allah'ın varlığının delilleri nelerdir? Yaratılış denen bir gerçek var mı?
45 Hz. Adem'in asli vatanı neredir?

Hz. Âdem, önce yeryüzünde yaratıldı. Aşağıya mealini aldığımız ayet bunu göstermektedir.

"Hatırla ki Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' dedi. Onlar: 'Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?' dediler. Allah da onlara: 'Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim.' dedi." (Bakara, 2/30)

Daha sonra cennete yerleştirildi.

"Biz, Âdem'e: Sen eşinle birlikte cennete yerleşip orada ikamet et, dedik." (Bakara, 2/35)

mealindeki ayet ile

"Ve dedik ki: Âdem! Eşinle birlikte cennete yerleşin, oradaki nimetlerden istediğiniz şekilde bol bol yeyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın. Böyle yaparsanız zalimlerden olursunuz.” (A'raf, 7/19)

ayeti bunu açıkça göstermektedir.

“Bu cennet, dünyada bir bahçedir. Zira Hz. Âdem (a.s.) dünyada yaratılmıştır.” diyen müfessirler vardır. Fakat ekseri müfessirlere göre maksat ebedî cennettir.

Hz. Âdem (as)'in yaratıldığı cennete acaba yeryüzündeki cennetlerden biri mi idi? Böyle zannedenler olmuştur. "Filistin'de yahut Fâris ile Kirmân arasında bir cennet idi. İnişi de oradan Hindistan'a nakliydi." denilmiştir. Fakat bunlar şöyle bir istidlâl ile söylenmiştir: Çünkü Âdem (as)'in yaratılışı yeryüzünde olduğunda ittifak vardır ve bu kıssada semaya yükselmesi zikredilmemiştir. Olsa idi öncelikle hatırlatılırdı. Bir de cennet-i huld (ebedi cennet) olsaydı, çıkılmaz ve şeytan oraya giremezdi. Fakat bu tahmin, göründüğü kadar makul ve tabii değildir.

Âdem (as)'in yeryüzüne inişi, yeryüzünde ortaya çıkması, akıl ve nakle daha uygundur. Huld cennetine devamlı oturmak için girmekle, misafir olarak girmek arasında da fark vardır. Şu halde "cennet", ahirette müminlerin varacağı sevap evidir ki, şimdi mevcut, fakat dünyada görüşten gizlenmiştir. Ve "cennet" denilince Kur'ân dilinde bilinen budur. Âdem'in cennette oturması hali, ahiret âleminin meydana gelişine benzer bir ilk oluştur. Ve bu durum bize göre bir makul âlemdir. Yeryüzü ile onun arasında mekanla ilgili bir uzaklık tasavvuruna da lüzum yoktur. O da aynı feza içindedir. (bk. Elmalılı Tefsiri, ilgili ayet)

Hz. Âdem (as), daha sonra, şeytanın aldatmasıyla, cennetten çıkartılıp, tekrar yeryüzüne yerleştirildi. Hz. Âdem (as), her ne kadar yeryüzü toprağından yaratılmışsa da, asıl yerleştiği yer cennettir. Dünyaya gelip yerleşmesi ise, burayı gerçek bir vatan edinmek için değil, üstlendiği yeryüzü hilafetinin gereklerini yerine getirmek ve sonra tekrar aslî vatanı olan cennete gitmek içindir. Demek cennet, Allah'a itaat edenlerin sürekli ikamet edecekleri bir yer olması hasebiyle onlar için -ileride varacakları- aslî vatanıdır, denilebilir. Bununla beraber, bu tabirler, yerine göre farklı kullanılabilir. Mesela, ilk defa yaratıldığı yer olmasından dolayı "Hz Âdem'in aslî vatanı yeryüzüdür." denilebilir. İleride Hz. Âdem (as) bir peygamber olarak şüphesiz cennete gider. İşte bu manada, cennet onun aslî vatanıdır, denilse elbette bu da doğru olur.

Fıkıhçıların tabiriyle söylemek gerekirse; bütün insanlar için, dünya, geçici bir barınak olduğundan, bir "vatan-ı sükna", Cennet ise, ebedî olduğundan bir "vatan-ı ikame" ve bir "vatan-ı aslî" olduğunda şüphe yoktur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bakara Suresi 30. ayetinde geçen "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." ifadesi, Adem aleyhisselamın yeryüzünde yaratıldığını mı gösterir? ...

46 Yaratılan ilk insanın neden erkek olduğunu merak ediyorum. Neden kadın değil de erkek?

Bunun bir çok hikmeti olabilir; ama bunu yaratan olduğu için asıl sebeb Allah'ın böyle dilemesidir. Bu Allah'ın tercihidir. İlk olarak Hz. Havvayı yaratsaydı bir başkası "Neden ilk önce havva yaratıldı?" "Bir başkası neden ikisi birlikte yaratılmadı?" diye sorabilirdi.

Her canlının Adem manasında soyunun dayandığı bir babası vardır. Bu o soy veya türün ilkidir. İnsan soyununda bir babası ve ilki vardır. Dişi erkeğe tabidir. Bu Allah'ın âdetidir.

Bu konuda şahsi düşüncemiz şöyledir:

Kadın bazı durumlarından dolayı peygamber olamamaktadır. Bundan dolayı peygamberlik, aile reisliği, kadınların sorumlu olmadığı bazı ibadet ve vazifeler erkeklerin sorumluluğuna verilmiştir.

Allah insanlar arasından vahiy yoluyla peygamberleri muhatab almaktadır. Diğer kullara onlar vasıtasıyla marziyyatını bildirmektedir. Dolaysıyla ilk canlının bir peygamber olmasının en uygunu olması, esmanın talimine ilk olarak muhatab olacak kişinin yine ancak peygamber makamında olması gerekliliği, vb. sebeplerden irade-i İlahiyye ilk insanın peygamber ve erkek olmasını dilemiştir.

47 Varlıkların (kainat, melekler, cinler, insanlar,..) yaratılış sıralaması nasıldır?

Yukarıdaki yaratılış sıralaması doğrudur. İlk yaratılan Peygamberimizin (asm) nurudur. Bu nurdan diğer varlıklar yaratılmış ve en sonunda da insan yaratılmıştır.

Dünya ve içindekilerin yaratılması konusunda Peygamber Efendimiz (asm) şu sırayı bildirmektedir: Toprak, dağlar, ağaçlar, hayvanlar, Hz. Adem (as)[Müslim, Sıfatu'l-Kıyâme 27, (2789)].

Dikkat edersek, eşyanın yaratılışında mantıkî bir sıralama vardır. Sırayla toprak, dağlar, bitkiler, hayvanlar ve en son olarak insan yaratılmıştır. Burada asıl hedefin, yani kâinatı yaratmaktan maksadın insan olduğu görülmektedir. Zîra, bir meyve ağacı meyvesi için dikilir. Meyve ise, ağacın en son mahsulüdür. Çekirdek, filiz, fidan ağaç, yaprak, çiçek safhalarından geçtikten sonra meyveye ulaşılır.

Âyet-i kerimedeki arzın insanlar için bir beşik kılınması (Tâhâ, 20/53) benzetmesini bu hadisin açıkladığını söyleyebiliriz. Zîra, beşik önceden bebek için, onun büyümesine uygun şekilde hazırlanır.

Dağların yaratılması ağaç ve bitkilere zemin hazırlamıştır. Bitkiler hayvanların yaratılmasına, bitki ve hayvanların varlığı insanların gelmesine zemin hazırlamıştır. İnsan hayatı bunların varlığına bağlıdır.

Bazı âlimler, "Allah'ın her şeyi bir anda yaratabilecek güçte olmasına rağmen kademeli olarak yaratmış olması, mahlukatına itinalı ve sağlam adım atma dersini vermek içindir." diye yorumlamışlardır. (Prof. Dr. İbrahim CANAN, Kütüb-ü Sitte, VI/383)

Cinler, Hz. Adem'den önce var olduğuna göre, sıralamada cinlerin insandan önce yaratıldığı anlaşılmaktadır.

48 Akıl sağlığı bozuk olanların sınav dünyasında ne işi var?

Eşariye göre, Allah’ın vahiy mesajını alamayan, peygamberlerin tebliğlerine muhatap olamayan bir kimsenin sorumluluğu yoktur.

“Biz bir peygamber göndermeden kimseye azap etmeyiz.” (İsra, 17/15).

Maturidiye göre ise, Allah’ın varlığına inanmak, -peygamber gönderilmeden de- gereken bir görevdir. Buna göre, bu insanlar da Allah’a iman etmekle imtihan edilmektedir.

Ayrıca, bu insanların yaratılması, din, ekonomi ve benzeri yönlerden diğer insanlar için bir imtihan olabilir.

Ancak her şeyin en önemli gayesi ve neticesi onu yaratanına bakar.

Varlıklar, Allah’ın sonsuz kudretini, ilmini ve diğer sıfatlarını göstermektedir. İmtihana katılamamış olanların bu açıdan varlıkları önemlidir.

Her eser sahibi kendi eserini önce kendisi temaşa eder ve sanatını kendisi takdir eder. Sonra da başkalarına göstererek onların takdir ve tebriklerini alır. Misalde hata olmasın, Allah Teala Hazretleri yarattığı her mahlukunu, yazdığı her mektubu önce Kendisi Zatına uygun olarak temaşa etmektedir. Ayrıca bu eserini ve sanatını diğer şuurlu varlıklara da göstermektedir.

Bu açıdan İslamiyet'ten haberi olmayan ve akli dengesi bulunmayan insanlar da aynı şekilde boşuna yaratılmamıştır.

"Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca." ifadeleri de bize her sanatkârın, her ustanın ruh halini yansıtır. Demek ki insana bu duyguyu veren Allah da kendi sanatını görmek ve göstermek istiyor.

"Hüner sahibi her sanatkâr, sanatını teşhir etmekle ve sanatının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder." (Nursi, Otuzuncu Lem'a)

Yine "Malumdur ki, her bir cemal sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilan etmekle nazar-ı dikkati celb etmek ister ve sever. Ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mana, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever."

İşte İslamiyet'ten haberi olmadığı için sorumlu olmayan o insanlar, büyük bir sanat eseridir. Bu yönüyle onun Yaratıcısı o sanatını kendine layık mukaddes ve münezzeh olarak temaşa ediyor, seyrediyor. Ayrıca melaike gibi şuurlu varlılara da seyrettiriyor.

Diğer taraftan her varlığın iki yönü vardır. Biri yaratıcıya diğeri ise yaratılana bakar. Var olmak yaratılan hakkında tam bir rahmettir. Zira varlık mutlak hayırdır. Yaratılan her şey, bu varlık nimetini tadıyor. Çünkü yoklukla mukayese ettiğimizde var olmanın bir rahmet olduğu muhakkaktır.

Allah'ın, sonsuz nimetlerinden bir tanesi de akıldır. Bu nimetin verilmemesi, varlık nimetini anlamsız kılmaz. Camit olan bir taşın dahi varlığı yokluğuna tercih edildiği için, sadece var olması bile büyük bir nimettir. Akli melekesi olmayan bir insana hidayet nimeti tattırılmasa bile, Allah'ın ona varlık mimetini, hayat nimetini, yaşama nimetini tattırmak için onu yaratması hikmet ve rahmetin gereğidir. Zira o insanın vücudu, hücreleri yine lisanı halle rablerine ibadet edeceklerdir. Nitekim bütün hayvanların ibadetleri de böyle değil midir?

Bir çiçeğin, bir hayvanın varlığını gereksiz görmüyorsak, akli melekesi olmaya bir insanın da yaratılışını anlamsız görmemek gerekir. Ayrıca bu insanlar ahirette cennete ehli olmaları hasebi ile bu dünyada yaratılmaları da ayrıca bir rahmettir.

49 Allah'ın kudretine göre, bir atom yaratmakla bütün bir kâinatı yaratmak arasında fark olmadığı konusunda aklı tatmin edecek bir açıklama yapar mısınız?
Yazıyı Dinle
Dosyayı indirmek için buraya
sağ tıklayıp farklı kaydeti seçiniz.

Allah’ın varlığı vaciptir, sıfatları sonsuzdur ve bütün eşyayı kaplamış, ihata etmiştir. Yaratıklar ise varlık mertebesi itibariyle "mümkin" grubuna girerler ve her şeyleriyle sınırlıdırlar. Vacibin mümkini, sonsuzun sınırlıyı yaratması son derece kolaydır. Burada az ile çoğun, büyükle küçüğün farkı yoktur. Hem, Allah’ın sıfatları muhittir, yani tecelli yönüyle her şeyi ihata etmiş, kaplamıştır. Bu kaplama sahası içinde az ile çok, büyük ile küçük fark etmezler.

Allah’ın varlığı vacip, mahlûkatın ki ise mümkindir. Bu mahiyet farklılığı kolaylığın en büyük bir sebebidir. Vacibin varlığı kendi zâtındandır, ezelî ve ebedîdir. Mümkin ise Allah’ın yaratmasıyla varlık sahasına çıkar, bu yaratma olmazsa yoklukta kalır. Bunun için mümkini “varlığıyla yokluğu eşit olan” şeklinde tarif ederler. Mümkinle Vacip arasındaki bu mahiyet farklılığının kolaylığa nasıl sebep olduğunu bir örnekle açıklamaya çalışalım:

“İnsan” ile “yazı” arasında sonsuz denecek kadar büyük bir mahiyet farklılığı vardır. Bundandır ki, insan bir yazıyı rahatlıkla yazar ve siler.

Birisi size, “Dağ yazmak mı daha kolaydır, taş yazmak mı?”, yahut “Güneş yazmak mı daha rahattır, lâmba yazmak mı?” diye sorsa, bu soruyu saçma bulursunuz. Ve soru sahibine dersiniz ki: "Güneş lâmbadan büyüktür, ama benim ilmime göre değil; ben ikisini de aynı kolaylıkla bilirim ve yazarım."

Eşyanın büyüklükleri, küçüklükleri, az ve çok oluşları birbirlerine göredir ve kendi aralarında geçerlidir. İlâhî ilim azla çoğu, büyükle küçüğü bir bildiği gibi, ilâhî kudret de bunları aynı kolaylıkla yaratır, vücuda getirir.

Allah’ın bütün sıfatları sonsuzdur. Sonsuza göre az ile çoğun farkı olmaz. Matematikte, sonsuzdan biri de bir milyarı da çıkarsanız geriye yine sonsuz kalır. Bu kavram için bir ile milyar fark etmez.

Ve Allah’ın sıfatları muhittir, yani tecellileriyle bütün eşyayı kaplamıştır. Güneş bir şehrin tamamını aydınlattıktan sonra artık onun için gökdelenle gecekondunun, sinekle kartalın, karıncayla insanın bir farkı kalmaz. Işığıyla hepsini ihata ettiği, kapladığı için hepsini aynı kolaylıkla aydınlatır. Bütün insanları o şehirden göç ettirseniz güneşin işi kolaylaşmayacağı gibi, mevcut nüfusun yüz katı kadar insanı başka illerden misafir getirseniz onu yoramazsınız. Çünkü onun ışığı şehrin tamamını kaplamış, içine almıştır.

Problemler birbirine göre kolay ve zor olabilirler. Ama bir insan bunların tümünün çözümünü biliyorsa, onun için kolay ve zor kavramları ortadan kalkmış demektir. Çarpım tablosunun tümünü bilen bir insan, “iki kere ikinin dört olduğunu” da “dokuz kere dokuzun seksen bir olduğunu” da aynı kolaylıkla bilir. Dokuzun ikiden büyük olması onun ilmi için bir zorluk getirmez. Kudreti için de dokuz yazmak, iki yazmaktan zor değildir. Bu rakamlar birbirlerine göre büyük veya küçüktürler. Katibin kuvvetine ve ilmine göre değil.

Cenâb-ı Hakk’ın da bütün sıfatları umum eşyayı ihata etmiştir. Ne kudreti ne ilmi ne de diğer sıfatları için eşyanın tümü ile bir ferdi, azı ile çoğu, uzağı ile yakını arasında fark düşünülemez. Hepsini aynı kolaylıkla bilir ve aynı kolaylıkla yaratır.

50 Bir şeyden her şey, her şeyden bir şey yapmak ne demektir?

"Bir şeyden her şey, her şeyden bir şey yapmak, her şeyin yaratıcısına mahsus bir i’caz mührüdür."

- Mesela, çok değişik yiyecek ve içecekleri yediğimiz halde, bütün bunlardan tek bir teni / deriyi yaratmak, “her şeyden bir şey yapmak” anlamına gelir. Hayatı boyunca bir insan aynı çoprayı içse, ondan et, kemik, deri, kaş, saç, tırnak, adale, sinir vb. unsurların meydana geldiğini göreceğiz. Bu da “bir şeyden her şey yaratmak” manasına gelir.

- Onlarca farklı elementleri ihtiva eden topraktan bir tek teni / deriyi yaratmak, “her şeyden bir şey yapmak” anlamına gelir. 

- Bütün canlıları sudan yaratmak, hatta oksijen, hidrojen, karbon , azot gibi dört basit unsurdan, yüz binler çeşit bitki ve canlıları inşa etmek de “bir şeyden her şey yapmak” manasına gelir.

- Özetle; bir topraktan bütün bitki ve meyveleri yaratmak, bir sudan bütün canlıları yaratmak, basit bir yemekten canlıların bütün cihazlarını yapmak “bir şeyden her şey yapmak” demek olduğu gibi; canlıların yediği çok değişik, çeşit çeşit yiyeceklerden hususî bir et icat etmek, basit/sade bir cilt dokumak da “her şeyden bir şey yapmak” manasına gelir.(bk. Sözler, Sekizinci Söz).

51 Kar tanelerindeki şekiller Allah'ı nasıl ispat ediyor?

Evvela, atmosferin varlığı Allah’ın varlığının çok açık bir delilidir. Çünkü atmosfer olmasaydı, hayat olmazdı. Sonra bulutların teşekkülü ve her zaman arş emrini almaya hazır bir ordu gibi hazır kıtada beklemesi, zamanı geldiğinde ihtiyaç olan yerlere doğru hareket etmesi, Allah’ın ilim ve kudretinin göstergesidir.

Güneşin suyu buharlaştırmak için denizlerin imdadına; denizlerin havanın imdadına; havanın / rüzgârların –sulu tozcukları  kendilerine alıp götürmek suretiyle bulutların imdadına; bulutların ise, bir yandan dolu, bir yandan kar, bir yandan yağmur deposu olma kabiliyetiyle, değişik manevralarla yerin, bitkinin, canlıların imdadına; bitkilerin ise canlıların ve insanların imdadına  koşması, rahmeti sonsuz Allah’ın hikmet dolu fiillerine işaret etmektedir.

“Rüzgarları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları döndürüp yönlendirmesinde, aklını kullanan bir topluluk için deliller / alınacak dersler vardır." (Bakara, 2/164)

mealindeki ayette, atmosferin başlı başına Allah’ın varlığını, birliğini gösteren delillerin olduğuna işaret edilmiştir.

Yüzde 85-95’i havadan, kalan kısmı milyarlarca buz molekülünden ibaret, her köşesi inceden inceye işlenmiş, cennet köşkleri gibi dışından içerisi gözüken bir saydam saraydır. Ve bu saray, tıpkı havada uçuşan toz zerreleri gibi, bulutun içinde uçuşup durmakta, dört bir yana dönüp dururken, aynı zamanda yukarı ve aşağı inip çıkmaktadır.

Nihayet “İn” emri gelir. O narin yapıların milyonlarcası birden usulca inmeye başlar. Nazlı nazlı yağarlar.

Bu acip yapının arkasında sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibi bir Nakkaş’ı, bir Ressamı, bir Sanatkârı görmemek için aklı ve kalp gözlerini kapatmak gerekir.

İlave bilgi için aşağıdaki yazıları okumanızı tavsiye ederiz:

Bir kar tanesi nasıl yapılır?

Bir kar tanesi, donmuş bir yağmur damlası demek değildir. Gerçi yağmur damlası da basit bir şey değildir; fakat bir kar tanesinin yapımı, bunun çok daha ötesine uzanır.

Tek bir kar tanesi için gereken hammadde; bir tane toz, pek çok buz ve bol miktarda hava gereklidir. Toz karalardan, buz denizlerden, hava atmosferden gelir; işlem ise bulutlarda yürür.

Kar tanesinin yapımı, mikroskobik bir toz zerresinin etrafında başlar. Bu arada bulutun içinde sıcaklık donma noktasının altındadır; hava ise fazlasıyla suya doymuş durumdadır.

Allah’tan “Ol” emri eriştiğinde, toz zerresi, etrafındaki havadan buz zerrelerini toplamaya başlar. Gelen yapışır toz zerresine, giden yapışır. Böylece, adım adım, kristaller inşa edilir bulutların derinliklerinde.

Bu kristallerin kimi sütun şeklinde prizmalara, kimi incecik iğnelere, kimi özenle yapılmış şiltlere benzer. O yapılardan her biri, farklı sıcaklıklarda ve farklı nem oranlarında ortaya çıkar.

Bu kadarı sadece bir başlangıçtır.

İncecik kristaller, etraftan buz toplamaya devam eder. Derken kollar uzanmaya başlar kristalin altı ayrı yönüne doğru...

Ağaçlar ağarır göklerin derinliklerinde. Saydam ağaçlardan, saydam dallar uzanır. Sanki herbir dal diğerinden haberdarmış gibi, hepsi birden ayrı yönlere doğru, fakat aynı hızda, aynı biçimde uzanır. Onlar birbirinden haberdar olmasa da, onları inşa eden, her şeyden haberdardır.

Fakat bu, yeryüzündeki ağaçların “içten dışa büyümesi” gibi bir büyüme değildir. Gökyüzünün ağaçları, üzerlerine konan buzlarla büyür. Bu, üzeri toz tuta tuta büyüyen ve sanatkârâne bir şekil alan bir bibloya benzer. Bizim etrafımızda böyle biblolar hiçbir zaman görülmez; ama donma sıcaklığının altındaki bir bulutun her metreküpünde bu işlemin binlercesi bir arada yürümektedir.

Kristallerin gövdelerinden uzanan dalların kendileri de etrafa daha küçük dalcıklar uzatır. Böylece kristaller kristallere eklenir. Her biri el yapımı kristallerin bazan onlarcası, bazan yüzlercesinden bir kar tanesi inşa edilir. Bu inşaat sırasında tuğla olarak milyarlarca, hattâ kar tanesinin büyüklüğüne bağlı olarak, trilyonlarca buz molekülü kullanılmıştır. İrice bir kar tanesinin tuğlaları, eğer yeryüzü halkı arasında dağıtılacak olsaydı, her birimizin payına binlercesi düşerdi!

Sonunda ortaya çıkan olağanüstü yapıyı bir “kar tanesi” adı altında geçiştirmek haksızlık olur. Bu, yüzde 85-95’i havadan, kalan kısmı milyarlarca buz molekülünden ibaret, her köşesi inceden inceye işlenmiş, Cennet köşkleri gibi dışından içerisi gözüken bir saydam saraydır. Ve bu saray, tıpkı havada uçuşan toz zerreleri gibi, bulutun içinde uçuşup durmakta, dört bir yana dönüp dururken, aynı zamanda yukarı ve aşağı inip çıkmaktadır.

Nihayet “İn” emri gelir.

O narin yapıların milyonlarcası birden usulca inmeye başlar. Nazlı nazlı yağarlar. Okşarcasına konarlar. Her zerresi nakış nakış işlenmiş bir yorganla örterler yerin yüzünü. Ardı, arkası kesilmez yağışların.

Her an göklerde sayısız ağaçlar ağarır, saraylar kurulur. Herbiri inceden inceye işlenir ağaçların, sarayların.  Herbiri, yer ve gökleri Yaratanın kudret elinden çıkar. Herbirine ayrı bir sima ile doğar, herbirine ayrı bir mühür vurulur.

Yeryüzünde, herhangi bir gün, bir saniyenin onda biri bile geçmez ki, o kristal saraylardan milyon kere milyarlarcası bulutlardan peş peşe süzülmesin. Dünya seması, her an milyon kere milyarlarca mucizeye tanıklık eder.

Fakat böyle mucizelere hazırlıklı olmayan insanların ülkelerinde, onlardan pek az bir kısmı da pek fazla gelir; orada yollar tıkanır, okullar kapanır.

(Ümit ŞİMŞEK)

BENİM ADIM Kartanesi.

Bir bulutun karnından doğdum. Ama hikâyem, Afrika’nın uçsuz bucaksız çöllerinde başladı. “Bir kar tanesinin hikâyesi nasıl olur da çöllerde başlar?” diye meraklandıysanız, anlatacaklarımı dinlemelisiniz. Daha önce böyle bir hikâye dinlemiş olsanız bile, dinleyin beni. Çünkü bir kar tanesinin hikâyesi, bir başka kar tanesinin hikâyesiyle -emin olun- asla aynı değildir.

Bir gün çölde bir rüzgâr çıktı. Kum tepeleri, develer gibi ordan oraya yürüyor, bir yerde kaybolurken, bir başka yerde tekrar oluşuyordu. Ben o zamanlar bir kum tanesinden çok daha küçük bir toz zerreciği idim. Kendimi bir anda rüzgârın kanatları altında buldum. Hızla gökyüzüne yükseliyor, çölün benden uzaklaşmasını heyecanla seyrediyordum.

Daha önce, hiç bu kadar yükseklere çıkmamıştım.

Yükseldim... yükseldim... yükseldim...

Yükseldim ve kendimi kocaman bembeyaz bir bulutun içinde buldum. Bulut, hem çok nemli, hem de çok soğuktu. Özellikle de, benim gibi çölden gelen bir toz zerresi için...

Bir dağ kadar büyük olan bulut, gökyüzünde hızla yol alıyordu. Denizler geçiyordum, dağlar geçiyordum, ormanlar geçiyordum, şehirler geçiyordum...

BİR GÜN beklenmedik bir şey oldu. Etrafımda minicik buz zerrecikleri oluşmaya ve oluşan buz zerrecikleri bana yaklaşmaya başladı. İyice yanıma yaklaşan buz zerrecikleri ise bana tutundu.

Bana tutunan o buz zerreciklerine başka buz zerrecikleri tutunuyordu. Onlara da başka buz zerrecikleri… Her tarafımdan minicik kollar uzamaya başladı. Sonra, o kolların üzerlerinden başka kollar çıktı ve onlar da uzadı. Uzayan o kolların üzerinde ise, yine başka başka kollar çıkmaktaydı.

Kısa bir süre sonra, etrafımda eşsiz güzellikte buzdan bir çiçek oluştu. Sağıma soluma baktığımda, benimle birlikte gelen sayısız toz zerreciğinin her bir tanesinin, böyle bir çiçeğe dönüştürüldüğünü gördüm. En çok şaşırdığım şey ise, hiçbirimizin bir başkasına benzememesiydi. Size, “Bir kar tanesinin hikâyesi, asla bir başka kar tanesinin hikâyesinin aynısı değildir.” demiştim değil mi?

Aşağıya inme zamanının giderek yaklaştığını hisediyordum. Ancak, korkuyordum. Biz burada milyarlarca kar tanesiydik. Hep birlikte aşağıya nasıl inecektik? O kadar narin birer çiçeğe dönmüştük ki, yeryüzüne inerken kolumuz kanadımız kırılmayacak mıydı? Birbirimize çarpa çarpa şekilsiz kocaman kütleler oluşturup, aşağıda yaşayanların üzerine, bu dağ gibi buluttan, çığ gibi düşmememiz için, görünürde hiçbir sebep yoktu.

Bir ses bana, “Korkma!” dedi. “Sen minicik bir toz zerreciği idin. Seni bir kum denizi içinden, alıp bir bulutun karnında eşsiz bir çiçeğe dönüştüren Allah’a itimat et. Korkma!”

Korkmadım. Kendimi bıraktım ve her zerremde, bir melek kanadının yumuşaklığını hissettim. İçim, sonsuz bir huzurla doldu.

Nihayet sıra geldi. Buluttan aşağıya doğru süzülmeye başladım. Uçtum uçtum uçtum…

Uçtum ve içinde pek çok çocuğun, neşe içinde kuşlar gibi cıvıldaşıp oynaştığı kocaman bir bahçeye konuverdim.

Çocuklar dizlerine kadar gelen karın üzerinde koşuyor, kayıp düşüyor ve birbirlerine kar topları atıyorlardı. Sonra içlerinden birkaçı, çok büyük kartopları yapmaya başladı. Üç büyük kartopunu üst üste koyarak bir kardanadam yaptılar. Kömürden gözleri ve havuçtan burnu olan bir kardanadamdı bu. Başında bir beresi, boynunda da, bir kaşkolu vardı.

İŞTE dostlar benim hikâyem bu kadar. Şimdi o kardanadamın kömür gözlerinin tam ortasında duruyorum.

Evet biliyorum bu sadece kardan bir adam. Üstelik çok yakında eriyip gidecek bir kardan adam. Ama yine de beni, miniminnacık bir toz zerresiyken, bir bulutun karnında eşi benzeri olmayan bir kar tanesine dönüştüren; sonra bir meleğin kanatları arasında, sağ salim yeryüzüne indiren ve kardan da olsa ve pek yakında eriyip gidecek de olsa, ADAM olmayı nasip eden Rabbime hamd ediyorum.

(Özkan ÖZE)

52 Bazıları yaratılışı tesadüfle açıklamaya çalışıyorlar. Bunlara ne dersiniz?

İnanç tartışmalarının tartışmasının altında, genellikle, şu soru yatıyor: İrade mi, tesadüf mü? Yâni, bu âlemi şu hazır hâline, mutlak bir irade, sonsuz bir ilim, nihayetsiz bir kudret sahibi mi getirmiş; yoksa bu gözler kamaştıran güzellikler, bu akıllara durgunluk veren eserler rasgele mi vücut bulmuşlar?

Tesadüf ve rasgele kelimeleri, ihtimaller teorisinde çok geçer. Bu teoride bir çarpma kaidesi vardır. Kaideyi kısaca şöyle ifade edebiliriz. Birbirinden bağımsız olayların birlikte meydana gelmeleri ihtimali, bunların ayrı ayrı meydana geliş ihtimallerinin çarpımına eşittir. Bu kaideyi, çoğu zaman başvurulan “torbadan harfler çekip kelime yazma” misâliyle izah edelim. Bir torbaya yirmi dokuz harfi koyalım ve harfleri torbadan sırayla çekerek herhangi bir kelime yazmak isteyelim.

Çektiğimiz bir harfi tekrar torbaya iade ettiğimiz takdirde, her harfin çekilme ihtimali her seferinde 1/29’dur. Bu harfi torbaya iade ettiğimizde ikinci çekişte “a” gelme ihtimali yine 1/29’dur ve sabittir. Bu harflerle bir kelime, meselâ “bahçe” yazmak isteyelim. Torbadan çektiğimiz ilk harfin “b” olması ihtimali 1/29’dur. Bu harfi torbaya iade ettiğimizde, ikinci çekilişte “a” gelme ihtimali yine 1/29’dur. Birincinin “b”, ikincinin “a” gelme ihtimali ise bu iki ihtimalin çarpımına, yâni 1/29’un karesine eşit olur. Bu ise yaklaşık, “binde birlik bir ihtimal” ifade eder. Yâni, yaptığımız iadeli çekişlerle iki harfli bin ayrı kelime yazabiliriz; ın, ak, sn, mb, au, ik... gibi. Bunlardan birisi de “ba” kelimesidir ve sırayla yaptığımız iki ayrı çekişle bu kelimeyi yazma ihtimalimiz binde birdir.

Birinci harfin “b”, ikincinin “a”, üçüncünün “h” gelme ihtimali ise 1/29’un üçüncü kuvveti kadardır ve yirmi beş binde birlik bir ihtimal demektir. Sözün kısası, bahçe kelimesini bu çekişlerle tesadüfen yazma ihtimalimiz yirmi milyonda birdir.

Şimdi düşünelim, beş harfli bir kelimenin tesadüfen yazılma ihtimali yirmi milyonda bir olunca bir satırın, paragrafın, hele bir kitabın bu tip çekişlerle rasgele yazılması mümkün mü?

Kaldı ki, insanın yazı yazması bu misalle açıklanacak cinsten değil. Biz harfleri torbadan çekmiyor, zihnimizde teşekkül ettiriyoruz ve öylece kaleme alıyoruz. Buna göre bir insanın herhangi bir kelimeyi tesadüfen yazması mümkün değildir. Bir kere, adam eline kalem almaya mecbur değil. Alsa da kalemini hareket ettirmeye, ettirse de yazı yazmaya mecbur değil, rasgele bir çizgi, yahut bir şekil, bir resim de çizebilir. Harfleri rasgele de sıralayabilir. Sonsuz denecek kadar çok şekil, resim ve kelime içerisinden bahçe kelimesinin tesadüfen yazılma ihtimali sonsuzda birdir ve sıfıra eşittir. İhtimal sıfır olunca iki hâl söz konusu oluyor. Ya o kelime meydana gelmeyecektir, geliyorsa bu hâdise ihtimalle değil, irade ile izah edilecektir. Buna göre yazı vücut bulmuşsa, o insan bahçe yazmayı irade etmiş demektir.

Bir misâl de kâinattan verelim. Şu üzerinde oturup her yıl güneş etrafında bir tur attığımız yer küresi, kâinattaki sonsuz denecek kadar çok gök cisminden sadece bir tanesi. Bu kürenin meydana gelişini ihtimalle izah etmek mümkün değil. İlim bize bildiriyor ki, yer küremiz şu hazır yerinden başka bir yerde bulunsaydı, şu mevcut süratinden daha farklı bir süratle dönseydi, yahut hiç dönmese sabit kalsaydı, şu eğiminden daha ayrı bir eğime sahip olsaydı, üzerine hava sarılmasa toprak döşenmeseydi ve böyle daha nice şartlar tahakkuk etmeseydi dünyada hayat olmazdı. Biz bu sayılan ve sayılmayan binlerce faktörden sadece birisi olan mekân faktörü üzerinde durmak isteriz. Arz küresinin şu sonsuz fezada şu hazır mekânda bulunma ihtimali sonsuzda birdir ve sıfıra eşittir. Bu hâdise, ihtimalle izah edilemez.

Kaldı ki, her şeyden önce, arz küresinin yaratılması bir iradeyi gerektiriyor. Önceki misalde kelimenin yazılması gibi.

Kâinatın yaratılışını tesadüfle ve evrimle izah edemeyeceklerini çok iyi bilenler, meseleyi dar bir sahaya çekmeyi tercih ettiler ve insanın yaratılışı üzerinde kalem oynatmaya, tahminler yürütmeye kalkıştılar. Bir hayli şahsî ve indî görüş çıktı ortaya. Kimi, insanın maymundan geldiğini iddia etti. Kimi, kurbağadan; kimi, tarla faresinden. Bir başkası insanın, tek bir türün evrimleşmesiyle değil, ancak iki türün ortak mahsulü olarak ortaya çıktığını savundu ve bu türleri ayı ve kurt olarak ilân etti.

Doğrusu, her gün ayrı bir hayvanın kapısını çalan bu grubun, nerede konaklayacakları merak edilmekte.

İlave bilgi için tıklayınız: Tesadüf saçmalığı

53 Big Bang’in hiçlikten yaratılışı kanıtlamadığı, vakum ortamında gerçekleşen kuantum dalgalanmaları ile kendiliğinden rastgele bir süreç sonucunda ortaya çıkan herhangi bir parçacığın şişerek kâinatı oluşturduğu iddiasına ne dersiniz?

Kuantum dalgalanmaları, maddenin ışık hızına yakın bir hızda hâsıl ettiği enerji birimidir.  e=mc2 formülüne göre, siz enerjinin hızını durdursanız, maddeyi elde edersiniz. Maddeyi ışık hızıyla gönderirseniz, enerjiye dönüştürürsünüz.

İster maddeyi ele alın ve isterseniz enerji birimi olan kuantumu ele alın, sonuçta bunlar birer varlıktır. Ele aldığınız bu varlığın bir öncesi ve bir de sonrası vardır. Bu kuantum biriminin öncesi, onun için yokluktur. En azından bu maddî âlemde o kuantum mevcut değildir. Muhakkak bir tercih edicinin onu, yokluk âleminde bu varlık âlemine çıkarmayı irade etmesi ve çıkarmasıyla o vücut bulacaktır.

İkinci basamak ise, o parçacığın şişerek bu kâinatı oluşturmuş olmasıdır. Bu nasıl olacaktır? Bir parçacıktan bu koca kâinatın yapı taşları olan atomlar nereden ve nasıl meydana gelecektir? Muhakkak bunlar da yokluk âleminden bir yaratıcının irade etmesi ve takdiriyle, plan ve programlamasıyla bu varlık âlemine çıkmış olmaları gerekir. Çünkü o ilk parçacığın şişmesi demek, ona yeni elementlerin ilâve edilmesi demektir. Yeni elementler bu âlemde mevcut olmadığına göre, elbette yeniden ve yoktan yaratılacaklardır.

Şekli ve meydana geliş süreci ne olursa olsun, yaratılmış olan bütün varlıklar, yokluk âleminden bu varlık âlemine, bir yaratıcının ilim, irade ve kudretiyle çıkarılmışlar ve yine O’nun ilmi dairesinde belirli bir plan ve programa göre şekillendirilmişlerdir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Yoktan yaratmayı kabul etmeyenlere nasıl cevap vermemiz gerekiyor?

Her şey atomlardan meydana gelmiştir. Bütün varlıkların yoktan yaratıldığı nasıl ileri sürülebilir?

Allah her şeyi önceden yarattı mı, yoksa hala yaratmakta mıdır?

Kainatın yoktan yaratılmasını açıklar mısınız? Bir patlama sonucu mu olmuşsa bu patlayan şey daha önce neyin içindeydi?

Var yok, yok da var edilemez mi?

Yoktan yaratmayı kabul etmeyenlere nasıl cevap vermemiz gerekiyor?

54 Allah, niçin dünyayı madde olarak yaratmıştır?

Eğer Allah dünyayı madde şeklinde değil de enerji veya ruhanî veya başka bir şekilde yaratsaydı, bu defa “Allah niye dünyayı bu şekilde yarattı veya neden madde şeklinde yaratmadı?” diye soracaktık. Yani insanın hayali çok ihtimalleri düşünebilir ve aklı hikmetleri araştırabilir. Fakat şunu unutmamak gerekir, vukuat hakikattir, ihtimaller hayalattır.

Hayallerin -gerçeklik zemininde yeşerme imkânı bulamayan- hadsiz sualleri vardır. Mesela; “Neden Türkiye Afrika’da olmadı? Neden ben de Paris’te doğmadım? Neden peygamber olmadım? Neden Kayseri’de de limanı olan bir deniz yaratılmadı? Neden? Neden? Neden? ..."

Bunları şunun için anlatıyoruz; Zihnimize gelen her soruya cevap bulmaya çalışırsak, yorgun düşer ve bitkin oluruz. Bu ihtimalleri bize telkin eden şeytan, bu yorgunluğumuzdan istifade ederek bizi -Allah korusun- tehlikeli tuzaklara düşürebilir. Çünkü her sorunun cevabını bulmaya/bulamayabiliriz. Şimdi sadede gelirsek;

Yaratıcı olan Allah’ın iradesi, her şeyde olduğu gibi bu konuda da yegâne tercih etme ve seçme yetkisine sahiptir. Aklımızın alamayacağı kadar geniş hikmetlere sahip olan bu tercih doğrultusunda dünyayı madde olarak yaratmıştır. Milyarlarca şeyleri bilmediğimiz gibi bunu da bilmiyoruz.

Allah, zatında, sıfatında ve fiillerinde başka bir varlığa benzemez. O’nun benzeri, şebihi, misli, mesili, zıddı, niddi yoktur. Mekândan müberra, zamandan muarra, maddeden mualladır. Dünyayı madde şeklinde yaratmıştır ki, o da bu noktada kendisinin eşsizliğini göstersin. Her şeyi çift yaratıp onları kendi birliğinin ve tekliğinin eşsizliğine şahit yaptığı gibi, maddî şekilde yaratmakla da hiçbir şeye benzemeyen varlığının bu eşsizliğinin ayrı bir şahidi yapmış ve “muhalefetun lilhavadis” sıfatını bu gerçeklerle pekiştirmiştir.

Madde yanında enerjiyi de yaratmıştır.  Maddî alemler yanında manevî alemler de yaratmıştır. Kesafetli şahadet alemi yanında, misal alemi ve ruhanî alemler de yaratmıştır.

Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım:

Yeryüzünün tamamını küçücük aynalardan oluşmuş farz edelim. Bu aynaların ışık ve sıcaklığı gökteki güneşten alacakları apaçık bir gerçektir. Gökteki güneşin aynalarda yansımasında, onları ışıklandırmasında bir ihtiyacı olduğu düşünülemez. Yani güneşin aynalarda yansıyıp yansımaması bir ihtiyaçtan dolayı değildir. Yansıma hadisesi olmasa da onun ışığından, sıcaklığından, yedi renginden hiçbir şey eksilmez. Güneş, ışığı ve kütlesi ile ne ise yine odur. Yansıma olayındaki bütün fayda ve menfaat, ancak aynalara aittir. Onlar, karanlıktan kurtulup, ışığa kavuşma hususunda güneşe muhtaçtırlar. Yoksa güneş, onların aydınlığa çıkmalarına muhtaç değildir.

Şimdi yukarıdaki örneği biraz daha geliştirerek güneşi ilim, irade, kuvvet ve hayat sahibi; aynaları da akıl ve şuur sahibi olarak kabul edelim. Şimdi tekrar düşünelim, akıl ve şuur sahibi aynalar, güneşi sevmeleriyle güneşin mükemmelliğine, muhteşemliğine ne katabilirler? Yahut ona isyan ederek onun yüce şanından ne eksiltebilirler? Mesela güneşin bitki ve hayvanlara ışık vermesinde ne faydası olabilir? Yahut vermemesinde, onun için ne eksiklik düşünülebilir? Elbette hem fayda hem de zarar onlara aittir.

Aynen yukarıdaki misaller gibi, Allahın varlık âlemini yaratmasında Onun sonsuz kemalinde bir fazlalık olduğu düşünülemez. Mevcudatı yaratmasaydı yine onun kemalinden hiçbir şey eksik olmazdı. Mesela hadsiz yıldızlarla yaldızlanmış şu gök kubbenin, üzerimizde bir çadır gibi çatılmasında ve yeryüzünün rengârenk çiçeklerle süslenmiş bir halı gibi ayağımızın altına serilmesindeki bütün faydalar bize aittir.

Hak Teâlâ, ne varlıkların yokluktan varlık âlemine çıkmalarına, ne meleklerin onu sena ve methetmelerine, ne de insanların ibadet ve itaatlerine muhtaçtır. Bunlar olsun ya da olmasın, O, zatında hamd ve senaya lâyık, eşi, misali, dengi olmayan bir Allah'tır. Sonsuz zenginlik sahibi, her şey kendisine muhtaç ve o hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın ihtiyaçtan münezzeh olduğunu böylece tespit ettikten sonra, kâinatı niçin yarattığı hususuna bakalım.

Kâinatın yaratılmasındaki en önemli cihet, Allah'ın kendi manevi cemal ve kemalini, yani ilminin eserlerini, kudretinin harikalarını, isimlerinin tecellilerini, zenginliğinin genişliğini, ihsan, şefkat ve merhametinin yansımalarını, varlık aynalarında bizzat kendisinin müşahede etmesidir.

Kâinatın yaratılmasının ikinci ciheti Allah'ın rahmetidir. Rahman ve Rahim olan Allah, insanları ve diğer canlıları yokluk karanlığında bırakmayı dileyebilirdi. Ama Onun o sonsuz rahmeti buna müsaade etmemiş ve bu varlık alemi ve ondaki bu sonsuz canlı alemler varlık sahasına çıkmışlardır.

Kâinatın yaratılışının üçüncü ciheti ise ahiret alemine bakmaktadır. Hadis-i Şerifte bildirildiği gibi “Dünya ahiretin tarlasıdır.” Tarlanın yaratılması mahsulleri içindir. Bu fani dünyanın mahsulü ebedi ahiret alemleridir.

Bu üçüncü gayede en büyük pay insan nevine ve o nevin temsilcileri olan peygamberler taifesine ve onların reisi olan ahir zaman peygamberi, bizim peygamberimiz Hz. Muhammede (asm.) aittir. Yani alemler Onun için ve onun tebliğ arkadaşları olan diğer peygamberler için ve bu irşat ve ikaz kafilesinin izinde giden salih ümmetler için yaratılmıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Madem Cenâb-ı Hak Hiçbir Şeye Muhtaç Değildir, O Hâlde Kâinatı Niçin Yaratmıştır?

55 Bakteri gibi tek hücreli canlılar bölündüğünde DNA kendini eşlediği için aynı karakterden iki bakteri oluşuyor ve bölünme devam ediyor. "Bütün canlılar ölümü tadacaktır." ayeti buna zıt değil mi?

Her canlının kendine has özellikleri vardır. Ancak, bütün canlılarda, yani bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda; büyüme, gelişme, farklılaşma ve üreme gibi kanunlar büyük oranda benzerdir. Özellikle hayvanlar ve insanların her bir ferdinin, kendine has müstakil bir ruhu vardır.

Tek hücreli canlılar için de durum böyledir. Bunlar çoğalmaları sırasında, ister eşeyli çoğalsın ve isterse eşeysiz çoğalsın, bir veya birden fazla fert hâsıl edebilirler. Meydana gelen her bir yavru ferdin yaşaması ve hayat seyri, annesinden ya da babasından tamamen bağımsızdır. Bu bakteri de olsa, virüs de olsa durum aynıdır. Dolayısıyla her bir ferdin fıtri bir ömrü vardır. Bu fıtri ömrü tamamlayanlar hayat sahnesinden çekilirler. Bir canlı şayet yavru meydana getirmişse, o canlının nesli bu fertlerle devam eder. Ama onları da sonuçta bir ölüm beklemektedir.

Demek ki, Kur’an’da geçen; “Bütün canlılar ölümü tadacaktır.” beyanının, canlıların mevcut durumuyla çelişen bir tarafı yoktur. Yani, her canlı belirli bir süreden sonra hayat sahnesinden çekilerek ölümü tatmaktadır.

Ayrıca, sorudaki “…ve hiç sonu gelmeyecek...” ifadesi gerçeği yansıtmamaktadır. Bilakis, netice itibariyle kıyamet koptuğunda hepsinin sonu gelecek ve ölmeyeen tek bir canlı kalmayacaktır. Bir hücrenin bölünerek çoğalması, aynı hücrenin sonsuz limitte bir zincirleme oluşumlara kaynaklık edeceği manasına gelmez. Zaman içerisinde deyim yerindeyse kendi sisteminde çoğalan hücrelerin önemli bir kısmı ölür, yeni sisteme giren -yavru hücreler- çoğalmaya devam eder. Bu çoğalma ferdin çoğalması değil, türün çoğalmasıdır. Birçok fert ölür, fakat türler devam eder. Bu bir açıdan insan türünün üremesine ve çoğalmasına benzer. Hz. Adem (as)’den beri insan nesli tür olarak devam etmiş ve çoğalarak gelmiştir. Ancak, bu devamlılık zinciri fertler için değil, insan nevi için geçerlidir.

Herhangi bir canlıda bulunan hücreler, o canlının ölmesiyle onlar da ölür. Söz gelimi, insanda yüz trilyonun üzerinde hücre var ve bunların büyük çoğunluğu altı ayda bir ölürler, yerine başkaları gelir. İnsan ölünce onların hepsi ölür.

Hiçbir hücre bölündüğünde eski hücrenin ruhunu taşımaz. Her hücrenin kendine mahsus bir ruhu vardır ve tabiatıyla bir ölümü vardır. Demek ki, “Her canlı ölümü tadacaktır” mealindeki ilahî ferman, gerçeğin ta kendisidir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Bilim adamlarının, Turritopsis Dohrnii olarak adlandırdıkları denizanası, ölmüyormuş. Bu durum, “Bütün canlılar ölümü tadacaktır.” ayetine aykırı olmaz mı?

56 Dünya ve ahiret arasındaki en belirgin fark nedir?

Ahiret: “son, sonra olan”,“dünyadan sonraki ebedî âlem”, “dünyadan sonraki menzil” demektir. Hayat yolculuğumuzda, baba sulbü, ana rahmi, çocukluk menzillerinden geçerek bülûğa erdiğimizde, önümüze iki ayrı yol açıldı: inanmak veya inanmamak. Bu akışın bir devamı olarak, ölüm, kabir, mahşer ve mizan safhalarından sonra kendimizi iki sonsuzun kavşağında bulacağız. Ebedî cennet ve cehennem...

Zaman nehrinin sürükleyip götürdüğü bu âciz insan, dünyadan sonra bir başka âleme gitmeyeceğini nasıl iddia edebilir!? Âhirete inanmadıklarını söyleyenler, öldükten sonra dirilmeye akıl erdiremeyenlerdir. Onların inanmadıkları aslında ba’s yâni diriliş hâdisesidir. Yoksa, ahirete inanmamak zamanın akışına karşı durmak ve yarına inanmamak gibi bir saçmalık olur.

Her insan, sekerat denilen can çekişme ameliyesi ile dünyadan sıyrılır, elbisesini soyunur. Öldüğü anda kendisini bir yeni âlemde bulur.

Mevt (ölüm), nevmin (uykunun) kardeşidir buyruluyor. İsimleri de benziyor birbirine. Her gece, ölümün küçük kardeşi olan uykuya dalan ve her sabah yeniden dirilircesine dünyaya gözünü açan insan, kıyametin ve haşrin alâmetlerini her gün seyrediyor demektir.

“Bu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar makûl ve lâzım ve kat’i ise, haşrin sabahı da berzahın baharı da o kat’iyettedir.” (Bediüzzaman, Sözler)

O hayatın huzmeleri bize daima el ediyorlar. Ama önemli olan, oraya varmadan orasını kabullenmek; ilk ağartılarda güneşi seyredebilmek. Güneş doğduktan sonra, artık onu kabullenmenin bir değeri mi kalır?

O güneşin bir nuru da kendi ruh dünyamızda!.. Ebed arzusu.

Söz sultanı büyük Üstad bu arzunun âhiretin varlığına ayrı bir delil olduğunu şu harika vecizeyle ifade buyurur:

“Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.”

Evet, bizi yaratan Zât, şu âlemi seyretmemizi istemeseydi, ana rahminde bize göz takar mıydı? Bu güzelim sesleri işittirmek dilemeseydi bize kulak verir miydi? İşte, âhiretin varlığına en büyük bir delil insan ruhuna konulan bu “ebedî yaşama” arzusu.

Bazı insanlar:

“Allah’ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu gözet. Dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas, 28/77)

âyet-i kerimesindeki ilâhî emrin ilk şıkkını tamamen ihmal ederek, bütün enerjilerini dünya hayatı için harcarlar.

Dünya; "denî", "aşağı" mânâsına geliyor. Bütün ömrü boyunca aşağı olanı isteyen, aşağılığa alışan, aşağı işler peşinde koşan insan, artık âhiret yurdunu gözetemez olur. Yüksek idealler, ulvî sıfatlar, güzel ahlâklar ruhundan gitgide silinir.

Bir de bunun zıddı var. İnsan imanda terakki ettikçe, Rabbine kavuşmağa daha fazla iştiyak gösterir. Âhirete bol sermaye gönderdikçe, oraya kavuşmayı daha çok istemeye başlar. İstikbalini düşünen ve ileride kavuşacağı mevkileri dikkate alan çalışkan bir öğrencinin artık okulun bahçesine, sınıfına, kantinine, sırasına rağbet etmemesi gibi, onun kalbinde de dünya sevgisi gitgide azalır.

Bozulmamış hiçbir akıl, hayatın bu dünyada başlayıp yine bu dünyada biteceğine ihtimal veremez. Bedenindeki milyarlarca hücrenin, etrafındaki milyonlarca nev'i canlının ve nihayet semayı şenlendiren o sonsuz yıldızların sadece şu kısacık dünya hayatının başını beklediklerine hiçbir akıl "evet" diyemez.

"Onlar kendi kendilerine düşünmediler mi ki, Allah gökleri ve yeri ve onların arasında bulunanları, ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattı. İnsanların birçoğu Rablerine kavuşmayı gerçekten inkâr edicidirler." (Rum, 30/8)

Mi'raç'tan sonra, şanlı Peygamberimiz (a.s.m.), âhiret âlemini ashabına şöyle anlatmıştı:

"Ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş ve ne de beşerin kalbine, hatırına gelmiştir." (bk. Secde, 32/17; Zuhruf, 43/71; Buhari, Bed’ü’l-Halk: 8, Tefsîr-u Sûreti: 32:1, Tevhid: 35; Müslim, Îmân: 312, Cennet: 2-5; Tirmizî, Tefsîr-u Sûreti: 32:2, 56:1; İbn-i Mâce, Zühd: 39).

Cennet bundan daha iyi anlatılamaz. Çünkü bu tarif cenneti görenin tarifidir.

Üstad Bediüzzaman'ın:

"Bize gösterdiğin numunelerin, gölgelerin asıllarını, menbalarını göster." duasını şöyle anlayamaz mıyız?

Dünya ancak sûretler ve gölgeler âlemi. İnsanın fotoğrafı kendisinden ne kadar geri ise, Cennetteki hâli de bu dünyadakinden o kadar ileri.

Ağacı söz dinleyen cennetin, insanı lâf anlamayan bu dünyadan ne kadar ileri olduğu az çok hissediliyor.

Kaldı ki, akıl da "bunun böyle olması lâzım" diyor. İnsan birkaç kilometre yürüdü mü birkaç saat dinlenme ihtiyacı duyuyor ve söyleniyor kendi kendine:

Nasip olur da Cennete gidersem, bu ayaklarla gitmemeliyim. Bana o sonsuz âlemde, yorulmayan ayak gerek.

Bir sohbet ne kadar tatlı olursa olsun, birkaç saat sürdü mü zihin yorulmaya, dikkat dağılmaya başlıyor. Demek ki, bu dimağla da cennete gidilmez. Bize dinledikçe hazzı artan, yorulmak nedir bilmeyen, usanmayı tanımayan bir dimağ lâzım...

Otobüs, taksi, uçak, bunlar bizi zamanla yarıştıran, arzumuza tez elden kavuşmamıza yardım eden vasıtalar. Bu dünya âhirete nisbeten gölge makamında kalacağına göre, oradaki sürat da bunların hiçbiriyle kıyaslanacak gibi olmasa gerek. Orada madde zamanın üstüne çıkacak. Gemi deryayı yutacak. Uzak yakın farkı kalkacak ortadan. İnsan, dilediği makamda ânında bulunacak. Daha ilerisi, insan bir anda birçok yerlerde bulunabilecek.

Orası asıllar âlemi. Bu dünyada gaybî olarak inandığımız iman hakikatlarını orada müşahede edeceğiz. Şu anda peygamberlerle (a.s.) görüşmemiz ancak hayâlen olabiliyor; gölgeden ileri geçemiyor. Orada bütün muazzez zevatla bizzat görüşeceğiz. Mazhar olacağımız bu şerefler silsilesi, "Rü'yetullah" ile en ileri seviyesine ulaşacak...

Yürümenin ardında yorgunluğun saklandığı, tebessümlerin riyaya büründüğü, yemenin doyma ile sınırlandığı, elemlerle sevinçlerin gece ile gündüz gibi birbirini durmadan kovaladığı bu sûretler âlemine aldanmayanlar, asıla kavuşacaklar. Gerçek saadeti orada bulacaklar.

"Allah'a karşı hüsnüzan ibadettir." (bk. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, III/263)

hadis-i şerifinden güç alarak, Rabbimizin lütfuna itimaden, hep Cennetten söz ettik. Cehennem de asıllar âleminden bir başka köşe. Elemin, ızdırabın, pişmanlığın, hüznün, ahın, eyvahın da aslı orada. Buradakiler onlara göre gölge ve resim kabilinden. Onlardan o kadar zayıf, o kadar geri... Elbette böyle bir azaba ebediyyen duçar olacak bir insan da bu dünyadakinden farklı bir yaratılışa sahip olmalı. Nitekim öyle de... Cehennem ateşinde yanıp kavrulan bir âsinin bedeni, ânında yeniden yerine gelecek ve azap böylece aralıksız sürüp gidecek...

Âhiret için "kudret âlemi" tabiri kullanılıyor. Orada her şey zamansız, ânında vücut bulacak. Ama kudretin bu zamansız tasarrufu da yine hikmet üzere yürüyecek.

Cennet ve Cehennem, mizandan sonra. O halde, bu âlemlerdeki bütün icraatlar ölçülü ve mizanlı olacak. Mizanda zerre miskal hayır da şer de tartıldığı gibi, Cennetdeki haz da Cehennemdeki azap da çok ince bir adaletle taksim edilecek. Herkes sevabınca lezzet alacak ve günahınca elem çekecek...

Yavaş yavaş olan hızla da olur. Safha safha meydana gelen bir anda da vücut bulabilir. Kanunu koyan kaldırabilir veya değiştirebilir. Hayâlimiz dünyanın öte ucuna bir anda gidiyor, ayaklarımız ise seyrini adım adım yürütüyor. Âhirette ayaklarımıza hayal kanunu uygulansa buna kim mâni olabilir? Nitekim öyle de olacak.

Kaldı ki, yavaş gitmemiz de Allah'ın kudretiyle, hızlı gitmemiz de... Bizim işin içinde neyimiz var?..

57 Bazı insanlar enerjileriyle kaşık gibi metal cisimleri eğebiliyorlar, bunu nasıl açıklayabiliriz?

Bu tür şovlardan bazıları göz boyama türünden şeylerdir; gerçekte öyle değildir.

Gerçekten yapılanlar ise, insanların kompleks yapılarında mevcut olan bazı kabiliyetlerin inkişaf ettirilmesi sonucu olabilir. Bunu yapanlarda bir manevî güç olduğu zannına kapılmamalıyız.

İnsanda mevcut bir potansiyelin bir şekilde harekete geçirmek suretiyle böyle bir harikalığa sahip olmak mümkündür.

Fizikî bünyede kaslarını kuvvetlendirip normalin üstünde kuvvete ve dirence sahip olanlar olduğu gibi, manevî / ruhî bünyelerin dinamiklerini iyi işleterek manevî kaslarını güçlendirenler de bu tür bazı harika işler yapabilirler.

İlave bilgi için tıklayınız:

Telekinezi, düşünce gücü ile cisimleri hareket ettirmeye çalışmak insanı şirke sokar mı?

58 Yaratılışta noksanlık var mı?

Burada asıl düşünülmeye değer bir husus var. Acaba yaratılışa noksanlık isnat edenler, yaratılışın noksanını idrak edecek bu mükemmelliği nereden elde etmişler? Kendileri de o noksan yaratılışın parçalarından oldukları hâlde, yaratılışın noksanı hakkında verdikleri bu hükmün doğruluğunu bize ne ile ispat edecekler?

Haşa, noksan olan bir yaratıcının yarattığı şeylerin de noksan olması lazım gelir. Zira eğri bir şeyin gölgesi de eğri olmak gerekir.

Eğer kendilerinde yaratılışın noksanlığına hükmedecek bir mükemmellik varsa, onların bu mükemmelliği mutlaka, onun üstünde olan bir mükemmelliğin eseri olması gerekir. Çünkü noksandan, noksansız olan bir şey çıkmaz. Öyle mükemmel varlıkları yaratan bir Yaratıcının, yaratma ve kudretinin de noksan olamayacağı aşikardır.

(bk. Gerçeğe Doğru, c.III, Zafer Yayınları)
 

59 İnsanlığın Hz. Havva'dan dünyaya geldiğini açıklar mısınız?

Ekim 1987'de Chicago'da Amerika Antropoloji Enstitüsünde Rebecca Cann, aylardır süren araştırmasını “Havva Hipotezi” diye özetliyordu. Rebecca Cann, yakınlarda keşfedilen bir biyolojik gerçekten yola çıkarak, hücrenin küçük bir organcığı olan mitokondri DNA'sının, hücre çekirdeğindeki DNA'dan farklı olduğunu tespit etmişti. Çekirdekteki DNA, nesiller boyu yeni yeni kombinezonlara girerken, mitokondri DNA'sı hiç kombinezonlara girmeden, aynen aktarılıyordu. Yani, bir annenin mitokondri DNA'sı, çekirdek DNA'sı gibi babanın DNA'sına karışmıyor; kendi çocuklarına aynen geçiyordu. Onun kızları da kendi kızlarına, onlar da kendi kızlarına... mitokondri DNA'sını olduğu gibi aktarmaktaydı.

O halde, şu andaki kız çocuklarının mitokondri DNA'larına bakılarak, neden Hz. Havva'ya kadar gidilmesindi? Ve Rebecca Cann, doğuma hazırlanan 147 hamile kadının doğumdan sonra rahimden atılan plasentalarını aldı. Kimi Asyalı, kimi Orta Doğulu, kimi Afrikalı, kimi Avrupalı olan bu kadınların plasenta dokularından elde ettiği mitokondri DNA'larını birbirine kıyasladı. Aynı sıralarda, Emory Üniversitesinden bir grup genetikçi, dört ayrı kıtadan toplam 700 insanın kanını bir araya toplayıp, kan hücrelerinin mitokondri DNA'larını incelemeye koyuldular.

Sonra, her iki araştırmanın sonuçları birleştirildi. Görüldü ki, ayrı kıtalarda yaşayan farklı ırk mensubu insanların mitokondri DNA'ları arasında hemen hemen hiç fark bulunmuyor; DNA'ların hepsi, gele gele tek bir kadında noktalanıyordu. Araştırmaları baştan sona izleyen Allan Wilsan'a göre “Hepimizin ortak bir annesi olmalıydı.”

Ünlü paleontolog Stephen Jay Gould da bu görüşü destekliyor. “Havva Hipotezi” için, “Kalıbımı basarım, müthiş bir buluş bu. Çünkü, hepimizi, şimdiye kadar fark etmediğimiz yakınlıkta, birer biyolojik kardeş yapıyor.”

“Aynı ailenin çocukları gibi” diye tamamlıyor. California Üniversitesi biyologları. Evrimci bir paleontolog ise : “DNA'lardan elde edilen bu yeni bilgiler öylesine hassas, öylesine gerçek ki, bizim anlattıklarımızın hepsi, bir anda kocakarı hikayesine dönüverdi.” diyerek “Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık.” ayetini bilmeyerek tasdik ediyordu.

60 Canlı varlıkların hal ve hareketsizlikleri hadis olduklarına delil midir?

- İnsan olarak bizim görebildiğimiz ne kadar canlı varsa, onun ilk hali cansızdır. Demek ki, bu canlılık sonradan veriliyor. Öyleyse o da hadistir.

Örneğin, insan anne karnında dört ay kadar cansız/ruhsuz bir halde kaldıktan sonra canlanıveriyor. Kur’an’da insanın yaratılış safhaları anlatılırken “çamurdan” başlıyor, “yepyeni / ruh üflenmiş canlı bir varlık” hâline kadar devam ediyor.(bk. Müminun, 23/12-14).

- Kur’an’ın bildirdiğine göre, bütün canlılar sudan yaratılmıştır. (bk. Enbiya, 21/30). Bu günkü fen bilimleri de bu gerçeğe ulaşmıştır. Suyun temel maddesi olan oksijen ile hidrojen maddelerinin cansızlığı ortadadır. Demek ki, canlılık ve hareket sonradan bazı cisimlere kazandırılmıştır.

- Fen bilimlerinde bu husus “atalet / eylemsizlik prensibi” şeklinde ifade edilmektedir. Yani her şey fizikî yapısı itibariyle hareketsiz ve de cansızdır. Halbuki, kâinattaki varlıkların durumu bunun tam tersinedir, adeta hiçbir şey hareketsiz değildir. O halde, bu hareketsizleri tahrik eden/harekete geçiren bir muharrik vardır. Nitekim Aristo gibi bazı filozoflar da bu prensipten hareket ederek bir yaratıcının var olduğu sonucuna varmışlardır.

- Akan bir ırmağın güneşle temas eden bölümündeki su damlacıkları, kabarcıkları parlıyor, güneşle temasları kesilince de sönüyorlar. Bu durum, kesin olarak kabarcıklardaki parlaklığın suyun kendi zerrelerinde tabii olarak var olan bir şey olmadığını, bilakis güneş ışığının bir yansıması olduğunu göstermektedir. Aynen bunun gibi, canlıların hayat ırmağında bir süre canlılık kıvılcımlarını gösterdikten sonra, ardından ölüp gitmeleri, kendilerinde bulunan ruh ve canlılık unsurunun kendilerine ait olmayıp Allah tarafından onlara bahşedildiğini göstermektedir. Demek ki hayat kadar ölüm de Allah’ın varlığının açık belgesidir.

- Bütün canlıların temel unsurları; oksijen, hidrojen, karbon ve azottur. Bu maddelerin canlı bir unsuru, bir ruhu taşımadıkları bilinmektedir. İlginçtir, insandaki kuvve-i vahime muhal olan şeyleri kabul etmekte bile bir sakınca görmez. İnsan da ona kanar.

Örneğin, bazıları mevcut elementlerin tek tek olarak hiçbir şekilde bir canlı unsur olmadığını bildiği halde, bu cansız unsurların/elementlerin bir araya gelerek canlılar meydana getirebileceğine ihtimal verirler. Eğer bu doğruysa, “her biri tek başına zırdeli olan bin tane mecnunun bir araya gelerek akıllı bir meclis kurabileceklerine ihtimal vermek gerekir” ki, bu bir safsatadır. Dinen, fennen, aklen cansız, ruhsuz, akılsız, kör, sağır ve dilsiz oldukları belli olan elementlerin, atomların, moleküllerin bir araya gelerek akıllı, canlı, gören, duyan, konuşan bir meclis-i mebusan kurmalarına ihtimal vermek, bin muhali birden kabul etmek anlamına gelir.

- Bu gün kâinatın sonradan meydana geldiği ilmen de kabul edilen bir gerçektir. Farklı ilmî teorilere göre, kâinat bundan 5, 15, 25, 30 milyar yıl önce var olmuştur. Madem sonradan var olduğu kesindir. Elbette madde ezelî değildir, hadistir, bir yaratıcıya muhtaçtır. Saman Yolu Galaksisinin çok sonradan meydan geldiği konusunda ilmen hiçbir tereddüt söz konusu değildir. İnsanların ve yeryüzündeki diğer canlıların sonradan meydana geldiği gözle görünen gerçeklerdir.

Bir harf kâtipsiz, bir iğne bile ustasız olmadığına göre, bu kâinatın yaratıcısız olması, tesadüfen ortaya çıkması veya akılsız, şuursuz, cansız, kör, sağır tabiat ve sebepler tarafından yaratılmasını düşünmek için akıldan istifa etmek gerekir.

61 İnsanın, genetik olarak anne babasından özellikleri geçtiği gibi, manevi özellikleri de geçer mi?

Genetik yoldan gelen maddi manevi benzerliklerin olduğu bilinen bir gerçektir. “İnsanın oğlu insan; kurdun oğlu kurt olması” bu gerçeğin bir tezahürüdür. Arı yavrusunun bal yapması, yılan yavrusunun zehir kusması da bu gerçeğin bir şahididir.

Yalnız şu da bir gerçektir ki, kalıtım mahsulü olan hiç bir husus, bir çocuğun hayat çizgisini belirleyecek seviyede bir ayniliğe/anne ve babasının tıpkısını yapan tıpa tıp bir benzerliğe sahip değildir. Böyle bir şey, insanların özgür iradelerine bağlı olarak gelişen imtihan sırrına da aykırıdır.

“Veliden peli, peliden veli…” darb-ı meseli bu gerçeği çok güzel ifade etmektedir. Hz. Nuh (as)’ın oğlunun kâfirler arasında boğulup gitmesi, bunun ayrı bir tasdikidir.

“Her doğan çocuk fıtrat dini olan İslam’ı kabul edebilecek bir kabiliyette doğar. Sonra annesi, babası, çevresi, onu Yahudî, Hristiyan, Mecusî yaparlar.” (Buhâri, Cenâiz, 79; Müslîm, Kader, 23-25)

manasına gelen hadisin ifadesi de bu konuyu açılığa kavuşturmaktadır.

Bir takım fasık olan kimselerin çocuklarının salih birer insan, aksi olarak salih kimselerin çocuklarının da fasık olmaları bu gerçeğin reddedilmez kanıtıdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. Peygamberin (asm.), “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar...” hadisini nasıl yorumlarsınız?

Aynı kandan olanlar, neden farklı görüşlere sahip oluyorlar?

62 İnsanlar, iradeleri dışında mı yaratılmıştır?

Allah (cc), kâinatı yaratırken hiç kimseye sormamış ve hiçbir iradeyi esas almamıştır. O, “Dilediğini yaratır.” (Bürûç, 85/16).

“Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz...” (İnsan, 76/30)

Her şeyi yaratan Allah’tır. “Şey” dediğimiz ne varsa hepsi onun mahlukudur. Biz de amellerimiz de buna dahiliz. Onun içindir ki Kur’an-ı Kerim’de:

“Sizi ve amellerinizi yaratan Allah’tır.” (Sâffât, 37/96) buyurulmaktadır.

İnsan, her ne kadar ihtiyar sahibi ise de emir ve irade Allah’a aittir. Ondan emir gelmeyince hiçbir şey olmaz.. O irade etmeyince hiçbir nesne vücuda gelemez! O dilememiş olsaydı, bugün ne zaman ne de mekan bulunurdu. O, var ettiği şeyleri devam ettirmeseydi, herşey toz duman olur giderdi.

63 Kainatın ve insanoğlunun yaşı ne kadardır?

Kâinatın ne zaman yaratıldığı hususunda kesin bir bilgi yoktur. Ancak insanlık ömrünün ortalama 7000 yıl olduğu bilinmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Âdemoğlunun (insanlığın) dünya üzerindeki ömrü kaç yıldır?

64 Hz. Adem cennetten bedeni ile mi gelmiştir, yoksa ruhu dünyaya geldiğinde bu dünyada mı beden giydirilmiştir?

Hz. Adem (as) ve Hz. Havva cennette yaratılmışlardır. Hz. Adem (as) ve Hz. Havva'nın cennetteki vücutları ile yeryüzüne indirildiklerindeki vücutları aynıydı. Çünkü, her iki mekânda da onlar birer insandı. İnsanın bedeni ise bellidir.

"Ve dedik ki: Ey Âdem! Sen eşinle birlikte cennete yerleşin. Oradaki nimetlerden istediğiniz şekilde bol, bol yeyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz!"(Bakara, 2/35)

"Ağaçtan tattıklarında onlara avret yerleri göründü. Ve cennet yapraklarından avret yerlerini örtmeye başladılar."(Araf, 7/22)

mealindeki ayetlerden de onların cennette bedenleri ile olduklarını anlamak mümkündür. Çünkü yeme ve giyme işi bu bedene mahsustur.

Ve insanlar cennete ruh ve bedenleriyle birlikte gidecekler. Kur'an'ın pek çok ayeti bunu göstermektedir.

65 Tuzlu suların tatlı sulardan çok olmasının hikmeti nedir?

Su türleri arasındaki farklılaşma olayının iradeye bağlı olarak meydana geldiği açıktır. Bildiğimiz kadarı ile bu olayın arkasında bir hikmet vardır. Önce içmeye elverişli olan su türüne bakalım. Bu tür suyun neden böyle yaratıldığını onu kullanarak ve yararını somut olarak görerek biliyoruz. Tatlı su bütün canlılar için hayat kaynağıdır.

Şimdi de öbür su türü olan ve acı tuzlu suya bakalım. Bu tür su daha çok denizler ve okyanuslar biçiminde karşımıza çıkar. Aşağıda bu konuda bir bilginin sözlerini okuyacağız. Adam bu açıklamayı şu koca evreni düzenleyen duyarlı planı değerlendirirken yapıyor. Okuyoruz:

"Yüzyıllardır yerden fışkıran gazlar havaya yükselir. Bunların çoğu zehirlidir. Buna rağmen hava (atmosfer) yine de kirlenmemiş kalır. İnsanın yaşaması için elverişli olan gaz oranlarının dengesi değişmez. Bu büyük dengeyi sağlayan mekanizma denizleri ve okyanusları kaplayan engin sulardır. Hayat, besin maddeleri, yağmurlar, ılımlı iklim ve son olarak insan, varlıklarını bu uçsuz bucaksız su kütlesine borçludurlar."

Bu açıklama niçin farklı türde yaratıldıklarına kısmen ışık tutuyor. Bu sözler kanıtlıyor ki; suların farklı türlerde yaratılmış olması belirli bir amacın ve planın sonucudur. Bu yolla şu evrenin varlığında ve düzeninde gerekli olan, birbirine bağlı birtakım dengeler ve uyumlar gözetilmiştir. Bunu ancak şu evrenin ve şu evrendeki canlı-cansız tüm varlıkların yaratıcısı olan yüce Allah düzenler. Çünkü bu hassas uyum, asla rastgele meydana gelmez.

66 ALLAH her kararımızı biz daha uygulamadan bilmiyor muydu? Kaderin fiillerimiz üzerindeki etkisini nasıl anlamalıyız?.. Mühürlenen kalpler nasıl sorumlu tutulur?
67 Bazı evliyalar "Hakiki hakâik-ı eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakâikın gölgeleridir." demişler; bu ne demektir? Eşyanın hakikatı hakkında bilgi verir misiniz?

SURET: “Biçim, Şekil.”
MAHİYET: “Bir şeyin ne olduğu.”
HÜVİYET: “Bir mahiyeti başkalarından farklı kılan özellik.”
HAKİKAT: “Mahiyetin hariç âlemde sübutu, kendini göstermesi.”

HAK, HAKİKAT, SURET, HÜVİYET ve mahiyet… Günlük konuşmalarımızda bu kelimelerin bazen birbiriyle karıştırıldığını, hatta birbiri yerine kullanıldığını görüyoruz.

Bilindiği gibi “hak,” “inkârı mümkün olmayan gerçek” anlamına geliyor.

Eşyanın bir varlığı olduğu haktır; Mecusiler dışında, bu hakkı inkâr eden çıkmamış. Güneşin çekim kuvveti, yerin çekim kuvveti, radyoaktif dalgalar da haktır. Cahillerden başka bunları inkâr edene rastlamıyoruz.

Melekler, cinler, kabir âlemi, cennet, cehennem de hak. Kafirlerden başkası da bunları inkâr etmiyor.

Bütün bu varlıkların birer sureti, hüviyeti, mahiyeti ve hakikati vardır.

Önce bu terimlerin kısa birer tariflerini yapalım:

Suret: Dıştan görünen şekil, biçim, bir şeyi diğerlerinden ayıran özellikler,.. gibi mânâlara geliyor. Suret ikiye ayrılır; maddî ve manevî. Demek ki, suret denilince sadece maddî cisimlerin şekillerini anlamak eksik oluyor. Mesela, maddî bir yapıları olmayan meleklerin de suretleri vardır. Onlar da birbirinden ayrılır, fark edilirler.

Diğer üç kelime ise, Seyyid Şerif Cürcani’nin "Tarifat" adlı kitabında şöyle özetlenir:

'O nedir?' sorusunun cevabı olan özellik, makul olması bakımından mahiyet, hariçte sübutu bakımından hakikat, başkalarından farklılığı bakımından ise hüviyet diye adlandırılır.”

"Lügat-ı Naci"de, mahiyetin hakikattan daha genel bir ifade olduğu, nitekim hakikatin, sadece “mevcut” şeyler için kullanılmasına karşılık, mahiyetin olmayan (madum) şeyler için de kullanılabileceği yazılır. Mesela: Şirkin hakikati yoktur. Ama, “Şirk nedir?” sorusunun, “Allah’a ortak koşmak,” şeklinde bir cevabı vardır. İşte şirkin mahiyeti bu cevapta kendini gösterir.

“İnsan nedir?” sorusuna “hayvan-ı natıktır,” yani idrak sahibi bir canlıdır şeklinde cevap vermekle insanın mahiyetini anlatmış oluruz. Bu bir mana olarak akıllarda yer eder. Bildiğimiz, gördüğümüz insan ise, bu mahiyetin hakikatidir. Bir insanı diğer insanlardan ayıran özellikler de onun hüviyetini teşkil ederler.

Bir noktaya da temas etmek gerekiyor: “O nedir?” sorusu, insan için sorulabileceği gibi onun her bir organı için de sorulabilir. Eli göstererek, “Bu nedir?” dediğimizde alacağımız cevap onun mahiyetiyle ilgilidir. O mahiyetin hariçte tahakkuk etmesi cihetiyle de elin bir hakikati vardır. Yine o eli başkalarından ayıran bir hüviyeti ve sureti olduğu da muhakkaktır. Böyle düşünüldüğünde bir tek varlığın bile nice suret, mahiyet, hüviyet ve hakikatlerle âdeta kaynaştığı anlaşılır.

“Hakikat,” edebiyatta, “mecaz olmayan” manasına gelir. Yani, bir kelimeyle mecazi olarak, bir başka mana kastedilmiyor ve o kelime kendi öz manasında kullanılıyorsa buna “hakikat” denilir. Hakikat kelimesi eşyanın yahut hadiselerin içyüzü manasında da kullanılır. Bu mana üzerinde biraz durmak isterim.

Hastalık bir hâdisedir. Onun suretini hastanın perişan halinde görür gibi oluruz. Mahiyeti ise sıhhatin bozulmasıyla ortaya çıkan arızalı hayattır. Hakikati yani iç yüzü, insanlar için bir imtihan aracı olması, sabredenlerin derecelerini artırması ve günahlara kefaret olmasıdır.

Nurlardan bir hakikat dersi:

“Bütün mevcudatın hakaikı, bütün kainatın hakikatı; esma-i İlahiyeye istinad eder… Hatta muhakkikîn-ı evliyanın bir kısmı demişler: 'Hakikî hakaik-ı eşya esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir.' ” (Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)

Âlemin varlığı bir hakikat; Mucid ismine dayanıyor. Bu âlemde her şeye bir suret, bir şekil verilmiş olması da ayrı bir hakikat; bu da Musavvir ismine dayanır. Her suretin ayrıca benzetildiği, en güzel bir biçime sokulduğu da bir başka hakikat; bu da Müzeyyin ismine dayanır. Bu ziynette rengin de ayrı bir yeri vardır; Mülevvin ismine dayanır. Ölümün hakikati Mümit ismine, hayatınki Muhyi ismine dayanır... Misaller çoğaltılabilir.

İnsanoğlunun eserlerinde de bunun bir misalini görmüyor muyuz? Kütüphaneden bir kitap çekerek bu nedir diye sorsanız “kitap” diye cevap alırsınız. Demek ki, kitap o şeyin mahiyetidir. Kitabın sureti, şekli, cildinin boyası vesaire ise suret kelimesinde dahildir. O kitap mânâsı, elimizdeki kitapta tahakkuk etmesi cihetiyle de hakikat olur. Bu hakikat onu yazanın bir ismine dayanır. Eğer o eser bir tıp kitabı ise onda “tabip” ismi tecelli etmiştir. Daha doğrusu o kitabın hakikati, gerçekte, tıp ilmi ve tabip ismidir.

İşte “Hakiki hakaik-i eşya esma-i İlahiyedir” hakikatine bu misalle bir derece bakılabilir.

“Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir.” ifadesine gelince: Zat olmasaydı gölgeden söz edilemezdi. Tıp ilmi ve tabip ismi de olmasaydı bu kitap varlık sahasında boy gösteremezdi. Demek ki, onun varlığı gölge makamında; aslı ise tıp ilmi ve tabip ismi.

İlim sıfatı, tecelli olmaksızın bilinmez ve görünmez. Ancak böyle bir eser o isme ayna olur ve onu gösterir. Ama yine de elimizdeki bir eserin yaprakları ile yazarının ilmi arasında bir ilgi kurmak, o sayfalarda ilmin mahiyetini aramak boş bir çabadır. İlim sıfatı, mahiyetiyle yine bizce bilinmemektedir. Biz o kitapta o ilmin zatını değil, bir tecellisini seyretmiş ve mahiyetini değil varlığını bilmiş oluyoruz. Nitekim, gölgede, gölge sahibinin varlığını görürüz, ama onun sıfatlarını, meselâ ilmini, irfanını, güzel ahlakını seyredemeyiz.

Gölgenin varlığı, aslın varlığı yanında çok sönük kalır; derece itibariyle onun çok aşağılarında bulunur. Bir de o gölgenin gölgesini düşünelim! Bu ikinci gölgenin varlığı ile birinci gölge arasındaki farklılık, asıl birinci gölge arasındaki fark kadardır. Yani bu ikinci gölge ilk gölgeye göre çok daha aşağı bir varlık mertebesine sahiptir.

Bir cismin aynadaki tecellisi onun bir bakıma gölgesidir. Yani onun varlığı ile gölge varlık arasında büyük farklılıklar vardır. Bir taşın aynadaki görüntüsünde sertlik bulamazsınız. O gölge, taşı gösterir, taştan haber verir, ama taşın varlık mertebesinin yanında onun derecesi ancak bir gölge kadardır. Bu gölgenin karşısına bir ayna daha tutalım ve o gölge o ikinci aynada tecelli etsin. İşte bu ikinci gölge varlığa “gölgenin gölgesi” denilir.

Tasavvufta, mahlukat âlemi yaratılmadan, onların İlâhî ilimdeki taayyünlerine ayan-ı sabite adı verilir ve bu ilmî vücutlara, İlâhi isimlerin gölgeleri denilir. O ilmî varlık, şehadet âlemine getirildiğinde gölgenin gölgesi kadar bir varlık mertebesine sahip kılınır. Zira, eşya ayan-ı sabitenin gölgeleri, ayan-ı sabite de esma-i İlâhiyenin gölgeleridir.

Aynı manayı Nur Külliyatı'nda da yakalamak mümkün:

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Mektubat’ında, “Eşya zeval ve ademe gitmiyor, belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyor; âlem-i şehadetten, âlem-i gayba gidiyor,” buyurur.

Aynı eserde şöyle bir cümle de geçer:

“Şu mahlukat, izn-i İlahî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor… âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zahiri giyidiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor.”

Bu cümlede, ilim dairesi “âlem-i gayb,” kudret dairesi ise “âlem-i şehadet” olarak alınmıştır.

Buna göre, eşya yaratılmadan önce ilim dairesindedir. Yaratılınca kudret dairesine geçer. İşte eşyanın ilim dairesindeki vücutları mahiyet, kudret dairesindeki vücutları ise hakikattir. Bu hakikatler varlık mertebesi itibariyle gölgenin gölgesi makamındadırlar. Yani, asıl olan İlâhî isimlerdir. İlim dairesindeki vücutlar, bu isimlere göre gölge gibidirler; kudret dairesindeki vücutlar ise gölgenin gölgesi...

Nur Külliyatı'ndan naklettiğimiz ilk cümleye dönelim:

“Bütün mevcudatın hakaikı, bütün kâinatın hakikatı; esma-i İlahiyeye istinad eder.”

Bütün varlık âlemini bu nazarla süzdüğümüzde, kalbimize şöyle bir mânâ açılır:

Seyrettiğimiz her suretin bir mahiyeti var. Etrafımız suretler âlemiyle çevrildiği gibi, onun perde arkasına hayalen geçtiğimizde,  “mahiyet” ordusuyla kuşatıldığımızı görür gibi oluruz. Bu muhteşem, bu uçsuz bucaksız ordu, bizi Allah’ın ilminin sonsuzluğuna götürür.

Sözünü ettiğimiz ordudan birkaç neferi şöyle bir hatırlayalım: Cebrail ve diğer üç arkadaşı, arşa müekkel melekler, sema tabakaları, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, taşlar ve denizler, insanlar ve cinler, karıncadan file, sinekten kartala, hamsiden balinaya kadar uzanan hayvanlar kafilesi. Bu mahiyetler sayılmakla bitmez.

“Mevcudat yoktu, ancak Allah vardı.”

kudsî hadisinden hareketle, bu mahiyetlerin İlâhî ilimle tayin edildiğini, bir başka ifadeyle, Allah’ın ilminde taayyün ettiğini düşünürüz. Hiçbir şey yokken, her şeyin mahiyeti İlâhî ilimde bütün özellikleriyle mevcut.

Mahiyetten hüviyete geçtiğimizde, sözünü ettiğimiz ordunun her bir ferdinin ayrı bir şahsiyete sahip olduğunu görürüz. Bu defa mahiyet ordularını çok gerilerde bırakan uçsuz bucaksız bir orduyla karşı karşıya kalırız. İnsan bir tek mahiyet. Ama hüviyet âlemine indiğimizde her insanın ayrı bir şahsiyeti olduğunu ve diğer insanlardan farklı olduğunu görürüz. O bir tek mahiyet, sadece şu asrımızda, yaklaşık altı milyar hüviyet doğurmuştur. Hiçbir yıldızın, hiçbir hayvanın, hatta hiçbir dağın ve taşın da diğeriyle tıpa tıp aynı olmadığını düşündüğümüzde, bu sonsuz hüviyetler karşısında hayretten başka bir şey yapamaz oluruz.

Suret, hüviyet, mahiyet ve hakikat bir varlıkta birlikte bulunurlar. Ama, farazî olarak, bunları ayrı ayrı değerlendirdiğimizde, mahiyet ve hüviyet âlemlerinde İlâhî ilmin, suret ve hakikat âlemlerinde ise İlâhî kudretin daha fazla tecelli ettiğini hisseder gibi oluruz.

Mevcudat yaratılmadan, bütün bu ordular bütün neferleriyle Allah’ın ilminde hazır idiler. Ve bu sonsuz ilim tablosunun tek âlimi vardı: Allah.

Bu hâlen de böyledir. Ama İlâhî irade ve sonsuz lütuf, o mahiyet ve hüviyetleri kudret dairesine geçirmeyi murat ettiğinde, bu muhteşem kâinat vücuda geldi. Ve âlemler, hakikat ordularıyla dolup taştı. Bu kudret tablosunu seyretme şerefi, derecelerine göre, insanlara, cinlere ve meleklere de nasip oldu.

Varlık sahasında son olarak insan boy gösterdi. Bu insanın çok ulvi bir şerefi vardı. Arzın halifesiydi. Kâinatın meyvesiydi. Etrafını kuşatan bütün bu suretleri tanıyabiliyordu. Onların da ötesine geçerek, surette mahiyeti ve hüviyeti seyredebilecek bir üstün yaratılışa sahipti. Bu görevi yerine getirebilirse, hakikate erecek ve bütün hakikatlerin İlâhî isimlerin gölgeleri, hatta gölgelerin gölgeleri olduğunu bilecek ve marifet ikliminde yol aldıkça alacaktı. Ama, sadece surete dalıp kalır, ötesine geçemezse ötelerin ötesi olan ebedi saadetini kaybedecek, bununla da kalmayıp sonsuz bir azabı tadacaktı.

Gelenler gelip geçtiler. Seyredenler ve edemeyenler hep geride kaldılar. Şimdi sıra asrımız insanlarında. Bakalım kimler suretten hakikate geçebilecekler?

Hepimiz için en büyük vazife bu. Birbirimize yardım edeceksek bu sahada etmeliyiz. Çünkü, insanoğlu bu şerefi kaybettiği taktirde önünde korkunç bir uçurum var. Cehennemi çok gerilerde bırakan bir perişanlık onu bekliyor. Bu düşüş ve çöküş, Allah Kelâmı'nda şöyle ifade buyruluyor:

“Onlar hayvanlar gibidir. Hatta onlar (tuttukları) yol itibariyle daha da sapıktırlar.” (Furkan, 25/44)

Apartmanın ikinci katından düşen bir çocuğun imdadına hemen koşan insanlar, hayvandan daha aşağı düşenleri kurtarmak için neden gayret göstermiyorlar?
Şefkat duygularını mı kaybettiler; yoksa bu duyguyu kullanmasını mı bilmiyorlar?

68 Bir hayvan, hayvan olarak yaratılmak ister miydi; niçin insan olarak yaratılmadılar?

Bu soruya verilecek en güzel cevap "Allah böyle dilediği için"dir. Hiçbir varlık yaratılmadan önce kendisine sorulmamıştır. Allah dilediğini insan, dilediğini hayvan, dilediğini bitki olarak yaratmıştır. Tabi bu yaratma işinde sonsuz hikmetler vardır.

Hiçbir hayvan yaratıcısına karşı "Sen beni neden hayvan yarattın?" deme özelliğinde değildir. Onlardan böyle bir şekva söz konusu olmadığı gibi hepsi de Allahı -lisanı halleriyle- tesbih etmektedirler.
 "Kainatta hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah'ı tesbih etmesin, Onu anmasın, Ona dua etmesin. Fakat siz onların bu tesbihlerini, zikirlerini, dualarını fark etmiyorsunuz." (İsra, 17/44)
ayeti bu hususa işaret etmektedir.
 
İnsan arzın halifesi olarak yaratılmıştır. Diğer varlıklar da insanın hizmetine verilmiştir. Ayet-i Kerime’de:
“Allah, bir kısmına binesiniz, bir kısmını da yiyesiniz diye sizin için hayvanları yaratandır.”(Mü’min, 40/79)
Başka bir ayet-i kerimede ise,
 “Hem binesiniz diye, hem de süs olarak atları, katırları ve merkepleri de yarattı." (Nahl, 16/8)
Rabbimiz bütün mahlukatı insan olarak yaratması demek bu kainatın bu şekilde olmaması demektir ki bu düşünce şu kainatın var olmamasını istemek anlamına gelecektir.
 
Ayrıca, kâinat bu şekilde yaratılmasaydı, Allah'ın sıfatlarının ve isimlerin o sonsuz kemali ve güzelliği bilinmeyecekti; bu bilgi sadece Allaha mahsus kalacaktı. Cenab-ı Hak isim ve sıfatlarının manevi güzelliklerini tecelli ettirmekle, kendi cemal ve kemalini bu eserlerinde kendisi bizzat müşahede buyurduğu gibi, melekleri, insanları ve cinleri de bu şereften, bu lütuftan hissedar etmek diledi. 
 
Mahlukatı yaratıp yaratmama hususunda Allah, ilahi tercihini yaratma şeklinde yapmış ve bu tercih mahlukat için sonsuz bir rahmet olmuştur. Yoksa, bir ismi Samed (her şey ona muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değil) olan Allah'ın bu alemi yaratmasının, -haşa- bir ihtiyaçtan geldiği düşünülemez.
 
İnsanın yaratılmasına gelince;  
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) 
Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise marifet ve ubudiyet içindir. Bu vazifeyi yapan melek ve cinler gibi varlıklar da vardır. Şu var ki, insan ubudiyet vazifeni onlardan daha üstün ve daha küllî bir derecede yapabilecek bir istidada sahip. İşte insanın bu dünyaya gönderilmesindeki külli gaye bunu yerine getirmesi içindir.
 

İlave bilgi için tıklayınız:

İnsanın yaratılış gayesi nedir?

Hayvanların ahiretteki durumu nasıl olacaktır?

69 Köpeğimi çiftleştirmeyi düşünmüyorum, günah mıdır?

Önce, av veya koruma gibi bir işe yaramayan bir köpeği evde hapsetmek doğru bir davranış değildir.

İkincisi, köpeğin gıda ihtiyacı gibi cinsel ihtiyacına mani olmanın da doğru bir hareket olmadığını söylemeliyiz. Yavrular doğurması -sizin de işaret ettiğiniz gibi- büyük bir külfettir. Buna mani olmak ise başka yönden manevi bir külfet, bir vebal getirebilir.

Bundan kurtuluş yolu -bize göre- evdeki köpeği daha özgür olacak bir ortama kavuşturmaktır. Üstelik, lüzumsuz yere köpekle meşgul olacağımıza, kendimizle, başka insanlarla meşgul olmak daha akıllıca bir tercih olacağını düşünüyoruz.

Özellikle sizler gibi haram-helal kavramına dikkat edenlerin “bu kısa ömürde ahireti kazanmak” gibi büyük sorumluluk isteyen bir görevlerinin olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur. Hâlbuki hepimiz çok iyi biliyoruz ki, cennet ucuz değildir, cenneti kaybetmek de hafife alınacak bir şey değildir...

Rabbimiz, hepimize cennet yolunu kolaylaştıracak işlerde muvaffak kılsın. Âmin...

70 Neden, dünyamızda ilk hayat sudan başlayıp kademe kademe diğer canlılar yaratılmıştır?

Allah, kâinatta bir tekâmül kanununu, bir tedriç prensibini vazetmiştir. Çünkü, kâinatı kendi varlığı ve birliğinin delilini kılan Allah, şuurlu varlıklara bu delilin açık olmasını irade etmiştir.

Çünkü delilin müddeadan / davadan daha açık olması hikmetin gereğidir. Hikmet ise, eşyanın varlığında mertebeler, dereceler ve kademelerin varlığını gerektirir.

Çünkü insan gibi şuurlu varlıklar ancak sebepler zincirindeki hiyerarşik düzeni gördükten sonra varlıkların nizam ve intizamını, mükemmelliğini, güzelliğini anlayabilir ve bu anlayıştan hareketle ancak yaratıcının eşsiz sıfatlarını idrak edebilir.

Bu sebepledir ki, evren altı devrede yaratılmıştır.

“O'nun Arş'ı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde yaratandır." (Hud, 11/7)

mealindeki ayette bu hikmetli yaratılışa işaret edilmiştir.

Halbuki, dünya imtihanını sona erdiren kıyametin kopmasıyla hikmet değil kudret devreye girecek ve her şey bir anda işleme konacaktır.

“Ey insanlar! Sizin hepinizi yaratmak veya hepinizi öldükten sonra diriltmek bir tek kişiyi diriltmek gibidir. Allah semîdir, basîrdir / her şeyi hakkıyla işitir ve görür.” (Lokman, 31/28)

mealindeki ayette bu kudretli yaratılışa işaret edilmiştir.

Allah suyu hayat için bir rahim yapmıştır. Her canlıyı sudan yaratmıştır. (bk. Enbiya, 21/30) Evlilikten doğan insanları da bir sudan yaratmış ve yaratıyor. Bu ilahî bir tercihtir. Elbette suyun bu işe uygunluğu, kabiliyeti vardır. Allah’ın hikmeti, bu kabiliyette yarattığı suyun bütün canlı varlılıkların mayası olmasını ön görmüştür. Hayatı, ab-ı hayata bağlamıştır.

İlk varlık temelinin aynı maddeden olması vahdaniyetin de bir delilidir. Nitekim, “Birlik içindeki varlığın kaynağı da birdir.” manasına gelen ilmî bir kaide vardır. Bugünkü ilim çevrelerinde kabul görmeye başlamış yaratılışta ilk maddenin “hidrojen” olduğuna dair görüşler de evrenin aslının su olduğu hususunu seslendirmektedir.

Melekler de cinler de insandan önce yaratılmıştır. Cinlerin önemli bir kısmı isyanlarından dolayı helak edilmişse de tamamı yok edilmemiştir. Fakat yeryüzü saltanatı ellerinden alınmış, insanlara teslim edilmiştir.

Yeryüzünde önce cansız varlıklar, sonra yarı canlılar sonra tam canlılar yaratılmıştır. Yani, dünya özellikle yeryüzü hayat şartlarına haiz bir hale getirilmiş, atmosferde nefes almak için oksijen deposu yerleştirilmiş, değişik canlılarla yeryüzü süslendirilmiş ve en son insanoğlu yaratılmıştır. Böylece yeryüzü halifesi olarak var edilen insanoğlu dünyaya teşrif ettiği zaman, muhtaç olduğu her şeyi hazır bulmuştur.

71 Hz. Adem (as)'e ruh üflenme hakikatı nasıl anlaşılmalıdır?

Allah Teala'nın insana ruhundan üflemesi, mecazi bir manadır. Bununla, insanın mahiyetinde ilahi sıfat ve özelliklerin yerleştirilmesi kastedilmiştir.

Mesela, Allah kerimdir, ikram eder. İnsan da kerim olabilir. Allah musavvirdir, her şeye uygun suretler verir. İnsan da Allah'ın verdiği kuvvet ve akılla nice farklı şeye suret vermiştir... Örnekleri çoğaltabilirsiniz.

72 İnsanın topraktan, cinlerin ateşten yaratılmasının hikmeti nedir?

İnsanların topraktan cinlerin ise ateşten yaratılmasının illeti Allah'ın böyle takdir etmesindendir. Allah dilese idi aksi şekilde yaratabilirdi. Ancak hikmeti böyle iktiza etmiştir.

İnsanlar ile cinler farklı alemlerde yaşadıkları için ikisinin de kendi alemlerine uygun şekilde yaratılmıştır. Bu da birinin topraktan diğerinin ateşten yaratılmasına sebeptir.

Ayrıca bu husu bir imtihan vesilesi olarak da görülebilir. Nitekim şeytanlar da insanlar gibi imtihan olmak için yaratılmıştır. Hz. Adem (as)'in dünyaya gönderilmesi ile İblis imtihan olmuştur. Daha önce Allah'a itaat eden ve cinlerden olan İblis Hz. Adem (as)'e secde emri verildiği zaman, ateşten yaratıldığı için üstünlüğünü iddia etmiş ve kaybedenlerden olmuştur. Bu da bizlere gösteriyor ki bu durum bir imtahan vesilesidir.

İnsan kafası; et, kemik, sinir, lif, kan, saç, kirpik, diş gibi nice farklı varlıklarla kaynaşır ve bu ayrı mahlûkların hepsi aynı hakikatı terennüm ederler:

“... Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.”(Yasin, 36/79)

Dilerse alyuvar yaratır, dilerse akyuvar. Geceyi de gündüzü de O halkeder. Yanan ağacı da yaratan O, yakan ateşi de... Akasyadan çama bütün ağaçlar, mikroptan balinaya bütün hayvanlar O’nun mahlûku:

“Ve O, yaratmanın her çeşidini bilir.”

Yer çekimi, Güneş cazibesi ve insan ruhu... Her üçü de O’nun kanunu, O’nun mahlûku... Meleği de, şeytanı da, cinni de O yaratmış:

“Ve O, yaratmanın her çeşidini bilir.”

Damaktan çıkan diş, başta uzayan saç, gözde kaynayan su, akılda parlayan fikir, kalpte coşan hissiyat, Güneşten fışkıran lâv, beraber, aynı hakikata parmak basıyorlar:

“O yaratmanın her çeşidini bilir.”

Suda boğulan serçe, havada boğulan balık, her ikisinde de boğulmayan kurbağa, üçlü bir ittifak ile aynı dâvâ üzerinde birleşirler:

“O yaratmanın her çeşidini bilir.”

Zihnin hareketi, kalbin hissetmesinden, rüzgârın esmesi, insanın öfkelenmesinden ne kadar farklıdır. Bu ve benzeri bütün farklı hareketler, hep Allah’ın yaratması iledir.

“Ve O yaratmanın her çeşidini bilir.”

Tabağımızda zeytin, yumurta ve ekmek... Biri ağaç vasıtasıyla, diğeri tavuk yoluyla, beriki de doğrudan topraktan yaratılmış. Beraber tabağımızda boy gösteriyorlar ve bir ağızdan sesleniyorlar bize:

“Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.”

İşte bu hakikatın gafili bir adam, eline aldığı bir kemik parçasıyla Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) huzuruna çıkmış ve alaycı bir tavırla, bir taraftan kemiği ufalayıp tozlarını yere dökerken, diğer tarafta sormuştu: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye...

İlâhî vahiyden cevap geldi:

“Ey Muhammed, de ki, kim onları ilk defa yarattı ise yine O diriltecek ve O yaratmanın her çeşidini bilir.” (Yasin, 36/79)

Mahlûkata, Mektubat-ı Rabbaniye tabir ediliyor. Bu harika ibare ile, meşhur münafığın tuhaf iddiasını birlikte düşündüğümde, hayalimde şöyle bir münakaşa canlandı:

Tebeşir hocanın elinde, onun iradesiyle hareket ediyor ve tahtaya mükemmel bir vecize yazılıyor. Biraz sonra silgi yine o hocanın iradesiyle harekete geçiyor ve o güzelim vecize siliniyor tahtadan... Übeyy İbn-i Halef taklitçisi bir çocuk silgiden dökülen tozlara parmağını basıyor ve soruyor: Şu tozları yeniden kim vecize hâline getirecek, yazacak?.. Ve sınıf başkanından alıyor cevabını: Kim onu hiç yok iken yazdı ise yine o yazacak...

Bir ilkokul çocuğunun aklında bile rahatlıkla yer tutabilen bu kadar açık bir hakikatı, bazı yaşı büyüklerin inkâr etmesi tuhafıma gidiyor. Ama bu hayretime Hz. Mevlânâ’dan şu cevap geliyor:

“İhtiyar, oyunla oyalandıkça yüz yaşında bile olsa yine çocuktur. Çocuk, oyunla oyalanmadıkça ihtiyar sayılır. Bunda yaşa itibar yoktur.”(bk. Fî-hi Mâ Fîh, 38. Bölüm)

O malûm soru sahibi kemik tozlarında boğuladursun, beride milyarlarca cenaze!.. Onlar da bir damla suda hayatlarına kasdetmişler.. Kendileri Ay’a da gitseler, Samanyolu’nu da geçseler, bu cehaletleri onlarla beraber oldukça, insanlık yolunda bir adım atacak değildirler. Zilletleri onları bir gölge gibi daima takip edecektir. Kimdir bu adamlar? Hz. İsa (a.s.)’nın babasız dünyaya gelişini dar akıllarına sığdıramayıp, ona ilâhlık izafe edenler, O Allah elçisinin, ilâh olduğuna inanan zavallılar. Bir damla baba menisini aşamayan bu perişan ruhlar da aynı hakikatın cahili:

“O, yaratmanın her çeşidini bilir.”

Anne ve babasız yaratılan Hz. Âdem (a.s.), sadece annesi olan Hz. İsa (a.s.) ve hem anne, hem de baba vesilesiyle yaratılan herhangi bir insan. Bu üçü de bir ağızdan aynı âyeti tilâvet ederler:

“O, yaratmanın her çeşidini bilir.”

Üç ilâh safsatasıyla perişan olan ruhların kurtuluş reçetesi bizim elimizde: İhlâs Sûresi’nin üçüncü âyeti...

“Lemyelid velemyuled...” O doğurmadı; yâni Hz. Meryem ve benzeri hiçbir doğurucuya ilâh demeyiniz!.. Ve O doğurulmadı; öyle ise Hz. İsa (a.s.) gibi bir doğurulana tapmayınız... Doğan ve doğuran herkes, tenasül kanununun mahkûmu... Siz mahkûmlara değil Hâkim‘e itaat ediniz...

Bu âyet-i kerimeyi bütün hastalara ulaştırmak bizim vazifemiz. Ama onlar, inatçı çocuklar gibi ağızlarını kapatır yahut ilâcı elleriyle iterlerse o kendi bilecekleri iştir.

Ve Allah hiç kimsenin hidayete ermesine muhtaç değildir...

73 Niçin şükrediyoruz, neden şükretmemiz gerekir?..

İnsan olduğumuzu göstermek için şükrediyoruz. Çünkü “insan ihsanın/yapılan iyiliğin kulu-kölesidir” kuralı,  insanların sosyolojik ve psikolojik hayatından süzülmüş bir fıtrat kanunun açıklamasıdır.

- Şükür, nimetlerin hakikî sahibi olan Yüce Yaratıcı tarafından, bu nimetlerin karşılığında istenmiş bir fiyat olduğu için şükrediyoruz. Yaratılışımızda var olan teşekkür duygusu, Yaratıcı'nın bunu istediği için fıtratımıza koyduğunun göstergesidir.

- Şükür, verilen nimetlerin kadr-u kıymetini bildiğimizin; nankör, vurdum duymaz haylazlardan olmadığımızın simgesi olduğu için şükrediyoruz.

- Şükür, Rabbimizin rububiyetine, idareciliğine, terbiyeciliğine, yönetimine karşı memnun ve minnettarlığımızın göstergesi olduğu için şükre ediyoruz.

- Şükür, kâinatta her şeyin kendisine medyun-u şükran olduğunu göstermek için Allah’a yaptığı tesbih(yani Allah’ın kusursuz bir rab olduğunu ilan etme)lerine iştirak etmek için yapılır.

- Şükür, o iman şuuruyla Rabb-ı Rahimine karşı itaat ederek, memnuniyetini seslendirmek ve canlı-cansız bütün varlıkların yaptığı şükran şölenine katılmak ve onlardan geri olmadığını ispatlamak için, üstlendiği bir kulluk borcu olduğu için yapılır.

- Şükür, verilen nimetleri yerli yerinde kullanmak, Allah Teala'ya isyan etmemek, nimetleri kullanırken sahibini unutmamak, görülen iyiliğe teşekkür etmek demektir.

- Şükür, Hz. Allah’a, vermiş olduğu nimet ve ihsan mukabilinde, tazimde bulunmaktır.

- Şükür, Allah Teala'nın ihsan ettiği nimetleri dil ile itiraf kalp ile ikrar etmektir. Nimet; Cenab-ı Hakk'ın, kullarına ihsan ettiği, onlarında lezzet aldıkları ve istifade ettikleri her şeydir. Nimetlere şükretmek, ona ikram eden Rezzak’ın büyüklüğünü itiraf etmektir. Bunlara karşılık aldırış etmemek ise küfranı nimettir.

- Şükür, kulun, Cenab-ı Hakk'ın, kendilerine ihsan etmiş olduğu nimetlerini idrak etmesi ve bu nimetleri mukabilinde hizmette bulunmasıdır. Kişi kendisine gelen iyiliğe layık olmadığı hâlde, o iyiliğin kendisine verildiğini bilirse, işte bu şükürdür.

- Şükür, iyiliği iyilikle karşılamak demektir.

- Şükür, Allah Teala'ya karşı kulun yapması gereken bir vazifedir. Çünkü Hz. Allah onu yaratmış ve sayısız nimetler ihsan etmiştir. Bu nimetlere karşı kullarını şükran veya küfran yollarından herhangi birini seçmek üzere serbest bırakmıştır.. Kul, şükür yolunu tercih ederse; elindeki nimetleri, Hz. Allah’ın razı olacağı bir surette sarf ederse, Allah Teala onun bu şükrünü karşılıksız bırakmaz, nimetini arttırır.

“Bana şükredin; sakın nankörlük etmeyin.”(Bakara, 2/152),

“Allah, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.” (Bakara, 2/29),

"Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir." (İbrahim, 14/7)

mealindeki ayetlerden bunları anlamak mümkündür.

İşte Rabbine karşı şükür borcunu böylesine hisseden, idrak eden insan, Kur’an’ın “Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin.” “Namazı ikame edin.” “Ramazan ayında oruç tutun.” gibi emirlerini dinleyince, aradığını bulmanın huzuruna erer.

74 “Bir insan, yüzde yetmiş genetik + yüzde otuz çevrenin ürünüdür” sözü doğru mudur?

“Bir insan, yüzde yetmiş genetik + yüzde otuz çevrenin ürünüdür.” yargısı doğru değildir. Çünkü bu günkü ilmî veriler böyle bir yargıya varmak için kesin delil olacak düzeyde değildir.

Uzmanların belirttiğine göre, her kromozomun içinde uzun bir ip merdivenini andıran DNA molekülü bulunur. Bu DNA molekülü, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlanan binlerce birimden oluşmuştur. Kalıtsal bilgi de bu birimlerin özel diziliş biçiminde saklıdır. Bu dizilişe "genetik şifre" ya da "genetik kod" denir. Gerçekten de DNA molekülündeki birimlerin her diziliş biçiminde hücrenin hangi proteini üreteceğini bildiren bir şifre gizlidir. Hücrenin kimyasal maddeleri üreten bölümü bu şifreyi çözerek canlı için gereken proteini yapabilir.

Bu açıklamalardan da anlaşıldığına göre genetik kod, ilahî kudret ve hikmet tarafından dizayn edilen ve daha çok canlı bünyenin biyolojik ihtiyacını düzenlemeye yönelik bir mekanizmadır. İmtihan ise, daha çok manevî birer mekanizma olan ruh, akıl, şuur ve özgür iradeye yöneliktir.

Bu gün müspet ilmin keşfettiği “genetik kodlama” da bir sevk-i ilahî ve sevk-i kaderînin hikmetli bir yansımasıdır. Yüce Allah’ın insanlar için açtığı imtihan, şuura taalluk eden, aklı muhatap alan bir konuma sahiptir. Bu sebeple, insanın yanlış bir müdahaleyle bu fıtrî dürtülerin yönünü yanlış bir yola yönlendirmesi söz konusu olduğu zaman, şuurlu olan özgür iradesi devreye girebilir ve yolunu şaşırmış bu fıtrî sevkin yüzünü doğruya yönlendirebilir.

Dolayısıyla, sanıldığı gibi, “genetik kodlar” cebrî bir surette insanları iyiliğe veya kötülüğe sevk etmez, edemez. Çünkü, insanın özgür iradesi bu sevkıyata “dur!” diyebilir. Zaten özgür ve şuurlu iradenin görevi böyle bir fren vazifesini görmektir. Âdil bir imtihanın gerçekleşmesi de buna bağlıdır. Örneğin, acıkan bir insan, “Acıkma hissim oldu, öyleyse hırsızlık yapabilirim.” diyemez.

Âdil bir mtihanın olabilmesi için insanın iç aleminde -biri iyilik, diğeri kötülük isteyen- zıt kutupların olması gerekir. Bu mekanizma, iyilikten hoşlanan kalp, akıl ve ulvî duygularla, kötülükten hoşlanan nefis, kör hissiyat ve suflî duygulardan oluşmaktadır. Bu zıt arzuların gerçekleşmesi ise, insanın özgür iradesine bağlıdır. Kişi, hangi tarafı tercih ederse, onu yapar ve tabii ki sonuçta ceza veya mükâfat görür.

İnsanın özgür iradesini askıya alıp sadece kötülüğe yönlendiren bir genetik kodlamanın varlığına dair düşünceler, tamamen bir spekülasyondur, imtihan için gerekli olan ilahî adaleti göz ardı eden bir yaklaşımın ürünüdür. Genetik kodlarda iyiliği ve kötülüğü simgeleyen bazı hususlar olabilir, ancak bunlar insanın özgür iradesini tamamen ortadan kaldıracak bir boyutta olduğunu düşünmek asla doğru değildir.

Genetik kod şifrelerinin önemli bir bölümü kalıtım yoluyla tevarüs edildiği söylenir. Halbuki, Hz. Nuh (as) gibi bir peygamberin oğlunun küfrü tercih etmesi, küfrün başı Ebu Cehil’in oğlu İkrime’nin imanı seçmesi bu kuralın ne kadar tartışmalı olduğunu göstermeye yeter. Atasözünde yer alan “Veliden peli, peliden veli çıkar / doğar.” ifadesi, bu kalıtım meselesinin imtihan bazında çok abartılı olduğunu göstermektedir.

Firavun gibi ilahlık dava eden bir kâfirin sarayında yetişen Hz. Musa (as)’ın varlığı, aynı evde olup da imanı tercih eden Firavun’un karısı Asiye’nin varlığı, bu gün bile çok dindar ailelerde yetişen, dindar çevrede bulunan bazı kimselerin kâfirliği veya fasıklığı tercih etmeleri, tersine kötü bir ailede bulunup da kötü bir çevrede yaşayan bir çok kimsenin iman ve İslam’ı tercih etmeleri, çevrenin de tek başına imtihanı zorlayan bir unsur olmadığının açık göstergesidir. Tarih boyunca gayri müslim bir çok insanın aklını kullanarak, özgür iradesiyle İslam’ı tercih etmeleri âdil bir imtihanın söz konusu olduğunun açık bir göstergesidir.

“Her doğan çocuk fıtrat dini olan İslam’ı kabul edebilecek bir kabiliyette doğar. Sonra annesi, babası, çevresi, onu Yahudî, Hristiyan, Mecusî yaparlar.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5)

manasına gelen hadisin ifadesi, imtihan sahasında bir tek zorunlu istikamet gösteren kodlama trafik işaretinin  söz konusu olmadığına işaret etmektedir. Bir takım fasık olan kimselerin çocuklarının salih birer insan, tersine salih kimselerin çocuklarının da fasık olmaları bu gerçeğin reddedilmez kanıtıdır.

“Resulüm!  De ki: 'İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.'” (Kehf, 18/29)

mealindeki ayette ve benzeri pek çok ayette, insanın özgür iradesine bağlı olarak tercih hakkına sahip olduğunu gösteren  Allah’ın açık hükmü karşısında, her zaman spekülasyonlara açık olan bilimsel teorilerin ve özellikle bu teorileri dinin gerçeklerine karşı kullanmayı vazife sayan materyalist fen-felsefe bilimcilerinin sözlerinin ne kıymeti var?

75 Kâinat, Peygamber Efendimizin duası neticesinde mi yaratılmıştır?

Kâinattaki bütün kemalatın menşei ve esası Nur-u Muhammedi (asm)'dir. Her şey, kemalini ve cemalini onunla (asm) buldu...

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah'ın, Rasulullah'ın istikbaldeki saadeti ebediyeye ait duasını kabul etmesi...

76 Genetiği değiştirilmiş ürünlerin üretilmesi ve kullanımı caiz midir?

Evvela, insan sağlığına zararlı her eylem İslam’da yasak ve cezayı gerektirir. Bir ürünü sulamak, çapalamak ve benzeri işlemler onun daha güzel bir hale gelmesine vesile olduğu gibi, genetiği ıslah ederek daha elverişli daha sağlıklı bir hâl almasına yardımcı olmakta bir sakınca yoktur. Çünkü bu işler sebepler dairesinde bir ameliyeden öteye geçemezler. İnsanların bu tür fiilî dualarını kabul eden ve onları istekleri doğrultusunda ürünü yaratan Allah’tır.

Tohumu toprak altına atmak, onu gereken şartlarda tutmak insanın görevidir; fakat o ürünü bütün sebeplerin varlığına rağmen yaratıp var etmek Allah’ın elindedir. Bu açıdan genetik üzerindeki oynamalarla tohumun diğer yetiştirme ameliyeleri arasında fark yoktur. Yani bu oynama bir yaratma değildir. Yeter ki, bunu insan sağlığına zararlı bir hale çevirmesinler.

İnsan kopyalanması ise, şu anda bir kurgu-bilim hâlindedir. Şimdiden o konuda fetva vermek pek uygun olmaz. İmam Malik’in tavsiye ettiği gibi, farazi meseleler üzerinde durmamak daha uygundur.

Bununla beraber şunu söyleyebiliriz ki, tavuğun altındaki yumurtaları civciv olarak yaratan Allah olduğu gibi, tavuğun kuluçka mekanizmasını ve sürecini -deyim yerindeyse- kopyalayarak bir makinenin altına koyduğumuz yumurtaları civciv yapan da Allah’tır.

Bunun gibi, ceninin tohumunu sperma yerine genlerden kopyalayarak, rahim veya onun suni bir iz düşümünü kullanarak -ilahi kanunun can vereceği bir sürece getirmek suretiyle- insan kopyasını yaratan da Allah’tır.

Buna göre, tabii yoldan gelen insan Allah’ın yarattığı bir kul olduğu gibi, gayritabii yoldan gelen insan da bir kuldur. Mükellefiyet şartlarını taşıdığı takdirde her insan gibi o da mükelleftir; çünkü onun da bir ruhu vardır. Zaten sorumlu olan, başında şuur bulunan ruhtur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Genetik kopyalama ve çeşitli bilimsel gelişmeler ile ilim, dinin yerini alabilir mi?

Genetik kopyalama hakkında bilgi verir misiniz?

77 Haşerat, hayvanat ve nebatat neden yaratılmıştır?

"Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir." (Nur, 24/45)

O kâfir olanlar, görmediler mi? Baksalar ya; veya haberleri yok mu, sorsalar ya; veyahut şu görüş ve düşüncede değiller mi? Göklerle yer, şu gördükleri âlemin yukarı kısmını teşkil eden yüksekler ve alt kısmını oluşturan yer bitişik idiler. İkisi de deliksizdi. Yukarıdan yağmur yağmıyor, yerde ot bitmiyordu, bunu görüyorlardı. Veyahut yer, dağsız deresiz yekpare; gök boyutları da güneşi, ayı, gökcisimleri ve yıldızları yok, tek bir bütün halindeydi. Veyahut yer, gökcisimlerine bitişik, hepsi bir şeydi.

Gök cisimleri ve kütleleri arasında şimdiki çeşitlilik söz konusu olmayıp hepsi de birbirine benzer birer madde idi. Veyahut hepsi başlangıçta var olmamakla ortaktı. Dışta görünen ve farklı özellik gösteren bir varlık değildi. Bunları da şimdiki görünen durumlarından bir fikir edinip ondan delil çıkarmak yolu ile veya duyulup nakledilen bilgiler ışığında bilirler veya bilebilirler. Baksalar ya, öyle iken biz onları koparıp ayırdık. Yok iken yaratıldılar, bir şeyiken çoğaldılar. Başlangıçta duman gibi bir madde iken farklı şekiller alıp değişik kütleler oldular. Bir tabiatta kalamayıp değişik karekterlerle çeşitlendirildiler. Yer, göklerden ayrıldı, yukarısından yağmur yağdırıldı, üzerinde otlar bitirildi. Ve hayatı olan her şeyi sudan yarattık. Yani gerek bitki, gerek hayvan ve gerek insan olsun, canlı olan her şeyin hayatına suyu sebep kıldık. Bazıları buradaki sudan maksadın nutfe (sperma) olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu takdirde canlılardan sadece bir kısmını canlılık kavramına tahsis etmek icab eder. Halbuki su bilinen yönüyle asıl mânâsına olduğu takdirde "hayatı olan her şey" mânâsı genel olarak hayvanlardan başka bitkileri de içine alacaktır. Şüphesiz gerek hayvanların ve gerek bitkilerin hayatlarının su ile bağlantısı bilinen bir gerçektir.

Son zamanlarda suyu oluşturan elementlerin en önemlisi olan hidrojen, bütün elementlerin temel esası gibi mütalaa olunmaya başladığına göre, Kur'ân'ın bu uyarısı daha kapsamlı bir gerçeğe işareti de içine almış olur. Gerçi organik kimyada karbon bir temel element olarak mütalaa edilmektedir. Ve hayatın hava ile de alakası vardır. Fakat âyette sözü edilen "şey" sözcüğünün, suyun dışında kalan diğerleri için de aykırı bir tarafı olmadığı gibi, bunlar herkes için su kadar açık ve gözle görülen şeyler de olmadığından, burada en açık delil ileri sürülmüştür ki, o da sudur. Suyun ratk (bitişik olma) ve fatk (ayırma) ile münasebeti apaçık olup herkesçe bilinmektedir.

Tabiat (yaratılış) üzerinde bu bitişik olma ve ayrışma durumu ile, bu şekilden şekile değiştirme olayı o kâfirlerin görüp durdukları veya düşünüp kıyaslama yoluyla bildikleri veya haber aldıkları bir iş, bir icraat olduğu halde, yine de imana gelmezler hâ! Bir sudan yaratıldıklarını bilirler de hâlâ Allah'ın sanat ve tesirine inanmazlar, tabiat, tabiat deyip dururlar hâ! İşte tabiate kalsaydı tabiat kendi kendine değişir miydi, yer ile gök yokluktan varlığa gelirler miydi veya yer gökten ayrılır mıydı veya kuru havada yukarıdan yağmur yağar, kuru toprakta otlar biter miydi; sonra o cansız tabiatlarda aynı bir sudan değişik hayatlar meydana gelir miydi, insanlar olur muydu, kendileri hayat bulurlar mıydı? Onlar kendilerini parçalanmaz mı zannediyorlar?

İlave bilgi için tıklayınız:

İnsanın sudan ve topraktan yaratılması konusunda bilgi verir misiniz?