Evrim konusunda en çok merak edilenler

1 İnsanın yaratılışı nasıl olmuş ve insan neden yaratılmıştır?

Yakın istikbâlde bile halli imkânsız bazı meselelere, bilimsellik maskesi altında yakıştırılan "yapmacık çözümler" maalesef teori olmak vasfını bile kaybetmiş olmasına rağmen, günümüzde birer gerçekmiş gibi telkin edildi ve böylece ilim adına bir sürü "dogma"lar icad edildi. Bunlardan en meşhuru da evrim teorisidir. Bu "yüz yamalı bohça'nın çoktan ilim çevrelerinde iflası ilân edilmiştir. Fakat yerine konulmak istenilenler de tatmin edici bir yaratılış modeli olamamıştır. Bunun sebebi de, yaratılış mevzuunda batlıların dayandıkları kaynaklanan aslı kaybolmuş muharref dînî metinler olmasıdır. Bu yazı ise, orijinalitesini muhafaza eden Kur'ân gibi bir kaynağa dayanılarak yazılmıştır. Bu bakımdan hem ilk insanın yaradılışı, hem de anne karnındaki yaratılış safhaları, âyetler ve ilmî gerçekler açısından ele alınırken, şaşırtıcı beraberliklerin tesbiti, araştırıcı ruhlar için düşündürücüdür.

Evet, ilâhi mesaj, insanın ve bütün canlıların, su ve topraktan yaratıldığını ifade ederken bakıyoruz ki, gerçekten canlıların esas maddesini teşkil eden nesneler, toprakta ve suda bulunan elementlerden ibarettir. Bilhassa insan organizmasının % 30'unun organik (katı) madde, % 70'nin sudan olduğu ilmen tesbit edilmiştir.

Anne karnındaki teşekkülü, Kur'an-ı Kerim'in ele alışı, ilim adamlarını hayret ve hayranlığa sevk edecek derecede, bu günkü ilmî tesbitlerle aynen uyuşmaktadır. Bilhassa erkeklik ve dişilik faktörünün erkek menisine (sperme) ait olduğunu ifade eden Kıyâme Suresinin âyetleri fevkalâde dikkat çekici bir hüviyet taşımaktadır. Bu çeşit araştırmaların artması, Keith Moore gibi gerçek ilim adamlarına hep şunları söylettirecektir;

"Ayet ve hadislerin, ilmî gelişmeler konusundaki açıklamalarını bilgimin artması ile daha iyi değerlendireceğimi hissediyorum. Din ile ilim arasındaki yıllar boyu bırakılan mesafenin Kur'ân ve hadislerin ışığı altında kapatılacağına inanıyorum."

Çağımızda insanların çoğu "bilimsel" adı altında takdim edilen pek çok şeyin gerçeğin ta kendisi olduğunu kabul etmek temayülünde bulunuyor. Böylece insan çok defa "çağdaş insan" ya da "çağdaş düşünce sahibi" olarak kabul ediliyor ve itibar görüyor. Halbuki "bilimsel" olarak takdim edilen konuların birçoğu nazariyelerden ibarettir; hatta bunların bazısı bilimin çözemediği ve istikbâlde çözemeyeceği meseleler olarak gözüküyor. Böylece çağımızda bilim adına bilimde "reddetmek; aksine kendi icad ettikleri varsayımlara itibar etmek gibi bir tezadın içine düştükleri görülüyor. İşte Darwin nazariyesi bu konulardan biridir. Halbuki insaflı hatta ilmî mantığa uygun olarak en az ilmî hipotezler kadar inanç esasına dayalı naslar da dikkate alındığı takdirde, hem bilimin gelişmesine hem de tefekkür hayatımızda yeni ufukların açılmasına sebep olabiliriz.

İnsanın yaratılışı hakkındaki "bilimsel" hipotez, tabiî seleksiyonla basit bir türden yüksek yapılı organizmaların teşekkül ettiği, neticede maymundan insanın geliştiği görüşüdür. Son günlerde ise Havva annemizin zenci olduğu, şempanzenin insandan türediği hipotezi ortaya atıldı. Halbuki Kur'ân-ı Kerim insanın insan olarak yaratıldığını bütün insanların Adem'den türediğini bildiriyor.

Gerçekten Kur'ân-ı Kerim'de sadece insanın yaradılışı gibi biolojik değil, hukukî, ahlakî, sosyal ve ekonomik konular yanında astronomi, jeoloji, botanik, zooloji ve tıp gibi çeşitli bilim dallarına dair bilgiler görüyoruz. Tıp bilimlerine dair konular oldukça önemli bir yer tutuyor(1). Pek çok kimse bir din kitabında bilimle ilgili bu gibi konuların bulunmasını, bunların incelenmesini, "bilimsel" veri ve hipotezlerle karşılaştırılmasını tuhaf bulabilir. Bu düşünce tarzı bile batılı bilim adamlarından intikal etmiştir. Batılı bilim adamları bilim ve din ilişkisinden bahsederken çok defa sadece hristiyanlık ve yahudiliği göz önüne alır, katiyen İslâm'ı nazar-ı itibare almazlar. Batıdaki bu yanlış değerlendirme bazen bilgisizlik; fakat çok defa orientalistlerin kıskanç ve kasıtlı aleyhtarlıklarından ileri gelmektedir(2). Son yıllarda batılı bilim adamlarının İslâm'ı doğru değerlendirmeye; hatta batılı entelektüeller arasında İslâm'ı seçenlerin dikkati çekecek derecede çoğalmaya başladığını söylemeliyiz.

Kur'ân-ı Kerim'e göre insanın yaradılışını iki bölümde inceleyebiliriz. Hz. Adem'in yaratılışı. Anne rahminde insan yavrusunun yaratılışı. Birinciye Havva annemizin, ikinciye Hz.İsa (a.s.)'nın yaratılışı ilave edilmelidir.

Hz. Âdem'in (a.s.) yaratılışına dair Kur'an ayetleri şu mealdedir(3):

"Hani Rabbin meleklere 'Muhakkak ben yeryüzünde bir halife (bir insan, Âdem) yaratacağım.' demişti." (Bakara, 2/30).

"And olsun biz insanı kuru bir çamurdan suretlenmîş balçıktan yarattık." (Hicr, 15/26).

"O insanı (Âdemi) bardak gibi (çınlayan) kupkuru bir balçıktan yarattı." (Rahman, 55/14)

"Yaratılışta kendileri mi daha kuvvetli yoksa bizim yarattıklarımız mı? Hakikat biz onları cıvık bir çamurdan yarattık." (Saffat, 37/11)

"Ki o, yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı (Âdemi) yaratmaya da çamurdan başlayandır." (Secde, 32/7)

"And olsun biz insanı (Âdemi) çamurdan (süzülmüş) bir hulâsadan yarattık." (Mü'minun, 23/12)

"O, sîzi çamurdan yaratan sonra ölüm zamanını takdir edendir." (En'am,  6/2).

"Sizi (aslınızı) ondan (topraktan) yarattık." (Taha, 20/55)

"Sizi bir topraktan yaratmış olması O'nun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa yayılır) bir beşer oldunuz." (Rum, 30/20)

"... İblis dedi: Ben bir çamur olarak yarattığın kişiye secde eder miyim?" (İsra, 17/61; Araf, 7/12; Sâd, 38/76)

Bu âyetler özetlenecek olursa,

"Âdem çamurdan yaratılmıştır." (İsra, 17/61; A'raf, 7/12; Sad, 38/76; Secde, 32/7),

"Âdem cıvık çamurdan yaratılmıştır." (Saffat, 37/11)

"Âdem çamurdan süzülmüş bir hulâsadan yaratılmıştır." (Mü’minun, 23/12)

"Âdem kuru çamurdan suretlenmiş balçıktan yaratılmıştır." (Hicr, 15/27; Rahman, 55/4).(3).

Adem (yerden çıkmış varlık) edim (yeryüzü, toprak) anlamında İbranice bir kelimeden gelmektedir, Âdem'in çamurdan, yani toprağın su İle karışımından yaratıldığı, daha açık bîr ifade ile kuru çamurdan şekillenmiş bir balçıktan yaratılıp ilâhi ruhtan üflendikten sonra canlandığı beyan ediliyor:

"Ki o yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı (Âdem'i) yaratmaya çamurdan başlayandır." (Secde, 32/7)

"Sonra onu (Âdem'i) düzeltip tamamladı, içine ruhundan üfürdü, sizin İçin kulaklar, gözler, gönüller yarattı." (Secde, 32/9)(3).

Gerçekten sadece insanın değil tüm canlıların yapısını teşkil eden esas maddenin topraktaki elementler ve sudan ibaret olduğu özellikle insan organizmasının % 30'nun inorganik ve organik (katı) madde, % 70'nin sudan ibaret olduğu bilinmektedir. Bu terkip göz önüne alınırsa, insan organizması suyu galip bir yapı gösteriyor. Hayatı su veriyor. Keza bitkiler, hayvanlar ve her şey topraktan geliyor, tekrar ona dönüyor ve toprak oluyor.

Elmalılı Hamdi tefsirinde Hz. Âdem'in çamurdan çıkarılan bir hulâsadan, yani önce çamurdan istifa (temiz olanı seçme) ile ayrılan bir hulâsadan yaratıldığını ifade ediyor (4); âdeta insanın anne rahminde bir nutfeden yaratılması gibi, önce çamurdan ayrılan nutfe mahiyetini almış hulâsadan halk edilmiş; sonra ruh verilmiş ve böylece Adem yaratılmış oluyor. Fahreddin Razi(5)de Tefsir-i Kebir'inde Hz. Âdem'in topraktan seçilmiş bir hulâsadan yaratılmış olduğunu vurguluyor.

Hz. Âdem'in yaratılışı bugün bilim adamının laboratuarda tekrarlayacağı bir deney gibi gözükmüyor. Bu, muhteşem bir araştırma olarak* karşımızda duruyor. Burada en önemli nokta Adem'in vücudunu teşkil eden topraktaki inorganik elementlerin nasıl organik bir hayat biçimine dönüştüğüdür(6). Bugün bilim bunun cevabını vermiş değildir. Bu muhteşem olayı kör bir tesadüfe bağlıyarak yaradılışı bu şekilde izah etmek kesinlikle mümkün değildir^ Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm Âdem'in ve ondan insan neslinin türemesini öldükten sonra dirilme yada yeryüzünde kuruyan tabiatın tekrar nasıl canlandığına yemyeşil olduğuna dikkatimizi çekerek, topraktan bir canlı yaratmanın bir ölüyü tekrar diriltmekten daha yüksek bir kudret gerektirdiğini bildiriyor:

"Ey insanlar; eğer siz öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkaktır ki biz sizin aslınızı topraktan, sonra onun zürriyetini insan suyundan, sonra pıhtılaşmış bîr kandan, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık ve bunları size kudretimizi apaçık gösterelim diye yaptık. Siz dileyeceğimîz muayyen bir vakte kadar rahimlerde duruyorsunuz. Sonra sizi çocuk olarak daha sonra da kuvvetinize, yiğitlik çağına ermeniz için büyütüyoruz. Kiminiz öldürülüyor, kiminiz de evvelki bilgisinden sonra artık hiçbir şey bilmemek üzere ömrün en fena devresine doğru gerisin geri itiliyor. Sen yeryüzünü kupkuru ve ölü görürsün. Fakat biz onun üstüne yağmuru indirdiğimiz zaman o harekete gelir, kabarır, her güzel çiftten nice nebat bitirir." (Hac, 22/5)(3).

"De ki yeryüzünde gezip dolaşın da (Allah'ın) hilkate nasıl başladığını görün. Allah yeni bir ahiret hayatını da tekrar yaratacaktır. Çünkü Allah her şeye hakkıyle kadirdir." (Ankebut, 29/20).

Nihayet Kur'ân-ı Kerim göklerle yeryüzünün, dağların, diğer canlıların yaratılışı hakkında bilgiler veriyor:

"İnkâr edenler görmediler mi ki göklerle yer bitişik halde iken bizim onları birbirinden ayırdığımızı, her canlı şeyi de sudan yarattığımızı o küfür (ve inkâr) edenler görmediler mi? Hâla inanmayacaklar mı onlar?"

"Yer (yüzün) de onları (insanları) çalkalar diye sabit sabit dağlar yarattık. Aralarında da bol bol yollar yaptık. Biz gökyüzünü de korunmuş bir tavan (gibi) yaptık onlar (münkirler) ise bunun ayetlerinden (Allah'ın varlığına birliğine işaret) yüz çeviricidirler."

"O geceyi-gündüzü, güneşi, ayı yaratandır ve bütün bunlar kendi yörüngesi içinde yüzmekte (devretmekte) dîr." (Enbiya, 21/30-33)(3).

"Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi kanat üstünde,kimi ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört (ayağı) üstünde yürüyor." (Nur, 24/45)(3).

Tekrar insanın yaradılışına dönelim. Âdem'den sonra Havva'nın yaradılışı hakkında Kur'ân-ı Kerîm;

"Ey insanlar, sizi bir tek candan (Âdem'den) yaratan, ondan da yine onun zevcesini (Havva'yı) vücuda getiren ve ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbiniz (e karşı gelmek) den sakının." (Nisa, 4/1)(3).

"O, sizi bir candan (Âdem’den) yaratan, bundan da (gönlü) kendisine ısınsın diye eşini yaratan O'dur (Allah'tır) vaktâ ki o (eşini) örtüp bürüdü (cinsi münasebet) o'da hafif bir yük yüklendi de (gebe oldu) bununla gidip geldi nihayet (gebeliği) ağırlaşınca ikisi de Rablerine şöyle dua ettiler. 'Eğer bize düzgün (hilkati tam) bir çocuk verirsen andolsun ki her halde şükredenlerden olacağız.'" (Araf, 7/189)

"Size nefislerinizden kendilerine ısınmanız için zevceler yaratmış olması, aranızda bir sevgi ve esirgeme yapması onun ayetlerindendir." (Rum, 30/21).

"Sizi bir kişiden yarattı. O, sonra ondan da eşini meydana getirdi. Sizin için davarlardan sekiz çift indirdi. Sizi analarınızın karnı içinde bir yaradılıştan öbür yaradılışlara (kalb ile) halk edip duruyor..." (Zümer, 39/6).

"... Size hem kendi (cins) inizden eşler hem davarlardan eşler yaptı. Sizi bu suretle (zürriyetlendirip) üretiyor..." (Şûra, 42/11)

Havva, Âdem'den nasıl vücuda gelmiştir? Bu konuda Kur'ân-ı Kerim'de geniş tafsilat yoktur. Havva Arapça bir kelime olan 'Hayy (canlı)'dan gelmektedir.Canlıdan (Adem'den) yaratıldığı için bu isim verilmiştir. İslâm kaynaklarında Havva'nın yaratılışı hakkında iki görüş vardır (7):

Ekseri ulemanın görüşüne göre Cenab-ı Hak Adem'e bir uyku hali verdi, sonra O'nun sol kaburga kemiklerinin birinden Havva'yı yarattı. Adem uyanınca onu gördü O'na meyletti ve onunla ülfet peyda ederek ısındı. Çünkü o kendinden, bir parçasından yaratılmıştı (7). Bazıları Havva'nın Âdem'in kaburga kemiğinden yaratılmasının İsrailiyyat (ben-i İsrail kitaplarındaki masallar) olduğunu bildirmişlerdir. Bazı hadis-i şeriflerde kadınlar kaburga kemiğine benzetilmiş ya da "kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır, onu doğrultmaya çalışırsan kırarsın; olduğu gibi kabul edersen istifade edersin" şeklinde bir ifade mevcuttur (9,10).

Araştırıcılar bu hadislerden Havva'nın yaradılışına ait herhangi bir tafsilat çıkarmanın mümkün olmadığını söylerler ve çeşitli mecazi yorumlara müsait olan bu hadislerin esas hedefinin kadınlara karşı yumuşak davranma olduğunu kabul ederler.

Diğer görüş Ebu Müslim Isfahanî'ye aittir. İsfahanı, Havva'nın yaratılmasından bahseden ayetten maksat onun Âdem'in cinsinden olmasıdır. Allah "size kendinizden eşler yaratmıştır", "kendinizden peygamberler göndermiştir" buyruğunda olduğu gibi kaburgadan değil, Âdem gibi Havva da topraktan yaratılmıştır diyor(7).

Kaldı ki birinci görüş daha kuvvetlidir. Zira "sizi bir tek nefisten yarattı" ayeti bu görüşü takviye ediyor; eğer Havva da topraktan yaratılmış olsaydı bu halde sizi iki nefisten yarattık buyurulması gerekirdi. Bazıları da ayetteki "min"den bir gayenin başlangıcı anlamındadır, Yaratılış , Âdem ile başlamış ve Âdem topraktan yaratıldığına göre Havva'da topraktan yaratılmış olabilir denilmektedir(7).

İnsanın yaradılışı hakkındaki ayetlerin izahı bu şekildedir. Kur'ân-ı Kerim'e göre insanın insan olarak yaratıldığı anlaşılıyor. Ama son günlerde Darvin'in aksine yukarıda bahsedildiği gibi Fransız L’express gazetesinde Allan Wilson bilimsel araştırmalara dayanarak yepyeni bir hipotez ortaya attı. Ona göre Havva'nın zenci olduğu, maymunun insandan türediğini iddia etti. Bazı Türk gazeteleri ise Kur'ân-ı Kerim'deki

"Biz onlara (Yahudilere) hor ve hakir maymunlar ve domuzlar olun dedik." (Bakara, 2/65; Maide, 5/60; A'raf, 7/166)

mealindeki ayetler ile insandan maymunun türemesi arasında bir irtibat kurmak eyilimi gösterdiler. Halbuki bu ayetler sapıtmış Yahudi kavmine ilâhi bir ceza ile helak olma anlamında tefsir edilmiştir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'de münkirler hakkında "hayvandan aşağı" (Araf, 7/179) müminler hakkında ise "yaratılmışların bir çoğundan üstün kılınmış" (İsrâ, 17/70) gibi ifadeler dikkati çekmektedir.

İnsanın ana rahminde halk oluşu Kur'ân-ı Kerim'de şu şekilde İfade edilmektedir:

"İnsanın üzerine uzun devirden öyle bir zaman gelip geçti ki o anılmaya değer bir şey bile değildi. Hakikat biz insanı birbiriyle karışık (erkek ve kadın suları ile) bir damla sudan yarattık." (Dehr, 76/1, 2).

"Sonra onu (insan) sarp ve metin bir karargâhda (rahimde) bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik, derken o kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık, o bir çiğnem eti de kemik (ler)'e kalb ettik de o kemiklere de et giydirdik. Bilahare onu başka yaratılışa inşa ettik. Suret yapanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir." (Mü’minun, 23/13, 14).

"Ki O sizi bir topraktan, sonra bir meniden sonra bir kan pıhtısından yaratıp sonra bebek olarak çıkaran sonra sizi güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz için, sonra da ihtiyarlar olmanız için yaratandır." (Mümin, 40/6, 7).

"Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, sizi birbirinizle tanışasınız diye büyük cemiyetlere ve kabilelere ayırdık." (Hucurat, 49/13)

"Hakikaten meniden (rahme) döküldüğü zaman erkek ve dişi iki çifti o yarattı." (Necm, 53/45-46)

"Döl yataklarında size nasıl dilerse öyle kılık veren odur..." (Âli İmran, 3/6)
"İnsanı bir damla sudan yarattı." (Nahl, 16/4).
"O sizi yer (yüzün) de yaratıp türetendir." (Mü'minun,23/79)
"And olsun sizi (evvela) yarattık, sonra size suret verdik." (Araf, 7/11)
"O sudan bir beşer yaratıp da onu soy sop yapandır." (Furkan, 25/54)
"İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi." (Yasin, 36/77)
"Halbuki o sizi hakikat türlü türlü tavırlar (haller) le yaratmıştır." (Nuh,71/14)

"Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı? Onu sağlam bir yerde tutup da, malûm bir vakte kadar." (Mürselat, 77/20-22)

"O (döl yatağına) dökülen meniden bir damla su değil miydi? Sonra o (meni) bir kan pıhtısı olmuş derken insan biçimine koyup yaratmış düzenlemiştir. Hülâsa ondan erkek, dişi iki sınıf çıkarmıştır." (Kıyame, 75/37-39)

"O sizi bîr tek candan yaratandır." (Enam, 6/98)

"Onu (yaratan) hangi şeyden yarattı? Bir damla sudan yarattı da onu biçimine koydu. Sonra onun yolunu kolaylaştırdı." (Abese, 80/18-20)

"Biz hakikat insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tin, 95/4)

"Yaratan Rabbinin adı ile oku. O insanı bir kan pıhtısından yarattı." (Alak, 96/1, 2)(3).

Kur'ân-ı Kerim'de anne rahminde ceninin teşekkülünü ifade eden bu ayetler, adeta embriyolojik gelişimin bir tasviri gibidir. Bu konuda Kanada Toronto Üniversitesi Anatomi Profesörü Keith Moore (11)'un en son teknik metotlarla tesbit ettiği anne rahminde ceninin teşekkülü ve gelişme safhaları ile Kur'an ayetleri ve hadis-i şeriflerle mukayeseli araştırması yukarıda zikrettiğimiz Kur'an ayetleri ile İslâm Peygamberi (asm)'nin hadislerinin bilimsel bir ispatı mahiyetindedir.

Hz. İsa'nın anne rahminde yaratılması daha değişiktir. Bu konuda Kur'ân-ı Kerim:

"Muhakkak ki İsa'nın hali de (yani babasız dünyaya gelişi de) Allah indinde Âdem'in hali gibidir. (Allah) onu (Âdem'i) topraktan yarattı. Sonra ona 'Ol!..' dedi. O da (can gelip) oluverdi." (Al-i İmran, 3/59).

"Irzını (bir kal'a gibi) koruyan o kızı da (yâd et) ki biz ona ruhumuzdan üflemiş kendisini de oğlunu da âlemlere rahmet kılmıştık." (Enbiya, 21/71)

"Ey Meryem, Allah kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor. Adı İsa (lakabı) Mesih sıfatı Meryem oğludur." (Al-i İmran, 3/45).

"O, benim nasıl bir oğlum olacakmış dedi (evlenip de) bana bir beşer dokunmamıştır, ben bir iffetsiz de değilim." (Meryem, 19/20).

"Meryem dedi ki, 'Ey Rabbîm bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olabilir.' Allah (dedi) Öyle, fakat Allah ne dilerse yaratır. Bir işe hükmedince ancak 'Ol!..' der. O da oluverir." (Al-i İmran, 3/ 47)(3).

Hz. İsa'nın yaradılışı hakkındaki bu ayetler, tabiatta bazı örneklerini gördüğümüz sadece döllenmemiş dişi yumurta hücresinden bir canlının meydana geliş biçimini düşündürmektedir.

Böylece hiçbir zaman bilimin laboratuvarına sığmayacak kadar muazzam ve tekrarı mümkün olmayan Kur'ân-ı Kerim'e göre insanın yaradılışı olayını ana hatları ile bildirmiş bulunuyoruz. Gerçekten daha evvel cereyan etmiş Âdem'in yaradılışı bilim adamı için meçhuldür. Ama gene Kur'ân-ı Kerim'de ayrıntıları ile bildirildiği şekilde her gün tekerrür etmekte olan anne rahmindeki yaradılış olayını hepimiz her gün hayranlık hatta şaşkınlıkla izliyoruz. Evet, eskilerin "Sünnetullah" adını verdikleri ilâhi kanunlar hükmünü icra ediyor. Fakat insan yeryüzünde Allah'ın halifesi (vekili), Allah'ın sıfatlarından hepsini zerreler halinde taşıyan bir nüsha-ı kûbrâ, yaratılmışların en şereflisi (eşref-i mahlûkat) ve tüm yaratılmışların kendisi için yaratılmış olduğunu unutmuş görünüyor. İnsanoğlu bunu bilebilse. Kur'ân-ı Kerim bilmemekte ısrar edenleri "çok zulûmkâr ve câhil" olarak vasıflandırıyor (Ahzab, 33/72). Ama bilimin laboratuvarına sığmayanı kalblerine sığdıranlar, bazılarının varsayım olarak bile kabul etmediklerini bilimsel muta (veri) den daha değerli kabul ederler. Çünkü onlar gene Kur'ân-ı Kerim'in "siz düşünmez misiniz" "siz akıl etmez misiniz" gibi ilme ve araştırmaya teşvik edici emirleri yanında; "(zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir" İfadesi ile de bilgilerinin sınırlı olduğunu bilirler ve yüce Allah'a iman ederler.

Sözümü Keith Moore'un şu ifadesi ile noktalamak istiyorum:

"Ayet ve hadislerin ilmi gelişmeler konusundaki açıklamalarını bilgimin artması ile daha iyi değerlendireceğimi hissediyorum. Din ile ilim arasında yıllar boyu bırakılan mesafenin Kur'an ve hadislerin ışığı altında kapatılacağına inanıyorum."

KAYNAKLAR:

1. Ataseven, A.- Din ve Tıp Açısından Domuz Eti. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Sh. 25 Emel Matbaası. Ankara 1985.
2. Yıldınm. S.: Kitab-ı Muhaddes, Kur'an ve Bilim (La Bible, 1« Coıan et la Science) Mau-rice Bucaillel TÖV yayınları No: 3 Silin matbaası izmir 1985.
3. Çantay, H.B.: Kur'ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerim. Elit Ofset tesisleri, 1976, İstanbul.
4. Yazar, A.H.: Hak dini Kur'an dili. Cilt 4 Ebu Ziya Matbaası Sh. 3056,3434, istanbul, 1936.
5. Fahreddin Razi: Et-Tefsttü'l Kebir. Cilt 23, Mısır baskısı Sh 84.1357(1938).
6. Kutup, S.: Fîzılâl-il-Kur'ân tercümesi cilt 9 Hikmet yayınevi istanbul, Sri.118.
7. Fahreddin Razi: Et-Tefsirin Kebir.Cilt 9, Mısır baskısı Sh, 160, 1357 (1938).
8. Aydemir, A.: Tefsirde israiliyat Diyanet işleri Başkanlığı yayınlan, Ayyıldız matbaası A.Ş.Ankara Sh.247. 1978.
9. lbn-i Hacer el-Askalani: Fethü'l bari cilt 11, Mısır baskısı Sh.161, 1378 (1959).
10. Miras, K.: Sahih-i Buharı tecrid-i saıih tercümesi. Cilt 6.Sh.l45. Tarih Kurumu Basımevi, 1971.
11. Moore, K.L.: D eveloping Human with İslamic edition third ed. WB.Saundeıs CoPhl-ladelphie London Toronto 1982.

2 Allah'ın varlığına kanıt göremiyorum?

- Diyorsunuz ki, "Herkesin inanması kötü bir şey mi?"  Evet kötü bir şeydir. İnanmak kötü bir şey değil, fakat “herkesin mecburen inanacağı kadar basitleştirilmiş" bir imtihanın değeri düştüğü için, imtihan kalitesini düşürdüğü için kötü bir şeydir.

Acaba, çok ciddi olması gereken bir imtihanı herkes kazansın diye en basit soruları sormak; örneğin; üniversite imtihanına girmiş olan herkesin kazanması için ilkokul öğrencilerine sorulan soruları sormak sizce komik olmaz mı?  Böyle bir imtihanın olmaması, olmasından daha makul olmaz mı?  Peki imtihan olmasın mı? Herkesi vali yapalım mı? Herkesi doktor yapalım mı? Herkesi mühendis yapalım mı?  Size tuhaf gelmiyor mu?

Bu takdirde en çalışkan en zeki en kaliteli bir öğrenci ile en tembel bir öğrenci aynı kefeye konmuş olmuyor mu?

Farz edelim ki, eleman alan bir kuruma bir profesör ile bir ilkokul mezunu birlikte müracaat etmiş. Belli bir bilgi seviyesine göre elemanın alındığı bu kurumun açtığı imtihanda ilkokul seviyesinde sorular sorulsa ve ilkokul mezunu arkadaş bu imtihanı kazansa sizce âdil olur mu?  İnsaflı bir yargıya göre, böyle bir imtihan ne bizce ne de dünyanın herhangi bir ülke insanınca âdil olmaz.

Şimdi “Hiç bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?” diyen yüce Allah’ın, cennete en kaliteli, en değerli insanları almak üzere açtığı bir imtihanda, bu imtihanın altını üstüne çeviren bir kopyayı vermesi düşünülebilir mi?

- Allah’ın kendini göstermesi meselesine gelince; bu mesele sadece imtihanla ilgili değildir. Bunun en açık delili, imtihana tabi olmayan meleklere de Allah’ın kendini göstermemesidir.

Büyüklerin herkese görünmemesi, insanlar için de kabul gören bir prensiptir. Herkesin, istediği zaman cumhurbaşkanlarının, başbakanlarının evlerine gidememesi, aralarda özel kalem müdürler türünden perdedarların bulunması bunun açık göstergesidir. Hele, ülkede yegane hâkim ve sultan olan padişahların, kralların halk ile kendi aralarına çok perdeler koymaları, onların azamet ve yücelikleriyle atbaşı gidiyor.

Bundan anlaşılıyor ki, azamet ve kibrya / büyüklük ve yücelik, celal ve cemal / mehabet ve güzellik gibi harikulade sıfatlar, öyle basit bir şekilde herkese kendini göstermezler.

Bu pencereden bakıldığında şunu söyleyebiliriz ki, Allah bütün evrenin yegâne hâkimi ve sultanıdır. Bir padişah-ı ezeli olarak kendi celal ve cemal sıfatlarının kaynağı olan Zat-ı Akdesini gizli tutması, -imtihan için de önemli olmakla beraber- onun nihayetsiz azametinin, eşsiz ululuğunun, benzersiz büyüklüğünün bir gereğidir.

Bununla beraber, her türlü kusurdan ve noksanlıklardan münezzeh; bütün mükemmellikler ve güzelliklerin kaynağı olan Allah’ın -imtihanın bitmesine rağmen, ahiret aleminde- sadece cennete gidecek olan kullarına kendini göstereceğine dair ayet ve hadislerin verdiği bilgiye bakılınca, aslında aklı başında herkesin görmeye çok müştak olduğu Allah’ın, sevmediği dinsizlere, inkârcılara kendini ne dünyada ne de ahiret aleminde göstermek istemediği anlaşılmaktadır.

Allah’ın kendini gizlemesinin tam hikmetini bilemeyebiliriz. Belki de bilsek akıl ve vicdanımız çok rahat edecektir.

Ancak, Allah’ın varlığını, birliğini bilmek sadece onu görmeye bağlı değildir.

Milyonlarca ilim ve din adamının değişik delillerle Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna iman etmişlerdir. Mesela:

1. Kur’an on beş asırdan beridir, insanlara meydan okuyor ve kendisinin Allah’ın kelamı olduğunun göstergesi olarak, hiç kimsenin bir tek suresine benzer bir sureyi ortaya koyamayacağını ilan ediyor. Ve bu meydan okuyuş şimdi de devam etmektedir.

2. Kur’an’da, İranlıların Bizanslılarla -bir kaç yıl içerisinde- savaşa başlayacakları ve Bizanslılar İranlılara galip geleceklerini haber vermiş ve bu haberler olduğu gibi ortaya çıkmıştır. (Rum, 30/3)

3. Mekke fethinden iki yıl önce, Mekke’nin fethedileceğine dair kesin olarak haber vermiş ve bu haber de aynen çıkmıştır. (Fetih suresi)

Mesela:

1. Hz. Muhammed (asm)’in peygamberliğini tasdik eden yüzlerce mucizesi vardır. Bunları en sağlam hadis, siyer ve tarih kaynaklarında yer almaktadır.

2. Hayatı boyunca herkesten daha fazla Kur’an’a tabi olması, herkesten daha çok Allah’tan korkması, ona saygı ve sevgiyle bağlanması onun gerçekten peygamber olduğunun göstergesi değil de nedir?

3. Başka insanlardan farklı olarak, kendisine gece namazı kılmanın Allah tarafından farz kıldığını söylemiş ve hayatı boyunca her gece kalkıp rabbine ibadet etmiştir. Bu kadar zahmet ve meşakkate katlanmasının dünya menfaati açısından ne ile izah edilebilir?

Mesela:

1. Siz diyorsunuz ki, “Masamdaki kalem şuan kendiliğinden birkaç santim kımıldasa, o benim için bir mucize olacaktı...” Allah’ını seversen bir iyi düşün, sen mi önemlisin, yoksa kaleminin kımıldanması mı?  Sen kımıldıyorsun, güneş kımıldıyor, ay kımıldıyor, yerküresi kımıldıyor, evren baştan başa kımıldıyor... Ve sen hâlâ kalkıp “Kalemim kımıldasa!..” diyorsun. Bu mantık size biraz tuhaf gelmiyor mu?

2. Diyorsun ki, “Tamam, bu evren güzel bir sistem dahilinde işliyor, ama dışarıdan bir müdahale görmüyorum ben. Fizik kuralları dahilinde her şey...”

Bu nasıl bir fizik bilgisidir?

Fizik, mevcut olan varlıklardan söz eder; mevcut olmayan varlıklardan söz etmez, edemez...

Evrenin bir kaç milyar yıl önce var olduğu bugün kesine yakın bir bilgidir. Peki evren yokken fiziksel nesneler var olabilir mi?  Fiziksel nesneler yokken, fizik kanunları bulunabilir mi? Fiziksel kanunlar yokken, herhangi bir yokluğa varlık verip, onları harika bir düzene sokabilir mi? Bu gibi sorularının hepsinin cevabı bilimsel olarak havada kalır.

3. Bütün kâinatta, mevcut olan fizik, kimya, astro-fizik, quantum fiziği şeklinde adlandırılan hiçbir kanun kainattan önce var değildir. Ve bunların hiçbiri bir şey var etme gücünde değildir. Ve bunların hiçbirinin diğer kanunlardan daha güçlü, daha akıllı, daha bilgili olduğunu söylemek mümkün değildir. O halde, bu sağır, kör, cansız, sonradan var olan kanunların bir kanun koyucuya ihtiyaçları vardır. Sonradan var olduklarına göre bir yaratıcıya ihtiyaç duyarlar.  

- Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi:

 “(Kanunların bir tarlası olan) tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-ı hariciye sahibi ise; ancak bir san'at olabilir, Sani  olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, Şâri' olamaz. Mahluk bir perde-i izzettir, Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; kâdir olamaz. Mistardır, masdar olamaz.” (bk. Asa-yı Musa, s. 167)

- Bu hususta size can-ü gönülden destek olmak istiyoruz. Önce bu konuda size Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur adlı eserlerini okumanızı tavsiye ederiz.

Bizim imanınızın kurtulmasından başka hiçbir gaye ve maksadımız yoktur. Böyle bir hizmeti bir menfaat vesilesi yapmaktan Allah’a sığınırız. Tek menfaatimiz bu hizmetimizle, Allah’ın rızasını kazanmak, günahlarımızın bağışlanmasını temin etmek ve kendimizin affını sağlamaktır.

Bu yolu denemeniz  önce biraz zor gelebilir, fakat denemeye değer. Zira Hz. Ali’nin inanmayan bazı kimselere söylediği gibi, biz de deriz ki:

“Eğer sizin dedikleriniz doğru ise, bizim bir zararımız olmaz. Hepimiz yok olup gideriz. Ya bir de bizim dediklerimiz doğru ise, o zaman bütün zarar ve ziyan omuzlarınıza biner...”

Evet, zararsız yolu / veya zararsız olma ihtimali kuvvetli olan bir yolu, zararlı / veya zararlı olma ihtimali kuvvetli olan bir yola tercih etmek, aklın gereğidir.

Rahman ve Rahim olan Rabbimiz, hepimiz için akl-ı selimin yolu olan hidayet yolunu bizlere açsın... Nefsin vesveselerinden, şeytanın telkinlerinden, kuvve-i vahimenin evhamından bizleri kurtarsın inşallah.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah var mı; bunun mantıki delilleri nelerdir?
İnsanı aldanmaya götüren sebepler nelerdir?
Allah'ın varlığının delilleri nelerdir?..
Allah'a imanın maddi ve manevi faydaları nelerdir?
Eğer Allah görünseydi, herkes iman etmek zorunda kalırdı ve ...
Evrimi sadece dine inananlar kabul etmemektedir. Evrimi kabul edenler, nasıl yanılabilir?

3 Dinozorlar neden yok olmuşlardır?

Bu konuda herhanig bir hadis rivayeti bilmiyoruz.

Dünyanın yaratılmasının ardından, ilk insanların yeryüzünde yaşamaya başlaması arasında belli bir süre geçmiştir. Bu süre içerisinde bu varlıklar dünya üzerinde yaratılmıştır.

Bunun hikmetine gelince, bugün yeryüzünde insanlığın kullandığı enerji kaynaklarının çoğu dinozor gibi büyük mahlukların fosillerinin ürünüdür. Cenab-ı Allah yeryüzünün asıl sahipleri gelmeden önce onlar için yeryüzünde hertürlü ihtiyacı görecek ortamı hazırlamıştır.

Dinazorların ölmesine gelince, bu mahlukların yaşamasına Cenab-ı Allah izin verseydi, bu devasa mahluklar insanlık için büyük bir tehlike arzederdi. Bu nedenle vazifesini yapan bu yaratıklar, Allah'ın hikmetinin neticesi olarak vazifeden terhis edilerek bâki ruh konumuna geçmişlerdir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Evrimcilerin 'dinozorların, kuşa dönüşmesi' düşünceleri hakkında ne söylenebilir?

4 Evrimcilerin "dinozorların kuşa dönüşmesi" düşünceleri hakkında ne söylenebilir?

Korkunç sürüngen anlamına gelen "dinozor" sık sık duyduğumuz, pek de yabancı olmadığımız bir kelime. Bu yaratıklar, fosillerinden anladığımız kadarıyla 225.000.000 yıl önce yeryüzünde yaşamaya başladılar ve 65.000.000 yıl önce aniden tamamen yok oldular.

Halkın merakını uyandıran bu yaratıkların gündeme gelmesi, eskiden beri bazı yerli ve yabancı dergilere evrim konusuna zemin hazırlama fırsatı verir. Mesela, TÜBİTAK'ın "Bilim ve Teknik Dergisi", Ekim 1993 sayısında, kapak yaptığı dinozorların hayatı ve yok oluşları ile ilgili yazının devamında Darwin'in görüşlerini yayınlıyordu. Aynı derginin Ağustos 1983 sayısında da dinozorların yok oluşları kapak yapılmış, ardından da "Hayat Nasıl Başladı?" başlıklı evrim senaryolarına yer verilmişti. Ağustos 1978 tarihli "National Geographic" adlı araştırma dergisinde de dinozorların hayatları ve ölümleri ele alınarak, evrimleşerek nasıl kuş oldukları izah edilmeye çalışılmıştı.

Ne var ki bu iddia, 1986 yılında ilim dünyasına açıklanan Protoavis adlı 225.000.000 yıllık bir kuş fosili tarafından bir anda yıkılıverdi. Anlaşıldı ki, dinozorlar ilk tarih sahnesinde görüldüğü sıralarda, kuşlar gökyüzünde serbestçe kanat çırpıyorlardı.

Dinozorların ortaya çıkışları, hayatları ve yok oluşları, evrimi çağrıştırmak şöyle dursun, tamamen aleyhinde bir takım deliller sergiliyor. Onlar tarih sahnesinden nasıl ve neden silindi? Bu soruya verilen cevaplardan evrime bir pay çıkarmak, pek de inandırıcı gözükmüyor. Çünkü evrim görüşüyle asıl cevaplandırılmak istenen, türlerin nasıl yok olduğu değil, nasıl ortaya çıktığı problemidir. Ne enteresandır ki, evrimle ilgili kitaplarda dinozorların kökeni konusunda hemen hemen hiçbir bilgiye ve tatmin edici delile rastlanmaz.

Ayrıca şu bilinmelidir ki, dinozor türlerinin felaketlerle aniden yok oluşu gerçeği, tedrici Darwinist evrime izin vermemektedir. Eğer bu yaratıkların başka bir türe dönüşerek zamanla yok oldukları gösterilse idi, bu evrimcilerin bir malzemesi olabilirdi. (bk. Gerçeğe Doğru, C.III, Zafer Yayınları)

5 İslam alimlerinin evrim görüşü nasıldır? İbrahim Hakkı Hazretlerinin yaratılışla ilgili sözlerinin evrimle ilgisi var mıdır?

İslam alimlerinin, canlıların yaratılışı ve gelişmesiyle alakalı düşünceleri zaman zaman yanlış değerlendirilmektedir. Bunda bazı tabir ve terimlerin değişik anlaşılmasının rol oynadığı muhakkak. Farklı değerlendirmeye sebep sadece bu değil, tabii. Bilhassa evrimciler, onların bu konudaki görüşlerini istismar ediyorlar. Bu tip yanlış anlaşılmalara ve istismara mani olmak için, İslam alimlerinin konuyla alakalı eserlerinden bazı pasajlar vererek hakikati açıklamaya çalışacağız.

Bilindiği gibi evrim; "kademeli olarak gelişme ve değişme" demektir. Lügat manası böyle olmakla beraber, terim manası, bir türden bir başka türün veya bir varlıktan başka bir varlığın yavaş yavaş ve tesadüfen meydana gelmesidir. Bütün canlıların tek bir menşe (orijin)'den türeyip silsile halinde birbirinden tesadüfen geliştiğini savunan teori de "evrim teorisi"dir. Bu evrim felsefesinin dayandığı prensipleri dört kategoride toplamak mümkündür.

Bunlar:

1. Tedricilik (kademeli gelişme), yani, evrim hadiseleri uzun zaman içinde ve adım adım cereyan etmiştir.

2. Bir türden başka bir tür veya bir varlıktan başka bir varlık hasıl olmuştur.

3. Günümüzdeki bütün varlıklar, tek bir hücrenin farklılaşmasıyla meydana gelmiştir. Yani tek hücreden omurgasız çok hücreliler, onlardan balık, balıktan kurbağa, kurbağadan sürüngen, sürüngenden kuş ve memeli ve neticede maymundan insan hasıl olmuştur.

4. Bütün hadiseler, tesadüfen ve kendi kendine cereyan eder.

Burada hemen şunu ilave edelim ki, İslam alemindeki her alimin şahsi görüş ve düşüncelerini, yorum ve içtihatlarını İslam adına kabul etmek doğru değildir. Bu sahada çalışanlar iki grupta mütalaa edilebilir. Birinci gruptakiler, İslami kaynaklardaki hükümlerin tefsir ve yorumunu yaparlar. Diğer grubu da felsefeciler teşkil ederler. "İslam alimleri" deyince, daha ziyade birinci gruptakiler anlaşılmalıdır. Çünkü, felsefeciler başka kaynakların etkisinde de kalmış olabilirler.

Şu hususu da belirtmek yerinde olacaktır. O da yaratılışçı görüştür. Varlıkların meydana gelişini tamamen ilmi esaslarla açıklamaya çalışan ve evrimci düşünceye zıt olarak ortaya çıkmış bir görüştür.

Esasen şu anda, geçmişteki Müslümanların evrim konusundaki değerlendirme ve düşüncelerini aktüel hale getiren evrimcilerdir. Yaratılışçılar bu konunun fenni sahada tartışılmasını istemektedirler. Fakat evrimciler, zaman zaman dinden de medet istiyorlar. Kendi evrim teorilerine İslam alimlerinden destek arıyorlar. Bu çabaları her şeyden önce iddialarını destekleyen ilmi delillerinin bulunmadığını gösterir.

Türlerin orijinini ve getirdikleri değişiklikleri mantıkla çözmek mümkün değildir. Bu hususta isabetli bir şey söyleyebilmek için ya deney ve tecrübeye dayanacaksınız ya da vahye. Bu konunun fiilen ele alındığı yüz elli yıldır, yapılan deney ve elde edilen tecrübeler, tatmin edici bir netice hasıl etmemiştir. İnsanın topraktan yaratılışının dışında dini bir hüküm de yoktur. Dolayısıyla, yirminci asrın sağladığı her türlü bilgi birikimine rağmen, türlerin menşei hakkında kesin bir şey söylenemezken, günümüzden asırlarca önceki alimlerin bu sahada fazla bilgi sahibi olması elbette mümkün değildir. Kaldı ki, çoğu zaman herhangi bir vahye veya deneye dayanmayan bir felsefecinin görüş veya düşüncesi bize ne dereceye kadar delil olacaktır? Bir başka ifadeyle, bize, evrimin felsefesi değil, delilleri lazımdır. Evrim, bir felsefecinin ne "var" demesiyle var olur, ne de "yok" demesiyle yok olur.

Evrimcilerin iddialarına geçmişten delil aramalarına elbette kimsenin bir diyeceği olamaz. Ancak, geçmişteki bu mana ve mefhumların nasıl ifade edildiğine dikkat edilmesi kaydıyla. Şimdiye kadar yapıla geldiği gibi uydurma terimlerle mesele izaha kalkışılır, değişim ve başkalaşımı ifade eden her kelime yerine "evrim" kullanılırsa, belirli bir sonuca varmak mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla evrim görüş ve düşüncelerinin kritiği yapılırken, bilhassa bu konuda geçmişte kullanılmış Arapça ve Osmanlıca kelimelerin manası iyi anlaşılmalıdır. Nitekim bu hassasiyetin yeterince gösterilemeyişinden dolayı, her sahada olduğu gibi, burada da kavram kargaşasına yol açılmıştır. Bu ifade ve terimleri tam yerinde kullanmayanlar, belki de farkında olmayarak bütün İslam alimlerinde evrimci düşüncenin hakim olduğu imajını uyandırmışlardır.

Bu hususta mefhum anarşisine, kavram kargaşasına mani olunması veya en azından asgariye indirilmesi, evrim terminolojisine gereken hassasiyetin gösterilmesiyle mümkündür.

EVRİM TERMİNOLOJİSİ

Evrim konusunda aynı mana ve mefhumların aynı kelimenin farklı kimseler tarafından değişik manalarda kullanılması halinde, karşılıklı ithamların ötesinde bir sonuca varmak mümkün olmayacaktır.

Evrimin karşılığı olarak kullanılan ve fakat değişik mefhumları ifade eden kelimelerden bazıları şunlardır:

Tekamül: Tekamül kelimesi, evrimin manasını karşılamamaktadır. Çünkü tekamül bir canlının kendi iç bünyesindeki değişikliklerle belirli bir seviyeye ulaşması, kemale ermesidir. Mesela, elma çekirdeği tekamül eder, elma ağacı haline gelir. Tek hücreden ibaret olan zigot tekamül ederek Allah'ın izniyle yetişkin bir insan olur.

Biyolojide bir canlının embriyodan itibaren olgun hale gelinceye kadar geçirdiği safhalara "ontogeny" denir. Tekamül bunun yerine kullanılmalıdır. Bir canlının ilk yaratılışından itibaren günümüze kadar geçirdiği farz edilen ve ilmi tahkikle açıklanmaya çalışılan ve henüz nazariye olmaktan ileriye gidemeyen safhalara da "filojeni" denir. Evrim de bunun karşılığı olarak alınmalıdır.

Bu manada kainattaki bütün varlıklar tekamül kanununa tabidir.

İstihale: Evrim meselesinin münakaşa sahasına geçmesinden sonra bu polemiğe temas eden İslam alimleri, istihale kelimesini kullanmayı tercih etmişlerdir. Daha önceki alimler de bu kelimeyi kullanmışlarsa da onların bu kelimeye yükledikleri mefhum ile evrim kelimesinin ifade ettiği mana arasında hiçbir irtibat yoktur. Esasen evrim yeni bir mefhum olduğu için Arapça’da tam oturmuş bir karşılığı yoktur. Bu sahadaki bazı otoriteler, evrimin tam karşılığı olarak "tatavvur" kelimesinin kullanılabileceğini ileri sürerler. Nitekim Arapça lügat "el-Müncid"in Darwin maddesinde bu teori, "Tatavvur teorisi" olarak adlandırılmıştır.

Netice olarak şu kesinlikle söylenebilir ki, tekamül ve istihale kelimeleri, evrim mefhumunu karşılamaktan çok uzaktırlar. Bu ıstılahların tam oturmamış olmasını, evrim teorisinin yeniliğinden başka, teoriye yapılan tali ilavelerle kazandığı farklı manada aramak gerekir.

Tahavvül: Bu konuda yanlış değerlendirmelere sebep olan kelimelerden biri de tahavvüldür. Bunun ifade ettiği mana da "evrim" kelimesiyle karşılanmaya çalışılmaktadır. Tahavvül kelimesinin yerine de "evrim"in kullanılması mümkün değildir. Çünkü, tahavvülle izah edilmeye çalışılan, atom veya moleküllerin bir mertebeden başka bir mertebeye geçişidir.

Buraya kadar yapılan açıklamaların ışığında, bu husustaki görüşleri en çok istismar edilen İslam alimlerinin evrimi değerlendirişlerini görelim. Düşünceleri farklı kimseler tarafından değişik şekillerde yorumlananların başında şüphesiz İbrahim Hakkı Hazretleri gelir.

İbrahim Hakkı Marifetnamesi'nde meseleyi şöyle nakleder:

"Allah'ın emriyle felekler ve yıldızlar hareket edip dört unsur, (ateş, hava, su ve toprak) birbirlerine karışır ve birleşir. Bu karışım ve birleşmeden önce madenler meydana gelir. Bundan da bitkiler, maden ve bitkilerin birleşmesinden de hayvanlar meydana gelir ve hayvan soyu kemalini, en uygun şeklini bulunca insan hasıl olur." (Hakkı, İ., Marifetname, s.29).

İbrahim Hakkı Hazretleri burada tahavvülat-ı zerrat'tan (atom ve moleküllerin hal değiştirmesi) bahsetmekte, bu elementlerin kademe kademe hangi mertebelerden geçerek insan vücudunda yer aldığına işaret etmektedir. Nitekim, bu ifadelerinden bir kaç paragraf sonra meseleyi iyice açıklığa kavuşturmakta ve şöyle demektedir:

"O akıcı vücut, bitki alemine girerken bazı afetler, hastalıklar ona saldırır ve bu yüzden bitki olmaz. Yahut bitki olurken kemale gelmeden, olgunlaşmadan evvel bozulur. Bitkilik vasfını kaybeder ve hayvanlara yem olmaktan çıkar. Yahut hayvana yem olacak duruma gelir. Fakat yenmeden evvel yok olur gider ve bu yolda, bu suretle nice yıllar gecikir. Bazen de bir hayvan, insanın yemesine elverişli bir duruma gelmişken yenmeden evvel bozulur ve bu yüzden hayvanı insan mertebesine naklettirmeye, dönüşmeye engel olur. Bazen de bozulmadan insan mertebesine naklolur." (a.g.e., s. 30).

Bu ifade hiçbir yoruma yer bırakmayacak kadar açıktır. Burada nazara verilmek istenen husus; elementlerin tahavvülat (hal değiştirme)'la bir mertebeden diğerine geçtiğidir. Topraktan bitki vasıtasıyla alınan faraza bir sodyum atomu, çiçekte canlılık kazanmakta, koyunda daha hareketli bir hale geçmekte, insan bünyesine gelince en yüksek mertebeye ulaşmış olmaktadır. Şimdi fennen tesbit edilen de bunun haricinde bir şey midir? Vücudumuzda görev yapan atom ve moleküller, bitki ve hayvani gıdalardan aldığımız elementler değiller mi? Aslında toprakta bulunan elementlerden doğrudan istifade edemediğimiz için bitki ve hayvanlar devreye girmektedir. İslam alimleri bu geçişi tasvir etmektedirler.

İbrahim Hakkı, canlıların yapı benzerliklerine göre sınıflandırıldığına da dikkati çekmekte ve madenlerle bitkiler arasında ara varlığın mercan, bitkilerle hayvanlar arasındakinin hurma, hayvanlarla insanlar arasındakinin de maymun olduğuna işaret etmektedir.

Görüldüğü gibi, bu bir sınıflamadır. Canlıların hikmetle ve kademe kademe yaratıldığına, bunlar arasında yapı benzerliklerinin bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Darwin'in, "tabii seleksiyonla basit bir türden yüksek yapılı organizmaların tesadüfen teşekkül ettiği" görüşüyle yukarıdaki ifadeler, birbirleriyle iltibas edilmeyecek kadar açıktır.

Bütün bunlara rağmen, belirtmeye çalıştığı görüşlerde yanlış anlaşılma söz konusu ise, mesuliyet yine O'na ait değildir. Çünkü İbrahim Hakkı eserinin çoğu yerinde başkalarının görüşlerini nakleder. Nitekim bu konuya da; "Ey aziz, hikmet ehli demişlerdir ki..." sözüyle başlamış ve böylece bu hususla alakalı mesuliyeti onlara yüklemiştir. İşin aslı da odur. Çünkü bunlar ayet ve hadislerden değil, hikmet ehlinden nakillerdir.

İbrahim Hakkı Hazretleri ilk insanın yaratılışıyla alakalı olarak da şu ifadeyi kullanmıştır:

"Cinlerin yaratılışından 20.000 yıl sonra Cenab-ı Hak, Hz. Âdem (as)'i yaratmak isteyince Azrail (as)'i yeryüzüne gönderip ona, yedi iklimden toprak aldırmış ve sonra Cebrail (as)'i gönderip o kuru toprağı yoğurtup hamur haline getirtmiş ve kırk gün o şekilde bekletmiştir. Sonra Cenab-ı Hak bu hamura, Numan vadisinde, en güzel şekilde suret vermiş ve kendi ruhundan başına üfürerek diriltmiş ve melekleri ona secde ettirip, yeryüzünde evlatlarına peygamber yapmıştır." (a.g.e., s. 18).

Şimdi bu fikirleri, dile getiren bir alimi, insanın maymundan evrimleştiğini savunan bir kimse olarak takdim etmek, İbrahim Hakkı'yı kendi adına konuşturmak olur ki, bu da en azından tarafsız ilim ahlakıyla bağdaşmaz.

O'nun, bütün canlıların en uygun tarzda yaratıldığını belirten şu ifadesi de oldukça dikkat çekicidir:

"Cenab-ı Hak, her şeyi münasip, yerli yerinde ve güzel bir ortamda yaratmıştır. Her canlıya yaraşan ve yarayan ve her organın durumuna uygun olan mizacı, tabii bir yapıyı ona vermiştir. Ve bütün alemde olan mizaçların en uygununu ve en mükemmelini insana ihsan etmiştir. Her organa en uygun ve yararlı mizacı, tabiatı, yapıyı vermiştir." (a.g.e., s. 164).

Bu ifadeleri kullanan birisinin evrimci olması mümkün mü? Esasen insanoğlunun ilk yaratılışına izah araması tabii bir ihtiyaçtır. Dolayısıyla İslam alimleri de müşahedeye uygun yorum getirmişlerdir. Geçmişteki ilim, günümüzdekinden farklı bir yoruma imkan vermiş de olabilir. Bu bakımdan yaratılış meselesine izah getirmeye yönelik yeni ilmi buluşlara, eski düşüncenin hükümleriyle karşı çıkmanın makul bir izahı yoktur.

Son devrin Diyanet işleri başkanlarından A. Hamdi Akseki de evrim meselesini şöyle değerlendirir:

"...Ahadis (hadisler) ve asar (selef alimlerinin sözleri) ile Ayat-ı Kerime'nin hey'et-i umumiyesinden bilistidlal Hz. Âdem'in ilk insan ve ilk peygamber olduğuna ve topraktan yaratıldığına itikad ediyoruz. Cumhur-u müsliminin ve Ehl-i sünnetin mezhebi budur." (İslam-Türk Ansiklopedisi Mecmuası, No. 87, s. 2, 1947)

Bu konudaki görüşü istismar edilenlerden birisi de Merhum Hamdi Yazır'dır. Aslında O'nun bu konuyu değerlendirişi, hiçbir yoruma yer bırakmıyacak kadar açıktır. Şu ifadeleri meseleyi gayet güzel açıklar:

"Bütün hayvan vücutları mükemmel bir tasnif ile tertip edildiği zaman görünüyor ki, aralarında noksanlıktan kemale doğru, yani, basitten mürekkebe giden bir derecelenme vardır. Bununla beraber her bir cinsin diğer cinsten hasıl olduğuna dair bir tecrübeye, bir şahide de rastlamıyoruz. İnsan insandan doğuyor, aslan aslandan, at attan, maymun maymundan, köpek köpekten vs. Böyle olmakla beraber, bu tecrübeye rağmen, aynı menşeden, yani topraktan gelmeye dayanılarak burada da bir mantık yapılıyor. Hayvan cinslerinin birbirine benzemesini, istihale veya tekamülle basitten yüksek yapılının hasıl olduğuna bağlıyorlar. Bu suretle bir gün gelmiş ki, hayvanın biri ve mesela bir takdire göre maymunun biri veya birkaçı, insan doğuruvermiş ve insanlar bunlardan türemiş. Biz daima göğsümüzü gere gere ve ilmi yoldan hiç ayrılmayarak deriz ki, aynı menşeden gelme davası doğrudur. Evvela bütün hayvanat için bu menşein aslı maddedir, basit unsurlar ve elementlerdir. Bir başka ifade ile topraktır. Bu maddeden hayatın meydana gelebilmesi ise, ilim, irade, kuvvet, kudret sahibi harici bir sebebe bağlıdır ki, o basit şeyden canlı hasıl olabilsin. Çünkü, noksandan, kendi kendine bir kamil hasıl olamaz. Mesela bir okkalık siklet (ağırlık) iki okkalık sıkleti sürükleyemez. Çıktığı, sürüklediği farz edilse, bir şeyin yok iken sebepsiz, illetsiz meydana geldiğini kabul etmek lazım gelir. O zaman akıl, ilim ve fen yoktur."

"...Aralarında mertebe yakınlığı bulunan hayvan cinslerini, tecrübenin aksine olarak, birbirinden istihale ettirmek veya doğurtmak ne tabiidir, ne de zaruridir... 'Kurbağalar balıktan doğmuş.' demek için, görülmüş bir misale ihtiyaç vardır. Gözlenmiş bir numune olmadığı ve mantıki bir zaruret de bulunmadığı halde böyle bir hüküm, elbette fenni ve felsefi bir hüküm değildir."

"Bunun hangisinin hangisinden doğduğunu mantık bildiremez. Bunu ya müşahede (gözlem) ya tecrübe veya vahiy bildirir. Halbuki şimdiye kadar balıktan kurbağa, maymundan insan doğduğu asla görülmemiştir. Ve bu iddia tecrübe mahsulü olan Pastör nazariyesine de tamamen muhaliftir... Vahiy ise bize, '...Siz insansınız. İnsan olunuz, kardeş olunuz, hepiniz bir babanın evladısınız...' diyor... Bütün bunlardan yakini olarak bildiğimiz bir şey varsa, o da ilk insanın arzın sinesinde doğmuş olmasıdır." (Yazır, Hak Dini, 1/329-330).

İslam'ın bu konuya bakışını şu cümleler ne güzel dile getirmektedir:

"Alemde görünen şu nakışlar, şu cilveler bütün isimleri kudsiyye ve cemile olan Celal sahibi Cemil bir Zatın tazelenen sanatlarıdır, tahavvül eden nakışlarıdır. Hikmetle değişen mühürleridir..."

"Meyveler, güzel tad, koku ve şekilleriyle iştahımızı açıp, kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Ta ki, nebati hayat mertebesinden hayvani hayat mertebesine terakki etsinler."

Görüldüğü gibi, İslam alimlerinin bu konudaki görüşleri tahavvülat-ı zerreye (elementlerin hal değiştirmesine) dayanmakta, topraktan canlılar tarafından alınan elementlerin, onların bünyelerinde kazandığı mertebelere dikkat çekilmektedir.

El-Cahız, İhsan-üs-Safa, İbn-i Miskeveyh, Nizam-i Aruzi Semerkandi, Nasır-ı Tusi, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Muhammed Kazvini, İbn-i Haldun, Kınalızade Ali Efendi, Abdü'l-Kadir-i Bidil gibi İslam alimleri ve felsefeciler, bu konuyla alakalı olarak, ufak tefek ifade farklılıklarının ötesinde, esasta aynı manaları tekrar ettikleri için, onların görüşlerine yer vermeye gerek görmedik.

Esasen İslam alimlerinin evrim diye bir problemi yoktur. Çünkü onlar, alfabenin 29 harfini bilen ve bununla istediği kelimeyi yazabilen birisinin, "balık" yazdıktan sonra, "kurbağa" yazmak için muhakkak "balık" kelimesindeki harfleri kullanmasının gerekli olmadığını çok iyi bilirler. Dolayısıyla balığı yaratan bir kudretin, kurbağayı da maymunu da insanı da ayrı ayrı yaratabileceğini düşünürler. Ve onlar;

"Neviler için birer evvel baba lazımdır... Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei (başlangıcı) en başta bir babada kesildiği gibi, nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir."

görüşünü kabul ederler.

6 İnsanla maymun arasındaki genetik benzerlik %98 midir?

Evrimciler tarafından, insanla maymun arasındaki genetik benzerliğin %98 olduğu iddia edilmekte ve dolayısıyla maymunla insan arasında evrim bakımından bu yönüyle ilişki kurulmaya çalışılmaktadır. Bu, iddianın bilimsel dayanağı yoktur. İnsan ve maymun genlerinin %98 birbirine benzediği iddiası, yıllar önce evrimciler tarafından üretilmiştir ve devamlı olarak bir slogan gibi kullanılmaktadır. İnsanda ve şempanzede bulunan 30-40 civarındaki temel proteindeki aminoasit dizilimlerinin ayniliği, bu benzerlik iddiasına delil olarak ileri sürülmektedir.

İnsanda yaklaşık 100.000 protein vardır. Bunların içerisinde 40 tanesinin benzer olması, insanla maymunun %98 benzer olduğunu göstermez. Böyle bir yaklaşım, bilimsel olmaktan çok, propaganda amaçlıdır. Kaldı ki, bu 40 proteinin DNA benzerliği konusu da tartışmalıdır.

Bu benzerlik iddia edildiği gibi %98 bile olsa, bu iki canlı grubu arasında evrimsel bir ilişki kurulamaz. Çünkü, türler çok hususi genetik şifrelere sahiptir.

Temel proteinler, bütün canlılarda ortak hayati moleküllerdir. Dolayısıyla bu yapılar bakımından canlılar arasında benzerlikler fazladır. Çünkü bütün canlılar, aynı moleküllerden oluşmaktadır. Bu bakımdan genetik yapı temellerinin de benzemesi  gayet normaldir. Temel yapıların benzerliği,  evrimin değil, bütün varlıkların ustasının aynı olduğunun ve hepsinin aynı plan üzerine yaratılmış olmalarının delilidir. Nitekim, nematod solucanları ile insan DNA'ları arasında %75'lik bir benzerlik vardır(1).

Bu demek değildir ki, solucanla insan arasında benzerlik %75’tir. İki canlı türündeki genetik yapı farklılığı %1 bile olsa, bu fark, o iki canlı türünün tamamıyla farklı özelliklere sahip olması manasına gelmektedir. Burada göz önünde tutulması gereken önemli bir husus, canlı vücutlarında bulunan bir genin, birden fazla özellik üzerinde etkili olmasıdır. Bir başka deyişle, bir özellik birden fazla gen tarafından kontrol edilmektedir(2).

İnsana benzerliği olan canlılar sadece maymunlar da değildir.  Anatomik yapısı itibariyle maymun, zeka itibariyle at, konuşma yönüyle papağan, sanat yönüyle bal arısı, sosyal yaşayış itibariyle karıncalar, yavrularına gösterdiği şefkat yönü itibariyle penguenler, insana diğer canlılardan daha yakındır. Kaldı ki, insanı diğer canlılardan ayıran sadece anatomik yapı ya da birkaç özellik değildir. İnsanın muhakeme etmesi, akletmesi, vicdan sahibi olması, yargıda bulunması, hayali, hafızası, muhabbeti, konuşması, düşünmesi ve inanç sahibi olması en önde gelen vasıflarıdır.

Değerlendirme

İnsanla maymun arasında iki kromozom yapısı bakımından benzerlik olduğunu ileri süren kimsenin, yaratılışı savunanlardan ne öğrenmek istediğini anlamış değiliz. Bazı kromozomların kısmi benzerliklerinin onun iddia ettiği gibi olduğu farz edilse bile, bu neyi gösterecektir?

- Varlıkların tesadüfen ve gelişigüzel ortaya çıktığını mı?
- Bütün canlıların silsile halinde tesadüfen birbirinden meydana geldiğini mi?
- Bütün görünen varlıkların plansız gelişi güzel ve karmakarışıklığın bir sonucu olduğunu mu?

Yaratılışı savunanların belirttiği şudur:

- Eşya vardır ve sanatlıdır.
- Gelişigüzel değil, planlı ve programlı ortaya çıkmaktadır.
- Bu meydana gelişte bir değil, pek çok gaye ve hikmet gözetilmiştir.

-  Bütün bu varlıkları, her şeye gücü yeten, bir atomu hangi kolaylıkla yaratıyorsa, bütün kainattaki varlıkları da aynı kolaylıkla yaratan bir yaratıcının varlığını kabul etmek gerekir. Böyle bir yaratıcı, istediğini istediği tarzda yaratır. İsterse ve hikmeti gerekli görürse, itten atı, attan iti de yaratır.

 Ancak, yaratılışa inananların, tesadüfçü ve tabiatperestlerden, yani eşyanın varlığını tabiata ve tesadüfe havale edenlerden sorduğu şudur:

“Siz canlıların birbirinden silsile halinde, ilk canlının da tek hücreden gelişigüzel ortaya çıktığını iddia ediyorsunuz. Fakat, bu iddialarınızı doğrulayacak deliliniz elde yok. Kaldı ki, günümüzdeki her  bir tür, hatta her bir fert tek hücreden meydana gelmiyor mu?"

Ortaya konacak bazı benzerlikler, milyonlarca türün tesadüfen birbirinden meydana geldiği genellemesini yapmak için, bilim bakımından hiç yeterli değildir. Ama ideolojik bakılır, bir yaratıcı kabul etmemek için tabiata ilahlık görevi yüklenirse, o noktada söylenecek çok fazla bir şey yoktur.

Mesela bu soruyu soran zat her halde bunu düşünecek ve şöyle diyecektir:

“Beni tek hücreden yaratan yaratmış, bir hücreden gözümü takıp, kulağımı yerleştirmiş. O tek hücreden kalbimi ve böbreklerimi yapmış ve bana güzel bir insan suretini vermiş. Benim dünyaya gelmemi sağlamış. Beni o kadar sevmiş ki, dünyaya geldiğim gibi kendi halime bırakmamış. Eğer öyle olsaydı, ben halen bebek şeklinde olurdum. Devamlı vücudumu yenileyip yetişkin bir insan olarak beni besleyip büyütmüş. Hem öyle büyütmüş ki, bütün iç ve dış organlarım hep birbiriyle orantılı olmuş. Yoksa, kolumun biri ya da ayağımın veya gözümün biri, o dünyaya geldiğim ilk halinde kalsa idi, benim için ne kadar sıkıntılı olurdu."

  "Benim yaratıcım, elementlerde olmayan hayatı bana vermiş. Bu hayatımı akıl, hayal, hafıza, muhabbet, sevgi, şefkat duygularıyla bezetmiş. Bütün dünya nimetlerini benim önüme sermiş ve bana onlardan faydalanabilecek iştahlı bir mide vermiş."

"Beni böyle yaratan ve seven acaba benden ne istiyor? Bütün bu nimetlerine karşı nasıl teşekkür edebilirim?"

"Benim İlahım, benim ebede uzanan isteklerimi, bütün sevdiklerimle ebedî olarak beraber olma ve ebedî yaşama arzumu yerine getirecek mi? Onu bilmek isterdim.” diyecektir ve devam edecektir:

“Beni tek hücreden bu hale getiren ve her an benim trilyonlarca hücremi yenileyen ve tekrar yaratan bir Yaratıcı, elbette istediğini istediği şekilde yaratır.”

İlave bilgiler için tıklayınız:

İslam alimlerinin evrim görüşü nasıldır?

Varlıkların yaratılması evrimle açıklanabilir mi?

Dipnotlar:

1. Karen Hopkin, "The Greatest Apes", New Scientist, 15 Mayıs 1999, s. 27.
2. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Burnett Books Ltd., London, 1985, s. 145.

7 İnsanlık medeniyetle mi, yoksa vahşetle mi başladı?

Çoğumuzun zihnini kurcalar: İlk insanlar ne idi, vahşi mi, medeni mi? Bu mesele üzerine kafamıza girmiş olan fikirleri ciddi şekilde tetkikten geçirecek olsak, onları pek karışık ve hatta birbirine zıt buluruz. Biz burada, teferruata girmeden bu konudaki fikirlerin başlıcalarını ve kaynaklarını belirtmeye çalışacağız.

İnsanlığın başlangıcı hakkında hâlen üç görüş yaygındır(*):

1. Evrimci görüş,
2. İslami görüş,
3. İlmi görüş.

1. Batı Kaynaklı Evrimci Görüş

Buna göre, insanların atası maymundur. Maymun kılını atarak insan olmuştur. Maymunluktan sonra teşekkül eden ilk insan cemiyeti (bazılarına göre cemiyetleri), korkunç bir vahşet devri geçirmiştir. El yordamıyla ilerleyen bu ilk vahşiler, bir kısım tesadüflerin de yardımıyla bazı teknikleri elde etmişlerdir. Söz gelişi, kuru odunları birbirine sürterek ateşi bulurlar. Bir orman yangınında telef olan hayvanla pişirmeyi, ocağın yanında yanarak sertleşmiş olan çamurla da seramiği keşfederler vs. Bu şekilde, gittikçe ilerleyen insanlık, en üst seviyeye Batı'da ulaşmıştır. Batı medeniyeti insanlığın en yüce, en üstün medeniyetidir. Bütün insanlık onu benimsemek zorundadır. Onun dışında kalan sistemlere "medeniyet" denemez. Çin, Hint, İslam medeniyetleri, bu sebeple barbarlıktır, vahşettir, geriliktir. "Medenileşmek" isteyen her fert, her cemiyet onu benimsemeye mecburdur, mahkumdur vs.

2. İslamî Görüş

Kur'an-ı Kerim tarafından ortaya konan bu görüşe göre, ilk insan Hz. Âdem (as)'dir ve bir peygamberdir. Hz. Âdem , peygamber olması hasebiyle, vahye mazhardır ve kendisine kitap gelmiştir. Bu kitapta insanlar için zaruri ve gerekli olan bilgiler vardır.

Gerekli bilgilerden maksat sadece dini olanlar değildir. Maddi hayatla ilgili olanlar da buna dahildir Nitekim, bazı rivayetler, Hz. Âdem 'in cennetten, beraberinde, insan hayatının devamı ve teknolojinin gelişmesi için şart olan teknik teçhizatı da getirdiğini belirtir: Örs, kerpeten, çekiç, iğne, gürz bunlardandır. (Razi, Tefsir, 29/241-243; İbn Kesir, 6/566)

Dinimiz bu temel görüşe ilaveten, hiç bir devirde insanların başı boş bırakılmadığını, her kavme mutlaka Peygamber gönderildiğini de haber verir. Kur'an-ı Kerim, geçmiş kavimlerden Allah'ın emirlerine uyanların güçlü medeniyetler kurduğunu, azanların ilahi cezalara maruz kalarak yıkılıp gittiklerini ve yeryüzünde isimlerinin bile unutulduğunu tekrar tekrar ifade eder.

Bu söylenen görüşler, insanların düşüncelerine, derin etkilerde bulunmuştur. Bir kaç tanesini belirtelim:

- Avrupa medeniyetinin en üstün, en son medeniyet olduğu görüşü, Avrupalılara, bir egoizm vermiştir. Bu bencillik, askeri ve ekonomik üstünlüğü elinde tutan Batılıların, tarihte görülmeyen vahşi metotlarla sömürgeleştirdikleri kavimleri "medenileştirme" adına imha etmelerine sebep olmuştur. Keşfedildiği asırda milyonlarla Kızılderilinin yaşadığı Amerika'da bugün o ırk sönmüştür. Okyanus adalarında ve Afrika'da yaşayan "medenileşmeyecek yaratılışta" olduğuna hükmedilen vahşiler (!) (yerli, iptidai, barbar, şarklı kelimeleri de aynı manada kullanılır) günümüzde bile aynı telakkinin kurbanları olmaya devam ediyorlar.

- Bilhassa XIX. asırla XX. asrın ilk çeyreğinde hemen hemen bütün dünya "aydın"larını yönlendirmiş olan Batı menşeli görüş, Batı dışında kalan milletleri "medenileşmek için Batılılaşmak" kompleksine iterek, maddi ve manevi büyük yıkımlara sebep olmuştur. Bunun en güzel örneği Türkiye'mizdir. Bu maksatla yapılan bütün çalışmalar -herhangi bir müspet ve yapıcı hizmet sunmaksızın- korkunç bir anarşide karar kılmıştır.

- Peygamberlerin teknikte de örnek oldukları, insanlık tarihinde kaydedilen teknik merhalelerin peygamberler sayesinde gerçekleştirilmiş bulunduğu prensip olarak benimsenmeyince, geçmişle ilgili durumlar sağlıklı bir şekilde izah edilememiştir. Eski devirlerden günümüze intikal eden harika eserler var. Bunlar o kadar harika ki, yukarıda açıklanan Batılı anlayış gereğince vahşi addedilen eski insanların eliyle yapılmış olması mümkün değildir. Mesela Piri Reis'in çizdiği dünya haritası, bu zihniyete sahip bir Batılıya göre, "Fezadan gelen devlerin çizdiği, asıllarının kopyasının kopyasının kopyasıdır." Çünkü Piri Reis Batılı değildir, şu hâlde barbardır, vahşidir ve dolayısıyla böyle mükemmel bir eser vermesi mümkün değildir.

Bu zihniyet, Batı menşeli olmayan bütün tarihi eserleri böyle izah edecektir. Aynı yazar, Peru'da, kuru çamurun içinde bulunmuş olan ve fevkalade mükemmelliği belirtilen bir takvimle alakalı olarak da şu açıklamayı yapar: 

"Bu mükemmellikde onu tasarlayan, ortaya koyan ve kullananların bizden üstün bir uygarlık (medeniyet) seviyesine ulaşmış olduğunu ispatlamaktadır. KENDİMİZE OLAN SONSUZ GÜVENİMİZ BU İSBATI NASIL KABUL EDECEK BİLMİYORUM."

Keza, bir heykel üzerindeki şekillerde okunan bir kısım astronomik bilgilerle alakalı olarak da şu yorum ileri sürülür: 

"Bu astronomi bilgisini, yapı sanatında bile pek geri olan iptidai insanlar mı bir araya getirmişti, yoksa bu bilgi dünya dışı bir kaynaktan mı gelmiştir?"

Kendi dışında kalan insanlığı vahşete mahkum eden Batı zihniyeti, geçmiş devletlerden intikal eden, izahı imkansız(!) pek çok ilmi ve teknik harikaları saydıktan sonra, bunları izah sadedinde, şu safsataya düşer: 

"Bizden önce yüksek bir kültürün ya da eşit seviyede bir teknolojinin varlığını kabul edemeyeceğimize göre, bir tek nazariye kalıyor: Uzaydan (fezadan) bir ziyaretçi..."

Kur'an-ı Kerim'in verdiği bir espri ile bakınca, böylesi harika eserlerin, insani olduğu, ancak İlahi vahye mazhar peygamberlerin irşadına dayandığı kabul edilir. Zira Kur'an-ı Kerim, insanlığın geçmişini vahşet ve cehalete mahkûm etmez. Aksine, bir kısım eski milletlerden bahsederken, onların "kuvvetçe daha ileri", "mal ve evlatça daha çok" olduklarını ve "yeryüzünde daha çok, daha sağlam eserler bıraktıkları"nı belirtir. (Şu ayetler görülebilir: Tevbe, 69; Fatır, 44; Muhammed, 12; Mü'min, 21, 82; Kasas, 76-78).

Terakkiyi inkâr mı? 

Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden (Hz. Peygamberin sözlerinden) esasını alan İslam telakkisi, insanlığın gitgide terakki ettiğini inkar etmez. "İlk cemiyet medenidir" derken, bugünkü manada içtimai ve teknik teçhizata sahiptir demek istemez. Onlar duyulan ihtiyaç nispetinde teknik ve kültürel teçhizata sahiptir. Kanunu ve kaideleri ilk cemiyetin sadeliği nispetinde basit ve mahduttur. Nüfus artıp, içtimai tansiyon (sosyal gerilim) kesafet kazandıkça, gerek teknik ve gerekse kanun ve kaideler yönüyle zenginleşmeye, gelişmeye ihtiyaç duyulmuştur.

Bu ihtiyaç da birbirini takip eden peygamberlerle karşılanmıştır. Peygamberler sadece dini ve içtimai kaideler getirmekle kalmamış, maddi problemlerin hâllinde de önder olmuşlardır. Nitekim kumaştan yapılan elbiseye Hz. İdris, demirciliğin -ve burada zırhın- gelişmesine Hz. Davud, tıbba Hz. Lokman, gemiciliğe Hz. Nuh, saatçiliğe Hz. Yusuf öncülük etmiştir. Bu teknikler, bugünkü "medenilik"in gelişmesinde küçümsenmesi mümkün olmayan sıçrama ve dönüm noktalarını teşkil eder.

3. İlmi Görüş

Batılı görüşün, ilmi temelden mahrum ve tamamen hissi ve bencil hesaplara dayandığı, bizzat Batılılar tarafından ifade edilmeye başlanmıştır. Bilhassa etnoloji ilmi gelişip, yeryüzünün her tarafında yaşayan insanların dilleri, inançları, efsaneleri, ahlak anlayışı ve örfleri öğrenildikten sonra, insanlığın geçmişi hakkında ileri sürülen bu tekamülcü nazariyeler (teoriler) iyice itibardan düşmüştür. Çünkü binlerce yıldır birbirleriyle hiçbir temasta bulunmamış olan Avustralya, Afrika, Amerika, Okyanus adaları ve kutuplarda yaşayan iptidai denen kavimlerin dillerinde, inançlarında, kültür ve tekniklerinde kuvvetli benzerlikler görülmüştür. Bu benzerlikler, insanların tek bir kaynaktan çoğaldıklarını, oldukça ileri müşterek bir medeniyet seviyesine ulaştıktan sonra yeryüzünde dağıldıkları fikrini ilham etmiştir.

Bu fikir, asrımızda, her geçen gün kuvvet kazanmaktadır.

Bu noktada da kalmayan sağ duyu sahibi bir kısım Batılı alimler, "vahşi" ve "medeni" gibi değerlendirmelerin tamamen izafi hükümler olduğunu belirtirler. Onlara göre, yeryüzünde mevcut insan cemaatleri mutlaka bir kısım içtimai değerlere ve bazı teknik malzemelere sahiptir. Alet kullanmayan ve kaideye uymayan hiçbir cemaat mevcut değildir. Her cemaatin kendi dışındakini hor görüp tahkir edici isimler taktığı, "iptidai" denen insanların da medeni Batılılara "vahşi" nazarıyla baktığı görülmüştür. Bu durumları değerlendiren Batılı bir meşhur, batılıların anlamış olduğu şekilde bir vahşetin insanlar arasında hiçbir devirde mevcut olmadığını belirttikten sonra, sözünü şöyle noktalar: "Asıl vahşi, vahşetin varlığına inanan kimsedir."

Birlikten çokluk; medeniyetten vahşet nasıl çıktı?

Kuran-ı Kerim'de belirtilen, başlangıçtaki medeni olan tek insan cemiyetinden çeşitli ırkların, dillerin nasıl çıktığı, bir kısım iptidai grupların nasıl teşekkül ettiği merak konusudur. Bu mesele henüz ilmen kesin hatlarıyla tam olarak izah edilmiş değildir. Ancak oldukça tatminkâr açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan birini aşağıda sunmaya çalışacağız.

Prof. Gish, "Fosiller ve Evrim" adıyla tercüme edilen kitabında; ilk insanların topluluk halinde yaşadıklarını belirtir. Zamanla mevcut kaynakların artan nüfus karşısında yetersiz duruma gelmesiyle, bu topluluk fertlerinin de küçük gruplar hâlinde yeryüzüne dağıldıklarına işaret eder. Farklı ülkelere giden ve birbirinden iyice koparak aralarındaki irtibat kesilen bu grupların çoğalmaları da yine kendi içlerinde olmaya başlamıştır. Önceleri aynı yerde bulunmuş olan gruplar, daha sonra bu bütünün üyeleri olarak çoğalmaya devam etmişlerdir. Bu grupların her birisinde yüksek oranda melez meydana gelerek gruplar arasındaki fertlerin genetik yapılarında farklılık ortaya çıkmıştır. Neticede bu gruplar çeşitli kabile ve ırkları hasıl etmiştir.

Topluluğun orijinal merkezinden ayrılan bu küçük grupların bir kısmı, önceden sahip oldukları bilgi ve sanatlarını devam ettirirken, bazıları bunları kaybetmiştir. Bu kaybetme muhtemelen bazı faktörlerin tesiriyle olmuştur. Mesela, önceleri yağmacı akınlara karşı arazilerini müdafaa için silah yapma ihtiyacı duyan gruplar, toplumdan ayrılarak geniş ve boş sahalara yayılınca, bu ihtiyacı hissetmez oldular. Böylece silah yapımı terkedilmiş, toplanan az bir besin gruba kâfi geldiğinden bazı kabilelerde önceki ziraat işleri de bırakılmıştır. Bu devrede her grup kendi içine kapanık yaşadığından, sanatlar komşu gruplar arasında karşılıklı değişmeden mahrum kalıyordu. Sonuçta "ilerleme" olarak ifade edebileceğimiz hususlar bazı kabilelerde gecikmiş, hatta çok iptidai bir seviyeye doğru dejenere olup bozulmuştur.

Bir merkezden yayılmış olan insanlardan bir kısmının ilerlerken bazılarının yerinde saydığına ve hatta gerilediğine dikkati çeken Gish şöyle der:

"Avrupa ve Asya'ya yayılan kalabalık topluluklarda medeniyet hızlı bir şekilde gelişirken, Amerika ve Avustralya ile Güney Afrika'da dağınık hâlde yaşayan gruplar, eskiden sahip oldukları medeniyeti de yavaş yavaş terk ettiler. Neticede günümüzdeki ilkel topluluklar hâline geldiler."

"İnsanlara ait sanat eserlerinin her tarafta bulunuşu, ilk insanların bu şekilde dağınık olarak yaşadıklarına işaret eder. Geçmişteki topluluklar oldukça ileri seviyede silah ve aletler yapabiliyorlardı. Ayrıca bunlar, inanç sahibi idiler. Ölülerini çiçekler ve çeşitli maddelerle birlikte gömmeleri bunların dindar topluluklar olduğunu ve ahirete inandıklarını gösterir."

İlmi verilere dayanarak yapılan bu açıklamanın Kur'anî görüşe ne kadar uyduğu nazar-ı dikkatten kaçmamaktadır. Zira Kur'an'da gelen açıklamalara göre de insanlığın ilerlemesi, terakkisi devamlı olmamış. Bunu bir kısım zikzaklar ve kesintiler takip etmiştir. Bu neticeye yine o cemiyetlerin kendileri sebep olmuştur. Teknik yönden ilerleyip maddi bakımdan güçlenen toplumların, zaman zaman ilahi irşattan ayrılmaları gerilemelerine yol açmıştır. Çeşitli sapıklık ve ahlaksızlıklara düşmüş bu tip kavimlerin cezalandırılarak ellerindeki nimetlerin alındığı Kur'an-ı Kerim'de bildirilir. Bunların bir kısmı toptan helak edilmiş, bir kısmı da büyük maddi musibetlere, belalara maruz bırakılmıştır.

Geçmiş milletlerden bazılarının "kuvvetçe daha ileri", "mal ve evlatça daha çok" oldukları nazara verilir (Tevbe, 9/69; Fatır, 35/44; Muhammed, 47/13). "Yeryüzünde daha çok ve daha sağlam eserler bıraktıkları" ifade edilir (Mü'min, 40/21, 82). Kasas suresinin 76. ayetinde Karun'a "Anahtarlarını güçlü bir topluluğun" zor taşıyacağı kadar çok mal verildiğinden bahsedilir. Hatta, "Allah'ın önceleri ondan (Karun) daha güçlü ve topladığı şey daha fazla olan nice nesilleri helak ettiği"ne dikkat çekilir (Kasas, 28/76-78).

Rum suresinde de geçmişteki medeni kavimlerden söz edilir:

"Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler, yeryüzünü kazıp alt-üst ederek onlardan çok imar etmiş kimseydiler. Ve onlara bürhanlarla peygamberler gelmişti. Böylece onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlardı. Sonra Allah'ın ayetlerini yalan sayıp onları alaya alarak kötülük yapanların sonu pek kötü oldu." (Rum, 30/9-10).

Bütün bu bilgilerin ışığında, şimdi insanlığın başlangıcını, geçmişini, vahşi kabul etmek mümkün mü? (**).

Dipnotlar:

(*) Bu taksimin yanlış anlaşılmaması için şunu belirtmek isteriz: İslami görüş doğrudan nassa, âyet ve hadîste gelen açıklamalara dayanır, bunu öbürleri ile karıştırmamak gerekir. 

Evrimci görüş, daha çok modern çağda mevcut ibtidai kavimlerde rastlanan bazı müessese ve an'anenin ifratkar bir kıyasla ilk insanlara teşmiline ve bu prensipten geliştirilen spekülasyona dayanır. İlmi görüş ise, dünyanın her tarafında yaşayan farklı cemiyetlerin sunduğu benzer kültürel unsurların, yani objektif verilerin yorumuna dayanır. Bu sonuncu spekülatif sayılmaz.

(**) Daha fazla bilgi için bk. Cânan, İ.; Peygamberimizin Hadislerinde Medeniyet, Kültür ve Teknik, Cihan Yayınları, İstanbul 1984.

8 Birçok bilim adamı evrim teorisini kabul ettiğine göre, bunun bir gerçekliği olamaz mı?

Çoğu insan bir bilim adamından duyduğu her şeyi, mutlak doğru sanır. Bu bilim adamının birtakım felsefi ya da ideolojik ön yargılara kapılmış olabileceğinden endişe etmez. Oysa bilim adamlarının bir bölümü, sahip oldukları bazı ön yargıları ya da bağlı oldukları felsefi görüşleri, bilimsel bir görünüm altında topluma empoze ederler. Örneğin, tesadüflerin karmaşa ve düzensizlikten başka bir şey oluşturamadığını gözleriyle gördükleri halde, evrendeki ve canlılardaki tasarım, plan ve düzenin tesadüfler sonucu ortaya çıktığını savunurlar.

Söz gelimi bu tür bir biyolog, canlılığın yapıtaşı olan bir protein molekülünde inanılmaz bir düzen olduğunu ve bu düzenin tesadüflerle oluşma olasılığının bulunmadığını rahatlıkla anlar. Ama buna rağmen, proteinin, milyarlarca yıl önce ilkel dünya şartlarında rastlantılar sonucu meydana geldiğini iddia eder. Bununla da kalmaz, yalnızca bir değil, milyonlarca proteinin tesadüflerle oluşup, sonra inanılmaz bir plan ve düzen içinde biraraya gelerek ilk canlı hücreyi oluşturduklarını da çekinmeden iddiasına ekler ve bunu ısrarla savunur. Bahsettiğimiz kişi "evrimci" bir bilim adamıdır.

Oysa aynı bilim adamı, boş bir arazide yürürken üst üste dizilmiş üç tuğla görse, bunların tesadüfen meydana gelip, sonra yine tesadüfen üst üste dizildiklerine asla ihtimal vermez. Hatta böyle bir şey iddia eden kimsenin aklından kuşkulanır.

Peki, sıradan olayları normal değerlendirebilen bu insanlar, konu kendilerinin nasıl var olduğu sorusunu araştırmaya gelince, nasıl olup da bu denli akıl dışı bir tutum sergilerler?

Elbette, bu davranışın bilim adına olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü bilimsel düşünceye göre, eğer bir olayın iki muhtemel nedeni varsa, her iki ihtimal üzerinde de düşünmek gerekir. Eğer iki ihtimalden birisi diğerinden çok daha düşükse, örneğin yüzde bir ise, bu durumda akılcı ve bilimsel olan hiç kuşkusuz ki yüzde doksan dokuz olan diğer ihtimal üzerinde yoğunlaşmaktır.

Bu bilimsel ölçüyü akılda tutarak düşünelim. Canlıların bu dünya üzerinde nasıl ortaya çıktığı konusunda öne sürülen iki görüş vardır. Birincisi, tüm canlıları, şu an sahip oldukları kompleks yapılarıyla Allah'ın yarattığıdır. İkincisi ise, canlılığın bilinçsiz tesadüfler sonucunda meydana geldiğidir. Bu ikincisi, evrim teorisinin iddiasıdır.

Bilimsel verilere, örneğin moleküler biyolojiye baktığımızda ise, tek bir canlı hücrenin, hatta onda bulunan milyonlarca proteinden tek bir tanesinin bile, evrimin savunduğu şekilde tesadüfler sonucu oluşmasına ihtimal olmadığını görürüz. İlerleyen bölümlerimizde de ele alacağımız gibi, olasılık hesapları bu gerçeği açık ve net olarak ortaya koymaktadır. Bu durumda, canlıların ortaya çıkışı hakkında öne sürülen evrimci görüşün doğru olma ihtimali "sıfır"dır.

O halde, birinci görüşün doğru olma ihtimali "yüzde yüz"dür. Yani, canlılık bilinçli bir biçimde var edilmiştir. Diğer bir deyişle "yaratılmış"tır. Tüm canlı varlıklar, üstün bir güç, bilgi ve akıl sahibi olan Allah'ın yaratmasıyla var olmuşlardır. Bu gerçek yalnızca bir inanç biçimi değil, akıl ve bilimin vardığı ortak sonuçtur.

Elbette bu gerçek karşısında, evrimci bir bilim adamının bu iddiasından bütünüyle vazgeçmesi, açık ve ispatlanmış gerçeğe teslim olması gereklidir. Aksine bir davranış, kendisinin "bilim adamı" olmaktan çok, bilimi felsefesine, ideolojisine ve dogmatik inançlarına alet eden bir kişi olduğunu gösterecektir.

Oysa bütün bunlara rağmen söz konusu evrimci "bilim adamı"nın, gerçeklerle yüzleştiği her durumda, öfkesi, inadı ve önyargıları bir kat daha artar. Onun bu tutumu tek bir kelimeyle açıklanabilir: "İnanç" ... Ama batıl bir inanç. Zira, gerçeklerle karşı karşıya geldiği halde, bunlara gözünü kapayıp, hayalinde kurduğu akıl dışı bir senaryoya ömür boyu bağlanmanın başka bir açıklaması olamaz.

Bilim adamlarını evrimci ve materyalist olmaya zorlayan mekanizmalar da vardır. Batılı ülkelerde bir bilim adamının yükselebilmesi, doçent, profesör gibi ünvanlara ulaşabilmesi, bilimsel dergilerde yazılarını yayınlatabilmesi için bazı standartlara uyması gerekir. Evrim teorisini kayıtsız şartsız kabul etmek, bir numaralı standarttır. Bu sistem, söz konusu bilim adamlarını bütün bilimsel kariyerlerini dogmatik bir inanç uğruna harcamaya kadar götürür. Amerikalı moleküler biyolog Jonathan Wells, 2000 yılında yayınlanan Icons of Evolution adlı kitabında bu zorlayıcı mekanizmalardan şöyle söz eder:

Dogmatik Darwinistler işe, kanıtlar hakkında dar bir yorum empoze ederek ve bunu bilim yapmanın tek yolu olarak göstererek başlarlar. Bunun ardından eleştiri getirenler bilimsel olmamakla damgalanır; yazdıkları makaleleler, yönetim kurullarına dogmatik (evrimci)lerin hakim olduğu önde gelen bilim dergileri tarafından reddedilir, kendilerine gelen bilimsel projeleri "ön yorum" için dogmatik evrimcilere yollayan devlet kurumları ise (evrim teorisine) eleştiri getirenlere fon sağlamazlar; ve sonuçta evrimi eleştirenler bilimsel camiadan tamamen dışlanır. Bu süreç içinde, Darwinist bakış açısı aleyhinde deliller yok edilir, güçlüler karşısındaki şahitlerin susturulması gibi. Ya da deliller özelleşmiş teknik bilim dergilerinin içine gömülür, öyleki bunları buradan ancak kararlı bir araştırmacı bulup çıkarabilir. Eleştiri getirenler susturulduktan ve karşı deliller gömüldükten sonra, artık dogmatik evrimciler teorileri hakkında bilimsel bir tartışma bulunmadığını ve aleyhinde de bir delil olmadığını ilan ederler.

İşte sık sık duyabileceğiniz "Evrim, bilim dünyasında kabul görmeye devam ediyor." hikayesinin ardındaki gerçek budur. Evrim, bilimsel bir değeri olduğu için değil, ideolojik bir zorunluluk olduğu için ayakta tutulmakta ve bu durumun farkında olan bilim adamlarının da sadece bir kısmı "kral çıplak" demeyi göze almaktadır.

İnsan kendisini bu büyüden kurtarır; açık, önyargısız ve özgür bir biçimde düşünürse, apaçık olan gerçeği görür. Modern bilimin de her yönden gözler önüne serdiği bu kaçınılmaz gerçek, canlıların bir tesadüfler zinciri sonucunda değil, üstün bir yaratılış sonucunda var olduklarıdır. İnsanoğlu sadece kendisinin nasıl var olduğunu, bir damla sudan nasıl oluştuğunu düşünse ya da herhangi bir canlının mükemmel özelliklerini incelese bile, bu yaratılış gerçeğini kolaylıkla görebilir.

Yukarıda da belirtildiği gibi, evrimci bilim adamları, aslında evrim teorisinin bilimin hiçbir ilgili dalı tarafından ispatlanamadığının ve tutarsız bir iddia olduğunun farkındadırlar. Ancak inandıkları ideoloji uğruna bu teoriyi savunmaktadırlar. Bu bölümde evrimcilerin evrim teorisinin genel olarak geçersizliği ile ilgili itiraflarına yer verilecektir.

Pierre Paul Grassé (Fransız Bilimler Akademisi Eski Başkanı, Evolution of Living Organisms (Canlı Organizmaların Evrimi) isimli kitabın yazarı):

"Bugün, bizim görevimiz, bizden daha önce baş gösteren ve basit, anlaşılır ve açıklanmış bir olgu olarak kabul edilen evrim mitolojisini yıkmaktır. Hile (aldatma) bazen bilinçsiz olur, ama her zaman değil, çünkü bazı insanlar, tarafgirlikleri nedeniyle, amaçlı olarak gerçeği görmezden gelirler ve inançlarının yetersizliğini ve yanlışlığını kabul etmeyi reddederler."1

Rastgele mutasyonların, tüm canlılık aleminin ihtiyaçlarını karşılamış olmasının imkansızlığını anlattıktan sonra Grassé şöyle diyor:

Hayal kurmaya karşı bir yasa yok, ama bilim buna dahil edilmemelidir.2

Prof. Derek Ager: 

"Öğrenci iken öğrendiğim bütün evrim hikayelerinin bugün doğru olmadıklarının anlaşılması oldukça önemli."3

Dr. Robert Milikan (Nobel ödüllü, ünlü bir evrimci):

"Şu çok acıklı: Biz bilim adamları şu ana kadar hiçbir bilim adamının kanıtlayamadığı evrimi kanıtlamaya çalışıyoruz."4

Dr. Lewis Thomas:

"Biyolojinin, evrimde yönlendirici güç için 'hata' sözcüğünden başka bir sözcüğe ihtiyacı var. Tesadüf doktrini ile uzlaşmam mümkün değil. Doğadaki amaçsızlık ve kör tesadüfler kavramına tahammül edemiyorum. Ve bununla beraber zihnimi sakinleştirmek için bunun yerine ne koyabileceğimi hala bilmiyorum."5

Jerry Coyne (Chicago Üniversitesi Evrim ve Ekoloji Bölümü'nden):

"Neo-Darwinist görüş için çok az delil olduğunu söylemeliyiz: Bu görüşün teorik temelleri ve deneysel delilleri oldukça zayıftır."6

H. S. Lipson:

"Eğer canlılık atomların, doğa güçlerinin ve radyasyonun karşılıklı etkileşimleri sonucunda oluşmamışsa nasıl oluşmuştur?.. Sanırım tek kabul edilebilir açıklamanın yaratılış olduğunu kabul etmeliyiz. Bundan ne kendim ne de fizikçiler hoşlanmamaktadır. Ancak eğer bir teoriyi bilimsel deliller destekliyorsa, o teoriyi sırf hoşlanmadığımız için reddedemeyiz. Aslında evrim bir anlamda bilimsel bir din haline geldi; hemen hemen bütün bilim adamları bunu kabul etti ve birçoğu onunla uyumlu olması için gözlemlerini eğip bükmeye hazırlandılar."

"Evrim teorisinin yaşayan canlıların tüm özelliklerini sayabilme yeteneği beni daima teoriden kuşkulanmaya itmiştir (Örneğin zürafanın uzun boynu). Bu nedenle son otuz yıllık biyolojik araştırmaların Darwin'in teorisine uygun olup olmadığına baktım. Uygun olduğunu düşünmüyorum. Bana göre teori ayakta bile duramamaktadır."7

Gregory Alan Pesely:

"Ayrıca bilim adamlarının temel prensibi "gereksiz söz tekrarı" olan bir kanundan memnun kalmaları utanılacak bir şeydir. Bu problem ile ilgili başarılı bir çözüme kavuşulmadıkça doğal seleksiyon teorisi asla ciddi bir bilim olamaz."8

Dr. Colin Patterson (İngiltere Doğa Tarihi Müzesi yöneticilerinden, evrimci paleontolog. Doğa Tarihi Müzesi Gazetesi'nin editörü, Evolution kitabının yazarı):

"Bu anti-evrimci bakış açısını almaya başlamamın nedenlerinden birisi, bu şey üzerinde yirmi yıl çalışıp bu konuda tek bir şey bilmemenin yaptığı etkiydi. Bir kişinin bu kadar uzun bir süre yanlış yönlendirildiğini öğrenmesi onun için oldukça büyük bir şok. Bu yüzden geçen birkaç hafta, çeşitli insanlara ve insan gruplarına basit bir soru sormaya çalıştım. Soru şu: 'Bana evrim hakkında bildiğiniz bir şeyi, doğru olan bir şeyi anlatabilir misiniz?' Bu soruyu Doğa Tarihi Müzesi'ndeki jeoloji grubuna sordum ve aldığım tek cevap sessizlikti. Chicago Üniversitesi'ndeki Evrim Morfoloji Semineri'ndeki (Evolutionary Morphology Seminar) prestij sahibi evrimci üyelerde denedim ve aldığım tek cevap uzun süren bir sessizlikti ve sonunda bir kişi şöyle dedi: "Tek bir şey biliyorum, evrim teorisi liselerde okutulmamalıdır."9

Dr. Albert Fleischman (Zoolog):

"Çöküşte olan Darwin'in teorisi doğa aleminde ispatlanması gereken tek gerçek değildir. Bilimsel araştırmaların bir sonucu değildir, ama kesin olarak hayal gücünün bir ürünüdür."10

W. R. Thompson (Commonwealth Institute of Biological Control - Ottowa'nın başkanı):

"Bilim adamı olmayan kişilerin dikkatini, evrimle ilgili anlaşmazlıkların üzerine çekmek uygun ve doğru olacaktır. Fakat bazı evrimcilerin son görüşleri bunu makul bulmadıklarını gösteriyor. Bilimsel olarak tanımlayamayacakları bir doktrini savunmak için biraraya gelen bilim adamlarının zorlukları elimine ederek ve eleştirileri gizleyerek inançlarını halkın gözünde devam ettirme girişimi bilimsel açıdan anormal ve istenmeyen bir durumdur."11

E. O. Wiley (CUNY, Balık Bilimi (Ichthyology) Bölümü ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi), Norman Macbeth tarafından yazılan Darwin Retried (Yeniden Darwin) adlı kitap hakkındaki düşünceleri:

"Macbeth, evrime yeni bir göz ile bakmamızı, halka ve gerekirse kendimize Darwinizm'in yanlış verilere sahip yapay bir teori olduğunu itiraf etmemizi öneriyor. Sanırım bunlar mükemmel öneriler."12

Roger Lewin (Ünlü evrimci bilim yazarı, New Scientist dergisi eski editörlerinden):

"Zekamızı gösteren anlayışımız, son derece geniş teknolojik imkanlarımız, son derece kompleks olan dilimiz, ahlaki değerlerimiz tüm bunlar galiba doğayla insanları birbirinden ayırmaya yeterli olacaktır.? Evrimciler için bu durum açıklanması gereken bir utançtır."13

Herribert Nillson:

"Evrimi bir deney ile ispat etme girişimlerim kırk seneden fazla sürdü ve başarısızlıkla sonuçlandı. Hiç olmazsa deneyime ön yargılı anti-evrimsel bir başlama noktasından başlamakla suçlanmayacaktım."14

P. Lemoine:

"Evrim teorileri ile araştırma yapmayı seven gençlerimiz kandırıldı. Bütün dünyanın öğrenmeye devam ettiği bir dogma oluşturuldu. Zoologlar ya da botanikçiler yapılan hiçbir açıklamanın yeterli olmadığını saptamıştır?. Bu özetten şu sonuç çıkmaktadır ki, evrimin gerçekleşmiş olması imkansızdır." 15

Norman Macbeth:

"Maalesef evrim alanındaki açıklamaların çoğu iyi değil. Doğrusu bunların açıklama olarak değerlendirilmeleri bile çok zordur. Öneri, önsezi ve boş hayallerdir, hipotez olarak adlandırılmaları bile yanlış olur."16

Prof. Cemal Yıldırım (Yerli evrim savunucularından, felsefe profesörü):

"Hiçbir bilim adamı (Darwinist ya da neo-Darwinist olsun) evrim kuramının ispat edildiği düşüncesini ileri süremez."17

"Doğrudur, evrim kuramı ispat edilememiştir."18

Darwin'in evrim kuramı bugün geçerliliğini koruyorsa, bunun başlıca nedeni yerine geçecek daha doyurucu, alternatif bir kuramın yokluğundandır. Yetersiz de olsa Darwin'in kuramını, başka bir kuram ortaya çıkıncaya kadar korumak zorundayız.19

François Jacob (Hücre Genetiği Profesörü - 1965 Nobel Tıp Ödülü):

"Ama yine de, özellikle evrimin mekanizmalarına ilişkin nihai açıklamaya sahip olmanın uzağındayız... Ayrıca, örneğin kromozomların yapısıyla ilgili şu yakınlarda gerçekleştirilen bazı gözlemlerin de ortaya koyduğu gibi, evrimin temelinde yer alan bütün mekanizmaları bilebilmenin de çok uzağındayız."20

C. D. Darlington:

"Bize insanoğlunun sanatı kademe kademe geliştirdiği ve sonunda tarihin ışığında ortaya çıktığı anlatıldı. Bu "yavaş yavaş" ve "adım adım" gibi insanın beynini uyuşturmak için kullanılan kelimeler sürekli olarak tekrarlandılar. Amaç büyük bir bilgisizliği örtmekti. Biri şu soruyu sormalıydı: "Hangi kademeler?" Ancak bu soruyu soran kişi de verilen yavan cevaplarla uyuşturuldu ve vazgeçti. Çünkü hiç kimse medeniyetin bir anda oluştuğunu düşünmek bile istemiyordu."21

Christopher Wills (San Diego California Üniversitesi'nde biyolog ve evrim dersleri veriyor.) Darwin ve Alfred Russel Wallace'tan söz ederek şöyle diyor:

"Evrim kuramının iki büyük kurucusundan birinin (Wallace) sonunda bu kuramın çoğunu reddetmesi şaşırtıcı."22

Kaynaklar:

1. Pierre Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New York, 1977, s.8.
2. Pierre Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, s.103.
3. Derek Ager, "The Nature of the Fossil Record." Proceedings of the Geological Association, Vol. 87, No:2, 1976, s. 132.
4. SBS Vital Topics, David B. Loughran, Nisan 1996, Stewarton Bible School, Stewarton, Scotland.
5. Lewis Thomas, "On the Uncertainty of Science", Key Reporter, vol.46 (Sonbahar 1980), s.2.
6. H.A. Orr ve Jerry Coyne (1992), "The Genetics of Adaptation: A Reassessment", American Naturalist, 140, 726.
7. H. S. Lipson, "A Physicist Look at Evolution", Physics Bulletin, 31 (1980), s. 138.
8. Gregory Alan Pesely, "The Epistomological Status of Natural Selection", Laval Theologique et Philosophique, vol. 38 (Şubat 1982), s. 74.
9. Dr. Colin Patterson, "Evolution and Creationism", American Museum of Natural History'deki konuşmasından, New York City, 5 Kasım 1981.
10. SBS Vital Topics, David B. Loughran, Nisan 1996, Stewarton Bible School, Stewarton, Scotland,34. Charles Darwin, Origin Of The Species (Türlerin Kökeni) kitabının "Everyman's Library" baskısının Önsöz'ü, 1965.
11. Charles Darwin, Origin Of The Species (Türlerin Kökeni) kitabının "Everyman's Library" baskısının Önsöz'ü, 1965.
12. E.O.Wiley, "Review of Darwin Retried by MacBeth" Systematic Zoology, cilt 24 (Haz.1975), s. 270.
13. Roger Lewin, In the Age of Mankind, Washington D.C.: Smithsonian Books, 1988. s.22.
14. Herribert Nillson, Synthetische Artbildung (lund, İsveç: Verlag CWK Gleerup, 1953), s. 31.
15. Introduction: De (Evolution), Encyclopedie Française, Vol.5 (1937) s.6.
16. Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Boston: Gambit, 1971, s. 147.
17. Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, Bilgi Yayınevi, Ocak 1989, s.56-57.
18. Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, s.134.
19. Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, s.108.
20. François Jacob, Mümkünlerin Oyunu, Kesit Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 50-51.
21. C.D. Darlington, "Origin of Darwinism", Scientific American, Mayıs 1959, s.68.
22. Christopher Wills, Genlerin Bilgeliği, Sarmal Yayınevi, Mart 1997, İstanbul, s.86.

9 Varlıkların yaratılması evrimle açıklanabilir mi?

Hayalen geçmiş zamana doğru uzanalım. Git gide tâ dünyanın lâv hâlinden yeni yeni uzaklaşmaya başladığı, soğumaya yüz tuttuğu devreye varalım. İçi kızgın ateş, dışı ise yavaş yavaş sakinleşmekte olan bu arz küresinin başında durup, bugün şahit olduğumuz eşyanın isimlerini birer birer sayalım. Sözlükteki bütün isimleri burada sıralayacak değiliz. Sadece konuya ışık tutmaya yetecek birkaç kelimeyi hatırlayalım:

El, ayak, kanat, göz, ince bağırsak, pankreas, pençe, gaga, tırnak, dal, kök, yaprak, çam, söğüt, elma...

Bu kelimelerle evrim safsatasına bir bıçak atalım, sonra bunlara yeni kelimeler ekleyelim. Bu gün dünyamızda hayat süren bitki ve hayvan türlerini sayalım birer birer. Her birinin organlarını tek tek hatırlayalım. Ve soralım kendimize:

- Bütün bunlar sonsuz bir ilim ve hikmetten haber vermiyorlar mı?
- Bunların bir ateşin soğumasıyla kendi kendine, zamanla evrim geçirerek meydana geldiklerine nasıl inanılabilir?..

Yine mâziye dönüyoruz. Dünya dayanmış döşenmiş. Boş bir saray gibi, misâfirlerini bekliyor. O an kâinatta olmayıp, bugün iç âlemlerimizi kuşatmış olan manevî hâdiseleri bir bir hayalimizden geçirelim:

Sevgi, korku, merak, endişe, kin, merhamet, zulüm, kurnazlık, saflık, hırs, umursamazlık, şefkât...

- Bütün bunlar, yeryüzündeki canlılara nereden ve nasıl ithal edildiler?
- Sonsuz denecek kadar çok olan bu farklı karakterler, hangi evrimle vücut buldular?

Yaratılış ister ani olsun, ister milyarlarca sene sürsün. İnsan, ister doğrudan yaratılsın ister dolayısıyla. Şu soruların cevabı nasıl verilecek:

- Görmeyen kâinattan gören insanları kim çıkarttı?

- Bilmeyen şu âlemden, bilen meyveleri (insanları) kim süzdü?

- Hissetmeyen, sevmeyen, korkmayan şu saraya, bu hissiyatla donatılmış misafirleri kim getirdi?

- Görmemek nasıl evrim geçirdi de görmek oldu?

- İşitmemek işitmeye, anlamamak anlamaya nasıl inkılap etti?

- Can nedir bilmeyen bu kâinat ağacı, canlı meyveleri nereden elde etti?..

- Akıllara durgunluk veren bu olayları cahil unsurların uzun süre beklemesiyle izah etmek mümkün mü?

Şimdi bir perde daha gerilere gidelim. Kâinatın şu hazır hâle getirilmek üzere ilk hareket noktasına hayalen uzanalım. O noktadan evvel hiçbir mahlûk mevcut değil. Şu sayacağım kelimeleri hayalimizden sıra sıra geçirelim: Su, taş, hava, yıldız, Ay, gezegen, Güneş, demir, azot, krom, nikel, dağ, ova, sema, samanyolu, cazibe, radyoaktif dalgalar, elektrik... Ve daha niceleri.

Bu eşyanın yoktan yaratılışı, sonsuz bir ilim ve kudret sahibine verilmezse nasıl izah edilecektir? Dünkü boş arsada bugün bir köşk görüyorsak hemen soruyoruz: “Bu köşkü kim yaptırdı?" sorusu değil aklımızdan, hayalimizden dahi geçmiyor ki; arsa evrim geçirdi de köşk oldu diyelim. O hâlde, yokluk üzerine halk ve inşa edilen bu kâinat için, bu safsata nasıl ileri sürülebiliyor. Yokluk, evrim geçirdi de varlık mı oldu?

Bütün bunlar bir yana, şu sorunun cevabını arayalım:

- Dünya ile Güneş başlangıçta aynı mahiyette iken, dünya okyanuslarla, ormanlarla, hayvanlarla, insanlarla doldu da beriki neyi bekliyor; niçin evrim geçirmiyor?

- Çok iyi biliyoruz ki o da tekâmül etse ortada ne güneş kalır, ne dünya. O hâlde, soruyu şöyle değiştirelim: Güneşin tekâmülüne kim müsaade etmiyor?

Bazıları, Darwin’in yaratıcıya inanan bir evrimci olduğunu iddia ederler. Ben aksini savunacak değilim. Yalnız, şu var ki, bir evrimci yaratıcıya inanıyorsa, savunduğu teori ile bu inanç birlikte düşünüldüğünde, ortaya şöyle garip bir tablo çıkar:

“Bu kâinat, bir yaratıcı tarafından Güneş'i, Ay'ı, yıldızlarıyla; havası, toprağı, yer altı kaynaklarıyla, tam tamına canlıların yaşayabilecekleri şekilde yaratılmış. Sonra, artık o yaratıcı işe karışmamış... Evrimle, isteyen deve olmuş, isteyen tilki, isteyen maymun olmuş, isteyen insan, isteyen elma vermiş, isteyen zeytin..."

Evrimi, Darvin’den de önce savunan Lamark şöyle diyor:

“Zürafanın atası, geyiğe benzeyen ve boynu uzun olmayan bir tip idi. Ortamda yeterince ot bulamayınca ağaç yapraklarını yemeye mecbur kaldı. Alt yapraklar bittikçe daha yükseklere erişebilmek için çabaladı. Böylece boynu uzadı, nesilden nesile geçtikçe daha fazla arttı ve bugünkü zürafa ortaya çıktı.”

Bu iddiayı ciddiye alanlara soralım:

- Zürafa boynunu uzattı ki, ağacın yukarı kısmındaki yapraklarını yesin, deniliyor. İyi ama, meyve ağaçları niye meyve verecek şekilde evrim geçirdiler?.. Meyveleri kendileri mi yiyeceklerdi, yoksa yavruları mı?

- İnsanın hizmetine verilen at, bu çevikliğini otları yakalamak için mi kazanmış dersiniz?

- Öküz, yükümüzü taşımak için mi güçlü oldu?

- Tavuk, elimizden kaçmamak için mi uçamayacak şekilde evrim geçirdi?

Âlemdeki varlıklar için, “mektubat-ı rabbaniye” tâbiri kullanılmakta... Yâni, her varlık bir ilâhî terbiyeden geçmiş, çok mânâlar yüklenmiş, ayrı bir şahsiyet kazanmış ve bir rabbanî mektup olmuş. Bu mektupların mürekkebi: Atomlar. Bir materyaliste göre, mektupları mürekkepler yazmışlardır. Tabiatçıya göre mürekkebin mektup olması tabiîdir. Ve bir evrimciye göre; “Mektuplar mürekkeplerin çok uzun süre beklemesiyle yazılmışlardır!”

Kâinat kitabının mürekkebi atomlardır, dedik. Bu atomlar ilâhî kudret ile var edilmişler ve yüz kadar elementten sonsuz denecek kadar çok yıldız, Güneş, gezegen yaratılmış. Bunların tamamına birden kâinat diyoruz ve onun kendi kendine var olmayacağını, yahut bir başka kâinatın evrim geçirmesiyle meydana gelemeyeceğini çok iyi biliyoruz.

Güneş sistemimize bakalım: O da ayrı bir sistemin evrimleşmesiyle ortaya çıkmış değil.

Bugün her türün ayrı bir genetik yapıya sahip olduğu ispat edilmiş durumda. Canlılardaki, terbiye fiili, bu genetik yapı ve bu ilâhî program üzerine cereyan ediyor. O sonsuz ilim ve kudret sahibi, milyarlarca çekirdeği, yumurtayı, nutfeyi harika bir terbiyeden geçiriyor. Âdeta noktalardan kitapları, damlalardan ummanları çıkarıyor...

Evrim felsefesini dava edinenler, bu sonsuz rahmeti ve bu ilahi terbiyeyi hiç nazara almazlar ve insanlara şöyle seslenirler:

“Ne bu âlem düşünülmeye değer ne de kendi varlığınız! Siz bunları bir tarafa bırakınız! Sadece ve sadece ilk insanın hangi hayvandan evrimleştiğine kafa yorunuz!..”

10 Erkeklerde meme ucu varlığının hikmeti nedir?

Meme uçları, ceninde henüz erkeklik dişilik teşekkül etmeden önce mevcuttur. Doğumdan sonra erkek ve kız çocuklarında durum aynı olup, ergenlik dönemiyle farklı hormonların salgılanmasıyla birlikte değişim başlar.

Meme uçları sinir hücrelerinin bol olduğu bir yerdir. Erkekteki meme uçlarının cinsel uyarılmada etkisi bilinmektedir.

Yüce Allah hiçbir şeyi boş yere yaratmamıştır. Bizim şimdilik bu konuda fazla bilgimizin olmaması faydasız olduğu manasına gelmez.

Meme uçlarının, insanın önceki atalarından kalmış körelmiş organ olarak nitelendirilmesi, bilimsel değil, felsefî bir görüştür. Çünkü bir organın kullanılmamasıyla zayıflaması, ya da kullanılmasıyla gelişmesi sadece vücut hücrelerindeki bir değişikliktir; genlerde olan bir değişiklik değildir. Dolayısıyla bu değişiklik yavrularına geçmez.

Mesela, trafik kazasında ya da savaşlarda eli kopan bir kimsenin çocuklarının elleri sağlam olarak dünyaya gelir.

11 Evrim ile tekamül arasındaki fark nedir?

Bazıları tekâmülü, evrim karşılığı olarak kullanırlar. Oysa, bu iki kelime kavram olarak birbirinden çok farklıdırlar. Evrimcilerin “tekâmül” derken kastettikleri mânâ, bir türün zaman içerisinde bir başka tür hâline gelmesidir.

Halbuki, tekâmül, ilâhî terbiye ile kemâle ermek demektir. Daha açık bir ifade ile tekâmül, meselâ, bir kavun çekirdeğinin çeşitli safhalardan geçerek kavun hâline gelmesidir. Evrimci tekâmülü böyle anlamaz. Ona göre, söz konusu çekirdek çok uzun bir zaman sonra karpuz, kabak yahut bir başka meyve veya sebze hâline gelebilir.

İlim, hikmet, rahmet gibi nice hakikatleri bize ders veren “terbiye” ve “tekâmülü”, “evrim” gibi, donuk ve ruhsuz, bir kelimeye sığıştırmak mümkün değil.

12 "Allah dilerse sizi giderir ve yeni bir halk getirir." anlamındaki ayetleri açıklar mısınız?

İlgili ayetlerin meallerine bakıldığında, bu ayetlerin soruda geçen konularla hiçbir ilgisinin olmadığı anlaşılacaktır:

“Görüp anlamadın mı ki Allah gökleri ve yeri, hikmetle ve ciddi bir maksat için yaratmıştır. Eğer dilerse sizi ortadan kaldırıp yepyeni bir halk getirir. Allah'a göre bu, sözü edilecek bir şey değildir.” (İbrahim, 14/19-20)

“Allah, içinizden iman edip makbul ve güzel işler işleyenlere kesin olarak vaad buyurur ki: Daha önce müminleri dünyada hakim kıldığı gibi kendilerini de hakim kılacak, kendileri için beğenip seçtiği İslâm dinini tatbik etme gücü verecek ve yaşadıkları korkulu dönemin arkasından, kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Çünkü onlar, yalnız bana ibadet edip hiçbir şeyi bana şerik yapmazlar. Artık bundan sonra kim küfrana saparsa, işte onlar yoldan çıkıp Allah'a karşı gelmiş olurlar.” (Nur, 24/55)

“Eğer topyekün seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.” (Tevbe, 9/39)

“Eğer haktan yüz çevirirseniz, ben müsterihim, zira size ulaştırmakla görevli olduğum buyrukları size tebliğ ettim. Rabbim dilerse, sizi gönderip yerinize başka bir topluluk getirir. Ama siz ona hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Muhakkak ki Rabbim her şeyi denetlemektedir.” (Hud, 11/57)

“Zulme batmış nice beldelerin bellerini kırdık, onlardan sonra da başka toplumlar yarattık.” (Enbiya, 21/11)

“Onlardan sonra yine başka nesiller dünyaya getirdik.” (Müminun, 23/42)

“O dilerse sizi ortadan kaldırır ve yerinize başka mahlûklar yaratır. Bunu yapmak Allah'a zor değildir.” (Fatır, 35/16-17)

“Aranızda ölümü biz takdir ettik. Sizi yok edip yerinize benzerlerinizi getirmeyi ve sizi bilemeyeceğiniz bir biçimde ve vasıfta yaratmayı dilersek, bize mani olacak hiçbir güç yoktur.” (Vakıa, 56/60-61)

“Hayır, Allah'ın nizamı onların sandığı gibi değildir! Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, biz onların yerine kendilerinden daha hayırlı insanlar getirmeye kadiriz. Bizim elimizden kurtulan, gücümüzün yetmediği hiçbir şey yoktur.” (Mearic, 70/40-41)

“Onları yaratan ve organlarını birbirine bağlayan ve onlara bu sağlam bünyeyi veren biziz. Dilediğimiz vakit elbette onların yerine başkalarını getirebiliriz.” (İnsan, 76/28)

Bu ayetlerin meallerinden de anlaşılacağı üzere, söz konusu ayetlerin hiç birisinde ne insanların neslinden başka farklı bir türün yaratılmasına, ne de bir evrimin varlığına işaret eden bir ifade söz konusudur.

Bu ayetlerde genel olarak söz konusu olan belli kavimlerdir. Kavim ise, bir ırk manasına geldiği gibi bir topluluk manasına da gelir. Kur’an'da özetle söz konusu edilen “dilersek onları helak / yok eder, yerlerine başkalarını getiririz” ifadeleri, insanlık camiası içerisinde tarih boyunca peygamberlere karşı isyan eden kavimler / topluluklarla ilgilidir.

Buna göre, bu ayetlerin ifade ettiği “yok etme, değiştirme, yerlerine başkalarını getirme” vurgularının ortak paydası; muhatap olan ilgili kavimlerin yok edilmesi / helak edilmesi / öldürülüp dünyadan silinmesi ve onların yerine başka kavimlerin / toplulukların / başka nesillerin yerlerine ikame ettirilmesi gerçeğidir.

Örneğin, Hz. Nuh (as)’ın kavmi helak edilmiş, yerlerine (yeni yaratılan farklı insanlar veya türler değil), aynı topluluğun neslinden olan Hz. Nuh (as) ve ona iman edenler yeryüzü halifeleri yapılmıştır.

Keza, Âd kavmi helak edilmiş, yerine Semud kavmi yerleştirilmiştir. Bizim tarihimizden bir misal verecek olursak; Emeviler yok edilmiş, yerine Abbasiler getirilmiş, Abbasiler yok edilmiş, yerine Osmanlılar getirilmiş, Osmanlılar yok edilmiş, yerine Türkiye ve daha bir sürü devletler ikame edilmiştir.

Görüldüğü gibi, bu tarihi gerçekler, insan neslinin tamamen yok edilip de yerine başka türden bir insan neslinin ikame edilmesi diye bir şey söz konusu değildir. Söz konusu olan, o günkü dünyada var olan  bazı toplulukların yok edilmesi ve yerlerine -yine dünyada var olan- başka topluluklara imkan tanınmasıdır.

”İşte bunlar, Allah’ın nimetine mazhar olmuş olan bu zatlar, Âdem neslinden, Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın evlatlarından, İbrahim ve İsrailin nesillerinden ve hidâyete erdirip seçtiğimiz kimselerdendir. Onlar Rahman’ın ayetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.” (Meryem, 19/58)

mealindeki ayette, peygamberlerin hepsinin Hz. Adem (as) ve Hz. Nuh (as)’ın neslinden geldikleri belirtilmiştir. İslam literatüründe olduğu gibi, Kitab-ı Mukaddes ve tarih kitaplarında da insanlığın ikinci babası sayılan Hz. Nuh (as)’ın Hz. Adem (as)’in torunlarından olduğu bildirilmiştir. Demek ki, mevcut insanlık ailesi Hz. Adem (as)’den beri devam edip gelmiştir. Hiç bir zaman insanlık ailesi tamamen ortadan kaldırılıp da yerine başka bir Adem (as)’den gelen bir soy getirilmemiştir.

“Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem de topraktandır.” (Müsned, 2/524; Ebû Dâvud, Edeb, 120, 5116) manasındaki hadis ile

“Allah bütün mahluklar arasından Âdem’in çocuklarını / İnsan oğlunu seçti, Âdem’in çocuklarından Arapları seçti, Araplardan Mudar kabilesini seçti, Mudar’dan Kureyş kabilesini seçti, Kureyşten Haşim oğullarını seçti, Beni de Haşim oğullarından seçti, böylece ben, seçkinlerin seçkini oldum.” (Mecmau’z-zevaid, 8/215)

manasındaki hadis-i şerifte de bu günkü insanların kökünün Hz. Âdem (as)’e dayandığı ifade edilmiştir.

Demek ki orta da ne bir evrim ne de farklı insanlık türleri vardır. Farklı Âdemlerin olduğuna işaret etmiş olan İbn Arabî gibi zatların sözleri, sadece misal aleminde boy gösteren simgesel varlıklarla ilgilidir.

"Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden (Âdem ile Havva'dan) yarattık. Hem de sizi boylara ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Biliniz ki Allah katında en iyiniz, takvası en üstün olanınızdır.” (Hucurat, 49/13)

13 Virüslerin değişime uğraması evrimin delili midir? Evrim Teorisi gerçek mi?
Burada evrimden kastedilen şey çok önemlidir. Kâinatta pek çok şey kararında değildir, her şey değişmektedir. Evrimden kasıt, bir türün başka bir türe dönüşmesi ise, bunun bilimsel hiçbir dayanağı yoktur.
 
Eğer değişim kastediliyorsa, o evrim değil tekamüldür. Faydalı mutasyonlarla tür içerisinde gerçekleşen değişiklikler evrim değildir, planlı esnek yaratılıştır. Canlının genetiği müsade ettiği ölçüde canlı değişebilir. Fakat başka bir türe dönüşemez. Virüs yine virüstür, bakteri yine bakteridir.
 
Bilgi için tıklayınız:
 

14 Maddeciler maddenin ezeli olduğunu öne sürüyorlar. Bu iddiaya nasıl cevap verebiliriz?

Maddeciler, maddeye, o cansız, şuursuz ve iradesiz varlığa uluhiyet isnat etmelerinin saçmalığını, kendi iç âlemlerinde, çok iyi bildiklerinden, oyunlarını bir başka sahada sergilemeyi tercih ettiler. Maddenin ezelî oluğunu iddia etmeye başladılar. Bu, maddeye “İlâh” demenin bir başka şekliydi. Ama bunu bir felsefe olarak ileri sürdüler ve kendini adatmak isteyen gafillerden, oldukça taraftar da buldular.

Evrimciler, insanı anne ve babasının yaptığını iddia etmenin ne kadar saçma olacağını çok iyi bildiklerinden, onun yaratılışını milyonlarca yıl öncesine götürüp, meseleyi bir başka hayvandan evrimleşme şeklinde açıklamaya kalkıştıkları gibi, bunlar da insanı aynı oyunla maziye götürüyor, maddenin ezeliyetiyle meşgûl ederek ona kendi yaratılışını unutturuyorlardı. Maddenin bir yardımcı mahlûk olduğu meydanda iken, onu bir ilâh olarak takdim etmeğe çalışıyorlardı.

Nur Külliyatı'ndan bütün materyalistleri susturan bir hakikat dersini burada aktarmak isteriz: 

“Madde dedikleri şey ise; suret-i mütegayyire, hem de hareket-i zâile-i hâdiseden tecerrüd etmez. Demek hudûsu muhakkaktır.” (Muhakemat)

Hudus, bir şeyin sonradan meydana gelmesi; bir başka ifadeyle, bir şeyin evvelinin olması demektir. Hadis, ise evveli olan şeye deniliyor.

Maddenin hudusu, yani sonradan var edilmesi muhakkaktır, çünkü suret değiştiriyor ve hareket ediyor. Bir hareketi bir başkası takip ediyor. Bu ikinci hareketle, birinci hareket ortadan kaybolmuş oluyor.

Yukarıdaki hakikat dersinde, maddenin sıfatlarının hâdis olduğu ortaya konuldu. Hareket hadistir, bir hareketin yok olması ve yerine bir başkasının gelmesi her iki hareketin de hadis olduğunu gösteriyor. Buna göre madde bu hadis sıfatları taşıdığından, kendisinin de hadis olması icap eder. Zira hadis sıfatlar ancak hâdis olan bir varlıkta bulunabilir. Bu son hüküm “hudusu muhakkaktır" ibaresiyle net biçimde ortaya konulmuş.

Aynı şeyi suret için de söyleyebiliriz. Madde, suret yani şekil değiştirdiğine göre, önceki şekli de sonradan takındığı suret de hâdistir. Hâdis bir sıfatı taşıyanın kendisi ezelî olamaz, o da hâdistir, sonradan yaratılmıştır, mahlûktur.

Başta da kısaca değindiğimiz gibi, maddenin ezeli olduğu iddiası maddecilerin ve materyalistlerin kendi batıl davalarını ispat edememelerinden doğmuştur.

Bir cam kâseyi düşünelim: “Onun aslı olan cam, kâse hâlini nasıl aldı?” sorusuna bir materyalistin verecek cevabı yoktur.

Bir de camın imâl edilmesi var. Camın aslı kum, kireç ve soda maddeleri. Bunlar bir işlemden geçerek cam hâlini alıyorlar. Bu sonucun arkasında bir ilim, bir kudret, bir irade yatıyor. Yoksa bu maddelerin cam olmaya ne ihtiyaçları var ki, böyle uzun ve çileli bir yola kendiliklerinden girsinler. Bu bir terbiye meselesidir.

İşte, şu kâinat sarayı da cansız elementlerle yapıldı. Ama kâinat ilk noktadan itibaren durmadan yol aldı, büyüdü, gelişti, yayıldı, değişti. Ve sonunda bu gün gördüğümüz hâlini aldı. Bütün bu faydalı ve hikmetli işler cansız maddelere verilemeyeceğine göre, onları büyüten, değiştiren ve geliştiren biri var.

Dünün tuğlaları bugün ev olmuşsa, dünün mürekkebi şimdi kitap olarak karşımıza çıkmışsa, dünün hareketsiz maddeleri bu gün bir taksi yahut uçak hâline gelmişse, biraz düşünmek ve bu gelişme ve değişmelerin onların yapılmasında kullanılan maddenin ezeli oluşuyla açıklamak aklen mümkün değildir. Ama kendini aldatmak isteyenleri böyle bir vehim doyurabilmektedir.

15 Hz. Âdem ile Hz. Havva'nın göbek deliği var mıydı? Yoksa evrime delil midir?

Bu ilk insanlarda göbek bağının varlığı veya yokluğunu bizzat göstermek mümkün olmadığına göre, sadece bazı sebeplere ve yaratılıştaki hikmete göre bir yorum yapılabilir. 

Bilindiği gibi, insan anne karnında göbekten beslenmektedir. Dünyaya gelince ağızdan beslendiği için, göbekteki bu açıklık zamanla kapanmakta ve sadece belirli bir izi kalmaktadır. İlk insanın yaratılışında anneden beslenme olmadığına göre, mantıken göbek bağının da bulunmaması gerekir. Cenab-ı Hak, onun rızkını göbek bağı olmadan da verir. Yumurtanın içindeki civcivi, göbek bağsız besleyip büyüten, elbette ilk insan Hz. Âdem babamızı ve Hz. Havva validemizi de öyle besleyip büyütmüştür.

Ateistler burada cerbeze ve kelime oyunu yaparak, insanları yanıltmaya çalışıyorlar. İnsan, göbek bağı olsa da olmasa da bir hücre halinden gelişip farklılaşarak insan şekline geliyor. Daha da ilerisi, her bir insanın her an binlerce hücresi değişip yenileniyor. Bir saniye sonraki insan, bir saniye önceki insan değildir. Bu değişme ve farklılaşmalara biz tekâmül diyoruz; yani, gelişip farklılaşarak kemale erme. Bu tarzdaki gelişme bir kanundur. Canlı ve cansız kâinattaki bütün varlıklarda bu kanun geçerlidir. Onlar buna evrim diyorlarsa, o zaman, evolüsyon manasında kullandıkları, bir canlıdan bir başka canlının tesadüfen meydana geldiği iddialarını başka bir kelime ile ifade etmeleri gerekir. Onlar cerbeze yaparak ikisine de evrim diyorlar. Hâlbuki tahavvül ve tekâmül manasındaki değişiklikler bir kanundur. 

Evolüsyon manasında meydana geldiğini iddia ettikleri değişiklik ve farklılaşmanın dayandığı bir hakikat yoktur. Farazi ve felsefî bir düşüncedir.

16 Allah sakat veya mutasyona uğramış canlıları niçin yaratıyor?

Konuyu birkaç noktada değerlendirecek ve analizin sentezini sizlere bırakacağız.

1. Kâinat Allah’ın mülküdür. O, mülkünde istediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Hangi canlıların yaratılacağı ve bunların ne şekilde olacağı tamamen onun takdirine bağlıdır. Bu yaratılışta Allah; büyüme, gelişme, farklılaşma ve çoğalma gibi bazı kanunlar koymuş ve bu kanunları da bir takım sebeplere bağlamıştır. Bu kanunlar sadece insanlar için değil, bütün canlılar için geçerlidir.

Allah her canlı türüne en gelişmiş ve o canlıya en uygun bir uç noktası vermiştir. Buna kemal noktası, yani o canlının en mükemmel hali deniyor. Lalenin en güzeli, en mükemmeli olduğu gibi, gülün de bülbülün de ineğin de sineğinde ve atın da bir kemal noktası vardır. Bu kemal noktaya o canlı türünün ulaşması için bir takım sebep ve kanunlar vardır. O kanunlara uyulmaması halinde,  o canlı kemal noktasına ulaşamadan ömrünü tamamlar. Bunun insan olması, bitki veya hayvan olması fark etmez.

Mesela, ihtiyacı olan suyu veya besini yeterince alamayan bir canlının yapısında bir takım kusurlar meydana gelir. Bu noksanlığın ve hastalığın derecesi, o canlının ihtiyacı olan maddenin temini ile doğru orantılıdır.

Aynı şekilde, embriyo safhasında radyasyona maruz kalan bir canlıda, mutasyon adı verilen bazı değişiklikler olabilir. Radyasyonun süresine ve şiddetine göre, o canlıda sakatlıklar ve anormallikler ortaya çıkabilir. Bir canlının radyasyon veya benzeri kimyevî reaksiyonlara maruz kalması tabiî ortamda olabileceği gibi, laboratuarda da yapılabilir.

Mesela, farelere veya tavşanlara laboratuarlarda uygulanan kimyasal bir takım deneyler, onların şu veya bu şekilde sakat kalmasına yol açabilir. Bu yolla olabilecek bütün değişiklik ve farklılaşmalar, araştırma ve inceleme konusu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu ön bilgilerden sonra sorudaki;  “Allah sakat veya mutasyona uğramış canlıları niçin yaratıyor?” sorusuna dönersek bunun iki cevabı olabilir.

Birincisi, siz sebep ve kanunları ne kadar değiştirirseniz değiştirin, her canlı mutlaka en mükemmel şekilde yaratılır. Diğeri de siz sebep ve kanunlara müdahale ettiğiniz zaman, ona göre sonuç alırsınız.

Şu anda kâinatta cereyan eden ikinci şıktır. Yani Cenab-ı Hak, bizim sorduğumuz soruya cevap veriyor. Bu onun hikmetine ve adaletine daha uygun değil mi?

Mesela, biz anne karnındaki on günlük bir fare embriyosuna belli dozda X ışını vererek nasıl bir cevap alacağımızı merak ediyoruz. Bu sorumuzu sorduğumuz, yani uygulamayı yaptığımız zaman cevabını alırız. Bunun cevabı belki sakat veya hastalıklı bir fare olacaktır.

Cenab-ı Hak, her şeyi bir kanuna ve sebebe bağlamış. Bu sebeplere veya kanunlara uyup uymamaya göre, canlılar âlemindeki fertlerde bir takım şekil bozuklukları veya hastalıklı yapılar ortaya çıkmaktadır. Siz buna isterseniz soruya göre cevap diyebilirsiniz. Canlılar âleminde hangi soruya ne cevap alınacağı da deneme ve uygulamalarla anlaşılmaktadır. Allah’ın yaratılıştaki hikmeti, adaleti ve hâkimiyeti bunu gerektiriyor.

2. Allah, mülkün tek sahibidir. Bütün dünya ve ukbanın tasarrufu ona aittir. Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. İsterse arsasına bina diker, dilerse ekin eker. Hiçbir surette onun bu tasarrufu kendisini haksız konuma sokmaz ve sorumlu yapmaz.

Allah’ın bin bir ism-i celili vardır ki, bunların her birisi farklı bir sanat, farklı bir tecelli, farklı bir yansımayla tezahür etmek ister. 

Mesela, Rezzak ismi rızka muhtaç olan canlıların varlığını istediği gibi, Şafi ismi de hastaların / hastalıkların olmasını ister... Kâinattaki farklılıklar, bu isimlerin farklı tecellilerinden kaynaklanmaktadır. 

Allah’ın sonsuz ilim, kudret ve hikmetinin -muhatapları olan şuurlu varlıklar tarafından- tam anlaşılması için sanat eserlerinin farklı estetiğe, biribirine ters düşecek şekilde bir zıtlık içerisinde olması gerekir. Çünkü, “Eşya ancak kendi zıddıyla bilinir.” ilmî kaidesi gereğince varlıklarda zıtlıkların olması şarttır. Ta ki, “hakaik-i nisbiye” denilen izafî, nisbî, göreceliği olan gerçekler ortaya çıksın ve bu şekilde farklı sanatlar arasındaki farklılık idrak edilsin. Bu açıdan denilebilir ki, güzellerin güzellikleri, çirkinlerin çirkinliğine, mükemmellerin mükemmelliği, noksanların kusurlarına borçludurlar.

Allah, insanların ve hayvanların cesedini ruhlarına bir elbise olarak giydirmiştir. Ruhu değişik isimlerinin tecellilerini göstermeye bir model yapmıştır. Farklı ceset / beden gömleklerini bu her kalıba uyan esnek ruh modeli üzerinde -kısaltarak, uzatarak, eksilterek, kesip biçerek- farklı biçimlerde dikmeyi irade etmiştir. İşte bu farklılığın olması, ilahî ilim, kudret ve hikmet gibi daha pek çok isimlerinin tecellisini göstermeye yöneliktir. Buna göre, aksaklar, âmalar dahil her varlık bir harika sanattır; Allah’ın ilmini, kudretini, hikmetini yansıtmaktadır. Biz insanlara göre noksan görülen durumlar da aslında harika birer sanat eseridir.

Nazik, nazenin ve biraz da nazlı olan insanoğlu dışındaki varlıklar genellikle kendi durumlarından memnundurlar. Örneğin hiçbir karınca fil olmadığı için, hiçbir sinek deve olmadığı için şikayette bulunmaz. Her şey kendi kamet-i kıymeti nispetinde Rabbine medyun-u şükran olduğunu bilir ve şükreder.

Bu pencereden bakıldığında, aksak insanların da -iman şuuruyla- kendi hallerine şükretmek durumunda olduklarını idrak etmeleri, kısa birkaç gün dünya hayatında bu noksanlıklarına karşı büyük bir mükâfat göreceklerini düşünmeleri, “biri veren bini kazanan kimsenin zarar etmediğini, aksine büyük kâr ettiğini” bilmeleri ve rablerine şükretmeleri gerekir.

Ruhları bakî olan hayvanların da varlıklarının bir şükrü olarak -aksak da olsalar- Rablerine teşekkür ediyorlar. “Her şey Allah’ı hamd ile tesbih ediyor.” (İsra, 17/44) mealindeki ayetten bu gerçeği anlamak mümkündür.

17 Çipura balığı (Sparus aurata) iki yaşından sonra cinsiyet değiştiriyormuş. Bunun hikmeti ne olabilir?

Canlılar cinsiyet bakımından farklı şekillerde yaratılmışlardır. Bir kısmı erkek, bir kısmı dişi, bir kısmı da hem dişi ve hem de erkek karakterine sahiptir. Bu iki karakterli olanlara hermafrodit denir. Bunların örnekleri hem bitkiler âleminde, hem hayvanlar âleminde ve hem de insanlarda vardır.

Mesela, armut, şeftali kiraz gibi ağaçların çiçeklerinde hem erkek ve hem de dişi organ bir aradadır. Hâlbuki cevizde erkek ve dişi çiçekler ayrıdır. Salkım şeklinde erken ilkbaharda teşekkül eden çiçekler erkek, daha sonra teşekkül eden ve cevizi verecek olan çiçekler ise dişidir. Diğer taraftan söğüt de ise, erkek çiçekler ayrı ağaçta, dişi çiçekler ise ayrı ağaçta bulunur. Bunlar erkek ve dişi ağaçlar olarak ifade edilir.

İnsanlardan da cinsiyet değiştirenlere zaman zaman şahit oluyoruz. Bu tip kimselerde hem erkek ve hem de dişi organ bulunuyor. Ancak, salgılanan hormona göre o şahsın cinsiyeti gelişiyor. Vücutta erkeklik hormonu hâkim ise, o şahısta erkeklik duyguları, dişilik hormonu hâkim ise, kadınlık hisleri öne geçiyor.

Çipura balığında da hem dişi ve hem de erkek organ mevcuttur. Bu hayvanın hayatının ilk devresinde dişilik karakterleri hâkim iken, ileri yaşlarda veya ortamın kimyasal etkileri ile erkeklik hormonu etkisini göstermektedir. Dolayısıyla bu hayvan, hayatının ilk devresinde dişi davranışı, belli yaştan sonra da erkek davranışı sergilemektedir.

Çipura balığında görülen bu çifte cinsiyetin hikmeti soruluyor. Tek cinsiyetli balıkların da olduğu dikkate alındığında, biyolojik olarak böyle cinsiyete sahip oluşun bir takım farklılıkları söylenebilir. 

Her bir canlının yaratılışında, şekil ve yapısında, bitkilere, hayvanlara ve insanlara bakan faydaları olduğu gibi, doğrudan yaratıcısına bakan binlerce hikmeti bulunabilmektedir.

Canlılar âleminde böyle çifte cinsiyette yaratılışın da elbette pek çok hikmet ve ibretli tarafları olacaktır. Bunun birkaç özelliğini sayarak hikmetlerini sınırlama yerine, herkesin kendine göre bir takım yaratılış gayelerini ve hikmetlerini görmesi ve kendisine buradan dersler çıkarmasının daha isabetli olduğunu düşünüyoruz.

Böyle bir yaratılışın evrimi savunanlara delil teşkil edeceği gibi bir endişe dile getiriliyor. Evrimciler, bir yaratıcıyı kabul etmeyip her varlığın tesadüfen ve silsile halinde birbirinden meydana geldiğini kabul edip buna göre delil topluyorlar. Allah, her varlığı bir sebebe bağlamış. Elmayı ağaçtan, sütü inekten alıyoruz. Hikmetle ve dikkatle bakan o elmanın ve sütün arkasında Allah’ın kudret elini görür, tesadüf gözlüğüyle bakan da sütü ineğin, elmayı da ağacın yaptığına hükmeder ve her şeyi tesadüfe verir.

Dünya imtihan dünyasıdır. Dolayısıyla her varlık ve yaratılış, bir ve belki birçok soruyu temsil etmektedir. Herkes bu sorulara verdiği cevapla kendi makamını tayin etmektedir.

18 Canlılar arasındaki bir kafa, iki kulak, iki göz, bir ağız gibi benzerlikler nasıl açıklanabilir?

- Evet, bu benzerlikler insan türü için de geçerlidir. Öyle anlaşılıyor ki, canlılardaki farklılıklar ve benzerlikler, ilahî hikmet tarafından özenle seçilmiş birer olgudur. Bu husus, insanlar için çok daha belirgindir. İnsan bir tek nevi olmasına rağmen, saydığınız temel unsurlarda aynı olduğu halde, genel simasıyla hiçbirisinin tıpa tıp diğerine benzememesi şüphesiz bir hikmet dersi veriyor. Bu hikmetlerin birçok yönü olmakla beraber, en büyüğü, Yüce Yaratıcının varlığını / birliğini, iradesini göstermektir.

Canlıların, özellikle de insan nevinin ittifak ettiği benzer yönleri, kendilerini yaratan Allah’ın birliğinin açık belgesidir. Çünkü “El-vahidu la yasduru illa anil’vahidi = Birliği olan şey, ancak bir tek kaynaktan gelir.” kaidesi gereğince, sözgelimi insanların, onlarca -iç ve dış- organlarında birbirine benzerlik göstermesi, bu yapılan sanatın yaratıcısının bir olduğunu gösterir. Kâinattaki fiziksel ve kimyasal entegrasyon, birlik kümelerinin varlığı gibi binlerce vahdet rabıtaları, Yüce Yaratıcının birliğini gösteren ontolojik imzalardır.

Farklılıklar ise, Allah’ın küllî iradesinin belgeleridir. İnsanın küçük simasında, parmaklarının ucunda kendini gösteren -adeta sonsuz- farklı nakışlar, Allah’ın sonsuz ilim ve kudretini gösterdiği gibi, dilediğini yapabilen mutlak iradesine de işaret / delalet etmektedir. Çünkü bir tek ferdin farklı bir simaya kavuşturulması için, geçmiş ve gelecek bütün fertlerin simasını gören, onlarda bulunmayan yepyeni bir nakış dokumakla bu ferdin simasına  farklı bir şekil veren sonsuz bir ilim, irade ve kudret gerekir. Bu sonsuz sıfatlar ise, Allah’da bulunması zorunlu olduğu gibi, ondan başkasında da bulunmaması zorunludur. Aksi takdirde -haşa- başka ilahları kabul etme zorunluluğu doğar ki, ne dinen, ne ilmen ve ne de aklen böyle bir şeyin varlığı kabul edilemez, ispat da edilemez. (Bu konu için bk. Nursi, Lem'alar, Otuzuncu Lem'a, Dördüncü Nükte).

19 İnsan neden bu kadar çok şempanzeye benzer yaratılmış?

Her bir canlının yaratılışında, bir değil, belki binlerce hikmet var. Biz o canlının yaratılışına ait tek hikmetini biliyoruz. Ama onun yaratılışında Allah’ın bin bir ismi adedince yaratılış hikmetleri olabilir.

İmtihanda doğru sorunun yanında, "çeldirme soruları" diye isimlendirilen ve dikkatli tetkik edilmezse, doğru soruya benzerliğinden insanı yanıltan sorular vardır.

Sanki bu benzerlik (insanın şempanzeye benzerliği) de tabiatta ve sebeplerde boğulan günümüz insanının en büyük sorusu gibi.

Bazı kimseler, maymunun bu benzerliğinden hareketle, insanı maymunla aynı kategoriye koymakta ve maymunu insanın atası olarak almaktadırlar.

Allah’ın insanı en güzel şekilde yarattığını, ilk insanı topraktan, onun neslini de bir damla su olarak adlandırılan meniden yarattığını bildirmesini dikkate almayıp, insan-maymun benzerliğinden hareketle, insanı maymuna bağlayanlar için yeterli bir sebep değil mi?..

20 Siyah tenli ırkların Afrika'da yaşamasının sebebi nedir?

Bazıları, zenci ırkın tropik bölgelerdeki yoğun ultraviyole ışınlarına uyum sağlayarak meydana geldiğini iddia ederler. Halbuki bu görüş, Kuzey ve Güney Amerika'da aynı ışınlara maruz kalanların niçin siyahlaşmadıkları sorusunu izah edememektedir.

Son yapılan çalışmalar, deri rengindeki bu farklılığın irsî olduğunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla, ırkların teşekkülüyle ortaya çıkan siyahlar, kendileri için zararlı olmayan ışınların bulunduğu sahaya göç etmiştir. Diğer taraftan açık renkli ve mavi gözlü İskandinav ırkı ise, ekvator yakınındaki yoğun ultraviyole ışığından kurtulmak için kuzeye gitmiştir.

Rum sûresinin 22. ayetinde bu hususta mealen şöyle buyurulur:

"Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, onun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunlarda bilenler için dersler vardır."

Allah Teala her bölgenin şartlarına göre bitki ve hayvanları yarattığı gibi, o bölgenin insanının ten rengini de ona mahsus yaratmıştır.

21 “Evrim teorisi ispatlandı.” şeklinde yapılan açıklamaların doğruluk payı var mıdır?

Propagandadan başka hiçbir doğruluk payı yoktur. Evrim görüşünü ortaya koyan Darwin’in konu ile ilgili kitapları 1850-1860 yılları arasında yayınlanmıştır. Yani yaklaşık 160 yıllık bir geçmişi vardır. Bu kadar zaman içinde evrim görüşünü ispatlayan değil, çürüten yüzlerce delil, bizatihi evrim görüşünü savunan bilim insanları tarafından ileriye sürülmüştür.

Burada gaye bilimsel bir konunun ortaya konması olmayıp, ateizmi esas alan ideolojik bir düşüncenin hâkim kılınması olduğundan gerçekler hep bilimsel bilgi adı altında gizlenmiş veya perdelenmiştir.

Sorunun ikinci şıkkında "aldosteron hormonu"ndan söz ediliyor. Bu hormon, bedendeki elektrolit ve su dengesinin korunmasında rol alır. Böbrek üstü bezinin kabuk kısmından salınır. Böyle bir hormonun, canlı varlık olmaksızın hormon olarak görev yapması mümkün değildir. Her bir oluşumun temelinin elementler olduğu gibi, bu hormonun da neticede temel maddesi karbon, hidrojen, oksijen ve azot gibi elementlerdir.

Bunların belli türev ve bileşikleri canlılardan önce var edilmiş veya birleştirilmiş olmalıdır. Böyle hormonun veya molekülün yapısından hareketle, yukarıda ifade edilen evrim görüşünün ispatlandığını ileri sürmek, sağlıklı bir düşüncenin ürünü olamaz.

Şempanzenin genetik yapısına müdahale ederek, bundan bir insanın hasıl olacağı senaryosuna gelince, bunun iki yönü var.

Birincisi, varlıkları yaratmak ve onlara hayat vermek Allah’a mahsustur. İnsanın burada da yapacağı şey, genetik yapının işleyişini yönlendirmektir. Allah insana o iradeyi vermiştir. Her bir varlığın hücrelerine hayat ve rızık vermek, o hücrelerin bütün ihtiyaçlarını karşılamak, hücreleri çoğaltmak ve farklılaştırmak, ömrü bitenleri yenileri ile değiştirmek Allah’ın sonsuz ilim, irade ve kudretiyle olmaktadır.

İkincisi, bir canlıya müdahale ile ondan bir başka canlının meydana gelmesi ya da Allah’ın bir müdahale olmadan mesela, bir şempanzeden bir insan meydana getirmesi, bizi bütün insanlığın o yolda olduğu genellemesine götürmez. Böyle bir genelleme bilimsel düşünceye ve bilimin kurallarına uygun değildir. Çünkü böyle bir genelleme için gerek genetik, gerekse biyokimyasal ve gerekse biyolojik yönden sorduğunuz her soruya doğru cevap almanız icap eder. Yoksa hasbelkader, bir canlıdan bir başkasının ortaya çıkması, her denemede aynı sonucu elde edemediğiniz sürece, o canlı grubunun soyu ile ilgili bir genellemeye esas olamaz.

Batı dünyasında bütün bilim adamlarının evrimi desteklediği iddiası, hakikate uygun değildir. Orada pek çok bilim adamı evrimi felsefî bir düşünce tarzı olarak alır. Bir kısmı da doğrudan yaratılışı kabul eder.

Ancak, evrim karşıtı düşüncede olanlar akademik baskı altında oldukları için, bir kısmı açıktan evrime cephe almaktan çekinmektedirler. Bir kısmının da evrim karşıtı görüşlerine bilimsel dergi ve kitaplarda yer verilmez. Çünkü dini dergilerin idarecileri dahi, insanın maymun soyundan geldiğine inanan evrimcilerin elindedir. Onlar, evrime gölge düşürecek en küçük bir evrim karşıtı düşünceye de müsaade etmezler. Onlar için bu konudaki fikrin bilimsel olması önemli değildir. Önemli olan, yazı veya makalenin bünyesinde evrime karşı bir görüş barındırmamasıdır.

Hâl böyle olunca, işin içinde olmayanlar, bütün bilim adamlarının evrimi desteklediğini düşünürler. Evrimciler de zaten herkesin evrimi desteklediği yalanını yaymaktadırlar.

 Evrim görüşünün iddiası şudur:

Basitten yüksek yapılılara kadar bütün canlılar tesadüfen ve silsile hâlinde birbirinden meydana gelmiştir. Canlı türlerinin evrimleşerek ve farklılaşarak birbirinden meydana geldiğini gösteren deliller zaman içinde bulunacak ve ispatlanacaktır.

Yüz altmış yıldır yapılan çalışmaların bir özeti mahiyetinde, evrim görüşüne sahip bilim insanlarının bu konudaki görüşlerini kısa vermeye çalışacağız.

Protozoalardan Omurgasız Metozoalara Geçiş

Yeryüzünde Protozoa ve suyosunu gibi ilk canlılığın görüldüğü devre İlk zaman (Prekambriyan devre) günümüzden yaklaşık 2 milyar yıl öncedir. Bundan sonra Palezoik (1. Zaman) gelir. Onun ilk devresi Kambriyan’dır ve günümüzden takriben 550 milyon yıl öncedir (bk. Tablo 1).

Axelrod, George ve Kay gibi araştırıcılar eserlerinde, Kam­briyen omurgasızlarının, geçit formu olmadan Ante­kam­b­riyen devri sonunda birdenbire yeryüzünde göründüklerini belirtirler[1],[2],[3].

Richard Monestarsky de yeryüzünde kompleks hayatın aniden ortaya çıktığını belirtir ve şöyle der:

Günümüzdeki kompleks hayvan formları aniden ortaya çıkmışlardır. Bu gelişleri Kambriyen devrinin başına rastlar. Denizlerin ve yeryüzünün ilk kompleks yaratıklarla dolması bu devirde başlamıştır[4].

Evrimci İngiliz zoologlarından Richard Dawkins de komp­leks canlıların birden ortaya çıktığını belirtir:

Kambriyen tabakalarındaki omurgasız grupları, sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan orada meydana gelmiş gibidirler. Tabii ki bu ani ortaya çıkış, yaratılışçıları memnun etmektedir[5].

Omurgasızlardan Omurgalılara Geçiş

Evrimci paleontolog Gerald Todd da, balık grupları arasında geçit formunun olmadığına dikkati çeker ve şöyle der:

Kemikli balıkların her üç sınıfı da, fosil tabakalarında aynı anda ve birdenbire ortaya çıkarlar ve kendilerini ata olabilecek hiçbir canlı grubuyla bağlantılı göstermezler[6].

Tablo 1. Jeolojik zaman tablosu. En eski (yaşlı) devirler tablonun alt tarafında, en yeni devirler de üst tarafında yazılmıştır.

Zaman

Devir

Seri

Periyodun

başlangıcı

Jeolojik olaylar ve iklim

Biyolojik   karakterler

 ANTROPOZOİK (4.Zaman)

Kuvaterner

Holosen

25 bin yıl

önce

  Mutedil iklim, Orta-

Doğu’da kuraklık 

ve çöllerin teşekkülü,

Günümüz insanı, hayvanı ve bitkileri

Pleistosen

60 bin yıl

önce

Periyodik

 buzullaşma, soğuk ve sıcak iklim

Büyük memeliler ve birçok bitki.

SENOZOİK (3. Zaman)

Neojen

Pliyosen

12 milyon

 yıl önce

Bugünküne benzeyen

 iklim, karaların yükselmesi.

Ağaç eğreltiler ve dev köpek balıkları ortadan kalktı.  

   Australopithecus’un

 görünmesi. Çeşitli Memeliler.

Miyosen

25 milyon

yıl önce

Volkanik faaliyetler, Alpler ve 

Himalayalar’ın teşekkülü

     Kemikli balıklar, dev köpek

balıkları, otobur memeliler,

kayın ve kavak gibi yaprak

 döken ağaçlar. Yüksek yerlerde

 Cedrus ve Sequoia ağaçları.

Pateojen

Oligosen

34 milyon

yıl önce

Yer kabuğu

hareketleri, Alpler’in  

teşekkülü, Serin iklim.

Çiçekli bitkiler, yapraklarını döken ağaçlar. İlkel maymunlar. Kedi, köpek ve ayılar

Eosen

55 milyon

 yıl önce

 Volkanik faaliyetler,  Tropikal şartlar

İlk atlar (Eohippus),

 günümüzün memeli ordoları, Subtropik ormanlar

Paleosen

75 milyon

 yıl önce

 

İlk memeli grubu balinalar denizde yaşamaya

başladı. Bütün dinosaurlar

 ortadan kalktı. Subtropik ormanlar.

MESOZOİK (2.Zaman)

Kretase

 

130

milyon

 yıl önce

Avustralya dışında

 ılıman iklim, Tebeşir yığılması

Dev kara reptilleri, keseli ve plasentalı memeliler.

Çiçekli bitkiler gelişti. Gymnospermler azaldı.

Jura

 

180

 milyon

 yıl önce

Kireç taşı (tebeşir), İklim mutedil

Dev dinozorlar ve diğer

reptiller, ilk memeliler ve dişli

kuşlar, ilk Angiospermler,

 Conifer ve Cycad’lar dominant

 

Tablo 1’in Jeolojik zaman tablosu devamı.

Zaman

Devir

Seri

Periyodun

 başlangıcı
başl

 

Jeolojik

olaylar ve

 iklim

Biyolojik karakterler

MESOZOİK

(2.Zaman)

Triyas

 

230 milyon

yıl önce

Başlangıçta

sıcak ve kurak, sonra nemli
iklim

İlk dev dinozorlar. Deniz

 reptilleri, Gymnosperm devri,

tohumlu eğreltiler ortadan kalktı.

 İlk sinek ve termitler.

PALEOZOİK (1. Zaman)

Permiyen

 

260 milyon

 yıl önce

Kuzey yarım

küre sıcak, kurak, bazı bölgeler

nemli,

 güneyde buz

devri şartları

Trilobitler ortadan kalktı.

 Ammonitler gelişti. Coniferler ortaya çıktı. İlk Cycadlar. Pek çok böcek

 tipi ortaya çıktı.

Karbonifer

 

280 milyon

 yıl önce

İklim sıcaklık

 ve nemli,

kömür

 teşekkülü

Eğrelti otları dev ağaçlar hâlinde. gelişti. İlk reptiller ve amfibiler

(Ichthyostegidae).

Devoniyen

 

330 milyon

 yıl önce

Denizden

yükselmeler,

 yarı kurak

iklim

İlk böcekler, örümcekler, tatlı su

 balıklarının çoğu, eğreltiler,

 atkuyrukları, kibrit otları ortaya

 çıktı.

Silurien
yen

 

380 milyon

yıl önce

Sıcak ve

 kurak iklim

Bitkiler kara hayatına geçirildiler..

Denizlerde ilk omurgalılar.

Ordovisiyen

 

430 milyon

yıl önce

Sıcak iklim

Hayat sadece denizlerde mevcut.

Ostracodermler, Trilobitler çok

 gelişti. Cephalopodlar dominant

Kambriyen

 

550 milyon

 yıl önce

Mutedil iklim

Denizde yaşayan omurgasızlar

 (Trilobitler, Molluscalar

 Brachiopodlar, süngerler, deniz

 algleri).

KRİPTOZOİK

 (İlk Zaman)

Antekamb

riyen

Prekam

brium

2 milyar yıl

 önce

Sıcak iklim,

Tortul

kayalar.

Protozoa’lardan Radiolaria’ya ait

 az sayıda fosil, alger.

Arkeen
zoik

4 milyar yıl

 önce

Sıcak iklim,

az sayıda

tortul kaya

Bu devreye ait fosil yok

Balıklardan Kurbağalara Geçiş

İngiliz Doğa Tarihi Müzesi’nden Norman da balıkların geçmişine ait hiç fosil olmadığını belirtir:

Şimdiye kadar elde edilen fosillerin hiçbirisi, balıkların geçmişine dair delil ortaya koyamadılar[7].

Gordon Taylor da yüzgeçli ve eklemliler arasında geçit formunun olmadığını söyler:

Dünyadaki fosil koleksiyonlar içerisinde yüzgeçli ve eklemli canlılar arasında, birinin diğerinden meydana geldiğini gösteren hiçbir ara formu yoktur[8].

Robert Carroll, “Omurgalı Paleontolojisi ve Evrimi” adlı eserinde, balıklarla kurbağalar arasında geçiş formu bulunmadığına işaret eder ve şöyle der:

Elimizde, ilk kurbağalarla balıklar arasında geçiş formu özelliğine sahip fosil yoktur [9].

Edwin Colbert ve Morales de geçmişteki kurbağalarla günümüzdekilerin aynı yapıda olduklarına dikkati çeker:

Paleozoik devir (Birinci zaman) kurbağalarının ortak bir ataya sahip olduklarını gösterecek tek bir delil yoktur. Bilinen en eski kurbağalarla günümüzdekiler birbirlerine benzerdirler[10].

Sürüngenlerden Memelilere Geçiş

Romer, Omurgalı Paleontolojisi” adlı eserinde, uçan memelilerden yarasanın, sürüngenlerden geldiğini gösteren fosilin bulunmadığına dikkati çeker[11].

Ommaney de yaşlı tabakalar ara­sındaki yarasa formlarının günümüzdekilerden farksız olduğunu belirtir[12].

Neo-Darwinist Teori’nin kurucularından evrimci George Gaylord Simpson, “İnsandan Önceki Hayat” adlı eserinde, memelilere dair ara form olmadığını belirtir ve şöyle der:

Sürüngen devri’ olarak bilinen mesozoik çağ’ın canlıları, aniden memeliler devrinde değişmiştir. Sanki bütün başrol oyunculuğunu çok sayıda ve türdeki sürüngenlerin üstlendiği bir oyunun perdesi bir anda indirilmiştir. Perde yeniden açıldığında, başrolünde memelilerin yer aldığı, sürüngenlerin kenara itildiği yeni bir devir başlamıştır. Ortaya çıkan memelilerin bir önceki devre ait izleri yoktur[13].

 Atın Evriminin Kritiği

Dunouy ve Goldschmidt, tek toynaklı atın, günümüzden 130 milyon yıl önce Mesozoik devrinde, yani çok toynaklı attan evvel yeryüzünde mevcut olduğunu belirtir. Onlara göre, çok toynaklı atların ilki ise Eosen devrinde, 55 milyon yıl önce ortaya çıkmış, sonuncusunun nesli de Miyosen’de yaklaşık 25 milyon yıl önce ortadan kalkmıştır[14],[15],[16].

Evrimci biyologlardan Boyce Rensberger, atın evrimini belirten fosil serilerinin gerçekte bulunmadığını, farklı canlılara ait iskeletlerin yan yana dizilerek bu serilerin elde edildiğini belirtir ve şöyle der:

Yaklaşık 150 milyon yıl önce yaşamış dört toynaklı, tilki büyüklüğündeki canlılardan silsile hâlinde birtakım değişmelerle günümüzdeki atın evrimleştiği’ iddiası, geçerliliğini yitirmiştir. Kademeli değişim yerine, her türün fosilleri tamamen farklı olarak ortaya çıkmakta, hiç değişmeden kalmakta, sonra da bunların soyu tükenmektedir. Dolayısıyla bunlar ara form değil, her birisi ayrı yapıya sahip farklı birer formdurlar [17].

İngiltere Doğa Tarihi Müzesi yöneticilerinden evrimci Colin Patterson da benzer görüşü dile getirir ve şu değerlendirmeyi yapar:

Elli yıl önce hazırlanmış olan ve hâlâ müzenin alt katında (Amerika’da müze) duran atın evrimi sergisi, hayalî kötü bir hikâyeden başka bir şey değildir! Atın evrimi, birbirini takip eden yüzlerce ilmî kaynak tarafından ‘büyük bir gerçek’ gibi sunulmuştur. Ancak bu tip iddiaları ortaya atan kişilerin yaptıkları, spekülasyondan başka bir şey değildir [18].

Atın evriminin dayandığı fosillerin Hindistan, Güney ve Kuzey Amerika ile Avrupa’da değişik zamanlarda yaşamış, farklı tür canlılara ait fosillerin küçükten büyüğe doğru dizilmesiyle oluşturulduğu” belirtilir. Bu hususta evrimciler ara­sında da görüş birliği yoktur. Birbirinden farklı 20’den fazla atın evrim şeması vardır. Bu sıralamalardaki ortak nokta, 55 milyon yıl önce Eosen Devri’nde yaşamış Eohippus (Hyra­cotherium) adlı köpek benzeri bir canlının “atın ilk atası” olduğuna inanılmasıdır. Hâlbuki Hitching, “atın atası” olarak sunulan bu Eohippus’un, günümüzde Afrika’da yaşayan ve atla hiçbir ilgisi olmayan “Hyrax” isimli hayvanın aynısı olduğunu belirtir[19].

Evrimcilerden Gordon Taylor, “The Great Evolution Mystery” adlı eserinde, at serileriyle ilgili olarak şunu belirtir:

Paleontologlar, evrimciler tarafından ileri sürülen at serileriyle ilgili fosilleri ortaya koyamamışlardır. At serisi ‘evrim konusunda çözüme kavuşturulmuş örnek’ olarak takdim edilir, ama gerçek öyle değildir. Eohippus’tan günümüzdeki at Equus’a kadar uzanan sıralama çok tutarsızdır. Farklı kaynaklardan gelen canlılara ait fosillerin bir araya getirilip arka arkaya dizilmesi mümkündür, fakat canlılar tarihinde bu sıralamayı doğrulayacak hiçbir delil yoktur [20].

 Sonuç olarak, çok toynaklı at tiplerinin her birisi ayrı bir formdur ve belirli bir devre yaşayıp ortadan kalkmıştır. Günümüzdeki tek toynaklı atın nesli de tek toynaklıdır ve çok toynaklı attan önce yeryüzünde görünmüştür.

Sürüngenlerden Kuşlara Geçiş

Sürüngenden kuşa geçişte sürüngen pullarının tüye dönüştüğü ileri sürülür. Fakat bazı evrimciler bu görüşün yanlışlığına işaret etmektedirler. Bunlardan Barbara, konuyu şöyle değerlendirir:

Tüyler oldukça kompleks bir yapıya sahiptirler. Böyle bir yapının sürüngen pullarından evrimleşmesi için çok uzun zamana ve pek çok ara forma ihtiyaç vardır. Ancak pullarla tüyler arasında geçiş özelliğine sahip hiçbir form yoktur[21].

Brush da “tüylerin bir anda ortaya çıktığı” görüşündedir ve şöyle der:

Tüyler, fosil kayıtlarında sadece kuşlara has bir özellik olarak bir anda belirir [22].

Feduccia, sürüngenden kuşa geçişin imkânsız olduğunu şöyle dile getirir:

Sürüngenden kuşa geçiş, biyofizik açısından mümkün değildir [23]

Evrimcilerin iddiasına göre Arkeopteriks, dinozorlardan evrimleşmiş olmalıdır. Ancak son bulunan fosillerin ışığında evrimcilerin bir kısmı, Arkeopteriks’in ara form olma özelliğini kabul etmemektedirler. Bunlardan kuşlar üzerinde ihtisas sahibi olan Alan Feduccia, şu ifadeyi kullanır:

Yirmi beş sene boyunca kuşların kafataslarını inceledim. Dinozorlarla aralarında hiçbir benzerlik görmüyorum. ‘Kuşların dört ayaklılardan evrimleştiği’ görüşü, paleontoloji alanında yirminci yüzyılın en büyük utancı olacaktır![24]

Arkeopteriks’in “kuşların atası” olmadığı anlaşılınca, kuşlara ata ola­rak, John Ostrom tarafından Protoavis teklif edilmiştir. J. Ostrom, Pro­toavis’e ait elde fosil bulunmadığını, ancak kuşlara bir ata gerektiği için bunu farazi olarak teklif ettiğini belirtmektedir[25].

2 Eylül 1987 tarihli “Punch” dergisinde Arkeopteriks ile alakalı değişik bir iddia yer almıştır. “William Hewison” imzasıyla neşredilen makalede, 1861 yılında bulunan Arkeopteriks fosiline ait tüy izlerinin, Ric­hard Owen tarafından baskı kalıbıyla kertenkele benzeri bir fosile sonradan konduğu ileri sü­rülmektedir. Arkeopteriks hakkında yaygın kanaat, “dişli bir kuş olduğu ve belirli bir devre yaşayıp ortadan kalktığı” yönündedir[26], [27],[28],[29],[30].

Arkeopteriks dişli bir kuştur. Nitekim günümüzde bazı sürüngen ve amfibilerin dişleri varken diğer bazılarının yoktur.

Böceklerin Geçmişi

Böceklerin de kehribar, volkan külleri ve kömür gibi materyaller içinde fosilleri bulunmuştur. Kehribar içinde rastlananların iç organları, doku ve hücre yapıları dahi gayet güzel muhafaza edilmiş olduğundan mevcutlarıyla karşılaştırma im­kânı vermektedir. Brues, “Insects in Amber” adlı eserinde, 350 milyon sene önce yaratılmış böceklerle günümüzdekiler arasında şekil yönünden farklılık olmadığını belirtir.

Ancak geçmiştekilerden bazıları bu­günkü akrabalarından daha büyük ve iri idiler. Meselâ büyük hamam böcekleri ve dev karıncalar gibi. Böceklerin bir özelliği, çok değişik formlara sahip olmalarıdır. Dolayısıyla hangi kaynaktan meydana gelmiş ola­bileceklerini ortaya koymak zordur. Olsen, “Hayatın Evrimi” adlı eserinde, böceklerde uçma hadisesinin nasıl başlamış olduğu hakkında hiçbir bilginin olmadığına dikkati çeker[31].

Geçiş Formlarıyla İlgili Genel Değerlendirme

Evrim görüşü canlıların yeryüzüne gelişlerini “kademeli ortaya çıkış”la açıklamaktadır. Basitten yüksek yapılılara doğru canlı organizmalar zaman içerisinde yavaş yavaş meydana gelmiş olmalıdır. Bunun da delili, fosiller olacaktır. 1850’li yıllarda bu teori ortaya atıldığı zaman genel düşünce bu yönde idi. Ancak geçen zaman içerisinde bu görüşü doğrulayacak fosil materyallerin bulunamaması, bu düşüncenin büyük oranda terkine sebep olmuştur.

Ünlü İngiliz paleontoloğu Derek, bu hususta şöyle der:

Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz”[32].

Evrimci Carlton da benzer görüşü dile getirir ve şöyle der:

Yeryüzünde hayat zaman içinde, yavaş yavaş ve kademe kademe mi gelişti? Fosil kayıtlarının bu soruya cevabı ‘hayır’dır[33].

Oxford Üniversitesi’nden Tom, türlerin birbirine geçişini gösteren fosilin olmadığını belirterek şöyle der:

Fosil kayıtlarına göre, pek çok tür, birdenbire ortaya çıkar, hiç değişime uğramadan birkaç milyon yıl kalır ve birdenbire kaybolur. Bir nesilden diğerine türlerin geçişini gösteren tek bir fosil örneği yoktur[34],[35].

Steven da kademeli evrimi doğrulayacak fosil delilinin bulunmadığına dikkati çeker ve şunu belirtir:

Bilinen fosil kayıtları, kademeli evrimin geçerli olabileceğine dair hiçbir fosil örneği sunamadı[36].

Adler, ara form bulma hususunda araştırıcıların elde ettikleri karşısında hayal kırıklığı içerisinde kaldıklarına dikkati çeker:

Türler arası formları ne kadar fazla sayıda bilim adamı ararsa, o kadar fazla hayal kırıklığına uğruyor [37].

Evrimci Mark, türlerin aniden ortaya çıkıp yine aniden kaybolduğunu dile getirir:

Türler aniden oluşurlar ve yine aniden yok olurlar. Bu durum, türlerin Allah tarafından yaratıldığını savunan yaratılışçılara destek sağlamaktadır [38].

 Harvard Üniversitesi’nden evrimci Gould, evrim soy ağacının, fosil kayıtlarına değil, evrimcilerin hayaline dayanılarak çizildiğini belirterek şu görüşü ifade eder:

Kitaplarımızda yer alan evrim soy ağaçları, fosil kayıtlarına değil, bizim tasarımlarımıza dayalıdır[39].

Yeryüzünde jeolojik devirler boyunca farklı organizmalar, değişik canlı tipleri ortaya çıkmış, bunların bir kısmı hiç değişiklik ge­çirmeden, bir kısmı da ufak tefek değişikliklerle günümüze kadar gel­miştir. Bazısı da belirli bir devre yaşayıp ortadan kalkmıştır. Burada dik­kati çeken bir husus, zamana bağlı olarak, yüksek yapılı organizmaların yavaş yavaş yeryüzünde görünmeleridir. Bunun tek açıklaması olabilir. O da, kademe kademe iyileşen yeryüzü şartlarına uygun canlıların yaratılmış olmasıdır. Bir başka ifadeyle koyun, çimenler ve otlar hasıl edil­dikten sonra yaratılmıştır. Koyun ot ve çimenlerden önce yaratılsa hayatı nasıl devam edecektir? Yeryüzünde uygun şartlar sağlanınca, o şartlara uygun canlılar yaratılıyor. Yani misafir gelmeden önce sofrası hazırlanıyor. Tıpkı yavrular dünyaya gönderilmeden önce annelerinin sinelerinde sütün hazırlandığı gibi.

Ara form veya geçiş formu olarak ileri sürülen fosiller hem çok az hem de bunların ara form olma özelliği yoktur. “Şimdiye kadarki fosillerin yeterli ve güvenli bir materyal olmadığı” artık genel bir kanaat hâline gel­miştir.

Mutasyonların Kritiği

Mutasyonların, zaman içinde, tek atadan günümüzdeki canlı çe­şidini hasıl ettiği görüşünün lehinde ve aleyhinde farklı görüşlere rastlamak mümkündür. Bazıları mutasyonları, sebebi ne olursa olsun, “tabii seleksiyon için ham madde” ve “evolüsyon için önemli bir faktör” ola­rak kabul ederler.

Meşhur evrimci Dobzhansky, bütün değişiklikleri mutasyona bağlar ve şöyle der:

Her şey aslen bir tek canlıdan türemişse, bütün organik fark­ların mutasyon değişiklikleriyle meydana gelmiş olması lazımdır[40].

Ernst Mayer de benzer şeyi söyler:

Mutasyon, tâbii popülasyonlarda bulunan genetik var­yasyonların son kaynağıdır [41].

Waddington da farklılaşmaların tek kaynağı olarak, tesadüfen meydana gelen mutasyonları görür ve bunu şöyle belirtir:

Katılımla ilgili yeni varyasyonun ortaya çıkmasından rastgele meydana gelen mutasyonlardan başka bir yol bilmiyoruz. Bu gerçekler hâlâ değişmemiştir[42].

Bununla beraber, mutasyonların evrim için yeterli delil sağlayamadığını da ifade edenler bir hayli fazladır. Bunlardan Ayala, şu ifadeyi kullanır:

Yüksek organizmalardaki mutasyon frekansının bir nesilde, bir gen başına on binde bir ile milyonda bir arasında olduğunu tah­min etmekteyiz[43].

Muller de şu görüşü dile getirir:

Mutasyonların yüzde 99’undan fazlası kesin olarak zararlıdır. Tesadüfi olaylardan da ancak böyle olması bek­lenir[44].

Evrimci Huxley de mutasyonların bozucu ve öldürücü olduğuna dikkati çeker:

Bin mutasyondan bir tanesinin faydalı olması nadiren gö­rülür. Fakat bu kadarı bile çok verimlidir. Çünkü mu­tasyonların birçoğu öldürücü, bir kısmı da bozucudur[45].

Bilhassa son yıllarda bakteriler üzerinde değişik deneyler ya­pılmıştır. Bakterilere ısının, kuruluğun, dondurarak vakumda kurutmanın, elektriğin, yüksek basıncın, çeşitli kimyevî maddelerin tesirleri araş­tırılmıştır. Sonuçta farklı çevre şartlarında mutasyonla yeni tür meydana gelmediği gözlenmiştir[46].

Bakteriler en sık mutasyon geçiren canlılardır. Özellikle Echerichia coli bakterisi 20 dakikada bir bölünür. Bu bakterilerle son 50 yıldır yapılan deneyler sonucu çok fazla miktarda bakteri elde edilmiştir. Hatta 50 yıl­dır elde edilen bakteri sayısı, 100 milyon seneden bu tarafa yaşayan herhangi bir hayvan türünün sayısından daha fazladır. Eğer mutasyonla bir tür değişimi olsaydı, bu bakterilerde tür değişimi mutlaka gözlenecekti.

Geesser Üniversitesi Tıbbi Fizik ve Palinoloji Enstitüsü, 500 mil­yon sene önce yaşayan bakterilerin şimdi yaşayan bakterilerle hiçbir fark­lılığının olmadığını belirtir[47].

Aslında evolüsyonun koordine olmuş ve belirli yönde ilerlemiş şeklini, tesadüfen ve gelişigüzel teşekkül eden mutasyonlarla açıklamanın mümkün olmadığına sıkça temas edilir[48].

Moor, mutasyonlarla meydana gelebilecek değişikliklerin tür sınırını aş­amayacağını belirtir ve şöyle der:

Mutasyonlar, bir canlı organizma türü içinde meydana gelen ve türlerin hudutlarını aşmayan değişikliklerdir. Büyük canlı grup­ları, ne poliploidi ne de kromozom düzeni değişikliği ile izah edi­lir[49].

Meşhur evrimci Stephen Gould, mutasyonla yeni türün meydana gelemeyeceğini söyler:

Bir mutasyon yeni bir DNA oluşturmaz. Dolayısıyla türleri mutasyona uğratarak yeni türler elde etmek mümkün değildir[50].

Genetikçilerden evrimci Gordon Taylor, evrimi ispat için yapılan mutasyon çalışmalarının başarısız olduğunu itiraf eder ve şöyle der:

Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler, evrimi ispat için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hâlâ bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözleyemediler [51].

Sonuç olarak, canlılarda ani olarak meydana gelen ve mutasyon olarak adlandırılan değişiklikler genelde o canlı yapısını bozucu veya öldürücü tiptedir. Mutasyonla meydana gelen arızalı bir tipin yeni bir türün başlangıcı olması mümkün değildir.

İnsanın Geçmişi

“İnsanın aşağı yapılı organizmalardan evrimleşerek günümüze ulaş­tığı, bu gelişin son halkasında maymunla ortak ataya sahip olduğu” ileri sürülür. Buna delil olarak Hominid formlarından Dryopithecus, Ra­mapitheus, Australopithecus ve Homo erectus serisi nazara verilir.

Bu fosil materyallerinin her birisinin tek canlıya ait olmadığı, farklı or­ganizmalara ait parçaların tek organizmada birleştirilmiş bulunduğu pek çok bilim insanı tarafından müteaddit defalar dile getirilmiştir.

Diğer taraftan fosil yaşlarının güvenilir bir doğrulukta yapılamamaktadır. Mesela Leakey’nin 1470 fosili ile KNM-WT-17000 fosili, şim­diye kadar genel bir kabul gören Australopithecus ve Homo erectus se­risini desteklememektedir. Çünkü bu fosiller Austrolopithecus ve Homo erectus’lardan daha yaşlı, ancak KNM-WT-17000 fosili bazı karakterler bakımından onlardan daha ileri, bazı karakterler bakımından ise daha ge­ridir.

Schiller, insan neslinin diğer canlılardan ayrı olarak ortaya çıktığını şu ifadeyle belirtir:

İnsanın geçmişiyle ilgili fosiller, beklenen geçiş formlarını ortaya koyamadı. Bütün bunlardan sonra bizim, insandan aşağı bir varlıktan evrimleşmeyip doğrudan kendi neslimizden geldiğimiz rahatlıkla söylenebilir”[52] .

Pennsylvania State Üniversitesi’nden Antropoloji Profesörü Robert Eckhardt, Hominoid serisinde insanın atasının varlığını gösteren fosilin olmadığını şöyle ifade eder:

Hominoidler serisi, insanın hominid (insanımsı) atası olduğunu gösteren morfolojiye sahip bir fosil yoktur [53].

Ünlü paleontolog David Pilbeam, insanın geçmişiyle ilgili karar vermede ellerindeki materyallerin yetersizliğini belirtir:

Yayınlanan kitaplar şunu söylemeye çekiniyorlar ki, ben de dâhil olmak üzere, kuşaklar boyu insan evrimini araştıran kişiler, karanlık içinde çırpınıyorlar! Elimizde olan bilgiler, teorilerimizi şekillendirmek için son derece güvenilmez ve yetersizdir[54].

David Pilbeam, geçmişte ileriye sürdükleri teorilerinin ideolojik olduğunu şöyle dile getirir:

İnsanın geçmişiyle ilgili, içimize yerleşmiş bulunan ön kabullerin farkındayım. Bunları zihnimden çıkarmak için gerçekten çaba gösteriyorum. Geçmişteki teorilerimiz, elde olan gerçek bilgimizden çok, bizim o andaki ideolojimizi yansıtıyordu![55]

Arizona Devlet Üniversitesi antropoloğu Geoffrey Clark, 1997 yılında yazdığı eserinde, insanın geçmişini tespitte peşin bir kanaat ve hükümle hareket edildiğine dikkati çekerek şöyle der:

Bir asırdan fazla bir süredir bilim adamları, modern insanın kökenleri konusunda bir uzlaşmaya varmaya çalışıyorlar. Niçin başarılı olamadılar? Çünkü paleoantropologlar farklı eğilimlerden, ön yargılardan ve varsayımlardan yola çıkmaktadırlar. Bu nedenle insanın evrimini açıklayan modeller sırt sırta binmiş iskambil kâğıtlarına benzemektedirler. Bir kâğıdı hareket ettirdiğinizde, tüm yapı çökme tehlikesiyle karşı karşıya gelir[56].

Wells de “insanın hayvan neslinden geldiği” yönündeki çabaları, materyalist felsefe taraftarlarının gayretine bağlamaktadır:

İnsan evriminin peşin hükümlü açıklamalarının içinde genelde, ‘bizlerin hayvandan farklı olmadığımız’ mesajı saklıdır. Ne var ki bu mesaj, hikâyeleri bilimsel kılmak için şimdilerde onlara sokulan cılız delillerden çok uzun zaman önce ileri sürülmüştü. En son ikon, ister bir resim isterse bir hikâye içinde sunulsun, o, modern ampirik bilim kisvesi altında sunulan eski materyalist felsefedir. Hasılı, Gould’un tesadüfilik hakkındaki vaazları, Darwin, Huxley, Simpson, Monod ve Dawkins’in materyalist görüşleri gibi, deneysel bilime değil, öznel felsefeye dayanmaktadır. Her ne kadar Gould, herkes gibi düşüncelerini açıklama hakkına sahip olsa da, onların bilimmiş gibi öğretilmemesi gerekir. Bütün bunlara rağmen, Richard Dawkins’in felsefi görüşleri gibi Gould’­un görüşleri de şimdilerde bazı biyoloji ders kitaplarında yer almaktadır[57].

Kanadalı evrimci ve biyoloji felsefecisi Michael Ruse, evrimin bir “din” hâline getirilmesinden yakınmaktadır:

Eğer insanlar evrimi bir din yapmak istiyorlarsa, bu onların işidir. Fakat onlar, gerçek bilimin ötesine geçip ahlakî ve sosyal düşüncelerin alanına girmekte ve teoremlerini ‘her şeyi kuşatan bir dünya şeması’ olarak görmekte ve böylece bilimden kayış sergilemektedirler[58].

Nature dergisi başyazarı Henry Gee, fosillerin yetersizliğine dikkati çekerek şunu söyler:

Hiçbir fosil, nüfus kâğıdıyla gömülmez. Fosilleri ayıran zaman aralıkları öylesine uzundur ki, ata ve soy yoluyla onların mümkün olan bağlantıları hakkında hiçbir şey söyleyemeyiz. Yazılı kayıtlarla bir insan tarihini birkaç yüzyıl öncesine götürmek bile hayli zordur. Yaklaşık beş ile on milyon yıl öncesi arasındaki birkaç bin canlı nesli, insan evrimine ilişkin tüm deliller küçük bir kutuya sığabilmektedir. Dolayısıyla, ata ve soy çizgileri şeklindeki hâlihazırdaki insan evrimi şeması, olgudan sonra yapılmış, tamamen bir insan icadıdır ve insanın ön yargılarına göre şekillendirilmiştir. Bir fosil dizisini alıp onun bir nesli temsil ettiğini savunmak, test edilebilir bir bilimsel hipotez değil, çocukları uyutmak için anlatılan masallarla aynı geçerliliğe sahip bir değerlendirmedir. Eğlendirici, hatta öğretici olabilir, ama bilimsel değildir[59].

Bütün bunlardan anlaşılan odur ki, “insanın maymun benzeri bir atadan geldiği” iddiasını des­tekleyen tek bir delil yoktur. Maymundan insana doğru iler­leyen herhangi bir ara veya geçiş formu mevcut değildir. Hatta fosil ka­yıtları, diğer hayvan grupları arasında da geçiş formlarının bulunma­dığını ortaya koymaktadırlar. Bu neticeler, insan da dâhil bütün canlıların ayrı ve özel olarak yaratıldığını ve her birisinin kendine has bir atasının olduğunu göstermektedi.


[1] Axelrod, D. Early Cambrian Marine Fauna. Sci­ence. 1959, Vol. 128. p.7.                                      

[2] George, T.N. Fossils in Evolutionary Perspective. Science Progress. 1960,  Vol. 48, January, p.5.

[3] Kay, M. and Colbert, H.E. Stratigraphyand Life History. New York. John Wiley and Sons. 1965, p.102.

[4] Monestarsky, R. Mysteries of the Orient. Discover, Nisan, 1993, s. 40.

[5] Dawkins, R.The Blind Watchmaker. London,W.W. Norton, 1986, s. 229.

[6] Todd, G.T. Evolution of the Lung and the Origin  of Bony Fishes: A Casual    Relantionship. American Zoologist, cilt 26, no: 4, 1980, s.757.

[7] Norman, J.R. Classification and Pedigrees: Fossils. A History of Fishes. British Museum of Naturel History. 1975, s.343.

[8] Taylor,G.R. The Great Evolution Mystery. Harper &Row, 1983, s.60.

[9] Carroll, L. R. Vertebrate Paleontology and Evolution. New York W.H.Freeman and Co., 1988, s. 4, 138.

[10] Colbert, E. H., & Morales, M. Evolution of the Vertebrates. New York, John Wiley and sons, 1991,s.99.

[11] Romer,AS. Vertebrata Paleontology. Chicago Press. 1966, s.303.

[12] Romer,AS. Vertebrata Paleontology. Chicago Press. 1966, s.15-33.

[13] Simpson, G. Life Before Man. New York, Time-Life Books, 1972,s.42.

[14] Dunouy, L.Human Destiny.The New American Library. New York.1947,P.74.

[15] Gish, D.T. Have You Been Brain Washed? 1983.Terc. Âdem Tatlı,  Evolusyon. 11. baskı, 1986, s.19.

[16] Goldschmidt, R.B. American Scientist. 1952, Vol. 40.p.97.

[17] Rensberger, B. Houston Chronicle, 5 Kasım, 1980, Bölüm 4, s.15.

[18] Patterson, C. Harper’s.  Şubat, 1984, s.60.

[19] Hitching, F. The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong? New  York.Ticknor and Fields, 1982, s.30-31.

[20] Gordon, R.T. The Great  Evolution  Mystery. London, Sphere Books, 1984, s.230.

[21] Barbar, J. Stahl. Vertebrate History: Problems in Evolution. New York: Dover    Publication, 1985, s.349-350.

[22] Brush, A.H. On the Origion of  Feathers. Journal of  Evolutionary Biology. Vol.9, 1996, s.131-33.

[23] Anonim. Jurassic Bird Challanges Origin Theories. Geotimes. Vol. 41, 1996, s.7.

[24] Shipman, P. Birds do it...Did Dinosaurs? New Scientist, 1 Şubat 1997, s.28.

[25] Morris, H. and Parker,G.E. What is Creation Science? Master Book Publishers. California. 1982. Terc. Âdem Tatlı ve ark. Yaratılış Modeli. M.E.B. 1985.

[26] Beddart, F.E.  The Structure and Classification of Birds. Longmans, Green and Ca., London.1989, p.160.

[27] Gregory, W.K. New American Academy of Sci­ence. Annals, 1916, Vol.  27.p.31.

[28] Nouy, L. Human Destiny. The New American Lab­rary. New York. 1947, p.58.

[29] Swinton,W.E. In Biology and Comparative Physi­ology of Birds. Ed.By. A.J. Marshall Academic Press,New York, 1960, Vol. p.1.

[30] Brues, C.T. Insects in Amber. Scientific American. 1951,Vo1.185.s.60.

[31] Olsen,E.C. The Evolution of Life. The New Ame­rican Library. New York.  1965, p.180.

[32] Derek, A. The Nature of the Fosil Record. Proceedings of British Geological   Association. Cilt 87, 1976, s.133.

[33] Carlton, B. Statis:The  Life in the Balcance. Geotimes, vol. 40, Mart 1995, s.18.

[34] Tom, S.K. A Fresh Look At The Fosil Record. New Scientist, vol. 108, 1985, s. 66.

[35] Tom, S.K. Mammal-Like Reptiles and the Origin of Mammals. New York American Pres, 1982, s.363.

[36] Steven, M. S. Macroevolution: Pattern and Processs. San Francisco. W.H. Freeman and C., 1979, s.39.

[37] Adler, J. Who Doubts Evolution? New Scientist, sayı 90,1981, s.831.

[38] Mark C. The Revial of the Creationist Crusade. Maclen’s, 19 Ocak, 1981, s.56.

[39] Gould, S., J. Evrimin Düzensiz Adımları. Naturel History. Mayıs,1977, s.13.

[40] Dobzhansky, T. Genetic of the Evolotionary Process. Colombia  Üniv. Press. 1970, P. 30.

[41] Mayer,E. Populations, Species and Evolution. Cambridge, Mass: Harward  Univ. 1970, p.102.

[42] Waddington,C. H. The Nature of Life. At­heneum. New York, 1962, s. 98.

[43] Ayala, J.F. Teological Explanations in Evolutionary Biology. Philosophy of Science. 1970, Vo1:37.p.3.

[44] Muller, H.J. Radiation Damage to the Genetic Ma­terial. American Scientist. 1950, Vo1.37.p.3.

[45] Huxley, J.  Evolution in Action. New York.Harper Bros. 1953, p. 4l.

[46] Bilgehan, H. Genel Mikrobiyoloji ve Bağışıklık Bi­limi. Ankara. 1984.

[47] Şengün, A. Evolusyon. İstanbul Üniv.Yayınları, İstanbul. 1971, sayı. 162.

[48] Metin,A., Fıeld, A. N. ve Moore, J. N. İlmi Ger­çekler ışığında Darwinizm. Otağ Matbaası. 1976.

[49] Moor, J. On Chromosomes, Mutations and Phlo­geny. 1971. Terc. A. Metin. İlmi Gerçekler ışığında Darwinizm. Otağ Yay. 1971.

[50] Gould, S.J. Is a New and General Theory of Evolution Emerging? Lecture at Hobart & Wm Smith College, 4 Şubat, 1980.

[51] Taylor, G. The Great Evolution Mystery. New York. Harper , 1983, s.48.

[52] Schiller, R. New Findings on the Origin of Man. Reader's- Digest. 1973, August,p.89-90.

[53] Eckhardt, R. Population Genetics and Human Origins. Scientific American, sayı 226,1972, s.94.

[54] Pilbeam, D. American Scientist, sayı, 66,1978, s. 379.

[55] Pilbeam, D. Rearranging Our Family Tree. Nature, Haziran, 1978.

[56] Clark, A.G. Thtough a Glass Darkly: Conceptual Issues in Modern Human Origins Research, s.60-76, 1997.

[57] Wells, J. Icons of Evolution, Science or Myth? Çev. Orhan Düz. Evrimin İkonları, Bilim Mi Mit Mi? Gelenek yayıncılık. Kurtiş Matbaası, İstanbul, s. 207, 209, 2003.

[58] Ruse, M. How Evolution became a religion. National Post. Mayıs 13, 2000;  www.nationalpost.com/artslife.asp?f=000513/288424.html.

[59] Gee, H. In Search of Deep Time: Beyond the Fosil Record to a New History of life. New York: The Free Press,, s. 23, 32, 113, 116-117, 202, 1999.

22 "Hem evrime, hem de yaratılışa inanıyorum." denilebilir mi? Hz. Âdem devrindeki insanların fiziksel farklılığı, evrime delil olabilir mi?

Cevap 1:

Önce evrimden neyin kastedildiğinin iyi anlaşılması gerekir. Çünkü evrim çok değişik manalarda kullanılıyor

Evrim kelimesi; başkalaşma, farklılaşma, kademeli olarak gelişme ve değişme ve ilerleme gibi aralarında değişik farklar bulunan pek çok kelime, tâbir ve deyim yerine kullanılmaktadır. 

Evrim yerine kullanılan tâbir ve kelimelerden bazıları şunlardır: Tekâmül, istihale, tatavvur, tahavvül, tebdil, tebeddül, tağyir, tegayyür, terakki, sudur, zuhur, techid, ontojeni, filojeni ve evolüsyondur. Bu tâbirlerin her birisinin ifade ettiği mana, diğerlerinden farklıdır. Burada sadece tekâmül ile tahavvülün manalarını vereceğiz.

Tekâmül

Tekâmül, kemale erme, mükemmel hale gelme manasında kullanılır.

Şayet “Evrim” terimiyle “Tekâmül” manası, yani ferdin embriyodan itibaren olgun hale gelinceye kadarki kademeli değişimi ifade ediliyorsa, bu manadaki evrim, teori değil, bir kanundur. 

Meselâ bir elma çekirdeğinin; filiz, fidan ve meyveli ağaç hâline gelişi kademeli değişimin bir ifadesidir. 

Aynı şekilde; bir insan embriyosunun; zigottan itibaren gelişerek, çok hücreli embriyo, bebek, çocuk, genç ve yetişkin insan safhaları da kademeli gelişmenin bir başka örneğidir. 

Bu manada bütün canlılar her an değişme, başkalaşma ve farklılaşma kanunlarına tâbidirler.

Tahavvül

Tahavvül, hal değiştirme, bir halden bir başka hale geçme manasında kullanılmaktadır.

Şayet evrim teriminden tahavvül, yani hal değiştirme kastediliyorsa, o da teori değil bir kanundur. Elementlerin hal değiştirmesi, tahavvülat-ı zerrat olarak ifade edilir.

Kısaca ifade edersek, atom ve moleküllerin, bir halden bir başka hale geçerek, yani hal değiştirerek canlıların bünyesinde yer almaları, bir takım biyoloji ve fizik kanunları çerçevesinde olmaktadır. Dolayısıyla elementlerin bu şekilde hal değiştirmesi, teori değil kanundur. Mesela, hidrojen yanıcı, oksijen yakıcıdır. İkisi birleşince su meydana gelir ve artık bu elementlerin hali değişmiştir.

İnsan yaklaşık yüz trilyon hücreden meydana gelmiştir. Her bir hücrede bir saniyede üç bin değişik reaksiyon olmaktadır. Bir saniye sonraki insan, madde cihetiyle bir saniye önceki insan değildir. Bünyesinde pek çok element değişim ve başkalaşıma uğramıştır. 

Bütün canlı varlıklar her an değişim içerisindedir. Bu ve benzeri bütün değişim ve başkalaşımlar "evrim" olarak ifade ediliyor. Bu manadaki bütün değişim ve başkalaşımlar teori değil birer kanundur. 

Bütün bu değişiklikler Allah’ın sonsuz ilim, irade ve kudretiyle olmaktadır. Zaten bunun, akıl ve mantık çerçevesinde başka türlü izahı da mümkün değildir. 

Burada esas tartışmaya sebep olan, evrimin evolüsyon manasında kullanımıdır.

Evolüsyon manasında kullanılan evrimde, bir yaratıcı devreden çıkarılır ve bütün canlıların silsile halinde ve birbirinden tesadüfen meydana geldiği ileri sürülür. Böyle bir iddianın hiçbir bilimsel değeri yoktur ve tamamen ateist ideolojiye bağlı pozitivist felsefenin ürünüdür.

Kâinatta hiçbir şey kararında değildir. Her an değişmektedir. Bütün bu değişiklikler, farklılaşma ve başkalaşımlar Allah’ın eseridir. 

Gerek insanın ve gerekse diğer canlıların yaratılışıyla ilgili olarak, bilimin, ya da felsefenin ortaya koyduğu değer hükümleri, yapılan araştırma ve yorumlara bağlı olarak zaman içerisinde değişmektedir. Biz bütün bu değer hükümlerine bilgi adını veriyoruz. 

Bu bilgilerin bir kısmı, ya da tamamı, Kur’an’ın yaratılış hakkındaki bildirdikleriyle bire bir örtüşebilir de, örtüşmeyebilir de. Bilimin ortaya koyduğu değer hükümleri hakkında bilgi sahibi oluruz. Yani, onlardan, kendi imkân ve kapasitemize göre, bizi ilgilendirenleri bir dereceye kadar biliriz. Fakat Allah’ın bildirdiklerine inanırız.

Yaratılış konusunda bir meseleyi, teorilerin veya bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu şekilde bilmek, insanı sadece malûmattar, yani bilgi sahibi yapar. İnanmak ise, tamamen ayrı konudur. 

Siz Hıristiyan dinini bilmekle Hıristiyan olmadığınız gibi, evrim hakkında bir takım felsefî düşünce ve görüşleri bilmeniz, sizi dinden çıkarmaz. Ancak, o bilgilerin doğru olduğuna inanırsanız, o zaman o bilgilerin Kur’an’ın bildirdikleriyle çatışmaması gerekir.

Cevap 2:

Geçmişteki insanların kas ve vücut yapılarında irilik, zindelik ve canlılığın bulunduğu, ömürlerinin de şimdikilere göre daha uzun olduğu anlaşılıyor. Ama bu durum onları insan yapısının dışına çıkarmaz. İlk insan Hz. Âdem aynı zamanda ilk peygamberdir ve her yönüyle günümüz insanına benzemektedir. Onun genetik yapısında günümüzdeki bütün renk ve ırk karakterleri bulunduğu gibi, şimdi her bir ferdin genetik yapısı, onun genetik yapısının bir kombinasyonundan ibarettir.

Evolüsyon manasında, yani insanın daha aşağı yapılı canlılardan tesadüfen meydana geldiği felsefî görüşünü savunan evrimcilerin evrim görüşüyle bunun bir ilgisi yoktur. 

Ancak, Allah’ın sonsuz ilim, irade ve kudretiyle insanda şimdi her an görülen değişiklik ve farklılaşma manasında evrim teori değil bir kanundur. 

Böyle bir değişiklik için Hz. Âdem’e kadar gitmeye gerek yoktur. Bir saniyede insanın her bir hücresinde üç bin değişik reaksiyon meydana geldiği hesabına göre, insanda ortalama yüz trilyon hücrenin varlığı dikkate alınırsa, bir saniyede insanda meydana gelen değişikliğin büyüklüğü anlaşılır. Bu değişikliğe evrim derseniz, bu da teori değil, Allah’ın sonsuz ilim, irade ve kudretiyle teşekkül eden bir kanundur.

23 Nuh’un gemisine mikroorganizmalar ve dinozorlar nasıl alınmış ve yerleştirilmiştir?

Hz. Nuh ve kavmi, Milattan takriben üç-dört bin sene önc,e Mezopotamya ve yakın havalisinde yaşamıştır. Çünkü Hz. Âdem ile Mekke’de başlayan insanlık, Hz. Nuh zamanında Arabistan ve Mezopotamya arasına ancak yayılabilmiştir.

Bilindiği gibi, Allah Hz. Nuh’a gemi yapmasını, kendisi tarafından emir gelince, inananlarla hayvanlardan birer çiftin bu gemiye almasını emrediyor. 

Cenab-ı Hak, Hz. Nuh’a, Tennur’dan su fışkırmaya başladığı zaman gemiye binmelerini istiyor. Tennur, dilimize tandır, yani fırın manasında geçmiştir. Anlaşılan odur ki, gemiye ne zaman binileceği belli değildir. Fırından su fışkırdığı zaman gemiye binilmesi istenmektedir. Bu geminin de buharlı gemi olduğu tahmin edilmektedir.

Semadan bardaktan boşanırcasına yere su inmeye ve yerden de yukarıya fışkırmaya başlayınca Hz. Nuh’a sinyal gelmiştir.

Böyle hareketli ve telaşlı bir ortamda herkes başının derdine düşmüştür. Hz. Nuh inanları -ki bunlar bir rivayette sekiz, bir rivayette de seksen kişidir- hemen gemiye davet etmiş, kendilerinden faydalanabilecekleri evcil hayvanlardan da birer çift olmak kaydıyla gemiye almıştır.

Günlerce ve haftalarca devam eden yağış sebebiyle zemin tamamen sularla kaplanmış, Allah’ı inkâr edenlerin hepsi bu suda boğulmuş, Hz. Nuh ve arkadaşlarının bulunduğu gemi de Cudi dağına oturmuştur. Bu inanan topluluk buradan karaya inerek kendilerine tekrar yeni bir hayat düzeni kurmuşlardır.

Nuh Tufanı, bütün Semavî kitaplarda yer almaktadır. Nuh Tufanı, Hz. Nuh’un kavminden inkâr edenleri cezalandırmak için Allah tarafından hâsıl edilmiş bir musibettir. Nitekim bu kavim çoğalmış, içinden tekrar inkârcılar türemiş, Allah onlardan Ad, Semut ve Lût kavimlerine de semadan ve yerden musibetler göndermiş ve onları helak etmiştir.

Ad, Semut ve Lût kavmi gibi topluluklardan inkâr edenleri Allah değişik musibetlerle cezalandırmıştır. Ancak musibetler sadece o topluluğun fertlerine gelmiş, başka yerleri istila etmemiştir. Çünkü musibetin hedefi o inkârcılardır.

Demek ki, kavimlerine gelen musibetler sadece o kavme has kalmış, semavî veya arzî musibetler o beldelerin haricinde görülmemiştir. 

Aynı şey Nuh kavmi için de geçerlidir. Burada da musibetten maksat, inkârcıların helak edilmesidir. Hedef ve gaye böyle olunca, o zaman Nuh Tufanı’nın sadece bu Nuh kavminin bulunduğu mekân olan Mezopotamya havalisi, Mekke ve Medine dolaylarıyla sınırlı olması hikmete ve akla daha uygundur. 

Nuh kavminin maruz kaldığı musibetin, bütün dünyanın her tarafında meydana gelmesini gerektirecek aklen bir sebep yoktur. Allah’ın emirlerine karşı gelen Nuh kavmidir. Musibetin de sadece onlara gelmiş olması normaldir.

İnsanın bulunmadığı, dünyanın diğer yerlerinde böyle bir tufanın olması hikmete uygun değildir. O bakımdan Hz. Nuh’un başka mekânlardaki hayvanlar uğraşması zaten mümkün de değildir. Çünkü çok kısa bir zaman içerisinde ölüm-kalım mücadelesinin verildiği bir anda, Hz. Nuh, her hâlde toprak içindeki solucanı, dağın başındaki kurdu, suyun içindeki balığı nasıl gemiye alacağını düşünecek değildir. Böyle bir anda yabani hayvanların tutulması ve muhafazası da zaten mümkün olmaz.

O zaman öyle bir an ki, herkes kaçacak yer arıyor. Gökten su iniyor, yerden sular fışkırıyor. Evler, yollar bir anda su altında kalıyor. İnsanlar kaçacak yer arıyor. Kur’an-ı Kerim, Hz. Nuh’un oğlunun gemiye binmediğini, Nuh (as)’ın bu oğlunun gemiye binmesi için gayret sarf ettiğini bildiriyor. Yani, insanın yakınlarının ve sevdiklerinin gemiye binip binmemesi kargaşası içinde iken, Afrika ormanlarında bulunan papağan ve maymunu veya bizon öküzünü düşünme zamanı değildir. Buna gerek de yoktur. Onlar sadece, gidecekleri yerde faydalı olacak evcil hayvanları almışlardır.

Yabani hayvanların alınması, olayın meydana gelişi, zaman ve mekân bakımından uygun olmadığı gibi, hikmet bakımından da uygun değildir.

24 Craig Venter haşa yeni canlı yarattığını söylüyor. Bunun İslam'da yeri nedir?

Craig Venter, insandaki genetik dizilimi ortaya koyan ekibin başkanıdır. O, dizilimini değiştirdiği bir DNA’yı bir bakteriye enjekte etmiş, bakteri de bu dizilimi hücre şeklinde sentezlemiştir.

Aslında bu teknik yeni değildir. Serbest tabiatta, çok küçük yapıya sahip olan virüslerden bazıları asalaktırlar ve bakteri hücreleri içinde yaşayabilirler. Bakterilerde yaşayan virüslere faj adı verilir.

Bir bakteri hücresine tutunan fajın, genetik yapısını teşkil eden tek dizilimli DNA’sı bakteri hücresine geçer. Faj DNA’larının bakterinin içine girmesinden sonra bakteri biyosentez mekanizması, fajın çoğalmasının hizmetine girer ve bakterinin kendi kromozomu ve dolayısıyla DNA’sı imha edilir. Enfekte olan bakteri tarafından önce belli faj enzimleri üretilir, arkasında da faj DNA’ları ve fajların dolgu proteinleri sentez edilir. Genetik yapısı tamamlanan fajların etrafında faj örtüsü teşekkül eder. Böylece bakteri hücresi içerisinde çok sayıda faj, yani virüs teşekkül eder. Daha sonra bakteri çeperi yumuşatılarak bakteri patlatılır ve olgun fajlar serbest hale geçerler.

Serbest tabiatta cereyan eden bu olaydan, laboratuarda da faydalanılmakta, insülün gibi bazı maddelerin genetik yapıları bakteriye enjekte edilerek bu ürünün sentezi sağlanmakta idi. Anlaşılan o ki, bu gelinen noktada, mevcut virüsün DNA’sı yerine, DNA’nın bazı bölgelerindeki dizilimler değiştirilerek yeni dizilimli bir DNA elde ediliyor. Bu, bir bakteriye enjekte edilince, bakterinin genetik yapısı imha edilerek bu yeni DNA sentezleniyor. Hâsıl olan bu DNA’lar etrafında faj örtüsü teşekkül edince bakteri hücresi parçalanarak içerisinden fajlar, yani virüsler ortaya çıkıyor. Böylece yeni genetik dizilimli virüsler elde edilmiş oluyor.

Bu yeni bir canlı yaratma mıdır?

Yeni bir canlı yaratma değil, yeni bir canlıyı kopyalamadır. Craig Venter’in yaptığı bu çalışma, koyun kopyalama hadisesinin değişik bir şeklidir. Bunun bir değişik tarzı, kabak fidesi üzerine karpuz aşılayıp, tabanı kabak olan bitkiden karpuz elde etmedir. Kâinatta her şey Allah’ın ilim ve iradesi altındadır. Biz bilimsel çalışmalarla O’nun evrene koyduğu kanun ve prensiplerini açıklamaya ve anlamaya gayret ediyoruz.

Bu konunun bilim ve din açısından nasıl değerlendirebileceği soruluyor. Bu tip meselelerde bilimle İslâm dininin yaklaşımı farklı değildir. Bir başka ifade ile İslâmiyet’le bilimin çatışması söz konusu değildir. Çünkü İslâm dini, kâinatın tamamını âdeta bir kitap gibi kabul eder. Yani, 114 elementten yazılmış kâinat kitabı. Her bahar sanki bu kitabın bir sayfası, asırlar o kitabın formaları hükmündedir. İnsan da bu kitapta bir kelimedir. Bütün ilimlerin konusu, bu kâinat kitabıdır. Yani, taşıyla, toprağıyla, havasıyla ve suyuyla, bitkiler, hayvanlar ve insanlarıyla âlemi dolduran canlı ve cansız umum varlıkların yapısını, bağlı olduğu kanunları ortaya koyma görevi ilimlerindir.

İlimler, bir bakıma bu kâinat kitabını tefsir etmekte, yani açıklamaktadır. Atomdan galaksilere kadar her bir cismin yapısında ve tâbi olduğu kanunlarda; yüksek ve derin bir ilmin, geniş bir kavrayışın, engin ve sonsuz bir iradenin, son derece hassas bir ölçü ve plânlamanın, gayet merhametli ve sanatlı yapılışın varlığı görülmektedir. İşte, Allah’ın eseri ve sanatı olan bu kâinat kitabı, O’nu tanıttırmaktadır.

İslâm dini çalışmayı, araştırmayı teşvik eder. İslâm literatüründe, bilimde ne kadar çok terakki edilse, yani varlıklar hakkında ne kadar geniş bilgi sahibi olunsa, O’nun kâinattaki tasarrufunun, hikmet ve hâkimiyetinin bilinmesini sağlayacağı, dolayısıyla Allah’ın o kadar daha iyi tanınmış olacağı vurgulanır.

Cisimlerdeki bu ölçülü, bir maksat ve gayeye göre planlı yaratılışın düşünülmesi de “tefekkür”, fikir ve akıl yürütme, yorumlama olarak ifade edilir. Böyle bir saatlik akıl yürütme ve düşünmeyi, İslâmiyet bir sene nafile ibadetten üstün görmektedir. (Suyutî, Camiu’s-sağir, 2/127; Aclûnî, I/310)

Kur’an; “Düşünmüyor musunuz?” (Bakara, 2/76). “Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara, 2/44) diyerek, akla havale eder. Akıllı düşünmeye teşvik eder.

“...Bu inceliği, ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.” der.(Âl-i İmran, 3/7).

Allah’tan ilmimizin arttırılmasını istememizi öğütler:

“...'Rabbim, ilmimi arttır' de." (Tâhâ, 20/114).

Bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığına dikkat çekilir:

“...Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zumer, 39/9).

“...Düşünesiniz diye gerçekten size âyetleri açıkladık.” (Hadîd, 57/17).

Bilinmeyen bir şeyin sorulup araştırılarak öğrenilmesi istenmektedir:

“Eğer bilmiyorsanız, bilenlerden sorun” denmektedir.(Nahl, 16/43).

Hadislerde de ilme teşvik vardır:

“İlim talebi için yola çıkan kimse, dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Tirmizî İlim 2, 2649; İbn Mâce, Mukaddime 17, 227).

“Kim ilim öğrenmeyi talep ederse, bu onun geçmişteki günahlarına kefaret olur.” (Tirmizî İlim 2, 2650).

“Hikmetli söz müminin yitiğidir. Onu nerede bulursa, hemen almaya en layık olandır.” (Tirmizî, İlim, 19, 2688).

“İlmin azalması, cehaletin artması” dünyanın sonu olarak belirtilmiştir. (Buhari, Kitabu’l-İlim, 71-72).

İslâm dininin uygun görmediği, varlıkların Allah’ın tasarrufundan çıkarılıp tesadüf ve sebeplere verilmesidir.

25 Tersine evrim hakkında görüşleriniz nelerdir?

Bu gibi haberler, bilim perdesi altında gelse bile, şimdilik bir kurgudan ibarettir. Farelerin 500 milyon öncesine geri götürme iddiaları, evrim sevdasıyla tutuşup yanan ve şimdiye kadar bilimsel bir bulguyu göremeyenlerin aceleden rapor ettikleri -abartılı- bir teori görünümündedir. Görülen şeylerle, onları sunan ifadeler arasında çok zayıf bir münasebetin olduğunu düşünüyoruz.

Şimdiden bu konu üzerinde konuşmak isabetli olmayabilir. Ancak şunu diyebiliriz ki, bütün hükümlerini  akla kabul ettiren İslam, realite olarak ortaya çıkmış hiçbir gerçeği reddetmez.

Şu ahir zaman, çok korkunç konulara gebedir. Bir-iki asırdan beridir pozitif felsefe akımlarının etkisinde kalan ve ateizmi besleyen periyotlar  yaşayan insanlık camiası, yetmiş-seksen yıl sonra, daha garip olaylar karşısında bocalama devresine girebilir.

Bu sebeple, gelecek nesillerin bu gaddar ve zalim fikrî despotluğa karşı korunmaları için onlara Kur’an’ın hakikatlerini iyi öğretmek gerekir. Dinî ilimlerle müspet fen bilimlerinin birlikte okutulması bir zaruret halini almıştır. Çünkü ikisinden birinin noksanlığı, ya dinî bağnazlığa veya fennî yobazlığa götürecektir.

Oysa, hiçbir gerçek bilimsel keşif, doğru anlaşılmış bir din gerçeğiyle çelişmez. Çünkü evreni yaratan da Kur’an’ı indiren de Allah’tır.

Evrim konusunda geniş bilgi için tıklayınız:

www.sorularlaevrim.com

26 Evrim teorisinin temelinde Allah'ı inkar etmek mi yatmaktadır?

Evet, bu teorinin temelinde, canlıların, Allah'ın yaratmasıyla değil de kendi kendine meydana geldiğini savunma vardır.

Evrim felsefesinin dayandığı prensipleri dört kategoride toplamak mümkündür. Bunlar:

1. Tedricilik (kademeli gelişme), yani, evrim hadiseleri uzun zaman içinde ve adım adım cereyan etmiştir.

2. Bir türden başka bir tür veya bir varlıktan başka bir varlık hasıl olmuştur.

3. Günümüzdeki bütün varlıklar, tek bir hücrenin farklılaşmasıyla meydana gelmiştir. Yani tek hücreden omurgasız çok hücreliler, onlardan balık, balıktan kurbağa, kurbağadan sürüngen, sürüngenden kuş ve memeli ve neticede maymundan insan hasıl olmuştur.

4. Bütün hadiseler, tesadüfen ve kendi kendine cereyan eder.

İlave bilgi için tıklayınız:

Virüslerin değişime uğraması evrimin delili mi? Evrim teorisi gerçek mi?

www.sorularlaevrim.com

27 Adaptasyon nedir; adaptasyonla DNA’ya yeni bilgi eklenmesi mikroskopta görülemez mi?

Adaptasyon, çevreye uyum demektir. Bir canlının yaşadığı ortamdaki her çevre faktörüne karşı gösterdiği maksimum, minimum ve optimum (en uygun) olmak üzere üç değer vardır. 

Sıcaklık, ısı ve ışık gibi faktörler en başta gelen çevre faktörleridir. Mesela portakal ağacını ele elalım. Bunun sıcaklık bakımından en iyi geliştiği ve fazla meyve verdiği değer 25 derece, dayanabildiği en düşük sıcaklık eksi 20 derece, en yüksek sıcaklık da 70 derece olsun. 

Bu ağaç için optimum, yani en uygun değer 25, minimum değer eksi 25, maksimum değer de 70 derecedir. Canlılar minimum ve maksimum değerleri barındıran çevre faktörlerinde yetiştirilecek olurlarsa, optimum değerde yetişenlere göre bir takım yapı farklılıkları kazanırlar. 

Portakal ağacını maksimum değere yakın yerde, yani 70 dereceye yakın bir çevrede yetiştirdiğimiz zaman, fazla sıcağa dayanmak için yapraklar küçülecek ve tüylenecektir. Tâbi bu tüylenme ve yaprak küçüklüğü genetik yapısında varsa olacaktır. O zaman, sıcaklık bakımından optimum şartlarda yetişen portakal ağacı ile maksimum çevre şartlarında yetişen portakalın yapraklarında büyüklük ve tüylenme bakımından farklılık olacaktır.

İşte kazanılan bu farklılıklar adaptasyondur.

Bu maksimum çevre şartlarındaki portakal yeni bir tür müdür? Siz, yaprak küçüklüğünü ve tüylülüğünü tür karakteri olarak alırsanız, buna yeni bir tür diyebilirsiniz. Ama bu bitki temel tip olarak yine portakaldır. Yani, adaptasyonla bir portakaldan mesela armut ya da şeftali ağacı meydana gelmez. Çünkü genetik yapı buna müsaade etmez. 

İnsanın bütün özelliklerini ihtiva eden genetik yapı, temelde nesiller boyu aynı kalmakla birlikte, çevrenin fert üzerinde en az hayat boyu bazı kalıcı etkiler sağladığı da görülmektedir. Metil veya etil gruplarının değişimini sağlayan her etkinin, doğrudan veya dolaylı olarak ferdin hayatına tesir ettiği anlaşılmaktadır. 

Bunlar göz önüne alındığında, yenen gıdaların cinsi ve şekli kadar, haram ve helal olması da, insanın bünyesinde epigenetik yapıya tesir eden değişiklikleri sağlayabileceği anlaşılıyor.

Epigenetik, bir organizmanın DNA baz sırasında herhangi bir değişim olmaksızın genlerinin ifadesinde ve dolayısıyla bu organizmanın veya hücrelerinin fenotipinde meydana gelen kalıtsal değişimleri ifade etmektedir. Epigenetik olaylarda organizmanın DNA’sının baz diziliminde herhangi bir değişim söz konusu değildir. Bunun yerine genetik olmayan bazı faktörler organizmanın genlerinin kendilerini farklı şekilde ifade etmelerini ve davranmalarını sağlarlar. Bunun sonucu olarak da organizmanın veya hücrenin fenotipinde (Dış görünüşünde farklılıklar görülür.

Epigenetik değişimlerin temel iki kaynağı vardır. Bunlar:

1. DNA metilasyonları.

2. Histon modifikasyonları.

Her iki olay da DNA ve histonlardan oluşan kromatin ipliğin yapısının oluşumunda ve yeniden şekillenmesinde etkilidir. Dolayısıyla gen ifadesinin kontrolü bu iki temel olay aracılığı ile gerçekleştirilir.

DNA metilasyonu kromatin yapısının oluşumunda ve yeniden şekillenmesinde histonların modifikasyonları ile birlikte temel bir faktördür. Histon modifikasyonları sonucu kromatin yapısındaki değişimler ise, hücrenin çok hücreli organizmanın hayatında gerekli olacak çok sayıda özelliği kazanmasını sağlar.

DNA metilasyonu, gen transkripsiyonun düzenlenmesinde önemli bir faktördür.

Genlerin kendi yapılarını ifade edilemez duruma gelmelerine “Gen sessizleşmesi” adı verilmektedir. Anormal DNA metilasyonlarının genlerin istenmedik şekilde sessizleşmesini sağladığını gösteren çok sayıda araştırma yapılmıştır. Promoter bölgelerinde yüksek seviyelerde 5-metilsitozin bulunduran, yani sitozinleri metillendirilmiş olan genler transkripsiyonal olarak sessizleşmiş genlerdir ve ifade edilemez durumdadırlar.

“Adaptasyonla DNA’ya yeni bilgi eklenmesi mikroskopta görülemez mi? Neden araştırıcılar farklı yorum yapıyor?” deniyor.

Bu okuyucumuz, DNA’nın yapısında araştırma yapmayı, elma bahçesinden elma toplamaya benzetiyor herhalde. Bir su damlasının binde biri ölçeğinde bir sıvı düşünün.

İşte bunun içinde araştırma yapma, DNA yapısında araştırma yapmaktan daha kolaydır. DNA şekli olarak gösterilen yapılar, tasavvur edilen DNA modelleridir. Yoksa DNA’nın yapısı, binlerce defa büyütmekle görülebilen çok küçük bir materyalden ibarettir. DNA yapısındaki değişiklikler ve bir takım fonksiyonlar, deneme yanılma yoluyla ortaya konmaya çalışılır.

Özellikle kişinin haram yiyeceklerden kaçınmasına hem hadislerde ve hem de ayetlerde işaret edilmiştir. Kur’an’da temiz ve helal şeylerden yenmesine sıkça yer verilir.

"... O peygamber onlara ma'rufu emreder, münkerden nehyeder, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar...”(A'raf, 7/157).

"Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin!.."(Bakara, 2/168).

Bir hadiste de şöyle buyurulur:

"Kişi ağzına haram bir lokma götürse, kırk gün duası kabul olunmaz.” (bk. (Tirmizi, Eşribe, 1; İbn Mace, Eşribe, 9; Nesai, Eşribe, 45, 49)

Çocuğun güzel veya çirkin oluşuna te'sîr eden âmillere genişçe yer veren İbnu'l-Kayyîm tıp uzmanlarından şu bilgileri aktarır: Hâmile kadının ayva ve elma üzerindeki idmanı, çocuğun yüzünün güzel olmasına, renginin saflaşmasına sebep olur. Hamilenin çirkin suretleri, pis renkleri seyretmesini, tenhâ dar evlerde kalmasını hoş görmemişler, bütün bunların cenine tesîr edeceğini söylemişlerdir. (İbnu'l-Kayyım, Tuhfe, s.170-171)

Haram gıda ile beslenen vücudun ibadet etmeye istekli olmadığı, haram lokmanın 40 gün tesirini icra ettiği gibi hususlar, bu epigenetik değişikliklere birer işaret olarak algılanabilir.

Nitekim yenen besinlerin insanın davranışları üzerindeki etkili olduğu günümüzde doktorlar ve biyologlar tarafından da ileri sürülmektedir. Doktorlar anne adaylarına, bebeğin anne karnında sağlıklı gelişmesi ve o bebeğin dünya hayatında davranışlarına olumsuz yönde etki edecek beslenme ve yaşam tarzlarından kaçınmalarını öğütlemektedirler. Mesela, annenin hamile iken çok kırmızı et yemesinin, bebek erkek ise, onun gelecekte sperm sayısını olumsuz yönde etkileyebileceği ifade edilmektedir(Hilyetü-l’muttakin, 145).

Diğer taraftan çocuklarda görülen birçok bozuklukların önemli bir nedeninin alkol olduğu tespit edilmiştir. Meselâ, Fransa'da birbirini teyîd eden farklı araştırmalara göre asabî ruhî (neuro-psychiatrie) hastalıklar servisine düşen çocukların % 50 sinin alkolik ailelerden geldiğini, yine çeşitli suçlardan mahkemelik olan çocukların babalarının % 50 sinin alkolik olduğu, bu ailelerden gelen çocuklarda % 34 nispetinde aile, okul, ve toplum hayatına uyum sağlama bozuklukları tespit edildiği ifade edilmektedir. (G. Malignac,  L'Alcoolisme, PUF. Paris, 1969, pp. 39-42)

Adaptasyon, canlının DNA yapısında değişiklik olmadan, genetik etki mekanizmalarının iç ve dış çevrenin tesiriyle istenen ve beklenen etkiyi gösterememeleri sonucu hasıl olur. Bunlar bazen yavrulara da geçmektedir. Kanser gibi oluşumlar da, hücre fonksiyonlarının genetik yapıya göre yönlendirilmesi sırasında, bir takım sebeplerden dolayı, farklı şifrelenmeden kaynaklanan bir adaptasyon şeklidir.

Bir adaptasyonun derecesi, şekli ve hangi iç ve dış faktörlerin adaptasyona sebep olduğu hususları, bu konuda çalışan bilim adamlarının alakadar eden konulardır. 

Bu işin dışında olanların adaptasyon konusunda bilmesi gereken kanaatimce, canlıda meydana gelebilecek her değişiklik Allah’ın ilim, irade ve kudretiyle olmaktadır. Bir takım değişikliklere Allah adaptasyonu sebep kılmıştır. Ancak, adaptasyon genetik yapıda kalıcı oranda büyük bir değişikliğe yol açmaz. Yani, bir canlıdan bir başka canlı meydana gelmez.

Görünen o ki, Allah her bir türü, yaşayabileceği çevre şartlarına göre belli bir genetik potansiyelde yaratıyor. Ona tanıdığı değişim sınırları içinde o varlık bir takım şekil değişiklikleri gösterebiliyor. Bütün bunlar her an Allah’ın ilim, irade ve kudretiyle oluyor ve şekilleniyor. Bilimin görevi, bir yaratıcıyı inkâr değil, mevcut canlıların yapılarını en ince ayrıntılarına kadar tetkik etmek olmalıdır. Yoksa bir takım ideolojik ve felsefî düşünce ve hayal mahsulü şeyleri ilim adı altında takdim ederek, insanları gereksiz ve lüzumsuz şeylerle meşgul etmek, en azından bilim ahlakına yakışmaz.

28 Evcil hayvanlar nasıl ortaya çıkmıştır?

İnsan yeryüzüne gönderildiği zaman; atlar, inekler, sinekler, arılar, bağlar, dağlar, madenler, demir, kömür, petrol, bütün çekiciliği ve güzelliği ile insanı bekliyordu. Her şeyi Allah insanın emrine vermişti. Neyi, nerede ve nasıl kullanacağını ona, ilk insan ve aynı zamanda ilk peygamber olan Hz. Âdem öğretiyordu. Hz. Âdem’e de eşyanın isimlerini, ne işe yaradığını Allah öğretmişti. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:

“Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: 'Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin.' dedi. Melekler: 'Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz, âlim ve hakîm olan ancak sensin.' dediler.” (Bakara, 2/32-33).

Bu eğitim ve önderlik işi, bütün insanlık tarihi boyunca böyle devam etti. Hz. Âdem’le başlayan nübüvvet halkasının peygamberleri, sadece manevî sahada değil, maddî sahada da insanlığa yol gösteriyorlar, öncü oluyorlardı. Hz. Âdem çiftçilikte, Hz. Zülküf de ekmekçilikte öncü olmuşlardır.

Madenleri eritmeyi, demiri balmumu gibi yumuşatmayı Hz. Davut yaparken, Hz. Nuh da gemi yapımında ve marangozlukta pişdarlık ediyordu. Terzilik ve yazıcılıkta önder Hz. İdris idi. Dülgerlerin piri Hz. İbrahim, saatçıların piri ise, Hz. Yusuf’tu. 

- Evcil hayvanlar, önce yabani idiler de insan da bunlara ihtiyaç duyunca evcilleştirme yoluna mı gitti? 

Böyle bir soruya, Allah’ı devreden çıkararak cevap ararsanız, sıhhatli cevap veremezsiniz. Çünkü, insanı yaratan, insanın ihtiyaç duyduğu varlıkları da yaratan O olduğuna göre, önce bu konuda Allah ne buyuruyor. Ona bakmak gerekir.

Kur’an’ın muhtelif yerlerinde hayvanların faydaları ve insan için yaratıldığı nazara veriliyor. Bunlardan bazılarında Allah şöyle buyuruyor:

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa, hepsi ancak sizin gibi topluluklardır…” (En’am, 6/38).

“Hayvanlardan yük taşıyanı ve tüyünden döşek yapılanları yaratan O’dur…” (En’am, 6/142).

“Allah sizi bir tek nefisten (Âdem’den) yarattı, sonra da ondan eşini yarattı. Sizin için hayvanlardan sekiz eş (Deve, sığır, koyun, keçi) meydana getirdi…” (Zümer, 39/6).

“Dişi ve erkek olarak, sekiz eş yarattı. Koyundan iki, keçiden iki…” (En’am, 6/143)

“Deveden de iki çift, sığırdan da iki çift yarattı…”(En’am, 6/144).

“Allah, kimine binesiniz, kimini yiyesiniz diye sizin için hayvanları yarattı. Onlarda sizin için daha nice faydalar vardır. Gönüllerinizdeki bir arzuya, onlara binerek ulaşırsınız. Onların ve gemilerin üzerinde taşınırsınız.” (Mü’min, 40/79-80).

“Sizin için gökten su indiren odur. İçecek su ondandır; hayvanlarınızı otlattığınız bitkiler de o su ile yetişir.” (Nahl, 16/10).

“Gerçekten süt veren hayvanlarda da size bir ibret vardır. Size onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir süt içirmekteyiz” (Nahl, 16/66).

“Allah size evlerinizden bir huzur ve dinlenme yeri yaptı. Hayvanların derilerinden gerek yolculuğunuzda ve gerekse konaklama zamanlarınızda, kolayca taşıyacağınız hafif evler (çadırlar v.s.) ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar (giyinecek, kuşanacak, serilecek ve döşenecek) bir eşya ve ticaret malı yaptı.” (Nahl, 16/80).

“Hayvanlarda da sizin için elbette ibretler vardır. Onların karınlarındakilerden (sütlerinden) size içiririz. Onlarda sizin için birtakım faydalar daha vardır; ayrıca etlerini yersiniz.” (Mü’minûn, 23/21).

“Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısıtıcı (şeyler) ve birçok faydalar vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz. Sizin için onlardan ayrıca akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken bir güzellik (bir zevk)vardır. Bu hayvanlar sizin ağırlıklarınızı, ancak güçlüklere katlanarak varabileceğiniz bir memlekete taşırlar. Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatli, pek merhametlidir. Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve (gözlere) ziynet olsun diye (yarattı)…”(Nahl, 16/5-8).

Bu ayetlerden şu sonuçlar çıkarılabilir:

1. Gerek yeryüzündeki ve gerekse gökyüzündeki hayvanların da bizim gibi topluluklar olduğu nazara veriliyor. Yani, her bir hayvan grubunun kendi içerisinde farklı hissiyat, davranış ve şekline dikkat çekiliyor. Bunların farklı yaratılışlara sahip oldukları bildiriliyor.

2. Allah, insanların hem eşyalarını ve hem de kendilerini, bir yerden, bir başka yere taşımaları için, at, katır ve eşek gibi hayvanlar yaratmıştır.

3. Etlerini ve sütlerini yemek, yünlerini ve yapağılarını çeşitli maksatlarda kullanmak için , koyun, keçi, deve ve sığır gibi hayvanları insanın emrine vermiştir.

4. At, sığır, koyun ve keçi gibi hayvanların, sayılanlardan başka daha pek çok faydalı yönüne işaret edilmekte, sabah ve akşam bunların geliş ve gidişlerinde ayrı bir güzelliğin bulunduğuna dikkat çekilmektedir.

5. Yukarıda sayılan hayvanları, Allah’ın verdiği su ile hâsıl olan otlaklarda otlattığımız nazara verilmektedir.

6. Koyun, keçi, deve ve sığırın, bizim için meydana getirildiği beyan edilmektedir. Bu hayvanların gübresine varıncaya kadar her şeyinden faydalanılmaktadır. Dolayısıyla bu hayvanların insana rahmet olarak gönderildiği hatırlatılmaktadır.

7. Koyun, keçi, deve ve sığırdan ikişer çift yaratıldığı beyan edilmektedir.

Cenab-ı Hak, Zumer suresinin altıncı ayetinde, önce insanın yaratılışına dikkati çekiyor. Başlangıçta Âdem babamızı yarattığını, sonra da ondan eşini halk ettiğini bildiriyor. Ayetin devamında ise, koyun, keçi, deve ve sığırın yaratılışına dikkat çekiliyor; “Bunları yarattık” demiyor. “Bunları ikişer çift yarattık.” buyuruyor. En’am suresinde tekrar koyun, keçi, sığır ve devenin ikişer çift yaratıldığı beyan ediliyor. Yani, bu hayvanların her birisi, doğrudan yoktan yaratılıyor. Ancak, “İlk yaratılan bu tek varlıktan, o hayvan neslinin nasıl çoğalacağı?” sorusunu biz sordurmadan, Allah hemen cevabını veriyor. “Biz bunları, eşleriyle birlikte (yoktan) yarattık.” buyuruyor. 

İlk yaratılışta, üreme kanununun devreye girmesi mümkün olmadığı için, erkek ve dişinin doğrudan yaratılması beklenirdi. Nitekim ayette buna işaret ediliyor. Artık bundan sonra neslin devamı, Allah’ın koyduğu üreme kanunu olan erkek ve dişiden yavrunun meydana gelmesi şeklinde, hem bitkiler, hem hayvanlar ve hem de insanlık âleminde cereyan ediyor. 

Bununla beraber, “eşeysiz üreme” olarak adlandırılan anne ve baba olmadan üreme, bitkiler âleminde de, hayvanlar âleminde de görülmektedir.

Böylece, evcil hayvanların eşleriyle birlikte yoktan doğrudan kendi şekilleriyle yaratıldıkları nazara veriliyor. Yani Allah, koyunu, koyun olarak, deveyi, deve olarak, sığırı sığır olarak, keçiyi de keçi olarak yarattığını bize bildiriyor.

İnsanlar için bu kadar gayeli ve hikmetli yaratılan evcil hayvanların, deneme yanılma yoluyla evcilleştirildiğini düşünmek, yanlış olur. Kaldı ki, onların fıtratları, yani, yaratılıştan gelen özellikleri, doğrudan insanın emrine verildiklerini ortaya koyuyor. Nitekim, bazı yabani hayvanlar, bir süre insanlara alıştırılsalar bile, bir süre sonra, yine tabiî hayatlarına dönüyorlar. Hatta bazen, kendisine bakanları parçalayarak kaçıyorlar. Hâlbuki evcil hayvanlara Allah öyle bir özellik ve güzellik vermiş ki, munis ve uysal haliyle, tam insanın emrine verildiğini gösteriyor.

Hz. Âdem aleyhisselamın oğulları Habil ve Kabil çobanlık ve çiftçilik yapardı. Yani, hem öküzle çift sürüyorlar ve hem de koyun ve keçi otlatıyorlardı. Bu hayvanlar onların, yani insanlığın emrine doğrudan verilmişti. Bunların nerelerde ve nasıl kullanılacağı da Hz. Âdem’e Allah tarafından bildirilmişti.

İlk insan Hz. Âdem, yeryüzüne geldiği zaman, elbette koyunları ağılda, atları ahırda bulmadı. Bütün hayvanlar otlaklarda insanları bekliyordu. Hz. Âdem’e bildirilenler doğrultusunda o, bazı hayvanları alıp ahıra, ağıla ve kümese getirdi. Bu hayvanlar arasında yapılan seçme ve iyileştirme metotlarıyla günümüzdeki çeşitlilik ortaya çıktı.

29 Müslüman bir bilim adamı evrimci olabilir mi?

İlim, bir varlık hakkında bilgi sahibi olmak demektir. Bilimde inanma değil, bilme esastır. Dolayısıyla yukarıdaki soruyu, “Evrim Teorisine inanan değil, evrim teorisini bilen birisi” şekline getirmemiz gerekir. O zaman zaten cevabın sorunun içerisinde olduğu görülecektir.

Çünkü bir konuyu bilmek ayrı şey, inanmak ise, tamamen ayrı bir şeydir. Hristiyanlığı bilen birisinin Hristiyan olmadığı gibi, İslâmiyet’i bilen bir kimse de İslâmiyet’in bir takım temel rükünlerine inanmadığı sürece Müslüman olamaz.

Konuya bu açıdan bakınca, evrim teorisini bilmek, evrimcilerin iddia ve delillerinin neler olduğunu öğrenip, birilerine, vazifesinin gereği onu öğretmek, bilimsel bir metot ve çalışma şeklidir. Bu konuda elde ettiği bilgilerin tamamen doğru olduğuna inansa, o zaman bu inancında, Kur’an’ın açık hükümlerine ters düşen bir takım hususlar bulunduğu için, elbette böyle bir inanç, İslâm dinine ters düşer.

Ateizmi savunan evrimciler, her şeyden önce, evrim teorilerini bir yaratıcıyı reddeden bir görüş üzerine bina ediyorlar ve her şeyi tesadüf ve tabiatın eseri olarak takdim ediyorlar. Allah’ı inkâr ederek işe başlayan bir düşüncenin dinle bağdaşan bir yönü olabilir mi?

Ateist evrimciler, tek hücrenin tesadüfen evrimleşmesiyle silsile halinde bütün canlıların birbirinden meydana geldiğini ileri sürüyorlar. İnsanı da bu evrim halkasının en son ürünü olarak kabul ediyorlar. Evrim kelimesini, buradaki evolüsyon manasında kullandıkları halde, evrim kargaşası meydana getirmek ve zihinleri bulandırmak, kendi batıl ve tamamen felsefî düşüncelerini yaymak için, kâinatta geçerli olan bir takım kanun ve prensiplerin yanında, her türlü değişme ve başkalaşmayı da yine evrim kelimesiyle ifade diyorlar. Böylece evrim kelimesinden kimin neyi kastettiği anlaşılmıyor. 

Allah’ın sonsuz ilim, irade ve kudretiyle her türlü değişme, başkalaşma ve farklılaşma kâinatta cereyan etmektedir. Dolayısıyla Kur’an’da bütün varlıkların tedricen, yani zamanla farklı yapılar kazandıklarına dikkat çekilir. Mesela, bir hücreyle anne karnında gelişmeye başlayan insanın tavırdan tavıra geçtiği nazara verilir. Dünyanın başlangıçta güneşle beraber bulunduğu ve daha sonra ondan ayrıldığına işaret edilir.

İnsan ve diğer bütün bitkiler ve hayvanların hücreleri ve yapıları her an değişmektedir. Bütün bu değişiklikleri de evrimle ifade ediyorlar. Hâlbuki bu değişiklikler bir kanun şeklinde görülmektedir ve ateist evrimcilerin evolüsyon karşılığı kullandıkları evrim kelimesiyle hiçbir ilgisi olmadığı gibi, bütün değişiklikler Allah’ın tasarrufundadır. Ancak onlar Allah’ı daha başlangıçta reddediyorlar.

Her şeyin Allah’ın eseri olduğunu kabul eden ve Kur’an’ın yaratılış konusundaki açık hükümlerine ters düşmeyen, değişme ve başkalaşmalara inanmada ve bunların evrim kelimesiyle ifade edilmesinde İslamiyet’e ters düşen bir yön olmaz.

30 Evrimciler, canlılarda bulunan bazı organların işlevsiz olduklarını iddia etmektedir. Bu iddia doğru mudur?

Evrim literatüründe uzunca bir süre yer alan, ama geçersizliği anlaşıldıktan sonra sessiz sedasız bir kenara bırakılan iddialardan biri, "körelmiş organlar" kavramıdır.

Ancak bir kısım yerli evrimci, "körelmiş organlar"ı hala evrimin büyük bir delili sanmakta ve öyle göstermeye çalışmaktadırlar. Körelmiş organlar iddiası bundan bir asır kadar önce ortaya atılmıştı.

İddiaya göre, canlıların bedenlerinde atalarından kendilerine miras kalmış, ancak kullanılmadıkları için zamanla körelmiş işlevsiz organlar yer alıyordu.

Bu kesinlikle bilimsel bir iddia değildi, çünkü bilgi eksikliğine dayanıyordu. "İşlevsiz organlar", aslında "işlevi tespit edilememiş" organlardı.

Bunun en iyi göstergesi de, evrimciler tarafından sayılan uzun "körelmiş organlar" listesinin giderek küçülmesi oldu.

Kendisi de bir evrimci olan S. R. Scadding, Evolutionary Theory (Evrimsel Teori) dergisinde yazdığı "Körelmiş Organlar Evrime Delil Oluşturur mu?" başlıklı makalesinde bu gerçeği şöyle kabul eder:

(Biyoloji hakkındaki) bilgimiz arttıkça, körelmiş organlar listesi de giderek küçüldü... Bir organın işlevsiz olduğunu tespit etmek mümkün olmadığına ve zaten körelmiş organlar iddiası bilimsel bir özellik taşımadığına göre, "körelmiş organlar"ın evrim teorisi lehinde herhangi bir kanıt oluşturamayacağı sonucuna varıyorum."

Alman anatomist R. Wiedersheim tarafından 1895 yılında ortaya atılan "körelmiş insan organları" listesi, apandisit, kuyruk sokumu kemiği gibi yaklaşık 100 organı içeriyordu.

Ancak bilim ilerledikçe, Wiedersheim'ın listesindeki organların hepsinin vücutta çok önemli işlevlere sahip olduğu ortaya çıktı.

Örneğin "körelmiş organ" sayılan apandisitin, gerçekte vücuda giren mikroplara karşı mücadele eden lenf sisteminin bir parçası olduğu belirlendi. Bu gerçek, 1997 tarihli bir tıp kaynağında şöyle belirtilir:

"Vücuttaki timus, karaciğer, dalak, apandisit, kemik iliği gibi başka organlar lenfatik sistemin parçalarıdır. Bunlar da vücudun enfeksiyonla mücadelesine yardım ederler."

Aynı "körelmiş organlar" listesinde yer alan bademciklerin ise boğazı, özellikle erişkin yaşlara kadar, enfeksiyonlara karşı korumada önemli rol oynadığı keşfedildi.

Omuriliğin sonunu oluşturan kuyruk sokumunun, leğen kemiği çevresindeki kemiklere de destek sağladığı ve küçük bazı kasların tutunma noktası olduğu anlaşıldı.

İlerleyen yıllarda yine "körelmiş organlar" olarak sayılan timüs bezinin T hücrelerini harekete geçirerek vücudun savunma sistemini aktif hale getirdiği; pineal bezin önemli hormonların üretilmesinden sorumlu olduğu; tiroid bezinin bebeklerde ve çocuklarda dengeli bir büyümenin gerçekleşmesini sağladığı; pitüiter bezin de birçok hormon bezinin doğru çalışmasını kontrol ettiği ortaya çıktı.

Darwin tarafından "körelmiş organ" olarak nitelendirilen gözdeki yarım ay şeklindeki çıkıntının ise gözün temizlenmesi ve nemlendirilmesi işine yaradığı anlaşıldı.

Körelmiş organlar iddiasında evrimcilerin yaptıkları çok önemli bir de mantık hatası vardı. Bildiğimiz gibi evrimciler tarafından ortaya atılan iddia, canlılardaki körelmiş organların geçmişteki atalarından miras kaldığıydı.

Oysa "körelmiş organ" olduğu söylenen bazı organlar, insanın atası olduğu iddia edilen canlılarda yoktur!

Örneğin evrimciler tarafından insanın atası olduğu söylenen bazı maymunlarda apandisit bulumaz.

Körelmiş organlar tezine karşı çıkan biyolog H. Enoch bu mantık hatasını şöyle dile getirmektedir:

"İnsanların apandisiti vardır. Ancak daha eski ataları olan alt maymunlarda apandisit bulunmaz. Süpriz bir biçimde apandisit, daha alt yapılı memelilerde, örneğin opossumlarda tekrar belirir. Öyleyse evrim teorisi bunu nasıl açıklayabilir?"

Kısacası evrimciler tarafından ortaya atılan körelmiş organlar senaryosu kendi içinde hem mantık hataları içermektedir, hem de bilimsel olarak yanlıştır.

İnsanlarda, sözde atalarından miras kalmış olan hiçbir körelmiş organ yoktur. Çünkü insanlar diğer canlılardan rastlantılarla türememiş, bugünkü formlarıyla eksiksiz ve mükemmel bir biçimde yaratılmışlardır.

Kaynaklar:

1. S. R. Scadding, "Do 'Vestigial Organs' Provide Evidence for Evolution?", Evolutionary Theory, Cilt 5, Mayıs 1981, s. 173.
2. The Merck Manual of Medical Information, Home edition, New Jersey: Merck & Co., Inc. The Merck Publishing Group, Rahway, 1997.
3. H. Enoch, Creation and Evolution, New York: 1966, s. 18-19.

31 Balinalarda ayak kemikleri, yılanlarda bel kemikleri, köpeklerin ayağındaki uzantılar evrime delil teşkil etmez mi?

Balinalar, yılanlar ve köpekler de dahil her bir canlı, çok amaçlı bir programa göre yaratılmıştır. Vücudunda hiçbir organ ne fazladır ve ne de noksan. Genelde bir organa birden çok görev yüklenmiştir.

Biyologların görevi, her bir organın işleyişini ve ne gibi vazifeleri bulunduğunu ortaya koymaktır. Fakat bazı biyologlar, işin kolayına kaçmakta, görevini bilemediği organı lüzumsuz ve artık olarak nitelemektedir. Belki biraz da ideolojik davranarak, vazifesiz saydığı organları, bu canlının evrimleştiğini iddia ettiği ilkel atalarından kalmış gereksiz organ olarak ileri sürmektedir.

Geçmiş asırda Lamarck tarafından ileri sürülen, kullanılan organların geliştiği, kullanılmayan organların ise köreldiği şeklindeki görüşün bilimsel bir değeri yoktur. Bir canlıdaki değişiklik soma hücrelerinde olmuşsa yavrularına geçmez. Mesela, kolu kesilen bir kimsenin çocukları kolu kesik olarak dünyaya gelmez. Ancak, üreme hücrelerinde ve zigotta olan değişiklik yavrulara geçer. Dolayısıyla balinanın herhangi bir organı, geçmiş neslinde kullanılmadığı için körelerek o mevcut şekli almış değildir.

Soruda yer alan ve evrime delil teşkil ettiği ileri sürülen yapılar, hep Lamarck düşüncesiyle ele alınmakta ve bu canlıların yaşadığı farz edilen atalarından kalma organlar olarak değerlendirilmektedir. Biyologlar, bu organların gereksiz ve lüzumsuz olduğuyla uğraşacaklarına, bunların ne işe yaradıkları üzerinde ciddi araştırma yapmış olsalardı, muhakkak onların, bu canlılar için bir değil ve belki birden çok görevinin bulunduğu ve hayati organlar olduğu ortaya konmuş olurdu.

Evrime delil olarak ileri sürülen ve işe yaramadığı iddia edilen ve artık organ olarak nitelendirilen bu tip görüşlerin bilimsel bir değerinin olmadığı bilinmeli ve ciddiye alınmamalıdır. Çünkü laboratuara girmeyen ve denenemeyen bir konu, felsefî bir düşüncedir, bilimsel bilgi değildir.

Bir canlıda, değil bir organın gereksiz olarak bulunması, bir atom dahi lüzumsuz değildir. Her bir atomun, bulunduğu canlıda belirli en az bir görevi vardır. Bir atom dahi canlı vücudunda gereksiz olarak bulunmuyorsa, bir organın o canlı için gereksiz olduğu nasıl düşünülebilir?

Allah hiçbir şeyi abes ve başıboş yaratmamıştır. Hakîm isminin gereğin olarak, her şeyi ölçülü, nizamlı, intizamlı, planlı, programlı ve hikmetli olarak vücuda getirmiştir.

32 İnsanda kuyruk sokumunun olması evrime delil gösteriliyor?

Kuyruk sokumu, insanlarda, omurganın son 4-5 omurunun birleşmesinden meydana gelen, tabanı yukarıda, üçgen biçiminde bir kemiktir. Önden arkaya doğru basık olan bu kemiğin ön yüzü hafifçe çukur, arka yüzü tümsek’ olup, omurların birleşme yerinde enine kemiksi oluklarından oluşan eklemlerle, bütün bir kemik halini almıştır. Evrim teorisine inananlara göre kuyruk sokumu kemiği, geçmişteki maymunumsu atalarımızın(!) bir kalıntısı olarak bugüne kadar gelmiş, hiçbir fonksiyonu olmayan bir kemiktir. Oysaki bu kemik; anatomi, fizyoloji ve kadın- doğum bilimleri açısından incelendiğinde, yapı ve fonksiyonları bakımından ne kadar önemli ve lüzumlu bir kemik olduğu görülür.

Eklem ve Kemik Yapısı: Kuyruk sokumu kemikleri kendi aralarında, oynamaz eklemlerle kaynaşmışlardır. Sağrı kemiği (sacrum) ile yaptığı eklem ise oynar eklemdir. Bu eklemin oynar oluşunun faydası şudur: Anne karnındaki bebeğin baş çapının en dar yeri 11,5-12 cm’dir. Kuyruk sokumu ile pubis kemiği (kalça kemerinin ön taraftaki çatıyı yapan kemikleri) arasında olan bebeğin çıkış kapısı ise 9,5-10 cm’ dir. Doğum esnasında bebek başı, kuyruk sokumuna sürtünerek gelir. Bebek, kuyruk sokumundan geçerken, kuyruk sokumu ile sağrı kemiği arasındaki eklem, hormonların da yardımıyla oynar hale gelir ve kuyruk sokumu 2- 2,5 cm geriye gider. Çocuğun çıkış kanalı 11,5-12,5 cm’ ye çıkar ve başın rahat geçmesini sağlar. Bu eklem hayat boyu hareketli kalır.

Kuyruk sokumu kemiğinde, iki tane de çıkıntı kemiği vardır. Bu çıkıntı kemikleri, oturma anında sağa ve sola kaymaları önlemektedir. Yine sağlamlığı, anatomik görünüşündeki geometrik estetikle bir sanat eserini andıran ve sert zemine oturmada stabiliteyi destekleyen dört tane ağ vardır ki, bu bağlar sağrı kemiği ile bütünlüğü Sağlar. Evrimci görüşün dediği gibi bu kemik işe yaramaz bir kalıntı ise, kalıntı olan bir kemikte, bu bağların ve kemik yapısının fizyolojik fonksiyonlara uygun olmasına ne gerek vardır? Yoksa ilkel hayvan, kuyruğunu küçültürken (l), insanın anatomik yapısı şöyle olacak, doğumu böyle yapacak, çocuğun kafa çapı şu olacak, ben kuyruğuma şu şekli vereyim, diye düşündü de, kuyruk sokumunu bu anatomik yapıya uygun bağlarla mı donattı?

Kuyruk sokumu kemiği, kendini besleyen coccigeal arter, kirli kanı toplayan coccigeal yeni ve kendi yapısına uygun coccigeal sinire sahiptir. Ayrıca, kayganlığı sağlayan bir sıvı salgılayan coccigeal bursa, coccigeal cisim, glomus coccygeum ve cuschka bezleri de bulunur. Oysaki embriyolojik kalıntı olan kemiklerde böyle kendine has anatomik bir yapı oluşmaz, çevrenin anatomik yapısına göre şekil kazanır. Örnek verecek olursak; bazı insanlarda, doğuştan 7. boyun kemiğinden çıkıntı olarak, bir fazla kaburga kemiği vardır. Buna cervical kaburga denir. Normalde, boyun kemiklerinde kaburga kemiği olmamasına rağmen, bazı insanlarda fazlalık olarak görülür. Bu fazlalık kemik; özel bir atardamar, toplardamar ve sinire (intercostal sinir) sahip olmadığından, çevredeki anatomik yapının ana damarları ve sinirleri tarafından işgal edilir. Eğer kuyruk sokumu kalıntı olsaydı anatomik yapısı kendine has atardamar, toplardamar, sinir, bursa ve beze sahip olmazdı.

Fazlalık (anomali) kemiklerin bir özelliği de ancak operasyonla (kemiğin çıkarılması) son bulacak rahatsızlıklara yol açmalarıdır. Mesela; boynunda cervical costa denilen fazla kemiği olanlarda kol ağrısı, kol uyuşması ve kuvvet azlığı olur. Bu kemik çıkarıldığında şikâyetler geçer. Oysaki kuyruk sokumu kemiği çıkarıldığında, doğum ve büyük abdesti yapmada problemler çıkar.

Adaleler ve Ligamentler: Aşağıdaki adale ve Iigamentler (lig: bağlar), kuyruk sokumuna yapışırlar.

1. Musculus coccygeus lig. sacrospinale: Bu adaleyi meydana getiren kas hüzmeleri sağrı ve kuyruk sokumu kemiğinin dış kenarlarından başlar, leğen kemiğinin altına yapışır.

2. Lig. sakro-tuberale: Sağrı kemiği ve kuyruk sokumu altından başlayarak, leğen kemiğinin arka altına yapışır. Kuyruk sokumu ile sağrı kemiğinden gelen adaleler hüzmesi birbirini çaprazlar. Bu iki bağ aracılığı ile çaprazların arasında iki delik oluşur. Bu iki deliğin içinden, erkek/kadın genital ve boşaltım organlarına, damar ve sinirler geçer. Bu iki delik, damar ve sinirleri koruma altında tutar.

3. Lig. anococcygeum: M. sfinkter ani externus isimli kas, bu bağ vasıtasıyla uzanır ve kuyruk sokumunun ucuna yapışır. M. sfinkter ani externus kası, anal kanal (son bağırsağın çıkışı) etrafını halka şeklinde sararak, anüsü devamlı kapalı tutar ve defekasyon (dışkılama) sırasında isteğimize göre gevşer. Bu kas devamlı kasılmak için destek gücünü, lig. anococcygeum vasıtasıyla, kuyruk sokumu kemiğinden alır. Ligament ve kasların çekmesiyle, kuyruk sokumu kemiği öne eğik pozisyonda durur ki, oturma anında buraya yansıyan yük süspanse olsun, yani hafifletilerek sıkıntı vermeyecek duruma gelsin. Çünkü kasların yapışması sebebiyle, özellikle defekasyon anında kuyruk sokumunun belli hareketleri vardır. Oturulurken kuyruk sokumunun arka yüzüne baskı gelir. Kuyruk sokumu, öne doğru tek oynar eklem olan sağrı ile yaptığı eklemden hareket ederek bu baskıyı azaltır.

Kuyruk sokumu kemiğine yapışan bu kaslar, leğen kemiğinin tabanını oluştururlar. Yine doğum alt zeminini oluştururken, kalın bağırsağın, diğer damar ve sinirlerin zeminini döşeyen sağlam bir tabaka teşkil ederler.

 - Eğer kuyruk sokumu kemiği kalıntı kemik sayılırsa (yani bu kemik özel bir planla yaratılmamış olsa), o zaman bu adaleler ve bağlar nereye yapışacaktı?

Adalelerin görevlerini tam yapabilmeleri için, kemiklere yapışmış olmaları gerekmektedir. Yapışacak yeri olmayan, boşlukta kalan bir adale, güç meydana getiremeyeceğinden, fonksiyonunu tam yapamaz; büzülmüş ve zayıflamış halde kalır. Özellikle anüsün kapalı tutulmasında fonksiyon gören anüs adalesi, lig anococcygeuma bağlıdır. Kuyruk sokumu kemiği olmasaydı bu kaslar tam fonksiyon yapamadığından, anüs kısmında, zıt yöndeki kasın çekmesiyle tek taraflı bir güçsüzlük olurdu. Ameliyatla kuyruk sokumu alınan hastalar, anüsün kasılma gücünde azalma ve anüse sert bir şey batar gibi bir hissin şikâyetiyle doktora başvurmaktadırlar. Kuyruk sokumu kemiği eğer kalıntı sayılırsa, ona yapışan adaleleri ve bağları da kalıntı saymak gerekir. Kalıntı kemik acaba kendini oluştururken(1); kalıntı damarını, siniri kuyruk, salgı kesesini, bağlarını, adalelerini, lazım olacak eklemlerini kendisi ayarlayarak, diğer kalıntıları da beraberinde mi geliştirmiştir?

Doğumdaki mucizeyi organizasyon: Doğum sırasında rahim ve karın kaslarının kasılmasıyla aşağı doğru itilen bebeğin, bazı darlıklardan geçmesi lazımdır. Bu darlıklardan üçüncüsü, son darlık olan kuyruk sokumu kemiği ile leğen kemiğinin ön kısmı arasındaki darlıktır. Bu darlıktan bebek geçerken, hormonların tesiriyle, kuyruk sokumu ile sağrı kemiği arasındaki eklem 2- 2,5 cm. geriye doğru hareket eder ve baş buradan geçerek normal doğum sağlanmış olur.

Doğum kanalı eğriliği sağrı kemiğinin iç bükey eğriliğine uyar. Bu eğrilik tam olmayıp, iki düz hattı birleştiren bir kıvrıntıdan ibarettir. Bu kanal, kuyruk sokumu ve leğen ön kemiği arasında öne doğru bir kıvrıntı gösterir. Kemik ve yumuşak dokuların anatomik kıvrımları, başın bu eksen üzerinden ilerlemesine müsaade edecek şekildedir. Bu eksene tabi olan baş, çıkışa yakın yerde geriye çevrilme hareketini yaparak, çıkabilmesi için zaten mevcut olan tek şartı da gerçekleştirmiş olur. Başın gelişi, vertex geliş’ dediğimiz tepe gelişle olur. Çünkü, bu gelişle başın en dar çapının 10-11,5 cmuk kısmının geçişi sağlanır. Bu geliş dışındaki gelişler komplikasyonlu gelişlerdir ve rahim, perine ve anüs yırtıklarına sebep almaktadırlar. Buradaki anatomik yapı öyle ayarlı yaratılmıştır ki, vertex gelişi dışında başka bir gelişe en küçük bir imkân vermeyecek şekildedir. Bu mekanizmanın en önemli parçası ise, kuyruk sokumu kemiğidir.

Kuyruk sokumu ve sağrı kemiği arasındaki eklemin arkaya hareketi ile, yumuşak dokular fazla gerilmeye uğramazlar. Bu bakımdan başın geriye kıvrılıp vertex’e (tepe geliş) yönelmesi mecburiyeti vardır.

İnsan düşündüğü zaman, kuyruk sokumu ile sağrı kemiği arasında oynar eklem ve kuyruk sokumu kemiği olmasaydı, bebek, bu küçük darlıktan geçerken 2-2,5 cm’ lik genişleme olmayacak ve çoğu doğumlar; ya gerçekleşmeyecek ya da bebeğin uzun süre bu darlıkta kalarak ölmesiyle; rahim, doğum yolu, perine ve anüs (makat) yırtıklarıyla neticelenecekti.

Yine kuyruk sokumu kemiğinin iç bükey şekli, başın tepe üzeri gelişini (vertex) sağlamaktadır. Kemik bu şekilde olmasaydı baş, deflexion dediğimiz geriye dönüşü yapamayacak, tepe gelişi sağlanamayacak ve çocuk kanaldan geçerken, başın en geniş çaplı kısmı yukarıda saydığımız komplikasyonlara ve çocukta (anoksi) oksijensizliğe, kırıklara, sinir zedelenmelerine sebep olacaktı.

Çok yönlü görevleri olan kuyruk sokumu kemiğine, fazlalık ya da hiçbir fonksiyon görmeyen gereksiz bir kemiktir demek, aklın ve ilmin kabul etmeyeceği bir durumdur. Bu konudaki fikirler, tek hücrelilerden insana kadar olan silsilede, benzetme yapılarak, peşin kabullenmeye göre, hiçbir organın anatomisi, fizyolojisi, patolojisi, biyokimyası ve biyomekaniği incelenmeden ortaya atılmış fikirlerdir.

Kaynalar:

1. Doğum Bilgisi. Prof. Dr. Ali Gürgüç (E.Ü.T.F. Kadın Doğum. ABD)
2. Ortopedi. Türek L. Samuel. C.II.
3. Anatomi İ. V. Odar. Cilt:1.
4. Atlas der Anotomie dee Menschen. Kemikler, Bağlar, Eklemler. Cilt:1.

33 Faydalı mutasyonun olabileceği iddiası evrim teorisinin doğru olabileceğine dair bir delil teşkil eder mi?

Burada bir hususun hatırlanmasında fayda vardır. Canlıların eşeyli üremelerinde sperm ve yumurta hücresi rol oynar. Bu iki hücre birleşerek tek hücreli zigotu hâsıl eder. O da gelişerek çok hücreli canlıyı verir. Sperm ve yumurta hücreleri birleşmeden önce kromozom sayıları yarıya iner. Böylece kromozom sayısı yarıya inmiş iki hücre birleşince, o canlıya ait olan kromozom sayısı değişmemiş, sabit kalmış olur. Döllenmeden önce erkek ve dişi hücrelerde kromozom sayısının yarıya inmesi bir kanun şeklinde bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda aynı şekilde cereyan eder.

Mutasyon, canlının genetik yapısında meydana gelen değişikliklerdir. Bu değişiklik kromozomlarda olabilir ya da genlerde olabilir. Kromozomlarda olan değişiklik de ya kromozomun sayısında olur ya da yapısında. Her canlının kromozom sayısı sabittir. Kromozom sayısının değişmesi, artma veya eksilme şeklinde olabilir. Söz gelimi, kırk kromozomu olan bir bitkide, üreme esnasında kromozomların uygun bölünememesi veya uygun yere taşınamaması sebebiyle, bazı fertlerde bu sayı değişebilir. Mesela kırk bir veya kırk iki ya da otuz veya otuz sekiz olabilir. Böyle sayı değişikliğine sahip olan fertler sıhhatli bir hayata sahip olamazlar. Çoğu zaman bunların nesilleri devam etmez ve genelde bu tip değişiklikler canlıların anormalliğine ve ölümüne sebep olur.

Bir başka değişiklik de, kromozom sayısının tam katları veya yarı katları kadar artması şeklinde olabilir. Kırk kromozomlu bir bitkinin üremesi esnasında çiçek tozu ve yumurta hücrelerinin teşkili esnasında kromozom sayısının yarıya inmesi gerekir. Çünkü erkek ferdi temsil eden polen ile yumurta hücresi birleşince kromozom sayısının kırk olarak sabit kalacaktır.

Hücredeki kromozomların yarıya inmesi esnasında müdahale edilerek bu yarıya inmeye mani olunabilir. Bu yarıya inme, yumurta hücresinde yapılabileceği gibi sperm hücresinde de veya her ikisinde de yapılabilir. Bu durumda kromozom sayısı kırk yerine, altmış veya seksen olan fertler meydana gelir. Bu şekildeki kromozom artışı fertleri öldürmez. Bunların nesilleri de devam eder.

İşte bu tip kromozom değişikliğine faydalı mutasyon adı verilir. Özellikle bitki ve hayvan ıslahında bu metottan faydalanılmaktadır. Mesela, kromozom sayısı iki katına veya dört katına çıkmış mısırlar, normal fertlere göre daha büyük koçanlı ve daha iri taneli olmaktadır. Aynı şekilde süt ve et verimini arttırmak için hayvanlar âleminde de benzer uygulamalar vardır.

Bunun haricindeki mutasyonlar, ister genlerde olsun, isterse kromozom yapısında veya sayısında olsun zararlı ve genelde öldürücüdürler.

Sonuç

Mutasyonların faydalı olanları, kromozom sayısının katları şeklinde artış gösterenlerdir. Bitki ve hayvan ıslahında iri yapılı meyvelerin elde edilmesinde, et ve süt veriminin arttırılmasında bu metot kullanılmaktadır.  Ancak, bunlardan yeni ve farklı bir canlı meydana gelmesi mümkün değildir. Mısırın kromozom sayısını iki kat arttırınca iri taneli ve büyük koçanlı mısır elde edilmekte, mısır yine mısır olarak kalmakta, mısırdan fasulye meydana gelmemektedir. 

34 Canlılar değişmek zorunda kalıyorlarsa, o zaman mükemmel yaratıldıkları nasıl savunulabilir?

Asıl evrim kabul edilirse bu soru ve bu sorun ortaya çıkar. Çünkü evrimcilere göre, varlıklardan hayat şartlarına uyum sağlayamayanlar tabii seleksiyona uğramak zorunda kalırlar. Bu durumda denilebilir ki, “Allah neden bir kısım varlıkları hayat şartlarına uygun yaratmadı?..”

Evrimcilerin ikinci hezeyanları, bir kısım türlerin diğer türlere dönüşmesini ifade eden mutasyondur. Bir elmanın farklı türleri olduğu gibi, bir armudun farklı çeşitleri olduğu gibi, bir kısım canlıların da zaman içerisinde belli bir ilâhî kanun neticesinde bir değişikliğe uğraması mümkündür. Fakat evrimcilerin dediği gibi, -söz gelimi- maymunun insana dönüşmesi, devenin kediye dönüşmesi, farenin ata dönüşmesi, kelebeğin kuzuya dönüşmesi gibi iddialar birer saçmalıktır. Çünkü, bu iddiaya göre farklı hakikatleri ve mahiyetleri olan varlıkların kendi mahiyetlerinden başka bir mahiyete dönüşmesi söz konusudur. Halbuki,"İnkılab-ı hakaık muhaldir/ hakikatlerin değişip dönüşmesi imkânsızıdır."

Asıl soruya gelince, eşyanın belli bir tekamül kanunu içerisinde yaratıldığı bir gerçektir. Kur’an’da göklerin ve yerin altı gün içerisinde (iki astronomik, dört jeolojik devrede) yaratıldığı ifade edilmektedir. Bu, Allah’ın acizliğini değil, hikmetini göstermektedir. Çünkü, yine Kur’an’da "Bütün insanların öldükten sonra yeniden yaratılması ve mahşer meydanına sevk edilmesi, bir tek insanın yaratılıp sevk etmesi kadar Allah’a kolaydır.” buyuruluyor. Demek ki Allah’ın kudreti her şeye yeter.

Zaten ezelî olan bir şeyin zıddı yok ki ona müdahale etsin ve onu güçsüz kılsın. Allah’ın bütün sıfatları gibi ilim ve kudreti de ezelîdir ve onların da zıddı olan bir cehalet söz konusu değildir. Dolayısıyla, Allah her şeyi, her yönüyle nasıl mükemmel olacağını bilir, zamanla ve  tecrübeyle -haşâ- öğreneceği bir şey yoktur, buna ihtiyacı yoktur.

Allah’ın sıfatları hepsi sonsuz olmakla beraber, iç içe daireler gibi birbirlerinin hükümlerini göz önünde bulunduruyorlar. Mesela, Allah her şeyi yapabilir, fakat lüzumsuz, abes şeyler yaratmaz, çünkü hikmet sıfatı buna izin vermez. Allah dilerse kullarına -hâşâ yüz bin defa hâşâ- her türlü zulmü yapabilir ve hiç kimse buna engel olamaz; fakat böyle bir şey yapmaz, çünkü onun merhamet ve adalet sıfatları buna müsaade etmez.

İşte Allah’ın her şeyi bir anda en mükemmel seviyede yaratmaması, kâinatta mevcut olan tekâmül kanununa göre yaratması, onun hikmetinin bir gereğidir. Çünkü dünya hikmet diyarıdır, sebepler örgüsüne göre dizayn edilmiş ve düzenlenmiştir. Bu sebepledir ki, bir çocuk anne rahminde aylarca kalır, sonra zayıf ve cahil bir tarzda dünyaya gelir, yıllarca süren bir hayat serüveninden sonra mükemmel hale gelir. Zira, bu tedricî rotada insanın aklını tatmin eden sebepler söz konusudur. Eğer hikmete uygun bir hikmet düzeni olmasaydı, ne tıp ilmi, ne astronomi ilmi, ne fizik ve kimya ilmi ve hatta ne de sosyoloji gibi bilimler gün yüzüne çıkamazdı. Çünkü bunların  hepsi belli bazı sebeplerden, hikmetlerden, sebep sonuç ilişkilerinden bahsetmektedir.

Bu perspektiften konuya bakıldığı zaman hakikatin anlaşılacağını düşünüyoruz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Evrim ile tekamül arasındaki fark nedir?

Dünyada her şeyin safha safha yaratılmasının hikmeti niçin tıklayınız.

Yaratılış ve Evrim ...

35 İnsanla maymun çiftleşebilir mi, çiftleşme sonucunda farklı bir tür elde edilebilir mi?

Böyle bir hadisenin olması biyolojik olarak mümkün gözükmüyor. Çünkü hücrelerdeki kromozomların eşleşmesi ve buna bağlı olarak verimli ve dengeli bir gametin teşekkülü imkânsızdır. Bu tip denemeler de yapılmış olabilir. Şayet iddia edildiği gibi, farklı iki canlıdan bir fert elde edilse idi, bunu şimdiye kadar nazara verirlerdi. Demek ki, böyle bir şey imkânsızdır.

36 Hafıza moleküllerinin varlığı (RNA, DNA), evrimin doğru olduğunu göstermez mi?

Canlıları yaratan Allah, her bir canlının genetik yapısını, genellikle, onun hücre çekirdeğindeki kromozomlarda yer alan genlerinde şifrelemiş ve depo etmiştir. İnsanda yaklaşık yüz trilyon hücre vardır. Her bir hücrede bu genetik yapı mevcuttur. Kromozomlardaki bu genlerin yapısı, baş harfleri alınarak isimlendirilen Dezoksi Ribo Nükleik Asitlerden (DNA moleküllerinden) meydana gelmiştir. Bunlar büyük moleküllerdir. Bunların yapılarını da; C, H, O ve N atomları teşkil eder. Canlıların bütün özellikleri burada kaydedilmiştir. Bunların açılımını bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda görüyoruz. Bir incir ağacının bütün programı işte bu genetik yapıda ve dolayısıyla çekirdeğinde kayıtlıdır. Onun açılımıyla incir ağacının bütün özellikleri ortaya çıkar.

DNA’lardaki bu bilgi kaydı, tıpkı bizim CD veya DVD gibi ortamlara bilgi kaydetmemize benzemektedir. Çok küçük bir alana binlerce sayfalık bilgi kaydedilebiliyor.

Her bir canlıda ve hatta her canlının her bir hücresinde bütün genetik özelliklerinin, C, H, O ve N gibi elementlerin üzerine kaydedilmiş olması, bize Allah’ın her şeye gücünün yettiğini, ilminin ve iradesinin her şeyi kuşattığını göstermesi bakımından önemlidir. Yeryüzündeki bütün bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda aynı kanunun geçerli olması, hepsinin yaratıcısının bir olduğuna ve hükmünün bütün kâinata geçtiğine en büyük bir delildir.

Bütün canlıların, bir yaratıcı olmadan, tesadüfen ve silsile halinde birbirinden meydana geldiğini ileri süren ve tamamen ateizme dayanan ve bilimsel bilgiyle hiçbir lakası olmayan evrim düşüncesiyle,  böyle genetik bilgilerin nasıl ilişkilendirildiğini anlamak mümkün değildir.

Daha kısa ve öz olarak şöyle söyleyeyim: Sizin elinizdeki bir CD veya DVD’ye kaydedilmiş bilgilerin, ilim, irade ve kudret sahibi bir ustası, yapanı ve kaydedeni yoksa, bu bilgi ve görüntülerin tesadüfen ve kendi kendine olduğunu kabul ediyorsanız, o zaman DNA’lardaki bilgilerin de bir ustasının olmadığını iddia edebilirsiniz. Ona da inansanız sadece siz kendiniz inanabilirsiniz. Bir ilköğretim öğrencisini bile böyle bir saçmalığa inandırmanız mümkün değildir.  Böyle bir safsatanın da bilimsel bilgiyle uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur.

Arının sanatına ve yaptığı bala gelince, Allah o bilgileri arının dimağına programladığını “Nahl (Arı) Suresi”nde beyan ediyor. Tıpkı bizim, bir halının programını bilgisayara yükleyip, bir emir düğmesiyle binlerce hatta milyarlarca atomu bu işte kullanarak halıyı dokuduğumuz gibi, arı da kendisine bildirilen programa göre vazifesini yapıyor. Daha doğrusu, arı o işte çalıştırılıyor. Buna siz iç güdü ya da sevk-i İlahi diyebilirsiniz. Bilimsel bilgi de arının bu balı nasıl ve nereden yaptığını araştırır. Niçin ve bunu ona kimin yaptırdığının cevabını bilimsel bilgi veremez. Bunun cevabını, arıyı yapan ve yaratan verir.

37 DNA'nın şifresini çözen adam Francis Collins'de evrimcidir; ama Allah'a iman ettiğini söylüyor? Neden evrimi kabul ediyor?

Evrim konusunda kargaşaya ve çatışmaya sebep olan en büyük etken, evrimden neyin kastedildiğinin tam anlaşılamamasındandır.

Evrim; tekâmül, tahavvül, tebeddül ve evolüsyon gibi pek çok farklı manalarda kullanılıyor. Yaratılışçılarla evrimcilerin anlaşamadığı nokta, evrimcilerin bir yaratıcıyı kabul etmeyişleri ve canlıların tesadüfen birbirinden silsile hâlinde meydana geldiğini ileri sürmeleridir. Yani, evolüsyon manasında bir değişimi ileri sürmeleridir.

Tekâmül manasında, yani bir canlının embriyodan başlayarak en mükemmel hâle gelinceye kadar geçirdiği safhaları ifade eden değişimi, Allah’ın ilim, irade ve kudretiyle olduğunu kabul şartıyla yaratılışçılar da tasdik ediyorlar.

Kâinatta atomdan galaksilere kadar hiçbir şey kararında değildir. Bütün varlıklar her an değişim ve başkalaşım içerisindedirler. İnsanda ortalama yüz trilyon hücre vardır. Her hücrede bir saat içerinde yirmi bin reaksiyon olmaktadır. Yani insanda bir saat içerisinde; yüz trilyon x yirmi bin = …. Kadar değişiklik olmaktadır. Bu değişime evrim deniyor. Bu manada evrim, yani değişim, Allah’ın ilim, irade ve kudretinin eseridir. Böyle bir değişim, canlı ve cansız bütün evrende hâkimdir ve bütün bu değişim ve başkalaşımlar Allah’ın eseridir.

Evrim konusunda daha fazla bilgi için: “Evrim ve Yaratılış”, “İnsanlık Tarihi Boyunca Evrim” adlı kitaplarımıza veya “sorularlaevrim” sitesinde "evrim terminolojisi" açıklamasına başvurulabilir...

38 Vas deferens kanalının çok uzun olması ve göz küresinin çalışma biçimi, bunların kendi kendine olduğunun kanıtı olamaz mı?

Ahmaka verilecek en iyi cevap susmaktır. Fakat bu işin içinde olmayanlar, burada bir geçek var zannederek tereddüde düştükleri için, bu konuda mecburen birkaç konuya temas etmek gerekir.

Her şeyden evvel, yukarıdaki ifadelerin ve değerlendirmelerin bilimsel bir yorumla hiçbir ilgisi yoktur. Tamamen küfür ve Allah’ı inkâr üzerine bina edilmiştir. Daha doğrusu, bazı dinsizler, bilimsel olarak ortaya konamayan ve anlamadıkları bazı yaratılış hakikatlerinin ve sırlarını, dinsizliklerine âlet ediyorlar. Ya lüzumsuz organ olarak ya da plansız yaratılmaya, kendi akıllarınca örnek gösteriyorlar.

Testislerin içindeki yumurtaların aşağıya sarkık olması, sıcaklıklarının 37 derecenin üzerine çıkmaması için gereklidir. Çünkü yukarıya çıksa, belli sıcaklığın üzerinde spermler ölmektedir.

Bu yazıyı kaleme alan, aklınca "Vas Defans" kanalının dolaştığı yerleri gereksiz görüyor. Onun bu değerlendirmesi bile, insan vücudunun ne kadar harika ve planlı programlı olduğunun en büyük delilidir. Bu iddianın sahibi, vücutta dolaşa dolaşa, kendine göre sadece birkaç hataya işaret ediyor.

- Eğer olay onların iddia ettiği gibi, sonsuz ilim, irade, kudret ve rahmet sahibinin eseri olmayıp, şuursuz ve gelişigüzel tesadüflerin eseri olsaydı; onların ağızları ellerinde, ayakları sırtlarında, gözleri tepelerinde olmasına engel neydi?

Her şeyden önce, başlarının bu şekilde olması, sonsuz ihtimalde bir ihtimaldir. Yani, başları kedi başı gibi olabilirdi, ördek başı gibi olabilirdi, kuş başı gibi olabilirdi, at başı gibi olabilirdi, it başı gibi olabilirdi. Bunların hiçbirisi olmamış, nasıl olmuşsa olmuş, birisinin başı insan başı olmuş.

Gözlerin yeri ve şekli için de şimdiki yerde, sayıda ve bu şekilde olması, sonsuz ihtimalde bir ihtimaldir. Tek göz olabileceği gibi, üç, beş, on beş, yirmi beş de olabilirdi.

Gözlerin yeri kafada olabileceği gibi, sırtta da olabilirdi, ayakta da. Gözlerin yapısı, it gözü gibi olabileceği gibi, at gözü gibi de olabilirdi, öküzgözü gibi de olabilirdi. Haydi, nasıl olmuşsa, bir insanda bu gözler şimdi yerinde, sayısında ve şeklinde olmuş.

Dahası var: Bütün iç ve dış organların aynı şekilde, sayı, yapı ve yeri, şimdiki olduğu yerde bulunma ihtimali, sonsuz ihtimalde bir ihtimaldir.

Haydi, bir insanda bütün bu iç ve dış organlar, iddia edildiği gibi, tesadüfen yerli yerinde olsun. Ama bütün insanların bütün organları yerli yerinde, âdeta kılı kırk yararcasına, en ince ayrıntılarına kadar planlanarak ve ihtiyaca göre yapılmış ve ona uygun ruh verilmiş.

Şimdi bütün bunları görmezlikten geleceksin. Hikmetini ve varlığının sırrını bilimsel olarak ortaya koyamadığın birkaç organı ele alarak, -haşa- Allah’ın plansız ve programsız yarattığını iddia edeceksin. Bu, bilimin dinsizliğe alet edilmesinden başka bir şey değildir.

Herkes, inanıp inanmamakta serbesttir. Birilerinin Allah’ı inkâr etmesi, sadece onları ilgilendirir. Ancak, biz bu inkârın bilim kılıfı ile sunulması ve bu inkâr-ı Ulûhiyet fikrine bilimin âlet edilmesine karşıyız.

39 Bazı yılanlarda körelmiş ayak belirtisi ve kalça kemiği olduğu iddia ediliyor ve bunu evrime delil olarak sunuyorlar. Yılanların kalça kemiği var mıdır; varsa neden vardır?

Yılanların en dikkat çeken özelliği bacaklarının bulunmamasıdır. Böyle olmakla birlikte, pitonlarla boa yılanlarında, arka ayak ile kalça kemiği vardır. Bunların ne işe yaradığı, olmaması hâlinde ne gibi mahzurlarının meydana gelebileceği, bilimsel çalışmalarla ortaya konması gerekir.

Bazı evrimcilerin yaptığı gibi, görevi tam bilinemeyen organları, peşin bir hükümle hemen "eski atalarından kalmış körelmiş yapılar" olarak takdim etmek, bilimsel bir yaklaşım değil, ideolojik bir değerlendirmedir. Üzerinde durmaya değmez.

Şimdi, bu kalça kemiklerinin neden var olduğunu soruluyor. Peki, bir organın görevi ve ne işe yaradığı şayet bilinmiyorsa ya da bununla ilgili bir çalışma yapılmamışsa, bu konuda bir takım fikir yürütmelerde bulunmak ve âdeta fikir jimnastiği yapmak mı gerekir, yoksa bunun ehli tarafından bilimsel çalışmalarla ortaya konması mı istenir? Her halde ikincisini, yani bilimsel çalışmayı tercih etmemiz gerekir.

Burada bir adım daha ileriye giderek, bu tip sorularla devamlı meşgul olan arkadaşlara şunu sormak isteriz:

- Sizin sahanız olmayan konularla, özellikle canlılar dünyasıyla niçin bu kadar ilgilenerek âleminizi ve fikrinizi dağıtıyorsunuz?

Canlılar dünyasında ortaya konamayan o kadar ince sırlar ve derin konular var ki, insan hayret içinde kalıyor. Mesela, en iyi bildiğimizi zannettiğimiz hücre konusunda bile uzmanlar, bilinenin ancak yüzde on olduğunu ifade ediyorlar.

Buralarda gezinmekten maksat, bazı ateist evrimcilerin yaptığı gibi, bir açık kapı bulup da yaratıcıyı devreden çıkarmak ise, kâinatta bir atom dahi başıboş değildir ve Allah’ın emir ve idaresi altıda hareket eder.

Canlılarda güya işe yaramayan organ bulup bunu, bazı evrimcilerin yapmaya çalıştığı gibi, canlıların tek hücreden silsile hâlinde, tesadüfen birbirinden meydana geldiğine delil aranıyorsa, boşuna yoruluyorlar. Zira bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz olamayacağı gibi, her bir eser ve her bir varlık mutlaka ilim, irade ve kudret sahibi bir yaratıcıyı göstermektedir.

Bugün canlıları tek hücreden yaratan, başlangıçta da onlardan her bir türü ayrı yaratmış olması akla, mantığa ve bilimsel düşünceye en uygunudur...

40 Yapay seçilim hak mıdır?

Yapay seçilim, evcil hayvan ve bitkilerin kontrollü olarak yetiştirilmesi sonucu gerçekleşir. İnsan eliyle hangi hayvan ya da bitkinin üretileceğine karar verildiğinde, hangi genlerin gelecek nesillere aktarılacağına da karar verilmiş olunur.

Organizmaların genetik yapılarının değiştirildiği bir gerçektir. Bunun dine uygun olup olmaması bu gerçeği ortadan kaldırmaz.

Tavuğun yaptığı işi teknolojik makinelerle yaptırmak, yine bir kanun yaratmak anlamına gelmez. Aksine yine Allah’ın kuluçka süresi için ön gördüğü şartları başka bir mekanizmada oluşturarak sonuca varmak anlamına gelir. Bunun gibi, yapay açılım, genlerin değiştirilmesi, hormonların değiştirilmesi, kopyalamaların gerçekleştirilmesinin hepsi, ancak Allah’ın yaratmasıyla söz konusu olmaktadır.

Allah’ın bu işlere razı olup olmaması ayrı bir konudur. Çünkü, Allah’ın iki şekilde dilemesi vardır. Birisi yaratmayla ilgilidir, diğeri dinî hayatla ilgilidir. Dinî hayatla ilgili olan “teşrii meşîet” in razı olmadığı şeyleri de yaratmak Allah’a aittir.

Örneğin, Allah kimsenin haksız yere kimseyi öldürmesine razı olmadığını Kur’an’da bildirmiştir. Fakat yine de haksız yere de olsa öldürülen herkesin canını Allah alıyor.

Bunun özeti şudur; sebeplerin bir araya gelmesi fiilî bir duadır, bu duayı Allah kabul ettikten sonra ancak o iş meydana gelir.

Bunun gibi, yapılan değişikliklerin hepsi yine Allah’ın yarattığı fiiller, cevherler, kanunlar çerçevesinde cereyan etmek zorundadır. Allah’ın insanlara -maddi veya manevi- zararı olan bir değişikliğe razı olması düşünülemez. Fakat, insanların yaptıkları bu işler zararlı da olsa, onları yaratan yine Allah’tır. Katili cinayette, hırsızı hırsızlıkta, muvaffak eden, -bu fiillere razı olmadığı halde- imtihanın adil olmasının bir kriteri olarak, insanın özgür iradesiyle istediğini ona veren, yaratma noktalarını icat eden Allah’tır.

“Şeytan dedi ki: '…Onlara (insanlara) muhakkak emredeceğim de Allah'ın yaratışını / yarattıklarını değiştirecekler...' ” (Nisa, 4/119)

mealindeki ayetten, insanların şeytanların telkiniyle, Allah’ın yaratıklarında bazı değişiklikler yapacakları anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, organizmalar üzerinde yapılan değişiklikler ne şekilde olursa olsun, gördüğümüz nimetlerin karşılığında yine de Allah’a medyun-u şükranız. Zira yaratan yalnız oldur. Fakat Allah’ın -tek ilah ve tek yaratıcı olmasının bir gereği olarak- kötü de olsa bunları yaratması, ağzımızın tadını, bünyemizin sağlığını kaçıranları sorumluluktan kurtarmaz.

41 Hz Âdem babamızın ve Hz. Havva validemizin yaratılışının bilimsel bir dayanağı var mıdır?

Önce bilimin tarifi yapılmalı ve dolayısıyla bilimsellikten neyin anlaşılması gerektiği ortaya konmalıdır.

Bilimin Tanımı

Bilim, çeşitli bilgi türleri içinde kendine has özellikleri olan bir bilgi çeşidi olarak tarif edilir. Bilimin amacı, en geniş manasıyla evreni anlamaktır. Bilim bu amaca erişmek için de olguları tanımlama ve açıklama yollarına başvurur. Tanımlamada olgunun meydana gelişi tespit edilirken, açıklamada olgunun teşekkül sebebi ortaya konur. Günlük bilgi, bilimsel bilgi, sanat bilgisi, dînî bilgi gibi bilgi türleri sayılabilir. Bu bilgileri birbirinden ayıran özelliklerin başında farklı metotlarla elde edilmeleri gelir. Herhangi bir bilgi deneyle, gözlemle, akılla, tecrübe ile, sezgi ve mantık gibi metotların bir veya birkaçını kullanarak elde edilebilir ve ona göre bilgiler arasındaki farklılık ortaya çıkar. (Ural, Ş. Bilim Tarihi. Kırk Ambar Yayınları. İstanbul, 1998, s. 13)

Nitekim matematik, mantık gibi formel bilimlerde gözlem ve deneyden uzak, daha ziyade akla dayanan bir metot kullanılırken, fizik, astronomi ve biyoloji gibi bilimlerde deney ve gözlem daha önemlidir. Diğer taraftan, tarih ve toplum bilimlerinin de kendine has metotları vardır.

Bilimsel bilgi ise, sadece deneye ve laboratuar gözlemlerine dayanan bir bilgidir.

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, her türlü bilgi bilimseldir. Ancak elde diliş metotları farklıdır. Bu bilgi çeşitlerinden birisi de bilimsel bilgidir ve o gözlem ve deneye dayanır.

Pozitivist felsefe taraftarları ve ateist evrimciler, bütün bilimleri bilimsel bilgiye indirmeye çalışıyorlar ve diğer bilgileri bilgi olarak kabul etmiyorlar.

- Bilimsel bilginin dışındaki bilgilere itibar etmeyecek olursak, laboratuara girmeyen, sosyal, felsefî ve dini sahalardaki eğitim kurumlarını nereye koyacağız?

- Edebiyat fakülteleri, İlahiyat fakülteleri, İşletme, Hukuk ve Siyasal Fakültelerin muhtelif bölümlerinde okutulan ve öğretilenleri, hatta matematik bilimini, bilim saymayacak mıyız?

Bilimde, akıl ve mantık kullanılır, objeler arasında kıyaslama yapılır, fikir yürütülür. Bunlar laboratuara girmedi diye bilim dışı sayılamaz. Bir konu Kur’an’da geçiyorsa ya da bir hadis kitabında yer alıyorsa, o da bir bilgi çeşididir.

Bilimlerin birbirleriyle bağlantılı olduğu dikkate alınmalı, fakat tüm bilimlerin de söz gelimi fiziğe indirgenemeyeceği de göz ardı edilmemelidir. 

Bu açıklamalardan sonra soruya dönersek, Hz. Âdem babamızın ve Hz. Havva validemizin yaratılışlarının bilimsel bir olay olduğu anlaşılır. Ancak, bilimsel bilgi değildir. Yani, karbon ve oksijen laboratuarda bir araya getirilirse, karbon dioksit ortaya çıkar. Bu bilimsel bir bilgidir. Ama, Hz. Âdem’i ya da Hz. Havva validemizin yaratılışını laboratuara koyarak tekrar gözlememiz mümkün değildir.

Örneğin bir kimse dedesinin dedesinin varlığını deneyle gözleyemez. Yani onu tekrar dünyaya getiremez. Ona ait kemik vs. delilleri de bulamazsa, o zaman onun varlığı da bilimsel bir bilgi değildir. Böyle birisi laboratuvara girmeyen meseleleri bilimsel kabul etmiyorsa, onun varlığını da inkâr etmesi gerekir. Dedesinden önceki bütün sülalelerini deney ve laboratuarla doğrulayamadığı sürece ve belki dedesinin de yaşamış olduğunu, deneyle ispatlayamayınca, reddeder bir duruma gelecektir.

İşte bütün bunların yaratılışı tekrar gözlenemiyor diye, o yaratılış olaylarının cereyan etmediğini iddia etmek, bilimsel bir yaklaşım değil, ideolojik bir davranıştır.

Babası varsa, dedesi de olacaktır. Dedesi varsa büyük babası da Hz. Âdem de olmak mecburiyetindedir. Annesi varsa, mutlaka ve mutlaka büyük annesi Hz. Havva da olacaktır.

Hz. Havva’nın varlığı, bilimsel olarak ispatlanamadı diye yok farz edilirse, o zaman bu düşüncede olanlar kendilerine mutlaka bir Havva bulmak mecburiyetindedirler. O zaman ya atı veya iti, ya da ineği veya sineği veya bir tarla faresini kendilerine Havva kabul edeceklerdir.

Bütün bunları da kabul etmeyen birisi, bazı felsefeciler gibi, “Kâinatta bir yaratıcı yok, yaratılmış varlık da yok, ben de yokum.” diyecektir. O zaman yok olan birisiyle de bir mesele konuşulmaz...

42 Down Sendromu evrime delil olabilir mi?

Down sendromu, Trizomi 21 ya da Mongolizm; genetik düzensizlik sonucu, insanın 21. Kromozom çiftinde fazladan bir kromozom bulunması durumu ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan tabloya verilen isimdir. Yani Down sendromu, genetik bir hastalıktır. Zihinsel kavramadaki bozukluklar ve çoğunlukla hafif veya orta seviyeli öğrenme güçlüğü gibi problemlerle kendini gösterir.

Canlılarda genetik hastalıklar, bir takım problemlerin sonucunda ortaya çıkar. Hastalıklı bir ferdin, sağlam fertlerin meydana gelmesinde temel olması mümkün değildir.

Allah güzeldir; her şeyi güzel olarak yaratmıştır. Bu yaratılış, ya doğrudan güzeldir ya da dolayısıyla güzeldir. Doğrudan canlıları kendi genetik yapı ve potansiyelleriyle yaratmak varken, Allah niçin hastalıklı fertlerden sağlam fertleri yaratmış olsun? Böyle bir sistem eşyanın tabiatına aykırıdır. Yani, hastalıklı yapıdan sağlam bir sistemin çıkması, Allah’ın kâinatta koyduğu kanunlara terstir.

Böyle düşünceler, Allah’ı kabul etmek istemeyenlerin uydurduğu, gerçekle ve bilimle ilgisi olmayan senaryolardır. Dikkate almaya değmez.

43 Canlıların genetiğini değiştirme yaratılışa müdahale olmuyor mu?

Canlıların genlerinin değiştirilmeye çalışılması ve yapay DNA üretimi, yaratılış açısından bir çelişki değildir. Allah, kâinattaki varlıkların meydana gelişini ve onların hayatlarının devamını bir takım kanunlara bağlamıştır. O mevcut kanun ve prensipler, bilimsel çalışmalarla ortaya çıkarılır. O kanunları arama çalışmaları, bir bakıma bizim sorduğumuz sorudur. Elde ettiğiz sonuç da o sorunun cevabıdır.

Mesela, “Kabak bitkisi üzerinde karpuz olur mu?” sorusunu soruyoruz. Alacağımız cevap ya olumlu veya olumsuz olacaktır. Olumlu cevap almada, sorunun sorulma şekli önemlidir.

İşte bu tip bir çalışmada ne gibi soru ve sorular sorulacağı bilimsel metotlarla tespit edilip yerine getirilir. Usulüne uygun olarak yapılacak bir çalışmada, kabak bitkisi üzerinde kavun, karpuz ve salatalığın yetiştiği görülmüştür.

Şimdi burada yaratılış düşüncesiyle çatışan nedir? Hiçbir şey. Siz kabak fidesi üzerine karpuz fidesini aşılar, gelişmesi için beklersiniz. Bu bir bakıma Allah’a sorduğumuz sorudur. Yani, “Ya Rabbi, ben kabak üzerine karpuz aşılasam sen O’na nasıl bir şekil verirsin?” sorusudur. O da olumlu veya olumsuz cevabını verecektir.

O hücrelerin rızkını veren ve büyüten, onları şekillendiren, hayatlarını devam ettiren Allah’tır. Bu tip çalışmalar İslâm dinine ters değildir. Aksine, İslâmiyet, çalışmamızı, Allah’ın kâinata koyduğu kanunları ortaya çıkarıp onlardan faydalanmamızı emretmektedir.

44 “Allah’ı kabul ettikten sonra kâinattaki bütün evrimlerin, O’nun eseri olduğu görülecektir.” diyorsunuz; bu ne demek?

Allah Kâinatta Mutlak Tasarruf Sahibidir

Atomdan galaksilere kadar, kâinattaki bütün varlıklar Allah’ın eseridir. Allah, varlıkların yaratılış ve gelişmesinde bir takım sebepleri, kudretine perde yapmıştır. 

Bunlardan birisi, canlıların tedrici yaratılışı ve gelişmesidir. Buğday tanesi dokuz-on ayda gelişmekte, bir insan yumurtası dokuz ayda bebek haline gelmektedir. Bir yumurta ile başlayan insan hayatı, her an devam eden değişme ve farklılaşmaya maruz kalmakta, bu değişiklikler ölünceye kadar devam etmektedir.

Bu değişme ve farklılaşma kanunu, insanlar için böyle cereyan ettiği gibi, bitkiler için de hayvanlar için de aynıdır. Hiçbir canlının yapısı sabit değildir; her an değişmektedir.

Ateist evrimciler, evolüsyon manasındaki bir evrimi, yani canlıların tek hücreden başlayarak tesadüfen ve tabiatın eseri olarak, silsile halinde değişip farklılaşarak birbirinden meydana geldiğini ısrarla iddia etmektedirler. Onlar bu felsefî görüşlerini perdelemek için, evrim kargaşalığına sebep olacak şekilde, her türlü değişikliği, evrim adı altında isimlendirmektedirler.

Ateist evrimcilerle yaratılışçıların anlaşamadıkları en önemli konu, Allah’ın varlığıdır. Onlar bir yaratıcıyı kabul etmemekte, her şeyi tesadüfle ve gelişigüzellikle açıklamaya çalışmaktadırlar.

İkinci önemli bir husus da bu felsefî düşüncelerini, sanki ilmen ispatlanmış bilimsel bilgi gibi takdim etmeleridir.

Bir üçüncüsü de bütün varlıkların tek hücreden ve silsile halinde birbirinden teşekkül ettiği görüşüdür.

Canlıların yeryüzünde görünüşü, çevre şartlarının iyileşmesine bağlı olarak, basit yapılıdan daha yüksek yapılıya doğru bir seyir izlemektedir. Ama canlıların yeryüzüne bu gelişi, yaratılışçılara göre Allah’ın sonsuz ilim, irade ve kudretinin eseridir. Allah her türlü yaratma fiilinin sahibidir. O isterse bir filden atı halk edebilir. Yaratılışçıların bu noktada hiçbir endişeleri yoktur. Ancak, geçmişe ait yaratılışta, insanın en mükemmel ve doğrudan insan olarak yaratıldığı beyan edilmektedir. Diğer canlı gruplarının yaratılışı hakkında Allah’ın bildirdiği, bütün canlıların sudan yaratıldığı şeklindedir.

Bunun izahı ve yorumu, tarafsız bilim adamlarının çalışmalarıyla şekillenecektir. Yoksa şimdiki ateist evrimcilerin bu konudaki düşünce ve iddialarının ideolojik felsefî bir düşünceden fazla bir değeri yoktur ve bu görüşleri ancak kendilerini bağlar.

Ateist evrimcilerin, şimdiye kadar geçiş formu olarak ileriye sürdükleri fosillerin hiçbirisinin elle tutulur bilimsel bir tarafı yoktur. Bu konudaki pek çok fosil, farklı canlılara ait parçaların birleştirilmesinden ve insanın maymun soyundan geldiğini ısrarla savunan ateist evrimcilerin şekillendirmesinden ve değerlendirmesinden ibarettir.

Günümüzdeki canlıların genetik yapısının hususiyeti ve özellikleri, her bir canlı grubunun müstakilen ve doğrudan mükemmel şekilde yaratıldığını ortaya koyuyor. Çünkü her bir canlı grubunun; görme, işitme, beslenme, sindirim ve hayata ait sistemleri, yarım ve kısmi yapı ile iş görecek tipte değildir.

Yaratılışçılara göre, bugünkü canlıları tek hücreden yaratan kudret, geçmişte de bunları doğrudan tek hücreden yaratmıştır. Tek hücreden çam ağacını halk eden kudrete, başlangıçtaki o tek hücreyi yoktan yaratma ağır gelmez.

İnsan kendisi de yine böyle tek hücreden bu hale getirilmiştir ve her an vücudundaki hücre ve dokularda değişme ve farklılaşmaları yaşamaktadır. İnsanda şu anda tasarruf eden, icraat yapan kim ise, geçmişte ilk insan Hz. Âdem’in yaratılışında da onun eşi Hz. Havva’nın var edilişinde de yine O fiil sahibidir.

Bugün atı tek hücreden yaratan kim ise, onun evveliyatını da yine o yaratmıştır.

Bizim o ilk yaratılışın mahiyet ve şeklini tam bilemememiz, ilmimizin ve malumatımızın noksanlığından kaynaklanmaktadır. Yoksa -haşa- Allah’ın noksanlığından değildir.

45 Kullanmadıkları halde, yarasalarda gözler olmasını evrime delil göstermeye çalışanlara karşı nasıl cevap vermeliyiz?

Kullanılan organların geliştiği, kullanılmayan organların körelip kaybolduğu tezi, Lamarck’ın 1809 yılında neşredilen “Biyolojinin Felsefesi” adlı eserinde ileriye sürdüğü bir görüştü. Nitekim bu görüşten hareketle zürafanın boynunun başlangıçta kısa olduğu, yüksek dallardan besinini temin etmek için boynunu uzattığı için zamanla boynunun uzadığı iddia ediliyordu.

Fakat son elli yıldır canlıların genetik özellikleri üzerinde yapılan çalışmalar gösterdi ki, soma hücreleri dediğimiz vücut hücrelerinde meydana gelen değişiklikler yavrulara geçmemektedir. Yani bunların kalıtım özelliği yoktur. Mesela herhangi bir şekilde kolu veya ayağı kopan bir kimsenin bu özelliği yavrularına geçmemektedir. 

Bir özelliğin kalıtımla yavrularına geçebilmesi için, eşey hücreleri dediğimiz gametlerin genetik yapısında, ya da bu hücrelerin birleşmesiyle meydana gelen zigotun henüz tek hücre halindeyken, genetik yapısında meydana gelebilecek bir değişiklik yavrularına geçmektedir.
 
Kısaca söylemek gerekirse, bilimsel çalışmalar; kullanılan ya da kullanılmayan organların evrime delil olamayacağını göstermektedir. Çünkü bu şekilde bir organda meydana gelecek değişiklik, genetik bir değişiklik olmadığı için yavrularına geçmemektedir.
 
Dolayısıyla yarasaların gözleri, evrimcilerin iddia etikleri gibi, daha aşağı yapılı atalarından kalan artık bir organ değildir. Bunlar doğrudan yarasa olarak ve gözleri bu şekilde yaratılmıştır. Milyonlarca yıl öncesine ait yarasa fosilleri vardır. Onlar da günümüzdekilerle aynı yapılara sahiptirler. 
 
Bu gözlerin niçin yaratıldığı, o canlıda ne gibi roller üstlendiğini ortaya koyma görevi bilimindir. Bu da araştırmayla anlaşılacaktır. Evrimciler işin kolayına kaçıp, görevi henüz keşfedilmemiş organları, körelmiş organ olarak adlandırıp, hiçbir laboratuar çalışmasına dayanmayan bu ve benzeri felsefî düşüncelerini, bilimsel bilgi gibi takdim ediyorlar.
 
Sizin onlara söyleyeceğiniz, kullanılmayan organların köreldiği iddiasının hiçbir bilimsel delilinin olmadığı, bu görüşün tamamen ateist ideolojiye bağlı pozitivist felsefî bir düşünce olduğudur.

46 Evrimcilerin insanın evrimi ile ilgili geliştirdikleri moleküler saat tezi ne kadar güvenilirdir; yüzde yüz doğru mu?

Soru 1:

Evrimcilerin insanın evrimi ile ilgili geliştirdikleri moleküler saat tezi ne kadar güvenilirdir? Yüz de yüz doğru mudur?”

Cevap 1:

Moleküler saat tezi 1962 yılında ileri sürüldü. Buna göre, bir genin veya bir proteinin ortalama evrimleşme hızı "moleküler saat" olarak adlandırılır. Bu hipotez aslında, mutasyonların farklı şekilde yorumuydu. Onlar, genlerin belirli bir süre içerisinde ve devamlı istenen yönde ve olumlu olarak mutasyonla değişebileceğini, bu değişikliklerin de zamanla bütün canlı çeşitlerini hâsıl edebileceğini ileri sürmektedirler. Bu tezi savunanlar şöyle diyordu:

“Mutasyonlar bir DNA parçasında belirli bir hızla birikebilirler, üstelik bu birikme milyonlarca yıl gibi uzun bir süre devam edebilir.”

Genlerin değişebileceği konusunda öyle ileri gittiler ki, bu değişiklikle “evrim hızı”nı hesaplayabileceklerini iddia ettiler. Hâlbuki mutasyonların milyonda bir oranında meydana geldiği ve genelde öldürücü olduğu, yine evrimi savunanlar tarafından ifade ediliyordu.

Bu moleküler saat tezine göre, bitkilerin ilkeli kabul edilen mısır ve buğday gibi tek çenekli bitkilerden elma, armut, fasulye ve kabak gibi çift çenekliler mutasyonla belli bir sürede meydana gelmiştir. Onlara göre çift çeneklilerden ağaçlar, otsu form olan kabak ve kavundan daha ilkeldir. Yani, buğdayın genetik yapısı, değişerek zaman içinde elma ve armut ağacına dönüşecek, elma ağacından da kavun, karpuz ve kabak meydana gelecektir.

Bu teze göre, hayvanlar âleminde de genlerdeki değişiklik devam edecek ve zamanla balık, kurbağa ve en nihayet insan hâsıl olacaktır.

Bilimsel bilgiyle hiç ilgisi olmayan bu felsefî düşünceler, ispat edilmiş hakikatler gibi takdim edilmekte ve konunun dışında olanları yanıltmaktadır.

Moleküler saat metodunun güvenilir olmadığı 1996 yılında Science dergisinde bir makalede verilmektedir. Bu yazıda, biyokimyacı Russell Doolittle ve arkadaşları, moleküler saat metodu ile çekirdekli tek hücreli canlıların (ökaryotların) bakteri gibi çekirdeksiz canlılardan (prokaryotlardan) iki milyar yıl önce ayrıldıklarını ileri sürmektedirler.

Ancak evrimci mikrobiyolog Norman Pace ise farklı bir saat kullanarak aynı olayın dört milyar yıl önce gerçekleştiğini öne sürmüştür. Hâlbuki bu değer, yeryüzünün yaşından daha fazladır. Yeryüzündeki hayatın 3.700.000.000. yıldan daha geriye gitmediği kabul edilmektedir.

Mikrofosil uzmanı William Schopf ise, her iki sonucu da reddetmiş ve en eski bakteri fosillerinin Doolitle'ın verdiği tarihten 1.500.000.000 yıl önce bulunduğunu belirtmiştir (Science, Vol. 271, 26 Ocak 1996, s. 448, 470-477).

Görüldüğü gibi moleküler saat kullanılarak elde edilen veriler, hem kendi içlerinde hem de fosil kayıtları ile açıkça çelişmektedirler.

Denton, evrim teorisini bu konuda şöyle eleştirmektedir:

“Evrimsel paradigmanın ön yargılı davranışı öylesine güçlüdür ki, ciddi bir yirminci yüzyıl bilimsel teorisinden çok Orta Çağa ait bir astroloji prensibine benzeyen bir düşünce, evrimsel biyologlar için bir gerçeklik haline gelmiştir.” (Michael Denton. Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, s. 306)

Moleküler saate göre elde edilen sonuçların güvenilir olmadığını, evrimci araştırmacılar da kabul etmektedirler. Araştırmacılar moleküler saat hipotezinin tamamen terk edilmesini istemektedirler.

Münih Teknik Üniversitesi Mikrobiyoloji Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Siegfried Scherer ise moleküler saat görüşünün geçersizliğini şöyle dile getirir:

“Moleküler saat tezinin neden bu kadar uzun bir süre varlığını devam ettirdiğini anlamak güçtür. Bu tez, ne filogenetik ayırımların tarihinin tespitinde ve ne de herhangi bir belirli filogenetik hipotez için güvenilir destekleyici bir delil olarak kullanılabilir... Protein dizilimleri konusunda güvenilir bir moleküler saatin varlığı görülmemiştir.... Moleküler saat hipotezinin reddedilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.” (S. Scherer, "The Protein Molecular Clock: Time For A Reevaluation" in Evolutionary Biology, Vol. 24, edited by hecht, Wallace, and Macintyre, Plenum Press 1990, s. 102-103).

Yukarıdaki soruda, moleküler saatin yüzde yüz doğru olup olmadığı soruluyor. Yüzde bir bile doğruluk payı yoktur. Bunlar, bir yaratıcıyı inkâr etmek adına uydurulmuş hayal mahsulü düşüncelerdir. Bu düşünceyi taşıyan ateist evrimcilerin bütün hedefi, canlıların meydana gelişini tesadüf ve sebeplerle açıklamaktır.

Soru 2:

Evrimcilerin Homonitten başlayarak modern insana kadar uzanan soy ağacındaki fosillerin teker teker mitokondrial analizi yapılmış mı? Yapılmışsa bu ne kadar güvenilir? Eski Homonitlerin fosilleri üzerinde yapılan genetik analizler yüz de yüz gerçeği yansıtıyor mu? Bu tür konular bana çok vesvese veriyor. Bundan nasıl kurtulabilirim?”

Cevap 2:

Homonitlerden insana kadar uzanan çizgide işe yarar tek bir fosil yok ki, bunların analizine güvenilsin. Bu silsilede ileri sürülen fosillerin hepsi bir kutuya sığabilecek kadardır.

Bu fosillerin her birisindeki fosil parçalarının, tek canlıya ait olmadığı, farklı varlıklara ait bulunduğu anlaşılmıştır.

Bu Homonit- Modern insan çizgisinde, geçiş formu olarak ileriye sürülen; Java Adamı, Pekin Adamı, Nebraska Adamı, Neanderthal Adamı ve Piltdown Adamı’nın uydurma fosiller olduğu ortaya konmuştur. Bu konuda daha geniş bilgi için www.sorularlaevrim.com sitemizin fosillerle ilgili bölümüne bakılabilir.

Bu konuların kendisine vesvese verdiği kimseler, bundan nasıl kurtulabilirler?

Bu konular, bu günün meselesi değildir. İnsanlık tarihi boyunca; "Kâinat nedir? İnsan nedir? Bu dünyaya niçin ve nasıl gelmiştir? Bundan sonra nereye gidecektir?" gibi sorulara felsefeciler tarafından cevap aranmış ve hiçbir felsefeci, yukarıdaki sorulara, herkesi tatmin edici bir cevap ortaya koyamamış ve insanlığa aydınlık yolu gösterememiştir. Felsefeciler, ortaya koydukları cevaplardan kendileri de tatmin olmamışlar, ömürlerinin sonuna doğru bunların bir kısmı ya intihar etmiş veya bunalıma girmişlerdir.

Şimdiye kadar insanları aydınlığa çıkaramayan ateizme inanan pozitivist felsefe taraftarları, bundan sonra da aklı kalbi ve ruhu tatmin edecek hakikatleri ortaya kayamayacaklardır.

Kâinatın yaratılışı, canlıların ve özellikle insanın ortaya çıkışı ile ilgili değerlendirmeler ve yorumlar, sadece biyoloji bölümlerinde ve canlılarla ilgili bütün dersleri alan son sınıf öğrencilerine son devrede verilir. Biyokimya, genetik, paleontoloji (fosil bilimi), antropoloji, karşılaştırmalı anatomi ve biyoloji gibi yaratılış konusunda temel bilgileri almayan kimselerin evrim konusunu, ateist evrimcilerin eserlerini okuyarak sıhhatli bilgi edinmesi mümkün değildir. Böyle kimselerin imanı sarsılır ve bunalıma girerler.

Kâinatın niçin ve nasıl yaratıldığı, insanın yaratılış gayesi, ölümünden sonra nereye gideceği gibi sorulara İslâmiyet; aklı, kalbi, ruhu ve hisleri tatmin edici cevaplar sunmaktadır. Bu konuda yüz defa felsefecileri dinleyenlerin, bir defa da Kur’an’ı ve Hz. Peygamberi dinlemesi gerekir.

47 İnsandaki olumsuzluklar, zararlı radyasyonlar, hastalıklar ve yaşlanmalar plansız yaratılışa delil değil midir?

Dünyaya iki gözlükle bakılmaktadır. Birisi iman gözlüğü, diğeri de inkâr gözlüğüdür.

İnkâr, yani bir Yaratıcı’nın varlığını kabul etmeyen küfür gözlüğü ile kâinata bakan bir kimse, âlemdeki her şeyi başıboş, plansız ve sahipsiz, gayesiz görür. Bu varlıkların niçin yaratıldıklarını, vazifelerinin ne olduğunu bilmez ve bilemez. Tıpkı, gece karanlığında bir dağ başına bırakılan bir kimsenin etrafında gördüğü her varlığı, yılan veya bir canavara benzetmeye çalıştığı, bu varlıkların ne işe yaradığını ve gerçek mahiyetlerinin ne olduğunu anlayamadığı gibi.

Onun bütün hedefi ve gayesi dünya hayatıdır. Onun âleminde bu hayattan başka hayat yoktur. Dolayısıyla bütün his ve duygularını bu dünyada tatmin etmek ister.

Halbuki insandaki duygular ahiret âlemine göre verilmiştir. Her bir duygu sonsuzdur. O duyguların bu dünyada tatmin edilmesi mümkün değildir. Mesela, insanda ebedî yaşamak arzusu, mal, mülk sahibi olma isteği sonsuzdur. Muhabbet ve şefkat gibi duyguları sonsuzdur. “Şu kadar insana muhabbet ediyorum. Artık bir başkasının muhabbetine kalbimde yer kalmadı.” demiyoruz. Bütün insanları sevsek, yine bu hissimizin kapasitesi dolmuyor.

Küfür gözlüğü ile bakan kimse, âlemde ne kadar mana ve hikmetli, maksat ve gayeli yaratılışı görse de, bunlara bir anlam veremez. Böyle bir kimse için geçmişteki insanlar ölüp, yok olup gitmişlerdir. Gelecektekiler de yok olup, çürüyüp gideceklerdir. Dolayısıyla kendisini de, iki kabir arasında ve yakın bir gelecekte yok olup, çürüyüp kaybolacak bir varlık olarak görür. Böyle bir kimse, idama mahkûm olmuş birisinin her an idamını beklediği gibi, kendisini yok edecek ölüm korkusuyla dünyadan zevk ve lezzet alamaz.

İnkâr gözlüğü ile kâinata bakan kimse, kendi aklına güvenir ve sanki aklı kâinata mühendis tayin edilmiş gibi, her şeyi kendi nefsine kıyas eder, zenginin zenginliğine, fakirin fakirliğine itiraz eder. Kendisine niçin en iyi imkânlar verilmediğine itiraz eder.

Kur’an’da bu konuya ışık tutacak olan Karun’un zenginliği anlatılır. Karun o kadar zengindir ki, hazinelerinin anahtarlarını kendisi taşıyamamaktadır. Çevresindekiler onun bu zenginliğine bakıp “Keşke bizim de böyle zenginliğimiz olsa idi.” diyorlar. Fakat Karun o zenginliğin sorumluluğunu yerine getirmemekte, fakirin hakkı olan zekâtı ve çalıştırdığı işçilerin ücretini tam vermemektedir. O zenginliği kendi ilmiyle kazandığını iddia etmektedir.

Allah onu malı ve mülküyle beraber toprağa gömerken, az önce onun gibi olmayı arzu edenler, “İyi ki Allah bize böyle bir zenginliği vermemiş. Hiç birimiz şimdi Karun’un yerinde olmak istemeyiz.” diyorlar.

Kendi aklını kâinatın şeklini tayine mühendis gibi gören, kendisine bir takım imkânlar verilmediğinden Allah’a husumet besleyen kimse, Kur’an’daki bu ve benzer kıssaları göz ardı etmemelidir. Sorumluluğunu yerine getiremeyeceği şeylerin kendisine verilmediğinden üzüntü değil, memnuniyet duymalıdır. Çünkü dünyada sahip olunan her bir nimetin, hatta içilen suyun ve teneffüs edilen havanın dahi mutlaka hesabının sorulacağını Allah bildiriyor.

İman gözlüğüyle kâinata bakan bir kimse ise, bu âlemi gül ve reyhanlarla süslenmiş, her türlü nimetin ikram ve ihsan edildiği büyük bir misafirhane ve saray olarak görür. Kendisini anne karnından itibaren şekilden şekle koyan, taş yapmayıp, bitki veya hayvan yapmayan, insan olarak yaratan, akıl, hayâl ve hafıza gibi duygularla bezeten, kâinattaki canlı cansız bütün nimetleri önüne seren Yaratıcısı’na karşı büyük bir minnet ve şükran hisseder.

Geçmişe baktığı zaman Hz. Âdem babası ve Hz. Havva validesiyle başlayan yolculuğun cennete çıkacağını, bütün sevdikleri ve akrabalarıyla orada ebedî olarak, yine Yaratıcısı’nın sonsuz ikram ve ihsanına muhatap olacağını idrak eder. Dünyanın asıl mekân olmadığını, ahiret âlemine giden yolda bir bekleme salonu ve imtihan yeri olduğunu anlar.

Hastalık ve zelzele gibi musibetlerin imtihanın gereği olduğunu bilir ve burada çektiği sıkıntı ve meşakkatlerin öbür âlemde kendisine büyük mükafat kazandıracağını düşünerek sabır içinde şükreder.

Manasını bilemediği veya anlayamadığı olaylar karşısında İbrahim Hakkı gibi der;

“Hak şerleri hayr eyler, (Yani bizim şer ve kötü gördüğümüz her şeyin altında bizim için mutlaka bir hayır vardır. Şer görünen şeyleri Allah bizim için hayırlı yapar)

Zannetme ki gayr eyler, (Yani, Allah’ın yarattığı her şeyde mutlak hayır ve güzellik vardır. O yaratılan, hayırdan başka bir şey değildir)

Arif anı seyreyler, (Arif, yani ilim sahibi, akıllı olan kimse sadece onu seyreder. Sebebini ve manasını bilmediği şeylere itiraz etmeye kalkmaz.)

"Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler."

"Deme nedendir bu böyle,
O yerindedir öyle,
Bak sonunu sabreyle."

"Mevla görelim neler,
Neylerse güzel eyler.”

der. Kendi aklı anlamasa da, Allah’ın her şeyi mutlaka en güzel şekilde yapacağını bilir.

İlimlerin görevi, varlıklar âleminde sebebini ve sırrını bilmediğimiz meseleleri çözüme ve açıklığa kavuşturmaktır.

Söz gelimi, insanın savunma sistemi olarak adlandırılan immün sistem, dışarıdan gelebilecek her türlü yabancı cisimlere karşı teçhiz edilmiştir. Bunun arızalarının neler olduğu, hangi hallerde savunmanın zayıfladığı ve iş göremez hale geldiğini tespit bilimin görevidir.

Aynı şekilde oksijenin ve güneş ışınlarının sebep olduğu bir takım olumsuzlukları araştırma görevi de bilimlerindir.

Kâinattaki bir takım oluşumları, sırf bizim anlayışımıza uymadığı için, bunu plansızlığa ve gelişigüzelliğe ve dolayısıyla bir Yaratıcı’nın bulunmadığına delil göstermek, bilimden nasibi olmayanların ve kolaycılığa kaçanların yapacağı şeydir. O zaman bilimin görevi ne olacaktır?

Hiçbir problemi olmayan, insanı hiç sıkıntıya sokmayan bir hayat tarzı anlayışı ve sanki bir melek hayatı tarzı beklentisi, insanın yaratılış ve fıtratına uygun değildir.

Hiçbir kötülüğün ve imtihanın olmadığı, tamamen nurani bir hayat tarzı meleklerde vardır. Öyle bir hayat tarzını insandan beklemek, onun yaratılış hikmetine ve yapısına, his ve duygularına uygun değildir. Allah insanı iyi ve kötü huylarla donatmış, sonra da imtihana tâbi tutmuştur.

İnsana düşen, Allah’ın yaratma hikmetini, insandan ne istediğini bilip, ona uymak ve tam teslimiyetle O’na teslim olmaktır.

Allah, insanı dünyaya getirirken, bu âlemden en iyi şekilde faydalanacak tarzda cihaz, alet ve duygularla donatmıştır. Her bir organın yerini, şeklini ve görevini bilerek yapmıştır. Her an o organların hücrelerini yenilemekte ve ihtiyaçlarını yerine getirmektedir. Yediğimizi sindiren, sindirdiğimizi dışarıya atmamızı sağlayan yine O’dur. Bizi bizden daha iyi bilip idare edene gönül huzuru ve zenginliği ile teslim olup, O’nu dinlemek, dünyayı bize Cennet hayatına çevireceği gibi, öbür âlemde de ebedî Cennet’i kazandıracaktır.

Bir kimse O’na husumet ve düşmanlık beslemek, O’nu tanımamak, verdiğini lüzumsuz ve gereksiz görmek, O’nun kâinattaki tasarruf ve idaresini beğenmeme manasında, varlıkların gereksiz ve lüzumsuzluğunu ileri sürmekle, Allah’ı kendisine düşman eder. Allah da, kâinattaki tasarrufunu beğenmeyip kendisine husumet besleyenin, yapabiliyorsa mülkünü terk etmesini istiyor. Yoksa yerini Cehennem olarak gösteriyor.

Bu işi hafife alanların, O’nun eserlerini ve tasarrufunu istihza ile alaya alanların, kime karşı geldikleri ve kimin tasarrufuna itiraz ettiklerini iyi hesap etmesi gerekir.

Şeytan bile Allah’ın varlığına itiraz etmezken, kendi akıllarını kâinatı tanzime mühendis görenler, Allah’ı inkârla bütün kâinatın nefret ve tahkirini kazandığını, gökleri ve zemini aleyhinde hiddete getirdiğini unutmamalıdır ve bu yaptıklarının Allah tarafından tek tek hesabının sorulacağını bilmeli ve ona göre davranmalıdır.

Soru:

- İnsan vücudundaki bakteriler vasıtasıyla vücut alkol ürettiği halde, alkol niçin haram kılındı?

Cevap:

Alkolün yasak oluşunun, insan ve toplum sağlığı açısından bir takım zararları ve hikmetleri sayılabilir. Ama burada asıl olan imtihandır. Bu ve benzer imtihanlar olmasa, Ebu Cehil ile Hz. Ebu Bekir nasıl birbirinden ayrılacaktı?

Karpuz çekirdeğinde karpuz olma istidat ve kabiliyeti vardır. Ama o çekirdek elli yıl mutfakta kavanozda beklese, ondaki karpuz olma kabiliyeti, kuvveden fiile çıkamaz. Ne zaman o çekirdek toprağa atılıp su ve ışığa maruz bırakılsa, bir takım kimyevî ve fiziki kanunlar çerçevesinde ondan bir filiz çıkar, fakat kendisi çürür.

İnsanda da maddî ve manevî pek çok istidat ve kabiliyet vardır. Bu kabiliyetlerin ortaya çıkması ve insanın manen terakki etmesi, yani yükselmesi, bir takım sıkıntılara maruz kalmasıyla mümkündür. İnsan, sıkıntılarla, ölüm ve hastalık gibi musibetlerle, onu sevindiren ve üzen iyi ve kötü olaylarla, yalan söyleyip söylememekle, hakkı olmayan bir şeyi alıp almamakla, birilerinin hukukuna saygı gösterip göstermemekle her an imtihan edilmektedir.

İnsanın en büyük imtihanı, kendi nefsiyle olan imtihandır. Bunun başında Allah’ın emirlerine uyup uymama gelir. Bunun esası da, ibadet ve kulluk görevi ve bilincindedir.

Yani, insan Allah’ın yarattığı kul olduğunu, hayatının devamı için de ölümünden sonra dirilmesinde de her an O’nun idaresine ve yardımına ihtiyacı olduğunu, hiçbir zaman unutmamalı, kısacası haddini bilmelidir.

48 Karadaki canlıların hepsinde iki gözün, iki kulağın, tek burnun olması evrime delildir midir?

Canlıların benzer yapılara sahip (iki gözün, iki kulağın ve tek burunun) olması, evrime değil, planlı ve programlı yaratılışa delil teşkil eder.

İnsandaki iki gözü düşünelim: Eğer evrimcilerin iddia ettikleri gibi, bu gözler gelişigüzel ve tesadüfen meydana gelmişse, bu sayı tek olabilir, üç, dört, beş vs. olabilirdi.

Sizde iki göz olması, sonsuz ihtimalde bir ihtimaldir. Kabul edelim ki, sizde iki adet oldu. Sizin kardeşinizde, iki göz olması yine sonsuz ihtimalde bir ihtimaldir. Kısacası, bütün insanlarda iki göz olması sonsuz ihtimalde bir ihtimaldir. Bu demektir ki, her insanda iki gözün bulunması, ancak ve ancak, sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi bir yaratıcıyı gösterir.

Şimdi gözün şeklini ele alalım: İnsandaki gözler inek gözü gibi olabilirdi, sinek gözü gibi olabilirdi. Kısacası, mevcut büyüklüğünün haricinde sonsuz ihtimal söz konusudur.

Bütün o ihtimaller olmamış, senin gözün de kardeşinin gözü de, bir başkasının gözü de aynı büyüklükte tayin edilmiş.

Gözün yeri de vücudun her tarafında olabilirdi. Evrimcilerin iddia ettikleri gibi, eğer her şey gelişigüzelliğin ve tesadüfün eseri ise, bir gözün elin içinde iken, diğer gözün başın arkasında bulunabilirdi. Kardeşinin bir gözü avucunun içinde iken, bir diğeri ayağının altında bulunabilirdi.

Kısacası, insan sayısı kadar gözlerin farklı yeri olacaktı. Ama bak, hadise öyle değildir. Her insanın gözü hem sayı hem yer ve hem görev bakımından aynı özelliklere sahiptir.

Göz ne ise kulak da öyle, dil de öyle akıl da öyle ayak da öyledir. Hepsi de bunları yaratanın tek olduğunu ve aynı zamanda sonsuz ilim, irade ve kuvvet sahibi bulunduğunu göstermektedir.

Bir marka altında üretilen bir malın aynı tip ve yapıda olması, onun tesadüfen meydana geldiğine değil, onun planlayıcısının ve ustasının tek olduğuna delildir.

Atomdan hücreye, hücreden sinek kanadına, sinek kanadından seyyar yıldızlar ve galaksilere kadar, her yerde nizam ve intizamın bulunması, kesin olarak şirke ve ortaklığa yer bırakmıyor. Tesadüfü ve şuursuz tabiatı devreden çıkarıyor. Allah’ın varlığını ve birliğini gösteriyor.

49 Ashley Montagu'nun "Bilim adamlarının kesinliği yok, ama delilleri var. Yaratılışçıların delilleri yok, ama kesinliği var." sözünün doğruluk payı var mıdır?

Öncelikle şunu belirtelim ki, din ile bilim çelişmez. Bu sebeple ikisini çelişkiliymiş gibi kıyaslamak doğru olmaz.

Dinle çelişen ve bilim diye ortaya atılan evrim teorisinin yine bilim adamları tarafından çürütüldüğü de ortadadır.

Yaratılışla ilgili delillerin olmadığı iddiası da doğru değildir. Yaratılışa dair akli delilleri mevcuttur. Ancak bu dünya imtihan için vardır. İnsanın iradesini elinden alacak şekilde bir delil beklemek imtihan sırrına uygun değildir. Ortaya konulan deliller aklı ikna edecek kadar güçlü olsa da iradeyi elden alacak kadar açık değildir.

Bununla birlikte yaratılışın aksini iddia eden hiçbir görüş de delillendirilememiş ve bilimsellik kazanmamıştır.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Yaratılışta tesadüfün hissesi var mıdır?

Kur'an mucizelerinden örnekler verir misiniz?

İslam dini ile bilim arasında nasıl bir ilişki vardır. Darvinin teorilerini bilim kabul ettiği halde din neden kabul etmez?

- Sorularla Yaratılış.

50 Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi’nin yayımladığı "Bilim ve Yaratılışçılık" kitabı hakkında bilgi verir misiniz?

Bu Akademi’nin neşrettiği kitap sıradan bir kitaptan farklı değildir. Bu ve benzeri kuruluşlar, evrimi evolüsyon manasında anlayan ve bir yaratıcının varlığını inkâr eden bilim adamlarının kontrolündedir. Bunlar, ateizme dayalı felsefî görüşlerini, bilimsel bilgi adı altında takdim ediyorlar. Böylece bir kamuoyu meydana getirmek ve dinsizlik adına nüfuz elde etmek istiyorlar. Bunların esas gayesi, gençleri dinsiz yetiştirmektir.

Maalesef bilimi bu ideolojilerine alet ediyorlar. İstismara en uygun saha da evrim sahasıdır. O bakımdan devamlı evrimi gündemde tutuyorlar ve her şeyi buna bağlıyorlar. Onlar bir değil, yüz kitap da yayınlasalar, yaratılış hakikatini gizleyemeyeceklerdir. Bunların kastettiği manada bir evrimin ispatı söz konusu olamaz. Çünkü insanın geçmişi laboratuarda denenemediği gibi, bütün canlıların evveliyatını tek bir hücreye indirgeyip diğerlerini bundan silsile halinde tesadüfle ortaya çıkarıp göstermek de mümkün değildir.

Böyle olunca, bu konuda ortaya attıkları bütün görüşler, felsefî bir düşünceden ileriye geçmeyecektir. Yani onların iddiaları hiçbir zaman bilimsel bir bilgi olmayacaktır.

Ama yaratılışı savunanlar, her an her bir canlının yaratılışını örnek göstererek, geçmişe bununla bir değil, binlerce pencere açmaktadırlar. Şimdi her an Allah, bir hücreden insanı yaratıyor, yine tek hücreden bitkileri ve hayvanları yaratıyor. Bugün yaratan dün de yaratmıştır. Bir kavun çekirdeğinden kavunu halk eden, elbette bütün kâinatı ve içindekileri halk edebilir ve halk etmiştir.

Canlıların tesadüfen ve kendiliğinden ortaya çıktığını iddia eden ateist evrimciler, değil bütün canlıların böyle tesadüfen meydana geldiğini, bir mercimek çorbasının tesadüfen ve kendiliğinden ortaya çıktığını ispatlasınlar, o zaman belki sözlerinde ve iddialarında bir hakikat payı olabilir.

Hâlbuki yaratılışı savunanların delilleri kâinatı doldurmuştur. Her bir varlık, Allah’ın sonsuz ilim, irade ve yüksek kudretinin eseri olduğunu gösteriyor ve aklı olanlara ispat ediyor.

51 Bazen uygun ortam olmadığı hâlde, yararlı ve zararlı bakteriler oluşabiliyor. O zaman ilk canlı da tesadüfen olmuş olabilir mi?

Bir canlının oluşması için, onun meydana gelmesine sebep olacak bir başka canlı mutlaka olmalıdır. Uygun ortam olunca herhangi bir canlının teşekkül edeceğini ileri sürmek yanlıştır. Bilindiği gibi, önceleri, uygun ortam olunca canlı teşekkül ediyor, şeklinde bir kanaat vardır. Ancak, on yedinci yüzyılda Pastör, ağzı kapalı kavanozlarda canlıların teşekkül etmediğini gözleyerek, bir canlının mutlaka bir başka canlıdan meydana gelebileceğini gösterdi.

Allah, isterse mu’cize olarak hiçbir canlı olmadan yeni bir canlıyı yaratabilir. Nitekim ilk yaratılışlar böyle olmuştur. Hz. Âdem’in ve Hz. Havva’nın yaratılışları gibi. Ancak, dünya imtihan dünyası olduğu için, Allah her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Çocuğun meydana gelmesi için anne ve baba sebep olarak gereklidir. Bu kuzu için de böyle, kuş içinde böyle, bakteri için de böyledir. Dolayısıyla canlıların meydana gelmesini Allah, sebep olarak bir başka canlıya bağlamıştır. Ortama değil...

52 İnsan, neden anatomik olarak memeli hayvanlara benzer yaratılmıştır?

Birbirine benzeyen sadece insanlarla memeli hayvanlar değildir. Canlıların temelini teşkil eden hücre yapısı itibariyle, bitkiler, hayvanlar ve insanlar büyük bir benzerlik gösterirler. Hücre çekirdeğinde bulunan ve kalıtımın esasını teşkil eden kromozomlar ve onların temeli olan DNA molekülleri büyük oranda benzerdir. DNA’ların temeli ve esası da karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomlarından meydana gelmiştir.

Canlı ve cansız bütün kâinat, maddesi itibariyle, karbon, hidrojen, oksijen, azot, kalsiyum gibi 114 elementten yapılmıştır. Bizim, bütün kütüphaneleri dolduran kitapları alfabenin yirmi dokuz harfiyle yazdığımız gibi, Allah da kâinatın maddî yapısını 114 elementle yazmaktadır.

Varlıkların temel yapısının benzer olması, hepsinin sahibi ve yaratıcısının Allah olduğunu göstermektedir.

Burada kiraz ağaçları nasıl çiçek açıyorsa, Fransa’daki, Avustralya’daki kiraz ağaçları da aynı kanunlara tabi olarak çiçek açmaktadır. Burada koyun nasıl yavru yapıyorsa, Malezya’daki koyun da aynı şekilde yavru yapmaktadır. Buradaki tavukların yumurtaları nasılsa, Amerika’daki tavukların yumurtaları da aynıdır. İşte bütün bu benzerlikler, onların yaratıcılarının bir olduğunu göstermektedir.

Bir evraktaki imzanın kime ait olduğu, imzaların benzerliğinden anlaşıldığı gibi, Allah da kâinattaki varlıkları yaratırken benzer imzayı ve mührü basıyor ki, biz onların Allah’a ait olduğunu anlamakta zorluk çekmeyelim.

Elbette varlıkların benzer yaratılışlarının pek çok sebep ve hikmetleri vardır. Herkes kendi kabiliyet ve istidadına göre bunlara bazı sebepler gösterebilir. Ancak, bütün varlıkların böyle benzer yaratılışının sebep ve gayelerinin, elbette sadece bizim ortaya koyduklarımızdan ibaret olduğu söylenemez.

Bir de bu yaratılışın Allah’a bakan ciheti vardır. Bizim ona nüfuz etmemiz mümkün değildir. Biz ancak bize bildirilen kadar bilebiliriz.

Bizim bilgimiz ise, O’nun denizler genişliğinde olan bilgisinin yanında, bir damla gibidir. Bir damla ile denizleri tartmak ve anlamak nasıl mümkün değilse, Allah’ın kâinattaki tasarrufunu, yaratılışlardaki hikmet gayelerini bihakkın anlamamız mümkün değildir.

İşte burada, O’nun yaratılıştaki hikmet ve gayelerini tam olarak kavrayamayacağımızı bilmek ilimdir.

53 İnsan beyin hücrelerinin genetik yapısının genetik değişim evrim değil midir?

Hücrelerin genetik yapısı genelde değişmez. Ancak, alınan besinler, ya da iç veya dış çevrenin, genlerin etki mekanizmalarını baskılayan, geciktiren, ya da etkinin yönünü değiştiren reaksiyonlar olabilir. Bu durumda genin etkisi farklı şekilde kendini gösterir.

Ancak, burada gözden kaçırılmaması gereken önemli nokta, hiçbir fiil veya reaksiyonun, başıboş ve gelişigüzel olmadığıdır.

Bilim dün beyin hücrelerinin hiç değişmediğini söylüyordu, bugün değiştiğini, en azından genetik yapısındaki etki mekanizmalarının değiştiğini ileri sürüyor. İster beyin hücresi değişsin, isterse hücredeki genetik yapının etkisi değişsin. Bütün bu değişiklikler sonsuz ilim, irade ve kudretin eseridir.

Size bunun daha ilerisini söyleyeyim. İnsan vücudunda ortalama yüz trilyon hücre var.

Beyin hücreleri hariç, diğer hücreler devamlı değişiyor, yenileniyor. Bir saniye içerisinde sadece alyuvar hücrelerinden beş milyonu ölüyor, yerine yenisi yaratılıyor. Hücreler yenileniyor ve hem de belli yaşa kadar artıyor. Bu değişiklik olmasaydı, insan dünyaya geldiği gibi kalırdı. 

Sadece insan değil, bütün canlılar, yani bitkiler ve hayvanlar da dâhil, her an onların da devamlı hücreleri değişip yenileniyor. Bütün bu hücreleri yerli yerine yerleştiren, kemiğe gidecek kalsiyumu göze göndermeyen her şeyin sahibi, bütün kâinatı sonsuz ilim, irade ve kudretiyle idare eden Allah’tır. Bunlar, ateistlerin iddia ettiği gibi, tesadüf ve gelişigüzel olayların sonucu değildir.

Yaratılışı savunanların evrimcilerle anlaşamadığı nokta, evrimcilerin bir canlıdan bir başkasının tesadüfen meydana geldiği iddiasıdır. Yoksa Allah’ın ilim ve iradesi ile olan değişiklikler bütün kâinatta cereyan ediyor. Hiçbir şey kararında değil. Canlılar her an değiştiği gibi, cansız âlem de devamlı değişiklik içerisinde. Nitekim dünya ilk yaratıldığı zaman elbette böyle değildi. Pek çok devirlerde, Allah’ın ilim, irade ve kudretiyle değişti, halen de değişmekte, kayaç toprağa dönüşmekte, toprak bitkiye analık etmekte.

Her canlı doğup, büyümekte, gelişme ve farklılaşma kanunlarına tabi olarak hayatı boyunca şekilden şekle girmekte, gençken ihtiyarlamakta ve sonunda ölmektedir. 

Bütün bunlar Allah’ın sonsuz ilim, irade ve kudretiyle şekillenmektedir. Beyin hücrelerinin de değişmesi veya sabit kalması, bu kanunların haricinde değildir. Beyin hücreleri değişmediği zaman da onlarda faaliyet ve icraat vardır. Hücrelerin beslenmesi, solunumu, gerekli besinlerin ayrıştırılması ve birleştirilmesi nasıl göz ardı edilebilir? 

Hücre ister değişsin ve isterse o canlının hayatı boyunca sabit kalsın, her bir hücrede bir saniye içerisinde üç bin değişik reaksiyon olmaktadır. Bütün bu faaliyetleri elbette sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi Allah’a vereceksiniz. Yoksa bunlar, sağır tabiata ve kör kuvvete ya da herkesin kendi anlayışına göre tarif ettiği evrim gibi bir takım kelime ve deyimlere vermek veya yüklemekle geçiştirilemez. 

Hücrede cereyan eden her bir hadise, binlerce ihtimale göre ayağını atmakta, bir enzim veya reaksiyonun, pek çok kademeden sonraki durumu dikkate alınmakta, hiçbir hücrede, hiçbir karışıklık izi görülmemekte, her fiil, en ince ayrıntılarına kadar hesap edilerek yapılmaktadır. Bunları, sonsuz ilim ve kudreti olmayanın yapması mümkün değildir.

Canlıların genetik yapısı, bazen çevrenin baskısıyla etkisini tam gösteremez. Mesela, hücrelerde görülen kanser olayı da genetik yapının farklı yönlendirilmesiyle ortaya çıkmaktadır. Bunların çok az bir kısmı yavrularına da geçebilir. Ancak, o canlının temel yapısı değişmemektedir. İnsan, insan olarak, tavuk da tavuk olarak kalmaktadır.

Hasbelkader bir maymundan insan ya da insandan bir maymun meydana gelse, bu olayda canlıların birbirinden meydana geldiğine bilimsel bir delil olarak alınamaz. Bir olayın her denemesinde aynı sonuç alınırsa, o zaman bir silsilenin başı olarak kabul edilebilir.

Yoksa bir takım varsayımlarla sonuca varmak ve bir hüküm çıkarmak bilimsel bir davranış değil, ideolojik bir yaklaşım tarzı olur.

54 Evrimcilerin, tek hücreli canlılar birleşip kolonileri; bunlar da solunumu, sindirimi meydana getirir, iddiasına ilmi bir cevap verir misiniz?

Ateist ideolojinin savunuculuğunu yapan evrimciler, kendi hayal âlemlerindeki düşüncelerini bilimsel bilgi gibi takdim ediyorlar. Yukarıda çizdikleri senaryonun faili kimdir? Tek hücreli canlıları yaratıp koloniler haline kim getirdi? Organlar kendi aralarında nasıl anlaşıp görev taksimi yapacaklar ve o görevlere göre farklı şekil alacaklar? Bu, çocukları uyutmak için uydurulmuş güzel bir masaldır. Fakat bilimsel bir bilgi değildir.

Onların ileriye sürdüğü düşünce, günümüzdeki canlıların teşekkülüne aittir. 

Onlar kendi felsefî düşüncelerine göre ve bir yaratıcıyı da devreden çıkararak, bunu geçmişteki canlıların meydana gelişine uyarlamaya çalışıyorlar.

Hem bitkiler, hem hayvanlar ve hem de insanlar, gametlerin birleşmesiyle hâsıl olan tek hücreli zigottan meydana geliyor. Mesela insanın teşekkülünde, annenin yumurtası babadan gelen sperm ile birleşerek tek hücreli zigotu veriyor. Bu zigot Allah’ın sonsuz ilim, kudret ve iradesiyle, bölünerek çok hücreli hale geliyor. Daha sonra değişik doku ve organları vermek üzere bu hücreler farklılaşıyor. Bir kısmı beyin hücreleri halinde gruplanırken bir kısmı karaciğer, bir kısmı böbrek ve bir kısmı kalp yapısını vermek üzere farklılaşıyor. Daha sonra gönderilen ruh, bu yapılar arasında birlik ve beraberliği sağlayarak bütün organizmanın idaresini yükleniyor.

Ateist ideolojiyi savunan evrimcilerin ileriye sürdüğü düşünceler iyi planlanmış bir senaryodan başka bir şey değildir. Bilimsel bir yönü yoktur. İşin içinde olmayan birileri için böyle bilimsel veriler içine konarak planlanmış senaryoları hakikatlerinden ayırmanın güçlüğü yanında, bunların bilimsel bilgi imiş gibi takdim edilmesi, meseleyi iyice içinden çıkılmaz hale getirmektedir.

O zaman, bu konuya ilgi duyanların, her önlerine gelen varoluş senaryolarına hemen inanmamaları, bu konuyla ilgili başka farklı düşünceleri de dikkate almaları gerekir. 

Yaratılış konusunun ateist ideolojiye alet edilip edilmediğinin önemli bir ipucu da, canlıların ve bahusus insanın yaratılış serüvenini anlatanların bir yaratıcıyı devreden çıkarıp çıkarmadığıdır. Onlar, özellikle bir yaratıcıyı mutlaka devreden çıkarmak, her şeyi tesadüf ve tabiatla açıklamak gayretindedirler. 

Hâlbuki bir yaratıcı olmadan, yaratılışı anlamak ve anlatmak mümkün değildir. Cansız madde olan atom ve elementlerde bulunmayan ve fakat canlılarda mutlaka bulunması gereken hayat, hayvanlar ve insanlarda mevcut olan ruh inkâr edilemeyeceğine göre, bir yaratıcı olamadan bunlar nasıl açıklanacaktır?

Bir başka ölçü de, bilim, akıl ve mantık silsilesiyle yürür. Dikkat edilirse, yaratılışı anlamada bir yaratıcıyı devreden çıkararak yapılacak her türlü açıklama, akıl ve mantıkla çatışacaktır. Bir yaratıcıyı kabul etmeyenler, atom ve elementler sayısında ilahları kabule mecbur olacaklardır. Çünkü elementlerin gördüğü her bir iş, sonsuz ilim, nihayetsiz bir kudret ve yüksek bir iradeyi gerektirmektedir. Bu sıfatlar bir yaratıcıya verilmezse, o zaman her bir atomda bir ilahın sıfatlarının varlığı kabul edilecektir. Bu ise, mantıklı düşünceye uygun değildir. 

Nitekim onların yukarıdaki soruda geçen senaryolarında, her bir atoma bir ilahın sıfatlarının yüklendiği görülüyor.

55 Sıcak bölgelerdekilerin erken ergenliğe ulaşması, iklimin ve coğrafyanın DNA´ya etkisinden mi kaynaklanıyor?

DNA’lar, canlının anne ve babasından aldığı genetik yapıların şifrelendiği moleküllerdir. Bunların yapısı öyle kolay kolay değişmez. Dolayısıyla ergenlik çağı, hormon salgılarıyla doğrudan ilgilidir.

Belli bir fiziki olgunluğa erişen fertlerde, salgılanan cinsiyet hormonlarının yoğunluğuna bağlı olarak, erkek ve kadında davranış ve duygu farklılıkları gelişir. Bunların erken veya geç gelişmesi, çevrenin ısı değeri ile ilgilidir, DNA ile değil.

Bir kiraz ağacını düşünün. Havaların soğuk gittiği yerde bu ağacın çiçek açma zamanı gecikir; sıcak bölgede daha önce çiçeklenir. Hatta aynı yerdeki ağacın çiçeklenme zamanı, her sene havaların sıcaklık durumuna göre ileriye veya geriye kayma gösterir.

İnsan da böyledir. Kuzey bölgelerden güneye göç eden bir ailenin fertlerinin ergenliğe ulaşması, gittiği bölgenin sıcaklığına bağlı olarak değişir...

56 Dünyadaki canlılar arasındaki uyumun tek sebebi, yeterli koşullar olduğu sürece DNA gösterilemez mi?

Bütün canlılar ve hatta cansızlar 114 elementten meydana gelmiştir. Canlılarda en çok rastlanan elementler; karbon, oksijen, hidrojen, azottur. Bu elementlerin yanında magnezyum, demir, fosfor ve kükürt elementleri, belirli kanunlar çerçevesinde birleşerek DNA (Dezoksi Ribo Nükleik Asit)’ları verirler. Bu DNA’lar birleşerek kromozomları hâsıl ederler. Kromozomların yapılarında da belirli bölgelerde genler yer alır.

Genlerde her bir canlının bütün genetik özellikleri şifre halinde kaydedilmiştir. Tıpkı bir flaş diskte ya da bir CD veya DVD'de pek çok bilginin kaydedildiği gibi. Flaş diskteki veya CD’deki bilgiler şifre şeklinde kaydedilmiştir. Çünkü çıplak gözle baksanız bu flaş diskte her hangi bir yazı veya şekli görmeniz mümkün değildir. İşte her bir canlının genetik özelliği, genlerde veya genlerin temelini teşkil eden DNA’larda şifre şeklinde kaydedilmiştir.

Canlılar arasındaki uyum ya da benzerliğin sebeplerinden birisi DNA’lardır. Ancak, bu DNA’lardaki atomların diziliş farklılıkları, genetik yapının farklı şekilde şifrelenmesine sebep olmaktadır. Flaş disk veya CD’de de bilgi kaydetmede kullandığınız materyal maddî olarak aynıdır. Ama depolanan veya şifrelenen bilgi farklıdır. DNA’lardaki bilgi farklılığına da bu açıdan bakmak gerekir.

Sorunun ikinci şıkkında, “İlk DNA tesadüfen meydana gelmiş olmaz mı?” deniyor. Önce şunu sormak gerekiyor:

- Peki niçin DNA’nın tesadüfen meydana gelmesi bekleniyor?

İsterseniz önce şu tesadüf konusunu bir irdeleyelim. Bakılım altından ne çıkacak. Burada bir soru soracağız. Soruya ideolojik olarak değil, akıl, mantık ve en önemlisi vicdanınızın sesini dinleyerek cevap vereceksiniz. Soru şu:

- Siz çorabınızın veya gömleğinizin kendi üzerinize tesadüfen girdiğini veya bedeninizden tesadüfen çıktığını kabul eder misiniz? Bu veya benzeri, tesadüfen meydana geldiğini gösterebileceğiniz tek bir olay söyleyebilir misiniz? Mesela, mutfakta bütün malzemeler bir arada hazır iken, çorbanın tesadüfen piştiğini iddia edebilir misiniz?

Aklını ve vicdanını dinleyen hiçbir kimsenin, bu sorulara olumlu cevap vermesi mümkün değildir.

Bir çorba dahi tesadüfen oluşmazken, binlerce bilgiyi depolayan DNA tesadüfen meydana gelecek. Ondan sonra o genetik bilgiler gayp âleminden tesadüfen gelecek ve DNA’ya tesadüfen yerleşecek. Ondan sonra tesadüfen bir hücre meydana gelecek. O hücrenin içerisine tesadüfen DNA yerleşecek ve en önemlisi o hücreye hayat dediğimiz canlılık verilecek!..

Böyle bir hikâyeye, binbir gece masallarında bile rastlanmaz.

Bütün bu canlılık olayları ve DNA’ların; sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi bir yaratıcının eseri olması akla ve mantığa daha uygun değil midir?

Dünya imtihan dünyasıdır. İsteyen akıl ve mantığın ve en önemlisi vicdanının sesini dinler ve her şeyin meydana gelmesini bir yaratıcıya verir. İsteyen de akıl, mantık ve vicdanından istifa ederek, his ve ideolojiye saplanır ve her şeyi tesadüf ve tabiatın eseri olarak görür.

57 Evrim teorisinin geçersizliğini anlatırken mutasyon ve doğal seleksiyonun olmadığından bahsediyorsunuz. Halbuki, on beşe yakın evrimi tetikleyen mekanizmanın olduğu iddia ediliyor?

Evrimi savunanlar şimdiye kadar, evrimin esas tetikleyicisi delili olarak mutasyonları gösteriyorlardı. Onun için mutasyonlardan çok söz edilmiştir. Şimdi kararları değişti ise, o başka.

Aslında evrimi tetikleyen hadise, sizin bahsettiğiniz gibi on beş değil, belki yüzlerce. Ama bizim üzerinde durduğumuz bu tetikleyiciler değildir. Bilimsel çalışmalarla bu tetikleyicilerin sayısı her geçen gün artar. Çünkü, bir bilimsel problemi çözdünüz mü, altından, çözülmesi gereken en az on-on beş mesele çıkıyor. Yani kâinattaki varlıklar tek düze yaratılmış değiller. Âdeta üç boyutlu cisim gibidir.

Bir başka ifade ile, bilimsel bir problemi çözdüğünüz zaman, altından yüz metrelik ayrı bir derinlik çıkıyor. İğne ile kuyu kazar gibi, o yüz metrelik kuyu içinde nelerin nasıl şekillendiğini anlamaya çalışıyorsunuz.

Her çözdüğünüz problem, altından başka meseleleri gündeme getiriyor. Bunun içindir ki, akademik çalışmalar genellikle yüzeysel değil derinliğinedir.

Mesela, insanın dişini ele alalım. Dış görünüş itibariyle küçük bir kemik parçasıdır. Ama o kemik parçası yüzlerce insanı profesör etmiştir. Kıyamete kadar daha yüzlerce, binlerce kişiyi bilim adamı yapacaktır.

İnsanın derisi de öyledir. Hatta vücudundaki tüyler binlerce insanı profesör ettiği gibi, daha kıyamete kadar kim bilir kaç kişiyi daha âlim yapacaktır.

İşte bizim işaret etmek istediğimiz ve ısrarla üzerinde durduğumuz husus, evrimcilerle ters düştüğümüz nokta budur. Yani, baştan sona her bir canlının, hatta her bir varlığın mahiyetinde bulunan bu ilmin bir âlimi olmalıdır.

Diş madem yüzlerce ve hatta binlerce insanı âlim etmektedir. Dişin gerek yapısı ve gerekse görevi ilimle tayin ve tespit edilmiştir. Bu yapıya anlamak ve çözmek insanları âlim yapıyor. O hâlde bu ilmin bir yapıcısı, yani âlimi olmalıdır. O âlim, sonsuz ilim, kudret ve irade sahibi Allah’tır.

Evrimciler ise, Allah’ı devreden çıkarıp her şeyi tesadüf ve tabiata veriyorlar.

Her olayın bir değil, pek çok tetikleyicisi vardır; esas olan o tetiği kimin çektiğidir.

Sözgelimi elma ağacının meyve verebilmesi için pek çok tetikleyiciye ihtiyaç vardır. Her şeyden önce baharın gelmesi gerekir. Baharı kim getirecek? Belli oranda ısı, ışık ve besinlerin olması, onların hücrelere taşınması, yaprak hücrelerinde fotosentez olayının cereyan etmesine ihtiyaç vardır. Tabi bunun için de güneşin, havanın ve suyun olması gerekir.

İşte bütün bunlar ve daha sayamadıklarımız elmanın tetikleyicileridir. Bütün bu sebepleri bilim kendi metotları içerisinde inceler ortaya koyar. Bunun üzerindeki çalışmalar bitecek değildir. Bu araştırmalar ehlince kıyamete kadar devam edecektir.

Burada bizi ilgilendiren konu, bu tetikleyicinin kim olduğudur.

Bizim akciğerimiz, atmosferdeki havaya göre tanzim edilmiş. Güneşi semaya asan kim ise, gözümüzü de başımıza yerleştiren O’dur. Çünkü gözümüz güneşten faydalanacak şekilde programlanmıştır.

Ağaçta meyveyi veren, bize mideyi yerleştirmiştir. Buradan anlıyoruz ki, bütün kâinatın tetikleyicisi, yaratıcısı, bakıcısı, idarecisi sonsuz rahmet, inayet ve merhamet sahibi, nihayetsiz ilim, kudret ve irade sahibi Allah’tır.

Allah’ı kabul ettikten sonra kâinattaki bütün evrimler, devrimler ve değişikliklerin O’nun eseri olduğu görülecektir. O zaman her bir varlığın görevi, yapısı, en ince ayrıntılarına kadar bilim adamları tarafından araştırılıp ortaya konacaktır.

Şimdiki çatışma, bir yaratıcının kabulü veya reddi üzerinde döndüğü için, bu kısır ve gereksiz tartışma, evrim mekanizmaları ya da tetikleyicileri gibi, ehli ihtisasın dışındakileri hiç mi ama hiç ilgilendirmeyen bir sahada cereyan ediyor. Yoksa her biri çok derin ihtisası gerektiren bu konuların, sıradan bir kimseyi ilgilendirmesinin sizce başka bir açıklaması var mıdır?

Bütün mesele, Allah’ı nazarlardan gizlemektir. Bir başka deyişle, dinsizliği kendine ideoloji edinmiş kimseler, bu batıl felsefelerini bilimsel bilgi adı altında gençliğe takdim ediyorlar. “Bunları bilim söylüyor. Bunlar bilimsel gerçeklerdir.” diyorlar.

Hâlbuki bilimin böyle bir şey söylediği falan yok. Onlar bilimi ideolojilerine alet ediyorlar. İşin mahiyetini tam kavrayamamış olanlar da burada bir hakikat var zannıyla onların peşinden gidiyorlar.

Nasıl ki, pazardan herkes kendi beğendiği şeyleri ihtiyacı kadar alır. Bu da ilim pazarıdır. Buradan herkes kendi ihtiyacı olan şeyleri akıl dağarcığına alır ve onunla amel eder. Bazıları ateizmi pazarlarken bir kısmı da Allah’ı nazarlara vermektedir. Herkes istediğini alıp almamakta serbesttir.

“Kim iyilik yaparsa kendi lehine, kötülük yaparsa kendi aleyhine olur.”(Bakara, 2/285)

“Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin...”(Kehf, 18/29)

58 Allah yarattığı maymundan, tesadüfen değil, kendi ilmi dahilinde insanın evrilmesini sağlamış olabilir mi?

- Evrim konusunda yüzlerce makale yazılmıştır. Önemli bir kısmı internette de dolaşmaktadır. Bu makalelerin bir kısmı bizim sitemizde de vardır. Bu sebeple bu konuda bilimsel bir araştırma yaparak konuyu detaylı bir şekilde yazmayı düşünmüyoruz. Yalnız sorunuza cevap teşkil edecek şekilde bazı hususları bir özet halinde takdim etmeyi uygun görmekteyiz.

- Evrim teorisini savunanların büyük çoğunluğu tamamen Allah’ı dışlayan, her şeyi tesadüflere havale eden ve “kendi kendine oldu” felsefesinden hareket eden pozitivist, materyalist bir düşünceye dayanmaktadır.

- Şunu unutmayalım ki, İslam dininin akidesine aykırı olmayan her şeyin mutlaka var olduğunu veya olacağını kabul etmek büyük bir yanlıştır. Örneğin, “Allah dilerse, insanı fareden yaratabilir. İsterse deveden karınca yaratabilir.” ihtimalinden bunların gerçek vaki olduğunu iddia etmek yanlıştır. Keza, Allah’ın bütün insanları -Hz. İsa gibi- babasız yaratması noktasından hareketle, bunun realitede vaki olduğunu iddia edemeyiz.

Bu sebeple, akideye aykırı düşmeyen her tasavvurun vakide hayat bulduğunu söylemek bir hayalperestliktir.

Evrim de böyle bir konudur. Şayet Allah dileseydi, insanları maymundan yaratırdı. İnsan ile böcekleri aynı atadan yaratırdı. Fakat, bunun mümkün olması, vaki olduğunu göstermez.

Kaldı ki, evrimcilerin büyük çoğunluğu ateisttir. Bu düşüncelerine uygun buldukları için dört elle evrim teorisine dayanırlar.

- Bu konuyu birkaç madde halinde özetlemeye çalışacağız:

a) Kur’an ve hadislerde türlerin birbirinden devşirildiğine işaret eden bir bilgiye rastlayamadık.

“Aslında bu putlar sizin ve atalarınızın uydurduğu, kuru isimlerden, boş lafızlardan başka bir şey değildir. Allah onların tanrılıklarına delil olabilecek hiçbir şey indirmemiştir. Onlar sadece zanlarına ve nefislerinin heva ve heveslerine uyarlar. Halbuki onlara Rab’leri tarafından uyacakları mükemmel Rehber çoktan gelmiş bulunuyor!” (Necm, 53/23)

mealindeki ayette putçular hakkında söylenen sözlerin aynısı, evrim teorisyenleri için de pekala söylenebilir.

b) Kur’an’da Hz. Âdem’in ilk insan olarak bağımsız bir varlık olarak ve doğrudan topraktan yaratıldığına açıkça vurgu yapılmıştır. (bk. Enam, 6/2; Araf, 7/12; Müminûn, 23/12; Secde, 32/7; Sad, 38/71-72, 76; Rahman, 55/14)

- Keza cinlerin ve onların bir kabilesi olan şeytanların da doğrudan ateşten yaratıldığı vurgulanmıştır. (bk. Araf, 7/12; Rahman, 55/15)

 “Yarattığı her şeyi güzel ve muhkem yapıp insanı ilkin çamurdan yarattı. Sonra onun neslini, önemsiz bir suyun özünden, meniden üretti.” (Secde, 32/7-8)

mealindeki ayetin açık-seçik ifadesi karşısında -bu ifadeye tamamen ters olan- evrimin devrimine inanmak mümkün mü?

c) Bizim görebildiğimiz kadarıyla, insanın, kurbağa, maymun veya benzeri başka bir türden geldiğini gösteren hiç bir bilimsel açık veri yoktur. Teorisyenlerin ortaya koydukları bazı bilimsel sayılabilecek veriler belli bir yere kadar gider, orada söner beş para etmez. İnsanın gerçekten bir maymundan geldiğini gösteren kesin bir biyolojik delil yoktur. Bazı verilerin varlığından esinlenerek hayal gücünü harekete geçirenler, bu hayal ile hakikate ulama yapıyorlar, bir hatt-ı muvasala, bir köprü kurmak istiyorlar.

d) İki şey arasındaki benzerlikler, mutlaka onların bir ortak ataya sahip olduğunun göstergesi değildir. Eğer öyle olsaydı, güneş ve aydaki elementlerin önemli bir kısmı insanda da görüldüğüne göre, güneşin bir insan olduğu veya insanın aslında bir güneş olduğunu söylemek de mümkün olurdu. Oysa bu ilmen bir saçmalıktır.

- İnsanın maymun ile olan ilişkisi kadar, kurbağa veya fare ile de ilişkisi vardır. İnsanın aslının fare olduğunu söylemek hangi bilimsel veriye dayanır?

- O eski çağlarda her şeyin daha köhne, daha noksan, daha tekemmüle ihtiyaç duyduğu bir zaman diliminde tekamül kuralı çerçevesinde insana dönüşen o maymunlar, fareler niçin bu modern çağda öyle bir şey beceremiyorlar?

e) Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi, Kur’an’da Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren deliller genel olarak iki çeşittir. Biri; her şeyin bir gaye, hikmet ve amaca hizmet edecek şekilde yaratılmasıdır. Diğeri ise; her şeyin bizzat yoktan var edilmesi  ve yaratılmasıdır.

Buna göre, her türün bağımsız olarak yaratılması, Allah’ın varlığı ve birliğinin göstergesi olması açısından daha güzel ve hatta zorunludur.

Demek ki, her türün bağımsız bir yaratık şeklinde yaratılması Allah’ın varlığını, birliğini gösteren bir ihtira (ontolojik) delildir. Bu harika delili, evrim ile sekteye uğratması düşünülmemelidir. Kaldı ki, mahiyet ve hakikatleri farklı türlerin birbirine geçmesi muhaldir. Bediüzzaman hazretlerinin ilgili ifadeleri şöyledir:

“Mahlukatın her nev'ine, her ferdine ve o nev'e ve o ferde müretteb olan âsâr-ı mahsusasını müntic ve istidad-ı kemaline münasib bir vücudun verilmesidir. Hiç bir nevi' müteselsil-i ezelî değildir. İmkân bırakmaz. İnkılab-ı hakikat olmaz. Mutavassıt nev'in silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf inkılab-ı hakaikın gayrısıdır.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 253)

Yani, Allah her bir türe ve o türlerin her bir ferdine bağımsız bir vücut, bir bünye vermiştir. Bu türlerin ve bu fertlerin her birisine onun istidat ve kabiliyetinin gelişmesi ve olgunlaşmasını sağlayacak ve ondan alınmak istenen neticelerin hasıl olmasına yardımcı olacak münasip bir vücut/bir yapı vermiştir. Hiç bir tür ezeli değildir. Çünkü “imkân” prensibine göre, bütün eşyanın yokluğu ile varlığı aynı özgül ağırlığına sahip bir dengededir. Buna rağmen madem bazı eşyanın varlık kefesi ağır basmış var olmuşlar, öyleyse onları var eden ezeli bir iradeye sahip ve“vacibu’l-vücud” olan yani “varlığı aklen zorunlu olan” bir yaratıcı vardır. Çünkü, bir terazinin eşit ağırlıkta ve dengede olan kefelerinden birinin kendiliğinden ağır basması aklen muhaldir, imkânsızdır.”

“İnkılab-ı hakikat olmaz”dan maksat, mahiyet ve hakikatleri ayrı olan türlerin ve fertlerin kendi kimliklerini bırakıp başka bir türe dönüşmesi -ilmen- kabul edilen bir şey değildir. Öyleyse bir maymunun bir insana dönüşmesi diye bir şey söz konusu olamaz.

Kaldı ki “Mutavassıt nev'in silsilesi devam etmez.” çünkü, pratikte bunun örneği yoktur. Mesela, at ile eşeğin ilişkisinden doğan ve melez bir hayvan olan katırın nesli yoktur.

“Tahavvül-ü esnaf inkılab-ı hakaikın gayrısıdır.” cümlesinin anlamı şudur: Türlerin birbirine dönüşmesi -yukarıda da ifade edildiği üzere- hakikatlerin değişmesi anlamına gelir ki bu mümkün değildir. Ancak aynı türün kendi içinde bazı değişiklikler göstermesi hakikatin değişmesi manasına gelmez. Aynı hakikatin kendi içinde başka bir renkte boy göstermesi anlamına gelir ki bu mümkündür ve vakidir. Kuşların, kelebeklerin, sığırların, arıların, karıncaların kendi aralarında farklı sınıflara ayrılması bunun gözle görülen delilidir.

Demek ki bir gergedan türü kendi içinde siyah ve beyaz renklerde, farklı boy ve ağırlıkta olabilir. Fakat bir gergedanın karıncaya dönüştüğünü söylemek mümkün değildir.

f) Allah her şeyi yaratırken kendi varlığı yanında ilim, irade, hikmet, kudret, rahmet, ihsan gibi isimlerini ve sıfatlarını da göstermek istemiştir. Bu gayenin tahakkuk etmesi için her şeyde doğrudan Allah’ın isim ve sıfatları, rahmet ve iradesinin görülmesi gerekir.

Bu nedenle, Allah sebepleri çok zayıf bir şekilde yaratmıştır ki, onların penceresinden “müsebbebat” denilen varlıklar görülsün. Diğer bir ifadeyle, Allah tırnak kadar küçük sebeplere dağ gibi yaratıkları takıyor ki, sebeplerin yaratmada hiç bir müdahalelerinin olmadığı görülsün. Bununla sebepleri hakiki tesirden azlediyor.

İşte bu noktadan bakıldığı zaman, evrim teorisi Allah’ın iradesini, hikmetini, ilim ve kudretini, ihsan ve rahmetini tamamen inkâr eden bir yargıya sahiptir. Adeta, her şey kendi içinde biyolojik bir determinizm içerisinde bir yol takip ediyor, şekilden şekle giriyor.

Bu gibi abesle iştigal edenlere Bediüzzama’ın şu ifadeleri önem arz etmektedir:

“...Sen (ey insan!) kendine bak: Zahirî ve bâtınî hasselerin ve onların levazımatı gibi elin yetişmediği ne kadar eşyaya muhtaçsın. Bütün zîhayatları kendine kıyas et. İşte bütün onlar, birer birer, vücud-u Vâcib'e şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi, o hal ve bu keyfiyet, perde-i gayb arkasında bir Vâcib-ül Vücud'u, bir Vâhid-i Ehad'i, hem gayet Kerim, Rahîm, Mürebbi, Müdebbir ünvanları içinde akla gösterir."

"Şimdi ey münkir-i cahil ve ey fâsık-ı gafil! Bu faaliyet-i hakîmaneyi, basîraneyi, rahîmaneyi ne ile izah edebilirsin? Sağır tabiatla mı, kör kuvvetle mi, sersem tesadüfle mi, âciz camid esbabla mı izah edebilirsin?..” (bk. Sözler, s. 655)

59 En ünlü yaratılış savunucularından Michael Behe'nin evrimci olduğunu söylüyorlar, doğruluk payı nedir?

Ataist evrimcilerin iddia ettiği gibi, insan da dahil, bütün canlıların silsile halinde birbirinden tesadüfen meydana geldiğini kabul eden bir evrim anlayışının yaratılışla bağdaşması mümkün değiğldir. Böyle bir anlayışta yaratıcı devrede yoktur. Halbuki yaratılışı savunan birisi, her şeyin yaratıcısı olarak Allah'ı kabul eder.

Dolayısıyla Ateist evrimcilerin tarif ettiği manada bir evrimi kabul eden birisinin, aynı anda yaratılışı da kabul etmesi, mantıken mümkün değildir. Bir kimse aynı anda hem Allah'ın varlığını kabul edecek, her şeyin yaratıcısı olarak O'nu tanıyacak hem de bir yaratıcıyı kabul etmeyip, her şeyi tesadüfün eseri olarak görecek. Bu mümkün değildir.

Ancak, evrimi değişiklik olarak alır, her şeyin Allah'ın eseri olduğunu kabul eder, Allah'ın bütün kainattaki varlıkları her an değiştirdiğini dikkate alarak, Allah'ın irade ve tasarrufunda olan her türlü değişiklik ve başkalaşımı evrim olarak mütalaa ederse, böyle bir yaklaşım İslam dininin kabul ettiği yaratıcı ve değişiklik telakkisine ters değildir.

Yani, Allah kainatta tek mutlak güç ve kudret sahibidir. Her türlü değişiklik ve başkalaşım O'nun ilim, irade ve tasarrufu altında cereyan etmektedir. Atomu da idare eden, galaksileri de evrip çeviren O'dur.

60 Paleantologların, mitokondrial DNA’sı ile bulunan bir fosil kemiğinin insana, maymuna, insan maymun arası canlı türüne ait olmasını yüzde yüz tespit etmeleri neden mümkün değildir?

Bu sorunun cevabını anlamak için isterseniz önce şöyle bir senaryo düşünelim:

Mezarda bir çocuk var. Bunun kime ait olduğunu anlamak istiyoruz. Çocuğun DNA’sını tespit ettik. Fakat çocuğun, annesini, babasını, büyük anne ve büyük babasını bilmiyoruz. Kabul edin ki çocuğun cesedi, Antalya’da, annesinin mezarı Almanya’da, babasının mezarı Afrika’da, büyük annesinin mezarı Japonya’da, büyük babasının mezarı da Çin’de. Bu durumda çocuğun kime ait olduğunu tespit mümkün değildir.

İşte geçmişteki varlıklara ait dokümanlar, yani zaman zaman bulunan fosillerin akıbeti de böyledir. Elde edilen materyalin gerçekte kime ve kimlere ait olduğuna ait birtakım, farklı yorum ve değerlendirmeler olması normaldir. Hatta aynı şahıs, zamanla edindiği bilgiler ışığında, önceki yaptığı yorumun aksine değerlendirmeler de yapabilir. Bu ve benzeri çalışmalar, her an farklı kişiler tarafından farklı şekilde yorumlanacaktır. 

Bunlara fazla takılmamak gerekir. Çünkü insanlık her an çevresinde olup bitenleri ve geçmişte meydana gelmiş hadiseleri anlamak ve bilmek için, kıyamete kadar farklı değerlendirmelerde bulunacaktır.

61 Canlılar neden erken yaşta ölüyorlar? Eğer canlı dünya Allah’ın eseriyse neden canlıların yüzde doksan dokuzu normal yaşamını sürdürmeden yok oluyor?

Canlı dünya da cansız dünya da Allah’ın eseridir. O’nun eseri olmayan hiçbir varlık yoktur. Bir eser varsa, mutlaka bir ustası olacaktır. Bu aklın ve mantığın gereğidir.

Canlılara belli bir ömür biçip, onlara hayat sürecini tayin eden Allah’tır. Ancak, herhangi bir canlı türüne takdir ettiği hayat süresi, o türün bütün fertleri için aynı değildir. Bir takım sebeplerle bazı fertlerin hayatı daha kısa sürmektedir.

Bunu daha sıhhatli değerlendirebilmek için bütün varlıklara kuş bakışı nazar etmek gerekmektedir. Bütün içinde her hangi bir ferdin hayatı değerlendirilirse, onun erken ölümü daha fazla anlam kazanmaktadır. Hayvanlar âleminde bunu daha açık olarak görmekteyiz. Mesela, bir bizon öküzü, hastalanmış veya ayağı kırılmış. Bunun hayatının devamı onun için bir ızdırap kaynağıdır. Böyle bir fert, yabani hayvanlar tarafından ortadan kaldırılır. Böylece o yabani hayvanların da rızkı temin edilmiş olur. Aynı şekilde hastalanmış veya yaralanmış bir balık, diğerleri tarafından ortadan kaldırılmazsa, o zaman hem o hayvan için ve hem de çevre için, bir takım olumsuzluklar ortaya çıkacak, çevredeki sağlam balıklar da hastalanacaktır.

Meseleye sadece o varlığın hayatta kalması yönünden bakmamak gerekir. Çevredeki besin zincirinin devamı için kâinattaki denge çok önemlidir. Bir anda bir balık bir milyon yumurta yapmaktadır. Bunların hepsi olgun hâle gelse ve hepsi de balık türüne tayin edilmiş olan ömür sonuna kadar yaşamış olsa, birkaç sene içerisinde bütün denizler balık dolar, her taraf balık kokusundan geçilmez hâle gelirdi.

Bir bakteri, yirmi dakikada çoğalmaktadır. Bunlar, kendilerine tayin edilen ömür kadar yaşamış olsalardı, bir sene içerisinde her taraf bakteri dolardı.

Bir çift karasinekten bir mevsimde milyarlarca sinek meydana gelmektedir. Bunların hepsi de karasineğe tayin edilen ömür kadar yaşasalardı, bir senede yeryüzünü birkaç metre kalınlığında karasinek doldururdu. Bütün varlıkları aynı şekilde düşününce, yeryüzü yaşanmaz hale gelirdi.

Bir hayvan türünün ortadan kalkması, onların yaşamalarına uygun çevrenin değişmesinden kaynaklanmaktadır. Mesela, balık su ortamında yaşar. Su çekilmişse, o balığın yaşaması onun için iyilik değil, bir ızdıraptır. Dolayısıyla geçmişte yaşayıp ortadan kalkmış canlılara böyle bakmak gerekir.

Bizdeki acıma ve şefkat hissi, Allah’ın Rahmet ve merhametinin bir tecellisidir. O’nun Rahmetinin bir tecellisi bütün mahlûkata taksim edilince, bize düşen bu his ve duygu ile varlıklara acıyor ve şefkat etmeye çalışıyoruz. Hâlbuki sonsuz rahmet ve şefkat sahibi olan Allah, yarattığı varlıklara kayıtsız kalabilir mi? Onlara acımayıp merhametsiz davranabilir mi?

Bizim yanlışlığımız, bizde tecelli eden merhamet ve şefkat hislerini yanlış yerde kullanmamızdan kaynaklanıyor.

Madem mülk Allah’ındır. O rahmet ve inayet sahibidir. O ne yaparsa en iyisini yapar. Bizim bu konuda yanlışlığa düşmemizin sebebi, kâinata bir bütün olarak nazar edemeyişimizdir.

Bize hayatı veren ve o hayatı rızkı ile devam ettiren, bizde tasarruf eden, bize rahmet ve merhametiyle muamele eden de odur. O’nun şefkati, rahmeti, inayeti ve yardımı olmazsa, bize kim yardım edebilir?

Sadece biz değil, bütün mahlûkat O’nun yardımına muhtaçtır. O ne yaparsa en iyisini yapar.

62 İnsan kromozomundaki iki sentromerin manası nedir?

Kenneth’in bu sorusu, evrimcilerin kâinattaki varlıkların teşekkül tarzı hakkındaki felsefî yaklaşımı ile yaratılışçıların felsefî düşüncelerinin farklılığını bilmemekten kaynaklanmaktadır.

Evrimcilere göre, kâinatta her şey tesadüfler sonucu ortaya çıkmış ve karmakarışık bir yapıya sahiptir. Canlılar silsile halinde birbirinden meydana gelmiştir. Dolayısıyla canlıların anatomik, fizyolojik ve biyokimyevî benzerlikleri, onların birbirlerinden meydana geldiğine delil olarak ileri sürülmektedir. Yaptıkları her çalışmada, hikmetini ve manasını bilemedikleri ve anlayamadıkları yapı, oluşum ve benzerlikleri, tesadüfün ve gelişigüzelliğin bir sonucu olduğunu iddia etmektedirler. 

Yaratılışçıların kâinata bakışı ise, atomdan galaksilere kadar her şey Allah’ın eseridir. Allah’ın, şimdi her an bitki, hayvan ve insanı tek hücreden yarattığı gibi, geçmişte de bu canlıların atasına da yine kendi genetik yapısını temsil eden tek hücreden yapmıştır. O’nun ilmi, kudreti ve iradesi sonsuzdur. Dolayısıyla her bir canlı çeşidini, istediği şekilde ve istediği tarzda yaratabilir ve yaratmıştır. Dolayısıyla, canlıların yapı, şekil ve fonksiyon benzerlikleri, onların silsile halinde birbirinden meydana geldiğine değil, bütün canlıların yaratıcısının aynı olduğuna birer delil ve mühürdür. 

Bütün kâinat 114 harften meydana gelmiş bir kitap gibidir.

Nasıl ki, kütüphanede Türkçe binlerce ve hatta milyonlarca kitabın 29 harften meydana gelmesi, ilim, irade ve kudret sahibi insanın eseri olduğunu gösterir. Kitaplar arasındaki harf bakımından bu benzerlik, o kitapların birbirinden meydana geldiği şeklinde yorumlanamazsa, canlılar da tıpkı bu kitapların 29 harften meydana geldiği gibi, izotoplarıyla birlikte, şu kâinat kitabı da 114 elementten meydana gelmiş, Allah tarafından yazılmıştır. Her bahar bu kâinat kitabının bir sayfası gibidir. O sayfada, bitkiler de hayvanlar da ve insanlar da aynı elementlerden ya da bir başka ifade ile aynı harflerden yazılmaktadırlar.

İşte ilimlerin konusu ve görevi de bu kâinat kitabını incelemek, bu kitapta yazılmış varlıkların yapı, şekil ve fonksiyonlarını anlamaya çalışmaktır. Mesela, insan bu kâinat kitabı içerisinde bir kelime gibi yazılmıştır. Bu insanı; biyoloji, tıp, sosyoloji, psikoloji ve biyokimya bilimleri kendilerine konu edinmekte ve onun yaratılış sırlarını anlamaya çalışmaktadırlar. 

 İşte insanın sadece dişi, dış görünüşü itibariyle nihayet bir kemik parçasıdır. Ama onlarca senedir, dünyada yüzlerce bilim adamı, asistanlıktan başlamış, bu diş üzerinde yaptığı çalışmalarla profesör olmuş, fakat hâlâ dişin yaratılışındaki bütün sırlar anlaşılamamıştır. Dolayısıyla bu diş, belki yüzlerce sene daha, binlerce insanı ilim sahibi, yani âlim yapacaktır.

İnsanın beyni ve DNA’sı gibi yapıları ise, daha harika ve son derece mu’cize eserlerdir. Yüzlerce sene, binlerce ilim adamı tarafından araştırılsa, yine onlardaki yaratılış sırlarının tamamen anlaşılması mümkün olmayacaktır. Şu anda bu yapılar hakkında bilinen belki yüzde on bile değildir.

Hâl böyle iken, insandaki herhangi bir organın görev ve yapısının inceliklerinin ne olduğunu, yaratılışçıların bulmasını ve ortaya koymasını istemek, bütün bu hakikatleri ve ilmî çalışma metotlarını göz ardı ederek, dinsizlik adına ideolojik bir davranış sergilemektir.

Kenneth’in sorusuna iki cevap:

Şimdi Kenneth’in sorusuna yaratılışçıların iki cevabı olacaktır. Birisi, insan DNA’sındaki bu benzerlik, o canlıların yaratıcılarının aynı olduğunun delilidir. Diğeri de görevi bilinmeyen bir yapı ve organ varsa, onu da ilmî çalışma yapanlar araştırıp ortaya koyacaktır. Canlılar üzerindeki araştırmalar kıyamete kadar devam edeceğine göre, demek ki, görevi ve vazifesi bilinmeyen pek çok yapının olması normaldir. Bu araştırmayı yapanlar, bir yaratıcıya inanıyor da olabilir, inanmıyor da olabilirler.

Kenneth’in ileri sürdüğü görüş, bilimsel bilgi değildir.

Okuyucu, Kenneth’in sorusuna bilimsel bir cevap verilmesini istiyor. Kenneth’in ileri sürdüğü iddia bilimsel bir bilgi değil, felsefî bir düşüncedir. İnsandaki bir kromozomun yapısında gördüğü farklılığı, maymununki ile eşleştirerek bir benzerlik kuruyor ve buradan hareketle, ikisinin ortak atadan geldiği iddiasını tekrarlıyor. Bir yaratılışçı ise, bu kromozom yapılarındaki aynı benzerliği, bunların yaratıcılarının bir olduğuna delil olarak alıyor.  Kenneth’in görüşü bilimselliği değil, pozitivist felsefenin ateist düşüncesini dilendiriyor.

İslâm dininin ilmî çalışmalara bakışı

Şayet Kenneth, "İslam dininin, DNA üzerindeki bu araştırmaya bakışı nasıldır?" diye soruyorsa, İslamiyet, insanları ilme araştırmaya teşvik ediyor. 

Yaratılmış varlıklar üzerinde bir saat tefekkürü, yani akıl yürütme ve düşünmeyi, bir sene nafile ibadetten üstün görüyor.

Kur’an; “Düşünmüyor musunuz?”(Bakara, 2/76.) “Aklınızı kullanmıyor musunuz?”(Bakara, 2/44) diyerek akla havale eder. Akıllı düşünmeye teşvik eder. “Bu inceliği, ancak aklı selim sahipleri düşünüp anlar.” der.  (Âl-i İmran, 3/7)

Allah’tan ilmimizin arttırılmasını istememizi öğütler:

“Rabbim, ilmimi arttır, de."(Tâhâ, 20/114). 

Bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığına dikkat çekilir:

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zumer, 39/9).

“Düşünesiniz diye gerçekten size âyetleri açıkladık.”(Hadîd, 57/17)

Bilinmeyen bir şeyin sorulup araştırılarak öğrenilmesi istenmektedir: 

“Eğer bilmiyorsanız, bilenlerden sorun.” denmektedir.(Nahl, 16/43).

İşte bütün laboratuvar çalışmaları, bilinmeyenlerin sorulması ve araştırılması esasına dayanmaktadır. Kitaplara müracaat da bilinmeyen bir şeyi, bilip de yazmış olanlardan sorup öğrenmedir.

Hadislerde de ilme teşvik vardır:

“İlim talebi için yola çıkan kimse, dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Tirmizî İlim 2, 2649; İbn Mâce, Mukaddime 17, 227).

“Kim ilim öğrenmeyi talep ederse, bu onun geçmişteki günahlarına kefaret olur.” (Tirmizî İlim 2, 2650).

“Hikmetli söz mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa, hemen almaya ehaktır.”(Tirmizî, İlim, 19, 2688)

“İlmin azalması, cehaletin artması” dünyanın sonu olarak belirtilmiştir. (Buhari, Kitabu’l-İlim, 71-72).

İslâmiyet’te âlimin mürekkebi, şehidin kanından üstün tutulmuştur.

Demek ki, bir yaratıcıya ve yaratılışa inanlar, yani bir bütün olarak İslâm dini, her türlü ilmî çalışmaya teşvik etmekte, kâinattaki bütün varlıkları Allah’ın eseri olarak bilmektedir. Varlıklar âleminde bilinenler, bilinmeyenlerin yanında yüzde on bile değildir. Dolayısıyla, vazifesi, yapısı ve görevi bilinemeyen ve anlaşılamayan bir organın veya herhangi bir nesnenin, ne işe yaradığının cevabını yaratılışçılardan istemek, tamamen dinsizliğe dayalı ideolojik bir davranıştır. 

Yaratılışçılar, kâinattaki varlıkların mahiyeti ve görevinin, ilmî çalışmalarla ortaya konabileceğini, bunu yapacak olan bilim adamlarının, inançlı olabileceği gibi, bir yaratıcıya inanmayan bir kimse de olabileceğini kabul eder ve kâinatın tamamını Allah’ın bir kitabı olarak görür ve onu “Kâinat kitabı” olarak adlandırır. 

63 Bilim camiasının "Akıllı Tasarım"ı çöp bilim olarak değerlendirmesinin sebebi nedir?

Her şeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki, "Akıllı Tasarım"ı "çöp bilim" olarak değerlendirenler, bilim camiası değil, Allah’a inanmayan ateist felsefe taraftarlarıdır.

“Akıllı Tasarım” görüşü, yaratılışçılar tarafından gündeme getirilmiştir. Konunun özeti; her şey belirli bir plan ve programa göre bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır. Gelişigüzel ve tesadüflerin eseri olamaz. Zira, bir eser varsa, mutlaka bir ustası olacaktır. Bir harf kâtipsiz, bir iğne ustasız, bir köy muhtarsız olmazken, şu muhteşem kâinat hiç sahipsiz olabilir mi?

Atomdan galaksilere kadar her şey, Allah’ın sonsuz kudret, irade ve ilminin eseridir.

Ateist evrimciler, bir yaratıcıyı kabul etmemektedirler. Onlar her şeyi tesadüf ve tabiatın eseri olarak kabul ederler. Bir yaratıcıyı kabul etmeyen bu felsefe taraftarlarının, "Planlı Tasarım" görüşünü çöp olarak adlandırmalarının hiçbir bilimsel değeri yoktur.

İman edenlerin yanında, onların ateizme dayanan felsefî görüşlerinin hükmü ise; “Dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadan ibarettir.” şeklindedir.

64 DNA’mızda virüs fosilleri mi var? Virüsler, insan ve şempanze viral fosillerinde aynı yere yapışmış. Bu da insanla maymunun ortak ataya sahip olduğunu göstermez mi?

İnsanın genetik yapısında 46 kromozom bulunur. Her bir kromozom çift DNA zincirinden meydana gelmektedir. DNA zincirleri, bazlardan ve proteinlerden teşekkül etmiştir. İnsanda yaklaşık 6.000.000.000 bazın varlığından söz edilmektedir. Dört çeşit baz vardır. Bu dört çeşit baz, farklı şekillerde birleşerek 6.000.000.000'a ulaşmaktadır. Bu bazlar; karbon, hidrojen, oksijen, azot ve fosfor atomlarından teşekkül etmiştir. Bütün canlıların genetik yapısı, bu dört çeşit bazdan teşekkül etmiştir. Ateist evrimciler, bu benzerliği, canlıların silsile halinde birbirinden tesadüfen meydana geldiğine, yaratışçılar da yaratıcının aynı kanunla bütün canlıları yarattığına delil olarak almaktadırlar.

Virüsler, çok küçük RNA veya DNA moleküllerinden meydana gelirler. Bu virüsler, bazen bir canlı hücresine tutunup, onun genetik yapısını bozabilir. İnsan vücudundaki savunma hücreleri, her hangi bir hücreye girmiş olan virüsü hemen imha eder. Ancak, bazen bu mücadeleyi virüs kazanır ve o hücrenin genetik yapısını bozar.

İnsandaki uzun DNA zincirinin bazı yerlerindeki baz dizilişinin, virüslerde görülen genetik dizilişe benzediği, dolayısıyla insanda görülen bu bazların virüslerden insana geçtiğini iddia eden ateist bilim adamları, bir adım daha ileri giderek, bu iddialarının doğruluğunu kabul edip, canlıların birbirinden evrimleştiğine delil olarak ileriye sürmektedirler. Yani, önce bir takım felsefî iddialar ileri sürülmekte, daha sonra bu felsefî düşünce, evrim düşüncesine bilimsel delil olarak değerlendirilmektedir.

Bilimsel sahasında elde edilen sonuçlar kadar, bu sonuçların yorumlanması da önemlidir. Bir yaratıcıyı kabul etmeyen, bütün canlıların birbirinden tesadüfen meydana geldiği peşin hükmüyle bilimsel sonuçları yorumlayan bir bilim adamının bu konudaki değerlendirmesi bizim için ölçü olamaz.

Ateizmi esas alan pozitivist felsefeye inananların, canlıların ortaya çıkışıyla ilgili bilimsel verileri yorumlamaları, gece karanlığından korkan ve gözüne ilişen her şeyi yılan veya bir canavara benzeten kimsenin hali gibidir. Onların, geceye benzeyen âlemlerindeki karanlık ve bilinmezlerin içinde doğru yolu bulmaları mümkün değildir. Kalıplaşmış peşin hükümleriyle, önlerine gelen her meseleyi, güya maymunla insanın ortak atasına delil olarak felsefî düşüncelerini bilim kılıfıyla ileriye sürmektedirler.

Bir yaratıcıya inanan ve her şeyin Allah’ın ilim ve kudretiyle şekillendiğini bilenlerin durumu ise, gündüz güneşi aydınlığında etrafta olup bitenleri görüp anlayan birisinin durumu gibidir. O, gecede korkutucu görünen şeylerin aslında bilinen varlıklar olduğunu, doğru yolun nereden gelip nereye gittiğini kolaylıkla anlarlar.

65 Evrimciler, yaratılışı savunanların verileri çarpıttığını, Java ve Pekin Adamı’nın maymuna ait olduğunu söylüyorlar?

Java ve Pekin Adamlarının insanın geçmişiyle bir ilgisi yoktur. Bir sitede, 1939 yılında Ralph Von Koenigswald ve Franz Weidenrich tarafından bu fosillerin insana ait olduğu iddiası da doğrudur. Burada bir tarih hatası var. Java Adamı’nın Dubois tarafından takdimi, 1891 yılıdır. Dubois, Ralph Von Koenigswald ve Franz Weidenrich, insanın maymun soyundan geldiğine inanan ve bunu ispat etmeye gayret eden insanlardır.

Dolayısıyla bu fosilleri insanın atası olarak takdim etmişlerdir. Sizin bahsettiğiniz yaratılışçı site bunu nazara vermiştir. Yoksa bu fosillerin insanın atası olduğunu değil.

Fosilleri yaratılışçılar değil, ateist evrimciler çarpıttırıyor. Java Adamı (Pithecantropus erectus) olarak Dubois tarafından ileri sürülen fosillerin tamamı; biri büyük diğeri küçük iki azı dişi, yarım kafatası ve bir uyluk kemiğidir. Dubois, elindeki fosillerin Java Adamı’na ait olduğunu 1895 yılında Milletler arası zooloji kongresinde ileri sürdüğü zaman, İngiliz zoologları bu fosillerin insana, Almanlar insan benzeri maymuna, Fransızlar ise, ileri yapılı maymun ile insan arasında bir geçiş formuna ait olduğunu belirtmişlerdir.

Fosil olarak elde bulunan bir veya iki azı dişi veya yarım kafatası parçasıdır. Hiçbir fosilin üzerinde doğrudan “bu insana aittir” ya da “insan arası bir varlığa aittir” diye yazmaz. Herkes kendi inanış, düşünce, kültür ve değer hükümlerine göre, bir değerlendirme yapmaktadır. Nitekim aynı fosili, farklı ülkeler farklı şekilde değerlendirmiştir.

İşte Java Adamı’nı insanın atası olarak takdim eden Dubois kendisi, otuz yıl sonra, bu varlığın aslında büyük bir gibbon maymunu olduğunu itiraf etmiştir. (Howells, W. Mankind in the Making. Doubleday and Co.G arden City. N.Y.P. 1967. P.579-581)

Dubois’in açıklaması Arkeoloji Ansiklopedisi’nde de yer aldı. Ansiklopedide şöyle diyordu: 

“Dubois’in önce ‘Dik yürüyen insan’ ismini verdiği statü, çok muhalefetle karşılaştı. Ama sonradan Dubois’in kendisi de fikrini değiştirip, bulduğu fosillerin büyük bir iri yapılı ape maymunu olduğunu söylemesine rağmen, bu kafatası genel bir kabul gördü.” (Cottrell, L. The Concise Encyclopedia Archeology. Hawthorn. New York. 1960. P.394)

Koenigswald da Java Adamındaki büyük iki azı dişinin orangutana, küçük azı dişinin de insana ait olduğu kanaatindedir. Kafatasının da şempanze ve gibbonların kafa taslarına benzediğini belirtir. (Boule, M. and Valois, H.M: Fossil Man.The Dreyden Press. New York)

Bütün bu değerlendirmelerden Java Adamı hakkında ne dememiz gerekir?!. Bunun insanın geçmişiyle bir ilgisi yoktur. Azı dişleri ve kalça kemiği farklı canlılara ait olup, kasti olarak insanın atası olarak takdim edilmiştir. Ama, gerek orta öğretim ve gerekse Yüksek öğretim kitaplarında, bu varlık hâlâ insanın maymun ile ortak atası olarak takdim edilmektedir.

Şimdi bu konuyu kimin çarpıttığı ve farklı canlılara ait parçaları birleştirerek insanın atası olarak takdim edenin kimler olduğu her halde anlaşılıyor.

Pekin Adamına gelince, o da 1921 yılında, kafatası ve dişler bir araya getirilerek insanın atası olarak takdim edildi. Pekin Adamı (Sinanthropus pekinensis) olarak ileriye sürülen fosillerin 1945 yılında Japonların, Pekin şehrini işgal ettiği zaman tahrip ettikleri ileri sürüldü. Şimdi bununla alakalı olarak elde sadece iki diş vardır.

O’cconel ise, Japonların bu şehre girmediğini, kendisinin o tarihte elçi olarak o şehirde bulunduğunu belirtmektedir. O’cconel, Pekin Adamı’nı ortaya atanların ellerindeki fosiller gerçeği yansıtmadığı için, yine kendilerinin bu fosilleri imha ettiğini belirtmektedir (O’cconel, P. Science of Today and the Problems of Genesis. Hawthome, CA. 1969; Richard, M. Sattering the Myths of Darwinisms. Terc.İ. Kapaklıkaya. Son Tartışmalar Işığında Darvinizm’in Mitleri. Gelenek yayıncılık)

Bu iddiaları arttırmak mümkündür. En azından şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, fosiller konusu, özellikle insanın geçmişiyle ilgili olanlar, çok tartışmalıdır ve hemen tamamının, iddia edildiği gibi insanın atası olma gibi bir pozisyonları ve yapıları yoktur.

Evrimci ateistlerin, insanın atasıyla ilgili en kuvvetli fosilleri ve delilleri Java Adamı’dır. Görüldüğü gibi, o fosilleri ileri sürenler bile bu işte hata ettiklerini belirttikleri halde, şimdiki evrimciler bu fosillerin yakasını bırakmıyorlar ve ders kitaplarında insanın atası olarak takdim ediyorlar. Bu fosil 1891 yılında gündeme geldi. Aradan tam 120 yıl geçmiş, hala insanın geçmişi ile ilgili ortaya ciddi bir delil konamadığı için, evrimciler bu fosille yatıp kalkıyorlar.

Yaratılışçılar ise, insanın doğrudan insan olarak Allah tarafından en mükemmel şekilde yaratıldığını kabul ve ilan ediyorlar. Bunu da her zaman her yerde ve her mekânda ısrarla savunuyorlar ve ispat ediyorlar. Şimdi gerçekleri çarpıtan evrimciler mi, yoksa yaratılışçılar mı?

Sorunuzun diğer kısmında da şeytanın vesvese verip kafanızı karıştırmaması için ne yapmanız gerektiğini soruyorsunuz.

Önce bir noktada anlaşalım: Siz bir paleontolojist misiniz? Antropolog musunuz? Biyolog musunuz? Yani, evrim sahasında görüş ileri sürenlerle mesleğiniz itibariyle görüş alışverişinde mi bulunmak istiyorsunuz? Yoksa bu konularda ihtisası olmayan, sadece evrimcilerin ve yaratılışçıların insanın geçmişiyle ilgili ne söylediklerini öğrenerek, ona göre iman etmek mi etmek istiyorsunuz?

Şayet birinci gruba giriyorsanız, bir diyeceğimiz yok. Bu konuda her gün yeni bir görüş ileri sürülür. Siz de ona göre bir kanaat sahibi olursunuz. O zaman zaten şeytanın sizi yanlış yönlendirmesi gibi bir endişeniz olmaması gerekir. Çünkü bu konular, bu sahanın elemanları için bir iman meselesi olmaktan çok, bir fikir ve düşünce meselesidir.

Şayet siz ikinci grupta iseniz, yani sadece buradan elde edeceğiniz bir takım hakikatlerle insanın geçmişini öğrenip ona göre iman etmek istiyorsanız, yanlış yoldasınız. Çünkü bu felsefî düşünce sahasına şimdiye kadar, zayıf imanla girip de sağlam imanla çıkan olmamıştır. Bu felsefî saha, ibni Sina ve Farabi gibi sağlam iman sahibi dâhileri, uçurumdan uçuruma atmış, yalçın kayalıklardan aşağıya fırlatmış, bazı İslâm âlimleri bunlara, adi bir mümin derecesini ancak verirken, bazıları bunların imansız gittiğine hükmetmiştir.

Şimdi ben size soruyorum: Bir antropolog veya bir biyolog, dünyanın her hangi bir köşesinde birkaç fosil bulduğunu, bu fosillerin insanın daha aşağı bir canlıdan evrimleştiğini gösterdiğini iddia etse, sizin bu iddianın doğru ve yanlışlığını tetkik etme imkânınız var mı? 

Cevabınız muhtemel “Yok!..” olacaktır. Bazı felsefeciler ve basın grubu da zaten böyle bir haber için can atıyor. Onlar hemen bunun doğruluğunu iddia edeceklerdir. Belki de o iddia, 20-30 sene sonra çürütülecektir. Peki, siz o zaman ne yapacaksınız? Hangi felsefecinin arkasından gideceksiniz?..

Burada kısaca şunu söylemek istiyorum. Şayet sizin imanınız felsefecilerin iddia ve delillerine göre şekillenecekse, siz daha işin başında bu davanızı kaybettiniz demektir. Çünkü şimdiye kadar hiçbir felsefecinin sözünü diğer bir felsefeci doğrulamamış ve tasdik etmemiştir. Mutlaka kendisi bir takım yorum ve iddia farklılıklarıyla ortaya çıkmıştır. Bunların büyük çoğunluğu hak ve hakikate ulaşamamışlardır. Sizi nasıl doğru yola ileteceklerdir?..

Siz madem şeytanı kabul ediyorsunuz, o zaman Allah’a da inanıyorsunuzdur. Peki, o zaman, sağlam bir imanı elde etmek için bu vadilerle ne işiniz var? İnsanın yaratılışı ve geçmişi hakkında on defa bu felsefecileri dinlediğiniz gibi, bir defa da Allah’ı dinleyin. Peygamberine kulak verin. Allah insanı en güzel şekilde ve doğrudan insan olarak yarattığını gayet açık şekilde beyan ediyor. O zaman bu konuda şeytan size niye vesvese versin ki. Felsefecilerin bu görüşlerini okuduğunuz zaman, “Bunlar henüz Allah’ın bildirdiği hakikatleri yakalayamamışlar. Çevresinde dolaşıyorlar...” der, geçersiniz.

Demek ki, burada işin ehli olmayanlar için esas mesele, kuvvetli ve delillere dayan sağlam bir imanı elde etmektir. Buna tahkiki iman da diyorlar. İman hakikatleriyle ilgi eserleri okuyup sağlam imanı elde ettikten sonra, sadece merakınızı gidermek için bu sahalarda seyahat edebilirsiniz. Yoksa sağlam imanla buraya gelmediğiniz sürece, ayağınızın kayması çok yüksek bir ihtimaldir. Bu gün olmasa yarın, size göre ciddi ve güya sağlam bir evrim delili önünüze sürerler. Hakikati olmayan bir safsata, size büyük bir delil olarak takdim edilebilir. O zaman uçuruma yuvarlanmanız kaçınılmaz olabilir.

Bunun için vadilerde şeytan aramaktan vazgeçerek, Kur’an ve onun tefsirlerinin önüne diz çöküp, onlardaki yaratılış hakikatlerini anlamaya çalışalım...

66 Darwinistler insanın 2. kromozomunun ortasında telomer ve iki tane sentromer olduğunu belirtmişlerdir. Bizim onlara nasıl bir bilgi ile karşılık vermemiz gerekir?

Bunun cevabı bilimsel olur. Siz aynı kromozomları incelersiniz. Belirtilen hususlar ikinci kromozomda yoksa olmadığını belirtirsiniz. Şayet bahsedilen yapılar bu kromozomda varsa, o zaman da bulunduğunu doğrulamış olursunuz.

Bu konuda yorumlar faklılık gösterecektir. Ateist evrimciler bu yapıları, tesadüfe ve evrime havale edecekler, yaratılışçılar da Allah’ın ilim ve kudretine vereceklerdir. Zaten tartışma da bu yorum faklılıklarından çıkmaktadır.

O yorum faklılıkları da inanç ve kültür değerlerine dayanmaktadır. Çatışmanın kaldırılması için, evrimcilerin ateist yorumlarını bilimsel bilgi gibi takdim etmekten vazgeçmeleri, evrimin karşıt görüşlerine de yer vermeleri gerekir.

Evrimle ilgili konular, sorular ve cevaplar için www.sorularlaevrim.com sitemize bakmanızı tavsiye ederiz.

67 Evrimi çökertecek gelişmeleri sağlayan bazı bilim adamları, neden kendileri teoriyi çökerttikleri halde evrim teorisini terk edip Allah'a boyun eğmiyorlar?

Okuyucumuz sorusunda haklıdır. Bilimle uğraşan insanlar, kâinatta inceledikleri varlıkların mutlaka bir ilim, irade ve kudretin eseri olduğunu gördükleri ve bildikleri halde bir yaratıcıyı niçin inkâr etmektedirler?

Bir harf kâtipsiz, bir iğne ustasız olmazken, şu koca kâinatın sahipsiz olması mümkün müdür? Elbette mümkün değildir.

Gözlük camına mürekkepli bir kalemle birkaç nokta konduğu zaman, bu noktalar bazen bir dağın görünmesine engel olur. Aynen bunun gibi, işlenilen günahlar sebebiyle insanın manevî kalp gözüne konan noktalar, pek çok hakikatin görünmesine engel olur.

Güneş, nur ve ziyadır. Girdiği yeri aydınlatıp, nurlandırıp, gül ve reyhanların, nergis ve lalelerin teşekkülüne sebep olurken, aynı güneş, mahiyeti bozulmuş maddeleri kokuşturur ve çürütür. Bunun gibi, mana âlemi günahlar sebebiyle bozulmuş kimselerin, kâinattan aldıkları marifet nurları âlemlerinde söner. Her bir varlık, Allah’a açılan bir pencere iken, onun âleminde gelişigüzelliğe ve tesadüfe dönüşür. Onların artık hakikate nüfuz etmeleri mümkün değildir. Çünkü Cenab-ı Hak öyleleri için buyuruyor;

“Onların kulakları vardır işitmez, gözleri vardır görmez, akılları vardır fakat idrak etmez. Şeytan onların amellerine kendilerine hoş gösterir.” (A'raf, 7/179) 

Bizim böylelerin avukatlığını yapmamıza gerek yok, şeytanlar onu ziyadesiyle yapıyor. Biz, Allah’a inanmanın bir iman meselesi olduğunu gözden uzak tutmamalıyız.

Allah’a inanmanın yolu, Allah’ı bilme ve anlama yönünde gayret sarf etmekten geçiyor. Ancak bu da yeterli değildir. Cenab-ı Hak da ona iman nurunu ihsan edecek. İnsan, iradesini bu yönde kullanmazsa, Allah iman nasip etmiyor. İnsan cüzi iradesini bu yönde kullanınca da o iman nuru, yine Allah’ın lütuf ve merhametine bağlı olarak insanın ruhuna yerleşir.

Biz başkasına Allah’ın bu ikramı niye yapmadığına değil, bize ihsan ve lütfettiği bu iman nimetine karşı şükrünü eda ve O’na minnettarlığımızı bildirmeye gayret etmeliyiz.

Bilmeliyiz ki, dünya ve ahirette bu iman nimetinden daha büyük ve değerli bir ihsan ve lütuf olamaz. Dolayısıyla böyle bir nimete mazhar olmak, Allah’ın yanında ne kadar kıymetli, değerli ve sevgili olduğumuzu gösteriyor.

Her halde bize düşen görev, bu sevgi ve lütufa mazhar olmaya çalışmaktır. Yoksa böyle bir nimetin elimizden alınması için, başta şeytan ve nefis ve kötü arkadaşlar her an çalışıyorlar.

Tabir caiz ise, bu nimeti kaybetmemek için ona dört elle değil, belki sekiz elle sarılmalı ve Allah’a, bu nimeti bizden almaması için yalvarmalıyız. Çünkü iman nimeti insanın hem dünyasını hem de ahretini aydınlatıyor. Sahibine dünyada da cennet hayatı yaşatıyor.

68 Leoparın kedigiller familyasından kabul edilmesi, manevî sorumluluk getirir mi?

Bilimin görevi, kâinat kitabı olarak adlandırılan bu âlemdeki varlıkları incelemek, onlar hakkında detaylı bilgi ortaya koymaktır. Bu mikro seviyede olabildiği gibi, makro seviyede de olur. Yani, atomdan galaksilere kadar her bir varlığın nasıl ve ne şekilde yaratıldığını araştırmamızı İslâm dini istemekte, bilim adamı ve bilimsel çalışma övülmektedir.

Allah’ın bilinmesi de evrendeki eserlerinin bilinmesi ve araştırılmasıyla mümkündür. Bilimsel çalışmalarla ortaya konan planlı, ölçülü, sanatlı, hikmetli, gayeli ve maksatlı yaratılışları tefekkür etmek, bir sene nafile ibadetten üstün görülmekte ve bu şekildeki değerlendirmeler, Marifetullaha, yani Allah’ı bilmeye ve tanımaya basamak olduğu için övülmektedir.

İslâmiyet’in tasvip etmediği, uygun görmediği ve reddettiği husus, Allah’ı devreden çıkarıp, bu varlıkların tesadüf ve tabiata verilmesi ve kendi kendine ortaya çıktığının ileri sürülmesidir.

Varlıkların nasıl ortaya çıktığı hususunda ileri sürülen görüş ve düşünceler, o konuda açık bir ayetin hükmü yoksa, Allah’ın eseri olarak bakmak kaydıyla, istenilen şekilde değerlendirilebilir.

Bir Müslüman’ın yaratılış konusunda sağlam ve güvenli adım atabilmesi ve isabetli değerlendirme yapabilmesi için, varlıkların yaratılışı ile ilgili olarak, en azından Kur'an mealini gözden geçirmesi, hadislere nazar gezdirmesi gerekir. Yoksa, yaratılış konusunda felsefecilerin ileriye sürdükleri düşünceleri, doğruluk ve yanlışlığına bakmadan savunan onların fuzuli bir avukatı hâline gelir. Böyle bir durum, düşünen ve araştıran bir Müslüman için uygun bir davranış olmasa gerek.

Bu genel değerlendirmeden sonra, soruya gelelim. Leopar’ın kedigiller familyasına dâhil edilmesinin ya da o familyadan sayılmasının, İslâm dini bakımından manevî bir sorumluluğunun olup olmadığını bilmek istiyor.

Allah Kur'an’da insanın hususi yaratılışından bahsediyor; diğer varlıklar için açık bir hüküm gözükmüyor. Ancak, her canlının sudan yaratıldığı beyan ediliyor. Bu sudan yaratılmış olmadan ne anlaşılması gerektiği hususunda farklı yorum ve değerlendirmelerin olması, her zaman mümkündür.

Varlıkların muhtelif ölçülere göre sınıflandırılması ve aralarında benzerlikler ve ayrılıkların ortaya konması bilimsel çalışmanın gereğidir. Bu varlıkları Allah’ın eseri olarak görmek kaydıyla, bunun İslâm’a ters düşen bir tarafı olmaz.

Günümüzün ateist felsefecileri, insanı kendi geçmişi ve varlıkların geçmişteki ortaya çıkışlarıyla devamlı uğraştırdıkları ve o geçmişi nazara verdikleri için, insan kendi yaratılışının harikalığını ve mükemmelliğini gözden kaçırıyor. Geçmişle uğraşmaktan, kendi yaratılışını düşünmeye mecali kalmıyor.

Hâlbuki kısa bir süre önce, tek hücre hayatını yaşayan, o tek hücreden bugün düşünen, konuşan, yiyip içen, üzülüp sevinen, hayal kurup bütün kâinatı âdeta avucunun içine alıp onu bütün yönleriyle değerlendiren ve her an pek çok hücresi yeniden yaratılan insan, bu yaratılışını kime verecektir? Bunu dikkate alan insan, yaratıcısını bulmakta hiç zorlanmayacaktır. Kendisini tek hücreden bu hâle getiren ilim, irade ve güç sahibi yaratıcısının, günümüzde bitki, hayvan ve insanları tek hücreden yarattığı gibi, varlıkların ilk yaratılışını da aynı suhulet ve kolaylıkla yaratmış olduğunu kabulde hiç zorlanmayacaktır. “Bugünü yapan dünü de yapmıştır, yarını da gayet kolaylıkla yapabilir.” diyecek, yaratılış hakkındaki pek çok evham ve şüpheleri ortadan kalkacaktır.

Demek ki biz, laboratuara koyamadığımız ve tekrarlayamadığımız, varlıkların ilk yaratılışlarını anlamak için, günümüzde bu varlıkların nasıl yaratıldığına bakmamız gerekir.  Yoksa sadece geçmişe takılıp kalırsak, ateist felsefecilerin fuzuli bir avukatı durumuna düşer, onların hakikatle ilgisi bulunmayan batıl fikirlerinin, bilimsel bilgi adına hevesli birer savunucusu oluruz. Bu da bir Müslüman’ı çok büyük bir manevî sorumluluk altına sokar.

69 Yapay nöron nedir? Yapay zeka ve sinir sisteminin yapıldığı doğru mudur?

Burada dikkate alınması gereken bir husus var. O da herkes her teknik konuyu bilmez. Hele o konunun dışında olanlar için bu hiç mümkün değildir. Hatta araştırıcılar bile, kendi sahalarının dışındaki çalışmaları ince ayrıntılarına kadar bilmezler. Bilmek de istemezler. Çünkü her sahanın kendine özel çalışma şekilleri ve prensipleri vardır. Bir araştırıcının, bütün teknik konuları bilmesine ömrü kifayet etmez.

Buradaki mesele de çok teknik bir husustur. Bu, gen teknolojisi veya genetik mühendisliğinin konusudur. Tamamen teknik bir meseledir. Dünyada bu konuda çok fazla araştırma yapılmaktadır.

Bütün bilimsel çalışmalar en ince ayrıntılarına kadar bilinemeyeceğine göre, konunun dışında olan inananlar, önlerine sürülen her teknik çalışmada, bir yaratıcının varlığını test etme gibi bir yanlışın içerisine girmemesi gerekir.

Özellikle günümüzde, yapılan her çalışmayı, şahıslara verip, bir yaratıcıyı devreden çıkarma gayreti, ısrarlı ve sistemli olarak yapılıyor. Bunlara karşı inancın en iyi müdafaa yolu, imanın tahkiki yapılmasıdır. Yani, atomdan galaksilere kadar her varlıkta Allah’ın sonsuz ilmini, kudretini ve iradesini görebilmektir. Hiçbir şey, O’nun ilim ve kudreti haricinde değildir.

Burada bahsi geçen konunun bir nebze anlaşılabilmesi için, bir takım temel bilgilere ihtiyaç vardır. Allah, her canlının genetik yapısını, âdeta özel şifrelerle kromozomlara kaydetmiştir. Kromozomların temeli de DNA molekülleridir. Bu DNA’lar da; adenin, guanın, sitosin ve timin adı verilen temel moleküllerden meydana gelmiştir. Bu temel moleküller; karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomlarının bir araya gelerek teşkil ettiği iskelet sistemlerine sahiptirler.

Bakteri veya virüsler gibi, tek hücreli organizmalarda DNA’ların yapısını okumak ve DNA’nın hangi bölgelerinin, ne gibi karakterleri şifrelediğini, deneme yanılma yolu araştırmalarla tespit mümkündür. Özellikle virüslerin DNA’ları küçüktür. DNA’ları kesen ve kesilen yerlere yeni DNA parçaları ekleyen enzimler vardır. Virüs DNA’larına, insülin meydana gelmesini sağlayan DNA parçası eklenerek elde edilen sentetik DNA yine virüse konur. Bu virüs bir bakteriye enjekte edilir. Bakterinin, bütün faaliyeti, içerisine giren virüs DNA’sının emrinde olup insülin sentezlenmesi yönünde cereyan eder. Bu teknik en az 30-40 senedir kullanılıyor.

Aksonlar, sinir hücreleri olup, 1 milimetre ile 1 santimetre arasında büyüklüğe sahiptirler. Bu küçük yapılar yan yana gelerek, elektrik akımıyla veya kimyevî salgılarla organlardan alınan duyuları beyine, beyinden alınan emirleri de organlara iletirler.

Anlaşılan odur ki, araştırıcılar, sinir hücresi olan aksonun şifrelendiği DNA parçasını bir virüsün DNA’sına ekleyip, bunu da bir bakteri vücuduna enjekte ederek orada akson sentezlenmesini sağlamışlar. Metot, yukarıda insülün elde edilmesinde uygulanan metodun benzeridir.

Elde edilen aksonlar, ince elektrik kablolarına benzetilebilir. Muhtemelen birkaç milimetre boyundaki bu parçaların elektrik akımını iletebileceği belirtiliyor.

Bu gen teknolojisiyle yapılanlar, bitkilerdeki aşılamaya benzetilebilir. Elmanın üzerine armut aşıladığınızı kabul edin. Buradan da armut elde ettiniz. Bu durumda, armudu kendinizin yarattığınızı iddia etmeniz ne kadar abes ve çirkin düşer. Çünkü burada insanın yaptığı, bir parçayı bir yerden alıp, belirli kaidelere uyarak bir başka yere nakletmektir. Hepsi bu kadar.

Bu nakletme işi de yine Allah’ın insana ilim ve hayat vermesiyle mümkündür. Allah aklınızı alıverse, evin yolunu bulamazsınız.

İnsana düşen, şu kâinat kitabını en ince noktalarına kadar araştırmak, oradaki sırları ortaya çıkarmak, onlardan mümkün mertebe istifade etmeye gayret etmektir. Bunu yaparken de bütün varlıkların ve o varlıkların hayatlarında tabi oldukları prensip ve kanunların koyucusu ve yaratıcısının Allah olduğunu unutmamaktır.

70 İnsan evrimleşerek yaratılmış olamaz mı, bu durum İslam'a ters midir? İnsanın yaratılışı Kur'an'da nasıl anlatılmıştır?

Kur’an-ı Kerim, insanın muhtelif yaratılış devrelerinden bahseder. Bunu ana hatlarıyla dörde ayırmak mümkündür:

1. Kadınsız ve erkeksiz yaratılış. Hz. Âdem gibi.
2. Erkek ve dişiden, günümüzdeki insanların yaratılışı.
3.  Erkekten, kadın olmaksızın yaratılış. Hz. Havva gibi.
4. Kadından erkek olmaksızın yaratılış. Hz. İsa gibi.

1. İlk insan Hz. Âdem’in Yaratılışı

Cenab-ı Hak, ilk insan Hz. Âdem’i topraktan yarattığını, muhtelif ayetlerde beyan buyurmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir:

"Andolsun biz insanı kuru bir çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık."(1).

"Andolsun ki biz insanı, çamurdan süzülmüş bir hülasadan (özden) yarattık."(2).

"Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra ona 'Ol!..' dedi ve o da oluverdi."(3).

Sâd suresinden, şeytanın da Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığına şahitlik ettiğini anlıyoruz:

"Ben ondan (Hz. Âdem'den) daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın. Onu ise balçıktan yarattın."(4).

Bu ayet-i kerimelerden, Hz. Âdem’in yaratılışının toprakla başladığını, daha sonra bunun çamur hâlini aldığını anlıyoruz. Bu çamur da süzülerek “çamur özü” hasıl olmuş, bundan da ilk insan Hz. Âdem yaratılmıştır.

İlk insanın bu yaratılışında, günümüzdeki insanın yaratılışında olduğu gibi tedricilik vardır. Yani, nasılki günümüzde, yaklaşık dokuz ayda bir insan, yavaş yavaş anne karnında şekilleniyorsa, topraktan çamura, çamurdan balçığa, balçıktan, tın tın öten bir yapıya, oradan da bu yapının yavaş yavaş insan şekline dönüştüğünü anlamak mümkündür.

2. Erkek ve Dişiden, Günümüzdeki İnsanların Yaratılışı

Bir ayette, ilk insandan günümüz insanının yaratılışı nazara verilir ve şöyle beyan buyrulur:

"Allah sizi (Hz. Âdem’i) bir topraktan, sonra nutfeden (bir zigottan -Hz. Âdem’in nesli-) yaratmış, sonra da sizi çiftler hâlinde var etmiştir."(5).

Anne karnındaki bu gelişmelere şöyle işaret edilir:

"Sonra onu nutfe hâlinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi kan pıhtısına çevirdik, kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) yaptık."(6).

Nitekim bir ayette Cenab-ı Hak, insanın merhale merhale yaratıldığını şöyle belirtir: "Hâl­buki O, sizi çeşitli merhaleler hâlinde yarattı."(7).

Burada gerek ilk insanın ve gerekse onun neslinden gelenlerin yaratılış safhaları nazara verilmektedir. İnsanın ilk şekli olan cenine ruh gelinceye kadar ceninin gelişmesinde, bitki ve hayvanlardaki gibi, büyüme, gelişme ve farklılaşma kanunları görülür. O kanunlara göre cenin büyüyüp gelişir. Ruhun bedene gelmesiyle ceninde yeni bir safha başlar.

Dünya imtihan yeri olduğu için, Cenab-ı Hak, pek çok sebebe ve hikmete binaen, burada bütün varlıkları yavaş yavaş ve zaman içerisinde yaratıyor.

Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Âdem’e ruh üfleyince meleklerin kendisi adına Hz. Âdem’e secde etmesini istediği, ama meleklerle aynı makamda olan şeytanın bu emre uymadığı şöyle bildirilir:

"Onu (şeklini) düzeltip ona ruhumdan üflediğim zaman, kendisi için derhâl (bana) secdeye kapanın."(8).

"Sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: ‘Âdem’e secde edin.’ dedik."(9).

"(İblis): ‘Ben, bir salsaldan (kurumuş çamurdan), değişken bir balçıktan (hamein mesnûn) yarattığın insana secde edemem!’ dedi." (10).

Şu ayet-i kerimede de yaratılışın bütün safhalarına işaret edilir:

"Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkaktır ki biz sizi(n aslınızı) topraktan, sonra (onun neslini) insan suyundan (spermadan), sonra alaka (yapışkan şey)’dan, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık (ve bunları) size (kudretimizin kemalini) apaçık gösterelim diye (yaptık), sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz." (11).

Bir hadis-i şerifte de yukarıdakine benzer bir yaratılışa işaret edilir:

"Her birinizin yaratılışı, ana rahminde nutfe olarak 40 gün derlenip toparlanır. Sonra aynen öyle (aynı 40 gün içinde) alaka (yapışkan şey) olur. Sonra yine öyle (aynı 40 gün içinde) mudga (et parçası) hâlinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir. Ona ruh üfler."(12).

Bu hadiste, zigot, marula ve blastula safhaları “derlenip toparlanma” devresi (nufte) olarak ifade edilmiştir. Yumurtalık kanalında döllenen yumurta, ana rahmine doğru inmeye başlar. Daha inerken bile bölünmektedir. Ana rahmine gelen yumurta, plesanta (eş) teşekkül edince mukoza ve kaslar içine iyice yapışarak gömülür. Bir başka ifadeyle, tohum gibi ekilir. Bu safha, ayet ve hadislerde “alaka” kelimesiyle ifade edilir.

Embriyo çıplak gözle görülmeye başladığı zaman, küçük bir et kütlesi (mudga) hâlindedir, gelişerek insan şeklini alır. İnsanlardaki his ve duyguların, vücut gelişiminin hangi safhasında verildiğini ilmen tam olarak tespit etmek henüz mümkün değildir.

3. Hz. Havva’nın Yaratılışı

 Hz. Havva’nın yaratılışı ile ilgili olarak Cenab-ı Hak Kur’an’da şöyle buyurur:

"Ey İnsanlar! Sizi tek bir insandan yaratan Rabb’inizden korkun ki, ondan da eşini yarattı."(13).

"Sizi tek bir insandan yaratan, ondan da seveceği eşini yaratan O’dur."(14).

"O sizi tek bir insandan yarattı, sonra ondan da eşini yarattı."(15). 

Bu âyetlere göre Hz. Havva, Hz. Âdem'den sonra ve onunla aynı maddeden yaratılmıştır. Bazıları "... ve eşini de ondan var eden Allah'tır." âyetine dayanarak Hz. Havva'nın, Hz. Âdem'in vücudunun bir uzvundan yaratıldığını öne sürmüşlerdir.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aley vesellem) de bir hadislerinde kadınların yaratılışı ile ilgili olarak şöyle buyuruyor:

"Ey mü’minler! Kadınlar hakkında birbirinize hayır ve iyilik tavsiye ediniz! Çünkü kadın kısmı bir kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri tarafı üst kısmıdır. Eğer sen eğri kemiği doğrultmaya çalışırsan, onu kırarsın. (kırılması da boşanmasıdır) Kendi hâline bırakırsan eğri olmakta devam eder. Binaenaleyh sizler, kadınlar hakkında birbirinize iyilik tavsiye ediniz."(16).

Bu hadisten, Hz. Havva’nın kaburga kemiğinden yaratılmış olduğu anlaşılabileceği gibi, mecazi manasında da yorumlanabilir. Yani, kadın kaburga kemiği gibi ince ve nazik yaratılışlı olmasıdır. Onu zorla doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Eğer mutlu bir hayat yaşamak istersen, eğriliği ile birlikte onu seversin.

Bazı tefsirlere göre; İblis'in Allah'a isyan edip, cennetten çıkarılışından sonra, Hz. Âdem (a.s.) cennete yerleştirilir. Kendisi ile teselli olacağı bir kimse olmadan yalnız başına bir süre dolaşır. Bir ara uykuya dalıp uyanınca baş ucunda, kendi türünden bir canlı görür. "Sen kimsin?" diye sorar ve "Bir kadın." cevabını alır. Daha sonra, kadına yaratılış nedenini sorar. Kadın; "Benimle teselli bulman için yaratıldım." der. Bu arada, yanlarına gelen melekler, kadının kim olduğunu sorarlar. Hz. Âdem, onun "Havva" olduğunu ve canlı bir şeyden yaratıldığı için, kadına bu adı verdiğini söyler(17).

Kur'an-ı Kerîm'de, Hz. Havva'nın yaratılma sebebi;  “Hz. Âdem'e hayat arkadaşı olması ve onunla huzur bulması" olarak belirtilir(18).

Hz. Havva, Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden ya da vücudunun bir başka yerinden yaratılmış olabilir. Bunun ilmî olarak yardıganacak bir yönü yoktur. Şimdi her bir insanın sperm ve yumurtadan yaratılışı, Hz. Havva’nın kaburga kemiğinden yaratılıştan daha kolay değildir. Hatta bir kuzunun kopyalama ile koyunun vücut hücresinden yaratıldığı görülürken, Hz. Havva’nın, Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden veya vücudunun herhangi bir kısmından yaratılmış olmasını kabul etmek, bilime ters değildir.

4. Kadından Erkek Olmaksızın Yaratılış: Hz. İsa Gibi

Kur’an-ı kerim’de Hz. İsa’nın yaratılışı, Hz. Âdem’in yaratılışına benzetilir ve şöyle buyrulur:

 "Şüphe yok ki, Allah Teâla’nın nezdinde İsa’nın hâli, Âdem’in hâli gibidir ki, onu topraktan yarattı, sonra ona ‘Ol!..’ dedi, o da oluverdi."(19).

Günümüzde Hz. İsa (aleyhisselam) gibi, babasız yaratılan varlıklar mevcuttur. Arılar buna misal teşkil eder. Döllenmiş yumurtalardan dişi, döllenmemiş olanlardan da erkek arılar hasıl olur.

Burada dikkati çeken husus, gerek Hz. Âdem’in, gerek Hz. İsa’nın ve gerekse Hz. Havva’nın yaratılışının, günümüzdeki üreme kanunlarına tâbi tutulmayışıdır. Yani Cenab-ı Hak, yaratma hususunda ihtiyar sahibi olduğunu, kanunlarını dilediği şekilde değiştirebileceğini, varlıkları bağımsız ve kayıtsız yaratabileceğini göstermektedir.

Eşya arasındaki mevcut kurallar, fevkalade durumlar dışında değişmez. Hâl böyle olmakla beraber kâinat, otomatik işleyen ve ustasının karışmadığı bir makine veya saat gibi değildir. Yaratılış görüşü, varlık âlemindeki her oluşu, her hareketi her an Allah’ın kontrol ve tasarrufunda kabul eder. Varlıklar birdenbire yaratılabileceği gibi, tedricî olarak da yani aşamalı bir şekilde hasıl edilebilir.

İnsanın yaratılışında da tedriciyet söz konusudur. İnsan, varlık âlemine bir hücreyle çıkıyor, dokuz ay sonra bebek olarak dünyaya ayağını basıyor. Bu tedricî tekâmül belli bir devreye kadar devam ediyor. İlk insanın da toprak, balçık, sülale gibi safhaları geçirdiği anlaşılıyor.

Allah insanı başka canlıdan evrimleştirmiş olamaz mı?

Allah insanı başka canlıdan evrimleştirmiş olamaz. Çünkü Cenab-ı Hak insanı en güzel surette yarattığını şöyle beyan ediyor:

"İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emin beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel surette yarattık."(20).

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hak insanı; biçim, suret, endam bakımından en güzel bir mahiyette ve surette yaratmıştır. Yüze uygun göz, ağıza uygun diş, vücuda uygun bir baş vererek, her aza ve organı belirli bir ölçü ve şekilde ve olması lazım gelen yerde ve sayda halk etmiştir.

O insanı; akıl, hayal, hafıza, merak, endişe, korku, muhabbet ve şefkat gibi duygularla bezetmiştir. Her türlü inceliği ve güzelliği görecek göz, her sesi işitebilecek kulak her tadı alabilecek bir dil her manayı anlayabilecek bir akıl ve her şeyi tahayyül edebilecek bir hayal dünyasını ihsan etmiştir.  

İşte bu maddî yapısı ve mana yönüyle hayvanlardan üstün kılınarak yeryüzünün halifesi ve Allah’ın muhatabı yapılmıştır. İnsan Allah’ın isimlerine en geniş ve külli manada ayna olmaktadır. Bu yönüyle meleklerden üstündür. Mesela, insan hastalıkla Allah’ın Şafi ismine ayna olduğu ve onu anladığı gibi, açlıkla da O’nun Rezzak ismine ayna olmakta, melekler bu gibi isimlere ayna olamadığı için, insan bu yönüyle melekleri geride bırakmaktadır.

Aşağıdaki ayetler, ilk insanın yaratılışından itibaren ahirette diriltilinceye kadar başından geçen ve geçecek bütün olayları özetlemektedir. Burada, insanın, insan olarak yaratıldığı ve kesinlikle başka canlıların evrimleşmesiyle meydana gelmediği açık olarak belirtilmektedir.

“And olsun ki biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra onu sağlam ve korunmuş olan anne rahmine bir damla su olarak yerleştirdik. Sonra o su damlasını yapışkan bir şekle getirdik. Sonra onu bir parça et olarak yarattık. O et parçasını kemikler olarak yarattık. Kemiklere de et giydirdik. Sonra da onu, bambaşka bir yaratılışla inşaa ettik. Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah’ın şanı ne yücedir! Sonra siz, bunun ardından muhakkak öleceksiniz. Sonra da kıyamet gününde diriltileceksiniz."(21).

 Yukarıdaki ayetlerde Cenab-ı Hak, ilk insan Hz. Âdem’i, ondan eşini ve o ikisinden de günümüzdeki insanları, insan olarak ve engüzel şekilde yarattığını gayet açık şekilde beyan buyurmaktadır. Bütün bunlardan sonra, insanın başka varlıklardan evrimleştiğini vehmetmek, bu ayetlere uygun değildir ve bir Müslüman böyle düşünemez.

Kur’an’da Hz. Âdem’in cennette yaratıldığı ve sonra dünyaya indirildiğinden bahsediliyor mu?

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cennette kendilerine yasak edilen ağacın meyvelerinden yemelerinden dolayı yeryüzüne indirildiklerini şöyle beyan buyurmaktadır:

"(Allah buyurdu ki): Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz yerden yeyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın. Sonra zalimlerden olursunuz."  

"Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için vesvese verdi ve 'Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî  kalanlardan olursunuz diye yasakladı.', dedi. Ve onlara, 'Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim.' diye yemin etti."

"Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerine örtmeye başladılar. Rableri onlara: 'Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaaçık bir düşmandır, demedim mi?' diye nida etti."

"(Âdem ile eşi ) Dediler ki: 'Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz!'"

"(Allah) buyurdu: Birbirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz gerekmektedir. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan (dirilip) çıkarılacaksınız,  dedi."(22).

Demek ki Hz. Âdem ve eşi Hz. Havva cenneten dünyaya gönderilmiştir. İnsanlar burada sınırlı bir hayat yaşadıktan sonra ölmektedirler. Kur’an-ı Kerim’de, ölen bu insanların tekrar diriltilip hesaba çekilecekleri, Allah’ın emir ve yasaklarına uyanların cennetle mükafatlandırılacağı, uymayanların da cehennemle cezalandırılacağı geniş şekilde beyan edilmektedir.

Sonuç olarak şunlar söylenebilir:

1. ilk insanın ne kadar süre içerisinde yaratıldığı hakkında kesin bir rakam vermek mümkün değildir. Ancak şu kadarı söylenebilir ki, ilk insan Hz. Âdem’in yaratılışı da günümüzdeki insanın yaratılışı gibi birkaç safhada cereyan etmiştir.

Yaratılışta İlahî kuvvet, kudret, ilim ve irade esastır. Hâl böyle olmakla beraber, her hadise bir sebep-sonuç münasebeti içinde halkedilerek, sebep ve tabiat kanunları Allah’ın tasarrufuna perde edilmiştir. Bu bakımdan, değişik faktörler ve kanunlar iş yapıyor gibi görünmektedir.

2. Yaratılış kesintisiz olup her an devam etmekte, bazı varlıklar bir anda yaratıldığı gibi, bazıları da aşama aşama kemale ulaştırılmaktadır.

3. Allah insanı en mükemmel şekilde yarattığını beyan buyurmaktadır. Dolayısıyla insanın daha aşağı yapılı canlıların evrimleşmesiyle meydana geldiği iddiasının aslı yoktur.

4. Hz. Âdem ve Hz. Havva cennetten yeryüzüne gönderilmiştir.

5. Öldükten sonra insanlar tekrar diriltilecek ve daimî bir hayat için hesaba çekilecekler, ya mükafaat veya ceza göreceklerdir.

Dipnotlar:

(1) Hicr Suresi, 26. ayet.
(2) Mü’minun Suresi, 12. ayet.
(3) Âli İmran Suresi, 59. ayet.
(4) Sâd Suresi, 76. ayet.
(5) Fâtır Suresi,11. ayet.
(6) Mü’minun Suresi, 13-14. ayetler.
(7) Nuh Suresi, 14. ayet.
(8) Sâd Suresi, 72. ayet.
(9) A’râf Suresi, 11. ayet.
(10) Hicr Suresi, 33. ayet.
(11) Hacc Suresi, 5. ayet.
(12) Sofuoğlu, M. Sahih-i Müslim ve tercümesi, 8, 114., Sönmez Neşriyat A.Ş., İstanbul, 1978.
(13) Nisâ Sûresi, 1. ayet.
(14) A’râf Sûresi: 189.
(15) Zümer Sûresi: 6.
(16) Müslim, Radâ, 60; Buhârî, Enbiyâ, 1, Nikâh, 80; İbn-i Mâce, Tahâret, 77; Dârimî, Nikâh, 35; Ahmed b. Hanbel, 5/8.
(17) İbn Kesir, Muhtasar Tefsîr, İhtisar ve Tahk. M. Alî es-Sâbûnî, 7. baskı, Beyrut 1402/1981, I, 112vd.
(18) A'râf Suresi,189. ayet; Elmalılı, Hamdi Yazır.Kur’an Tefsiri. IV. 180-181.
(19) Âl-i İmran Suresi, 59. ayet.
(20) Tîn Suresi, 1-4. ayetler.
(21) Mü’minin, 12-16.
(22) A’raf, 19-25. ayetler.

71 Amerikan bilim dergisi, çok sayıda ara geçiş form olduğunu söylüyor. Tiktaalik roseae sadece bunlardan birisi imiş. Bu doğru mudur?

Doğru değildir. Tiktaalik, bir ara form değildir. Bunun hakikatla ve bilimle hiçbir alakası ve ilgisi yoktur.

Tiktaalik roseae, Devoniyen döneminde, yani günümüzden takriben 330.000.000 yıl önce yaşamış ve nesli tükenmiş tetrapodlara (Dört ayaklılara) ait bir türdür.

Evrimci bilim adamları, bunun balıklarla sürüngenler arasında bir geçiş formu olduğunu ileri sürmektedirler.

Tiktaalik’in elde fosil olarak sadece kafatası vardır. Gözler kafatasının üstündedir; tıpkı timsahlarda olduğu gibi. Bilim adamlarının ekseriyeti, bunun timsahlarla aynı yapıda olduğunda ve dolayısıyla bu fosilin bir timsaha ait olduğunda hemfikirdirler.

Evrimci jeoloğ ve ressamlar, Tiktaalik’in kafatasına, onunla aynı tabakalarda bulunmuş olan balık ve sürüngen fosillerinin parçalarını ekleyerek, noksan kalan yerleri de alçı ile doldurarak, yarı balık ve yarı sürüngen görünümünü andıran bir şekil vermişlerdir. Yaptıkları bu bilim sahtekârlığını, ara form olarak ileriye sürmektedirler.

Konunun içerisinde olmayanlara bu hakikatmış gibi takdim edilmekte, bununla da kalınmayıp, güya bu tip ara formun çok olduğu propogandası yapılmaktadır. Bunların yaptıkları bilim değil, ideolojik bir çalışmadır. Bütün gayeleri ve gayretleri, bir yaratıcıyı ve yaratılışı devreden çıkarıp, her şeyi tesadüf ve tabiatın eline vermektir. 

Evrimciler tarafından, dünyada evrimin lehinde ve yaratılışın aleyhinde büyük bir propoganda ve kampanya yürütülmektedir. Maalesef bilim de buna büyük oranda alet edilmektedir.

Amerika’da tarafsız bilim adamları, sadece bilim dergilerinin değil, dini dergilerin de evrimci düşünce taraftarlarının elinde bulunmasından ve hakikatların ters yüz edilmesinden dert yanmaktadırlar. 

72 Evrimcilerin, güneşin oluşumu konusunda; "büyük bir bulutun zamanla sıkışarak güneşi oluşturduğu” tezi doğru mudur?

Evrimci olsun veya yaratılışçı olsun, kâinatın, güneşin ve diğer gezegenlerin teşekkülünü ve yapısını anlama konusunda bilim adamlarının genelde kullandıkları materyal ve metotlar birbirine benzerdir. Aralarındaki en büyük fark, bu varlığı kimin yaptığı konusundadır.

Evrimci, bütün varlıkların tesadüfen ve başıboş olarak gayesiz ve hedefsiz olarak ortaya çıktığını ileri sürer. Bir Yaratıcıyı kabul edenler ise, her varlığın mutlaka belli bir gayeye göre ve planlı olarak Allah’ın ilim, irade ve kudretinin eseri olarak meydana geldiğini kabul eder.

Bu açıklamalardan sonra, yukarıdaki soruya gelince, güneşin teşekkülü konusunda kimse hakiki hali bilemiyor ki, bu konuda ileriye sürülen görüşün doğru veya yanlışlığına hükmedilsin. Bugün elde edilen verilere göre güneşin teşekkülü ile ilgili bir takım yorumlar yapılacaktır. Gelecekte elde edilecek bazı verilerin ışığında günümüzde yapılan değerlendirmelerden vazgeçip yeni değerlendirme ve kabullerin ortaya çıkması da mümkündür.

Eğer soruda, "güneşin ortaya çıkışıyla ilgili Kur’an’ın görüşünün ne olduğu" soruluyorsa, evvel emirde Kur’an bir din kitabıdır ve asıl vazifesi, Allah’ı tanıtmak, insanın Allah’a, nefsine ve topluma karşı görevlerini bildirmek, ahiret hakkında insanları bilgilendirmektir. Bunun yanında kısmen, kâinatın yaratılışı ile ilgili kısa bilgiler de vermektedir. Kur’an’da bu konu ile ilgili bir ayette şöyle buyrulmaktadır:

“Sonra duman hâlinde göğe yöneldi, ona ve yerküreye; 'İsteyerek veya istemeyerek, gelin!' dedi, ikisi de 'İsteyerek geldik.’ dediler.” (Fussilet, 41/11).

İslâm dini, araştırma ve incelemeyi teşvik eder, âlimlerin çalışmalarını ibadetten sayar. İslâm’ın reddettiği ise, Allah’ın devreden çıkarılması, mevcudatın tesadüf ve sebeplere verilmesidir.

İnsan yaratılış itibariyle etkilenebilir bir yapıdadır ve telkine açıktır. Bu durumuyla insan boş bir kabı andırır. Kalp ve beyni olumlu fikir ve hakikatlerle doldurulmazsa, onların yerini, ister istemez olumsuz ideolojiler, hurafe ve safsatalar alır.

Belli bir dönemden sonra, sürekli ve yoğun telkinlerle, zavallı muhataplarının beyinlerini yıkaya yıkaya, nihayet onları materyalist ve ateist düşünce dışında hiçbir hakikati kabul edemeyecek, bir hâle sokarlar. Artık bu insanlar mantık ve muhakemelerini kaybederek robotlaşır.

Basit bir hanenin dahi ustasız olamayacağı kesin bir gerçek iken, şu muhteşem kâinat sarayını, sahipsiz ve yaratansız kabul ederler. Bir harfin kâtipsiz olması muhal olduğu hâlde, her harfinde nihayetsiz hikmetler bulunan şu kainat kitabını katipsiz kabul ederler.

Hem bütün bitkiler, hayvanlar ve insanları, hayatsız ve şuursuz ve iradesiz tabiatın yaptığına, yahut bunların kendi kendine meydana geldiğine inanırlar. Kendilerini gayesiz, vazifesiz, başıboş ve sahipsiz zannederler, korkunç bir dalalete düşerler.

İnsanın kıymet ve mahiyetini elmas derecesinden kömür derecesine indiren, bütün insanî özellikleri silip süpürerek, onu hayvandan çok aşağı dereceye düşüren inkârcılığın iç yüzündeki çirkinliği ve imkânsızlığı göremezler. Hâlbuki kâinattaki büyük ve kuşatıcı hakikatler, küfür ve inkâr ile izah edilemez.

Hem inkârın mahiyeti, yalan olmakla beraber, gerçeğin zıddını kabul etmektir. Mesela, Selimiye camisinin mimarını inkâr etmek, hakikatsiz bir safsata ve büyük bir yalandır. Evet, mükemmel plânı, harika estetiği, sanatlı yapılışı ile akılları hayrete düşüren böyle muhteşem bir eser, ortada iken, onun ustasını inkâr etmek en büyük bir safsata, en dehşetli bir zulüm ve en hakikatsiz bir hurafedir.

Aynen bu örnek gibi, miyarlarca galaksileri içine alan şu muhteşem kâinat sarayının hâlık ve mâlikini, sahip ve mutasarrıfını inkâr etmek, bu örnekten hadsiz derecede çirkin bir yalan, müthiş bir hezeyan, korkunç bir safsatadır.

73 Evrimcilerin iddia ettiği gibi; hayvanlar eğitilerek insan seviyesine çıkabilirler mi?

Karpuz çekirdeğine Allah, nasıl karpuz olma istidat ve kabiliyetini koymuş ise, insana da esfel-i safilinden âlay-ı illiyine kadar çıkabilecek bir istidat ve kabiliyet vermiştir. Dua ve ibadetle, itaatle bu makamda yükselebilir. 

Hayvanların ise, istidat ve kabiliyeti sınırlı olduğu ve mükemmel bir akıl verilmediği için, imtihana tâbi tutulmamışlardır. Öğrenme ve taklit davranışları çok sınırlıdır.

Din imtihanı, akıl ve muhakemeyi gerektirir. İyiyi kötüden, güzeli çirkinden, helalı haramdan ayırt edemeyen insan da olsa, aklî muhakemesi tam olmadığı için imtihana tâbi değildir. İnsanın imtihanı altı yaşındaki çocuk seviyesinde değil, büluğ çağına girince, takriben on dört-on beş yaşında başlamaktadır.

Maymun ve benzeri hayvanların, öğrenme ve taklit ile insan seviyesine çıkacağı iddiası, dinsizliği kendisine prensip edinmiş ateist evrimcilerin ileriye sürdüğü, aslı ve faslı olmayan iddialardır. Onlara göre, yuvasını çorap gibi ören bülbül, uzun zaman içinde bizim evimizi de çorabımızı da örecektir! Eğlendirici ve güldürücü bir masaldır, ama ilmî değildir. Bilimsel hiçbir değeri yoktur. Nazara almaya değmez.

74 Sirke sineklerinin tüylenmesi, kanatların körelmesi ve DNA’daki bilginin artması, canlının evrim geçirmesi demek değil midir?

Sirke sineklerinde mutasyonlarla meydana gelen tüylenmeler ve kanatların körelmesi, anormal yapılardır. Bunlar canlıya faydalı değil, zararlıdır.

Bu yapılar, DNA’ya yeni bilgi eklenmesiyle değil, mevcut genetik yapının uzayda ağır radyasyon etkisine maruz bırakılması sonucu ortaya çıkan bir takım anormalliklerdir.

Zaten bu sinekler normal üreme ortamına bırakıldığı zaman, tekrar normal yapılarını kazanmıştır.

Sirke sinekleri üzerinde yapılan deneyler evrim iddialarını desteklememiştir.

Evrimcilerin iddialarına göre, uzun süreli radyasyon etkilerine maruz bırakılan sineklerden başka canlıların meydana geleceği yönünde idi. Uzayda bu sineklere uygulanan radyasyon etkisi, normal tabiat şartlarında milyonlarca senede görülebilecek tarzda idi.

Buna rağmen sirke sineklerinin temel yapılarında herhangi bir değişiklik gözlenmemiştir.

75 İndirgenemez komplekslik, bir çöp bilim midir?

Uzmanların bildirdiğine göre;

“İndirgenemez komplekslik” kavramının mucidi olan Michael J. Behe, 1996 yılında yazdığı "Darwin'in Kara Kutusu" (Darwin's Black Box: The Biochemical Challenge to Evolution) kitabında, indirgenemez kompleksliği şöyle tanımlıyor:

“İndirgenemez kompleks sistem ile temel fonksiyona katkıda bulunan, birbiriyle etkileşim halinde olan, iyi eşleşmiş çeşitli parçalardan oluşan ve bu parçalardan herhangi birinin çıkarılmasıyla çalışması sonlanacak olan tek bir sistemi ifade ediyorum. İndirgenemez kompleks bir sistem, öncü bir sistemin ufak, birbirini takip eden değişimleriyle direkt olarak (yani aynı mekanizma ile çalışıp ilk fonksiyonu devamlı olarak geliştirerek) üretilemez. Çünkü indirgenemez kompleks bir sisteme giden herhangi bir öncü sistem tanım gereği işlevsizdir.”

- Bu sistemin varlığını bir teori olarak işleyenler, kâinatta tesadüfün ve tesadüflere havale edilen bir evrimin olamayacağını, bilakis her yerde  bir “Akıllı tasarım”ın var olduğunu savunurlar.

- Bu teoriye göre, kâinat öyle kompleks, öyle girift, öyle iç içedir ki, birinin yok olması durumunda bütün sistem birden çöker. Bunun bilimsel teori olarak ne kadar haklı tarafı var olup olmadığını işin uzmanlarına bırakıyoruz.

Ancak biz burada şunu söyleyebiliriz ki, kâinatın kompleks varlığı gerçekten akıllı bir tasarımı / sonsuz bir ilmin yansıması olduğunu göstermektedir. Örneğin; güneşin bulunduğu konumu, güneş sisteminde yer alan  dünya dahil bütün gezegenler için hayati önemi haizdir. Güneşin yok olması, bütün sistemin çökmesi anlamına gelir. Güneşin yıkılması gibi, en küçük bir gezenin de yıkılması sistemin çökmesini netice verecektir. Çünkü, “İndirgenemez kompleks” gereğince her şey her şeyle bağlıdır. Güneş sistemin çökmesi, saman yolu sistemin çökmesidir; onun çökmesi ise kıyametin kopması anlamına gelir.

- Biyolojik bir bünyedeki hücrelerin yapısı, DNA moleküllerinin harika bir sanat örgüsüne sahip olması, kör tesadüfü mantık sisteminin dışına ittiği gibi, her şeyin akıllı bir tasarımın sonucu olduğunu güneş gibi ortaya koymaktadır.

Mesela, görme olayının olabilmesi için, gözün bütün tabakalarının olması, göz merceğinin tam bu şekilde gözde yer alması, beyinde görme merkezinin teşekkül etmesi gerekmektedir. Bunlardan bir tanesinin olmaması halinde görme fiili meydana gelmez. Aynı şekilde kanın vücutta deveran etmesi ve besinleri hücrelere taşıması için, kalbin tam bu şekliyle en mükemmel olarak yapılmış olması, büyük ve küçük kan dolaşımı sisteminin kurulması, atar ve toplar damarların vücuda yayılması, kılcal damarların vücudun her tarafına dağılmış olması lazımdır.

Bu sistemden birisini çıkardığınız ya da bir parçayı yok saydığınız zaman, sistem işlememektedir. Solunum için de durum aynıdır. Solunum olayının meydana gelebilmesi için, havanın yüzde yirmi bir oksijen karışımıyla mevcut olması, akciğerlerin ve akciğerdeki alveollerin mükemmel şekilde yapılmış olması ve kanın vücutta devretmesi zarureti vardır.

Büyük canlı sistemlerde böyle indirgenemez mükemmellik olduğu gibi, hücre seviyesinde de böyledir. Mesela, hücrede faaliyetlerin aksamadan yürüyebilmesi için, DNA ve RNA’nın mevcut olması, hücreye enerji temin edecek olan mitokondrilerin ya da bu vazifeyi görecek yapıların bulunması, protein sentezi için ribozomların yaratılmış olması gerekmektedir. Bunlardan birisini yok saydığınız zaman, hücrede hayat sona ermektedir. 

İşte bu şekilde canlılardaki her bir yapı, tek başına iş görememekte, sistemin bütün kısımlarının bir anda mevcut olmasıyla sistem işlemektedir. Canlılardaki bu kompleks yapı, bir araba motorunun sistemine benzetilebilir. Motorun çalışması için, gerekli parçaların hepsinin bir anda olmasıyla ancak motor çalışabilir. Söz gelimi, bir motorun çalışması için yirmi parça gerekli ise, “Bu parçalardan ikisinin bir araya gelmesiyle motor biraz çalışır, daha sonra parçalar eklendikçe çalışma mükemmelleşir.” diyemezsiniz.

Bu indirgenemezlik prensibi, ateist evrimcilerin felsefesine uymamaktadır. Onlara göre, canlılar ve bunların organları, yavaş yavaş zamanla basitten mükemmele doğru kendiliğinden evrimleşmiş ve organ ve sistemler şimdi en son şeklini almıştır. Yaratılışçıların savunduğu indirgenemezlik prensibine göre ise, Allah her bir canlıyı ve o canlının organlarını, iş görebilecek en mükemmel şekliyle ve sistemi bir bütün olarak bütün gerekleriyle birden yaratmıştır. 

Dolayısıyla ateist evrimcilerin, kendi felsefelerine ters düşen Behe’nin bu indirgenmezlik kompleksliği prensibini kabul etmeleri mümkün değildir.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri de kâinatın bu kompleks yapısına dikkat çekmektedir:

“Unsurları zîhayatın imdadına, hususan bulutları nebatatın mededine ve nebatatı dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine ve memelerin kevser gibi sütleri, yavruların beslenmelerine ve zîhayatların iktidarları haricindeki pek çok hacetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, hattâ zerrat-ı taamiye dahi hüceyrat-ı bedeniyenin tamirine koşmaları gibi teshir-i Rabbanî ile ve istihdam-ı Rahmanî ile  hakikat-ı teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabb-ül Âlemîn'in umumî ve rahîmane rububiyetini gösteriyorlar.” (Asa-yı Musa, s. 136)

Kainat birbirinden kopuk ve ilgisiz yaratılmamıştır. Tam aksine, kainat bir bütünlük arzetmektedir. Nasıl ki insan, görünüşte el ayak, dil dudak, çene parmak, göz, yanak, burun, dalak gibi farklı şeylerden oluştuğu halde, muhatabımıza tek isim ile hitap ediyor ve onu tek olarak görüyoruz. Aynen öyle de kainat da görünüşte taş, toprak, ot, hayvan, element ve su gibi farklı unsurlardan oluşuyorsa da gerçekten, kainat bir bütündür ve tektir. Bu teklik ve bütünlük, ustasının, yaratıcısının da tek ve bir olduğunu gösteriyor.

Mesela, bir bal arısını ele alalım. Bu arının gözleri vardır. Ancak Güneş olmadan bu gözlerin bir anlamı olmaz. Güneşi bilmeyen, zaten gözü yapamaz. Demek ki, Güneşi yaratan kimse, gözü de yaratan aynı ustadır. Kulağı yapamayan, sesleri yaratamaz. Tadları yaratamayan, dili yaratamaz. Şefkat ve merhameti yaratamayan, kalp ve vicdanı yaratamaz ve hakeza...

Hasılı, bir tel saçı yaratan, insanın kafasını yaratandır; insanı yaratan dünyayı ve içindekileri yaratandan başkası olamaz. Dünyayı yaratan, galaksileri ve galaksileri yaratan da bütün varlığı yaratandan başkası olamaz.

76 1884’ten şimdiye kadar kuyruklu 24 çocuk doğumu meydana gelmiş. Bir insanda kuyruk nasıl açıklanır? Bu evrime delil değil midir?

Bir çocuğun kuyruklu doğması evrime delil değildir. Çünkü, genetik yapıda bir değişiklik yapıldığı zaman, meydana gelecek fertte bir takım anormallikler hâsıl olabilir.

Genetik yapıda değişiklik dışarıdan medahale ile olabileceği gibi, canlının kendi iç bünyesinde de meydana gelebilir.

Mesela, 1960 yıllardan itibaren uzay araçlarıyla atmosfer dışına, koli bakterisi (Esherichia coli) gibi tek hücreli, sirke sinekleri gibi çok hücreli canlılar götürüldü. Bu canlılar atmosferin olmadığı ortamda uzun süre X ışınlarına tâbi tutuldular. Bu canlılarda bir takım anormallikler meydana geldi. Mesela, sirke sineklerinde göz rengi değişti. Ayakların ve kanatların sayısı arttı. Sineklerin bazısında tüylenme, bazısında da çıplaklaşma meydana geldi. Ama bu anormal yapılara sahip olan sirke sineklerinden başka canlı meydana gelmedi. Böyle anormallikler kazanan canlılar, normal şartlarda üremeye bırakılınca, bunlardan yine normal sirke sinekleri hâsıl oldu. 

İnsandaki kuyruk sokumunu veren genlere müdahale ettiğiniz zaman, bir takım anormallikler ortaya çıkabilir. Aynı şekilde kuyruklu canlılardan da zaman zaman kuyruksuz fertler hâsıl olmakta, dört ayaklı ineklerden üç veya beş ayaklı canlılar, kollu insanlardan kolsuz veya ayaksız, hatta iki başlı insanlar meydana gelmektedir. Haklı olarak, hiç kimse bunların yeni bir canlı türü meydana getireceğini düşünmüyor.

Bu anormal yapıları, o canlının genetik yapısındaki bir takım anormalliklerin ürünüdür. Hâl böyle iken, kuyruk sokumunda görülebilecek bir anormallik niçin hemen insanın başka canlıdan geldiğine delil olarak ileri sürülüyor? Bu ilmî olmayıp, kasıtlı olarak insanın insan olarak yaratılmadığı felsefesini yaymak için başvurulan bir yoldur.   

İşte bütün canlılarda görülebilen bir takım değişiklikler ve anormallikler, o canlının genetik yapısında meydana gelen bir değişikliğin sonucudur. Bunlar yeni ve farklı bir canlının başlangıcı olamazlar. 

Canlıların tesadüf ve sebeplerle birbirinden meydana geldiği safsatasını ileriye sürenlere ehemmiyet vermeyin. O tip iddiaların ilmi hiçbir değeri yoktur. 

Dolayısıyla siz de maymun ve daha aşağı yapılı canlıların değişmesi ve farklılaşmasıyla değil, Allah’ın doğrudan doğruya insan olarak yaratmasıyla meydana geldiğinizi biliniz ve O’na ibadet ve kulluğunuzu yapıp, şükrünü unutmayınız. 

77 Kaburga, boyun kaburgası ve köprücük kası gibi yapıların bazı insanlarda olup bazılarında olmaması evrime delil midir?

Cevap 1:

Allah hiçbir şeyi lüzumsuz ve gayesiz yaratmamıştır. Her bir organın, muhakkak en az bir veya birden fazla görevi vardır. İşte bu görevlerin neler olduğunu ortaya koyma vazifesi bilim adamlarınındır.

Peki, buradaki fikir çatışması nereden geliyor derseniz, onun asıl sebebi, bazı ateist bilim adamlarıdır. Onlar, bir yaratıcının varlığını inkâr etmek için, canlıların gelişigüzel meydana geldiğini ileriye sürmektedirler.

Henüz görevi tam anlaşılamamış veya ortaya konamamış organlar onlara göre, canlının eski atalarından kalmış gereksiz ve lüzumsuz organlardır. Siz böyle ideolojik davranan bilim adamlarını değil, tarafsız bilim adamlarını dinleyiniz.

Onların ileri sürdüğü manada bir evrim yok ki, bazı organların yapıları buna delil olsun. Bu tip yapıların evrime delil olduğu iddiasının bilimsel bilgiye dayanan bir temeli yoktur. Pozitivist felsefe taraftarlarının görüşüdür.

Cevap 2:

Şempanzenin kendisini aynada ne kadar tanıyıp tanımadığı, bilimsel çalışmalar ve deneylerle ortaya konacak bir husustur. Bunun şöyle veya böyle olması sizi niçin ilgilendiriyor? Şayet maymunlar üzerinde çalışma yapmak istiyorsanız, bu konuda yapılmış araştırma varsa onları bulur, siz de çalışmanızda o bilgilerden faydalanırsınız.

Sorunun ikinci şıkkında belirttiğiniz gibi, endişeniz ve beklentiniz, evrim meselesi ise, bunun bir hakikatinin olmadığını yukarıda da ifade ettik.

Şempanzenin belirli bir bilince sahip olmasının evrimle ne ilgisi var? Allah onu belli bir maddi formda ve şekilde ve belirli bir hissiyata sahip olarak, doğrudan şempanze olarak yaratamaz mı? İnsanı da insan olarak yaratmak için ateist evrimcilerden veya pozitivist felsefe taraftarlarından izin alması mı gerekiyor?

İnsanlar bile kendi aralarında farklı hissiyatta ve çok farklı zekâ kapasitelerine sahip olarak yaratılırken, hayvanların da her bir grubunun kendine has hissiyat ve duygulara sahip olarak yaratılmasının mantıki yanlışlığı nerede?

Her bir hayvan grubunu, kendisinden yapı ve özellik bakımından bir altta veya üstte olanla kıyaslama ve birbirinden meydana geldiği şeklindeki iddia, bilimsel bilgi temeline değil, pozitivist felsefe üzerine bina edilmektedir.

Felsefede bilginin doğruluk veya yanlışlığı tartışılmaz. Bilgi olarak her düşüncenin kendi içinde anlamlı manası vardır. Pozitivist felsefe taraftarlarının, canlıların yaratılışı hususunda böyle bir yaklaşımda bulunmalarının kınanacak tarafı yoktur. İsteyen böyle bir düşünceyi kabul edip savunmasını da yapar.

Ancak, bu düşünceyi, ispatlanmış bilimsel bilgi olarak takdim doğru değildir. Çünkü bu işin içinde olan sayılı birkaç bilim adamının dışındakilerin, bu iddiaları ileri sürenlerin kendilerine neyi delil aldığını araştırma ve inceleme gibi bir durumları yoktur. Dolayısıyla, böyle ideolojik bir düşünce, bilimsel bilgi olarak kabul edilir.

78 Evrimcilerin, canlılar arası ara geçiş formları iddiası doğru mudur?

Evrimle ilgili ileriye sürülen "ara formlar"ın hiçbirisi gerçeği yansıtmamaktadır. Evrimcilerin iddia ettiği gibi, balıktan kurbağa meydana geldi ise, ara formların basamak basamak geçişi göstermesi gerekirdi. Yani eldeki materyal, önce yüzde yüz balık, sonra yüzde doksan balık, yüzde on kurbağa, daha sonra yüzde seksen balık yüzde yirmi kurbağa şeklinde devam etmesi gerekirdi.

Hâlbuki hiçbir canlının böyle geçiş formu yoktur. Hiçbir fosil bu geçişi göstermediğine göre, “Ara form var ama bulunamadı.” denmesi, bilimsel bir yaklaşım değil, ideolojik bir değerlendirmedir. Çünkü ara form yoksa neye dayanarak canlıların birbirinden evrimleştiğini iddia edeceksiniz? Ateist evrimcilerin ileriye sürdükleri, bilimsel bir sonuç değil, pozitivist felsefeye dayalı, bir yaratıcıyı inkârı esas alan ideolojik bir düşünce tarzıdır, üzerinde durmaya değmez.

Bazı bakterilerin bir takım enzimlerle naylon parçalarını ayrıştırması evrimin değil, bilimin delilidir. Yani bunun sebep ve sonuçlarının bilimsel çalışmalarla ortaya konması gerekir. Bunun mutlaka bir sebebi olmalıdır. Sebebi bilinmeyen olaylarda bilimsel çalışmayı terk ederek meseleyi hemen evrime bağlamak, en hafif tabiriyle tembelliktir, işi ideolojiye havale etmektir.

Madem her şeyin sebebi evrimdir ve evrimi sebep gösterince her şey bitiyor ve akan sular duruyor. O zaman evrimcilerin yaptığı gibi, sebebi bilinmeyen her şeyi, evrime bağlayıp işi bitirelim. Şimdi böyle bir yaklaşım ve düşünce tarzı sizce sıhhatli bir düşünce midir? Allah aşkına bunun bilimsel düşünce ve çalışmayla ne ilgisi var? Böyle hurafe vari şeylerle gençlere zaman kaybettiriyorlar ve onları yanlış yönlendiriyorlar.

Biz Allah’a inanan insanlar olarak, Allah’ın hiçbir şeyi boş ve sebepsiz yaratmadığını biliyoruz. Kâinattaki varlıkların, bilimsel metotlarla en ince ayrıntılarına kadar araştırılmasının gerekli olduğuna inanıyoruz. Allah’ın eseri olan kâinattaki varlıkları inceledikçe Allah’ı daha iyi tanıyıp, sonsuz ilim ve kudretini daha iyi anlayacağımızı kabul ediyoruz.

Öyle şapkadan tavşan çıkarır tarzda, canlıların birinin diğerinden tesadüfen meydana geldiği hurafelerine de itibar etmiyoruz. Akıl ve fennin hâkim olduğu günümüzde, cadı sopası gibi önüne gelen her şeyi bir anda başka bir canlıya çevirdiğine inanılan ve ne olduğunu kimsenin bilmediği "evrim aldatmacası"nın ipliği, bilimsel çalışmalarla zaten her geçen gün biraz daha gün yüzüne çıkmaktadır...

79 Evrimin İslam ile çelişmediğini söyleyenler dinden çıkar mı?

Evrim konusu iki şekilde algılanıyor:

a) Genel olarak evrimciler evrimi ateizmin bir teorisi olarak kabul ederler. Onlara göre, her şey tesadüf eseri meydana gelmiştir. Örneğin, bütün canlılar önce tesadüf eseri olarak bir sudan meydana gelmiş, sonra da bu sudan tesadüf eseri olarak -söz gelişi- maymun olmuştur. Ve insan da tesadüf eseri bu maymundan evrimleşmiştir.

b) Hiçbir şey tesadüf eseri olmamıştır. Bu grupta olanlara göre, her şey Allah’ın yaratmasıyla olmuştur. Bu yaratma prensibinde ister doğrudan her türün kendisine mahsus bir aslı olsun veya olmasın fark etmez. İster her türün özel bir Adem’i bir Havva’sı olsun, ister hepsinin yegane ortak bir atası olsun, bunun dinin inancına bir zararı yoktur. Çünkü tek yaratıcının Allah olduğunu kabul ettikten sonra, yaratılış şekli konusundaki yorumların farklılığı bir zarar vermez.

- Hüseyin Cisri’nin söylediği bildirilen, "Evrim henüz bir teoridir. Eğer bir gün ispatlanırsa onu Kuran ayetleriyle tevfik ederiz." şeklindeki ifadeyi, bu ikinci grubun anlayışı içinde değerlendirmek gerekir.

- Birinci grup dinden çıkar, ikinci grup dinden çıkmaz. Fakat birçok yanlışa sebebiyet verebilir.

- Bununla beraber, bizim kanaatimize göre, Kur’an’da insanların ortak bir atadan değil, doğrudan özel olarak Hz. Âdem babadan geldikleri ifade edilmektedir.

“O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve insanı yaratmaya çamurdan başlamıştır (insanı doğrudan çamurdan yaratmıştır).(Secde, 32/7)

mealindeki ayet ve benzerlerinde bu gerçeğin altı çizilmiştir...

80 Mutasyon DNA’daki bilgiyi artırır mı?..

Canlılar âlemi o kadar mükemmel, o kadar organizeli ve sistematik olarak yaratılmış ki, bir genin görevi ve yapısını tespit için çok ve etraflı çalışmayı gerektiriyor. Bazen onlarca bilim adamının ömrü, bir karakterin nasıl ortaya çıktığını tam olarak ortaya koymaya yetmeyebiliyor.

Canlılar âleminde bilim adamlarının yaptığı, gözü kapalı dalgıçların deniz dibinde hazine aramasına benziyor. Bu arama ve araştırma kıyamete kadar devam edecek ve belki biz, Allah’ın kâinattaki sanat eserlerinin yüzde onunu bile tespit edemeden kıyamet kopacak.

Özellikle genetik konusunda her yapılan çalışmayı takdim, araştırıcının inancına ve kültür değerine bağlı olarak değişiyor. Allah’a inanan birisi, bulduğu veya elde ettiği bir değeri ortaya koyarken, Allah’ın sanatının ve ilminin genişliğini nazara veriyor. Bu kadar ince plan ve programı, Allah’ın ihatalı ilminin, iradesinin ve kudretinin bir göstergesi olarak alırken, Allah’a inanmayan birisi, bunu sebeplere, tabiata ve tesadüfe veriyor. Dolayısıyla onların elde ettikleri sonuçları yorumlamada aynı noktada birleşmelerini beklememek gerekir.

Genetik yapıya DNA dışındaki yapılar da tesir ediyor ve fenotipte ortaya çıkan karakterler yavrulara da geçebiliyor. Bu genel manasıyla “epigenetik” olarak adlandırılıyor. Epigenetik olayda, canlının DNA’sının baz diziliminde herhangi bir değişim olmaz.

Ancak genetik olmayan bazı faktörler, organizmanın genlerinin kendilerini farklı şekilde ifade etmelerine ve davranmalarına sebep olur. Bunun sonucu olarak da canlının dış görünüşünde farklılıklar ortaya çıkar.

Bu değişikliğe sebep, genlerin fonksiyonlarında meydana gelen değişimlerdir. Bu değişimler DNA baz dizilerinde herhangi bir değişim olmadan gerçekleşir.

Epigenetik olayların moleküler yapısı çok karışıktır. En iyi bilinen epigenetik mekanizmalar:

1. DNA’nın temel yapısına dokunmadan genlerin aktivasyonunda ve ifadesinde meydana gelen değişimler,

2. DNA bazlarının metillendirilmesi gibi değişimler,

3. Kromatin yapısında oluşan değişimlerdir.

Mutasyon, canlı organizmada meydana gelen ani değişikliklerdir. Bu tariften hareket edersek, bizim sorumuza olumlu cevap da bulmak mümkün, olumsuz cevap da. Dolayısıyla bu tip sorular genelleştirilemez. Neyi niçin araştırdığınıza bağlı olarak elde edeceğiniz sonuç da değişebilir.

İnanan bir kimsenin buradaki tutumu, -ister araştırmacı olsun, ister okuyucu veya isterse dinleyici- bu ve benzer konuların her birisinin bir araştırma konusu olduğunu bilmek ve bütün kâinatın Allah’ın eseri olduğunu kabul etmektir. Bilimler, Allah’ın bu kâinat kitabını tefsir etmeye ve açıklamaya çalışıyorlar. Bunda bazen hatalı yaklaşımları da elbette olacaktır.

Bir başka araştırıcı o hatayı, bugün olmazsa bir başka zaman mutlaka ortaya koyacaktır.

Sonuç olarak, bu genetik konusunda bilimin ortaya koyabildiği, belki mevcudun yüzde onu bile değil. Hâl böyleyken bazı okuyucularımız, bu konuda kesin cevap istiyor.

Bütün sorulara kesin ve doğru cevap vermemiz demek, bütün kâinattaki varlıkları doğru olarak en ince ayrıntılarına kadar bilmemizle mümkündür. Böyle bir iddiada bulunmak mümkün mü?

81 Lucy isimli iskelet evrime delil midir?

Lucy, Australopithecus maymun grubundandır. Australopithecus aferensis’e verilen isimdir. İnsanın atası olduğu iddia edilen fertlerin başında; Ardipithecus ramidus, Australopithecus sediba ve Australopithecus afarensis (Lucy) ilk sırayı alır.

National Geographic dergisi, Temmuz 2010 tarihli sayısında Ardipithecus ramidus fosili hakkında bilgi vermişti.

Bu yazıyı kaleme alan Jamie Shreeve’dir. Fosilleri bulan ekibin yöneticisi ise, Tim D. White idi. Fosil Afrika kıtasında Etiyopya’nın Orta Avaş Vadisi’nde 1995 yılında bulunmuştu. Yani günümüzden tam 15 yıl önce. Ama yeni bir bilgi gibi nazara verilmiştir. Fosil dedimse, öyle tek parça bir yapı değil. 125 adet diş ve çene kemiği, ayak ve el parmakları v.s. parçasının bir araya getirilmesiyle şekillenmiştir. Daha sonra Tokyo Üniversitesi’nden Gen Suwa, mikro bilgisayarlı tomografi ile dijital ortamda, bu fosil parçalarından kısmi bir kafatasının yeniden şeklini teşkil ediyor. Fosilden alınan 5 binin üzerindeki CT görüntüsünden 64 dijital parçanın bir araya getirildiği, bundan sanal bir kafatası inşa edilip, olmayan sol tarafın, ayna görüntüsü kullanılarak çizildiği belirtiliyor.  Buradan hareketle de hayali bir varlık yüzü ve iskelet yapısı çizilmiştir. Bu fosile de Ardipithecus ramidus adı verilmiştir.

Teşkil edilen bu fosilin insanın geçmişini aydınlattığı belirtilerek, insanın geçmişi aşağıdaki şekilde şematize edilmiştir:

4 milyon yıl önce (Ardipithecus ramidis) ---> 3-3.5 milyon yıl önce (Australopithecus afarensis (Lucy) ---> 1 milyon yıl önce (Homo erectus) ---> Bugünün insanı (Homo sapiens)

Bu şemada yer alan fosilleri sırası ile kısaca değerlendirelim:

1. Ardipithecus Ramidis

Yukarıda değerlendirmesi verilen bu fosil 125 parçadan meydana geliyor. Bu fosillerin hepsinin aynı canlıya ait olduğu iddia ediliyor. Kol kemiği olduğu belirtilen fosilin, kafatası ile aynı canlıya ait olduğunda büyük şüphe var. Nitekim bu fosilin değerlendirmesinde Ardipithecus ramidis’in hem iki ayaklı ve hem de dört ayaklı olduğu iddia ediliyor.

White, bu fosile ait Ardipithecus ramidis’in başparmağını geliştirmesi ve iskelet yapısını buna göre ayarlamasının sadece birkaç bin yıl almış olabileceğini belirtiyor.

Aynı şekilde Ardipithecus’un dört ayaktan iki ayağa geçişinde, dişiye ve yavrulara yiyecek taşıması için buna gerek duyduğu ve bu ihtiyaca binaen iki ayaktan dörde geçtiği belirtiliyor.

Yani bir canlı neye ihtiyaç duyarsa vücudu ona göre değişecektir. Bu ifadelerin hiçbir ilmî değeri yoktur. Böyle ifadelere, sadece çocukları uyutmak için anlatılan masallarda yer verilir.

2. Australopithecus Afarensis (Lucy)

Shipman, Australopithecus afarensis’in insanın atası olamayacağını, Australopithecus afa­ren­sis’e ait olduğu kabul edilen fosil parçalarının muhtemelen değişik organizmaların fosilleri olduğunu ve bunların yanlış birleştirilmiş bulunduğunu belirtir[1].

Australopithecus afarensis ve Australopithecus africanus fosilleri üzerinde senelerce araştırma yapan Oxnard ve Zuckerman, Australopithecus afarensis’in el, bilek, ayak, omuz ve leğen kemikleri üzerinde yaptıkları çok yönlü istatistikî araştırmalarla, bunların insana değil, orangutan ve şempanzeye benzediğini belirtmişlerdir[2].

Australopithecus üzerinde bir ekiple 15 yıl çalışmış olan Zuckerman’ın ifadesi oldukça ke­sindir. O, bu hususta şöyle der:

Kafa yapıları bakımından bütün Australopithecus’lar tamamen ileri yapı maymunlar (apes)’a benzerler[3].

 

Afrika’da geniş bir alandan toplanarak Australopithecus aferensis’e ait olduğu tahmin edilerek bir araya getirilmiş fosil parçaları ve bu fosiller dikkate alınarak ressam tarafından çizilmiş Australopithecus africanus resmi.

3. Homo Erectus

Pekin ve Java Adamları Homo erectus (Dik yürüyen maymun) adı altında gruplandırılmıştır[4]. Pekin ve Java Adamları’nın fosil yapısının, iddia edildiği gibi, insanın atası olamayacağına, pek çok yayında yer verilmiş olmasına rağmen aynı şeyler tekrar tekrar gündeme getiriliyor. İnsanın atası olarak ileri sürülen bu fosillerin kısaca durumuna bakalım.

a. Pekin Adamı (Sinanthropus Pekinensis)

Pekin Adamı’na ait elde sadece bir diş vardır. Pekin Adamı’na ait bütün fosillerin İkinci Dünya Harbinde kaybolduğu ileri sürülmektedir. Bütün araştırıcılar, Pekin Adamı’nın avcılar tarafından öldürülüp yendiğinde hemfikirdirler. Zira bütün kafataslarının beyin kısımlarına kuvvetle vurulup kırılmıştır. O’Connel’e göre Pekin Adamı, eski taş ocağındaki işçiler ta­rafından öldürülüp yenmiş, ya büyük babonlar veya iri yapılı makiler (Büyük maymunlar)’dir[5].

b. Java Adamı (Pithecanthropus Erectus)

Java Adamı; iki diş ile bir kafatası ve bir uyluk kemiğinden ibarettir. Dubois 1891 yılında bu fosillerin tekbir canlıya ait olduğunu ileri sürdü ve buna Pithecanthropus erectus (Dik Yü­rüyen Maymun Adam) adını verdi.

Du­bois 1922 yılında, yani otuz yıl sonra, Java Adamı olarak ileriye sürdüğü varlığın, aslında büyük bir gibbon maymunu olduğunu itiraf etmiştir[6].

Dubois’in bu açıklamasına Arkeoloji Ansiklopedisi de şöyle yer vermiştir:

Dubois’in, önce ‘dik yürüyen insan’ ismini verdiği yeni statü, çok mu­halefetle karşılaştı. Ama sonradan Dubois’in kendisi de fikrini de­ğiştirip, bulduğu fosillerin büyük bir ape (iri yapılı maymun) ol­duğunu söylemesine rağmen, bu kafatası genel bir kabul gördü[7].

Bütün bu itiraflara rağmen, insanın maymunla ortak atadan geldiğini peşin bir hükümlü kabul eden ateistler tarafından Java Adamı, insanın atası olarak takdim edilmeye devam ediyor.

Australopithecus Sediba

Australopithecus sediba’nın Etiyopya’nın Afar bölgesinde bulunan 13 fertten meydana gelen Australopithecus afarensis ailesinin suda boğulmuş ferdi olduğu bildirilmektedir[8].

Australopithecus sediba maymununun gündüzleri suda avlandığı, geceleri de ağaca çıkıp yattığı ileri sürülmektedir. Ayak bileği yapısı, leğen kemiği ve kafatası hacmi insanınkinden farklıdır. Kaynak’a göre, ayak topuğu kemiği suyu terk edince değişmeye başlamıştır. Meldrum bunun yaklaşık 200 000 yıl önce olabileceğini belirtir[9].

Australopithecus sediba, Australopithecus afarensis (Güneyin Maymunu) ailesinin bir ferdidir. O sahanın bilim adamları tarafından Australopithecus grubunun insanın atası olmadığı, maymunların atası olduğu hakkında kesin ifade ve dellileri verildi. 

Australopithecus sediba maymununun beyin hacmi 420 cc dir. Halbuki insan beyni 1350-1400 cc arasındadır.

Kibii ve arkadaşlarına göre, bu varlığın iki ayak üstünde yürümesi ve dik gövdeye sahip olabilmesi için kaburga kafesinin silindirikleşmesi ve daralması gerekmektedir. Diğer taraftan insan beynine yakın yavrular doğurabilmesi için de leğen kemiğinin (Pelvis) yuvarlaklaşmasına ihtiyaç vardır. İşte Australopithecus sediba maymunu bu ihtiyaçlara göre değişmiştir[10].

Kaynak, leğen kemiği (pelvis) değişikliğinin, büyük kafalı yavrular doğurmak için değil, iki ayak üstünde yürümek için gerekli olduğunu belirtir ve şöyle der:

Aslında pelvisin modern insan pelvisine doğru değişmesinin sebebi büyük kafataslı yavrular doğurmak değil, iki ayaklılıktır. Gövdeyi iki ayak üstünde düşey olarak taşıtan ana parça pelvistir. Şempanze pelvisine benzer bir pelvis düşey bir gövdeyi iki ayak üstünde taşıtamaz[11].

Pickering ve arkadaşları; Australopithecus sedibia’nın yaşını 1.977 milyon, Homo habilis’in yaşını da 1.9 milyon yıl olarak vermekteler. İki maymun türü arasında 70-80 bin yıl fark oluşunu da, beyin hacminin 420 cc’den 680-750 cc’ye çıkması için gerekli süre olarak görmektedirler[12].

Kaynak da buna itiraz etmekte ve şöyle demektedir:

3-4 milyon yıl içinde 350 cc’den ancak 420 cc. ye ulaşan kafatası hacmi, 70-80 bin yıl içinde nasıl olduda 420 cc’den 680-750 cc’ye ulaşmıştır diye sorulmalıdır. Bu olağanüstü ve hızlı değişimin de nedeni akıl taklasıdır[13].

Steward ve arkadaşları da Australopithecus’un elinin, maymun elinden insan eline dönüşmesini ve özellikle insandaki baş parmak şeklinde teşekkülünü, Australopithecus’un balık tutma ihtiyacından kaynaklandığını belirtmekte ve şöyle demektedir:

Su ürünlerinin en önemlisi olan balığın yakalanması ve taşınması, modern insandaki gibi, el başparmağının kavrayıcı özelliğinin gelişmesini gerektirmektedir[14].

Kaynak Australopithecus sediba maymununun insanın evrimini anlamada çok önemli olduğunu, üzerinde titizlikle durulması gerektiğini belirtir ve şöyle der:

Australopithecus sediba insan evriminin Rosetta taşıdır. İnsanlık tarihi ve bilim için bir şanstır; doğru okunmalıdır[15].

Ne güzel bilimsel bir yaklaşım! Maymun insan olmak istiyor ve dolayısıyla vücut organları da ona göre değişiyor.

Siz de vücudunuzda istemediğiniz ya da şeklini beğenmediğiniz organları, istek ve arzunuzla niye değiştiremiyorsunuz?

Bırakın vücut organlarınızda değişiklik istemeyi, yüzünüzde çıkan istemediğiniz kılların çıkmasına niye mani olamıyorsunuz? Sizde Australopithecus sediba maymunu kadar akıl ve şuur yok mu?

O bütün el, ayak, ve kalça kemiği gibi organlarını istediği şekilde değiştiriyor, bütün vücuduna söz geçiriyor da, siz sadece yüzünüzde veya elinizde çıkan bir kıla söz geçiremiyor musunuz? Demek ki siz evrimci değilsiniz.

Bırakınız insanın vücudundaki kılların çıkmasına mani olmasını, vücudunda ters dönen kılın verdiği ızdıraptan ameliyatla zor kurtuluyor. Demek ki bunlar Australopithecus sediba maymunu kadar vücutlarına söz geçiremiyorlar.

Evrimci Kaynak bunu akıl taklası diye isimlendiriyor. Aslında onun doğru ifadesi, akıl tutulması veya bilimsel hokkabazlıktır.

Australopithecus sediba veya Australopithecus aferensis (Lucy) gibi maymunları insanın atası yapmak için baş vurulan çalışmalar ve güya bilim adına yapılan gayretler, boş şapkadan tavşan çıkaran cambaz oyunlarını da geride bırakan tam bir hokkabazlıktır. Ama işin hakikatini bilmeyen gençleri bilim adına aldatmak için gayet güzel bir metottur.

İsteyen bu hokabazlıkları ilim olarak kabul eder, koynunda saklar, ona hakikat gibi inanır ve bu tip evrime bir din gibi iman eder, isteyen de buna gülüp geçer. Herkes istediğini seçmekte serbest değil mi?

Dipnotlar: 

[1] Shipman, P. Baffling Limb on the Family Tree. Discover, 1986, September.
[2] Oxnard, C. University of Chicago Magazine, 1974, p.8-12; Oxnard, C. The Place of the Austrolopithecines in Human Evolution:  Graunds for doubt? Nature. 1975, Vo1.258. p.389-395;  Zuckerman, S. Journal of the Royal Collage of Sur­geons of Edinburg. 1966,  Vol.l1. p.87-115; Zuckerman, S. Beyond the Ivory Tower. Top­linger Publ. Co.New York. 1970, pp. 11-12,64,75-94.
[3] Montagu, A. Man: His First Million Years. Word Publishers. Yonkers. 1957, p.51-52.
[4] Boule, M., Valois, H. M. Fossil Men. New York:Dreyden Press, 1957.
[5] O'connel, P. Science of Today and the Problems of Genesis. Hawthome, CA. 1969.
[6] Howells, W.  Mankind in the Making. Doubleday and CO. Garden City  N.Y.P. 1967, 155-156.
[7] Cottrell, L. The Concise Encylopedia Arc­heology. Hawthorn. New    York. 1960, P. 394
[8] Job M. Kibii, Steven E. Churchill, Peter Schmid, Kristian J. Carlson, Nichelle D. Reed, Darryl J. de Ruiter, Lee R. Berger. A Partial Pelvis of Australopithecus sediba. Science 9 September 2011: 1407-1411. DOI:10.1126/science.1202521.
[9] Meldrum D. Jeffrey . Journal of Scientific Exploration, Vol. 18, No. 1, pp. 65–79, 2004.
[10] Job M. Kibii, Steven E. Churchill, Peter Schmid, Kristian J. Carlson, Nichelle D. Reed, Darryl J. de Ruiter, Lee R. Berger. A Partial Pelvis of Australopithecus sediba. Science 9 September 2011: 1407-1411. DOI:10.1126/science.1202521; Churchill, Lee R. Berger. The Foot and Ankle of Australopithecus sediba. Science 9 September 2011: 1417-1420. DOI:10.1126/science.1202703.
[11] Kaynak O. 2010 IV. Ulusal Biyolojik Antropoloji Sempozyumu Bildiri Özetleri Kitapçığı :2; Kaynak O. 2011 XI. International Syymposium on ‘’Disorder Systems: Theory and Its Applications’’:15
[12] Robyn Pickering, Paul H. G. M. Dirks, Zubair Jinnah, Darryl J. de Ruiter, Steven E. Churchil, Andy I. R. Herries, Jon D. Woodhead, John C. Hellstrom, Lee R. Berger. Australopithecus sediba at 1.977 Ma and Implications for the Origins of the Genus Homo. Science 9 September 2011: 1421-1423. DOI:10.1126/science.1203697.
[13] Kaynak O. 2010 IV. Ulusal Biyolojik Antropoloji Sempozyumu Bildiri Özetleri Kitapçığı :2; Kaynak, O. 2011 XI. International Syymposium on ‘’Disorder Systems: Theory and Its Applications’’:15.
[14] Stewart A. M. E, Gordon C. H, Wich S. A, Meijaard E. 2008 İnternational Journal Of Primatology 29:543-548.
[15] Kaynak, O. Cumhuriyet Bilim Teknoloji Dergisi, 09.12.2011.

82 "Tek kapakçıklı kalbi olan deniz üzümüne hızlandırılmış evrim uygulayarak çift kapaklı yapmışlar.” sözü evrime kanıt mıdır?

Evrimin çok geniş manası vardır. Her türlü değişim ve başkalaşım yerine evrim kullanıldığı gibi, bir türden bir başkasının tesadüfen meydana gelmesi manasında da kullanılıyor.

İtiraz edilen, buradaki ikinci şıktır. Yani, canlıların silsile halinde birbirinden tesadüfen meydana gelmiş olması mümkün değildir. Bir iş ve fiil varsa, mutlaka bir fail ve yapanı vardır.

Soruda sözü edilen kalp kapakçığını planlayıp tek kapaktan iki kapağa çıkmasını sağlayan birisinin olduğu gibi, her bir hücreyi ve hatta atomu yaratıp idare eden sonsuz güç, kudret ve ilim sahibi bir yaratıcı vardır.

Burada hücre kapağını tekten ikiye çıkaran yine Allah’tır. Hücrelere hayat veren, hücreleri yerli yerine gönderen hep O’dur.

Araştırıcının burada yaptığı, tek kapağı verecek yapıyı bir şekilde engelleyip, iki kapağı verecek yapının önünü açmaktır.

Bu ve benzeri çalışmalara, -ne ad altında olursa olsun- karşı çıkmanın hiçbir mantıklı izahı yoktur. Allah insana akıl vermiş; kâinatı da önüne açmış. Çalışması için de teşvik etmiş. Hz. Peygamber de “İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır.“ demiş. “Âlimin mürekkebinin şehidin kanından üstün” olduğunu belirtmiştir.

Allah’ın beğenmediği ve razı olmadığı husus, kendine şirk koşulmasıdır. Yani, O’ndan başka ilahın ve ilahların varlığını kabulü reddeder. Atomdan galaksilere kadar her şey O’nun emir ve izni ile ve bilgisi dâhilinde hareket eder.

İslâm dininde, kâinatın sahibi olarak Allah’ı bildikten sonra, her türlü bilimsel çalışma ibadet telakki edilmektedir.

83 Evrimcilerin, dinazorun kuşa dönüşmesi iddiası doğru mudur?

Dinazorların küçülerek kuşları teşkil ettiği iddiası, bilimsel düşünceden uzak, tamamen ateist ve evrimci görüşle ortaya atılmış ve bilim kılıfı giydirilmiş hayali fikirlerdir. Gerek dinazorlara ve gerekse kuşlara ait bazı ölçümleri ve  fosil parçalarını ele alarak, güya kendi iddialarını ispatlayacak şekilde yorum ve değerlendirme yapıp piyasaya sürüyorlar. 

Bunları bilim kisvesi altında piyasaya sürenlerin niyet ve gayretleri bilimsel çalışmalarla bir takım karanlık noktaları aydınlatmak değil, genelde maddî menfaat temini olduğu ifade edilmektedir. Çünkü, yaratılış görüş ve düşüncesinin eğitim kurumlarına girmemesi ve oralardan uzaklaştırılması için, milletlerarası kuruluşların dünya çapında çok sistemli bir çalışma yürüttükleri ve bu iş için çok büyük bütçeler ayırdıkları 1970’li yıllardan beri bilinmektedir. Bu sosyol kuruluşların gayesi, 1800’lü yıllarda başlayan dinsizliğin bilimdeki hakimiyetinin dünya çapında devamını sağlamaktır. Yerine göre, herhangi bir ülkede, bu konuda kanun çıkarmak gerekiyorsa, o ülkenin etkili siyasileri vasıtasıyla inanç aleyhinde, dinsizliğin lehinde kanun çıkartmak da bunların gündeminde olduğu ifade edilmektedir.

Yukarıdaki uzun soruda yer alan latince isimler hakkında, bu konunun içinde olanlar bile yeterince değerlendirme yapamamaktadırlar. Bu konu ile hiç ilgisi olmayan birisi, bu iddiaların doğrulunu ve yanlışlığını nasıl test edecektir? 

Kaldı ki, bu iddiaları bilmek, insanlığın sosyal, ekonomik ve refah seviyesinin yükselmesine, huzurlu bir toplumun teşkiline, ferdin ruh ve mana âleminin zenginleşmesine ne faydası vadır? Bilakis, tam tersine, Allah’ı bimeyen, bir yaratıcıya inanmayan, her şeyi tesadüf ve tabiata veren, kendi yaşayışını da hiçbir kural tanımadan kendi düşncesine göre şekillendirip, gelişigüzel yaşamak isteyen fertlerin yetişmesini sağlamaktadır. Zaten dünya çapındaki o sosyal kuruluşların esas gayesi de budur. Kural ve kaide tanımayan fertlerden meydana gelmiş milletler ve devletlerin payidar olması imkânsızdır. Anarşi ve karışıklık kısa sürede o ülkeyi tarih sahnesinden siler ya da güçsüz ve başkalarına muhraç hale getirir...

84 Orak hücreli kansızlık (anemi) hastalığının sıtmaya dirençli olduğu belirtiliyor. Evrimciler bunu yararlı mutasyon, dolayısıyla evrim olarak ileri sürüyorlar. Bu doğru mudur?

Kansızlık veya anemi, bir kan hastalığıdır. Bu hastalığın sebebi, normal bir hemoglobin molekülündeki 574 amino asitten bir tanesinin yerini başka bir amino asitin almasıdır. Bu hastalıkta alyuvarlar görevini yapamamaktadır. Bu hastalık, alyuvarların fazla miktarda olan tahribi, erimesi ile karakterizedir.

Bugün bilinen yirmi beş kadar farklı amino asit vardır. Her bir proteinde belli sayıda amino asit bulunmaktadır. İnsan kanındaki alyuvarlar hücrelerinde hemoglobin, oksijen taşımakla vazifeli bir proteindir. Hemoglobinin beta zincirinde 574 adet amino asit bulunmaktadır. Bu sayının kesinlikle 574 olması icap eder. Şayet bu molekülde bir eksik veya bir fazla amino asit bulunsa, yani 573 veya 575 adet amino asit olsa, o proteinden istenilen vazife sağlanamaz. 

Ayrıca, 574 adet amino asitin her biri belli bir sırada bulunması lazımdır. Yani her bir amino asitin yeri bellidir. Mesela, hemoglobinin beta zincirinin altıncı sırasında glutamat diye adlandırılan amino asit bulunur. Glutamat yerine, bir diğer amino asit olan valin geçecek olsa, her şey alt üst olur. Yani 574 amino asitin sadece bir tanesinin yerine başka bir amino asit geçmiş, neticede orak hücreli kansızlık (anemi) hastalığı ortaya çıkmıştır. Bu hastalık, kanla alakalı birçok problemleri de peşinden getirir. 

Böyle kan hastalığına sebep olan bir mutasyonun faydalı addedilmesini anlamak mümkün değildir.  Şayet bu hastalığın sıtmaya direnç sağladığı doğru ise, yine bu mutasyon faydalı kabul edilemez. Çünkü, anemiyi tedavi mümkün değildir. Ama sıtmadan, bilinen mücadele metotlarıyla korunmak mümkündür.

Evrimcilerin, böyle hastalığa sebep olan bir mutasyona yapışmaları ve ondan evrim için medet ummaları, onların evrim için ileriye sürdükleri tesadüf ve tabiat delillerinin artık işe yaramadığını ve onların bu noktada tükendiklerini ve bittiklerini göstermektedir. 

Anemi hastalığı, evrimcilerin iddialarının aksine, yaratılıştaki inceliği, hassasiyeti, kâinatta hiçbir şeyin tesadüf ve gelişigüzel olmadığını, her şeyin son derece planlı ve programlı bir şekilde yürütüldüğünü göstermektedir. 

 

Şekil: Soldaki; insanda, kanda yer alan ana hücrelerden en önemlisi olan alyuvarların elektron mikroskobu altında çekilmiş resmi. Yuvarlak olanlar normal alyuvarlardır. Sağda yer alan hücre ise, orak hücreli anemi (kansızlık) hastalığında alyuvarın hilal şeklini alan durumu görülüyor. 

85 Maymunlar taş alet yapmış ve kullanmışlar mıdır? 2.500.000 yıllık taş ve balta aletlerin olduğu söyleniyor.

İnsanlık tarihi boyunca, insanlar tarafından muhtelif taş ve aletler yapılıp kullanılmıştır. Bunların maymun tarafından yapılıp kullanıldığı yönünde bir iddiayı şimdiye kadar işitmedik. Bu soruyu soran, böyle bir iddiayı kendi uydurmadıysa, o iddiayı ileri sürene bu soruyu sorması gerekir.

Alet yapma ve kullanma insana ait bir hususiyettir. Bunda herkes hemfikirdir. Aksini ileri sürme, bilimsel bir düşünce değil, safsatadır.

Yapılan veya kullanılan aletlerin 2.500.000 yıl yaşında olduğu ileri sürülüyor. Bu konuda bir ittifak yoktur. Çünkü kullanılan yaş tayin metotları, güvenilir olmaktan uzaktır. Bazen milyonlarca yıla varan hata payları olabilmektedir.

Yaş tayinlerinde kullanılan metotlar hakkında geniş bilgi "Sorularla Evrim" siteside vardır. Oraya müracaat edilebilir...