Kur'an ve sünnet bize yeter, alimlere gerek yok, düşüncesi doğru mu?

Tarih: 22.04.2014 - 09:39 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Peygamber ve alimlerin Kur'an-ı Kerimi tebliğ ve teybin (açıklama) vazifesi var diyorsunuz. Tebliğ vazifesini anladım da alimlerin tebyin vazifesinin Kuranda delili var mıdır?

- "Kuran ve sünnet bize yeter alimlere gerek yok, alimlerin tebyin vazifesi yoktur, Kuran zaten mübindir, açıktır." diyenlere nasıl cevap verebiliriz?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

a) İslam dini kıyamete kadar devam edeceğine göre, bu dinin emirlerini insanlara anlatmak görevini üstlenen alimlerin olması aklî bir zorunluluktur.

b) “Senden önce de gönderdiğimiz elçiler, kendilerine vahyettiğimiz bir kısım adamlardan başka bir varlık değildiler. Eğer bu konuları bilmiyorsanız ilim adamlarına sorunuz.” (Nahl, 16/43) mealindeki ayet, alimlerin tebyin görevlerinin olduğuna işaret etmektedir.

c) “Bununla beraber müminlerin hepsinin top yekün sefere çıkmaları uygun değildir. Öyleyse her topluluktan büyük kısmı savaşa çıkarken, bir takım insanlar da din hususunda sağlam bilgi sahibi olmak, dinî hükümleri öğrenmek için çalışmalı ve savaşa çıkanlar geri döndüklerinde kötülüklerden sakınmaları ümidiyle, onları uyarmalıdır.” (Tevbe, 9/122) mealindeki ayette ilim öğrenmek cihada eşdeğer tutulmuş ve bunun gerekçesi de savaşa katılanlara bu bilgiyi öğretmeleri yani tebyin etmeleri gösterilmiştir.

d) “(Ey Ümmet-i Muhammed!) Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: (İnsanlara) İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız, çünkü Allah’a inanırsınız.” (Âl-i İmran, 3/110) mealindeki ayette, İslam ümmetinin en önemli bir görevi tebyin olduğu açıklanmaktadır. Çünkü iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak ilim ve bilgi ister. Bilmeyenler bunu yapamazlar.

Demek ki burada söz konusu edilen İslam ümmetinden maksat özellikle bu ümmetin alimleridir. Şüphesiz, terim olarak alimler sınıfına dahil olmayan ama yine de doğru bildiklerini başkalarıyla paylaşan insanlar da vardır. Bunlar da o konunun alimleri sayılır. Çocuklara Kur’an’ı, namaz ve abdesti öğreten bu gibi insanların sayısı az değildir.

e) “Allah’tan başka tanrı bulunmadığına şahid bizzat Allah’tır. Bütün melekler, hak ve adaletten ayrılmayan ilim adamları da bu gerçeğe, aziz ve hakîm (mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibi) Allah’tan başka tanrı olmadığına şahittirler” (Âl-i İmran, 3/18) mealindeki ayette, Allah ve meleklerden sonra alimler, Allah’ın birliğinin şahitleri olarak gösterilmiştir. Şahitlik yapmak ancak bir şeyi gözle görmekle olur. Allah’ın vahdaniyetine şahitlik ise, gözle görür gibi kesin bir ilim, şühud derecesinde bir yakin, bir basiretle mümkündür. İslam’da Allah’ın birliği, tevhid inancı her şeyden evvel öğrenilmesi gereken bir hakikattir.

Demek ki, bu ayette “marifetullah”ın şahitleri olarak vasıflandırılan alimler, hak ve hakikat adına bu gerçeği başkasına da öğretmekle yükümlüdür. Yoksa halk bunu nasıl öğrenebilir ki!..

f) “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr, 15/9) mealindeki ayette vadedilen Kur’an’ın muhafazası, onun mucizeliği yanında, bu mucizeliği ders veren alimlerin varlığıdır. Kıyamete kadar bu korumanın devam etmesi, elbette ilimle mümkündür. Çünkü, Allah Kur’an’a ve muhtevasına kastedenlere doğrudan müdahale etmez. Hikmetinin bir gereği olarak, Kur’an’ın metnini ve muhtevasını korumak için hafızların yanında, tefsir, hadis, fıkıh, kelam, hatta bazı fen bilimi alimlerini yetiştirerek bu koruma vadini gerçekleştirmektedir. (krş. Razî, Şaravî, Merağî, ilgili ayetin tefsiri)

Bediüzzaman Hazretlerinin; “Zaman ihtiyarlandıkça, Kur'an gençleşiyor; rumuzu tavazzuh ediyor / remiz ve  işaretleri biraz daha açığa çıkıyor.” (Mektubat, s. 475) ifadesi de bu anlamda değerlendirilebilir.

g) “Şüphesiz ki alimler peygamberlerin varisleridir. Ve şüphesiz ki peygamberler ne altın ne de gümüş miras bırakmışlar, bilakis onlar ilim miras bırakmışlardır. (Ebu Davud, İlim, 1-h. no.3641) manasındaki hadisten de alimlerin tebyinle yükümlü olduğunu anlamak gerekir. Yoksa varis olmanın bir anlamı kalmaz. Özellikle Hz. Peygamber (asm), ilim olarak tebliğ ettiği Kur’an’ı ve Kur’an’ı tebyin ettiği sünneti, yani ilim bırakmıştır. Öyleyse, ilim adamları da peygamberin varisleri olarak Kur’an ve Sünnet-i nebeviyeyi hem tebliğ hem de tebyin etmekle yükümlüdür.

h) Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki şu ifadeleri de bize bu konuda ışık tutmaktadır:

“Acaba herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri a'mal-i sâliha ile onları kazanmak ve müteveccih olmak, hem meşru hem hiçbir cihet-i zararı olmadığı halde ne için böyle ruhen men'ediliyorum. Rıza-yı İlahîden başka vazife-i fıtriye-i ilmiyenin sevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmetin kendisi ayn-ı ücret bana gösterilmiş.” (Emirdağ Lahikası, II/106)

“Fakat ilim itibariyle insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer'an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak; o ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan imana hizmet cihetini tercih ettim.” (Mektubat, s. 62-63)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun