Körelmiş organlar evrime delil olur mu?

Tarih: 13.08.2024 - 10:36 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Kulak çıkıntısı evime delil olamaz mı?
- Kulakta üçgen şeklindeki çıkıntıyı evrime delil olarak sunuyorlar. Maymunlarda da kulak üçgen şeklindeymiş?
-  https://youtu.be/wUzhlpTPoo4?feature=shared
- Bu videoda ve diğer videolardaki gibi..
- Rica etsem yardımcı olur musunuz?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Her şeyden önce körelmiş organ diye bir şey yoktur. Her organın mutlaka en az bir görevi vardır.

Körelmiş organ iddiası, biyoloji ve özellikle genetik sahasında fazla bilgisi olmayan gençleri Allah’tan uzaklaştırmak için sıkça gündeme getirilmektedir. Konunun öneminden dolayı meseleyi biraz genişçe ele alacağız. Mümkün olduğu kadar sizin anlayabileceğiniz tarzda vermeye çalışacağız.

Şekil 1. Lamarck’ın ileri sürdüğü; “kullanılan organların geliştiği, kullanılmayanların köreldiği” görüşü, fenotipteki, yani dış görünüşteki değişiklikleri yansıtmaktadır. Bunlar modifikasyon olarak adlandırılır. Modifikasyonlar ise, kalıtımla ana babadan yavrularına nakledilmez.

Evrimciler, vücudumuzda artık ihtiyaç olmayan görevsiz organlar olduğunu iddia etmektedirler. Güya bu işe yaramayan organları, insanın maymundan geldiğine delil olarak ileriye sürmektedirler.

Körelmiş organ olarak ileriye sürülenlerden bazıları şöyledir:

1. Appendiks (Kör bağırsak),

2. Avuçiçi Kası (Palmaris longus kası),

3. Yirmilik Dişler,

4. Saçlarımızın ve tüylerimizin dikilmesini sağlayan kaslar (Arrector pili kasları),

5. Embriyolarımızın Kuyrukları,

6. Kulak Kasları (Auricular kaslar),

7. Piramit Kası,

8. Erkek Meme Uçları,

9. Üçüncü Göz Kapağı (Plica semilunaris),

10. Hipofiz bezi,

11. Epifiz bezi,

12. Atların ayaklarında toynak sayısının zamanla teke indiği.

Körelmiş organ iddiası 1800’lü yıllarda Fransız biyoloğu Jean Baptise de Lamarck (1744-1829) tarafından gündeme getirilmiştir. Lamarck 1809’da Zoolojinin Felsefesi (Philosophie Zoologique) isimli bir kitap yayınladı.

Lamarck zürafaların uzun boyunlu oluşunu buna misal olarak verir. Ona göre zürafaların atası, geyiğe benzeyen ve boynu uzun olmayan bir tip idi. Ortamda kâfi miktarda ot bulunmadığından bu hayvan ağaç yaprakları yemeye mecbur kalmış ve alt yapraklar bittikçe daha yüksekteki yapraklara erişmek için çabalamıştır. Bunun neticesi olarak boynu uzamış, bu uzama nesilden ne­sile daha fazla artmış ve böylece bugünkü zürafa meydana gelmiştir.

Bu tamamen hayali bir düşüncedir. Zürafaların atalarında boyunlarının kısa olduğuna ait delil nedir? Ortada bununla ilgili hiçbir delil yoktur (Şekil 1).

Fakat bu görüş, aynı çabayı gösteren, meselâ keçilerin boy­larında uzamanın olmayışını izah edememektedir. Onlar da yüksek dallara uzanmakta ama hiç boyunları uzamamaktadır (Şekil 2).

Şekil 2. Zürafa boynunun besin temini için uzadığını ileri süren Lamarckizm, aynı harekete maruz kalan keçilerde boynun niçin uza­madığını izah edememektedir.

Aslında zürafaların, iddia edildiği gibi, uzun boylu ağaçları değil, küçük boylu olanları tercih ettiği, günümüzde yapılan bilimsel yayınlarda belirtilir.

Nitekim Uppsala Üniversitesi zoologlarından Robert Simmon, 1996 yılında yayınladığı bir makalesinde, zürafaların kurak mevsimlerde bile alçak çalılardan beslendiğini dile getirmektedir[1].

Şimdiye kadar yapılan denemelerde, ortam şartlarının değişmesiyle hâsıl olan değişikliklerin yavrulara geçmediği anlaşılmıştır.

Bu hususta ilk deneme 1887 yılında August Weismann ta­rafından yapılmıştır. O, 20 döl boyunca her seferinde dişi ve erkek farelerin kuyruklarını keserek çiftleştirmiş, her döl sonunda yine kuyruklu fareler meydana gelmiştir.  21’inci dölde de yine birinci döldeki gibi uzun kuyruklu fareler hâsıl olmuştur.

Lamarck’ın ileri sürdüğü değişiklik, fenotipik farklılıklardır. Yani canlının dış yapısında meydana gelen değişikliklerdir. Bunlar modifikasyon olarak adlandırılır. Canlının dış görünüşünde ve vücut organlarında meydana gelen bir değişikliktir. “Modifikasyonların kalıtımla ana babadan yavrularına nakledileceği” fikri üzerine kurulan Lamarck’ın görüşü, temel genetik ka­idelerine uymadığı için geçerliliğini yitirmiştir. Çünkü canlıda genetik bir değişikliğin yavrulara geçebilmesi için mayoz bölünme sırasında kromozomlar ve genler arasında olması gerekir. Vücut hücrelerine soma hücreleri denir. Bunlarda meydana gelecek bir değişiklik yavrulara geçmez. Bu genetik bir kaidedir. Mesela elini veya ayağını savaşta veya trafik kazasında kaybetmiş bir kimsenin çocuklarına bu noksan yapı geçmez. Çocukların kol ve elleri tam olur.

Kısaca söylemek gerekirse bir organın kullanılıp veya kullanılmamasının genetik bir değeri yoktur. Genetikte kullanılmamadan dolayı bir organın körelmesi diye bir şey söz konusu değildir. Bundan dolayı Lamarck’ın ileriye sürdüğü bu düşüncenin, 1915 yılında Mendel’in genetik kanunları anlaşılınca bilimsel bir değeri kalmadı.

Hiçbir Organ Lüzumsuz Değildir

Allah hiçbir organı lüzumsuz ve gereksiz yaratmamıştır. Gerek insanda ve gerekse diğer canlılarda her bir organın en az bir görevi mutlaka vardır. Bazı organların birden fazla görevi bulunur. Siz bilgisayarınızda bir word programı hazırlıyorsunuz. Bunun içinde lüzumsuz ve gereksiz bir veya birden fazla karakter bulunabilir mi?  Bulunsa o virüsler sizin programınızı işlemez hale getirir.

Canılar da böyledir. Onların genetik programlarında gereksiz tek karakter bulunmaz.

Şimdi kendimize şöyle bir soru soralım:

Allah insanı yaratırken, insanda bir görevi olmayan organları niçin yaratacak? Allah her an insanları da hayvanları da bitkileri de zigot adını verdiğimiz döllenmiş tek hücreden yaratıyor. Her canlı türünün genetik yapısı kendine özgüdür. Öyle iddia edildiği gibi bir başka canlıdan kalmış körelmiş organ kesinlikle olamaz.

Bazı evrimciler tarafından yaklaşık bir asır önce insanda 180’e yakın körelmiş organın varlığı ileri sürülüyordu. Bunlar aslında görevsiz değil, ama vazifesi o gün için bilinmeyen organlardı. Evrimcilerin çoğu körelmiş organlar iddiasını evrime delil kabul etmezler. Nitekim bunlardan S. R. Scadding körelmiş organlar iddiasının bilimsel bir özellik taşımadığını ve evrimin lehinde bir delil teşkil etmediğini belirtir[2].

Evrimcilerin körelmiş organlarla ilgili iddialarından birisi de bu organların alınması halinde hayatın devam ettiği şeklindedir. Bu aslında bir propagandadır. Sağ kolunuzu aldırsanız hala yaşayabilirsiniz. Hatta kollarını ve bacaklarını kaybeden insanlar da yaşayabiliyor. Bu sizin o organlarınızın lüzumsuz olduğu manasına mı gelir?

Son zamana kadar bazı evrimciler tarafında körelmiş organ olarak ileri sürülen yapıların gün geçtikçe çok önemli görevlerinin olduğu anlaşılıyor. Bunlardan bazılarının vazifeleri kısmen nazara verilmiştir.

1. Appendiks (Kör Bağırsak)[3]                     

Kör barsak da denilen appendiks, ortalama 10-11 cm uzunluğunda, ince ve kalın bağırsakların birleştikleri yerde bir çıkıntı gibi duran, takriben bir kurşun kalem kalınlığında ve işaret parmağımızın uzunluğunda olan bir organımızın adıdır. Appendiksin iltihaplanmasına apandisit adı verilir.

            İltihaplanması halinde ameliyatla çıkarıldığı zaman, kişi yine normal hayatını devam ettirir bir eksiklik hissedilmez. Onun görevi diğer barsak sistemi tarafından yapılır. Bu yüzden bazı kişiler son zamanlara kadar appendiksin “bir fazlalık” olduğunu ileri sürmekteydiler. Şöyle düşünüyorlardı: “Çıkarılması insana zarar vermeyen bu organ niçin vardır? Bir vazifesi olması gerekmez mi?”

            Uzun yıllar apandisin görevi tam olarak bilinememiş gereksiz, artık (rudimenter veya vertigal) bir organ olduğu veya hiçbir fonksiyonunun olmadığı ileri sürülmüştür.

Ancak tıptaki gelişmeler, mikroskop ve elektron mikroskobun kullanılması, vücutta kurulmuş çok karmaşık bağışıklık sisteminin keşfedilmesi, moleküler biyolojideki gelişmeler, anne karnında bile canlıların incelenebilmesi gibi birçok yenilikler insan vücudunda hiçbir organın gereksiz ve lüzumsuz tasarlanmadığını göstermiştir. Küçük veya büyük her organın birçok görev için tasarlanmış olduğu görülmektedir. Bazılarının görevi yeni keşfedildi, bazılarının görevleri de daha keşfedilmeyi bekliyor.

            Appendiksin fonksiyonu tonsillalara (bademcik) benzer. Bilindiği gibi ağız, sindirim sistemimizin başlangıç noktasıdır. Vücudumuzda en yoğun şekilde mikrop (hastalık etkeni mikro-organizmalar) burada barınır. Yine kalın bağırsaklar da ağız gibi bol mikrop barındıran bir organımızdır. Bademcikler nasıl ağızdaki mikroplara karşı vücudumuzun bir sigortası ve bekçisi ise; appendiks de kalın bağırsaklardaki mikroplara karşı aynı şekilde vücudumuzun bir sigortası ve bekçisidir. Yani kalın bağırsaklardaki bademciğimizdir[4].

Apandiste yer alan endokrin hücreler, bebek daha ana rahminde iken, biojenik aminler ve peptid hormonlar salgılayarak biyolojik kontrol (homeostaz) mekanizmalarında görev alırlar[5].

Bunlar hep son yıllarda keşfedildi. Apandis, yararlı bağırsak bakterilerinin üretilmesinde görevlidir. Vücut savunmasında çok önemli bir yer tutan bağırsak ilişkili lenfoid sistemin (GALT) de bir parçasıdır[6].

Apandis içindeki lenfoid doku, ilk olarak doğumdan 2 hafta sonra ortaya çıkmaya başlar. Bu dokunun miktarı ergenlik süresince artmaya başlar, 10 yıl kadar değişmeden kalır ve sonunda yaşlanmayla azalır. 60 yaşından sonra da içinde hiç lenfoid doku kalmaz[7],[8].

Bu doku içinde bulunan B-lenfosit adı verilen hücre grubu ile antikor sentezinde görev alırlar. Bu antikorlar sayesinde bakterileri yok etme görevi de bunlara verilmiştir. Başta immünglobulin A (İg A) olmak üzere immünglobulinlerin salgılanmasında aktif olarak rol alırlar. T-Lenfosit hücreleri de vücuda yabancı olan bu mikropları üst düzey bir duyarlılıkla tanır ve onları fagositoz adı verilen parçalayıp yeme işlemiyle ortadan kaldırmada görevlidirler.

Yine son zamanlarda yapılan araştırmalara göre; appendiksi alınan şahıslarda normal şahıslara oranla daha sık kalın barsak kanseri görüldüğü bildirilmektedir[9].

2. Avuçiçi Kası (Palmaris Longus Kası)

Bu kas, deri altı yağ dokusunu derin fasya ile birbirine bağlayarak avuç içinde güçlü bir aponevroz teşkil eder.

             Palmaris brevis kasının el hareketlerinde herhangi bir görevi şimdilik bilinmemekle beraber hipotenar kabartıyı belirginleştirerek ve bu bölgedeki deriyi de kırıştırarak elin kavrama yeteneğini artırır.

3. Yirmilik Dişler

Erişkin insanların pek çoğunda çeneler yeterli büyüklüğe ulaşamadığından, yirmilik dişlerin çıkmasında problemler yaşanmaktadır. Çenelerin yeterli büyüklüğe ulaşamamasının sebebi, yumuşatılmış besinlerin beslenmedeki oranının artması ve bu sebeple çenelerin daha az kullanıldığı bir beslenme alışkanlığının benimsenmiş olmasıdır.

Bu çevresel bir etkidir ve genetik bir farklılaşma olmadığına göre evrimle bir ilişkisi de yoktur.

4. Saçlarımızın ve Tüylerimizin Dikilmesini Sağlayan Kaslar (Arrector Pili Kasları)

Başımızı soğuktan ve güneş ışınlarından koruma görevi verilmiş saçlar, terin göze inmesini engelleyen kaşlar, göze gelen bir incinmeyi önceden fark ederek göz kapaklarını kapatan refleks mekanizmayı başlatan kirpikler, yabancı partiküller için bir filtre görevi gören burun ve kulak kılları vücudumuzdaki özelleşmiş kıllardır.

Ayrıca bütün vücuda yayılmış vücut kılları, köklerini saran zengin sinir ağı sayesinde bir dokunma reseptörü olarak vazife yapmakta ve cisimlerin vücutla ilk temasını ve hareketini tespitte görev almaktadır.

5. Embriyolarımızın Kuyrukları[10]

            Kuyruk Sokumu Kemiği (Os sacrum): Sakral omurların ve arasındaki 
disklerin kemikleşip, birleşmesiyle meydana getirilmiştir. Başlangıçta 5 adet olan omur, birleşerek yetişkinde tek kemik halini almıştır. Sakrum büyük, üçgen şeklinde bir kemiktir. Pelvis iskeletinin arka üst duvarını teşkil eder. Yanlarda kalça kemiği ile eklemleşir. Üstte 5. bel omuruyla eklemleştiği yerde, pelvis boşluğuna doğru olan çıkıntıya, promontorium denir. Yanlarında bulunan 4 çift delikten sakral omurilik sinirleri çıkarılmıştır[11].

Bazı evrimcilere göre kuyruk sokumu kemiği, güya insanın geçmişteki maymun benzeri atalarından kalmıştır. Bugün insanda hiçbir fonksiyonu olmayan körelmiş bir organdır. Hâlbuki bu kuyruk sokumu kemiği gerek anatomi, fizyoloji ve gerekse doğum açısından son derece önemli görevleri olan bir organdır.

             Kuyruk sokumunun eklem yapısı ve doğuma faydası

Kuyruk sokumu kemiklerinin kendi aralarında, oynamaz eklemlerle kaynaşmaları sağlanmıştır. Ancak, sağrı kemiği ile yaptığı eklem ise, oynar eklemdir. Bu eklemin oynar olmasının faydası çocuğun doğumu sırasında görülür[12].

Anne karnındaki bebeğin baş çapı 11,5-12 cm arasındadır. Hâlbuki kuyruk sokumu ile kalça kemerinin ön taraftaki çatıyı yapan kemikleri arasında olan bebeğin çıkış kapısı ise 9,5-10 cm’ dir. Doğum sırasında bebeğin başı kuyruk sokumundan geçerken kuyruk sokumu ile sağrı kemiği arasındaki oynar eklem sebebiyle kuyruk sokumu 2- 2,5 cm geriye çekilir. Böylece çocuğun çıkış kanalı 11,5-12,5 cm’ ye çıkar ve başın rahat geçmesini sağlar.

Kuyruk sokumu kemiği rahat oturmayı sağlar

Kuyruk sokumu kemiğinde iki tane de çıkıntı kemiği vardır. Bu çıkıntı kemikleri sayesinde, oturma sırasında sağa ve sola kaymalar önlenir. Ayrıca, sağrı kemiği ile bütünlüğü temin ederek destekleyen dört tane bağ vardır ki, bunlar sert zemine oturmada sağlamlığı temin etme görevini yerine getirirler.

Kuyruk sokumu kemiği, kendine has özel yapılarla desteklenmiştir

Kuyruk sokumu kemiği, kendini besleyen atar damar ile kirli kanı toplayan toplar damarlara ve yapısına uygun sinirlere sahiptir. Burada ayrıca, kayganlığı sağlayan sıvıyı salgılayan bezler de (Coccigeal bursa, Coccigeal cisim, Glomus coccygeum ve Cuschka) bulunur.

Hâlbuki embriyolojik kalıntı olan kemiklerde böyle kendine has anatomik bir yapı teşekkül etmez.  O kalıntı kemik, çevrenin anatomik yapısına göre şekil kazanır. Şayet kuyruk sokumu kalıntı olsaydı, anatomik yapısı kendine has atardamarlara, toplardamarlara, sinirlere ve sıvı salgılayan bezlere sahip olmazdı.

Diğer taraftan, anamoli olarak adlandırılan fazlalık, ya da körelmiş kemikler rahatsızlık ve ağrı verirler. Çıkarıldıkları zaman o ağrılar geçer. Halbuki kuyruk sokumu kemiği çıkarıldığında, doğum ve büyük abdesti yapmada problemler meydana gelmektedir.

Kuyruk sokumu kemiğine bağlanan adaleler

           1. Musculus coccygeus Lig. sacrospinale: Bu adaleyi hâsıl eden kaslar sağrı ve kuyruk sokumu kemiğinin dış kenarlarından başlar ve leğen kemiğinin alt kenarına yapışır.

           2. Lig. sakro-tuberale: Sağrı kemiği ve kuyruk sokumu altından başlar ve leğen kemiğinin arka altına yapışır. Kuyruk sokumu ile sağrı kemiğinden gelen adaleler birbirine çaprazdır. Bu iki bağ aracılığı ile çaprazların arasında iki delik meydana gelir. Bu iki deliğin içinden, erkek ve kadın genital ve boşaltım organlarına giden damar ve sinirler geçer.

            3. Lig. anococcygeum: M. Sfinkter ani externus isimli kas,  kuyruk sokumunun ucuna yapışır. Bu kas, son bağırsağın çıkışını halka şeklinde sararak, anüsü devamlı kapalı tutar. Bu kas, dışkılama sırasında isteğe göre gevşer. Bu kas devamlı kasılmak için destek gücünü, Lig. anococcygeum vasıtasıyla, kuyruk sokumu kemiğinden alır. Ligament ve kasların çekmesiyle, kuyruk sokumu kemiği öne eğik pozisyonda durur ki, oturma sırasında buraya yansıyan yük hafifletilerek sıkıntı vermeyecek duruma gelir.

Kuyruk sokumu kemiği olmasaydı bu kaslar tam fonksiyonları yapamayacaktı. O zaman birtakım olumsuzlukların yanında, anüsün kasılma gücünde de azalma olacağı için, isteğe bağlı açılıp kapanması mümkün olmayacaktı.

Şayet kuyruk sokumu kemiği körelmiş bir organsa ve özel bir planla yaratılmamış kabul edilirse, bu adaleler ve bağların kuyruk sokumu kemiğine bağlanışı ne ile açıklanacaktır?[13]

Kuyruk sokumu olarak bilinen omuriliğin en alt kemiği "körelmiş organ" değil, önemli kasların tutunma noktasıdır[14].

Özetle, pek çok vazifesi olan kuyruk sokumu kemiğinin; fazlalık, ya da hiçbir görevi olmayan körelmiş organ olduğunu ileri sürmek, ideolojik bir değerlendirmedir.

Bu konudaki görüşler, bir takım benzetmelere ve peşin kabullere dayanmaktadır. Hiçbir organın anatomisi, fizyolojisi, biyokimyası ve biyomekaniği incelenmeden ileriye sürülmüş görüşlerdir. İlmî bir değeri yoktur. (bk.  Gürgüç, A. E.Ü.T.F. Kadın Doğum. ABD. Doğum Bilgisi; Samuel, T. L. Ortopedi. Cilt: 2; Odar, İ. V. Anatomi, Cilt:1; Atlas der Anotomie dee Menschen. Kemikler, Bağlar, Eklemler. Cilt:1)

6. Kulak Kasları (Auricular Kaslar)

Sesin hangi yönden geldiğinin belirlenmesinde kulak kepçesinin özel şeklinin de rolü vardır. Bu şeklin teşekkülünde ve korunmasında kulağın iç ve dış kasları rol almaktadır.

7. Piramit Kası

Kaslar vücudun güç deposudur. Bu kas karın bölgesinde bulunuyor. Kendisine iki nokta temel görev olarak bağlanmıştır.  Karın kas hareketlerinin düzenli ve sistemli yapılmasından sorumludur.

8. Erkek Meme Uçları

Sadece kadınlarda vazife görseler bile, memelerin erkeklerde de bulunması genetik bir mecburiyettir. Çünkü otozomal genler hem erkek hem de kadınlarda aynıdır.

9. Üçüncü Göz Kapağı (plica semilunaris)

Konjonktivanın katlanmasıyla teşekkül eden bu yapının, ihtiva ettiği lenfoid doku ve sekretuar (salgı yapıcı) elemanlar sayesinde gözün korunmasında özel bir öneme sahip olduğu anlaşılmıştır.

Gözün mediyalinde yerleşmiş olması da bu açıdan bakıldığında amaca uygundur           

10. Hipofiz, Lüzumsuz Bir Organ mıdır?[15]

 Bazı ateist evrimciler hipofiz bezinin, insanda bir görevinin olmadığını, aşağı yapılı varlıklardan insana intikal eden körelmiş organlardan biri olduğunu iddia ediyorlar ve evrime delil gösteriyorlar. Şimdi yavaş yavaş anlaşılıyor ki, hipofiz bezinin çok hayati görevleri bulunmaktadır. 

Hipofiz bezi, 0,5 cm yüksekliğinde, 1-1,5 cm eninde ve 0.6 gram ağırlığında küçük bir organdır. Kafatası kaidesinde sella tursika adı verilen çukur kemik yapı içinde bulunur. Sapıyla hipotalamusa bağlıdır. Hipotalamus adı verilen beynin bölümüyle devamlı ilişkili halinde görev yapar ve onun dışındaki tüm komşu yapılardan ayrılmıştır. Birbirinden tümüyle ayrılmış iki bölümden, yani ön lob ve arka lobdan meydana gelir. Ön lob tamamen salgı bezi yapısında olduğundan adenohipofiz olarak adlandırılır. Arka lob ön lobdan daha küçüktür, sinir dokusundan teşekkül ettiğinden, nörohipofiz adını alır[16],[17].[18],[19]

Hipofiz vücudun hormon üreten organlarından birisidir. Sekiz adet hormon üretir. Böylece moleküller aracılığı ile dokular arası haberleşme sağlanır. Hipofiz bir bakıma vücudun salgı bezleri içindeki orkestra şefi gibidir. Diğer salgı bezlerinin çalışmasını, hormon yapmasını kontrol eder.

Hipotalamus ise, salgı bezlerinin patronu gibidir. Portal venöz sistem, hipotalamustan ön hipofize regulatuar peptidleri taşır. Ön hipofizden altı farklı hormon salgılanır. Günümüzde histokimyasal metotlarla, her bir hormonun hangi hücreden salgılandığı belirlenebilmekte ve bu hücreler salgıladıkları hormonlara göre adlandırılmaktadır. Tüm hipotalamus ve hipofiz hormonları protein yapısındadırlar.

 Hücreler kromofob (boya tutmaz),  kromofil (boya tutan) olarak adlandırılır. Kromofil hücrelerden bazıları (asidofil) asit boyalarla, bazıları ise (bazofil) baz boyalarla boyanır. Asidofil hücreler a (alfa), bazofil olanlar ise P (beta) hücreler olarak bilinir. Gamma hücreleri ise, boyanabilir az sayıda granül ihtivâ eder. Asidofil hücreler, vücut gelişimini sağlayan somatotrop hormon (STH) salgılar. Bu, bebek ve çocukların büyümesini sağlayan bir hormondur. Kadınlarda süt yapımını uyaran laktotrop (prolaktin), ya da luteotrop (lutein yapıcı) hormonu (LTH) üretip salgılar. Beta ya da bazofil hücreler ise, böbreküstü bezinin görevlerini uyaran adrenokortikotrop hormonu (ACTH); tiroit işlevini düzenleyen tireotrop hormonu (TSH); kadında yumurtanın geliştiği folliküllerin olgunlaşmasını, erkekte ise sperma hücrelerinin yapımını uyaran folikül uyarıcı hormonu (FSH); kadında sarı cismin (Corpus luteum) teşekkülünü, erkekte ise testesteron yapımını uyaran lutein yapıcı hormonu (LH) üretir ve salgılarlar.

Arka hipofiz hormonları, hipotalamusta sentezlenir ve nörosekretuar lifler ile arka hipofize taşınıp depolanır oradan dolaşıma verilir. Hipotalamik hormonlar, endokrin sistem içinde ön hipofize taşınıp oradaki hormonların salıverilmelerini uyarır, ya da inhibe ederler. Ön hipofiz, endokrin sistem farmakolojisinin giriş kapısı olarak kabul edilir. Arka hipofizden ise, 2 hormon salgılanır. Bunlar; ADH (antidiüretik hormon veya vazopressin) ile oksitosin hormonudur[20].

Hipofiz hormonlarına yüklenen görevleri burada saymaya başlasak başlı başına bir kitap olur. Burada sadece hormonlardan bir tanesi olan büyüme hormonunun görevlerini anlatacağım, diğerlerini de meraklısı araştırabilir.

 Büyüme hormonu büyümeyi, vücutta protein sentezini arttırarak sağlar. Aminoasit denilen yapıtaşlarının hücreler tarafından özümsenmesini; ardından yan yana getirilip protein şeklini almasını uyarır.  Proteinler kemiklerin boyca büyümesini, kasların gelişmesini, iç organların hacim olarak artmasını sağlar. Büyüme hormonu ayrıca, cildin yumuşak ve kırışıksız olmasına, tırnak sağlığına katkıda bulunur.  Bunları gerçekleştirirken göbekteki ve diğer tüm bölgelerdeki yağları eritir ve onları vücudun enerjisini sağlamak için yakar.  Kandaki şeker düzeyinin aşırı düşmesini önler.

İnsanın fiziksel ve psikolojik sağlığının devamı için hipofiz bezinden büyüme hormonu salgısı gerekir. Büyüme hormonu eksikliği olan erişkinlerde metabolizmadan, uykuya, psikolojik rahatsızlıklardan kan şekeri düşüklüğüne kadar birçok belirti ortaya çıkmaktadır.  Büyüme hormonu aynı zamanda anti-insülin, yani insülinin zıttı bir hormondur, insülinin fazla çalıştığı, yani kan şekeri düştüğü durumda diğer hormonlarla beraber büyüme hormonu devreye girip kan şekerini yükseltir.  Yetişkinde büyüme hormonu eksikse, kan şekeri daha fazla düşer ki, bu da titreme, terleme, çarpıntı ve baygınlık şikâyetlerine sebep olur. 

Yetişkinlerde büyüme hormonu hücrelerin yenilenmesi, ölen hücrelerin yerine genç hücrelerin getirilmesi, iç organların eskiyen bölgelerinin onarılması için önemlidir.  Büyüme hormonu bu etkilerini karaciğerde bulunan insulin benzeri büyüme faktörü adı verilen IGF-1 (İngilizcesi: insulin like growth factor-1) maddesinin sentezlenmesine uyararak gerçekleştirilir.

Özetle, büyüme hormonu yetişkinlerde ömrünü tamamlayan hücrelerin yenilenmesinde, kas ve kemiklerin kuvvetinde, kalp kasının günün 24 saati, yılın 365 günü devamlı kasılması için gereken dayanıklılığı sağlamada, kişinin metabolizmasının hızlı bir şekilde çalışmasında, fiziksel ve psikolojik sağlığın mükemmel sürdürülmesinde rol oynar.

Küçücük bir organın, bu kadar çok görevleri sizi hiç düşündürmüyor mu?

1-1.5 cm eninde, 0.5 cm yüksekliğinde ve 0.6 gr ağırlığında tasarlanan ve o kadar çok fazla görevlerle görevlendirilen hipofizin bu görevlerinin bilinmesi çok yakın zamanda olmuştur.

