İslamiyet cahil bir topluma getirilmeseydi bu kadar yayılamazdı; şu anki Japonya gibi bir millete gelseydi yine bu kadar tebliğe ulaşabilir miydi?

Tarih: 12.05.2010 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Kur’an’da Arap toplumu için “ümmi” tabiri kullanılır. Bundan maksat, onların ilahi bir kitaba sahip olmadıklarını belirtmektir. O devirde ümmi olan Arapların İran, Bizans, Habeşistan toplumları gibi bir kitabî geleneğe sahip olmadıkları ve onlar gibi bir devlet kültürüne sahip olmadıkları doğrudur. Fakat, onların diğer milletlerden daha edip, daha şair, daha zeki olduklarını da inkâr edemeyiz. Onların medar-ı iftihar saydıkları bütün tarihî bilgilerini hafızalarında tutmaları, onları şiirle zabt-u rabt haline getirmeleri başka topluluklarda bulunmayan bir şifahî kültür hazinesine sahip olduklarını göstermektedir.

Bu açıklamalar gösteriyor ki, “Arapların ümmiliği, o devirdeki diğer insanlardan çok daha cahil, bilgisiz, akılsız, zekâsız, ferasetsiz, bir şey anlamaz, kavramaz insanlar olduğu" anlamına gelmediğini göstermektedir. Aksine mevcut toplulukların bir çoğundan daha zeki, daha bilgili, daha ferasetli olduklarına tarihleri şahadet etmektedir. Demek ki, İslam’ın yayılışını Arapların cahilliği ile ilinti kurmak bir kuruntudan ibarettir.

Arapların cahiliye devrindeki cahillikleri, akla hitap eden, prensiplerini ilim üzerine kuran İslam’ın yayılmasına -katkı sağlaması şöyle dursun- engel olması gereken bir özelliktir.

Çünkü “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” gelir. Bundan da anlaşılıyor ki, cahillik, İslam dini gibi ilk emri “oku” olan bir öğretinin yayılması sırf kendinde bulunan harika cazibe kuvvetidir. İslam’ın iki kutsal kaynağı olan Kur’an-ı kerim ve Hz. Muhammed (a.s.m) birer güneş gibidir; bulundukları çevrenin durumu ne olursa olsun, onları aydınlatmıştır.

Yalnız kabiliyetsiz olan bazıları bu ışığı görünce çürümeye, tefessüh etmeye yüz tutmuşlardır. Nitekim, güneşin ışığını alan bitkilerden bazıları da kabiliyetsizlikleri yüzünden çürüyor. Yarasa kuşu güneşin ışığı karşısında dayanamadığından kamaşan gözlerini ışıktan korumak için gece karanlığını tercih eder.

Bediüzzaman’ın -özet halde sunduğumuz- şu açıklamaları da konumuzu aydınlatacak mahiyettedir.

“Bakınız Hz. Peygamber (a.s.m), şu Arap yarımadasında vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı / değişik topluluklara ait o vahşi adetlerini, kötü ahlaklarını çok kısa bir zamanda ortadan kaldırarak,  yerine çok güzel ahlakı yerleştirmiştir. O medeniyetten uzak yaşamış olan insanları bir anda öyle bilgilerle teçhiz etmiş ki, onları bütün âleme muallim ve medenî milletlere üstat eylemiştir. Bu işleri bir kaba kuvvet, bir şiddet kullanarak değil, bilakis akılları, ruhları, kalpleri fethederek, hatta hisleri, duyguları ve nefisleri de arındırarak bu eğitimi gerçekleştirmiştir. Bu sebepledir ki, Hz. Peygamber (a.s.m) kalplerin sevgilisi,  akılların muallimi, nefislerin mürebbisi ve ruhların sultanı olmuştu.” (Sözler, On Dokuzuncu Söz. Yedinci Reşha).

İslam tarihinde her biri birer yıldız gibi insanlık semasında parlamış olan yüz binlerce İslam alimleri, velileri, filozofları ortada iken, bu gün Batı dünyasının bir çok vicdan sahibi bilim adamı, aydınlanma çağını İslam alimlerinin ilmine -özellikle Endülüs İslam devletine- borçlu olduğunu ilan ederken, tarih boyunca pek çok Yahudî ve Hristiyan ilim ve din adamının İslam dinine girdiği bilinirken, günümüzde de her gün -içinde ilim ve din adamlarının da bulunduğu- binlerce gayri müslim insanlar -ilimlerine ve akıllarına dayanarak- İslam’a girerken, İslam dinini güya cahiller arasında yayılma imkânını bulan bir din olduğunu ima etmeye çalışmak, doğrusu ne insafa ne vicdana ne akla ne irfana ne hikmete ne ferasete sığar.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun