Peygamberin mezhebi mi vardı?
Asrımız maalesef birçok manevi hastalığı içinde barındırmaktadır. Ahir zaman olması sebebiyle manevi hastalıklar hızla yayılmakta, panzehir hükmündeki ilimlerden yoksun olanlar da bu hastalıklara yakalanarak uhrevi hayatlarını perişan etmektedirler.
Bu hastalıklardan biri de mezhepsizlik hastalığıdır. Sizler de birçok kişiden şu sözleri duymuşsunuzdur:
— Ben Kur’an’da olana bakarım. Kendi hükmümü kendim çıkartabilirim.
— Niçin bir mezhebe tabi olayım?
— Peygamberin mezhebi mi vardı?
— Benim mezhebim Peygamberin yoludur.
— Ben mezhep falan tanımam.
Bu ve benzeri sözleri mezhepsizlerin ağzından oldukça fazla duymuşsunuzdur. Dedik ya, vakit ahir zaman; imanların kuş olup uçtuğu, manevi hastalıkların insanları kuşattığı bir zaman…
Bizler -Rabbimizin ihsanı ve inayetiyle- üzerimize imanı muhafaza vazifesini aldık. Manevi hastalıklara karşı şifa hükmündeki eserleri hazırlamayı kendimize bir vazife yaptık. Bununla da Rabbimizin rızasını talep ettik.
Bu eserdeki maksadımız: Müslümanları tehdit eden bu mezhepsizlik hastalığına bir set çekmek; bu hastalıkla yaralanmış gönüllere bir derman ulaştırmak ve mezhebi terk ederek insanları mezhepsizliğe davet eden bedbahtların ne kadar yanlış bir yolda olduklarını akıl ve vicdan sahiplerine göstermektir.
Bu eserde iki hayalî arkadaşa misafir olacak ve onların aralarındaki konuşmaları takip edeceksiniz. Bu arkadaşlardan birisi mezhepsiz ve mezhepsizliği savunan kişi; diğeri ise bir mezhebe tabi olmanın gerekliliğine inanan kişidir.
Bu eseri kim aklını hakem yaparak vicdanıyla okusa -inşallah- mezhepsizlik hastalığından kurtulur. Bu eserde, bir mezhebe tabi olmanın lüzumu iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilmiştir. Yardım ve inayet, hidayet ve selamet Allah’tandır.
Şimdi, hayalî iki arkadaşın münazarasına misafir oluyoruz.
A: Ben hiçbir mezhebe tabi olmam. Tabi olmamın gerekliliği bana ispat edilinceye kadar da bu görüşümden vazgeçmem. Hem bil ki çok inatçıyımdır. Beni ikna etmek öyle kolay bir şey değildir.
B: Merak etme, sen ne kadar inatçı olsan da hak her zaman galiptir ve üstündür. İnşallah seni ikna edecek ve Allah’ın izniyle mezhepsizlik hastalığından kurtulmana vesile olacağım. Ama senden bir isteğim var. Madem kader bu eserde ikimizi arkadaş yaptı; o zaman aramızda bir altın kuralımız olsun. Bu altın kural da şudur: Akıl ve vicdan aramızda hakem olsun. Birbirimizle inatla değil, hakkı ortaya çıkarmak için konuşalım. Aklımızın ve mantığımızın kabul ettiği bir şeyde inatla birbirimize muhalefet etmeyelim.
A: Tamam, akıl ve vicdan hakem olsun. Senin aklını ve vicdanını esir edip, seni mezhebin esaretinden kurtaracağım.
B: Hadi bakalım. “Haklı olan galip olsun.” diyor ve şu sözlerimi iyi dinlemeni istiyorum:
Cenab-ı Hakk’ın iki farklı ayeti vardır. Birincisi: Kelam sıfatından gelen Kur’an’daki ayetlerdir. İkincisi ise kudret sıfatından gelen, kâinat kitabı dediğimiz şu âlemde yaratılan ayetlerdir. Kuşlardan yıldızlara, balıklardan galaksilere, çiçeklerden güneşlere kadar her bir varlık, bu ikinci kitap olan “kâinat kitabının” birer ayetidir.
Bizler bu ikinci kitap olan kâinattaki ayetleri kendi aklımızla tam manasıyla anlayamamakta ve kâinat kitabını bizlere ders verecek muallimlere ihtiyaç duymaktayız.
Mesela gökyüzü sayfasında yazılan Güneş, Ay, yıldızlar ve galaksiler gibi ayetler için gök bilimcilerine başvuruyor ve merak ettiklerimizi onlardan öğreniyoruz. Yoksa teleskopu elimize alarak hemen incelemeye başlamıyor ve zannımızla hükmetmiyoruz.
Yine denizlerde yazılan balıklar, dalgalar, mercanlar ve diğer ayetler için deniz bilimcilerine başvuruyor ve işin hakikatini onlara soruyoruz. Yoksa hemen bir dalgıç elbisesi alıp denizlere dalmıyoruz.
Yeryüzü sayfasında yazılan diğer ayetler için de fizikçilere, coğrafyacılara, doktorlara ve sözün özü, o ilmin mütehassısı olan insanlara başvuruyor ve onların bilgilerine ihtiyaç duyuyoruz.
İşte aynen bunlar gibi, birinci kitap olan Kur’an’ın ayetlerini ve hadisleri anlamak için de bu işin mütehassıslarına ve âlimlerine başvurmak zorundayız ve onlara muhtacız. Bu âlimleri rehber yapmadan birinci kitap olan Kur’an’ı anlamaya çalışan kimseyle, bilim adamlarını rehber yapmadan ikinci kitap olan kâinatı anlamaya çalışan kişinin durumu aynıdır. İkisi de yanılır ve ikisi de sadece zannıyla hükmeder.
A: Çok ikna edici konuşuyorsun ve zannımca bana akıl oyunları yapıyorsun. Neredeyse dediklerine ikna olacağım. Ama başta demiştim, beni ikna etmek hiç de kolay değildir.
B: Ama aramızda bir altın kuralımız vardı. Bu kural da şuydu: Akıl ve vicdan aramızda hakem olacaktı. Aklın ve vicdanın kabul ettiği bir meselede inat ederek birbirimize muhalefet etmeyecektik.
A: Bir dakika dur, çok hızlı gidiyorsun, anlattığın meseleyi bana bir daha anlat, aklımı ve vicdanımı hakem yaparak dinleyeceğim.
B: Diyorum ki: Şu kâinat kitabında yazılan varlık ayetlerini anlamak için bilim adamlarına müracaat ediyor ve onların sözlerini dinliyoruz. Zira bu konuda söz hakkı onlarındır.
Mesela astronomi okumamış bir insan Güneş’i bir elma büyüklüğünde zannederken, bir astronomi âlimi Güneş’in Dünya’dan 1.300.000 defadan daha büyük olduğunu bilir.
Yine tıp ilmi okumamış bir insan kana baktığında sadece bir kırmızılık görürken, bir doktor kandaki alyuvarları, akyuvarları ve trombositleri temaşa edebilir.
Yine mühendislik okumayan birisi bir nehre baktığında yalnız su görürken, bir mühendis o nehrin arkasındaki barajı ve ondaki potansiyel elektrik gücünü görebilir.
Yine botanik ilminden haberdar olmayan birisi bir çiçeğe baktığında yalnız zahirî güzelliğini görürken, bir botanikçi o çiçekteki sırları görür ve o çiçek hakkında bir kitap yazabilir.
Misalleri çoğaltmamız mümkündür. Bütün bu misallerin ortak noktası şudur: Bizler Allahu Teâlâ’nın, kudret kalemiyle kâinat kitabında yazmış olduğu ayetlerden çok azını anlayabilmekte ve doğru bilgiye ulaşabilmek için o ilmin uzmanına başvurmaktayız.
Acaba kâinat kitabında yazılan ayetleri anlamak için işin ehline başvururken, niçin birinci kitap olan Kur’an’ın ayetlerini anlamada işin ehline başvurmayalım ve bunu yapmayı garipseyelim? Asıl garip olan, dünyada en küçük bir işte bile rehbere ihtiyacı olan insanın, âlemin en büyük işi olan dini anlamada bir rehber ve muallime ihtiyacı olmadığını zannetmesi değil midir?
A: Beni gerçekten zorluyorsun ve çok mantıklı konuşuyorsun. Ama hemen öylece silahımı sana teslim edip mağlup olacak değilim. Tamam, güzel ve mantıklı konuştun. Bunu kabul ediyorum. Ama sen dedin ki: “Kâinat kitabındaki ayetleri anlamak için uzmanlarına başvuruyoruz. Aynı şeyi, Kur’an’ın ayetlerini anlamada niçin yapmayalım?”
Bu sözüne karşılık ben de şöyle diyorum: Ben kendi hükmümü kendim çıkarabilirim. Ben bu işin uzmanıyım. Dört mezhep âlimleri de Kur’an ve hadislerden hüküm çıkarmış. Kaynak belli, öyle ise bunu ben de yapabilirim.
A: Bu sözüne karşılık ben de şöyle diyorum: Ben kendi hükmümü kendim çıkarabilirim. Ben bu işin uzmanıyım. Dört mezhep âlimleri de Kur’an ve hadislerden hüküm çıkarmışlar. Kaynak belli, öyleyse bunu ben de yapabilirim.
B: “İşin uzmanıyım.” demekle uzmanı olunmuyor. Uzmanı olup olmadığına geçmeden önce sana bir soru sormak istiyorum:
Bir eczacı çiçeklerden ilaç yapar. Hâl böyle iken, “Bütün ilaçlar çiçeklerden yapılmıştır. Eczaneden almaya ne gerek var?” diyerek dağlara tırmanmak akıl kârı mıdır?
Evet, ilaçlar çiçeklerden ve bitkilerden yapılmıştır. Bu doğrudur. Ancak o ilacı yapmak için yıllarca kimya okumak ve uzman bir kimyager olmak gerekir. Herhâlde kimya ilmini bilmeden, dağdan topladığı çiçeklerle ilaç yapmaya çalışan kişi, kendisine zarar vermekten başka bir iş yapmış olmaz.
Aynen bunun gibi, bizler de manevi ilaçlarımız olan Kur’an’ın ve sünnetin hükümlerini, bu işin -tabiri caizse- eczacıları olan müçtehid âlimlerden almak ve onlardan öğrenmek zorundayız. Çünkü bu ilim onlara ihsan edilmiştir. Demek, dört mezhebi bir kenara bırakarak kendi bulduğu ile hükmeden kimse, ilaç yapmak için dağa tırmanan kişiye benzemektedir. Sence bu insan akıllı mıdır?
Ya da bu kişi, şu sözü söyleyen kişiye benzer: Bütün kanunlar Anayasa kitapçığında mevcuttur. Ben bu kitabı baştan sona okudum mu Anayasa profesörü olurum. Artık Anayasa profesörlerini dinlemeye ihtiyacım olmaz...
Evet, nasıl ki bu söz manasızdır ve Anayasa kitapçığını bir defa okumakla Anayasa profesörü olunamıyor; aynen bunun gibi, Kur’an’ı da mealinden okumakla müçtehid âlim olunmuyor.
Ya da bu kişi, şu sözü söyleyen kimseye benzer: Ben fizik kanunlarını tek başıma keşfedeceğim. Einstein ve emsallerini taklide ihtiyacım yok. Çünkü onlar da benim gibi bir insandır. Onlar da rakamları kullanmış ve hesap yapmıştır. Ben de aynı rakamları kullanarak aynı hesapları yapabilir ve doğru sonuçlara ulaşabilirim...
Bu sözde doğru bölümler vardır. Evet, Einstein da onun gibi bir insandır ve mesleğinde rakamları kullanarak hesaplar yapmıştır. Yanlış olan ise bu kimsenin kendisini Einstein’ın yerine koyması ve onun kadar yetenekli olduğunu zannetmesidir. Onun kadar yetenekli olmadığına delil ise tarihin bir elin parmaklarından fazla Einstein’ları nakledememesidir. Einstein olmak o kadar kolay olsaydı, herhâlde binlerce emsalinin gözükmesi gerekirdi. Demek, mesele rakamlarda değildir. Mesele, o rakamları kullanarak doğru neticelere ulaşmaktadır.
Aynen bunun gibi, mesele, Kur’an’ın ayetlerini ya da hadisleri okumada değildir. Mesele, Kur’an ve yüz binlerce hadisin içinden doğru hükmü çıkarmadadır. İşte bu özel yetenek de İmam-ı Azam, İmam Şafiî, İmam Malik, Ahmed İbni Hanbel ve emsallerine verilmiştir.
Belki sen iyi bir fıkıhçı ya da tefsir âlimi olabilirsin. Ama asla bir müçtehid âlim olamazsın. Asla İmam-ı Azam ve emsallerine yetişemezsin. Çünkü Allahu Teâlâ onlara farklı bir ihsanda bulunmuştur. Bu onların çalışarak kazandıkları bir yetenek değil, Allahu Teâlâ’nın onlara lütfettiği bir ikramdır.
A: Seninle işimiz zormuş, bunu anladım. Dediklerine verecek cevaplar bulmakta zorlandığımı itiraf ediyorum. Ben bu münazaranın bu kadar zor geçeceğini tahmin etmemiştim. Ya bu kadar sözü nereden buluyorsun?
B: Sen ve senin gibi mezhepsizler zannediyorlar ki bizim söyleyecek sözümüz ve davamızı savunacak delilimiz yok. Bu yüzden de kendinizi haklı zannediyorsunuz. Şunu iyi bilin ki savunduğumuz her meselede çok sözümüz ve çürütülemez delillerimiz vardır. Ve mesleğimizin hangi meselesi olursa olsun muhatabımızı mağlup eder, onu ikna ya da ilzam ederiz.
A: Ama beni yakalamak zordur. Bir deliği kapatsan başka bir delikten kaçarım. Bir soruya cevap versen başka bir soruyla karşına çıkarım.
B: Senin hünerin delikten deliğe kaçmaksa, benim hünerim de her deliği kapamaktır. Bakalım, münazaramızın sonunda kaçabilecek bir delik bulabilecek misin?
A: Bak, şimdi bir delikten girdim ve sana şu soruyu soruyorum: Ben de âlimim. Niçin içtihad yapmayayım? Onlardan ne eksiğim var?
B: Sana sorunun cevabını vereceğim. Ama iyi dinle, aklını ve vicdanını hakem yap!
Hakikatin mahiyeti bir olmakla birlikte, fertlerdeki tarz-ı tahakkuku farklı farklıdır. Mesela sinek de uçar ama kartal gibi değil. Buğday da sümbül verir ama ağaç gibi değil. Ayna da güneşi gösterir ama okyanus gibi değil…
Aynen bu misaller gibi, ilim hakikatinin de tarz-ı tahakkuku fertlerde farklı farklıdır. İlmin İmam-ı Azam ve emsallerindeki tecellisi ile bu asırdaki bizlerde tecellisi aynı değildir. Evet, ikisi de ilimdir ama mahiyetleri arasında yerden göğe kadar fark vardır.
Bu şuna benzer: İlkokulda matematik okunur ama oradan mühendis çıkmaz. Çünkü ilkokulda okutulan matematik mühendislik için yeterli değildir.
İşte bu asır, o asra kıyasla ilkokuldur. İçinde ilim okunur, âlim çıkar ama müçtehid çıkmaz. Çünkü bu asrın ilkokulu müçtehid yetiştirmeye elverişli değildir.
Müçtehid âlimlerin nasıl emsalsiz bir yeteneğe sahip olduğundan ve onlara yetişmenin asla mümkün olmadığından ileride bahsederiz. Şimdilik bu kapıyı açmıyor ve sana sadece şunu diyorum:
Maddi âlem ve içindeki eşya hakkında doğru bilgi edinmek için, nasıl o ilmin mütehassıslarına başvuruyor ve onların sözüne itimat ediyorsak; aynen bunun gibi, dinî konularda da doğru bilgiye ulaşmak için bu ilmin mütehassıslarına başvurmak zorundayız. Bu kişiler de müçtehid âlimlerdir.
A: Çok şey söyledin ama ben hâlâ “Niçin içtihad yapamıyorum?” kısmını anlamadım. Buna engel olan şey nedir?
B: Buna engel olan şey senin bu meseledeki yetersizliğindir. Şimdi, niçin içtihad yapamayacağını sana farklı bir cihetten anlatacağım. Herhâlde inadın ancak bu şekilde kırılacak.
Her meslek dalında "bilgi birikimini" ifade eden unvanlar vardır. Asistan, doktor, doçent yardımcısı, doçent, profesör gibi kavramlar, bilgi birikimini ve bilgi yeterliliğini ifade eden unvanlardandır. Her meslekte bu tür unvanlar olduğu gibi, fıkıh ilminde de fıkıh âlimlerinin mertebe ve derecelerini bildiren unvanlar vardır. Her bir unvan, o mertebedeki fıkıh âliminin bilgi seviyesini bildirmektedir. Fıkıh ilmindeki bu unvanlar ve bilgi mertebeleri yedi kısımdır. Bu mertebeler şunlardır:
Birinci mertebe müctehid-i fi'ş-şer tabakasıdır. Bu, mutlak müçtehid olan âlimlerin mertebesidir. Bu âlimler, dört delil olan Kur’an, sünnet, icma ve kıyastan hüküm çıkarmak için usul ve kaideler koymuşlar ve koydukları kaidelere göre hükümler çıkarmışlardır. İmam-ı Azam, İmam Şafiî, İmam Malik ve Ahmed İbni Hanbel Hazretleri bu tabakadaki âlimlerdendir.
Fıkıh âlimlerinin ikinci mertebesi müctehid-i fi'l-mezheb tabakasıdır. Bu âlimler mezhepte müçtehid olan âlimlerdir. Bunlar hüküm çıkarmak için usul ve kaideler koyamamışlar; mezhep imamlarının koyduğu kaidelere göre dört delilden hüküm çıkarmışlardır. İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve benzerleri bu tabakadadır.
A: Yani şimdi İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed içtihadın kurallarını belirleyememiş ve içtihad usulünde İmam-ı Azam’ı mı taklit etmiş?
B: Evet. Hanefi mezhebinin o koskocaman allameleri İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed, usulü fıkıhta İmam-ı Azam’ı taklit etmişler ve onun koyduğu usul kaidelerine göre ictihad yapmışlar. Yoksa sen ne zannediyordun, bu iş bu kadar kolay mıydı?
Fıkıh âlimlerinin üçüncü mertebesi müctehid-i fi'l-mesele tabakasıdır. Bunlar sadece bazı meselelerde içtihad yapabilen âlimlerdir. Bu âlimler, mezhep imamının bildirmediği ve hakkında içtihad yapmadığı meselelerde, mezhebin usul ve kaidelerine göre hüküm çıkarırlar. Ancak bu hükmün mezhebin kaidelerine göre çıkarılması şarttır. İmam Tahâvî, Ahmed b. Ömer, İmam Serahsî ve benzerleri fıkıh ilminin bu tabakasındadır.
A: Ne yani, şimdi İmam Serahsî mezhep imamının içtihad yaptığı bir konuda içtihad yapamıyor mu?
B: Evet, aynen öyle… İmam Serahsî gibi, “Şemsü'l-eimme” yani “İmamların güneşi” lakabıyla meşhur bir âlim bile mezhep imamının içtihad yaptığı bir meselede kendi fikrini ileri süremiyor ve içtihad yapamıyor. Sadece mezhep imamının, hakkında ictihad yapmadığı bir meselede, o da mezhep imamının belirlediği usul ve kaidelere göre içtihad yapabiliyor. İşte bu din bu hassasiyetle muhafaza edildi. Herkes kafasına göre hüküm verseydi, bu din böyle indiği gibi muhafaza olur muydu? Acaba lakabı “İmamların güneşi” olan İmam Serahsî Hazretleri içtihad yapamazken ve mezhep imamının sözünden dışarı çıkamazken, senin gibileri ne oluyor da içtihad yapmaya hevesleniyorsunuz?
Fıkıh âlimlerinin dördüncü mertebesi ashab-ı tahric tabakasıdır. Bunlar içtihad derecesinde olmayıp, sadece müçtehidlerin çıkardığı kısa ve kapalı bir hükmü açıklayan âlimlerdir. Bunlar delillerden hüküm çıkarmamışlardır. El-Cessas lakabıyla meşhur Ebû Bekr Ahmed b. Ali er-Râzî bu tabakadaki bir âlimdir. Evet, meşhur el-Cessas sadece bir mukalliddir. Mukallid "taklit eden" demektir. Yani el-Cessas mezhep imamını birebir taklit ediyor ve içtihad yapamıyor.
Merak ediyorum, acaba sen, el-Cessas’tan daha mı âlimsin ki onun yapamadığı bir işe cüret ediyorsun? Bil ki bu cüretin cehaletinden ve cehaletin verdiği cesaretten geliyor.
A: Anlamakta zorlanıyorum ya… Benim kolayca yaptığım işi el-Cessas nasıl yapamaz? O nasıl bir mezhep imamına tabi olur?
B: Yapmadı ve yapamadı, çünkü o haddini biliyordu ve haddinden tecavüz etmiyordu. Hata ederek Allah’ın gazabına maruz kalmaktan korkuyordu. Bu sebeple içtihad işini, kendinden daha ehil olan ilk üç mertebedeki fakihlere bırakmıştı. Ama sen ve senin gibiler ne haddinizi biliyorsunuz ne de hata yaparım da Allah’ın gazabına uğrarım diye bir derdiniz ve endişeniz var. Aklınıza nasıl gelirse öyle konuşuyor; sözüm ona, el-Cessasları bile geride bırakıyorsunuz.
Fıkıh âlimlerinin beşinci mertebesi ashab-ı tercih tabakasıdır. Bunlar müçtehidlerden gelen birkaç rivayet arasından birisini tercih edebilen âlimlerdir. Bunlar mukalliddir. Ashab-ı tercih tabakası fıkhi hükümlerde içtihad yapmamış, sadece mezhep imamlarını taklit ederek onların içtihatlarıyla amel etmişlerdir. Bunların özelliği, aynı meselede yapılan birkaç içtihattan birisini tercih edebilmeleridir. Yani bir meselede birkaç görüş varsa, bunlar bu görüşlerden tercih ettikleri ile amel edebilirler. Ebu'l-Hasan Kudûrî ve emsalleri bu tabakadadır.
Şimdi şunu bir düşün, Ebu'l-Hasan Kudûrî gibi bir zat içtihad yapamıyor ve sadece farklı görüşlerden birini tercih edebiliyor. O hâlde sizlere ne oldu da kolayca içtihad yapıyor ve pervasızca konuşabiliyorsunuz!
Fıkıh âlimlerinin altıncı mertebesi ashab-ı temyizdir: Bu mertebede bulunanlar da mukallid olup, bir mezhep imamına bağlıdırlar. Bunların özelliği, bir mesele hakkında gelen çeşitli rivayetleri kuvvetlerine göre sıralayıp yazabilmeleridir. Bunların kitaplarında reddedilen bir rivayet bulunmaz.
Ve geldik fıkıh âlimlerinin yedinci mertebesine. Yedinci mertebe ashab-ı fetva tabakasıdır. Bu tabakaya özellikle dikkat etmeni istiyorum. Bu tabakadaki âlimler, zayıf haberleri kuvvetlilerinden ayırabilen ve bir mezhep imamına bağlı olan mukallidlerdir. Bunlar okuduklarını iyi anladıkları ve anlayamayan diğer mukallidlere açıkladıkları için fıkıh âlimlerinden sayılmışlardır. Yani bunlara fıkıhçı denmesinin sebebi, müçtehidlerin eserlerini çok iyi anlayabildikleri içindir. Yoksa içtihad falan yapamazlar.
Ömer Nasuhi Hazretleri, “Hukuk-u İslamiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu” isimli eserinde, müçtehidlerin bu yedi tabakasını izah ettikten sonra, İbni Âbidin Hazretlerini yedinci tabakaya misal vermektedir. İbni Âbidin Hazretleri dokuzuncu asrın en büyük Hanefi fıkıhçılarından olup, “Reddü'l-Muhtar” isimli fıkıh eserinin sahibidir.
Yani günümüzdeki bütün fıkıhçıların kaynak kitap olarak kullandığı “Reddü'l-Muhtar”ın sahibi olan İbni Âbidin Hazretleri sadece mukallid olup, ictihad yapamıyor ve fıkhi meselelerde İmam-ı Azam Hazretlerini taklit ediyor, ona tabi oluyor.
Hâl böyle iken, nasıl olurda sen, İbni Âbidin Hazretlerinin yapamadığı içtihadı, daha onun yazdığı eseri okumaktan ve anlamaktan âciz iken yapabilirsin?
İçtihad yapmanın ne kadar zor olduğunu vereceğim şu örneklerle de anlayabilirsin:
“İnsanların ve cinlerin müftüsü” lakabıyla meşhur olan Şeyhülislam Ebu's-Suud Efendi, asrının güneşi olan ve “Hüccetü'l-İslam” yani “İslam’ın Delili” lakabıyla meşhur olan İmam-ı Gazali hakkında şöyle der: İçtihada ait meselelerde, müçtehid olmayan İmam-ı Gazali ve emsallerinin sözlerine itimat caiz değildir.
Düşün bir kere, İmam-ı Gazali gibi bir Hüccetü'l-İslam içtihad yapamıyor ve fıkhi meselelerde İmam Şafiî’nin mezhebine girerek ona tabi oluyor. Ve Ebu's-Suud Hazretleri: “İmam-ı Gazali’nin kendi mezhebine ters düşen bir sözü olursa ona itibar edilmez.” diyor.
Şimdi sana soruyorum: İmam-ı Gazali gibi, asrının güneşi olan bir allame bile içtihad yapamazken ve İmam Şafiî Hazretlerine tabi olurken, sana ve emsallerine ne oldu da içtihada heveslendiniz ve kendinizi içtihada ehil görmeye başladınız? Acaba İmam-ı Gazali’den daha mı âlimsiniz ki onun girişemediği bir işe girişiyorsunuz?
Yine Celâleddin-i Süyûtî Hazretleri ki ezberinde 200.000 hadis-i şerifi vardı. Ve yakaza dediğimiz uyanıklık âleminde tam 70 defa Peygamberimiz (a.s.m.) ile görüşmüştü. Yani Peygamberimiz (a.s.m.) vefatından sonra tam 70 kere Süyûtî Hazretlerine misafir olmuş ve ona temessül etmiş.
Acaba Süyûtî Hazretleri nasıl bir makama sahipti ki 70 defa Peygamberimizin sohbetine mazhar olmuş! Aynı zamanda bu zat değişik ilimlerde tam 400 eser yazmış.
İşte böyle bir zat içtihad yapmak istediğinde, zamanın âlimleri: “İçtihad devri geçmiştir. Sen içtihad yapmaya muktedir değilsin.” diyerek onu içtihattan menetmişler.
Şimdi yine sana soruyorum: 200.000 hadis-i şerifi senetleri ve ravileriyle birlikte ezberleyen, 400 değişik eserin müellifi olan ve 70 defa Peygamberimizin sohbetine uyanıkken mazhar olan bir zat içtihad yapamıyor da size ne oluyor da Celâleddin-i Süyûtî’nin yapamadığını yapmaya çalışıyorsunuz? Acaba kendinizi Süyûtî Hazretlerinden daha mı âlim zannediyorsunuz? Onun ezberinde 200.000 hadis vardı. Sizin ezberinizde 200 hadis var mı? Sen ve emsalin, Süyûtî Hazretlerinin eserlerini anlamaktan bile âcizsiniz. Nerede kaldı, ona yetişmek ve onu geçmek! Geçtiğini zanneden ancak zannıyla hükmeder ve vehmiyle geçer. Hakikatte ise sizin boğulduğunuz yerde onun topuğu bile ıslanmamıştır.
Yine Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri içtihadın zorluğunu şöyle anlatıyor: Bir usul kaidesidir ki fakih olmayan, velev ki usul-ü fıkıhta müçtehid dahi olsa, icma-ı fıkıhta muteber değildir. Çünkü onlara nispeten âmîdir.
Bu ibareyi biraz açayım istersen. Gerçi sen büyük âlimsin, anlamışsındır ama ben yine de biraz sadeleştirip açayım:
Usul-u fıkıh, fıkhın usul ve kaidelerini öğreten derin bir ilimdir. Değil bu ilimde müçtehid olabilmek, bu ilmi öğrenmek bile bir ömür alır. Bununla birlikte, faraza bir kimse, kendisine ihsan edilen özel bir yetenekle bu ilimde müçtehitlik makamına ulaşsa, yine de fetva veremiyor ve dört delilden hüküm çıkaramıyor; onun sözüne itibar edilmiyor.
Bediüzzaman Hazretlerinin, “Onlara nispeten âmîdir” sözü de çok manidardır. Âmî "okuma-yazma bilmeyen" kişiye denir. Demek, usul-u fıkıhta müçtehid bile olsa, mezhep imamlarına kıyasla okuma-yazma bilmeyen bir çocuk gibi sayılıyor.
Acaba usul-u fıkıh ilminin müçtehidleri, mezhep imamlarına kıyasla okuma-yazma bilmeyen bir çocuk gibi olursa, usul-u fıkıhtan habersiz olan sen ve emsalin, onlara kıyasla hangi mertebede olursunuz? Ve bir usul-u fıkıh müçtehidinin yapamadığı dört delilden hüküm çıkarma işini, sizler nasıl yaparsınız?
Hani adamın biri demiş ya: “Abdestsiz namaz olmaz diyorlar, ben kıldım oldu.” Yahu olmadı, sadece sen olduğunu zannediyorsun ve oldu kabul ediyorsun. Aynen bu adam gibi, siz de içtihad yaptığınızı zannediyorsunuz. “Yaptım, oldu.” diyorsunuz. Lakin olmadı ve olmaz. Sözünüzün hakikatte hiçbir kıymeti yoktur. Siz yapıyorum zannediyorsunuz! Aslında yaptığınız, kendinizi ateşe atmaktan başka hiçbir şey değil!
A: Bu yedi tabakayı kim belirlemiş? Ben bunları kabul etmiyorum. Kabul etmek zorunda da değilim.
B: O zaman ben sana bir soru sorayım: Asistan, doktor, doçent ve profesör gibi unvanları kim belirlemiş.
A: Kim belirleyecek, eğitim işiyle uğraşan akademisyenler belirlemiştir herhâlde.
B: Yani ilgili ilmin uzmanları ve mütehassısları belirlemiş, öyle mi?
A: Herhâlde öyledir.
B: Peki, sen şimdiye kadar bu unvanlara hiç itiraz ettin mi? Ya da edeni hiç gördün mü?
A: Yoo, hiç itiraz etmedim ve edeni de görmedim.
B: Peki, şöyle bir şey görseydin: Faraza, okuma-yazma bile bilmeyen birisi deseydi ki: “Bu unvanları kim belirlemiş ya! Ben bunları tanımam. Ben de profesörüm. Profesör unvanını almak için onların dediği eğitimleri almak zorunda değilim. Ben kendimi profesör kabul ediyorum. Bu kabul de benim için yeterlidir.” Böyle diyen bir kişi görseydin ona ne derdin?
A: Vallahi onun bu saçma sözlerine cevap bile vermez, sadece hâline gülerdim. Zaten bu kadar saçmalayabilen birine ne denilse boştur. Adam daha okuma-yazma bilmiyor ama kendini profesör ilan etmiş. Ben bu adama ne diyeyim; “Divanedir.” der, kendi hâline bırakırım.
B: Peki, senin bu kişiden farkın var mı? Sen de aynısın. O kişi; doktor, doçent ve profesör gibi unvanlar için gereken bilgi birikimini inkâr ederek kendisini profesör ilan etmiş; sen de fıkıh âlimlerinin tabakalarını inkâr ederek kendini müçtehid kabul etmişsin. Hatta sadece müçtehitlikle de yetinmiyor; içtihat yapabilen ilk üç tabakadan birinde olduğunu iddia ediyorsun.
Profesör olmadığı hâlde kendini profesör kabul eden kişiyi yine bir cihette anlamak mümkündür. Zira profesörlük unvanı öyle zor kazanılan bir unvan değildir. Lakin senin gibilerini anlamak oldukça zor! Zira sizin kendinizi gördüğünüz makam ile o makamın hakikati arasında yer ile gök arası kadar mesafe var. Sizin hâliniz, ağustos böceğinin kendisini güneş zannetmesine benziyor.
A: Ya sen bu sözleri bırak, bana Kur’an’dan haber var. Kur’an’da mezhep diye bir şey var mı?
B: Zaten her zaman böyle yaparsınız, sıkıştınız mı hemen “Kur’an’da var mı?” demeye başlarsınız. Sana bir şey soracağım: Her şeyin Kur’an’da olması mı lazım? Kur’an’da olmayan bir şey kabul edilemez mi? Eğer böyleyse, ben sana soruyorum:
Kur’an’da namazların rekât sayısı var mı? Mesela sabah namazının farzı kaç rekât ve nasıl kılınacak, bunu bana Kur’an’da gösterebilir misin?
Ya da Kur’an “Zekât verin” diyor. Hangi maldan ve ne oranda zekât vereceğimizi bana Kur’an’da gösterebilir misin? Mesela balın zekâtı nedir? Hububatın zekâtı nedir? Develerin zekâtı kaçta kaçtır? Bunları ve zekâtın diğer meselelerini Kur’an’da gösterebilir misin?
Hayır, gösteremezsin. Çünkü zekât ile ilgili bu meseleler Kur’an'da geçmemektedir.
Şimdi, Kur’an’da zekâtın nisabı geçmiyor diye biz kafamızdan bir ölçü mü belirleyeceğiz yoksa sünnet-i seniyyeye bakarak ölçüyü ondan mı öğreneceğiz?
Misalleri çoğaltabilir hatta sana binden fazla misal verebilirim. Sana demek istediğim şey şu: İslam’ın tek kaynağı Kur’an değildir. Kur’an ile birlikte, sünnet, icma ve kıyas da birer şer’î delildir.
Hem sen, “Kur’an’da mezhep var mı?” derken, Kur’an’da neyi bulmak istiyorsun? Yani Cenab-ı Hak kullarına dört mezhepten birini mi emredecek? Ya da İmam-ı Azam’ın, İmam Şafiî’nin ve diğerlerinin ismini zikrederek, mesela “Ey kullarım! İmam-ı Azam’a uyun. Ya da İmam Şafiî’ye uyun.” gibi bir emir mi verecek? Bunu mu bekliyorsun?
Yahu sen Kur’an’ın ruhundan ve indiriliş gayesinden ne kadar gafilsin! Eğer Kur’an’ın indiriliş hikmetini bir parça bilseydin, “Kur’an’da mezhep var mı?” diye bir soru sormazdın.
A: Kur’an’da mezhebi gösteremeyince böyle mi oldu? Ben bir daha aynı şeyi diyorum: Bana Kur’an’da mezhebi göster. Yoksa ben mezhep falan tanımam.
B: Bak kardeşim, Kur’an’da aşikâr bir şekilde elbette mezhep ve mezhep imamlarından bahsedilmez. Ancak Kur’an bize, kendisiyle amel edeceğimiz ve hayatımızın her anını kuşatacak düsturları öğretir. Anladım ki sen bu düsturların cahilisin. Hem beni de Kur’an’ı bilmez biri zannediyor ve Kur’an’la beni sıkıştıracağını zannediyorsun. Öyleyse ben de sana Kur’an’ın lisanıyla ve onun düsturlarıyla konuşayım. Bakalım, Kur’an’ın bu düsturlarından ne kadar haberdarsın.
Nisa suresi 58. ayet-i kerimede, “Allah size, emanetleri ehline vermenizi emrediyor.” buyrulmuştur. Bu ayet-i kerimede emanetleri ehline vermemiz emredilmiştir. Bu bir hayat düsturu olup, bütün işlerimiz için geçerlidir.
Madem Allahu Teâlâ bizlere, her emaneti ehline vermemizi emretmiş, o hâlde cevabını aramak ve bulmak zorunda olduğumuz soru şudur:
— Kitap, sünnet, icma ve kıyas dediğimiz dört delilden hüküm çıkarmak ve bir mesele hakkında fetva vermek -yani içtihad yapmak- bir emanettir. Acaba bu emanetin ehli kimdir? Ve bu emanet kime verilecektir?
Şimdi sana soruyorum:
— Yüz bin hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezberleyene hadis hafızı denir. Acaba hadis hafızlarının dahi fıkhi meselelerde kendilerine tabi oldukları mezhep imamları mı içtihatta emanet ehlidir? Yoksa senin gibi, yüz bin değil, yüz hadis bile ezberinde olmayan cahiller mi?
— Fıkıh âlimlerinin ilk üç tabakası olan; müctehid-i fi'ş-şer, müctehid-i fi'l-mezheb ve müctehid-i fi'l-mesail mertebesinde olan âlimler mi delillerden hüküm çıkarmada emanet ehlidir? Yoksa senin gibi, fıkıh âlimlerinin tabakalarından bile haberdar olmayan cahil cesurlar mı?
— İmam-ı Gazali’den tut İmam-ı Rabbânîlere kadar, El-Cessas’tan tut İmam Süyûtîlere kadar, her asırda gelmiş ve asırlarını ilimleriyle aydınlatmış âlimlerin, kendilerine tabi olduğu dört mezhep imamı mı fetvada emanet ehildir? Yoksa senin gibi takva ve ilim fakirleri mi?
İmam Malik ki sünnete son derece bağlı biriydi. Hazreti Peygamber (a.s.m.)'a da ileri derecede saygılıydı. Yaşlandığı zamanlarda bile Medine'de herhangi bir hayvana binmez; "Allah'ın peygamberinin medfun olduğu bu şehirde ben hayvana binemem. Resulullah’ın bedeninin gömülü olduğu bir toprağa hayvan üzerinde basmaktan hayâ ederim" derdi. Hadis rivayet edeceği zaman önce abdest alır, temiz ve yeni elbiseler giyer, güzel kokular sürünür, sonra büyük bir saygı ve vakar içinde hadisi naklederdi.
— Acaba böyle bir edep abidesi mi fetvada ehildir? Yoksa senin gibi bu zamanın edepsizleri mi?
İmam Malik, kendilerinden hadis aldığı kişilerin güvenilir, zühd ve takva sahibi olmalarına son derece dikkat ettiği gibi, aynı zamanda hadis ehlinden olmalarına da dikkat ederdi. Bu konudaki hassasiyetini şu sözleriyle dile getirmiştir: (Mescidi Nebevi'nin sütunlarını göstererek) Şu sütunların dibinde, "Peygamber (a.s.m.) şöyle dedi" diyen yetmiş kişiye rastladım. Bunların hiçbirinden bir şey almadım. Bunlar belki beytülmal kendilerine emanet edilecek kadar güvenilir kişilerdi. Fakat onların hiçbiri hadis nakletmeye ehil değillerdi.
— Acaba hadis kabul etmede ve rivayetinde bu kadar titiz olan İmam Malik mi içtihatta emanet ehlidir? Yoksa hadis ilminden haberi olmayan sen ve emsalin mi?
Söyle bana, Kur’an bize, her işte emaneti ehline vermemizi emrediyor. İçtihad emanetini vereceğimiz ehil kimdir?
A: Ya ben senden apaçık bir ayet istiyorum. Sen bana “emanetleri ehline verme” ayetini gösteriyorsun. “Emanetleri ehline verme” ayeti mezhep hakkında mıdır?
B: Ben direkt mezhep hakkında olmadığını başta söyledim. Ama bu bir düsturdur ve bütün emanetler için geçerlidir. Hatta gözün, dilin ve aklın gibi cihazlar dahi birer emanettir. Bunları ehline vermek de onları asıl vazifelerinde çalıştırmaktır.
A: Sen bana başka bir ayet göster. Bununla tatmin olmadım. Başka göstereceğin ayet var mı?
B: Gösteririm göstermesine ama göstermeden önce yine aynı şeyi söyleyeceğim. Ayet-i kerimenin direkt bir mezhebe tabi olmaktan bahsetmesi gerekmez. Ayetlerin külli ve umumi düsturlarını hem mezhep konusunda hem de hayatımızın diğer işlerinde tatbik edebiliriz hatta etmeliyiz de. Kur’an’ın indiriliş maksadı zaten budur.
Âl-i İmran suresinin 110. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulmuştur: Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ve Allah'a inanırsınız.
Bu ayeti kerimede, bu ümmet ve bu ümmetin âlimleri, Allah tarafından, iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmekle vasfedilmiştir. O hâlde bu ümmetin ittifakla emrettikleri şeyin, iyilik; ittifakla nehyettikleri şeyin de kötülük olması gerekmektedir. Aksi olamaz. Yani iyiliği menedip, kötülüğü emretmezler. Zira bu, Kur’an’ın mezkûr ayetinin beyanına zıt olur ki bu da mümkün değildir.
Madem bu ümmetin ve bilhassa âlimlerinin emrettiği şey, hayır; nehyettiği şey de şerdir, o hâlde elbette mezhepsizlik haram ve bir mezhebe bağlanmak da vacip olmalıdır. Zira bu ümmetin âlimleri 14 asır boyunca mezhepsizliğin kötü bir şey olduğunu söyleyerek mezhepsizliği nehyetmiş ve bir mezhebe bağlanmayı emretmiştir. Şimdi bu beyanlardan bir kaçını nakledelim:
İmam-ı Gazali Hazretleri şöyle diyor: Müçtehid olmayanın bir mezhep imamına tabi olması gerekmektedir. Mukallidin (yani Kur'an’dan ve hadislerden hüküm çıkarma gücü olmayanların), tabi olduğu mezhep imamının sözü dışına çıkması caiz değildir. Çıkar diyen kimse de yoktur. Her yönden ona uyması gerekmektedir. Uyduğu mezhep imamına muhalefeti çirkin bir harekettir ve bu muhalefeti sebebiyle günahkârdır. Bu asırda yaşayanlar içinde müçtehid yoktur. Müçtehid olmayanlar da kendilerine sorulan meseleye ancak tabi oldukları mezhep imamından naklederek cevap verebilirler. Mezhep imamının içtihadını terk etmesi caiz değildir.
Ahmed bin Muhammed Tahtâvî Hazretleri şöyle diyor: Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan dalalete düşer. Kurtuluş yolu, Ehl-i sünnet ve'l-cemaat denilen dört mezhepte toplanmıştır. Bu dört mezhep; Hanefi, Maliki, Şafiî ve Hanbeli’dir. Bu zamanda bu dört hak mezhepten birine tabi olmayan ehl-i bid’a olup cehenneme gider.
Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri şöyle diyor: Hakikat namazında kıblen dört mezhep olsun.
Abdülganî en-Nablusî Hazretleri şöyle diyor: Bugün dört mezhepten başkasına uymak caiz değildir. Zira dört mezhepten başkasına uymak, icmadan ayrılmak olur ki bu caiz olmaz.
İmam-ı Rabbânî Hazretleri şöyle diyor: Mezhepten ayrılmak ve mezhepsiz olmak ilhad yani küfürdür. Dört mezhepten birini terk eden, boynundan İslam ipini çıkarmıştır.
İbni Melek şöyle diyor: Şimdi yeryüzündeki bütün Müslümanlar mukallittir. Yani taklit ehli olup bir mezhebe bağlanması gerekmektedir. Bir mukallid ne kadar âlim olursa olsun içtihatta bulunamaz. Ancak müçtehidlerin bildirdikleri hükümleri naklederler.
İbni Âbidin ve Şevâhidü'l-Hak Hazretleri şöyle diyor: İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki: Hicretin dördüncü asrından sonra tek başına içtihad yapabilecek âlim dünyaya gelmemiştir. Şimdi bütün Müslümanların bilinen dört mezhepten birine uymaları lazımdır. Çünkü şimdi Kur’an'ın ve hadis-i şeriflerin tamamını anlayıp, bunlardan hüküm çıkarabilecek ilim sahibi yoktur. Zaten bir mezhebe uyulursa, Kur’an'a ve Resulullah’ın sünnetine uyulmuş olur.
Celâleddin-i Süyûtî gibi büyük bir âlim müçtehid olduğunu söyleyince, zamanındaki âlimler Süyûtî Hazretlerine bir soru sordular ve ona: "Önceki âlimler bu mesele hakkında iki farklı cevap vermişlerdir. İçtihadın en aşağı derecesinde olan bunlardan birini seçebilir. Sen müçtehid isen bunlardan birini seçip bize haber ver.” dediler. Süyûtî Hazretleri Allah’tan korktuğu için, isabet edememe endişesinden dolayı birini seçmeğe cesaret edemedi.
İbni Hacer Hazretleri bu olay üzerine der ki: En aşağı derecedeki içtihad olan, iki haberden birini tercih etme işi böyle zor olursa, mutlak müçtehid olmanın imkânsızlığı anlaşılmalıdır.
Şeyhülislam Zekeriyya Hazretleri şöyle der: Mezhep imamları, kapalı olarak bildirilen hadis ve ayetleri izah edip açıklamasalardı, bunların hiçbirini anlayamaz ya da yanlış anlardık.
Büyük âlim Muhammed Hâdimî Hazretleri "Berika" kitabında şöyle diyor: Şer’î delillerin kitap, sünnet, icma ve kıyas olarak dört olması, içtihad mertebesindeki müçtehid âlimler içindir. Mukallidler (yani müçtehid olmayanlar) için delil ve senet, bulunduğu mezhebin hükmüdür ve mezhep imamının görüşüdür. Çünkü mukallidler ayet ve hadisten hüküm çıkaramaz. Bunun için, mezhebin bir hükmü ayet ve hadislere uymuyor gibi görünse de yine o mezhebe uymak gerekir. Çünkü ayet ve hadislerin tevili gerekebilir, neshedilmiş ve hükmü kalkmış olabilir. Bunu da ancak müçtehid âlimler bilir.
İmam Şafiî Hazretleri şöyle diyor: İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin görüş ve içtihadını beğenmeyene Allahu Teâlâ lanet etsin! Çünkü bütün müçtehidler, İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin çocukları hükmündedir.
Tâceddin-i Sübkî Hazretleri şöyle diyor: Peygamberlerin varisi olan mezhep imamlarına karşı edepli olunmalıdır. Din imamlarına dil uzatan felakete gider. Onların her sözü bir delile dayanır.
Muhammed Zâhid Kevserî şöyle diyor: Mezhepsizlik, dizsizliğe giden köprüdür.
Tahtâvî Hazretleri şöyle diyor: Ehl-i sünnetin onlarca mezhebinden dört tanesi kitaplara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur. Müçtehid olmayanların bütün hareketlerinde ve ibadetlerinde bir müçtehide tabi olması yani bu dört mezhepten birinde bulunması gerekmektedir.
Bu meselede söylenen sözlerin tamamını nakledecek olsak hususi bir kitap olabilir. Zira 14 asır boyunca her âlim bir mezhebe bağlanmanın şart olduğunu ve mezhepsizliğin caiz olmadığını beyan etmiştir. Meseleyi daha fazla uzatmamak için bu kadar nakille yetiniyor ve şimdi sana diyorum ki:
Âl-i İmran suresi 110. ayet-i kerime, bu ümmetin hayırlı bir ümmet olarak insanlar için çıkarıldığını ve hayırlı ümmet olması altında yatan ana sebebin de iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek olduğunu bildirmiştir. Demek, iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek bu ümmetin bir vasfıdır. Yine bu ümmet, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın, “Ümmetim asla dalalet üzerinde birleşmez.” hadisiyle, asla batılda ittifak etmeyecektir. O hâlde şu muhakemeyi yapabiliriz:
– Madem Kur’an’ın ifadesiyle, bu ümmetin vasfı iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmektir.
– Ve madem Peygamberimiz (a.s.m.)'ın beyanıyla, bu ümmet asla batılda ittifak etmeyecektir.
– O hâlde hakkında ittifak edilen bir mesele batıl olmayıp hak olacaktır.
– Madem hakkında ittifak edilen mesele hak olacaktır, o hâlde bir mezhebe bağlanmak da hak olmalıdır. Zira İslam âlimlerinin tamamı bu meselede ittifak etmiş ve hepsi bir mezhebe bağlanmanın şart olduğunu söylemiştir. Hatta sadece sözle yetinmeyip, yüz bin hadis-i şerifi senetleriyle birlikte bilen o büyük âlimler, dört mezhepten bir mezhebe tabi olarak, fıkhi konularda o büyük mezhep imamlarını taklit etmişlerdir.
A: Yaptığın izahlar mantıklı, kabul ediyorum. Ancak yine ayet-i kerimeyle kurduğun alaka bana göre çok uzak. Sadece “bu ümmetin iyiliği emretmesi ve kötülüğü nehyetmesi” vasfıyla, bir mezhebe bağlanmanın gerekliliğini ispat edemezsin.
B: Ben, “Bu ayet sadece mezhep hakkında inmiştir.” demiyorum ki. Şunu diyorum: Bu ayet, bu ümmetin ve bilhassa bu ümmetin âlimlerinin ittifakla emrettiği şeyin, hayır; ittifakla nehyettikleri şeyin de şer olduğunu bildirmektedir. Sen şimdi bunu dilediğin meselede kullanabilirsin. Neyin iyi neyin kötü olduğunu anlamanın bir kısa yolu, ümmetin o meseledeki ittifakına bakmaktır. Yani bütün ümmet bir şeye kötü diyorsa, o şey iyi olamaz. İyi diyorsa da kötü olamaz. Bu ümmetin âlimleri mezhepsizliğe kötü demiş. Onların kötülüğünde ittifak ettiği bir mesele iyi olamaz. Ben bunu diyorum.
A: Bence kurduğun alaka yine de çok uzak. Dediklerin mantıklı ama dolaylı… Bana daha kuvvetli bir ayet göstermelisin.
B: Daha çok ayetler gösterebilirim. Ama yine hatırlatıyorum: Ben, "Bu ayet mezhep hakkında inmiştir." demiyorum. “Bu ayetin bildirdiği düstur ile mezhep meselesine baktığımızda bir mezhebe bağlanmanın gereği ortaya çıkıyor.” diyorum. Bu meseleyi iyi anla ki beni ayetleri yanlış teville suçlama.
Âl-i İmran suresi 7. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: Hâlbuki müteşabih ayetlerin tevilini (yani izahını) Allah'tan ve ilimde râsih olanlardan başkası bilmez.
Ayette geçen müteşabih: Manası gizli olup, zahirî manasından başka manaya gelen ayetlerdir.
“Râsih” kelimesinin lügat manası ise: İlim ve fennin derinliğine vukufiyet, sağlamlık, tam manasıyla sabit olmak ve yerleşmek demektir.
Bu ayet-i kerimede, Kur’an’ın müteşabih kısmının manasını sadece Allah’ın ve ilimde râsih olanların bileceği; Allah ve râsih âlimlerden başkasının ise Kur’an’ın müteşabih kısmını anlayamayacağı beyan buyrulmuştur. O hâlde diyebiliriz ki: Kur’an’ın müteşabih kısmını anlayabilmek için tek yol, ilimde râsih olmak ya da ilimde râsih olanlara başvurmaktır.
“İlimde râsih olmayı” İmam-ı Rabbânî Hazretleri şöyle izah ediyor: Râsih âlimler, nefislerini tam manasıyla mutmain etmişler ve bu sebeple, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’a uymanın hakikatinden ibaret olan şeriatın hakikatini kazanmışlardır. Bu kemal başkalarında bulunmaz. Biz burada "râsih âlimlerin" bir alametini açıklayalım ki zahiri bilen herkes ilimde râsih olduğunu iddia etmesin ve nefs-i emmâresini, nefs-i mutmainne zannetmesin. Râsih âlim o kişidir ki: Onun için, kitap ve sünnetin müteşabih kısmının tevil ve izahında büyük bir nasip vardır. Ayrıca onlar için, Kur’an surelerinin başlarında bulunan mukattaa harflerinin sırlarından da büyük bir hisse vardır.
Demek, ilimde râsih olanlar, ilim ve amel ayaklarıyla ilimlerin madenlerine ulaşan ve çalışarak elde ettikleri ilimlerini, Allah tarafından verilen ledünnî ilimlerle birleştiren kimselerdir.
İlimde râsih olma hususunda çok sözler söylenmiş ve pek çok izahlar yapılmıştır. Ben meselenin bu cihetini daha fazla uzatmamak için bu kadarla iktifa edip, ayetin, mezhep imamlarına uymaya işaret eden bölümüne geçmek istiyorum.
Mezkûr ayet-i kerimede iki hususa dikkat çekilmiştir:
1. Kur’an’da müteşabih kısmın varlığına.
2. Bu müteşabih kısmın manalarını sadece Allah’ın ve ilimde râsih olanların bildiğine.
Şimdi sana sorum şu: Madem Kur’an’ın müteşabih kısmı var. Ve madem bu müteşabih kısmı sadece Allah biliyor ve ilimde râsih olanlar anlayabiliyor. Acaba sen ilimde râsih olanlardan mısın? Eğer değilsen -ki olmadığın her hâlinden bellidir- Kur’an’ın bu müteşabih kısmını anlayabilmek için ne yapacaksın?
Elbette yapabileceğin tek şey, ilimde râsih olanlara başvurmaktır. Eğer ilimde râsih olanlara başvurmayıp, kendi başına Kur’an’ın müteşabih kısmının manasını anlamaya çalışırsan, ya anlayamaz ya da yanlış anlar ve kendine yazık edersin. Çünkü Allahu Teâlâ, bu kısmı sadece ilimde râsih olanların anlayabileceğini bildirmiştir. İlimde râsih olmanın da ne demek olduğunu izah ettik ki sen asla onlardan değilsin.
Ayrıca Kur’an’ın müteşabih kısmı olduğu gibi, hadislerin de müteşabihi vardır. Ve bu müteşabihler Kur’an’dakinden daha çoktur. O hâlde hadisin müteşabihini anlamak için de Kur’an’ın müteşabihini anlamak için başvurduğumuz yola başvurmak, yani onu da râsih âlimlere sormak ve işin aslını onlardan öğrenmek zorundayız.
İlimde râsih olmayan bizlerin, Kur’an’ın ve hadislerin müteşabihini anlamak için ilimde râsih olanlara başvurması gerekliliği ayan beyan belli olduktan sonra, şimdi sana şu soruları sormak istiyorum:
— Acaba bir milyon hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezbere bilen Ahmed İbni Hanbel Hazretleri mi ilimde râsihtir? Yoksa ezberinde yüz hadis bile olmayan sen ve emsalin mi?
— Acaba Kur’an'ın şer’î ve lügat manalarını ve bunların kısımları olan hass, âmm, müşterek, sarih, kinaye, zahir, nass, hafi, müşkil, müteşabih, dall-i bi'l-ibare, dall-i bi'l-iktiza, dall-i bi'l-işare, nâsih, mensuh ve diğer aksamı kendilerinde meleke hâline gelmiş mezhep imamları mı râsih âlimdir? Yoksa Kuran’ı ancak yüzünden okuyabilen sizler mi?
— Acaba sadece bir haftada Kur’an’ın tamamını ezberleyebilecek kadar zeki olan İmam Muhammed mi ilimde râsihtir? Yoksa kalbinde Kur’an’dan toplam on sayfa bile olmayan nasipsizler mi?
— Acaba bir sayfayı okurken eliyle karşı sayfayı kapatan ve “Niçin böyle yapıyorsunuz?” sorusuna, “Gözüm o sayfaya ilişince sayfanın tamamını ezberliyorum.” diyerek cevap veren ve bir sayfayı sadece bir defa görmekle ezberleyen İmam Şafiî gibi bir deha mı ilimde râsihtir? Yoksa unutkanlık hastalığına müptela olmuş, bırak okuduğunu ezberlemeyi ve ezberlediğini unutmamayı, daha bir gün önce yediği yemeği bile unutan sizler mi?
— Acaba daha 10 yaşlarında iken, 40 senede tahsil edilebilen bir ilmi sadece 3 ayda tahsil ederek 90 cilt kitabı ezberleyen Bediüzzaman Said-i Nursi mi ilimde râsihtir? Yoksa okuduğu kitabı bile anlamakta zorlanan cahiller mi?
— Acaba İmam Şafiî’nin beyanıyla, bütün fıkıhçıların babası hükmünde olan İmam-ı Azam mı ilimde râsihtir? Yoksa bu büyük âlimlere hakareti kemal bilen zavallılar mı?
Soruları çoğaltmak mümkün. Benim bu sorulara verdiğimiz tek cevap şu: Başta dört mezhep imamı olarak, onların yolundan giden büyük âlimler ve allameler ilimde râsihtir. Ve biz hem Kur’an’ın hem de hadislerin müteşabihini onlardan öğreniriz.
A: Ya soruların aklımı biraz başıma getirdi ama daha teslim olmama çok var. Söylediklerin mantıklı olmakla birlikte, ben yine de bir mezhebe tabi olmayı daha açık emreden bir ayet-i kerime görmek istiyorum. Galiba hazinende böyle bir ayet yok. O yüzden evirip çeviriyorsun.
B: Var var hem de birkaç tane var. Ama gördüğüm şey şu ki sen açıkça İmam-ı Azam’ın ve diğerlerinin ismini Kur’an’da görmek istiyorsun; “Görmezsem kabul etmem.” diyorsun. Bunun olmayacağını sana söylemiştim. Senin amacın öğrenmek değil, inat ederek inkâr etmek. Hani aramızda bir altın kural vardı. Aklın ve vicdanın kabul ettiği şeyde inat ederek muhalefet etmeyecektik. Sana anlattığım şeyleri aklın ve mantığın kabul etmiyor mu?
A: Kabul ediyor da… Biraz daha açık olsa daha çok kabul edecek.
B: O hâlde ben de sana daha açık bir ayet-i kerime göstereyim:
Nisa suresinin 115. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulmuş: Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber'e karşı çıkar ve müminlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.
İmam Şafiî Hazretleri, icmanın (yani İslam âlimlerinin bir mesele hakkındaki ittifaklarının) şeriatta bir delil olduğuna ve hakkında icma olan bir hükme muhalefet etmenin haram olduğuna bu ayet-i kerimeyi delil göstermiştir. İmam Şafiî Hazretleri, bu ayetin icmaya delaletini şöyle izah eder:
Bu ayet-i kerimenin beyanıyla, “müminlerin yolundan başka bir yola uymak” yasaktır ve haramdır. O hâlde müminlerin yoluna uymak vacip olmalıdır. Müminlerin yoluna da icma denir. Ayrıca Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimesiyle, müminleri iki şeyle tehdit etmiştir:
1. Allah'ın resulüne muhalefet etmek.
2. Müminlerin yolundan başka bir yola uymak.
Sadece Peygambere muhalefet etmenin böyle bir tehdidi tek başına gerektirdiği kati delillerle sabittir. Dolayısıyla “müminlerin yolundan başka bir yola uymak” tek başına tehdidi gerektirmemiş olsaydı, bu takdirde, tehditte herhangi bir tesiri olmayan şeyin, bu tehdidi tek başına gerektiren bir şeye lüzumsuz olarak ilave edilmesi söz konusu olurdu. Böyle bir şey ise caiz değildir ve belagat ilmine zıttır. Hâlbuki Kur’an, belagat (yani söz söyleme) sanatının zirvesindedir.
Bu durumda, hem Peygambere muhalefet etmenin hem de “müminlerin yolundan başka bir yola uymanın” tek başlarına tehdit sebebi olduğu meydana çıkmış olur. Bununla da hakkında ittifak edilmiş bir hükme yani icmaya muhalefet etmenin haram olduğu ve icmaya uymanın vacip olduğu sabit olur. Zira “müminlerin yoluna uymamak” ifadesi, “müminlerin yolundan başka bir yola uymak” demek olur ki müminlerin yolundan başka bir yola uymak haram olunca, müminlerin yoluna yani icmaya uymak da vacip olur. Çünkü bu iki zıt tarafın dışına çıkılamaz.
Madem bu ayet-i kerime, icmanın şer’î bir delil olduğuna ve İslam âlimlerinin ittifak ettiği bir meselede onlara muhalefet edilemeyeceğine aşikâr bir delildir. O hâlde mezhepsizlik haram olmalıdır. Çünkü İslam âlimleri, müçtehid olmayan Müslümanların bir mezhebe bağlanması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu meselede âlimler arasında en küçük bir ihtilaf dahi yoktur. Hiçbir Ehl-i sünnet âlimi mezhepsizliği ders vermemiş hatta İmam Gazali’den tutun İmam Rabbânîlere; İmamların güneşi lakabıyla meşhur İmam Serahsî’den tutun İmam Kurtubîlere kadar, en derin âlimler dahi fıkhi meselelerde bir mezhep imamına tabi olmuş ve onu taklit etmişlerdir.
Şimdi sen, mezhebe uymanın vacipliğini inkâr edebilmek için iki şeyden birini yapmalısın:
1. İcmanın delil olmadığını ispat etmelisin. Zira ispat edemezsen icmayı şer’î bir delil olarak kabul etmek zorunda kalırsın. Bir mezhebe bağlanmak hakkında da İslam âlimlerinin icması olduğunu göre; icmayı kabul etmek, aynı zamanda bir mezhebe bağlanmayı kabul etmek demektir. Bu da mezhepsizliğin icmaya muhalefet olduğundan dolayı caiz olmadığı neticesini verir.
Bunu yapman yani icmanın şer’î bir delil olduğunu inkâr etmen mümkün değildir. Zira tefsirini yaptığımız ayetin ve icmanın delil olduğunu bildiren diğer ayet ve hadislerin delaletiyle icmaya uymak vaciptir. Kimse bu ayet ve hadislerin beyanını çürütemez.
2. Madem birinci şıkkı uygulayamıyorsun, o hâlde mezhebi inkâr edebilmek için ikinci yoldan gitmelisin. O yol da şudur:
Mezhepsizlik hakkında bir icmanın olduğunu göstermek zorundasın. Bunu yapabilirsen, icmaya uyduğunu iddia ederek mezhepsizliği savunabilirsin. Aksi taktirde icmaya muhalefet ettiğini kabul etmek zorunda kalacaksın.
Bunu yapman da mümkün değildir. Zira 14 asır boyunca İslam âlimleri ve Ehl-i sünnet uleması mezhepsizliğin haram olduğu konusunda ittifak ederek büyük bir icmayı oluşturmuştur. Mezhepsizliği savunan ancak senin gibi bir iki cahildir.
A: İtiraf ediyorum, bu ayete yaptığın izah beni biraz sarstı. Önceki ayetlerdeki izahlarına kulp takıyor ve bir şeyler söylüyordum ama bu ayete yaptığın izaha karşı söyleyecek tek kelimem yok. Sanki sana biraz ikna oldum gibi... Ama daha yolun çok başındayım. Benimle biraz daha uğraşman gerekecek. Başka gösterecek ayetin var mı?
B: Merak etme, deliller de ayetler de bitmez. Yeter ki sen insafla dinle. İnsafın inşallah hidayetine vesile olur.
Sana şimdi başka bir ayet-i kerimeyi göstereyim. Nisa suresinin 59. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulmuş: Ey iman edenler! Allah'a, Peygambere ve sizden olan ulu'l-emre itaat edin. Eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Resulüne götürün. Bu daha hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.
Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hak bizden üç itaat istemiştir.
Birinci itaat: Ona karşı yapılan itaattir.
İkinci itaat: Resulüne yapılan itaattir.
Üçüncü itaat: Ulu'l-emre yapılan itaattir.
— Acaba buradaki ulu'l-emr ile kimler kastedilmiştir?
Kur’an’ı en iyi anlayan İbni Abbas, Cabir İbni Abdullah, İmam Mücahid, İmam Hasan, İmam Ata ve birçok âlime göre, “ulu'l-emr” tabirinden maksat âlimlerdir.
İmam Kurtubî, tefsirinde İmam-ı Malik’in de aynı görüşte olduğunu nakleder.
İmam Dahhak’a göre de ulu'l-emr, dini en iyi bilen fıkıh âlimleridir.
Celâleddin-i Süyûtî gibi 200.000 hadisi ezberlemiş büyük bir âlim “Itkan” adlı eserinde, ulu'l-emrin din ve fıkıh âlimleri olduğunu bildirmiştir.
A: Ama ulu'l-emrin "âlimler" olduğuna dair ayette açık bir beyan yok ki?
B: Bak, sana genel bir kaide söyleyeyim: Bir fende veya sanatta, ihtilaf edilen bir meselede, o fennin ve sanatın dâhilerinin sözü geçer. O fenden ve sanattan olmayan birisi, ne kadar da dâhi olsa sözü orada geçmez ve onun sözüne itibar edilmez.
Mesela küçük bir hastalığın keşfinde büyük bir mühendisin sözüne bakılmaz. Tıp konusunda söz doktorlarındır ve basit bir doktorun sözü, bu fenden olmayan büyük bir dâhinin sözünü tercih edilir.
Şimdi, Kur’an’ı en iyi anlayan ismini saydığımız ve sayamadığımız yüzlerce âlim, ayet-i kerimede bahsi geçen ve “kendisine itaat etmemiz emredilen” ulu'l-emrin din âlimleri olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu konudaki söz hakkı onlara aittir. Zira bu ilmin dâhileri onlardır. Onların bu ittifakına karşı başkalarının sözü, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin vızıltısı gibi sönük kalır.
Ayette geçen ulu'l-emrin âlimler olduğuna dair başka bir delil de şudur:
Allahu Teâlâ bu ayet-i kerimede, ulu'l-emre itaati katiyetle emretmiştir. Allahu Teâlâ’nın bu şekilde katiyetle itaati emrettiği kişinin mutlaka hatadan masum olması gerekmektedir. Çünkü hatasız olmazsa, emir mutlak olduğu için, Allah’ın ona hata hâlinde de uyulmasını emretmiş olması icap eder. Bu ise mümkün değildir.
Demek, Allah’ın itaati emrettiği kişinin kesinlikle hatadan masum olması gerekir. Bu masum şahsiyet ise ya bu ümmetin fertleridir ya da ümmetin bir topluluğudur. Ümmetin fertleri olması mümkün değildir. Zira ümmet fertlerinin hatasız olması düşünülemeyeceği gibi, ümmetin böyle ender kimseleri bulup onlardan dini öğrenmeleri de mümkün değildir ve ümmetin bu konudaki acziyeti aşikârdır.
Dolayısıyla ayet-i celilede geçen ulu'l-emrin bir topluluk olması gerekmektedir. Bu da fetva verme yetkisine sahip olan müçtehid âlimler topluluğudur. Zira fertler hata yapsa da İslam âlimleri hata üzerinde toplanmaz. İşte bu mütalaa neticesinde ayette geçen ulu'l-emrin âlimler topluluğu olduğu sonucuna varılır.
Ayrıca âlimlere “ulu'l-emr” denileceğini şu ayet de ispat eder: Müminlerin hepsinin birden topluca savaşa katılmaları uygun değildir. Her kabileden bir kısım insanlar din ilimlerinde derinleşmeli ve kabileleri savaştan dönüp gelince onları uyarmalıdır. Umulur ki onlar Allah'ın azabından sakınırlar. (Tevbe 122)
Bu ayet-i celilede, âlimlerin korkutmasıyla diğerlerinin sakınması gerektiği belirtilmiş ve korkutulanlara âlimlerin sözünü kabul etmeleri vacip kılınmıştır. Bu itibarla âlimlerin "ulu'l-emr" ismini almaları çok isabetlidir.
Netice olarak diyebiliriz ki: Mezkûr ayet-i kerimede, Allah ve Resulü ile birlikte, ulu'l-emre de itaat etmemiz emredilmiştir. Burada kastedilen "ulu'l-emr" bu ümmetin müçtehid âlimleridir. Zira:
1. İbni Abbas gibi, “Devemin yularını kaybetsem Kur’an’da bulurum.” diyen bir âlim, Celâleddin Süyûtî gibi 200.000 hadisi ezberlemiş bir muhakkik ve bunlar gibi yüzlercesi ulu'l-emrin âlimler olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunların sözü yanında başkalarının sözünün hiçbir kıymeti yoktur.
2. Kendisine itaat emredilen ulu'l-emrin mutlak manada masum olması lazımdır ki her konuda kendisine itaat edilebilsin. Masum olmaması hâlinde, günahta da itaatin olması gerekir ki bu caiz değildir. Hâlbuki peygamberler hariç hiçbir fert mutlak manada hatadan masum değildir. O hâlde burada kendisine itaat emredilen ulu'l-emr fert değil, bir cemaat olmalıdır. Zira fert hata yapsa da cemaat bir hatada ittifak etmez. Bu cemaat ise âlimlerden başkası olamaz. Zira sultan ve kumandanların böyle bir cemaati oluşturması mümkün değildir. Netice itibarıyla, âlimlerin ittifak ettiği bir konuda onlara itaat, ayet-i kerimenin emridir ki onlar da bir mezhebe bağlanma konusunda ittifak etmişlerdir.
Ayrıca ayetin devamına da dikkat çekmek istiyorum:
Ayetin devamında “Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Resulüne götürün.” buyrulmuş. Bu kavl-i şerif -icmadan başka- kıyasın da hak ve şer’î bir delil olduğunu ispat etmektedir. Şöyle ki:
Ayet-i kerimede, kendisinde ihtilafa düşülen bir meselenin Allah’a ve Resulüne götürülmesi emredilmiştir. Bir meselede ihtilafa düşmek için, o meselenin Kur’an’da ve hadislerde açıkça geçmemesi gerekmektedir. Zira kendisinde ihtilafa düşülen mesele Kur’an’da ve hadislerde açıkça beyan edilseydi, zaten onun hakkında çekişmeye gerek kalmazdı.
İşte böyle bir meselenin halli için takip edilecek yol, ayetin emriyle, onu Allah’a ve Resulüne götürmek, yani Kur’an ve hadislerde hükmü açıkça bildirilmiş meselelere kıyas ederek hükmü çıkarmaktır.
Demek, bu ayet kıyası emretmiştir ki bu, hükmü açıkça belirtilenlerin arasından, hükmü belirtilmemiş olan bir meselenin emsalinin arayıp bularak, onları birbirine benzetip kıyas ederek hükmü ortaya koymaktır.
Şimdi sana sorum şu: Madem kıyas şeriatın bir delilidir ve kıyas ile hükmü bulunacak meseleler çoktur. Acaba bu kıyası kim yapacaktır?
— Bir milyon hadis-i şerifi ezberlemiş Ahmed İbni Hanbel mi? Yoksa ezberinde 100-200 hadis olmayan sen mi?
— Ya da bir haftada Kur’an’ın tamamını ezberleyen İmam Muhammed ve dört yaşında hafız olan Said İbni Uyeyne mi? Yoksa Kur’an’ı sadece mealinden okuyup kendini âlim zanneden sizler mi?
— Ya da İmam Şafiî’nin beyanına göre, bütün fıkıhçıların babası hükmünde olan İmam-ı Azam mı? Yoksa fıkıh usulü ve kaidelerinden habersiz olarak sadece zannıyla hükmeden cahil cesurlar mı?
Kim kıyas edecek?
Bizler bir mezhebe bağlı olarak, “Bu işin erbabı olan mezhep imamları kıyas edecek.” derken, siz mezhepsizler “Biz de kıyas ederiz.” demektesiniz. Hâlbuki kıyas edebilmek için, kıyas edilecek Kur’an’ı ve hadisleri çok iyi bilmek gerekmektedir. Mezhep imamlarının her biri beş yüz binden fazla hadisi, ravileri ile birlikte ezbere bilen dâhi zatlardı.
— Bu zamanda kendisini onlara kıyas edenlerin hıfzında acaba kaç hadis var?
— Kaç hadis ravisini tanıyorlar?
— Hadislerin cerh ve tadillerine, nâsih ve mensuhlarına, tarik-i vürudlarına vakıf mıdırlar?
— Yine bunlar, mezhep imamlarının son derece vakıf olduğu, Kuran’ın şer’î ve lügavi manaları ve bunların kısımları olan hass, âmm, müşterek, sarih, kinaye, nass, hafi, müşkil, müteşabih, dall-i bi'l-ibare, dall-i bi'l-iktiza, dall-i bi'l-işare, nâsih, mensuh gibi aksam ve manalar, bunlarda meleke hâlinde midir?
— Boş ver meleke hâlinde olmasını, sen bu saydıklarımızın manalarını biliyor musun?
Hâl böyle iken, hangi cesaretle içtihada kalkıyorsun? Allah’ın razı olmadığı bir hükmü vermekten korkmuyor musun? Çıkardığın hükmün hadislere zıt olmasından ve Peygamberimize muhalefet etmiş olmaktan endişe edip titremiyor musun? Herhâlde cesaretini cehaletinden alıyorsun!
Ne diyeyim, Allah böyle cahil olmaktan ve böyle cahillerin peşine takılmaktan bizleri muhafaza eylesin!
A: Vallahi ne diyeceğimi ve nasıl muhalefet edeceğimi bilemiyorum. Ben seninle münazaraya başlarken seni kolayca mağlup edeceğimi zannediyordum. Ama sen karşıma topla tüfekle değil, âdeta tankla uçakla çıktın. Ben senin anlattıklarını bu güne kadar hiç duymamıştım. İnadım iyicene kırıldı. Hatta daha fazla öğrenmeyi arzuluyorum. Bana başka ayetler de gösterebilir misin?
B: Elbette gösteririm. Nisa suresinin 83. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulmuştur: Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Hâlbuki onu Peygambere ve kendilerinden olan ulu'l-emre götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yetenler elbette onu bilirlerdi...
Bu ayet-i kerimede, “sonuç çıkarmaya gücü yetenler” olarak mana verdiğimiz “istinbat” kelimesinin aslı “nebt”tir.
Nebt: Kuyudan ilk çıkan suyun ismidir.
Bir fıkıh âliminin içtihad yaparak hadis ve ayetlerden hüküm çıkarması, zorluğu ve güçlüğü bakımından kuyudan su çıkarmaya benzetildiği için “istinbat” diye isimlendirilmiştir.
İşte, “Onlardan istinbat edenler elbette onu bilirlerdi.” ayet-i kerimesindeki “onlar” zamiri, ulu'l-emre racidir ve içtihada delildir. Demek, bu ayetin ifadesiyle, "istinbat" ulu'l-emrin sıfatıdır ve Allahu Teâlâ, istinbat yapabilen ulu'l-emre müracaat edilmesini bizlere emretmiştir.
Bu ayette geçen, emrin kendilerine götürüleceği kişiler yani ulu'l-emr, Fahreddin er-Râzî'ye göre de ilim ve içtihad sahibi âlimlerdir. Aynı manayı İbni Âbidin Hazretleri de nakletmiş ve görüşüne Hazreti Aynî’yi delil yapmıştır.
Fahreddin er-Râzî Hazretleri: “Bu ayet dört şeye delalet etmektedir.” der ve şöyle sıralar:
1. Hükmü açıkça belirtilmeyen meselelerde istinbat ve içtihad yapılması gerektiğine.
2. İstinbatın yani içtihadın şer’î bir delil olduğuna.
3. Resulullah (a.s.m.)’ın istinbatla görevli olduğuna.
4. Müçtehid olmayan avamın fıkhi hükümlerde müçtehid âlimleri taklitlerinin vacip oluşuna. Zira ayet-i kerimede, meselelerin hükümlerine vakıf olmayanların ehl-i istinbata yani müçtehid âlimlere başvurmaları gereği açıkça beyan edilmiştir.
Bütün bu izahlardan sonra, mezhepsizliği tercih ederek “Ben de istinbat ehliyim.” dersen, sana derim ki:
— Hıfzında kaç hadis var?
— Bu hadisleri kimlerden öğrendin?
— Senetlerindeki ravilerden kaçını tanıyorsun?
— Hadislerin cerh ve tadillerine, nâsih ve mensuhlarına ve tarik-i vürudlarına vakıf mısın?
— Ve en önemlisi: Hadis hafızı olan ve 100.000 hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezbere bilen zatların cesaret edemediği istinbat ve içtihad işine hangi cesaretle soyunuyorsun?
A: Meseleye hiç bu açıdan bakmamıştım. İtiraf edeyim, sorularına verecek cevap bulamıyorum. Ama bu kadarla fikrimden vazgeçip bir mezhebe girecek de değilim. Bana gösterecek başka ayetlerin var mı?
B: Elbette var. Sana beş ayet-i kerime daha göstereceğim. Ama şu noktaya tekrar dikkat çekmek istiyorum: Bizler, "Bu ayetler mezhepler hakkında inmiştir." demiyoruz. Dediğimiz şey şudur: Kur’an’ın düsturları külli ve kapsamlıdır. Bu düsturları hayatımızın her anında kendimize rehber yapmak ve meselelerimizi bu düsturlarla çözmek zorundayız. Bizim Kur’an’da aradığımız şey, Kur’an’ın külli düsturlarına bakarak mezhepler meselesinde nasıl bir yol takip etmemiz gereğidir. Ayetlere yapılan izahları bu noktayı kaçırmadan dinlemelisin.
A: Tamam, bu noktayı hep aklımda tutacağım.
B: O hâlde şimdi diğer ayetlerin kapısını çalalım ve mezhepler meselesinde nasıl bir yol takip etmemiz gerektiğini ayetlerin külli düsturlarından çıkaralım.
Zümer suresinde şöyle buyrulmuştur: De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahibi olanlar anlar. (Zümer 9)
Bu ayetin açık ve net beyanıyla, bilenler ile bilmeyenler bir değildir. Madem bilenler ile bilmeyenler bir değildir, o hâlde cevaplandırılması gereken soru şudur:
— Fıkıh ilmini kimler biliyor ve bu ilmi kimler bilmiyor?
Daha önce izah ettiğimiz gibi, fıkıh ilmini bilenler yedi mertebe olup, sadece ilk üç mertebedekiler içtihad yapabilmekte ve fetva verebilmektedir. Bu üç mertebeden de üçüncü mertebede olanlar sadece mezhep imamının içtihad yapmadığı meselelerde içtihad yapabilmekte ve diğer meselelerde mezhep imamının tabi olmaktadır.
Demek, mutlak içtihad yapabilenler sadece birinci ve ikinci tabakada olan fakihlerdir. Hatta ikinci tabakada olanlar da içtihad yapmanın usul ve kaidelerini koyamamış, içtihadın usul ve kaidelerinde kendi mezhep imamlarını taklit ederek, o usul ve kaidelerin dışına çıkamamışlardır.
Sözün özü: Madem ayetin ifadesiyle, bilen ile bilmeyen bir değildir. Ve madem bu ümmetin âlimlerinin ittifakıyla, dört delilden hüküm çıkarma işi sadece ilk üç basamaktaki müçtehidler için söz konusudur. O hâlde şu iki ihtimalden birini kabul etmemiz gerekir:
1. Bu zamandaki mezhepsizler ilk üç tabakadaki fıkıh âlimlerinin mertebesindedir. Yani İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbânîlerin giremediği bu mertebeye bunlar girmiştir. Buna ise kargalar bile güler!
2. Bu zamandaki mezhepsizler hadlerini aşmış birer mütecavizdir. Fıkıh ilminin yedinci tabakasında bile olmadıkları hâlde kendilerini ilk üç tabakadaki âlimlere eş tutmuşlar; aldanmışlar ve aldatmışlardır. Doğru şık budur. Bundan başka bir şık da yoktur.
İkinci ayet-i kerime, Bakara suresinde geçen şu ayet-i kerimedir: Allah dilediğine hikmeti verir. Hikmet verilene pek çok hayır verilmiştir. Bunu ise ancak akıl sahipleri anlar. (Bakara 269)
Ayeti kerimede geçen hikmet, İbni Abbas, İmam Dahhak, İmam Mücahid ve diğer âlimlere göre, Kur'an'ı anlamak, ilim ve fıkıhtan ibarettir.
Bu ayet-i kerimede dikkat çekilen unsurları şöyle sıralayabiliriz:
1. Allahu Teâlâ hikmeti herkese değil, sadece dilediği kuluna vermektedir.
2. Kendisine hikmet verilen kula büyük bir hayır verilmiştir. Demek, hikmet çok kıymetli ve müstesna bir şeydir.
3. Hikmetin bu üstünlüğünü ve kıymetini ise ancak akıl sahipleri anlayabilmekte, diğerleri ise hikmetin bu faziletinden gaflet etmektedir.
Şimdi, ayetin beyan ettiği bu üç unsurun bir mezhebe bağlanmaya dair işaretine geçiyoruz:
1. Madem ayetin açık beyanıyla, Allahu Teâlâ hikmeti herkese değil, sadece dilediği kuluna vermektedir. Acaba hikmetten azami mertebede hissesi olan kullar kimlerdir?
Acaba İmam-ı Âzam, İmam Şafiî, İmam Malik, Ahmed İbni Hanbel ve diğer müçtehid âlimlerin hikmetten nasibiyle, bizim nasibimiz ya da kendini âlim zanneden mezhepsizlerin nasibi aynı mıdır?
Daha önce fıkıh âlimlerinin mertebelerini işlediğimiz derste öğrendik ki hikmetin bir şubesi olan fıkıhta, İmam-ı Gazalilere, Süyûtîlere, İmam-ı Rabbânîlere dahi verilmeyen bir hikmet, başta dört mezhep imamı olarak diğerlerine verilmiştir. Bu sebeple İmam-ı Gazali gibi büyük allemeler, fıkıhta o büyük zatlara tabi olmuşlardır.
O hâlde bir mezhepsiz için yol ikidir:
– Ya dört mezhep imamına verilen hikmetin aynısının kendisine de verildiğini kabul edecek ve bu kabulle de kargaları bile kendine güldürecek. (Bu zamanda yetişen âlim zatların niçin mezhep imamlarına yetişemeyeceği konusunu ileride bir başlık altında işleyeceğimizden dolayı burada bu konuya girmiyor, meraklılarını ilerideki bölüme havale ediyoruz.)
– Ya da aklını başına alarak, kendisine hikmet verilen mezhep imamlarına tabi olacak. Meselelerin izahlarını onlara sorup öğrenecek. Yani o zatların kitaplarına müracaat edecek.
2. Madem Allahu Teâlâ hikmeti herkese değil, sadece dilediği kuluna vermektedir. Acaba kendisine hikmet verilmeyen kullar ne yapacaktır?
İslam'ın hükümlerini, helali ve haramı, ibadetlerin eda şekillerini ve diğer meseleleri nasıl öğrenecek ve İslami hayatını nasıl devam ettirecektir?
Aslında her hâlükârda bir mezhebe bağlanmak vardır. Zira bir mezhebe tabi olmayı inkâr edenler de kitaplar yazmakta ve kitaplarında kendi fehimlerine göre birçok konuyu inceleyip neticeye bağlamaktadır. Onların talimiyle mezhep imamlarını ve bir mezhebe bağlanmayı inkâr edenler de bu zatların kitaplarını okumakta ve onların sözleriyle amel etmektedir. Yani bizler dört mezhepten birisine tabi olurken, onlar da bu kişilere tabi olmakta, dolayısıyla sanki bu kişiler onların mezhep imamı olmaktadır.
Tek fark şudur: Bizlerin peşinden gittiği müçtehid allameler, kendilerine hakikaten hikmet verilmiş olan büyük âlimlerdir. Bu zamandaki mezhepsizler ise geceyi gündüzden ayıramayacak kadar kör cahillerdir.
3. Mezhepsizliğe rağbet ettiren ve mezhepleri inkâr eden kişilere göre, bir mezhebe bağlanmak gereksiz olup, herkes kendi hükmünü Kur'an ve hadisten çıkarmalıdır. Bu görüşe göre, herkesin hikmet sahibi olması gerekir. Bu ise ayetin, “Dilediğine hikmet verir. Hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiştir.” beyanına terstir. Çünkü herkes dört kaynaktan hüküm çıkarabilse ve Kur'an’dan anladığı ile amel edebilseydi, hikmet herkese verilmiş olurdu. Hâlbuki ayetin ifadesiyle, hikmet sadece Allah’ın dilediklerine ve seçilmişlere verilmiştir.
4. Ayetin sonunda geçen, “Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” ifadesi de manidardır. Yani hikmetin kıymetini ve herkese verilmediğini, sadece Allah’ın murad ettiği müstesna kişilere verildiğini ancak akıl sahipleri anlayabilmektedir.
İşte mezhepsizler hem hikmetin mahiyetini anlayamamak hem de kendilerine hikmetin verildiği müçtehid imamları reddetmekle akılsızlar güruhuna dâhil olmaktadır.
Netice: Madem ayetin ifadesiyle, hikmet büyük bir hayırdır ve sadece Allah’ın murad ettiği kişilere tahsis edilmiştir. O hâlde hikmetten nasibi olmayan veya nasibi az olan biz avamın, hikmetin verildiği âlimlere tabi olması bir zorunluluktur ve ayetin işârî bir emridir.
Üçüncü ayet-i kerime, Nahl suresinde geçen şu ayet-i kerimedir: Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun. (Nahl 43)
Ayette geçen “ehl-i zikir” ile kimin kastedildiği hakkında âlimler farklı izahlar yapmışlardır. Yapılan her izahı bir mezhebe bağlanmaya delil yapabiliriz. Bizler meseleyi fazla uzatmamak için sadece bir görüşü nakledip, bu görüşün, meselemiz olan bir mezhebe bağlanmaya dair işaretine geçeceğiz. Diğer görüşler için tefsir kitaplarına müracaat edebilirsiniz.
Ayetteki “ehl-i zikir” tabiri ile Kur'an’ı çok iyi anlayan ve Kur'an’ın sırlarına vakıf olan âlimler kastedilmiştir. Zira “zikir” kelimesi Kur'an'ın birçok yerinde, Kuran’ın kendisi için kullanılmıştır.
Mesela Nahl suresi 46. ayette, “İnsanlara açıklaman için biz sana zikri indirdik.” buyrulmuş. Buradaki zikirden kasıt Kur'an-ı Hakîm'dir.
Hicr suresinin 9. ayetinde, “Şüphesiz zikri biz indirdik; elbette onu biz muhafaza edeceğiz.” buyrulmuş. Buradaki zikirden kasıt yine Kur'an’dır.
Hicr suresi 6. ayette, “Dediler ki: Ey kendisine zikir indirilen (Muhammed)! Sen mutlaka bir mecnunsun." buyrulmuş. Burada geçen zikir yine Kur'an-ı Kerim’dir.
Yine Enbiya suresi 50. ayette, Yasin suresi 69. ayette ve Sâd suresi 87. ayette, Kur'an-ı Kerim “zikir” ismiyle tesmiye edilmiştir.
Demek, ayetteki “zikir” kelimesi ile Kur'an’a işaret edilmiştir. O hâlde “ehl-i zikir” de Kur'an'ı kelime kelime, harf harf inceleyen ve değil sadece kelime ve harflerden, harekelerden ve duraklardan bile manalar çıkaran râsih âlimlerdir.
Ayetteki “ehl-i zikri” bu şekilde izah ettikten sonra, şimdi sıra geldi, ayetin bir mezhebe bağlanmanın lüzumuna dair işaretine:
Ayetin açık ifadesiyle, dinî konularda meselelerin izahlarını bilmeyenler, bilmediği konuları “ehl-i zikre” soracak yani Kur'an ehline müracaat edeceklerdir. Bu, ayetin açık bir emridir.
Demek, herkes dilediği gibi hüküm vermeyecek, vehmine göre hükmetmeyecektir.
Eğer bir mezhebe bağlanmak şart olmasaydı ve herkesin kendi anlayışıyla hükmetmesi caiz olsaydı, ayette “Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun.” denilmez; “Bilmiyorsanız zannınıza göre hükmedin, kalbinize danışın." gibi ifadeler kullanılırdı. Ama böyle denilmemiş ve bilmiyorsak ehl-i zikre sormamız emredilmiş. Demek, bir ehl-i zikrin peşinden gitmek vaciptir ve Kur'an’ın emridir.
O hâlde şimdi şu soruların cevabını verelim:
— Bilmediğimiz meseleleri sormamız emredilen ehl-i zikir yani Kur'an ehli olan âlimler kimlerdir?
— Acaba bilmediklerimizi İmam-ı Azam, İmam Şafiî, İmam Malik ve Ahmed İbni Hanbel Hazretlerine mi soracağız? Yoksa çat pat Arapçasıyla Kuran’ı anlamaya çalışan zamanımızın sözde âlimlerine mi? Bunlardan hangisi ehl-i zikirdir?
— Acaba Kur'an'ın manalarını Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'dan dinleyen ve ilimleri ile Peygamberimizin övgüsüne mazhar olan İbni Abbas, İbni Mesud, İbni Ömer gibi sahabeler mi ehl-i zikirdir? Yoksa Efendimizin ruhunu ve ahlakını kaybetmiş bu asrın insanı mı?
— Acaba Kur'an ayetlerinin iniş sebeplerini, Peygamberimizin o ayetler hakkındaki izahlarını ve Peygamberimizin diğer hadislerini, sahabenin âlimlerine sorarak öğrenen ve tâbiînden yetişerek asr-ı saadetin kokusunu teneffüs eden müçtehid âlimler mi ehl-i zikirdir? Yoksa ayetlere kendi fikirlerinin yorumlarını yükleyen ve Kur'an’ı vehimlerine alet eden sözde müçtehidler mi?
— Acaba yüz binlerce hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezbere bilen müçtehidler mi ehl-i zikirdir? Yoksa ezberinde yüz hadis bile olmayan hatta hadise bile ihtiyaç duymayarak Kur'an'ı cesurca tefsir eden cahiller mi?
Soruları çoğaltmak mümkün. Bütün bu sorulara bizim cevabımız şudur: Ayette bahsi geçen ve bilmediğimiz şeyleri kendilerine sormamız emredilen ehl-i zikir, başta mezhep imamları olarak diğer müçtehid âlimler ve allamelerdir. Bizler dinimizle ilgili her konuyu onların eserlerine müracaat ederek öğrenmeli ve ayetteki emre imtisal ederek meselelerimizi ehl-i zikre sormalıyız.
Dördüncü ayet-i kerime, Nahl suresinde geçen şu ayet-i kerimedir: Sana zikri (Kur'an’ı) indirdik ki onlara indirileni insanlara beyan edesin. Umulur ki onlar da düşünürler. (Nahl 44)
Bu ayet-i celilenin açık ifadesiyle, Kur'an’ı izah etme ve ayetlerinin manasını beyan etme vazifesi bizzat Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'a verilmiştir. Zira ayet-i kerimede, “Kur'an’ı sana indirdik. Ta ki insanlara onu açıklayasın.” buyrulmuş; “Onlar diledikleri gibi anlasınlar.” buyrulmamıştır.
Demek, ayetleri dilediğimiz gibi değil, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın beyan ettiği gibi anlamak ve öylece amel etmek zorundayız. Zannımızı ve vehmimizi ayetlerin izahına karıştırarak nefsimize göre tefsir yapmak ve Kur'an’ın ayetlerini hevamıza tabi kılmak, ayetin açık beyanıyla yasaktır. Bu bir tercih değil, bir mecburiyettir.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Kur'an’ı kendi zannıyla tefsir etmeye çalışanları şöyle tehdit etmiş ve onlar hakkında şöyle buyurmuştur: Kim Kur'an’ı kendi görüşüyle tefsir ederse cehennemdeki yerini hazırlasın.
İmam-ı Gazali Hazretleri bu hadisi şöyle izah eder: Bu hadis ile tehdit edilenler, Kur'an’ı sırf Arapçaya dayanarak, hadislere ve ayetlerin nüzul sebebine bakmaksızın açıklayanlardır. Çünkü ayetlerin nüzul sebepleri ve Peygamberimizin hadisleri bilinmezse bazı ayetleri anlamak mümkün değildir.
İşte bu sırdan dolayı, sahabeler içinde belagat ilminin ve Arap lisanının çok derin âlimleri ve dâhileri olduğu halde, onlar ayetlerin manalarını Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'dan öğrenirler; kendi ilimlerine güvenerek haddi aşmazlardı.
Yine bu sırdan dolayıdır ki Haşr suresi 7. ayette, “Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının.” buyrularak, tamamen Peygamberimiz (a.s.m.)'a tabi olmamız emredilmiş ve işin içine hevamızı ve zannımızı sokmamız menedilmiştir.
O hâlde bir mezhebe bağlanmak, netice itibarıyla mezkûr ayet ve hadislere itaat etmek demektir. Çünkü mezhebe bağlanmak, bir mesele hakkındaki Kur'an’ın hükmünü ve Peygamberimizin beyanını mezhep imamına sorarak öğrenmek demektir.
Mesela İmam-ı Azam Hazretlerinin eserini okuyan kişi, meselenin izahını Kur'an’dan ve sünnetten çıkarmaya muktedir olmadığı için, bu meseleyi, bu işe muktedir olan bir zattan sormakta; İmam-ı Azam da Kur'an ve sünnet ışığında meselenin çözümünü sunmaktadır. Hâlbuki bir mezhebe bağlanmayanlar hadislerin tamamına vakıf olmadıkları için, Kur'an ayetlerini kendi zanlarına göre izah etmekte ve Peygamberimizi aradan çıkarmaktadır. Bu, mezhepsizliğin zaruri bir neticesidir ve ayetin beyanıyla reddedilmiştir.
Şimdi, bu bölümden çıkan neticeleri maddeler halinde özetleyelim:
1. Kur'an’ı izah etme vazifesi Peygamberimiz Efendimiz (a.s.m.)'a verilmiştir.
2. Bizler Kur'an’ı şahsi görüşümüze göre değil, Peygamberimiz (a.s.m.)'ın izah ettiği gibi anlamak zorundayız. Bu, ayetin açık ifadesidir.
3. Kur'an’ı kendi görüşümüzle tefsir etmek yasaklanmış ve neticesinin cehennem olduğu bildirilmiştir.
4. Peygamberimiz bize ne verdiyse onu almalı ve neyi de nehyetmişse ondan sakınmalıyız. Bu, ayetin açık bir emridir.
Netice: Madem Kur'an’ı beyan yetkisi Peygamberimize verilmiştir ve o da beyan etmiştir. O hâlde bizler Kur'an’ın manalarını, bizzat Peygamberimizden dinleyen sahabelerden ve sahabelerden dinleyen tâbiînden öğrenmek zorundayız. Kendi kısır fehmimizi hakem yaparak ayetlere mana vermek, ayet ve hadislerin beyanıyla yasaktır. Bunu yapan büyük bir tehdide muhataptır.
Beşinci ayet-i kerime, Maide suresinde geçen şu ayet-i kerimedir: Ey iman edenler! İhramlı iken av hayvanı öldürmeyin. İçinizden kim kasten onu öldürürse, öldürdüğü hayvanın dengi ona cezadır ki (öldürülen avın kıymetine) içinizden iki adaletli kişi hükmeder. (Maide 95)
Bu ayet-i kerimenin beyanıyla, ihramlı olan bir kimsenin avlanması haramdır. Eğer avlanarak bir hayvanı öldürmüşse, öldürdüğü hayvanın misli kadar ceza vardır. Ayetteki mislin manası, öldürülen hayvanın kıymetidir. Yani ihramlı iken bir hayvanı öldüren, öldürdüğü hayvanın kıymetinde bir hayvanı kurban eder ya da öldürdüğü hayvanın kıymeti kadar bir meblağı sadaka olarak verir.
Demek, bir tavşanın kıymetini bile öldüren kişi zannına göre tespit edemiyor; o tavşanın kıymetini adalet sahibi iki kişi belirliyor.
Bu ayeti bir mezhebe bağlanmaya delil olarak göstermemizin sebebi, ayetin devamındaki ifadedir. Ayetin devamında, "Öldürülen hayvanın kıymetini adalet sahibi iki kişinin belirleyeceği" beyan buyrulmuştur. Yani öldürülen hayvanın kıymetini öldüren kişi değil, iki adil hâkim takdir edecektir.
Demek, bir tavşanın kıymetini bile öldüren kişi zannına göre tespit edememekte, o tavşanın kıymetini adalet sahibi iki kişi belirlemektedir.
— Acaba bir kuşun veya bir tavşanın kıymetini dahi iki adil hâkime tespit ettiren Allahu Teâlâ, hiç mümkün müdür ki İslam'ın hükümlerini anlama hususunda bizi başıboş bıraksın ve sadece zannımızın hakemliğini kâfi görsün?
Yani Allahu Teâlâ, bir dirhemin dörtte biri kıymetindeki tavşanın değerini iki adil hâkime tespit ettirsin, böyle basit bir meseleyi bile vehmimize ve zannımıza bırakmasın, daha sonra şeriatın helalini ve haramını, ibadetlerin eda şekillerini ve İslam'ın diğer kıymetli meselelerini bizlerin anlayışına bıraksın ve zannımızın hakemliğini kabul etsin! Bu olabilir mi?
Madem bu mümkün değildir, o hâlde bir mezhebe bağlanmak vacip olmalıdır. Zira bir mezhebe bağlanmak, meselelerin izahı hakkında zannı ve vehmi terk ederek, mezhep imamlarını hakem yapmak demektir.
A: Anlattıklarından şunu anladım: Kur'an'da açıkça mezhebe tabi olun diye bir emir yok. Ancak ayetlerin hem külli düsturlarından, hem delaletlerinden, hem de işârî manalarından bir mezhebe tabi olmanın gereği ortaya çıkıyor.
B: Evet, iyi anlamışsın. Ayrıca zannetme ki Kur'an’dan gösterebileceğimiz ayetler sadece bu kadardır. Daha birçok ayetin külli düsturunu, delaletini ve işârî manasını meselemize delil yapabiliriz. Ancak mesele güneş gibi zahir olduğundan dolayı sözü daha fazla uzatmaya gerek görmüyoruz.
Söz buraya kadar gelmişken, Kur'an'ın kapısını kapatmadan önce sana bazı sorular sormak istiyorum. Siz her zaman "Biz Kur'an'a tabi oluyoruz." diyorsunuz ya, ben de size Kur'an'ın bazı ayetlerini göstermek istiyorum.
A: Sor bakalım! Ne soracağını çok merak ettim. Bil ki ben her sorunun cevabını veririm.
B: Sana soracağım birinci soru şu: Mümin suresi 29. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: Firavun şöyle dedi: Ben size görüşümden başkasını göstermiyor ve ancak sizi doğru yola ulaştırıyorum.
Bu ayetin ifadesiyle, Firavun gibi bir zalim kendisini hidayette biliyor ve kavmini sözde hidayete ulaştırmak istiyordu. Hâlbuki kendisi dalaletin ve sapıklığın tam ortasındaydı. Demek, bazen insan kendini hidayet üzere bilirken sapıklığın tam ortasında olabiliyor.
Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya sen de kendini böyle hidayette biliyor ve hakikatte insanları dalalete davet ediyorsan, akıbetin nasıl olacak? Bunu hiç düşündün mü?
İkinci sorum şu: Mümin suresi 37. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: Firavun dedi ki: Ben Musa’yı mutlaka yalancı sanıyorum.
Bu ayetin ifadesiyle, Firavun sadıkların en sadığı olan Hazreti Musa’yı yalancı zannediyordu. Firavun’a göre, kendisi doğru, Hazreti Musa ise yalancıydı. Bu, Firavun'un samimi itikadıydı.
Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya sen de aynı hataya düşerek kendi yanlışını doğru ve müçtehidlerin doğrularını yanlış zannediyorsan, akıbetin nasıl olacak?
Üçüncü sorum şu: Mümin suresi 37. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: İşte böylece Firavun'a kötü ameli süslü gösterildi.
Bu ayetin ifadesiyle, Firavun'un kötü ameli kendisine süslü yani doğru gösterilmiştir. Demek, bazen kişinin yanlış ameli süslenerek ona doğru gösterilir. Bu süslemeyi de bizzat şeytanın kendisi yapar.
Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya şeytan senin çirkin amelini de sana böyle süslemiş ve batılı hak gibi gösteriyorsa, akıbetin nasıl olacak?
Dördüncü sorum şu: Zuhruf suresi 37. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: Şüphesiz ki bu şeytanlar onları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.
Bu ayetin ifadesiyle, şeytanlar insanları doğru yoldan çıkarmakta, yoldan çıkanlar ise kendilerini doğru yolda zannetmektedirler. Demek, doğru yoldan çıkanların ortak özelliği kendilerini doğru yolda zannetmeleridir.
Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya şeytan seni de doğru yoldan çıkarmış ve sen buna rağmen kendini doğru yolda sananlardan isen, akıbetin nasıl olacak?
Beşinci sorum şu: Câsiye suresi 23. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: Allah'ın bir ilim üzere saptırdığını gördün mü?
Bu ayet, ilmi olmasına rağmen dalalete düşen kimselerden haber vermektedir. Demek, onlar ilimleri yüzünden sapmışlardır. Yani ilimleri var ancak hakkı ortaya çıkaracak kuvvette değil. Onlar kendilerindeki bu az ilmin verdiği kibirle, kendilerinden üstte olan âlimlere meseleyi sormaz ve kendi fikirlerine göre hükmederler. Neticede ilimleri sebebiyle saparlar.
Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Sen de az ilmi yüzünden saptırılan bu güruha dâhilsen, akıbetin nasıl olacak? Bunu hiç düşündün mü?
Altıncı sorum şu: A'raf suresi 12. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: Allah şöyle buyurdu: "Sana emrettiğim zaman seni secde etmekten alıkoyan nedir?" İblis dedi ki: "Ben ondan daha hayırlıyım.”
Bu ayetin beyanıyla, İblis kendisini Hazreti Âdem’den daha hayırlı zannetmiş ve bu itikadı sebebiyle hem cennetten hem de rahmet-i İlâhîyeden kovulmuş.
Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya sen de hakkın olmadığı hâlde kendini mezhep imamlarından daha hayırlı biliyorsan ve bu itikadın sebebiyle cennetten ve Allah’ın rahmetinden kovulursan, akıbetin nasıl olacak?
Yedinci sorum şu: A'raf suresi 90. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: Eğer Şuayb'a uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.
Bu ayetin ifadesiyle, Hazreti Şuayb’ın kavmindeki kâfirler, müminleri Şuayb (a.s.)’a uymaktan menetmekte ve eğer uyarlarsa ziyana uğrayacaklarını söylemektedirler. Yani onlara göre, kendileri selamette, Hazreti Şuayb’a uyanlar ise zarardadır.
Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya sen de bu hatayı yapıyorsan, yani mezhebe uyanları zararda, kendini ise selamette bilmek ile yanılıyorsan, akıbetin nasıl olacak?
Sekizinci sorum şu: Hûd suresi 27. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: Sizin bizden fazla bir meziyetinizi de görmüyoruz.
Bu söz, peygamberlerini inkâr eden Nuh kavminin ileri gelenlerine aittir. Hazreti Nuh (a.s.) kendileri gibi insan olduğu için onu inkâr etmişler ve kendi meziyetlerini, Hazreti Nuh'a iman eden müminlerin meziyetlerinden üstün görmüşler.
Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya sen de Nuh kavminin yaptığını bu ümmetin âlimlerine yapıyor ve kendi meziyetlerini onların meziyetlerinden üstün tutarak haddini aşıyorsan, akıbetin nasıl olacak?
Dokuzuncu sorum şu: Hûd suresi 43. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: Nuh’un oğlu dedi ki: Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.
Bu ayet ve devamındaki ayetlerin beyanıyla, Hazreti Nuh (a.s.) gemiden oğluna elini uzatmış ve onu gemiye çekmek istemiş. Oğlu ise inkârında ısrar ederek babasına bir dağı göstermiş ve o dağa sığınacağını, o dağın kendisini sudan koruyacağını söylemiş. Tam bu esnada aralarına büyük bir dalga girmiş ve oğlu orada boğuluvermiş.
Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya sen de Hazreti Nuh’un oğlu gibi hata ederek kendi ilim dağına güveniyorsan ve bu dağ seni dalaletten kurtaracak kadar yüksek değilse, dalaletin dalgalarında boğulduğunda akıbetin nasıl olacak? Acaba sana elini uzatan mezhep imamlarının elinden tutarak Ehl-i sünnet gemisine binmen ve selamet sahiline o gemi ile ulaşman daha doğru değil mi?
Onuncu sorum şu: En'am suresi 93. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: Yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmediği hâlde "Bana vahyedildi." diyenden daha zalim kim olabilir?
Bu ayet-i kerime, Abdullah İbni Sa’d İbni Ebî Serh el-Kureşî hakkında inmiştir. Bu zat vahiy kâtipliği yapan bir zattı. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ona Mü'minûn suresini yazdırıyordu. İnsanın yaratılışıyla ilgili ayetlerin sonuna gelindiğinde, Resulullah (a.s.m.) “Sonra onu başka bir yaratılışla yarattık.” ayet-i kerimesini yazdırdı. İnsanın yaratılışından hayrete düşen İbni Ebî Serh, “Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne de yücedir.” dedi. Bunun üzerine Resulullah (a.s.m.), “Yaz onu. Bana böylece indirildi.” buyurdu. O zaman İbni Ebî Serh vehme kapılarak “Bana da vahyediliyor.” dedi ve dinden çıkarak Mekke’ye kaçtı. Daha sonra bu kişinin tekrar tövbe ederek İslam'a girdiği ve İslam'ı güzelce yaşadığı rivayet edilmiştir.
Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya sen de İbni Ebî Serh gibi hayal görüyorsan ve sana ilimden çok az bir nasip verildiği hâlde ilimdeki nasibini mezhep imamlarının nasibi gibi olduğunu zannediyorsan ve bu zannın da seni helake sürüklüyorsa, akıbetin nasıl olacak?
A: Sorduğun bu 10 soru gerçekten çok dehşetli! Ama önce bütün bu soruları ben de sana soruyorum. Ya siz batılda iseniz akıbetiniz nasıl olacak?
B: Biz nefsimize göre hükmetmiyor ve icmaya yani âlimlerin ittifakına dayanıyoruz. Peygamberimiz (a.s.m.)'ın “Ümmetim dalalette ittifak etmez.” hadisini delil yaparak bu ittifakın doğru olduğunu savunuyoruz. Sen ise sadece zannınla hükmediyor ve kasır fehmine dayanıyorsun.
Acaba sırtını icmaya ve âlimlerin ittifakına dayayan biz mi haklıyız? Yoksa icmadan yoksun olarak sırtını sadece birkaç mezhepsizin sözüne dayayan sen mi?
A: Şimdi sana teslim oluyor ve davanın hak olduğuna inanıyorum. Şunu da söyleyeyim: Sorduğun sorular biraz ağırdı ama üzerime almıyorum. Çünkü ben artık bir mezhebe bağlanmanın gereğine inanıyorum. Dolayısıyla soruların muhatabı ben değilim. Aslında en başta beni ikna etmiştin ama inadım beni buraya kadar sürükledi. Kibrim sebebiyle bir türlü teslim olamadım. Ama şimdi teslim oluyor ve beni mezhepsizlikten kurtardığın için sana teşekkür ediyorum. Ancak aklımda mezheplerle ilgili çok sorular var. Bu soruları da yanıtlarsan beni bu hastalıktan iyice kurtarırsın.
B: Sor bakalım. İnşallah sorularına ikna edici cevapları verir ve seni tam manasıyla bu hastalıktan kurtarırım.
A: Birinci sorum şu: Bu mezhepler nereden çıktı? Bunu merak ediyorum.
B: “Mezhepler nereden çıktı?” sorusu, "Doktorluk nereden çıktı?", "Mühendislik nereden çıktı?" Ya da "Terzilik nereden çıktı?" gibi bir sorudur. Zira mezhep imamlığı diğer meslekler gibi bir meslektir. Diğer meslekler ve o mesleklerin mensupları nereden ve niçin çıkmışsa, mezhepler ve mezhep imamlığı da aynı yerden ve aynı sebepten çıkmıştır.
Doktorluk mesleği çıktı, çünkü herkes hastalığın sebeplerine ve tedavi yollarına vakıf olamaz. Bu yüzden, doktorluk mesleğine yabancı olan bir hasta, hastalığının tedavisi için, bu mesleğin inceliklerine vakıf olan birisine danışmak zorundadır. İşte bu kişi de doktordur.
Demek, doktorluk mesleğinin çıkış sebebi: İnsanların, hastalığın sebeplerini ve tedavi yöntemlerini keşifteki âcizliğidir.
Yine mühendislik mesleği çıktı, çünkü herkes bina yapımı ile ilgili hesapları yapamaz ve projeleri çizemez. Bu yüzden bir bilene danışmak zorundadır. Bu kişi de mühendistir. Demek, bu mesleğin çıkış sebebi de kişilerin mühendislik ilmindeki bilgisizliği ve herkesin bir mühendis olamayışıdır.
Terzilik ve diğer mesleklerin çıkış sebebi de aynıdır: Kişilerin o mesleğin inceliklerine vakıf olamaması ve yardıma ihtiyaç duyması.
İşte mezhep imamlığı da böyle bir meslektir. Bu mesleğin çıkış sebebi ise insanların Kur’an ve sünnetten hüküm çıkaramamaları ve hükmü olmayan meseleleri hükmü olanlara benzeterek kıyas yapamamalarıdır.
Bizler nasıl ki bilmediğimiz dinî konuları bilen hocalara soruyoruz. Hocalar da kitaplardan okuyup öğrendikleri fetvaları bize naklediyorlar. Aynı bunun gibi, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'dan sonra Müslümanların büyük bir çoğunluğu Kur’an ve sünnetten hüküm çıkarma gücünde olmadıkları için, meselelerinin izahlarını içtihad yapabilen âlimlere soruyor ve cevaplarını onlardan öğreniyorlardı. Bu âlimler âdeta bir peygamber vazifesini icra ediyor; Kur’an'ın ve sünnetin hükümlerini, bilmeyenlere öğretiyorlardı. Herhâlde “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” hadis-i şerifi bu vazifeye işaret etmektedir.
Asr-ı saadette birçok müçtehid âlim mevcuttu. Ancak bu müçtehidlerin fetvaları bir sonraki nesillere taşınamamış; hikmet-i İlâhîyenin sevkiyle sadece dört mezhebin imamları ve onların talebeleri ümmetçe kabul görmüş ve verdikleri fetvalar, çıkardıkları deliller ve yaptıkları kıyaslar son derece sağlam bir şekilde kaydedilerek tevatür kuvvetiyle bizlere kadar ulaşmıştır.
Demek, mezheplerin çıkış sebebi: İnsanların Kur’an ve sünnetten hüküm çıkaramamaları ve bu sebeple meselelerini bu güçte olan müçtehid âlimlere sormalarıdır.
A: Evet, cevabın çok mantıklı. Şimdi ikinci sorumu soruyorum: Peygamberimiz (a.s.m.) zamanında mezhep var mıydı?
B: Peygamber Efendimiz (a.s.m.) zamanında mezhep yoktu, çünkü mezhebe ihtiyaç yoktu. Sahabeler bilmedikleri meseleleri bizzat Peygamberimize danışır ve ondan öğrendiği şekilde amel ederdi. Yani bir asır sonra dünyaya gelecek olan mezhep imamlarının vazifesini asrında bizzat Peygamber Efendimiz (a.s.m.) icra etmiştir.
Mezhepler Peygamberimizin vefatından sonra ortaya çıkmıştır. Soru sormak için Peygamberimizi bulamayan Müslümanlar, Efendimizin sünnetini ve Kur’an’ı çok iyi bilen müçtehid âlimlere sorularını sormuşlar; bu âlimler de Kur’an ve sünnetten çıkardıkları hükümleri ümmete ders vermişlerdir. Bu âlimlerin verdiği fetvalar da insanlar tarafından kabul görmüş ve neticede ümmet-i Muhammed, Kur’an'ın ve sünnetin fıkhi yönünü anlamada onları kendilerine rehber yapmıştır. Bir kısım nasipsizler müstesna!
Demek, Peygamberimiz (a.s.m.) zamanında mezhep yoktu, çünkü ihtiyaç yoktu. Herkes bizzat Peygamberimizin uygulamasını görerek taklit ediyor ve bilmediğini bizzat Peygamberimize sorarak öğreniyordu.
Mezhepler Peygamberimizden sonra çıkmış ve Peygamberimizin uygulamalarını ümmete ders vermiştir.
A: Bu cevabı da beğendim. Üçüncü sorum da şu: Peygamberimiz (a.s.m.) hangi mezheptendi?
B: Bu soru mezhepsizlerin ve dinsizlerin Müslümanları köşeye sıkıştırmak maksadıyla sordukları bir sorudur. Zira bu soruya muhatap olan kişi, “Peygamberimizin mezhebi yoktu.” dese, bu sefer soru sahibi: “O zaman bu mezhepler nereden çıktı?” diyecek. Yok eğer, “Peygamberimiz Hanefi idi ya da Şafiî idi.” dese, bu sefer de bir mezhebi Peygamberimize isnat ederek hata etmiş olacak. Eğer cevap vermeyip sükût etse, bu sefer de soru sahibine mağlup olmuş ve onun haklılığını tasdik etmiş olacak. Yani her hâlükârda zarar edecek!
Bu soruyu iyi ki sordun. Cevabını burada verelim ki mezhebe tabi olanlar, mezhepsizlerin bu saçma sorusu altında ezilmekten kurtulsun. Sorunun cevabında misal dürbününü kullanacağız. Şimdi sana üç misal vereceğim. İyi dinle!
Birinci misal: Bir su kaynağını ve bu kaynağın oluşturduğu bir havuzu hayal ediyoruz. Havuzun suyu dört farklı kanala dökülüyor olsun. Kaynaktan akan suyun da dört rengi var: Mavi, kırmızı, sarı ve yeşil.
Bu dört renk havuzda karışık bir şekilde dururken, kanallara doğru yöneldiğinde her kanala bir renk giriyor. Suyun mavi rengi bir kanala, kırmızı rengi bir kanala, sarı rengi bir kanala ve yeşil rengi de bir kanala.
Şimdi, havuzun yanında duran ve bu dört kanaldaki dört farklı rengi gören kişi soruyor:
— Bu havuzun rengi nedir?
Şimdi biz “sarı” desek, havuz sarı değil. “Kırmızı” desek, havuz kırmızı da değil. “Yeşil” desek, yeşil de değil. “Sarı” desek, sarı da değil.
Eğer “Bu sular bu havuzdan gelmiyor.” desek, bu da doğru değil.
Cevap vermeyip sussak, bu da soru sahibini sevindirecek.
O hâlde ona şu cevabı vermek gerekir ki hem doğrudur hem de hakikattir:
Su kaynağı ve havuz bu renklerin hiçbiri değildir. Belki bu kaynak ve havuz öyle bir renktedir ki bütün bu renkleri içinde barındırıyor ve bütün bu renkler ona aittir. Her kanal kendi kabiliyeti nispetinde havuzun bir rengini gösteriyor.
Aynen bunun gibi, Peygamberimiz (a.s.m.) da İlahî bir kaynak ve vahyin havuzudur. Bu havuzun âb-ı hayatı hükmünde olan şer’î hükümler ise kanallar hükmünde olan mezheplerle bize ulaşmaktadır. Her mezhep bu havuzun -tabiri caizse- bir rengini bizlere ulaştırmakta ve o âb-ı hayatı içmemize vesile olmaktadır.
Demek, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ne Hanefidir, ne Şafiîdir, ne Malikidir ve ne de Hanbeli… Peygamberimiz (a.s.m.) bütün bu mezheplerin hükümlerini şeriatında cemetmiş bir havz-ı İlahîdir ve bir memba-ı hakikattir.
İkinci misal: Bir ağaç hayal ediyoruz ki bu ağacın dört dalı ve her dalında da farklı bir meyve var. Bir dalında elma, bir dalında üzüm, bir dalında hurma ve bir dalında çilek...
Bir akılsız bu muhteşem ağaca bakıyor ve diyor ki:
— Bu ağaç ne ağacıdır?
Eğer “Elma ağacıdır.” desek, bu sefer daldaki üzümleri inkâr edecek. Eğer “Üzüm ağacıdır.” desek, bu sefer de hurmaları inkâr edecek. Yok eğer “Hurma ağacıdır.” desek, bu sefer de diğer meyveleri inkâr edecek.
Ona verilecek cevap şudur: Bu ağaç öğle bir ağaçtır ki yetiştirdiği hiçbir meyvenin adıyla anılamaz. Belki bu ağaç, bütün bu meyveleri bünyesinde barındıran bir mucize-i kudrettir.
Aynen bunun gibi, Peygamberimiz (a.s.m.) da -tabiri caizse- böyle İlahî bir ağaçtır. Bu ağacın dört dalı dört mezheptir. Her dalında nübüvvetin farklı meyveleri vardır. Peygamberimiz (a.s.m.) ne Şafiîdir, ne Maliki, ne Hanefi ve ne de Hanbeli… Peygamberimiz (a.s.m.) bütün bu mezhepleri çekirdeğinde ve gövdesinde barındıran bir şecere-i rahmettir.
Üçüncü misal: Güneşin yedi renginin aksini gören bir akılsız sorar:
— Güneş mavi midir? Kırmızı mıdır? Yeşil midir? Ve hakeza...
Şimdi “mavi” desek, güneş mavi değil. “Kırmızı” desek, güneş kırmızı da değil. “Turuncu” desek, güneş turuncu da değil. Ya da başka bir rengi söylesek, güneş o renkte de değil.
O hâlde doğrusu şudur: Güneş bütün bu renkleri içinde barındıran bir cism-i Rabbânîdir ki bu yedi renk onun madeninden çıkar.
Aynen bunun gibi, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) dahi böyle parlak bir güneştir. Dört mezhep bu güneşin birer rengidir. Bu İlahî güneş, bu renklerin hiçbiriyle isimlendirilemez. Ancak denilir ki: Bu dört renk -yani dört mezhep- bu güneşten süzülmüş ve bu güneşin bir cihetini gösteren akislerdir. Bu güneş bu renklerin hepsine sahiptir. Onun adı ne Hanefi, ne Maliki, ne Şafiî ve ne de Hanbelidir. Onun adı, Şems-i Hakikat-i Muhammedîdir.
A: Gerçekten de çok güzel izah ettin. Bu izaha karşı söylenecek tek bir söz bulunamaz. Şimdi cevabını çok merak ettiğim başka bir soruyu sormak istiyorum. Din bir iken aynı meselede farklı hükümler nasıl olabilir? Bir mezhepte bir şey sünnet iken, diğerinde vacip ya da birinde helal iken, diğerinde mekruh oluyor. Bu nasıl olur? Dört mezhebin farklı hükümlerinin hepsi nasıl hak ve doğru olabilir? Zira hak birdir ve değişmez!
B: Cevabı çok zor gibi gözüken ve cevabı bilinmediği için birçok Müslüman'ı mezhepler hakkında şüpheye düşüren bu sorunun cevabı son derece basittir. Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri mezkûr soruya son derece güzel ve ikna edici bir cevap vermiştir. Şimdi bu cevaptan iktibasla meseleyi izah edelim:
Bir su, beş farklı mizaçtaki beş hastaya göre beş farklı hüküm alır. Şöyle ki:
– Birisine hastalığının mizacına göre su ilaçtır. Demek, su içmek ona tıbben vaciptir.
– Diğer hastaya zehir gibi zararlıdır. Demek, su içmek ona tıbben haramdır.
– Diğer bir hastaya az zarar verir. Demek, tıbben ona mekruhtur.
– Diğer hastaya ise faydalıdır, menfaat verir. Demek, tıbben ona sünnettir.
– Diğer birisine de ne zarardır ne de menfaat, afiyetle içsin. Demek, tıbben ona mübahtır.
İşte hak burada farklılaştı. Su bir iken, beş hastaya göre beş farklı hükme sebep oldu. Birine vacip, diğerine haram, bir diğerine mekruh ve diğerlerine de sünnet ve mübah oldu.
Simdi sen diyebilir misin ki: Su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir; başka hükmü yoktur.
Elbette diyemezsin. Zira suyun hükmü hastalara ve mizaçlara göre değişmektedir.
Aynen bunun gibi, din ve şeriatın her bir hükmü de insanlar için bir âb-ı hayattır. Misalimizdeki suyun hükmünün beş farklı mizaca göre beş farklı hüküm alması gibi, İlahî hükümler de mezheplere tabi olanlara göre değişir. Bir hüküm birisine vacip olurken, diğerine mekruh; birisine haram olurken, diğerine mübah olabilir. Bunu inkâr etmek, misalimizdeki suyun, bütün hastalara göre hükmünün aynı olması gerektiğini iddia etmek gibi bir safsatadır. Yine bunu inkâr etmek, İslam’ın evrenselliğini inkâr etmek ya da her insanın aynı fıtratta olduğunu kabul etmek gibi bir şeydir.
İşte mezhep imamları âdeta bir doktor gibi, bulundukları coğrafyada yaşayan insanların mizaçlarına uygun hükümleri Kur’an ve sünnetten çıkarmıştır. O coğrafyada yaşayan bir Müslüman için ilaç hükmünde -yani vacip- olan bir emir, başka bir coğrafyadaki Müslüman için zehir -yani haram- olabilmektedir.
Mesela İmam-ı Şafiî’ye tabi olanlar genellikle Hanefilere nispeten köylülüğe ve bedeviliğe yakın olduklarından dolayı, cemaati tek bir vücut hükmüne getiren sosyal hayattan mahrumdurlar. Bu sebeple, her biri bizzat Allah’ın dergâhında kendi derdini söylemek ve hususi arzusunu istemek için imamın arkasında Fatiha’yı kendi başlarına okurlar.
İmam-ı Azam’a tabi olan Hanefiler ise ekseriyetle medeniyete ve şehirliliğe daha yakın ve sosyal hayatın daha içinde oldukları için, bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, tek bir adam umum namına söyler, cemaat de kalben onu tasdik eder. Onun sözü umumun sözü hükmüne geçer. Bu sırra binaen Hanefi mezhebinde olanlar imamın arkasında Fatiha’yı okumaz. İmam onlar namına okur ve diğerleri rabıta-i kalb ile imamı tasdik ederler.
O hâlde imamın arkasında Fatiha’yı okumak Şafiîlere göre hak ve doğrudur. Bu, onların mizaç ve tabiatlarının bir gereği ve neticesidir. Hanefilere göre ise Fatiha’yı okumamak hak ve hikmet olup, onların fıtratları da buna müsaittir.
Neticede, İmam Şafiî Hazretleri Kur’an ve sünnetten, imamın arkasında Fatiha’nın okunacağı hükmünü çıkarırken, İmam-ı Azam Hazretleri aynı delillerden, imamın arkasında Fatiha’nın okunmayacağı hükmünü çıkarmıştır. Mevcut deliller her iki hükmü de içinde barındırmaktadır.
Bu misalde olduğu gibi, her bir mezhep imamı, coğrafyasındaki insanların fıtratına uygun olan hükümleri Kur'an ve sünnetten istinbat etmiştir. Allahu Teâlâ da Kur'an ve sünnetten çıkan bütün bu hükümlerden razı olmaktadır.
Şunu da ilave edeyim: Mezheplerin arasındaki ihtilafın sebeplerini öğrendiğinde bu mesele daha da açılacak ve konuyu daha net kavrayacaksın.
A: Mezhepler arasındaki ihtilafın sebebini zaten çok merak ediyorum. Madem sohbet bizi buraya getirdi. O hâlde çok merak ettiğim bu soruya da cevap ver.
B: Gücüm nispetinde vermeye çalışayım. İhtilafın sebebini öğrendiğinde, "Dört mezhebin farklı hükümlerinin hepsi nasıl hak ve doğru olabilir? Zira hak birdir ve değişmez!" sorusu tam manasıyla cevabını bulacaktır.
Mezhepler arasındaki ihtilaf maalesef fıkıh konusunda bilgisi olmayanları şüpheye düşürmekte ve onların şu iki soruyu sormalarına sebep olmaktadır:
1. Kur’an ve sünnet bir iken, içtihatlar niçin farklı oluyor?
2. Bu içtihatlardan hangisi doğrudur?
Şimdi bu iki soruyu cevaplayalım ve bu sorularla yaralanan gönüllere bir âb-ı hayat sunalım:
Evvela şunu bilmeliyiz: Allah’ın kelamı asla beşer kelamına benzemez. Beşer kelamı sadece bir iki manaya gelebilirken, Allah’ın kelamında hadsiz manalar vardır. Âdeta Kur’an kelimeleri birer deniz olup, içinde hadsiz manayı saklamaktadır. Her bir müçtehid de o kelime ve ayetlerden farklı manalar çıkarmakta ve farklı neticelere ulaşmaktadır.
Dolayısıyla ihtilafın olmamasını istemek ve tek bir mezhebin olmasını talep etmek, Allah’ın ezelî kelamının, insan sözü gibi sadece birkaç manaya gelmesini arzu etmek ve ezelî kelamın mahiyetinden gaflet etmektir.
O hâlde düzeltilmesi gereken ilk iş, Allah’ın ezelî kelamının mahiyetini öğrenmek ve bu kelamı beşer kelamına kıyas etmemektir.
Yine bir meselede sadece tek bir görüşün olmasını istemek, İslam’ın evrenselliğini anlayamamaktan ötürüdür. Zira fıtratları, yaşam koşulları, kıtaları, örfleri ve daha birçok şeyi farklı olan insanların füruatta (esastan olmayan tali meselelerde) aynı hükme tabi olması mümkün değildir. O hâlde ihtilaf, evrenselliğin zaruri bir neticesidir
Yine tek bir mezhebin olmasını istemek, Allah’ın rahmet ve kereminin mahiyetini bilmemektendir. Allahu Teâlâ dinin yaşanmasını kolaylaştırmış, bir meselede razı olacağı farklı hükümleri beyan etmiş ve zaruret hâlinde başka bir mezhebin görüşüyle amel edilmesine müsaade etmiştir. Bu, Allah’ın rahmetinin ve kereminin bir neticesidir.
Yine tek bir mezhebin olmasını istemek, dinde zorluk yoktur hükmünü tersine çevirmeyi talep etmektir. Zira bir meselede sadece tek bir hüküm olsaydı, İslam’ı yaşamak insanlar için çok zor olurdu. Mesela Hanefi mezhebinde, kadına değmek abdesti bozmazken, Şafiî mezhebinde bozmaktadır. Hac ve umre vazifesinde tavaf ve say abdestli yapılmak zorunda olduğundan, Şafiî mezhebine mensup hacılar bu ibadetlerde Hanefi mezhebini taklit ederler. Zira kendi mezheplerinde, bir kadına dokunduklarında abdesti bozulmaktadır. Tavaf esnasında ise izdihamdan dolayı birisine değmemek çok zordur.
Eğer tek bir hüküm olup, abdestte kadına dokunmak mutlak olarak abdesti bozsaydı, hac ve umre vazifesi çok zorluklarla ancak eda edilebilirdi.
Yine mesela Hanefi mezhebinde kan abdesti bozarken, Şafiî mezhebinde bozmamaktadır. Yarası kanayan veya ameliyat olan bir Hanefi, bu hâli geçinceye kadar -zaruret hâlinde- Şafiî mezhebini taklit edebilir. Taklit ederken Şafiî mezhebinin şartlarına uygun abdest alır ve bu abdest ile namazını kılar. Akan kan abdestini bozmaz.
Eğer bu konuda tek bir hüküm olsaydı ve kan mutlak olarak abdesti bozsaydı, yarası olanlar, kaza geçirenler vs. için namaz kılmak çok zor olacak ve belki de kişi namazdan uzaklaşacaktı. Demek, ihtilaf “Dinde zorluk yoktur.” hakikatinin zaruri bir neticesidir.
Yine tek bir mezhebin olmasını istemek, Peygamber Efendimiz (a.s.m)'ın bir meselede sadece tek bir uygulama yaptığını zannetmekten ötürüdür. Hâlbuki Peygamberimiz (a.s.m.) -namazın kılınış şekli dâhil olmak üzere- bir meselede birçok farklı uygulamalar yapmış ve her bir mezhep imamı bu uygulamalardan bir tanesini almıştır. Zaten Peygamberimizin farklı uygulama yapmadığı ve hakkında tek bir nass olan konularda ihtilaf olmamıştır. Demek, ihtilaf Peygamberimizin farklı uygulamalarının bir neticesidir.
A: Evet, anlattıkların çok mantıklı. Bu anlattıklarını şimdiye kadar hiç düşünmemiş, kimseden de duymamıştım. Kendimi çok şey bilen birisi zannediyordum ama bildiğim hiçbir şey yokmuş!
B: Zararın neresinden dönersen kârdır. Yine Allah’a şükret ki bu hâl üzere ölmedin; Allah sana bu konuda hidayet etti.
Şimdi mezhepler arasındaki ihtilafın sebeplerine geçelim:
Bir mesele hakkındaki görüşlerin farklı olmasının bir dizi sebebi vardır. Bizler bu sebeplerden sadece "ayetlerin ve hadislerin farklı anlamlara gelebilmesini" tahlil edeceğiz. Birinci örneği Kevser suresinden vermek istiyorum:
Kevser suresinde şöyle buyrulmuş: Muhakkak ki biz sana Kevser'i verdik. Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. (Kevser 1-2)
Kurban kesmenin hükmü, İmam-ı Azam Hazretlerine göre vacip; İmam Şafiî, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise sünnettir.
Bu ihtilaf fıkıh ilmini bilmeyenleri şaşırtmakta ve “Bir şey bir mezhepte vacip olurken, diğer bir mezhepte nasıl sünnet olabilir?” dedirtmektedir. Hâlbuki şimdi göreceğimiz gibi, bu mümkündür ve ayetin farklı manalara gelebilme ihtimalinin zaruri bir neticesidir. Şöyle ki:
İmam-ı Azam Hazretleri Kevser suresinin mezkûr iki ayetini şöyle izah etmiştir:
Surenin birinci ayeti olan “Muhakkak biz sana Kevser'i verdik.” ifadesindeki muhatap Hazreti Muhammed (a.s.m.)'dır. Buradaki Kevser, Peygamber Efendimize verilen bir ihsandır. İkinci ayet olan “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.” emrine muhatap ise Peygamberimiz (a.s.m.) olmayıp, ümmet-i Muhammed'dir. Buradaki namaz, ümmete emredilen beş vakit namazdır. Kurban kesme emri de bu ümmetin bizzat kendisine yapılmıştır. Dolayısıyla kurban kesmek vaciptir.
İmam Şafiî ve İmameyn ise ayetleri şöyle tefsir eder:
Surenin her iki ayetinde de muhatap Peygamberimiz (a.s.m.)'dır. Birinci ayet olan “Muhakkak ki biz sana Kevser'i verdik.” ifadesiyle, Peygamberimize verilen bir ihsan beyan edilmiştir. İkinci ayetteki “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.” emri de Peygamberimizedir. Buradaki namaz, beş vakit namaz olmayıp gece namazıdır. Zira gece namazı Peygamberimize farz idi. Ayetteki “Kurban kes.” emri de bizzat Peygamberimize yapılmış ve kurban kesmek sadece Peygamberimize farz edilmiştir. Ümmete ise -Peygamberimize tabi olması cihetiyle- sünnettir.
Görüldüğü gibi, surenin ikinci ayetinin muhatabının hem ümmet-i Muhammed hem de bizzat Peygamberimizin olması ihtimali vardır. Ayet iki şekilde de izah edilebilir. Siyak ve sibak (ayetin gelişi ve gidişi) buna müsaittir. Eğer ikinci ayetteki muhatap ümmet-i Muhammed ise ayetteki "namaz" ile "beş vakit namaz" kastedilmekte, kurban da bize emredilmektedir. Bu itibarla kurban kesmenin vacip olması gerekir. Ancak İmam Şafiî ve İmameyn’in görüşü de mümkün olup, ikinci ayetteki muhatap Peygamberimiz (a.s.m.) da olabilir. Bu durumda, "namaz" Peygamberimize farz olan gece namazı olur; kurban kesme emri de ümmete değil, bizzat Peygamberimizin kendisine yapılmış olur. Bu ihtimale binaen kurban kesmek bize vacip değil, sünnet olmuş olur.
Hem görüldüğü gibi, ihtilaf, kurban kesmenin bir ibadet olup olmadığı konusunda değil, bu ibadetin hükmü hakkındadır. Zira ayetin açık ifadesiyle, kurban kesmek bir ibadettir. Bunda ihtilaf yoktur. İhtilaf sadece hükmünün ne olduğundadır ve bunun sebebi de ayetin her iki manayı da kendinde cemetmesidir. Ayrıca her bir mezhep imamı görüşlerine hadislerden de deliller getirmiştir. Bizler bu başlıkta sadece "Kur’an’ı anlamadaki ihtilafı" işlediğimizden meselenin hadis bölümüne geçmiyoruz.
Sözün özü: Kurbanın bir mezhebe göre vacip, diğer mezhebe göre sünnet olduğunu anlayamamak ve sadece tek bir hükmün olmasını istemek, İlahî kelamın mahiyetini bilmemektem dolayıdır. Allah'ın kelamı insan kelamı gibi değildir ki sadece tek bir manaya işaret etsin.
A: Evet, çok ilginç… Bu yaşıma geldim, böyle bir ders dinlemedim. Keşke anlattıklarını daha önce öğrenmiş olsaydım. Geçen vaktime yanıyorum. Bu ilim ne kadar zevkliymiş!
B: Zevklidir ama kendimiz mana vermeye çalışmayıp ehlinden dinlersek zevklidir. Ehli de hakiki âlimlerdir. Şimdi, Kur’an ayetlerinin farklı manaları cemetmesine dair ikinci örneğe geçelim:
Âl-i İmran suresi 97. ayette şöyle buyrulmuş: Oraya (Kâbe’ye) giren emin olur.
İmam-ı Azam Hazretlerine göre, şer’an öldürülmesi gereken bir kimse Harem-i Şerif'e sığınsa, kendisine dokunulmaz ve orada ceza uygulanmaz. Sadece ona yiyecek ve içecek verilmeyerek oradan çıkmaya mecbur edilir ve çıkınca kısas yapılır.
İmam Şafiî Hazretlerine göre ise Kâbe’ye sığınan kimse oradan çıkmazsa, çıkması için beklenmez; orada kısas edilir.
Yine fıkıh ilmini ve Allah'ın kelamının mahiyetini bilmeyenleri şaşırtacak bir durum: Aynı meselede iki farklı hüküm!
Eğer kişi Allah'ın kelamının mahiyetini bilseydi, bu farklı hükümlerin son derece normal ve İlahî kelamın bir hususiyeti olduğunu anlardı.
Şimdi ihtilafın sebebini öğrenelim:
Ayet-i kerimede, “Kâbe’ye giren emin olur.” buyrulmuş. Buradaki "emniyet" İmam-ı Azam Hazretlerine göre, dünyevi emniyettir. Bu hükme göre, Kâbe’ye girenin her türlü dünyevi tehlikeden emin olması gerekmektedir. İmam-ı Azam Hazretlerine göre, can emniyeti de bunlardan biridir. Bu durumun bir neticesi olarak, kendisine kısas yapılması gereken kişi Kâbe’ye sığınsa ona dokunulmaz. Çünkü Allahu Teâlâ, Kâbe’ye girenin tehlikeden emin olması gerektiğini beyan buyurmuştur.
İmam Şafiî ise ayetteki “emniyeti” ahiret azabından emin olmakla tefsir etmiştir. Yani İmam Şafi’ye göre, Kâbe’ye giren, dünyevi tehlikelerden değil, uhrevi tehlikelerden emin olur. Yaptığı tavaf, say ve diğer ibadetlerle kendisini Allah’a affettirir ve cehennem azabından kurtulur. Dolayısıyla İmam Şafiî’ye göre, ayetin hükmü dünyaya değil, ahirete bakmaktadır. Netice olarak da kısas gereken bir kişi Kâbe’ye sığınsa, çıkması emredilir; eğer çıkmazsa orada hükmü icra edilir.
Görüldüğü gibi, ayetteki “emniyet"in farklı manalara gelebilme ihtimali, hükmün farklılığına sebep olmuştur. Eğer ayetteki “emniyet” dünyevi emniyet ise orada kısas yapılamaz. İmam-ı Azam Hazretleri bu ihtimali tercih etmiştir.
Yok, eğer ayetteki “emniyet” uhrevi azaptan emin olmaksa orada kısas yapılabilir. İmam Şafiî de bu ihtimali tercih etmiştir. Ayrıca her bir mezhep imamı, görüşlerine hadislerden de deliller getirmiştir. Bizler bu başlıkta sadece "Ku’ran’ı anlamadaki ihtilafı" işlediğimizden meselenin hadis bölümüne geçmiyoruz.
Demek, “Kabe’ye sığınan kimseye kısas yapılıp yapılamayacağı” hususunda tek bir hükmün olmasını istemek, ayetin bu iki vechini bilmemekten ve Allah’ın kelamını beşer kelamı gibi tek manaya gelen bir kelam zannetmekten dolayıdır.
“Eğer bu hükümlerden hangisi doğrudur?” dersen, bu sorunun cevabını daha önce vermiştik. Burada şu kadar diyelim ki: Cenab-ı Hak her iki hükümden de razıdır.
A: Sen anlattıkça heyecanlanıyorum. Ben izahını yaptığın ayeti kaç defa okumuştum ama anlattıklarının hiçbiri aklıma gelmemişti. Ayetin altında ne kadar geniş manalar varmış. Başka bir örnek daha verir misin? Seni dinlerken bal yiyor gibi lezzet alıyorum.
B: Allah şevkini ve ihlasını bozmasın. Madem öğrenmekten bu kadar zevk alıyorsun sana bir örnek daha vereyim. Nisa suresinin 11. ayetinde şöyle buyrulmuş: …Bu paylar ölenin borçları ödenip, vasiyeti de yerine getirildikten sonra hak sahiplerine verilir.
Allahu Teâlâ Nisa suresi 11 ve 12. ayetlerde miras taksiminin nasıl yapılacağını beyan buyurmuş ve taksimden önce borçların ödenmesi gerektiğini bildirmiştir. Bu ayete göre, miras taksim edilmeden önce, vefat edenin borçları ödenir ve eğer malı varsa, malının üçte birlik kısmından yaptığı vasiyeti yerine getirilir. Daha sonra da Allah’ın belirttiği şekilde kalan mal mirasçılara taksim edilir.
İmam-ı Azam Hazretleri, ayette geçen “borç” kelimesini “kullara ait borçlar” olarak tefsir etmiştir. İmam-ı Azam Hazretlerine göre, ölen bir kimsenin kullara ait borçları -vasiyeti olmasa da- mirastan çıkarılır ve alacaklılara ödenir. Ancak Allah’ın hakkı olan zekât ve hac gibi borçlar vasiyeti olmazsa mirastan çıkarılmaz.
Buna göre, ölü, Allah’a ait hakların mirastan ödenmesini vasiyet etmez ve mirasçılar da kendi rızaları ile bu borçları ödemek istemezlerse, Allah’a ait borçlar miras malından çıkarılmaz ve bu borçlar ödenmez.
İmam Şafiî Hazretleri ise ayette geçen “borç” kelimesini hem kullara ait hem de Allah’a ait borçlar olarak tefsir etmiştir. İmam Şafiî Hazretlerine göre, ölenin vasiyeti olmasa da ödemediği zekât ve eda etmediği hac gibi Allah’a ait borçları mirastan çıkarılır. Bu hususta mirasçıların izin verip vermemesine bakılmaz.
İşte ayet-i kerimedeki “borç” kelimesinin mutlak bırakılması ve her iki manaya da gelebilme ihtimali hükmün ihtilafına sebep olmuştur. Eğer ayette “kullara ait borçlar ödendikten sonra” ya da “ hem Allah'a hem de kullara ait olan borçlar ödendikten sonra” denilseydi, ayet açık olduğu için ihtilaf olmazdı.
Demek, ihtilafın sebebi, ayetin mutlak bırakılması ve her iki manayı da içinde cemetmesidir. Ayrıca her bir mezhep imamı görüşlerine hadislerden de deliller getirmiştir. Ancak biz bu başlıkta sadece Kur'an’ı anlamadaki ihtilafı işlediğimizden meselenin hadis bölümüne geçmiyoruz.
Netice olarak deriz ki: Allah'ın kelamının mahiyeti anlaşıldıkça ihtilafın zaruri bir netice olduğu daha iyi kavranacaktır.
A: Bu örnek de oldukça güzeldi. Sen anlattıkça Kur’an’da bilmediğim ve hiç duymadığım ne kadar çok mesele varmış diye düşünüyorum.
B: Rabbim bilmediklerimizi bize öğretsin ve bildiklerimizle ameli nasip etsin. Heyecanın beni de heyecana getiriyor. Dur sana bir örnek daha vereyim:
Maide suresi 90. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işinden birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.
İhtilaflı bir konu da kolonya bulaşmış bir elbise ile namaz kılınıp kılınamayacağı meselesidir. İmam-ı Azam ve İmam Ebû Yusuf’a göre, kolonya kullanmak caiz olup, üzerine kolonya bulaşmış bir elbise ile namaz kılınabilir.
İmam Muhammed ve diğer üç mezhep imamına göre ise kolonya kullanmak caiz olmayıp, üzerine kolonya bulaşmış bir elbise ile namaz kılınamaz.
Yine bu ihtilaf fıkıh ilminden habersiz olanları şaşırtmakta, bir kısmını ise şüpheye düşürmektedir. Bu şaşkınlığın ve şüphenin sorumlusu kişinin kendisidir. Yani suçlu odur. Eğer vaktinin bir kısmını dinî ilimlerin tahsiline ayırsaydı, bu şüpheye düşmeyecek ve vesveseye mağlup olmayacaktı. Zira şimdi göreceksin ki ihtilafın sebebi izah edildiğinde ve anlaşıldığında bu konuda hiçbir şüphe ve vesvese kalmayacaktır.
Allahu Teâlâ: “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işinden birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” buyurarak içkinin bir pislik olduğunu bildirmiştir. Malumdur ki namazda necasetten taharet yani pisliklerden temiz olmak farzdır. Yani kişinin elbisesi ve namaz kıldığı yer temiz olmalıdır. Necis bir elbise ile namaz kılınmaz.
Şimdi gelelim ihtilafın sebebine:
Mealde “şarap” diye çevirdiğimiz kelimenin Arapçası “hamr”dır. Allahu Teâlâ bu ayet-i kerimede “hamr”ın pis olduğunu beyan buyurmuştur. Ayetin hükmü açık olduğundan dolayı “hamr”ın pisliğinde ihtilaf yoktur. Dört mezhebe göre de hamr pistir. İhtilaf hamrın ne olduğundadır. Zira ayette hamrın ne olduğu açıkça belirtilmemiş ve mutlak bırakılmıştır.
İmam-ı Azam ve İmam Ebû Yusuf’ göre, hamr sadece üzümden yapılan ve pişirilmeden bekletilmesiyle keskinleşip köpük atan sarhoş edicinin adıdır. Diğer sarhoş edicilere hamr değil, “nebîz” denilir. Nebîzi içmek hamrı içmek gibi haramdır. Ancak nebîz pis değildir. Pis olan sadece üzümden yapılan sarhoş edicidir.
Dolayısıyla nebîz kısmından yapılan bir sarhoş edici kişinin elbisesine bulaşsa, nebîz pis olmadığı için namaza mâni değildir. Namaza mâni olan, hamrın elbiseye bulaşmasıdır. Kolonya ise hamrdan değil, nebîzden yapılmaktadır. İçmek haramdır ancak pis değildir. Kullanmak caiz olup, elbiseye bulaşması namaza mâni olmaz.
İmam Muhammed ve üç mezhep imamına göre ise "hamr" her sarhoş edicinin adıdır; üzümden yapılması şart değildir. Dolayısıyla bütün sarhoş ediciler pistir ve namaza mânidir. Kolonyadaki alkol de sarhoş edicidir ve hamrdır. O hâlde onu kullanmak caiz olmayıp, bulaştığı elbise ile namaz kılınamaz
Bir daha özetlersek: İmam-ı Azam ve İmam Ebû Yusuf’a göre, kolonya namaza mâni değildir. Çünkü kolonyadaki alkol üzümden yapılmamaktadır. Yani hamr değil, nebîzdir. Nebîz ise pis değil temizdir.
İmam Muhammed ve üç imama göre ise kolonya namaza mânidir. Çünkü bunlara göre, hamr sadece üzümden yapılan alkol olmayıp her sarhoşluk verenin adıdır. Madem kolonyadaki alkol sarhoş edicidir, o hâlde hamrdır. Hamr da ayetin beyanıyla pistir. Pislikten temiz olma ise namazın bir farzıdır. Dolayısıyla kolonya namaza mânidir.
Görüldüğü gibi, ihtilaf hamrın manası hakkında olup, hamrın temiz mi yoksa pis mi olduğu hakkında değildir. Zira ayette geçen “Hamr pistir.” ifadesi içtihada mahal bırakmamaktadır. İçtihad hükmü açıkça bildirilen konularda olmaz. Ayet ise hamrın pis olduğunu açıkça bildirmiştir. Açık olmayan şey, hamrın ne olduğudur.
İşte “hamr” kelimesinin manası hakkındaki ihtilaf sebebiyle farklı hükümler çıkmıştır. “Din birdir. Hüküm de bir olmalıdır.” demek, hamr kelimesinin bu derin manasını ve her iki hükmü de içinde cemettiğini bilmemekten ötürüdür.
“Peki, biz hangi görüşle amel edeceğiz?” denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Ruhsatı tercih ederek kolonya kullanabilir ve kolonyanın bulaştığı bir elbise ile namaz kılabiliriz. Ancak takva ve azimet ile amel edip kullanmamak daha evladır.
A: “Kolonya kullanmak caiz midir değil midir?” meselesini daha önce de duymuş ve gülüp geçmiştim. Şimdi sen meselenin detayını anlatınca “Vay be!” diyorum. Ama biraz da kızıyorum. Bu bilgileri bizlere öğretmeyenlere kızıyorum.
B: Kızmakta haksız değilsin. Baksana, hakiki vazifedarlar vazifelerini unutmuşlar, iş bize kadar düşmüş. Ne diyeyim, beni bununla nasiplendiren Rabbime şükrediyorum. Şimdi sana bir örnek daha vereyim:
Maide suresi 6. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin ve iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın.
Abdestin dört farzı bu ayet-i kerimede beyan edilmiştir. Bizim üzerinde duracağımız farz yüzün yıkanmasıdır. Ayet-i kerimede açık bir şekilde, abdestte yüzün yıkanması emredilmektedir. Ayetin hükmü açık olduğundan dolayı dört mezhepte de yüzün yıkanması abdestin bir farzıdır. Bunda ihtilaf yoktur. İhtilaf yüzün neresi olduğu ve kulakların yüze dâhil olup olmadığı hususundadır. Bu ihtilafın sebebi ise yüzün sınırlarının ayet-i kerimede belirtilmemiş olmasıdır.
Hanbeli mezhebine göre, abdestte kulakların meshi vaciptir. Hanbeliler, “Kulaklar baştandır.” hadisini ve Peygamberimizin her abdestte kulaklarına meshettiğini delil gösterirler.
Diğer üç mezhebe göre ise kulakların meshi sünnettir. Üç mezhep âlimleri, Hanbelilerin gösterdiği “Kulaklar baştandır.” hadisini zayıf bulurlar. Hatta İbni Salah: “Hadisin zayıflık emareleri çoktur. Çok yollarla rivayet edilmesiyle kuvvetlenmez.” der. Yine İmam Şekvânî: “Varid olan hadisler bu hususu teyit etmez, sadece müstehap olduğuna işaret eder. Vacibe ancak açık bir delille gidilir.” der.
Görüldüğü gibi, yüzün sınırlarının neresi olduğu hakkındaki ihtilaf hükmün ihtilafına sebep olmuştur. Hanbeliler “Kulak yüzdendir.” hadisiyle amel ederek kulağın meshine vacip derken, Hanefi, Şafiî ve Maliki mezhebi âlimleri hadisin zayıflığına hükmederek kulağın meshine sünnet demişlerdir.
Şu noktaya dikkat çekmek istiyorum: Abdestte yüzün yıkanmasının farziyeti hususunda hiçbir ihtilaf yoktur. Zira ayetin hükmü açıktır; içtihad buraya giremez. Yine abdestte kulağın meshedilmesi hususunda da bir ihtilaf yoktur. Zira Peygamberimiz (a.s.m.) abdest alırken kulaklarını meshetmiştir. İhtilaf sadece kulağın meshedilmesinin hükmü hakkındadır. Hanbelilere göre vacip iken, diğer üç mezhebe göre sünnettir. Bu konuda ihtilafın olmaması için şunlardan birisinin olması gerekiyordu:
1. Ayet-i kerimede yüzün sınırları açıkça belirtilseydi ihtilaf olmazdı.
2. “Kulak yüzdendir.” hadisi zayıf değil, mütevatir olsaydı ihtilaf olmazdı.
3. Ya da bu konuda başka mütevatir bir hadis olsaydı yine ihtilaf olmazdı.
Demek, ihtilafın sebebi hükmün Kur'an ve sünnette mutlak bırakılmasıdır.
A: Fesübhânallah, ayetlerde ne hazineler varmış!
B: Hazineler var ama bu hazinelerin anahtarları hakiki âlimlere verilmiş. Biz de onların eserlerini okuyarak onlar vasıtasıyla bir parça bu hazinelere ulaşıyoruz. Elhamdülillah.
Şimdi sana başka bir örnek vereyim:
Maide suresi 6. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: Yahut kadınlara dokunmuşsanız ve su bulamıyorsanız temiz bir toprak ile teyemmüm edin.
Bu ayette abdesti bozan şeyler zikredilmekte ve abdest almak mümkün olmadığında teyemmüm edilmesi emredilmektedir. Biz sadece ayette geçen ve abdesti bozduğu bildirilen “kadınlara dokunmuşsanız” ibaresini inceleyeceğiz.
Hanefi mezhebine göre, kadına dokunmak abdesti bozmaz. Şafiî mezhebinde ise bozar. Bu ihtilafın sebebi, ayette geçen “kadınlara dokunmuşsanız” ibaresini anlamadaki farktır. Şöyle ki:
Ayette geçen لَمْس kelimesinin lügat manası “dokunmak” demektir. İmam Şafiî Hazretleri, bu kelimeyi lügat manası üzerine tefsir ederek "kadına dokunulduğunda abdestin bozulacağını" söylemiştir. Demek, İmam Şafiî’ye göre, ayette mecaz yoktur ve ibare kendi lügatı üzerine tefsir edilmiştir.
İmam-ı Azam Hazretleri ise ayetteki لَمْس kelimesinin “cima” yani “cinsel ilişki” ile tefsir etmiştir. Yani ibareyi mecaza hamletmiş ve şu delilleri getirmiştir:
İbni Abbas Hazretleri der ki: Allahu Teâlâ cimadan direk bahsetmemiş, dokunmak ifadesiyle kinaye yapmıştır.
Yine büyük Arap dili âlimi İbnü's-Sikkît şöyle der: Dokunmak manasındaki لَمْس kelimesi “kadınlar” ile birlikte kullanıldığında bununla "cinsel ilişki" kastedilir. Çünkü Araplar لَمَسْتُ الْمَرْأَة derken, “Kadınla cinsel ilişkide bulundum.” demek isterler. O hâlde bu ayet-i kerimede mecazın kastedilmiş olması gerekmektedir ki bu da لَمْس kelimesi ile cimanın anlatılmak istendiğidir.
İşte ayetteki لَمْس kelimesinin tefsirindeki ihtilaf hükmün ihtilafına sebep olmuştur. İmam Şafiî kelimeyi lügat manasıyla tefsir ederken, İmam-ı Azam Hazretleri mecaza hamletmiştir. Ayrıca her bir mezhep imamı, görüşlerine hadislerden de deliller getirmiştir. Bizler bu başlıkta sadece "Kur'an’ı anlamadaki ihtilafı" işlediğimizden meselenin hadis bölümüne geçmeyip sadece bir nükteyi beyanla yetineceğiz:
İmam-ı Azam Hazretleri görüşüne delil olarak şu hadisi göstermiştir: Hazreti Aişe Validemiz der ki: Ben Resulullah (a.s.m.)'ın önünde uyurken ayaklarım onun kıble tarafına düşerdi. O secde ederken ayaklarıma dokununca ben hemen ayaklarımı toplar, kalktığında ise tekrar uzatırdım. O gün evlerde kandiller yoktu.
İmam-ı Azam Hazretleri bu hadisi delil göstererek der ki: Bu hadiste kadına dokunmanın abdesti bozmayacağına delil vardır. Zira Peygamber Efendimiz (a.s.m.) namazda Hazreti Aişe’ye dokunmuş ve namazına öylece devam etmiştir. Eğer kadına dokunmak abdesti bozsaydı, Peygamberimizin namazının bozulması gerekirdi.
İmam Şafiî Hazretleri ise İmam-ı Azam’ın bu deliline şöyle cevap verir: Mezkûr hadis dokunmanın abdesti bozmayacağına delalet etmez. Zira hadiste dokunmanın çıplak tene yapıldığına dair açık bir ifade yoktur. Muhtemeldir ki Peygamberimiz (a.s.m.) Hazreti Aişe’ye elbisesinin üzerinden dokunmuş ve abdesti bu sebeple bozulmamıştır.
Daha bunun gibi, her bir mezhep imamı kendi görüşüne ait birçok deliller sunmuş ve diğer görüşün delillerine cevap vermiştir.
Netice olarak deriz ki: “Kadına dokunmanın abdesti bozup bozmayacağı” konusunda sadece tek bir hükmün olmasını istemek, ayetteki لَمْس kelimesinin bu iki vechini bilmemekten, Allah’ın kelamını beşer kelamı gibi tek bir manaya gelen bir kelam zannetmekten ve ihtilaftaki rahmeti anlayamamaktan dolayıdır.
A: Gerçekten de mezhep imamları âdeta kılı kırk yarmış ve hükümleri öyle çıkarmışlar. Çıkardıkları hiçbir hükmü zanlarına dayandırmayıp, ayet ve hadislere dayandırmışlar. Çok zeki ve müstesna insanlarmış!
B: Elbette öyle. İşte eserin başından beri sana anlatmak istediğim şey buydu.
Şimdi sana başka bir örnek vereyim. Madem öğrenmeyi bu kadar sevdin, biraz daha ilerleyelim:
Nisa suresi 25. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: Onları, ehlinin izni ile nikâhlayın.
Hanefi mezhebine göre, nikâhta velinin izni şart değildir. Buna göre, buluğa ermiş bir kız, kendisine denk bir erkek ile velisinin izni olmaksınız evlense, bu nikâh geçerlidir. Velinin bu nikâhı feshetme hakkı yoktur.
Şafiî mezhebinde ise nikâhta velinin izni şarttır. Velinin izni olmadan nikâh akdi geçerli olmaz. Buna göre, Şafiî mezhebinde bir kız, velisinin izni olmadan bir erkekle nikâhlansa, bu nikâh geçerli değildir.
Yine fıkıh ilmini bilmeyenleri şaşırtacak bir ihtilaf: Bir mezhepte velinin izni şart iken, diğerinde şart değil!
Bu ihtilafın sebebini bilmeyenler şöyle der: Nasıl oluyor da din bir iken, Hanefi mezhebindeki bir kız velisinin izni olmadan nikâhlanabiliyor da Şafiî mezhebindeki bir kız velisinin izni olmadan nikâhlanamıyor?
Yani bu sorunun sahibine göre, nikâhta velinin izni şart mıdır yoksa değil midir hususunda sadece tek bir hüküm olmalıydı. Bu istek ise Allah'ın kelamının mahiyetini ve bu ihtilafın sebebini bilmemekten kaynaklanmaktadır. Şöyle ki:
Nisa suresinin 24. ayetinde nikâhı helal olan hür kadınlardan, 25. ayetinde de nikâhı helal olan cariyeden bahsedilmiş ve ayetin sonunda “Onları, ehlinin izni ile nikâhlayın.” buyrulmuş. Ayetteki “onları” zamiri ile kimlerin kastedildiği konusundaki ihtilaf hükmün de ihtilafına sebep olmuş.
İmam-ı Azam Hazretlerine göre, “Onları, ehlinin izni ile nikâhlayın.” ayetindeki “onları” zamiri ile kastedilen cariyelerdir. Zamirin hür kadına taalluku yoktur. Yani cariye ile nikâhlanacak olan, cariyenin sahibinden izin almalıdır. Cariyenin nikâhı sahibinin izni olmadan sahih olmaz. Hür kadının nikâhı ise velisinin izni olmadan da sahihtir.
İmam Şafiî Hazretlerine göre ise ayetteki “onları” zamiri ile kastedilen hür kadınlardır. Dolayısıyla hür kadının nikâhı ancak velisinin izni ile geçerli olur.
Görüldüğü gibi, “Onları, ehlinin izni ile nikâhlayın.” ayetindeki “onları” zamirinin raci olduğu kimseler hakkındaki ihtilaf hükmün ihtilafına sebep olmuştur. İmam-ı Azam’a göre, zamir cariyeye ait olup, hür kadınla alakası yoktur. İmam Şafiî’ye göre ise bu zamir hür kadına racidir. Netice olarak, İmam-ı Azam’ın içtihadına göre, hür kadın, velisinin izni olmadan evlenebilirken, İmam Şafiî’ye göre ise velinin izni olmadan nikâh sahih olmamaktadır.
Eğer ayette açık bir şekilde, “Cariyeyi sahibinin izni ile nikâhlayın.” Ya da “Hür kadını velisinin izni ile nikâhlayın.” buyrulmuş olsaydı, hüküm açık olduğundan dolayı ihtilaf olmazdı. Ancak Cenab-ı Hak hikmeti icabı ayeti mutlak bırakmış ve “onları” zamiri ile beyan buyurmuş.
Demek “Nikâhta velinin izni şart mıdır değil midir?” hususunda sadece tek bir hükmün olmasını istemek, ayetteki “onları” zamirinin hem hür kadına hem de cariyeye taalluk edebileceğini bilmemekten ileri gelmektedir.
Eğer “Allah hangisinden razıdır ve hangisi doğrudur?” diye sorulacak olursa, denilir ki: Her ikisi de doğrudur ve murad-ı İlahîdir. Cenab-ı Hak, Şafiî mezhebindeki bir kadının, ancak velisinin izni ile nikâhından razı olurken, Hanefi mezhebindeki bir kadının velisinin izni olmasa da nikâhından razı olmaktadır. Daha önce işlediğimiz gibi, bir meselede hak sadece tek bir hüküm değildir. Hak fıtratlara göre değişmektedir. Cenab-ı Hak, her fıtratın kendisine uygun olan hükmü, kelamının kelimelerinde saklamış ve mezhep imamları da bu hükümleri ayet ve hadislerden çıkarmıştır.
A: Meseleyi çok iyi anladım. Ancak şimdiye kadar hep ayetleri anlamadaki ihtilaftan örnekler verdin. Aynı şey hadislerde de var mı? Ona da örnek verebilir misin?
B: Evet, bir kelamın farklı manaları kendinde cemetmesi hadis-i şeriflerde de var. Bununla ilgili de sana üç örnek vereyim. Bu sayede daha kolay anlarsın. Birinci örneğim şu:
Hazreti Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor: Resulullah (a.s.m.) kâfir bir misafir ağırlamıştı. Derhal onun için bir keçinin sağılmasını emretti. Keçi sağıldı, kâfir sütünü içti. Sonra diğer bir keçinin daha sağılmasını emretti. Adam doymadı. Bu suretle tam yedi keçinin sütünü içti. Adam yatıp sabah olunca Müslüman oldu. Resulullah (a.s.m.) bir keçi sağılmasını emretti. Sütünü adam içti. Sonra başka bir keçi daha sağıldı. Fakat bunun sütünü tamamen içemedi. Bunun üzerine Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurdu: Mümin bir mideye içer, kâfir ise yedi mideye içer.
Hadiste geçen “Mümin bir mideye içer, kâfir ise yedi mideye içer.” ifadesi hakkında âlimler ihtilaf etmişlerdir. Daha doğrusu, bu kısacık cümle o kadar çok manayı içinde saklamaktadır ki her bir âlim bu manalardan birine meyletmiş ve neticede şu farklı görüşler ortaya çıkmıştır:
Birinci görüş: Bir kısım âlime göre, “Mümin bir mideye içer, kâfir ise yedi mideye içer.” hadisiyle murad edilen, zahirî mana değildir. Burada mecaz vardır ve kinaye yapılmıştır. Peygamberimiz (a.s.m.) bu sözünde, Müslüman ve onun dünyadaki zühdü ile kâfir ve onun dünyaya olan hırsını göstermek için bir benzetme yapmıştır. Yani mümin dünyevi şeylere kıymet vermemesi sebebiyle tek bir mideye yer. Kâfir ise dünyevi şeylere çok kıymet vermesi ve dünyalığı çok yığması sebebiyle yedi mideye yer. Burada ne gerçek mideler ne de yeme hususu asıldır. Asıl kastedilen şey, dünyalık ile doymakta azlık ve çokluktur.
Bu şuna benzer: Nasıl ki “Falan kimse dünyayı hopur hopur yiyor.” denildiğinde, onun dünyaya fazlaca hırsı ve rağbeti kastediliyorsa, “Mümin tek mideye yer.” denildiğinde de "Müminin dünyaya karşı hırsı yok, az bir şeyin peşindedir." manası kastedilmiştir. “Kâfir yedi mideye yer.” denilmekle de "Dünyaya çok rağbet eder, çok şeylerin peşine hırsla düşer." denilmek istenmiştir.
İkinci görüş: Bir kısım âlimler şöyle demiştir: Mümin helal yer, kâfir ise haram yer. Helalin varlığı vücutça daha azdır, haram ise çoktur. İşte hadiste geçen tek mide ile "helalin azlığına", yedi mide ile de "haramın çokluğuna" işaret edilmiştir.
Üçüncü görüş: Bir kısım âlimler şöyle demiştir: Hadisten murad mümini az yemeğe teşviktir. Çünkü çok yemek kâfire has bir sıfattır. Mümin az yemeği esas yapmalıdır. Zira müminin nefsi kâfire mahsus bir sıfatla muttasıf olmaktan nefret eder. Çok yemenin kâfire has bir sıfat olduğuna delil ise Cenab-ı Hakk'ın şu sözüdür: Varacakları yer ateş olduğu hâlde kâfirler zevklenirler ve hayvanlar gibi yerler. (Muhammed 12)
Dördüncü görüş: Bir kısım âlimler hadisin mecaz olmayıp, hakiki manasının murad edildiği görüşündedirler. Bu görüş sahiplerinden bir kısmı şöyle der: Bu bir şahıs hakkında varid olmuştur. Hadiste geçen “el-Mümin” kelimesinin başındaki “lâm” edatı ahdiye edatıdır; cinsiye edatı değildir. Cinsiye edatı bir cinsin kastedildiğini ifade ederken, ahdiye edatı özel birinin kastedildiğini ifade eder. Yani “el-Mümin” lafzı bütün müminleri ifade etmek için kullanılmamış; özel birisi hakkında kullanılmıştır.
İbni Abdilberr bu hususu şöyle izah eder: Bu hadisi bütün müminlere hamletmeye imkân yoktur. Zira nice kâfirler vardır ki müminlerden az yer; nice müminler vardır ki kâfirden çok yer. Ve nice kâfir vardır ki Müslüman olmuş ama yeme miktarı değişmemiştir. O hâlde hadiste zikredilen “Kâfir yedi mideyle içer.” sözüyle kastedilen, hadisteki şahıstır. Yani şöyle söylenmek istenmiştir: Bu adam kâfir iken yedi mideye yemekte idi. Müslüman olunca yedikleri onun hakkında bereketli kılındı. Böylece Müslüman olduğunda, kâfir iken yediğinin yedide biri ile doydu.
Demek, bu âlimlere göre, mezkûr hadis-i şerif hususi bir kâfir hakkındadır.
Beşinci görüş: Bir kısım âlimler şöyle demiştir: Hadis-i şerif, ekseriyeti ifade zımnında beyan olunmuştur. Bununla gerçek adet kastedilmemiştir. Hadisteki “yedi” tabiri çokluktan kinayedir. Zira Arapçada yedi, yetmiş, yedi yüz gibi ifadeler çokluğu temsil eder. Yani hadisin manası şudur: Mümine yakışan hususlardan biri de yeme-içme işini azaltmaktır. Çünkü mümin ibadete müteallik amellerle meşguldür. Çünkü o bilmektedir ki yemekten maksat; açlığı gidermek, hayatın devamını sağlamak ve ibadete yardım etmektir. Mümin bu maksatların dışına çıktığı takdirde vereceği hesaptan korkmakta, bu da onun yemesini azaltmaktadır. Kâfir ise bu söylenenlerin hilafınadır. Zira o, şeriatın takip ettiği maksadı bilmez ve o hudutta durmaz. Bilakis nefsin şehvetine tabi olur, arzularının peşinde koşar. Böylece müminin yiyeceği, kâfirin yiyeceğine nispet edilince daha az olur.
Altıncı görüş: Bir kısım âlimler şöyle demiştir: Hadisin manası şudur: Müminin sıfatı zühd sahibi olması, dünya hususunda hırs göstermemesi ve -kâfirin hilafına olarak- yaşamasına yetecek kadar yemekle iktifa etmesidir. Öyleyse bu vasfa uymayan ve zühd sıfatını taşımayan bir müminin varlığı hadisi yaralamaz.
Yedinci görüş: Bir kısım âlimler şöyle demiştir: Hadiste kastedilen müminden murad, kâmil seviyede bulunan ve tam bir imana sahip olan mümindir. Zira kimin Müslümanlığı güzel olur ve imanı kemale ererse, onun fikri, ölüm ve ölüm sonrasıyla ilgili şeylerle meşgul olur. Böylece korkunun ve endişenin şiddeti ve düşüncesi onu nefsani arzuların peşinde koşmaktan alıkoyar. Nitekim Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur: "Kimin fikri fazlaysa yemeği azdır. Kimin tefekkürü azsa yemeği çok, kalbi de katıdır.” O hâlde hadisin manası şöyle olur: “Kamil mümin bir mideye yer, kâfir ise yedi mideye yer.”
Sekizinci görüş: Bir kısım âlimler şöyle demiştir: Hadisten alınacak esas, dünyalık hususunda azlığa teşvik ve harama gitmeden elde edilene kanaat ettirmektir. Zira gerek cahiliye devrinde gerekse İslam döneminde akıllı kimseler hep açlığı övmüşler, çok yemeği zemmetmişlerdir.
Dokuzuncu görüş: Bir kısım âlimler şöyle demiştir: Mümin yemesi-içmesi sırasında besmele çeker, şeytan ona yeme-içmede ortak olmaz. Böylece az bir yiyecek ona kâfi gelir. Kâfir ise besmele çekmez. Bu sebeple şeytan ona ortak olur. Az bir yiyecek ona kâfi gelmez.
Onuncu görüş: İmam Nevevî Hazretleri şöyle demiştir: Kâfirdeki yedi mide ile şu sıfatlar kastedilmiş olabilir: Hırs, oburluk, uzun emel, tamah, kötü huy, haset, yağ sevgisi. Mümindeki tek mide ise ihtiyacın örtülmesidir. Yani mümin ihtiyacının defi için yerken, kâfir zikredilen yedi sebepten dolayı yemektedir.
On birinci görüş: İmam Kurtubî Hazretleri şöyle demiştir: Yemek şehveti yedidir: Tabiat şehveti, nefis şehveti, göz şehveti, ağız şehveti, kulak şehveti, burun şehveti ve açlık şehveti. Müslümanı yemeğe sevk eden zaruri şehvet bu sonuncusudur. Kâfir ise sayılanların hepsi sebebiyle yer.
On ikinci görüş: Kâdî Ebû Bekr Hazretleri şöyle demiştir: Hadiste geçen yedi mide tabiriyle, beş duyu ile birlikte şehvet ve ihtiyaç kastedilmiştir. Yani yedi mide tabiri ile kinaye yapılmıştır.
Evet, kısacık bir cümle ve o cümleden çıkan birçok mana! Bizler bu manalardan sadece on iki tanesini nakille yetiniyoruz.
İşte mezheplerdeki ihtilafın bir sebebi de: Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın hadislerinin birçok manaya gelebilmesidir. Âdeta Peygamberimizin kelimeleri birer deniz olmuş ve içlerinde birçok manayı cemetmiştir. Âlimler de bu manaları inayet-i İlâhîye ile çıkarmışlardır.
Bizlere düşen vazife ise bu kıymetli âlimlere tabi olmak ve İslam'ın hükümlerini onların dersi ile öğrenmektir. Yani zannın ve vehmin rehberliğini bırakarak, bu kıymetli âlimleri rehber edinmektir.
A: Gerçekten muhteşem bir örnek ve muhteşem bir ders! Ne diyeceğimi bilmiyorum. Hadi hemen ikinci örneğe geçelim. Öğrenmenin zevki her yerimi kuşattı!
B: Tamam geçelim. Artık seni tutana aşk olsun. Şimdi sana çok ilginç bir ihtilafı nakledeceğim. Buna bayılacaksın.
Hanefi, Şafiî ve Maliki mezheplerine göre, namazda cemaate katılmak sünnettir. Hanbeli mezhebinde ise cemaat farz-ı ayndır. Yani herkese bizzat farzdır. Yine bu meseledeki ihtilaf, sebebini bilmeyenleri şaşırtmakta ve onlara, “Bu nasıl şey! Cemaat ya farzdır ya da sünnettir. Bir mezhepte farz olurken, diğerinde nasıl sünnet olur?” dedirtmektedir.
Bu söz, o kişinin fıkıh ilmindeki cehaletinden dolayıdır. Eğer ihtilafın sebebini bilseydi hiç şaşırmayacak ve bunu gayet doğal karşılayacaktı. Şimdi ihtilafın sebebini inceleyelim:
Ebû Hüreyre (r.a.)’dan nakledilmiştir. Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurdu:
— Münafıklara en ağır gelen namaz yatsı ve sabah namazıdır. Nefsimi kudret eliyle tutan Allah’a yemin olsun ki içimden şöyle geçti: Odun için emir vereyim de odun toplansın. Sonra namaz için emir vereyim de bunun için ezan okunsun. Sonra birisine emredeyim de cemaate imam olsun. Sonra kendim namaza katılmayıp camiye gelmeyen adamlara varayım ve evlerini başlarına yakayım. (İbni Mâce, Mesâcid, 17; Nesâî, İmamet, 49)
Hanbeli âlimleri bu hadisi şöyle izah eder:
— Bu hadis cemaatin farz olduğuna delildir. Zira eğer cemaat sünnet olsaydı onu terk eden kimse yakılmakla tehdit edilmezdi. Bir sünneti terk edene böyle ağır ceza verilmez. Madem Efendimiz (a.s.m.) cemaate katılmayanları evlerini başlarına yakmakla tehdit etmiş o hâlde cemaatin farz olması gerekir.
Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler buna şöyle cevap verir:
— Bu hadis cemaatin farz değil, bilakis sünnet olduğuna delildir. Çünkü Resulullah (a.s.m.) namaza gelmeyenlere gitmek istemiştir. Eğer cemaat farz-ı ayın olsaydı cemaati terk ederek onlara gitmeyi istemezdi.
Cemaatin farz olduğunu söyleyenler buna şöyle cevap verir:
— Farzın terki ondan daha kuvvetli bir farz için caizdir. Cemaate gelmeyenlere ceza vermek için evlerine gitmek, namazı cemaatle kılmaktan daha kuvvetli bir farzdır. Bu sebeple, Resulullah (a.s.m.) cemaate gelmeyenlere gitmek istemiştir. Efendimizin buradaki amacı daha kuvvetli bir farzı eda etmektir.
Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler şöyle der:
— Hadis yasaklama makamında söylenmiştir. Hakikati murad değildir. Asıl gaye mübalağadır ve korkutmadır. Gayenin bu olduğuna delil Resulullah’ın, müminleri kâfirlere mahsus bir ceza ile tehdit etmesidir. Nitekim icma ile sabittir ki bu çeşit bir ceza ile Müslümanlar cezalandırılmaz.
Cemaatin farz olduğunu söyleyenler buna şöyle cevap verir:
— Ateşle ceza vermek ilk önceleri caizdi. Bu ceza daha sonra nesholmuş ve kaldırılmıştır. Nitekim Ebû Hüreyre hadisi buna delalet etmektedir. Cemaat hakkındaki mezkûr hadis cezanın caiz olduğu zamanda varid olmuştur. Dolayısıyla bununla mübalağa değil, hakikat kastedilmiştir.
Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler şöyle der:
— Resulullah (a.s.m.) tehdit etmesine rağmen onları yakmayı terk etmiştir. Eğer cemaat farz olsaydı onları affetmezdi. Bu da cemaatin sünnet olduğunu gösterir.
Cemaatin farz olduğunu söyleyenler buna şöyle cevap verir:
— Resulullah’ın onlara ceza vermemesi onların caymalarından ve cemaate gelmeye başlamalarından ötürüdür. Ayrıca hadisin başka yollardan gelen rivayetinin sonunda “…eğer evlerde kadınlar, çocuklar olmasaydı…” kaydı vardır. Bu da gösterir ki cezanın verilmeyişinin sebebi cemaatin sünnet oluşu değil, evlerdeki kadın ve çocuklardır.
Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler şöyle der:
— Hadiste tehdit edilenler cemaate gelmeyenler değil, bizzat namazı terk edenler olabilir. Zira hadisin bu manaya gelmesi de mümkündür.
Cemaatin farz olduğunu söyleyenler buna şöyle cevap verir:
— Hadisin bir başka rivayetinde “namazda hazır olmazlar” kaydı açıkça zikredilmiştir. Yine İbni Mâce’nin rivayetinde: “Şu erkekler ya cemaati terk etmeye son verirler ya da evlerini tepelerine yakacağım.” buyrulmuştur. Hadisin diğer yollarla gelen bu rivayeti mezkûr hadisin namaz kılmayanlara ait değil, namazın cemaatini terk edenlere ait olduğunu göstermektedir.
Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler şöyle der:
— Peygamberimiz (a.s.m.) hadis-i şeriflerinde münafıkların cemaate katılmadıklarını vurgulayarak münafıklara benzemek hususunda bizleri sakındırmış ve onlara muhalefet etmeğe teşvik etmiştir. Demek, bu hadis sakındırmak ve teşvik etmek makamında söylenmiştir. Yoksa sırf cemaati terk etme hususunda değildir. Bu sebeple, cemaatin farziyetine delil olamaz. Hem bu hadiste kastedilenlerin münafıklar olması ihtimali de vardır. Dolayısıyla hadisteki tehdit cemaati terk etmeye has değildir.
Cemaatin farz olduğunu söyleyenler buna şöyle cevap verir:
— Münafıkların gerçekte namazları yoktur ki bile bile cemaati terk etmeleri sebebiyle tehdit edilsinler. Bu tehdit bizzat namazı olup cemaate gelmeyenlere yapılmıştır. Bunlar da müminlerdir.
Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler şöyle der:
— Hadiste geçen namaz cuma namazı olabilir. Bu hâlde diğer namazlar buna dâhil olmaz.
Cemaatin farz olduğunu söyleyenler buna şöyle cevap verir:
— Hadiste yatsı namazı zikredilerek söze başlanmıştır. Bu sebeple, hadisten cuma namazının kastedilmesi çok uzak bir ihtimaldir.
Ayrıca şu hadisi de görüşlerine delil yaparlar:
Resulullah (a.s.m.)’a âmâ bir zat gelerek, “Ey Allah’ın Resulü! Beni mescide kadar getirecek bir rehberim yok.” dedi ve namazı evinde kılmak için izin istedi. Efendimiz (a.s.m.) ona izin verdi. Adam geri dönünce Resulullah (a.s.m.) onu çağırtarak, “Ezanı işitiyor musun?” diye sordu. Adam “Evet.” deyince Efendimiz (a.s.m), “Öyleyse icabet et.” dedi ve evde kılmasına izin vermedi. (Müslim, Mesâcid, 255; Nesâî, İmamet, 50; Ebû Dâvud, Salat, 47/552)
Cemaatin farz olduğuna kail olanlar bu hadisi delil getirerek şöyle derler:
— Eğer cemaat sünnet olsaydı Peygamberimiz (a.s.m.) âmâ kişiye evde namaz kılması hususunda ruhsat verirdi. Madem vermemiştir, o hâlde cemaat farz-ı ayn olmalıdır.
Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler ise buna şöyle cevap verirler:
— Âmâ adam Resulullah (a.s.m.)’a, “Namazı evde kıldığı hâlde özrü sebebiyle cemaat sevabını kazanmaya ruhsat var mı?” diye sormuştur. Zira bilindiği gibi, özür sebebiyle cemaate gelemeyenler cemaat sevabını kazanırlar. Ayrıca Peygamberimiz (a.s.m.)’ın ona evde namaz kılmak için ruhsat vermeyişi onun hakkında daha faziletli olana hükmetmek içindir. Yani Peygamberimiz (a.s.m.)’ın cevabı şöyledir: “Senin için efdal olan ve sevap yönüyle daha büyük olan, müezzine icabet ederek cemaate gelmendir.” Bu ifade cemaatin daha faziletli olduğuna işaret etmek içindir. Yoksa farziyeti için değildir.
Cemaatin farz olduğunu söyleyenler şu hadisi görüşlerine delil getirirler:
Resulullah (a.s.m.) buyurdular ki:
— Kim müezzini işitir ve kendini engelleyen bir özrü olmadığı hâlde cemaate katılmazsa kıldığı namaz kabul edilmez.
Sahabeler sordular:
— Ey Allah’ın Resulü! Meşru özür nedir?
Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle cevapladı:
— Korku ve hastalıktır. (Ebû Dâvûd, Salât 47/551)
Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler buna şöyle cevap verir:
— Bu hadiste belirtilen "namazın kabul edilmemesi" kâmil bir makbuliyeti yoktur manasındadır. Yoksa namazın kendisinin kabul edilmediği manasında değildir. Nitekim bu tür hadisler çoktur. Mesela “Hayat ancak ahiret hayatıdır.” denildiğinde, bundan dünya hayatının inkârı değil, ahiret hayatının kemali kastedilir ve dünya hayatı o kemale sahip olmadığı için hayat değilmiş gibi takdim edilir. Mezkûr hadis de böyledir. Namazın kabul olmaması demek, “Kâmil manada bir makbuliyeti yoktur.” demektir.
Ayrıca diğer hadislerde, cemaatle kılınan namazın fert olarak kılınan namazdan 27 kat daha sevaplı olduğundan bahsedilmiştir. Demek, münferit olarak kılınan namazın sevabı düşük olsa da makbuldür. Eğer kabul olmasaydı cemaat ile kılınan namaz için “27 kat daha sevaptır.” denilmezdi. Zira kabul olunmayan bir şey ile kabul olunan bir şey kıyas edilmez.
Cemaatin farz olduğunu söyleyenler şu hadisi de görüşlerine delil getirirler:
— …eğer cemaati terk ederseniz Peygamberinizin sünnetini terk etmiş olursunuz ve küfre düşersiniz. (Müslim, Mesâcid, 257; Ebû Dâvud, Salât, 46; İbni Mâce, Mesâcid, 14)
Cemaatin farz olduğuna kail olan âlimler bu hadisi delil getirerek şöyle derler:
— Eğer cemaat farz olmasaydı “küfre düşerdiniz” tabiri kullanılmazdı. Zira küfre düşmek ancak bir farzı inkâr etmek ile mümkündür.
Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler buna şöyle cevap verir:
— Bu hadisteki küfür “küfran-ı nimet” yani nimetin kıymetini bilmemektir. Zira cemaatin sevabı ve bundaki İlahî lütfu görmemek inkâr manasında bir davranıştır. Ayrıca bu hadisin manası: “Cemaati terk sizi yavaş yavaş küfre götürür. Çünkü böyle yapmakla İslam halatını iplik iplik terk eder ve sonunda dinden çıkarsınız.” şeklinde de olabilir. Dolayısıyla her iki ihtimalle de cemaatin farziyetine delil olmaz.
Cemaatin farz olduğunu söyleyenler şu hadisi de delil getirirler:
Peygamberimiz (a.s.m)’a, gündüz oruç tutup gece de namaz kılan fakat cemaate ve cumaya gelmeyen birisi hakkında sorulduğunda Efendimiz (a.s.m): “O, ateş ehlidir.” diye cevap verdi.
Cemaate farz diyenler bu hadisi delil göstererek derler ki:
— Eğer cemaat sünnet olsaydı terk edenin ateşle tehdit edilmemesi gerekirdi. Zira tek bir sünneti terk edenin ateşle tehdidi uygun olmaz. Madem cemaati terk eden ateşle tehdit edilmiştir, o hâlde cemaatin farz-ı ayn olması gerekir.
Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler ise buna şöyle cevap verir:
— Hadisin manası, cemaate ve cumaya onlardan nefret sebebiyle katılmayan ve onların hakkını vermeyi hafife alıp cemaat ve cumayı değersiz görenler hakkındadır. Onlar cemaati terk etikleri için değil, bu sebeplerle ateşle tehdit edilmiştir. Yoksa cemaatin kıymetini bildiği hâlde iştirak etmeyenler tehdide dâhil değildir.
Cemaate farz-ı ayn ve sünnet diyenlerin mücadelesi böyle sürüp gitmektedir. Her bir müçtehid kendi görüşüne deliller getirmekte ve diğer tarafın görüş ve delillerine cevap vermektedir.
Gördüğün gibi, ihtilafın sebebi, hadislerin her iki manaya da gelebilme ihtimalidir. Eğer Kur'an’da veya hadislerde, “Cemaat her Müslüman'ın üzerine farz-ı ayndır.” gibi bir ibare olsaydı ve bu ibare -eğer hadisse- mütevatir bir yolla nakledilseydi, bu konuda ihtilaf olmaz ve her mezhepte cemaat farz-ı ayn olurdu. Ama böyle olmamış ve hüküm mutlak bırakılmış. İşte ihtilafın sebebi budur.
A: Vay be! Sadece bir mesele için amma kafa yormuşlar. Ne kadar da çok çalışmışlar! Bu örneği dinleyince ilk hâlim olan mezhepsiz hâlimden utandım. Bu kıymetli âlimler bir meseleyi bu kadar derinlemesine tahlil ederken, ben kafama gelenle hükmediyor; kendimi de bir şey zannediyordum. Allah beni affetsin.
B: İnşallah affeder. Samimi tövbe affın sebebidir. Şimdi sana son bir örnek daha vereyim:
Şafiî, Maliki ve Hanbeli mezheplerine göre, sabah namazını kılan bir kimse bir rekâtı tamamladıktan sonra güneş doğsa namazına devam eder. Güneşin doğmasıyla namazı bozulmaz. Hanefi mezhebinde ise güneşin doğmasıyla namazı bozulur.
Şimdi ihtilafın sebebini inceleyelim:
Buhârî ve Nesâî’nin naklettiği rivayette Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur: Sizden her kim sabah namazının bir secdesini güneş doğmadan önce kılarsa namazını tamamlasın.
Şafiî, Maliki ve Hanbeliler bu hadis-i şerifi ve aynı manadaki diğer hadisleri görüşlerine delil yaparlar ve şöyle derler: Hadis-i şeriflerde açık bir şekilde, sabah namazının bir rekâtını vakti içinde kılan kimsenin namazının güneşin doğmasıyla bozulmayacağı bildirilmiştir. Bu, hadislerin açık hükmüdür ve bununla amel edilmesi gerekir. Dolayısıyla, sabah namazının birinci rekâtını tamamladıktan sonra üzerine güneş doğan kimse, güneş doğduktan sonra namazına devam eder ve namazını tamamlar. Namazını kaza da etmez.
İmam-ı Azam Hazretleri ise “Güneşin doğmasıyla namaz bozulur.” der ve görüşünü maddeler hâlinde şöyle izah eder:
1. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) güneş doğduktan sonra namaz kılmayı yasaklamıştır.
2. Güneş doğduktan sonra her çeşit namazı yasaklayan hadisler tevatür kuvvetindedir.
3. Güneşin doğmasıyla birlikte, namaz kılınması yasaklanmış bir vakte girilmiş olur. O hâlde namazın bozulması gerekmektedir.
Bunların neticesi olarak: Bu meselede, güneş doğduktan sonra namaz kılmayı yasaklayan hadislerle amel edilmelidir. Zira bir meselede helal ve haram birleşse, haram hükmü esas alınır. Çünkü eşyada asıl olan helalliktir. Öyleyse haram hükmü sonradan gelmiştir. Sonradan gelen de öncekinin hükmünü kaldırır. Demek, "güneşin doğmasıyla namazın bozulmayacağını" bildiren hadisler öncedir ve bu hüküm "güneşin doğmasıyla hiçbir namazın kılınamayacağını" bildiren hadislerle nesholmuş yani hükümden kaldırılmıştır. Bu sebeple, haramlık hükmünü bildiren hadislerle amel edilmelidir.
Gördüğün gibi, Şafiî, Maliki ve Hanbeliler, sabah namazının güneşin doğmasıyla bozulmayacağını bildiren hadislerle amel ederken, İmam-ı Azam Hazretleri, güneş doğduktan sonra namazı yasaklayan hadislerle amel etmiş ve yasaklayan hadislerin, diğerlerinin hükmünü neshettiğini bildirmiştir.
Neticede her mezhep imamı bir hadise dayanmış ve o hadisin hükmüyle amel etmiştir. Demek, ihtilafın sebebi, hadislerden her iki görüşün de çıkabilmesi ve hadislerin her iki hükmü de içinde cemetmesidir.
Mezhepler arasındaki ihtilafın daha başka sebepleri de var. O sebepleri merak ediyorsan "usûlü’l-fıkh" kitaplarına müracaat edebilirsin.
A: Gerçekten mezheplerin ihtilafı tam bir hikmetmiş ve bu konu son derece açıkmış. Ama anlattıkların bilinmeyince, ihtilaf sebeb-i kusur zannediliyor. Kıssadan hisse olarak şunu da anladım ki: Bu zamanda her Müslüman'a ilim lazım. Gördüm ki ilim sayesinde müşküller kolayca hallediliyor.
Şimdi, cevabını merak ettiğim başka bir soru soracağım. Niçin bu asırdaki bazı kişiler sahabelere ve müçtehidlere karşı üstünlük iddia ediyorlar. Sahabelere ve müçtehid âlimlere karşı bu üstünlük davası nereden çıkıyor? Ve kim çıkarıyor?
B: Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu davanın sebebini çok güzel tespit etmiş. Bu tespiti şu şekilde özetleyebiliriz:
Bunlar günahlara öyle dalmışlar ki günahlardan kurtulamıyor ve farzları eda edemiyorlar. Bir bahane bulmak için diyorlar ki:
— Şu mesele içtihattır. Mezhepler arasında ihtilaf vardır. Bu hükme uymak gerekmez. Hem onlar da bizim gibi insandır; biz de onlar gibi içtihat yapabiliriz...
İşte böyle diyerek müçtehid imamlara karşı üstünlük iddia ediyorlar ve mezhebin halkasından çıkıyorlar.
Demek, mezhepleri inkâr etmenin temel sebebi: İslami hükümlerin zor gelmesi sebebiyle, nefislerine uygun bir İslam'ı ortaya çıkarma arzusudur. İçinde beş vakit namazın, zekâtın ve tesettür gibi emirlerin olmadığı; günahların helal olduğu bir dini çıkarma arzusu…
Ancak iş bununla bitmiyor. Çünkü mezhep imamlarının omzunda olan yalnız dinin nazariyat kısmıdır; farzlar ve haramlar değildir. Farzlar ve haramlarda içtihad yoktur. Bunlar ise farzları terk etmek ve haramları işlemek istemektedir. Bu sebeple, dinin farzlarını değiştirmek için hadislerin ravileri olan sahabelere ilişiyorlar ve onların naklettiği hadisleri inkâr etmeye başlıyorlar.
İşte müçtehid imamlara üstünlük iddialarının ve hadisleri inkârlarının sebebi budur. O hâlde mezhepsizlikle tamamlanan basamakları şöylece maddeleyebiliriz:
1. Bunlar günahları işliyor ve günaha mâni olan farzları eda edemiyorlar.
2. İstiyorlar ki işledikleri günahlar helal olsun ve eda edemedikleri farzlar da farz olmasın.
3. Bu arzularının sevkiyle müçtehid imamlara ilişiyorlar. “Onlar da bizim gibi insandır. Biz de onlar gibi içtihat yapabiliriz.” diyorlar ve nefislerine uygun içtihat yapıyorlar.
4. Ama bakıyorlar ki iş müçtehidleri inkâr etmekle bitmiyor. Zira dinin farzlarında içtihat yapılmamış ve yapılamıyor. Hâlbuki bu kişiler dinin farzlarını da terk etmek istiyor. Bu sebeple de gözlerini bir üste dikiyorlar; hadislerin ravileri olan sahabeye ilişiyorlar. Onları -haşa- yalancılıkla itham edip hadisleri inkâr ediyorlar.
5. Ancak iş bununla da bitmiyor. Çünkü bazı farzlar hakkında çok açık Kur'an ayetleri mevcut. İşte bu sefer de gözlerini Kur'an'a dikiyorlar; ayetleri diledikleri gibi tevil edip nefislerine uygun hükümler çıkarıyorlar.
İşte müçtehidlere üstünlük iddiasının ve hadis inkârcılığının sebebi budur!
Bu tahlille anladık ki: Müçtehidlere üstünlük iddiası ve hadis inkârcılığı ilimden değil, nefisperestlikten gelir. Allah bunların şerrinden ümmet-i Muhammed'i (a.s.m.) muhafaza eylesin.
A: Bediüzzaman Hazretleri gerçekten meseleyi iyi tahlil etmiş. Cevabı hakikate tam muvafık. Ben de bir zamanlar mezhepsiz olduğum için, neredeyse tam beni anlattı. Yani cevabın doğruluğuna, ben eski bir mezhepsiz olarak imzamı atıyorum. Peki, şunu da merak ediyorum: Bu zamanda içtihat yapılamaz mı?
B: Bediüzzaman Hazretleri bu soruya: “İctihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mâni vardır.” diyerek cevap vermiş ve bu altı mâniyi “İctihad Risalesi” isimli eserinde izah etmiştir. Bizler sorunun cevabını bulmak için bu altı mâniden üçünü mütalaa edeceğiz.
Evvela şunu ifade edeyim: Bu risalenin mütalaası üzerine 100 sayfa kadar konuşulsa elhak layıktır. Bizim burada yapacağımız şey hakiki bir mütalaa değil, kısa bir izah ve manayı biraz açmaktır.
İlk önce Üstad Hazretlerinin beyanını okuyalım, sonra konunun daha iyi anlaşılabilmesi için üzerine biraz konuşalım.
İçtihadın birinci mânisini Üstad Hazretleri şöyle beyan ediyor:
— Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmaya vesiledir. Öyle de şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslamiyet'ten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslamiyet'e cinayettir. (27. Söz)
Şimdi bu beyanı biraz açalım:
Kış mevsiminde, fırtınaların şiddetli olduğu bir hengâmda dar delikler dahi kapatılır ki fırtınanın zararından muhafaza olunabilsin. Böyle bir durumda yeni kapılar açmak, fırtınanın yapacağı tahribatı kolaylaştıracak ve zararını çoğaltacaktır.
Bu âlem de manevi kışını yaşamaktadır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın gelmesiyle başlayan asr-ı saadet baharı, yerini ahir zaman kışına bırakmış; bahar mevsiminin güzelliği kaybolup, şiddetli manevi fırtınalar ortaya çıkmış. Ateizm, materyalizm, komünizm ve Darwinizm gibi onlarca belki yüzlerce farklı izimler, felsefi akımlar ve batıl ideolojiler -âdeta birer kasırga ve manevi fırtına olarak- iman ve İslam kalesini kuşatmaya ve bu kaleye sığınmış ehl-i imana zarar vermeye çalışmaktadır. Hatta bu batıl ideolojilerden bir kısmı devlet eliyle insanlara zorla kabul ettirilmiş ve o batıl fikirler ta okul kitaplarına kadar girmiştir.
Böyle bir zamanda onların ehl-i imana ilişmesini önlemek için, İslam kalesinin bütün deliklerini kapamak ve onların saldırdığı yerlere yığınak yapmak gerekirken, hiçbir fayda ve ihtiyaç olmadığı hâlde içtihad namıyla yeni kapılar açmak ve ehl-i küfür ve dalaletin İslam kalesine saldırısını kolaylaştırmak, İslam’a karşı bir cinayet değil de nedir?
Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlara delikler açmak boğulmaya vesiledir. Böyle bir zamanda yapılması gereken tek iş, bütün delikleri tıkamak olmalıdır.
Şu zamanda her yerde işlenen günahlar, sefahatler, bidatlar ve haramlar âdeta sel olmuş, ehl-i imanı boğmaya ve onu manen öldürmeye çalışıyor. Eski kavimlerin helakine sebep olan günahların tamamı neredeyse bir mekânda ve bir gecede işleniyor. Günahlar âdeta mıknatıs gibi insanları kendine çekiyor; insanlar iradesi elinden alınmış gibi o günahlara koşuyor.
İşte böyle bir zamanda bu manevi selden kurtulmanın yolu: İslam kalesinin bütün deliklerini kapamak ile mümkündür. Açılacak yeni delikler, ehl-i imanın boğulmasına sebep olur. Ve maalesef içtihad namıyla bu delikleri açmaya çalışanlar, ilk önce kendilerini boğmuş ve daha sonra da kendilerini takip edenleri aynı kötü akıbete uğratmış. Bizler bu eserin nezahetine hürmeten bu isimleri burada zikretmiyoruz. Zaten ehlince bu kişiler malumdur.
Bu durumda, bu zamanda yapılacak en ehemmiyetli iş: Küfür ve dalalet gibi fırtınaların tahribatından, sefahat ve bidat gibi sellerin zararından ehl-i imanı kurtarmak için, delik açmak yerine, fırtınanın ve selin geliş yollarına barikatlar kurmaktır. Madem tehlike iman hakikatlerinin inkârı yönünden geliyor, o hâlde kuvveti buraya vermeli ve delinmesi mümkün olmayan duvarlarda fıkhi yeni içtihatlar ile delikler açılmamalıdır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri içtihadın ikinci mânisini şöyle beyan ediyor:
— Dinin zaruriyatı ki içtihad onlara giremez, çünkü kati ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarf etmek lazım gelirken, İslamiyet'in nazariyat kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle, bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu hâlde, onları bırakıp, heveskârâne yeni içtihatlar yapmak, bid'akârâne bir hıyanettir. (27. Söz)
Şimdi bu beyanı biraz açalım:
Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler, dinin zaruriyatından yani eda edilmesi gereken farzlarındandır. Bu gibi ibadetler hakkında açık nass (Kur'an ayetleri ve mütevatir hadisler) bulunduğundan dolayı bu ibadetlere içtihad giremez. Zira daha önce öğrendiğimiz gibi, içtihad sadece hakkında açık hüküm olmayan meselelerde yapılabilir.
Dinin bu zaruriyat kısmı, bu dünyada insanın kalbine ve ruhuna bir gıda, kabirde nur ve ziya; ahiret yolculuğunda bir azık ve sırat köprüsünde bir binek ve buraktır.
Hakikat böyle iken, dinin bu farzları ve emirleri maalesef bu zamanda terke uğramış ve sarsılmış. İnsanların ekserisi namazını terk etmiş, zekâtını vermemekte ve haccına gitmemektedir. Hatta ne acıdır ki 12 ayın sultanı olan ramazan geldiğinde bile lokantalar ağzına kadar açık ve içi Müslümanlarla dolu... Müslüman olduğunu iddia eden bu kişiler ramazanda aleni bir şekilde oruç yemekte ve bundan hayâ bile etmemektedirler.
Farzların terke uğradığı bu zamanda, haramlar ise aleni bir şekilde, pervasızca işlenmektedir. Her köşede bir meyhane, bir kumarhane ve bir sefahat yuvası, ehl-i imanı isyana davet etmekte ve maalesef bu davetine icabet görmektedir. Asrımızın bu hâlini uzun uzadıya anlatmaya herhâlde ihtiyaç yoktur. Zira her şey gözler önünde ve son derece açıktır.
İşte böyle bir zamanda bütün himmeti ve gayreti, dinin farz-ı ayn kısmının ikamesine ve ihyasına sarf etmek lazım gelirken, İslamiyet'in nazariyat kısmıyla meşgul olmak ve bir insanın ömrü boyunca bir defa bile karşılaşmayacağı meselelerde, mezhep imamlarına muhalefet ederek içtihad yapmaya çalışmak, İslam'a karşı bir hıyanet değil de nedir?
— Acaba namaz kılmayan insanları namaza teşvik etmek ve onlara namazın ehemmiyetini ders vermek yerine, onları “Ayda namaz nasıl kılınır? Kıble ayda nasıl tayin edilir?” gibi meselelerle meşgul etmek dine bir hizmet midir?
Kaldı ki ayda namaz nasıl kılınacağı ve kıblenin nasıl bulunacağı hususunda selef âlimlerinin fetvaları mevcuttur.
— Bu fetvalar, sorunun cevabını merak edenlere yeterken, dünyada namaz kılmayan insanların aydaki namazıyla uğraşmak ve onları böyle nazariyat ile meşgul etmek hizmet midir?
— Ya da üzerinde elbisesi olduğu hâlde namazını kılmayan insanlara, “Çıplak kalan bir insan nasıl namaz kılar?” diyerek bahisler açmak ve bu konuda yeni içtihatlar yapmak dine hizmet midir?
— Bu çalışmanın kime ne faydası vardır?
— İnsanın ömründe bir defa bile başına gelmeyecek konuları sözde çözüme ulaştırmaya çalışmak nasıl bir hizmet anlayışıdır?
Hem yine kaldı ki böyle bir hâl başına gelenin nasıl namaz kılacağı fıkıh kitaplarında mevcuttur.
— Ya da üzerine farz olduğu hâlde hacca gitmeyen insanlara, “Hacda ihramlı iken bir sinek öldürür ya da bir otu koparırsan cezası şöyle şöyledir…” diye dersler yapmak dine hizmet midir?
Kaldı ki ihram yasakları ve bu yasakların çiğnenmesi hâlindeki cezalar bütün fıkıh kitaplarında mevcuttur. İhtiyacı olan, bu kitaplara bakarak meselesini halledebilir.
— Acaba böyle nazari bir meseleyle zihinleri meşgul etmenin ve cevapları selef âlimleri tarafından verildiği hâlde yeni içtihatlar yapmaya çalışmanın ne faydası vardır?
— Ya da oruç tutmayan insanlara, “Ağza yanlışlıkla bir sinek kaçsa oruç bozulur mu?” sorusunun cevabını öğretmeye çalışmak ne kadar önemlidir?
— Acaba şimdiye kadar oruç tutan kaç kişinin ağzına sinek kaçmıştır ki oruç tutmayan insanlara bu dersi yapmanın bir önemi olsun? Onlara yapılması gereken ders, terk ettiği orucun önemi ve ehemmiyeti değil midir?
Hem bu gibi meselelerde, dört mezhebin müçtehid âlimlerinin içtihatları da mevcuttur. Ayrıca onların bu içtihatları hem safidir, hem halistir, hem de bütün zamanlara kâfidir.
Misalleri çoğaltabiliriz. Sözün özü şu: İçtihad hevesiyle ortaya çıkanlar yaptıkları hizmete bir baksınlar! İnsanların imanı çalınmakta ve imanın zafiyeti yüzünden farzlar terk edilmekte iken, hangi menfaatli hizmeti yapmışlar?
Kuvveti ve ilmi olanların bütün gayretlerini ve himmetlerini imanın inkişafında ve dinin zaruri kısmının ikame ve ihyasında kullanması gerekirken, maalesef bu zamandaki mezhepsizler -tabiri caizse- ayda namaz ile uğraşmaktadırlar.
— Acaba Müslümanların neye ihtiyacı olduğunu göremeyecek kadar kör olan bu kişilerin yaptığı içtihad ne kadar doğru olabilir?
Eğer keskin bir görüşleri ve kıvrak bir zekâları olsaydı, ilk önce Müslümanların içine düştüğü bu dehşetli durumun farkına varır ve bu yönde bir hizmeti sürdürürlerdi. Ama amaçları üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olunca, hem sapmışlar, hem saptırmışlar, hem de menfaatsiz işlerle ömürlerini tüketmişler!
Şimdi, içtihadın üçüncü mânisi üzerine konuşalım:
Daha önce de dediğimiz gibi, hakikatin mahiyeti bir olmakla birlikte, efradın zımnında tarz-ı tahakkuku ve tecellisi farklı farklıdır. Mesela ilkokulda da matematik okunur ama oradan mühendis çıkmaz. Çiçek de sümbül verir ama ağaç gibi değil. Bir damla da güneşi gösterir ama deniz gibi değil. Sinek de uçar ama kartal gibi değil…
Bu asır dinî ilimlerin tahsilinde -asr-ı saadete kıyasla- ilkokul gibidir. Evet, bu asırda da dinî ilimler tahsil edilir ama o asırdaki müçtehidler gibi âlimler bu asırda çıkmaz. İlkokulda matematik okunmasına rağmen mühendisin çıkmadığı gibi...
Yine bu asır asr-ı saadete kıyasla bir çiçektir. Dinî ilimler sahasında sümbül verir ama asr-ı saadet ağacı gibi olamaz. Çünkü o asır, nur-u Muhammedî (a.s.m.) toprağından bizzat besleniyordu.
Yine bu asır asr-ı saadet denizine kıyasla bir damladır. Bir damla, denize kıyasla güneşi ne kadar gösterebilirse, bu asır da o asra kıyasla ilim güneşine o kadar ayna olabilir.
Bu asrın âlimleri, başta dört mezhep imamı olarak o asrın âlimlerine kıyasla, sineğin kartala mukayesesi gibidir. Evet, bunlar da uçar ama o asrın kartalları gibi değil!
Üstad Bediüzzaman Hazretleri içtihadın bu üçüncü mânisini şöyle beyan ediyor:
— Nasıl ki çarşıda, mevsimlere göre birer meta mergub oluyor; vakit be vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de âlem meşherinde, içtimaiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer meta mergub olup revaç buluyor. Sûkunda yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celb oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Mesela şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi.
Ve selef-i salihîn asrında ve o zamanın çarşısında en mergub meta, Hâlık-ı Semâvât ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelamından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’an'la, kapatılmayacak derecede açılan ahiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi.
İşte o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle yerler ve gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimaiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i marifet alır, o zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hatta o derece şu fıtri ders tenvir ediyordu ki yakîn idi ki kisbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana...
İşte şu tarzda fıtri bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nûrun alâ nûr sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.
Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir.
İşte bunun içindir ki şu zamanda birisi, dört yaşında Kur’an’ı hıfz edip âlimlerle mübahase eden Süfyan ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin.
Çünkü Süfyan’ın iptidâ-yı tahsil-i fıtrîsi, sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda, çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevaggulü derecesinde, istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, “Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez. (27. Söz)
Üstad Hazretlerinin lisanına yabancı olanlar için metni kısaca izah edelim:
Asr-ı saadet ve sonraki asır ile bu asır arasında çok büyük farklar vardır. Bu farklar sebebiyle, bu asırda yaşayan birisi faraza İmam-ı Azam Hazretleri kadar zeki de olsa, İmam-ı Azam’ın içtihattaki kabiliyetine ulaşması mümkün değildir. Eğer İmam-ı Azam Hazretleri on senede müçtehid makamına çıkmışsa, bu kişinin aynı makama çıkması için yüz seneye ihtiyacı vardır.
Bu asır ile o asrı karşılaştırdığımızda bunun sebebi anlaşılacaktır. Bu asrın özelliği ve revaç bulan metaı şunlardır:
1. Siyaset
2. Başta rızık olmak üzere dünya hayatının temini
3. Felsefi akımların revaç bulması
4. Tabiatperestlik gibi inkâr fikirleri…
Asr-ı saadette ise şunlar revaçtaydı ve bütün dikkatler bu noktalardaydı:
1. Allahu Teâlâ nelerden razıdır?
2. Bizden arzuları nelerdir?
3. Bize karşı emir ve buyrukları nedir?
4. Kendimizi O’na nasıl sevdiririz?
5. Ebedî saadeti kazandıracak vesileler nelerdir?
6. Falan ayetin manası nasıldır ve bundaki murad-ı İlahî nedir?
7. Peygamberimiz (a.s.m.) falan hadisiyle ne demek istemiş ve neyi murad etmiştir?
8. Kur'an ve hadisleri anlamada aşırı bir gayret ve ciddi bir himmet…
İşte o asır çarşısında bu mallar revaçta olduğu için, bütün sohbetler ve konuşmalar bu noktalarda olurdu. Bu sebeple, içtihad yapmaya yeteneği olan birisi, her şeyden ve her konuşmadan tabii bir ders alır; her şey ona bir muallim hükmüne geçerdi. Âdeta onun kabiliyeti kibrit gibi olur, bir çakmakla yanardı.
Ama bu asır -değil kabiliyeti yakacak özellikte olması- kabiliyetleri köreltecek özellikleri içinde barındırmaktadır. Bu asrın insanının aklı siyasete dalmış, zihni felsefede boğulmuş, kalbi dünya hayatıyla sersem olmuş ve içtihad kabiliyetinden uzaklaşmıştır. Bu sebeple, “Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye de hakkı yoktur ve yetişemez.
Mesela muhtemelen İmam-ı Azam Hazretleri daha bebekken, bulunduğu odada devamlı Kur'an okunur ve odanın bir köşesinde ayet ve hadislerin manasıyla ilgili sohbetler yapılırdı. Bu asırda dünyaya gelmiş ve İmam-ı Azam kadar zeki olan kişinin başında ise Kur'an’a bedel ninni okunmakta; odasının bir köşesinde siyaset sohbetleri, diğer köşesinde rızık telaşı ve dünya hayatının temini sohbetleri, bir diğer köşesinde de felsefi konular konuşulmaktadır.
İşte İmam-ı Azam ile bu asırdaki İmam-ı Azam zekâsındaki kişi, böyle iki farklı mecliste büyümekte; birisi her vakit Kur'an'a müteallik meseleleri işitirken, diğeri dünyevi ve siyasi konuşmalara şahitlik yapmaktadır. Bu sebeple de birisinin içtihad etme yeteneği gelişirken ve on senede müçtehidlik makamına ulaşırken, diğerinin içtihad yeteneği körelmekte ve yüz senede bile müçtehidlik makamına ulaşamamaktadır.
Bunun sebebi, İmam-ı Azam Hazretlerine herkes ve her şey bir muallim olurken, bu asırdaki emsaline herkes ve her şey bir muallim değil, içtihad kabiliyetini körelten bir sebep olmuştur. O asrın bereketiyle, İmam-ı Azam ve emsallerinde içtihad yapmak fıtri bir hâl alırken, bu asırdaki emsallerinde bu fıtrilik kaybolmuştur. Bu meseleyi şu misalle anlayabiliriz:
Yüzmek balık için fıtri bir iştir. Bir balık doğar doğmaz yüzmeye başlar. Yüzmek insan için ise fıtri bir iş değildir. İnsan yüzmeyi çalışarak öğrenir ve çalıştıkça ilerler. Ama ne kadar da iyi yüzse bir balıkla yüzme yarışına giremez. Çünkü yüzmek balığın fıtri bir amelidir.
Aynen bunun gibi, içtihadı bir denize benzetirsek, selef-i sâlihîn âlimleri o denizin balığı hükmündedir; fıtri bir şekilde o denizde yüzerler yani içtihad yaparlar. Bu asrın insanı ise içtihad denizinde balık değil, insandır. Ne kadar da ilim tahsil etse ve âlim olsa, içtihad denizinin balıkları hükmündeki selef-i sâlihînin müçtehidleriyle yarışamaz ve onlara yetişemez. Belki bu kişi bu asırdaki diğer insanlardan daha iyi yüzebilir yani daha çok şey anlar ve daha iyi yorumlar. Fakat insanın yüzme konusunda balıkla yarışamayacağı gibi -çünkü yüzmek balığın fıtri bir fiilidir- o da içtihad konusunda İmam-ı Azam ve emsalleriyle yarışamaz.
Ya da içtihadı havaya benzetsek, İmam-ı Azam ve emsalleri bu havanın kuşudur. Bir kuş için uçmak nasıl fıtri bir amel ise bu zatlar için de içtihad yapmak -kuşun uçması gibi- fıtri bir ameldir. Bu asrın insanı ise kuşa değil, Hezarfen Çelebi’ye benzer. Evet, o da kanat takarak uçar ama kuşlar gibi uçamaz. Eğer, “Ben de kuşum.” dese, ne kadar divanelik ettiğini divaneler dahi anlar.
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin "İçtihad Risalesi"nden içtihada mâni olan üç sebebi kısaca mütalaa ettik. Üstad Hazretleri toplamda altı mâni beyan etmiş. Diğer üç mâniyi eserin kendisine havale ediyoruz. Merak edenler "İçtihad Risalesi"nden diğer mânileri okuyabilirler.
A: Bediüzzaman hazretleri tam ismine layık bir şekilde meseleyi tahlil etmiş. Her kelimesini kabul ediyorum. Bir mesele ancak bu kadar güzel izah edilebilir. Diğer üç mâniyi öğrenmek için de İçtihad Risalesi'ne bakacağım. Şimdi şu soruyu sormak istiyorum: En büyük bir evliyanın en küçük bir sahabenin derecesine yetişemediği söyleniyor. Bunun sebebi nedir?
B: Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisinin sahabeler olduğu hususunda Ehl-i sünnet âlimlerinin ittifakı vardır. O sahabeler ki Fetih suresinin sonunda Cenab-ı Hakk'ın övgüsüne mazhar olmuş; Tevrat, İncil ve Kur’an’ın medih ve senasına nail olmuştur. Bu övgülere mazhar olan sahabelere külli fazilet noktasında yetişilemez. Ancak cüzi bazı faziletlerde onlara yetişmek ve geçmek mümkündür.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, külli fazilet noktasında sahabelere yetişilemeyeceğini iki kere iki dört eder katiyetinde ispat etmiştir. Üstad Hazretlerinin bu izahlarını burada anlatmak çok uzun kaçar. Biz meraklılarını Bediüzzaman Hazretlerinin 27. Söz isimli eserine havale ediyoruz. 27. Söz'ün zeylinde bu bahsi bulabilir ve okuyabilirsiniz.
Biz bu makamda şu meselenin izahını yapmak istiyoruz: Bazı hadis-i şeriflerde, bidatların revacı zamanında, ehl-i iman ve takvadan bir kısım zatların sahabe derecesinde veya daha faziletli olduğu rivayet ediliyor. Eğer sahabelere yetişilemiyorsa bu hadislerin manası nedir?
Bu soruya cevaben deriz ki: Hadislerde zikredilen ve sahabeyi geçeceği belirtilen şahıslar sadece cüzi bazı faziletlerde sahabeyi geçebilmekte, külli faziletlerde ise sahabeye yetişememektedirler. Bu hususu âlimler şu kaideyle izah etmişlerdir: Cüzi bir fazilette ve hususi bir kemalde, mercuh râcihe tereccüh edebilir.
Bu kaidenin izahı şudur:
Tereccüh: Üstün gelmek demektir.
Râcih: Kıymet ve faziletçe üstün olan demektir.
Mercuh: Kıymet ve faziletçe daha aşağıda olan demektir.
Başka bir ifadeyle: Râcih "birinci olan", mercuh ise "ikinci olan" demektir.
Bazı cüzi faziletlerde ve hususi kemalde, mercuh râcihi geçebilmekte yani ikinci olan, birinciden üstün olabilmektedir. Bu kaideyi şu iki misalle anlayabiliriz:
Birinci misal: Olimpiyatlara katılan sporcular birçok branşlarda yarışmakta ve bu branşların toplamında aldıkları puanlara göre dereceye girmektedirler. Yani birinci olmak için bütün branşlarda rakiplerini geçmeleri gerekmemekte, toplam puanlarının üstte olması yetmektedir.
Dolayısıyla bazen ikinci olan bir sporcu, bir veya daha fazla branşta birinci olan sporcuyu geçmiş olabilir. Ancak puanların toplamında ondan geride kalmaktadır. İşte bu durum, mercuhun (ikinci olanın) bazı branşlarda râcihe (birinci olana) üstün gelmesi demektir. Ancak unutulmamalıdır ki bu üstünlük sadece belli branşlarda olup, genelde ve toplamda değildir.
Aynen bunun gibi, bidatların istilası zamanında yaşayan bir kısım takva sahibi zatlar da sahabeleri bazı cüzi faziletlerde geçebilir. Mesela aradaki yarışın takva, zühd, hizmet, İslam için fedakârlık, cesaret, infak, ibadet gibi birçok sıfatta yapıldığını düşünelim. Bunlar gibi daha birçok sıfatta herkes sahip olduğu dereceye göre bir puan alsın. İşte bu durumda, sahabelerin toplamda aldığı puana peygamberlerden başkası yetişemez. Sadece bazı şahıslar bazı faziletlerde sahabeyi geçebilirler.
Mesela sahabeden daha fazla infak etmiş ya da takvası daha çok olabilir. İşte bu durum, mercuhun râcihe (yani ikinci olanın birinci olana) üstün gelmesidir. Ama bu üstün geliş sadece bazı sıfatlarda ve cüzi hâllerde olup, genel toplamda bir üstünlük değildir.
İşte hadis-i şeriflerde, sahabelere yetişeceği ve onları geçeceği bildirilen zatlar ile kastedilen mana, sadece bazı cüzi faziletlerde ve hususi kemalde onlara yetişebileceğinin beyanıdır. Yoksa külli faziletlerde sahabeler en üsttedir ve kimse onlara yetişemez.
İkinci misal: Bir tarih öğretmeninin, öğrencisine Kosova Savaşı'yla ilgili bir tez hazırlamasını emrettiğini farz edelim. Öğrenci çalışır, uğraşır ve kaynakları inceleyerek tezini hazırlar. Bu tezinde öğretmeninin hiç bilmediği bilgileri nakleder.
Genel bakışta, tarih bilgisi konusunda öğretmen râcih, öğrenci ise mercuhdur. Yani tarihi bilmekte öğretmen birinci, öğrenci ise ikincidir. Ama Kosova Savaşı'nı bilmede öğrenci öğretmenini geçmiş yani mercuh râcihe üstün gelmiş ve ikinci olan bu konuda birinci olmuştur.
Aynen bunun gibi, sahabeler de bütün kemal sıfatlarda evliyanın öğretmeni ve onların hocası hükmündedir. Öğrenciler hükmünde olan veliler sadece bazı cüzi faziletlerde sahabeleri geçebilmekte; genel toplamda ise hocaları hükmündeki sahabelere yetişememektedirler.
İşte hadis-i şeriflerle bildirilen üstünlük budur: Mercuhun bazı faziletlerde ve hususi kemalde râcihe üstün gelmesi.
A: Bu meseleyi de çok iyi anladım. Hakikatler misalle anlatılınca anlamak daha kolay oluyor. Son bir soru daha soracağım. Şunu merak ediyorum: Başka bir mezhebi taklit etmek caiz midir?
B: Taklit: Bir mesele hakkında bir müçtehidin içtihadına göre amel etmektir. Bir kimse âkıl bâliğ olduğunda dört mezhepten birisini taklit etmek hususunda serbesttir. Sonra istediği zaman da muvakkaten veya sürekli olarak başka bir mezhebe geçebilir. Ancak genelde kişi hangi beldede dünyaya gelmişse, beldesinde hâkim olan mezhebi taklit etmekte ve bu mezhebe göre hayatını şekillendirmektedir.
Başka bir mezhebi taklit etmenin beş şartı vardır. Bunlar şunlardır:
1. Bir meselede bir mezhebi taklit edebilmek için, o meselede, o mezhebin bütün şart ve vaciplerini bilmek gerekir. Mesela Hanefi olan birisi abdest hususunda Şafiî mezhebini taklit edecekse, abdestin şart ve vaciplerini Şafiî mezhebine göre bilmesi ve onlara riayet etmesi gerekmektedir.
2. Taklit etmek vukuundan sonra olmamalıdır. Mesela eli kanadığı için abdesti bozulan bir Hanefi, elinin kanadığını unutarak namazını kılsa ve namazdan sonra elinin kanadığını ve abdestinin bozulduğunu hatırlasa, “Nasıl olsa Şafiî mezhebinde kan abdesti bozmaz, namazım tamamdır.” diyemez. Eğer elinin kanadığını namazdan sonra fark ederse, bu durumda, Şafiî mezhebini takliden namazını iade etmez.
Bu iki hüküm arasındaki farkın sebebi şudur: Birinci vaziyetinde, elinin kanadığını ve abdestinin bozulduğunu namazdan önce biliyor ve sonra bunu unutarak abdest almadan namazını kılıyor. Burada kusur kendisine aittir. Abdestinin bozulduğuna vakıf olduğunda abdest alabilecek iken bunu tehir etmiş ve abdestsiz olduğunu unutmuştur. Kusurunun cezası olarak da namazını iade eder.
İkinci hâlde ise kusuru yoktur. Zira namazdan önce elinin kanadığına vakıf değildir ki tekrar abdest alma ihtiyacını hissetsin. İşte kusuru olmadığı için de namazdan sonra Şafiî mezhebinin hükmüyle amel etmesi caiz görülmüştür.
Demek, bir kimse bir ibadeti tamamladıktan sonra kendi mezhebine göre bu ibadetin olmadığının farkına varırsa, bakılır: Eğer kendi kusuru ve unutkanlığı sebebi ile ibadeti bozulmuşsa, bu ameli iade eder; başka bir mezhebi taklit edemez. Eğer kusuru olmayarak iradesi dışında bozulmuş ve bozulduğunun farkına ibadeti tamamladıktan sonra varmışsa ve amel bu hâliyle başka mezhebe göre sahih ise bu ameli iade etmez.
3. Keyfi olarak ve kolayına geldiği için değil, meşru bir sebepten dolayı taklit etmesi gerekir. Yoksa sadece kolayına geleni seçmek ve mezheplerin kolay hükümlerini cemetmek caiz olmayıp, şer’an yasaktır.
4. İmam-ı Azam ve İmam Şafiî gibi müctehid-i fi'ş-şer tabakasında bulunan bir âlimi veya İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed gibi müctehid-i fi'l-mezheb tabakasında bulunan bir âlimi ya da İmam Nevevî ve İmam Serahsî gibi müctehid-i fi'l-mesele tabakasında bulunan bir âlimi taklit etmelidir. Bu tabakalarda olmayanı taklit etmek caiz değildir. Bu tabakaları daha önce izah ettiğimizden dolayı burada tekrara lüzum görmüyoruz.
5. Telfik etmemek yani mezheplerin zıt hükümlerini bir meselede toplayarak amel etmemek gerekir. Mesela Hanefi mezhebinde, akıllı olup buluğa eren bir kadının nikâhı için velisinin izni ve rızası şart değildir. Diğer mezheplerde ise bu şarttır.
Maliki mezhebinde nikâh akdi esnasında şahitlerin hazır bulunması şart değildir. Akitten sonra ilan etmek yeterlidir. Ama diğer mezheplerde şahitlerin hazır bulunması şarttır.
Yine Şafiî mezhebinde, mehri açıklamak şart olmayıp, Maliki mezhebinden şarttır.
Şimdi, bir kimse nikâh hususunda bu üç mezhebi birleştirip telfik etse; yani Hanefi mezhebine göre velinin izni olmaksızın, Maliki mezhebine göre şahitsiz ve Şafiî mezhebine göre de mehirsiz olarak nikâh kıysa, bu nikâh geçerli olmaz. Çünkü böyle bir nikâh ne Hanefi mezhebine, ne Şafiî mezhebine ve ne de Maliki mezhebine göre sahih değildir.
Eğer taklit takva cihetiyle olursa bu caizdir. Mesela abdestte niyet etmek Hanefilere göre vacip değil, diğer üç mezhebe göre ise vaciptir. Hanefi birisi, diğer üç mezhebe muhalefet etmemek için abdeste niyet ile başlarsa bu güzeldir. Veya Hanefi mezhebine göre, kadına dokunanın abdesti bozulmaz, Şafiî mezhebine göre ise bozulur. Bir Hanefi, Şafiî mezhebine de riayet etmek için kadına dokunduğunda abdestini tazelerse, bu güzeldir ve takvadır.
Netice olarak şöyle diyebiliriz: Bir mezhepten diğerine geçiş, kişinin muhtaç olduğu bir meselede o mezhebi taklit etmesi suretiyle olursa, bunda beis yoktur ve caizdir. Hac ve umre yapan Şafiîlerin abdestte Hanefileri taklit etmesi gibi. Çünkü tavaf ve say vazifelerinin abdestli yapılması gerekir. Şafiî mezhebinde ise kadına dokunmak abdesti bozar. O kalabalıkta, farkında olmadan kadına dokunmak mümkündür. Her dokunuşta abdest almanın zahmetinden dolayı Şafiîler bu ibadeti yaparken Hanefileri taklit edebilirler.
Eğer taklit etmek, mezheplerin kolay taraflarını araştırmak ve ihtiyaç yokken sırf kendi nefsinin tatmini için işine gelenleri yapmak şeklinde olursa, bu caiz değildir.
Müçtehid âlimler doktorlara benzemektedir. Nasıl ki hasta olduğumuzda bir doktora gidiyor, onun tedavisini uyguluyor ve aynı anda iki üç farklı doktorun tedavisini uygulamak mümkün olmuyorsa; maddi ve manevi hastalıklarımızın ilaçlarını, Kur'an ve sünnet eczanesinden bizlere sunan müçtehid imamları da taklit ederken, birini kendimize rehber yapmalı ve ihtiyaç yokken başka bir müçtehidin kapısını çalmamalıyız.
A: Bu sorumun da cevabını iki kere iki dört eder netliğinde aldım. Zaten bütün meseleleri bu netlikte izah ettin. Ne diyeyim, seni bana arkadaş yapan Allah’a hamdüsena olsun.
B: Her nimetin yegâne sahibi Allah’tır. Bütün kemal ve cemal ona aittir. Dolayısıyla sana ulaşan hidayet nimeti de doğrudan O’nun hazinesinden çıkmıştır. Bize sadece dua et; minnet ve şükür Allah’adır.
"Mezhepsizlik Hastalığı" eserimiz burada tamamalandı. Rabbimize hamdüsena olsun, bizi böyle kıymetli bir işte istihdam etti; bizlere bu eseri hazırlattı. Cenab-ı Mevla bu eseri günahlarımıza kefaret yapsın. Bizleri iman ve Kur'an hizmetinde daim kılsın. Âmin.
BENZER SORULAR
- "Azimet- Ruhsat Meselesi" ne demektir, izah eder misiniz? Peygamber Efendimiz zamanında mezhepler yoktu, bunlar nereden çıktı?
- İçtihat yapmaya yeltenen mezhepsizler
- Tevessül, ayet ve hadislere göre caiz midir?
- Tevessül şirktir diyenlere cevaplar 1- İmam-i Âzam ve İmam Âlusi Hazretleri gerçekten tevessülü inkar etmiş midir?
- Mezhepler Dosyası
- Allah'ın elçisine uymamızı emreden ayetleri açıklar mısınız?
- Mezhepler Dosyası- Birinci Bölüm
- Ölüye Kur'an okuma
- Ölünün arkasından Kur'an okunur mu?
- Kadınlara dokunduysanız gusül abdesti alın, sözü nasıl anlaşılmalı?