Küçücük bu organın bu kadar çok görevleri sizi hiç düşündürmüyor mu? Bunların bir tanesini yerine getirmezse, hemen karşımıza bir hastalık tablosu çıkarıyor. Bu saydıklarımız ve daha sayamadıklarımızın yanında, bu organın henüz tespit edilemeyen daha ne kadar görevi olduğunu bilemiyoruz. Dünyanın sonu gelinceye kadar insanlık bu ve benzeri organların görevlerini bilimsel olarak ortaya koymaya devam edecektir.

Görevi tam bilinemeyen birtakım organları lüzumsuz addetmenin bilimsellikle hiçbir ilgisi yoktur

Bilimi materyalist ideolojisine ve inançsızlığına alet etmeye çalışan ateizm taraftarları, dün olduğu gibi, bugün de yarın da, görevi tam anlaşılamayan bu tip yapıları, lüzumsuz ve gereksiz organlar olarak tanıtmaya ve evrime delil göstermeye devam edeceklerdir. Bilimi ve bilimsel düşünceyi ön plana alan insanların bu tip şarlatanlıklara ve hurafeye dayalı iddialara prim vermemesi gerekir. Şunu gayet açıklıkla ve kesinlikle ifade edebiliriz ki, Allah Teala hiçbir organı lüzumsuz ve gereksiz yaratmadığı gibi, bir organa bir değil, pek çok görev yüklemiştir. Bazı organlar için bu görevlerin yüzleri bulduğunu söylemek mübalağa olmaz.

Sade insanda değil, tarafsız olarak ve bilimsel bir yaklaşımla kâinata nazar edildiği zaman, bütün varlıkların ve onların organlarının hiçbirisinin gereksiz olmadığı, her birinin bir ve bazen pek çok gaye için yaratıldığı görülecektir.

Canlılarda görevi tam bilinemeyen birtakım organları lüzumsuz addetmenin ve bunları evrime delil göstermenin ilericilikle, bilimsellikle ve bilimle hiçbir ilgisi yoktur. Bu sadece ve sadece ideolojik düşünme ve bir yaratıcıyı inkâr etme gayretinden başka bir şey değildir.

Hipofiz ve epifiz bezlerinin beyin kesitinde görünüşü.

11. Epifiz Bezi Körelmiş Organ mıdır?[21]

            Darwinizmi savunan bazı ateistlerin, insanda dâhil bütün varlıkların silsile halinde tesadüfen birbirinden meydana geldiği iddialarına delil olarak ileriye sürdükleri organlardan birisi de, insandaki epifiz bezidir. Onlara göre bu yapı insanda işe yaramayan körelmiş bir organdır. Onun daha aşağı yapılı atalarından kaldığını ileri sürmektedirler.

            Omurgalıların beyninde, beynin iki yarım küresinin birleştiği alt yüzde yerleşmiş mercimek büyüklüğünde bir bezdir. Boyutu ve pozisyonu türler içinde dahî farklılık gösterir.

            Erişkin insanlarda ortalama ağırlığı 100-180 mg olup, 5-9 mm uzunluğunda, 3-6 mm genişliğinde, 3-5 mm derinliğindedir ve pia mater ile sarılmıştır. İçinde 5 çeşit hücre tipi vardır, fakat en önemli olanları pinealositlerdir. Pinealositlerin epifiz bez içerisindeki oranı %90'a ulaşır. İnsan epifizi 1-2 yaşına kadar büyür ondan sonra sabit kalır[22].

 Epifiz melatonin adı verilen bir hormon salgılar. Triptofan adı verilen bir amino asitten önce serotonin ondan da melatonin yapılır[23].

Diğer endokrin organlardan farklı olarak, epifiz melatonini sentezlendikten sonra depolamaz ve melatonin pineolositlerden hızlı bir şekilde bez içindeki kapiller damarlara ve üçüncü ventrikül aracılığıyla BOS’a geçer.

            Lerner ve Case 1958 yılında çalışmalarında önemli bir adımı atmışlar ve epifiz bezin asal hormonu melatonini tanımlamışlardır. Bundan on yıl sonra da epifizin görevlerinde aydınlık ve karanlığın rolü bildirilmiştir[24].

Normal insanlarda melatonin en çok gece salgılanır. Plazma melatonin konsantrasyonu gece saat 02:00 ile 04:00 arasında en yüksek değerlerine ulaşır.  Erişkinde salgılanma genelde saat 21:00-22:00 arası başlar, saat 07:00-09:00 arası sona erer.  Gündüz melatonin konsantrasyonu, gece ölçülen değerin yirmide biri civarındadır. Melatonin plazma konsantrasyonu gündüz 0-20 pg/ml iken, gece 50-200 pg/ml düzeyine yükselmektedir. Bir günde 30 mg melatonin üretilmektedir ve bunun % 80’i gece sentez edilmektedir. Birçok türde melatonin sekresyonu gecenin uzunluğu ile ilişkilidir. Gece ne kadar uzarsa, melatonin salgılanması o kadar uzun sürer. Aydınlık-karanlık fazın basında ve/veya sonunda sekresyonu baskılar ve ritmi düzenler. Melatoninin salgılanması mevsimlik farklılık da gösterir. Yazın daha geç salınırken, kışın salınım daha erken başlar. Uzun süreli melatonin salgılanması kısa günlerde, kısa süreli melatonin salgılanması uzun günlerde görülür. Gece salgılanan melatonin canlıların gece ve gündüz sürelerini, günlük çalışma ve üreme ritmini ve deri rengini kontrol eder. İnsanlarda çocukluğun ilk yıllarında çok salgılanan melatoni, ileriki yıllarda azalır. Görme özürlülerde ve PMD denilen psikolojik bir rahatsızlıkta melatonin salgılanmasında bozukluk vardır[25].

Melatoninin organizma üzerinde çeşitli etkileri vardır. Bu etkilerinin bir kısmını reseptör aracılığı ile yapar, diğerleri reseptörden bağımsızdır. Bu hormonun bir görevi de uykuyu düzenlemek, uyku ritmini yönetmektir. Bu sebeple ona kaliteli uyku antrenörü de deniyor. Karanlık bu hormonun salgılanmasını artırdığından ona karanlıklar hormonu diyenler de var[26],[27].

Işık, özellikle ani ve parlak ışık ise, melatonin seviyesini azaltır. İnsanların biyolojik sisteminin doğru çalışması, kişilerin ardışık olarak uygun miktarda gündüz ve gece periyotlarına sürekli girmesine bağlıdır. İşte bu işlemi kontrol eden hormon melatonindir. Karanlıkta üretim artar, ışıkta ise düşer. İnsanın biyolojik yapısı, gündüzleri uyanık kalması, geceleri ise uyuması için tasarlanmıştır. Geceleri melatonin, gündüzleri ise, serotonin ve kortizol hormonlarının etkileri daha baskındır. Sempatik ve parasempatik sinir sisteminden uyarılar alır. Bu yapı, kan–beyin bariyerinin dışında kalır. Burası beynin ışığa hassas bölgesidir. Bu sebeple kendisine ‘’ 3.göz ‘’de denir. Ama görme işlemiyle bir ilgisi yoktur. Gözün retina tabakasından gelen ışık uyaranları epifize ulaşır. Böbrekten sonra en çok kanlanan organdır.

 Melatoninin sirkadyen ve mevsimsel ritimlerin, immün fonksiyonun, retinal fizyolojinin, tümör inhibisyonunun, uykunun düzenlenmesi gibi fonksiyonlarının yanı sıra yakın zamanlarda keşfedilen serbest radikal toplayıcı ve antioksidan etkileri olduğu bulunmuştur. Melotonin vücutta üretilen antioksidan maddelerin en önemlisidir. Biyolojinin biyokimyasal işleyişinde oksidasyon ara ürünleri ve oksidatif stres kaçınılmazdır. Vücut bu strese karşı epifiz bezinde üretilen melotoninle  antioksidan  koruma düzeneği  teşkil edilir  ve vücudun korunması onun aracılığıyla sağlanır[28].

Melatoninin beyinde oksidatif hasara karşı oldukça koruyucu olduğu ispatlanmıştır. Organizmadaki oksidatif hasarın % 50’sinin hidroksil radikalinden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Hidroksil radikali çok reaktif olup, üretildiği yerin çevresindeki molekülleri ayırt etmeden zarar verir. Melatoninin çeşitli teknikler kullanılarak in vivo ve in vitro oldukça toksik hidroksil radikalinin toplayıcısı olduğu gösterilmiştir. Bu sebeple melatoninin etkisi önemlidir. Diğer antioksidanların çoğundan daha büyük hızla toplayıcı etki gösterir.

            İnsanın kafatası içinde 5-10 mm uzunlukta, 100-180 mg ağırlıkta yer kaplayan bu organa yüklenen görevlere bakınca bunun tüm organın işleyişini tasarlayan kim ise, bunu da tasarlayan odur demekten başka çare yoktur. Yani, insanı yaratan Allah (CC), epifiz bezine bu görevleri yükleyip gerekli yere yerleştirmiştir.

            Bilimin epifiz bezi için şimdilik tespit edebildiği görevleri bunlar olmakla beraber, gelecekte belki daha başka vazifeleri de ortaya konacaktır. Böyle çok hayati görevleri bulunan organları vazifesiz ve körelmiş organ olarak takdim etmek ve bunu insanın aşağı yapılı varlıklardan geldiği iddiasına delil olarak ileriye sürmek ve bu tip görüşleri bilimsel bilgi şeklinde takdim etmek, pozitivist felsefî düşüncenin ve ateist ideolojinin bir ürünüdür.

            Bilimsel çalışmaları ideolojisine alet eden ateizme dayalı pozitivist felsefeye göre; hayat bir mücadeleden ibarettir ve güçlü olan haklıdır. İnsan ise, hayvan neslinin evriminden tesadüfen ortaya çıkmıştır ve dolayısıyla hiçbir manevî sorumluluğu yoktur. Böyle bir düşünce üzerine bina edilmiş insanlık âlemi, yaklaşık iki yüz yıldır huzur ve barış yüzü görmedi.

            Bilimsel çalışmalar ideolojik platformdan uzaklaştığı ve kendi tabii mecrasına oturduğu oranda, insanlık önce kendisini, kendi yaratılışındaki ulvî duygu ve düşünceleri tanıyacaktır. Tesadüf ve gelişigüzelliğin değil, planlı iradeli ve kastî bir yaratılışın ürünü olduğunu anlayacak, sorumluluklarını idrak edecek ve kendisini dünyanın en şerefli mahlûku olarak gönderen yaratıcısını bilecek, huzur ve saadeti, barış ve mutluluğu bulacak, tevazu ve hoşgörüyü elde edecektir. İşte o zaman dünya insan için âdetâ Cennet’e dönecektir.

12. Atların Ayaklarında Toynak Sayısının Zamanla Teke İndiği İddiası

            Bazı evrimciler günümüzden yaklaşık 34 milyon yıl önce Eosen devrinde günümüz atlarının atalarının yeryüzünde göründüğü, bunların tilki büyüklüğünde olduğu, ön ayaklarının üç, arka ayaklarının dört toynaklı (tırnaklı) olduğu ileri sürülür. Besin kaynağını çayırların teşkil ettiği açık düzlüklerde düş­mandan korunmanın ancak süratli koşmakla mümkün olacağı, bunun da üçüncü toynağın genişleyip gelişmesine, diğerlerinin de kaybolmasına sebep olduğu iddia edilir. Onlara göre üçüncü toynağın haricindekiler körelmiş ve artık işe ya­ramayan organ hâline gelmiştir.

Kullanılan organların geliştiği, kullanılmayanların köreldiği ve zamanla yavrulara geçtiği görüşü Lamarck’ındır. Günümüzde artık böyle bir düşüncenin bilimsel olmadığı, yani vücut organlarında meydana gelen değişikliğin yavrulara geçmediği bilim insanları tarafından bilinmekte ve kabul edilmektedir.

Sonuç

            Burada insan vücudunda vazifesiz olduğu iddia edilen bazı organların görevlerine kısmen temas edildi. Peki, bu sözü edilen organların görevleri sadece bu kadar mı? Elbette hayır. Aksine her bir organın saydığımızdan daha fazla görevi söz konusudur. 

İsterseniz soruyu şöyle soralım:

Bilim, insanın vücudundaki her bir organın ne işe yaradığını araştırıp bitirdi mi? Yani bu konuda artık araştırılacak bir mesele kalmadı mı?

Bilimin her şeyi araştırıp bitirdiğini iddia etmek, ilmi çalışmaların mahiyetinin bilinmediğini gösterir. Zira ilimde bilinmeyen bir noktayı araştırdığınız zaman karşınıza pek çok soruları beraberinde getiren yeni âlemler çıkmaktadır.

Madem insan vücudundaki bilimsel çalışmalar bitmemiştir. O zaman herhangi bir organın vazifesiz olduğuna nasıl hükmedilecektir?

Kâinattaki nizam ve intizam ne mikro âlemde ve ne makro âlemde hiçbir şeyin lüzumsuz ve gereksiz olmadığını göstermektedir. Hal böyle iken insan vücudunda lüzumsuz organların olması elbette mümkün değildir. O organlar görevlerinin araştırılmasını beklemektedirler.

DİPNOTLAR:

[1][1] Robert Simmon. The American Naturalist, 1996, V. 148, s. 771-786.
[2] S. R. Scadding, “Do ‘Vestigial Organs’ Provide Evidence for Evolution?”, Evolutionary Theory, cilt 5, Mayıs 1981, s. 173.
[3] Opr. Dr. Selçuk Eskiçubuk. Kör Barsak Vazifesiz, Körelmiş Bir Organ Mıdır? Bilimlerin Işığında Yaratılış. Editör. Âdem Tatlı. Üsküdar Üniversitesi 2. Baskı, İstanbul,  2017, s. 475.
[4]Bumin, O. Sindirim Sistemi Cerrahisi, Cilt II, 1976.

[5] Taviloğlu K. http://www.taviloglu.com/bagirsak-hastaliklari/apandisit.html
[6] Baştürk, B. , Boyacıoğlu, S.http://guncel.tgv.org.tr/journal/2/pdf/29.pdf
[7] Smink D, Soybel D. Appendix. In: Zinner MJ, Ashley SW eds. Maingot’s Abdominal Operations 11th Edition. Boston: The McGraw-Hill Companies, 2007; 589-590.
[8] Jaffe BM, Berger DH. The Appendix. In: Brunicardi FC, Anderson D( ed.) Schwartz’s Principles of Surgery (VIII Ed) The McGraw-Hill Companies, New York 2005; 29: 1119-1137.
[9] Dierman, H.R.. Human Appendix and Neoplasma, Canser, 1968.
[10] Âdem Tatlı. Kuyruk Sokumu Körelmiş Bir Organ Değildir. Bilimlerin Işığında Yaratılış. Editör. Âdem Tatlı. Üsküdar Üniversitesi 2. Baskı, İstanbul,  2017, s. 485.
[11] http://www.forumsal.net/maol-11-sinif-ders-notlari/266612-kuyruk-sokumu-kemigi-ne-ise-yarar-gorevleri-nelerdir.html
[12] Samuel, T. L. Ortopedi. Cilt: 2
[13] Gürgüç, A. E.Ü.T.F. Kadın Doğum. ABD. Doğum Bilgisi.
[14] http://www.darwinizminsonu.com/embriyoloji_04.html
[15] Eskiçubuk, S. Bilimlerin Işığında Yaratılış. Editör: Âdem Tatlı. 2. Baskı, Üsküdar Üniversitesi, 2017, s. 457-460
[16] Özata, M. http://www.drhipofiz.com/HIPOFIZ_BEZI_VE_HORMONLARI.html
[17] Koz, M. http://80.251.40.59/sports.ankara.edu.tr/koz/fizyoloji/endokrin.pdf
[18] Ziylan, Z., Y. http://www3.istanbul.edu.tr/itf/fizyoloji/Ogretim_Uye_ve_Yardimcilari/Ziya_Ziylan/hipotalamus.pdf
[19] http://megep.meb.gov.tr/mte_program_modul/moduller_pdf/Endokrin%20Sistem.pdf
[20] http://www.dicle.edu.tr/Contents/4ba92bfc-219c-4868-bb46-f46e1d0052f4.pdf
21] Eskiçubuk, S. Bilimlerin Işığında Yaratılış. Editör: Âdem Tatlı. 2. Baskı, Üsküdar Üniversitesi, 2017, s. 461-464.
[22] Reiter RJ: The mammalian pineal gland: structure and function, Am J Anat, 1981; 162: 287-313.
[23] Palaoğlu, S. ve Beşkonaklı. E. http://geriatri.dergisi.org/pdf/pdf_TJG_102.pdf
[24] Lerner AB, Case JD. Takahashi Y: Isolation of melatonin, pineal factor that lightens melanocytes, J AmChem Soci, 1958; 80:2587
[25] Gümüşderelioğlu, M., Altındal, Ç., D. https://www.pdf-archive.com/2016/09/30/bilim-ve-teknik-eyl-l-2014/bilim-ve-teknik-eyl-l-2014.pdf
[26] Müftüöğlu, O.http://www.hurriyet.com.tr/uykunuzun-antrenoru-11450924.
[27] Reiter RJ: Functional diversty of the pineal hormone melatonin: its role as an antioxydant. Exp clin endocrinol, 1996; 104: 10-16.
[28] Reiter RJ, Poeggeler B, Tan D: Antioxidant capacity of melatonin: A novel action not requiring a receptor. Neuroendocrinol lett, 1993; 15: 103-116.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun