Kur'an'da Yer, Yeryüzü (Dünya) kelimesi geçmesine rağmen Dünya'nın yörüngesinden bahsedilmemiştir. Fatır, 35/41’de “yörüngeden söz ettiğini” söylemek de yanlıştır, iddiasına ne dersiniz?

Tarih: 25.04.2012 - 11:22 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Bu soruya doğrudan cevap vermeden önce, bazı açıklamalar yapmanın faydalı olacağını düşünüyoruz.

- Kur’an bir fen bilimi; bir coğrafya, bir kozmoğrafya / astronomi kitabı değildir. Bu sebeple, yüzler sene sonra insanlar tarafından verilen bazı kavramları o zaman kullanması, onun zaman ve mekan üstü evrensel hitabına aykırı düşerdi.

- Kur’an-ı Hakim, hakim olan Allah’ın kelamı olduğundan, hikmete aykırı ifadelere yer vermez. On beş asır önceki insanlara, bu günkü fen bilimlerinin keşfettiği gerçekleri ders vermesi, bütün insanları ilgilendirmediği için irşad metoduna uygun olmadığı gibi, muhatabın aklını, görgüsünü, bilgisini göz önünde bulundurmayı esas alması gereken eğitim ve talim prensiplerine de aykırıdır. Bu sebeple, Kur’an’da ve nebevî öğretilerde muhatapların anlama, kavrama ve faydalanma durumları göz önünde bulundurulmuştur.

Örneğin; bazı kimseler farklı zamanlardaki Ay’ın farklı boyutta olmasının sebebini sormuş, Kur’an’da onların asıl sormak istedikleri fennî açıklama yerine hikmete uygun bir üslupla cevap verilmiş (Bakara, 2/189) ve onun yılların sayılmasında, değişik ibadet vakitlerinin belirlenmesinde, sosyal, ticarî  ve ekonomik konularla ilgili hesapların yapılmasında bir takvim görevi yaptığının altı çizilmiştir.

Yine, Kur’an’ın kâinattan detaylı bir şekilde bahsetmemesinin sebebi şudur: Kainatta bir tekâmül kanunu vardır. Eskiden çok kapalı konular, zamanla bedihî, açık, herkesin bildiği ilimler sırasına geçebilir. Hâlbuki irşadın özelliği, mevcut ilim ve fikir seviyesini dikkate alarak konuşmaktır.

Örneğin: Şayet Kur'an, on beş asır önceki insanlara

"Kendi ekseninde dolaşan güneşin duruşuna ve onun etrafında pervane gibi dönen dünyanın hareketine bakın! Bir milyondan fazla mikroskobik canlıları barındıran bir damlacık suyu temaşa edin ki, Allah'ın sonsuz kudretinin belgelerini görebilesiniz."

deseydi, insanların çoğunu şaşırtmış olacaktı. Çünkü onlar, gözleriyle dünyanın değil, güneşin dönmekte olduğunu görüyorlardı. Ve bir damla suda ise, hiçbir şey görmüyorlardı. Fennî keşifler ancak hicri onuncu asırdan sonra ortaya çıkmıştır. O asra kadar gelen insanları şaşırtmak, yalnız yeni müspet fenlerin keşiflerinden sonra ancak anlaşılabilen konuları ders vermek, irşad prensibine de belağat kuralına da aykırıdır. Demek ki, insanların aklına göre konuşan Kur'an, tam belağat göstermiştir.

Evet,  Kur’an’ın ifadeleri belagatın zirvesinde olduğu için, dengeleri en güzel şekilde gözeten bir ölçüye sahiptir. Bu sebepledir ki, Kur'an'da medeniyet harikaları denilen müspet fenlerin keşfettiği teknolojik harikalara ayrıntılı bir şekilde yer verilmemiştir.

Demek ki, birer teknolojik harikalar olarak bilinen uçak, denizaltı, tren, elektrik gibi sanatlar Kur'an'da daha fazla yer almak isteseler, bu taktirde, yıldızlar, şimşekler, atmosfer, gök cisimleri onlara karşı mücadele edecek ve siz kendi cisminiz kadar Kur'an'da yer alabilirsiniz ve o kadar da almışsınız, diye onları susturacaklardır. Buna göre her şey kendi sanat değeri kadar Kur'an'da yer almıştır denilebilir. (bk. Nursi, İşârâtu’l-İ’caz, Nübüvvetin tahkiki; Muhâkemat, 160-161; Sözler, 276)

Kur’an’ın miladi VII. yüz yılda (610-611)  ortaya çıktığı bir gerçektir. Müminlere göre Allah’tan gelen bir vahiy, kâfirlere göre Hz. MUhammed ve arkadaşları tarafından yazılan bir kitap...

Acaba bu iki iddiadan hangisi doğrudur? Tarafsız bir gözle, ön yargısız bir nazarla bakan her akl-ı selim sahibi Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunda tereddüt etmez. Her birisi birer insanlık yıldızı olduğu -hem Müslüman hem gayri müslimler tarafından kabul edilen- İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii; İmam-ı Sekkaki, İmam-ı Nevevî, İbn Rüşt, İbn Sina, Abdulkadir Geylanî, Mevlana Celalddin-i Rumî, Bedüzzaman Said Nursî gibi  her biri ayrı bir sahada uzman olan milyonlarca İslam aliminin sarsılmaz imanları, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna en açık birer delildir.

- Tarih boyunca bütün ömürlerini Kur’an’ı anlamaya adayan ve sonunda Müslümanlığı kabul eden Yahudi ve Hristiyan ilim ve din adamlarından yüzlerce kişinin Kur’ana sarsılmaz bir iman ile sahip çıkmaları, ayrı bir âdil şahitliktir.

- Yaklaşık on beş asırdır, bütün insanlara meydan okuyan ve bir tek suresinin bir benzerinin getirilmesinin mümkün olmadığını ilan eden Kur’an’ın bu meydan okuyuşunun cevapsız kalması, tereddüde mahal bırakmayan bir delildir.

- Barındırdığı, pek çok gaybî haberlerin tarih tarafından tasdik edilmesi, pek çok hakikatlerinin fenni keşiflerce onaylanması da Kur’an’ın ilahî kimliğini ispat eden belgelerdir.

- Sitemizde, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu gösteren bir çok delil ortaya konmuştur. Oralara bakılabilir. Böyle pek çok yönden mucize olduğu, Allah’ın sözü olduğu ispatlanmış bir kitap hakkında “Neden bu da açıkça yoktur?” diyerek itiraz etmek bir cehaletin ürünüdür.

- Bununla beraber, Kur’an’da güneş sisteminde yer alan güneş ve yıldızların yörüngelerinden söz edilmiştir.

“Ne Güneş Ay’a kavuşabilir, ne gece gündüzün önüne geçebilir. O gök cisimlerinden her biri, birer yörüngede akar, durur.” (Yasin, 36/40)

- Yukarıda da ifade edildiği üzere, şayet Kur'an, on dört asır önceki insanlara "Kendi ekseninde dolaşan güneşin duruşuna ve onun etrafında pervane gibi dönen dünyanın hareketine bakın!” deseydi, insanların çoğunu şaşırtmış olacaktı. Çünkü onlar, gözleriyle dünyanın değil, güneşin dönmekte olduğunu görüyorlardı. Bundan da anlaşılıyor ki, Kur’an insanların bilgi ve görgü seviyelerini göz önünde bulundurarak konuşur. Genel halk kitlesinin anlayışlarını ve  asırların bilgi seviyelerini nazara almakla beraber, ileride fenni keşifler sayesinde ortaya çıkacak gerçeklere de işaret eder ve bilim adamları için bir köşe taşı bırakır.

Mesela: Cer edatı "lam"ın farklı üç anlamı: "Güneş kendisi için belirlenen yerde akar (döner)" (Yâsin, 36/38) ayetinde geçen "li müstakarrin" kelimesinin başında bulunan ve bir harf-i cer olan "lam", değişik anlamlara gelir. Farklı seviyelere değişik mânâları bildirmek hikmetiyle, âyette özellikle "lam" harfinin kullanılmasının bir çok hikmeti vardır.

Buradaki lam, hem kendisinin asıl mânâsı olan illiyet anlamına, hem zarfiyeti ifade eden "fi" mânâsına ve hem de bir mesafenin son sınırını gösteren "ilâ" mânâsına gelir. İlmî seviye ve ihtisas bakımından farklı bir yerde olan değişik insan kesimleri, söz konusu farklı mânâları anlayabilir ve âyetten farklı dersler çıkarabilirler.

Meselâ: Avam tabakasından olan bir kimse, "lam"ı, "ilâ" mânâsında görüp âyetten, ısındırıcı ve ışık verici bir lamba olan güneşin bir gün seyrini tamamlayıp son durağına ulaşacağını ve artık kimseye bir faydası dokunmayacağını anlar. Güneşe bu kadar nimetleri takan Rabbine hamd eder.

Bir ilim adamı da, "lam"ı, "ilâ" anlamında anlar. Ancak o, diğerinden daha farklı olarak şöyle düşünür ki: Güneş sadece bir lamba değil, aynı zamanda bahar ve yaz tezgâhında dokunan Rabbânî mensucatın bir mekiği, gece gündüz sahifelerinde yazılan ilâhî mektupların mürekkebi, nur bir hokkasıdır. Âyet, bu âlime dünyanın zâhiri dönüşünü, güneşin hakiki dönüşüne bir alamet yaptığını ders verir. Ve güneşi, dünyanın mevcut intizamının büyük bir zembereği olarak gösterir. Bunu gören ilim adamı ise, Allah'ın bu sonsuz hikmetine karşı "Mâşallah" deyip, secdeye kapanır.

Bir astronomi bilgini ise, "lam"ın, "fî" anlamında görülen zarfiyet mânâsına uygun olarak âyetten şunları anlar: Güneş kendi merkezinde ve kendi ekseninde, zemberekvâri bir hareket ile manzumesini, yani kendisine bağlı olan gezegenlerle birlikte oluşturduğu güneş sistemini Allah'ın emri ile belli bir düzen içerisinde harekete geçirir.

Böyle büyük bir saati yaratıp tanzim eden Allah'ın sonsuz kudret ve azameti karşısında hayrette kalan, bu mütefennin adam, "büyüklük ve sonsuz güç Allah'a mahsustur" deyip, Allah'a itaat eder. Maddeci felsefeyi bir kenara atıp, Kur'an'ın hikmet dairesine girer.

Dikkatli bir Hakîm nazarında, buradaki "lam", hem illiyeti, hem de zarfiyeti ifade edip şu dersi veriyor: Hikmet sahibi yaratıcı, sebepleri işlerine zahiri perde yaptığından, genel çekim kanunu denen bir ilâhî kanunla, sapan taşları gibi -yer küresinin de dahil olduğu- gezegenleri güneşe bağlamış ve çekim kanunu ile farklı ve fakat düzenli hareketle o gezegenleri hikmet dairesinde döndürüyor. Çekim kanununun meydana gelmesi için, güneşin kendi ekseninde hareket etmesini bir zahiri sebep olarak koymuştur. Çünkü zahiri sebepler dairesinde, hareketten hararet; hararetten kuvvet; kuvvetten cazibe meydana gelir. Bütün bunlar, yaratıcı kudretin birer yansıması olarak ve ilâhî prensip çerçevesinde meydana gelir. (bk. Sözler, 412-413)

Görüldüğü üzere, bu ayette kullanılan sözcükler ilim adamlarına bir köşe taşı bir alamet olmakla görevlendirilmiş ve yerküresinin belli bir yörüngede  ve de güneşin etrafında döndüğüne işaret edilmiştir.

- Yerkürenin yuvarlık olduğuna da Kur’an’da yer verilmiştir. “Sonra da yeri döşeyip yerleşmeye hazırladı” (Naziat, 79730) şeklinde tercüme edilen bu ayette köşe taşı olarak yer alan ve mealde “döşemek” olarak ifade edilen “DUHA” fiilidir. Bu fiilin mastarı ve kökü “UDHUVVE/UDHİYE” den gelir. Bu kelime deve kuşu yumurtası ve yuvası için kullanılır ki, tam yuvarlak olmayıp geoit şeklindedir. Yaklaşık 15 asır önce yerküresinin yuvarlaklığını bu kadar ince bir detayına kadar tasvir eden bir kelimenin kullanılması elbette Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunun belgesidir.

- Şimdi de soruda “yörüngeden söz ettiğini” söyleyenlerin verdiği mealleri itiraza konu olan  ayete bakalım.

“Şüphesiz Allah yerlerinden kaymasınlar diye gökleri ve yeri tutuyor. Andolsun ki onlar kayarlarsa kendisinden başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, çok halimdir, çok bağışlayıcıdır.” (Fatır, 35/41)

Ayette kullanılan anahtar kelimelere bakalım:

“YUMSİKU”: Bu kelime imsak mastarının muzari fiil kipidir. Tutuyor manasına gelir. Bir şeyi tutmak, onu yerinde durdurmak manasına gelir.

“TEZULA”: Zail olmak, yok olmak, bir yerden kaymak manasına gelir.

Buna göre,  ayette  yer alan “İnnellahe yumsiku’ssemavati ve’l-arda en tezûlâ” ifadesinin tam meali şöyledir: “Şüphesiz Allah, yerlerinden kaymasınlar diye gökleri ve yeri yerlerinde tutuyor.” 

“Ve le in zâletâ in emsekhuma min ahadin min ba’dihi” ifadesinin meali ise şöyledir: “Şayet onlar yerlerinden kaysalar, ondan başka hiç kimse onları durduramaz.”

Görüldüğü gibi, ayette göklerin ve yerin herhangi bir dayanağa bağlı olmaksızın, belli bir nizam içinde havada durmakta olduklarına vurgu yapılmıştır. Çünkü Allah’ın onları tutması demek, başka hiç bir sebebe bağlı olmadıkları, yalnız Allah’ın kudretiyle boşlukta durmakta oldukları anlamına gelir.

Yerlerinden kaymaları ise, onların bulundukları belli yollarının, yerlerinin olduğunu gösterir. Nitekim “güneşin zeval vakti” denildiğinde, “güneş ışığının dik geldiği tepe noktasından kaydığı” manası kastedilir. Bunun bu günkü adı yörüngedir. Demek ki bu ayette yörüngenin geçmediğini söyleyebilmek için sırf gözle gördüğüne inanan zahir-perest bir materyalist olmak gerekir.

- Meşhur tefsircilerden İbn Aşur (ö. 1393 h.) da bu ayetin manasını bugünkü fen bilimlerinin kabul ettiği şekilde, güneş sistemine ve bu sistemde yer alan her bir gezegen ve yerin belli bir yörüngede hareket ettiğine ve sistemin zembereğini teşkil eden çekim kanununa yer vermiştir. (İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 5.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun