"Her hükümdarın bir koruluğu vardır. Allah'ın koruluğu ise haramlardır." Bu hadisi nasıl anlamalıyız?

Tarih: 19.07.2006 - 14:59 | Güncelleme:

Soru Detayı

Her haramla önünüze bir helal engel koyunuz ve o helale yaklaşmayınız. Ancak ırzınızı ve dininizi korursunuz. Koruluğun kenarındaki bir koyunun koruluğa girmesi an meselesi olduğu gibi, sizin de o helale yaklaşmanız harama girmeniz için an meselesidir...

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Peygamberimiz (asm) bu hadis-i şeriflerinde takvaya işaret etmiştir. Allah Resûlü(a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:

“Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır. Nasıl bir çoban, koruluğun kenarında koyun otlattığında, koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın da harama düşme ihtimali öylece vardır.”

Şüpheli, haramın en yakın komşusudur. O araziye girenin bir süre sonra haram sahasına düşmesi kuvvetle muhtemeldir. Şüpheliden sakınanlarla haram arasına bir tampon bölge girmiş oluyor; mayın tarlası gibi.

Hadiste geçen “otlatma” tabiri çok enteresandır ve nice hikmetleri içinde toplar. “Koyunlar” diye bir çoğuldan söz edildiğine göre, biz bu çoğulu kendimizde aramalı ve bulmalıyız. Demek oluyor ki, bizim her duygumuz, her hissimiz, aklımız hafızamız, hayalimiz birer koyuna benzetilmiş oluyor. Ve her birinin otladığı şeyler, diğerinden çok farklı.

Otlamada, ağza alıp bir süre çiğnedikten sonra mideye gönderme söz konusudur. Biz de bir şeye baktığımızda gözümüz onu otlamakta, yani o şeyin görüntüsü gözümüzden içeri girmektedir. Aynı şekilde, düşündüğümüz şeyler de aklımızda yoğrulmakta ve hazmedilmektedir. İşitme organımız için de ayrı bir otlama söz konusu. Kulaktan giren sesler koyunun ağzından içeri giren otlar gibi. Kulak zarında titreşime dönüşen bu sesler, bir takım istihaleler sonunda mânâ olarak akla takdim ediliyorlar.

Misâlleri çoğaltabiliriz. İşte insan, kendisine emanet edilen bu koyunların hepsini şüpheli araziden uzak tutmak mecburiyetinde. Takva bunu gerektirir. Aksi hâlde sonu harama varan bir hezimete uğranılması kaçınılmazdır.

Takvada ilk akla gelen, haramları terktir. Bunlar kesinlikle yasaklanmıştır. Bunu, mekruhlardan sakınma takip eder. Mekruh, çirkin bulunan, hoş karşılanmayan fiil, söz ve hâllere denir. Bunların terk edilmeleri de takvadandır. Daha sonra şüpheliler karşımıza çıkar. Bunların da mekruhlar gibi haramla bir başka komşulukları vardır. Hakkında kesin bir hüküm olmayan işlerde, takvaya uygun olan, haram olma ihtimalini ön plana alıp o fiilleri terk etmektir. Sonra mübah ve helal olanlar gelir. Bunlardan yetesiye istifade edip israftan sakınmak da takvadandır.

“Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz...” (A’raf, 7/31)

âyet-i kerimesine konu olan yiyecek ve içecekler, elbette ki, helâl olanlardır. Haramlar zaten yasaklanmışlardır. Bu âyet-i kerimeyi yukarıda naklettiğimiz hadis-i şerif açısından değerlendirdiğimizde şöyle bir mânâ ortaya çıkar: Helâlde israf edenler, ona müptela olurlar. İsrafa alışan bir insan ise, alıştığı kadarını bulamadığı ortamlarda şüpheliye meyletmeye başlar. İsraf etmeyen için böyle bir tehlike söz konusu değildir.

Sonu, çoğu kez, harama çıkan israfın yasaklanmış olması insanların lehine bir İlâhî tedbirdir. Kaldı ki, insan ibadet için yaratıldığına göre, ibadetin bir şubesi olan zekatını vermeli, bununla da yetinmeyip elinden geldiğince sadaka vermeye çalışmalıdır. Ama kazandığını israf eden bir insan, bu hayırdan mahrum kalacağı gibi, israf fiilini işlemekle de ahireti hesabına büyük bir zarara uğramış olur.

Fatiha Suresi, “Kur’an’ın fihristi” olarak tarif edilir. Bu sureden hemen sonra gelen surenin ikinci âyetinde, “Bu Kur’an muttakilere bir hidayettir” buyrularak, takvanın ehemmiyeti çok net biçimde nazara sunulur. Bu surede, “Bizi sırat-ı müstakime hidayet buyur.” mealinde bir dua âyeti vardır. “Kur’an’ın muttakiler için bir hidayet olması” bu âyetle birlikte düşünüldüğünde, hidayetin “sırat-ı müstakim” mânâsına geldiği anlaşılır. Yani, istikamet üzere olmak, hidayettir. İşte takva, bu hidayet yolundan uzak kalma endişesini taşımak ve insanı bu yoldan saptıran her türlü yanlıştan uzak kalmak demektir.

Sırat-ı müstakimde gidenler için, yine Fatiha Suresinde, “kendilerini nimetlendirdiğin kimseler” diye bir tarif cümlesi geçer. Bir başka âyette ise, bu nimete erenlerin, “Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihler” olduğu beyan edilir. Buna göre, takva bu bahtiyar cemaatin en mümtaz bir özelliğidir. Ve yine takva, bu cemaatin peşinden gitmenin en büyük şartıdır.

Muttaki, takva sahibi demektir. İnsana manen zarar verecek her şeyden kaçınan ve sakınan demek olur. Bakara Suresinin başında, “Kur’an’ın muttakiler için bir hidayet olduğu” beyan edildikten sonra, muttakinin sıfatları şöyle sıralanır:

“O takva sahipleri, gayba inanırlar, namazlarını dosdoğru kılarlar. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah yolunda infak ederler.”

Bu sayılanlar, iman ve salih amel olduğu hâlde muttakinin sıfatları arasında yer almışlardır. Bundan şu mânâlar açıkça anlaşılır: Gayba inanmak, imansızlığın zıddıdır.

Namazın dosdoğru kılınmaması, bu ulvî ibadetin baştan savma olarak ve tadil-i erkâna riayet etmeksizin ve ihlâs şartından taviz vererek yapılması demektir. Bunlar da ittika edilmesi gereken hususlardandır. Zekat vermek farz olduğu gibi, İslamın bu büyük şartını yerine getirmemek de takva sahiplerinin hassasiyetle sakınmaları gereken bir büyük günahtır. Bu mânâda, her salih amel, bir yönüyle de takva içinde addedilebilir. Nitekim, Al-i İmran Suresinde de (134 ve 135. âyetler) muttakinin sıfatlarını şöyle sıralamaktadır:

“Bollukta ve darlıkta infak etmek.”
“Kızdıklarında öfkelerini yutmak.”
“İnsanların kusurlarını affetmek.”
“Kabahat yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı anmak ve günahlarından derhal tövbe etmek.”
“Yaptıkları günahlarda, bilerek ısrar etmemek.”

Görüldüğü gibi bu sayılanlarda takva ile sahil amel iç içedir. Zaten, takva insanı salih amel işlemeye götüren önemli bir sebeptir.

Yine Fatiha Suresine dönelim: Her türlü aşırılıktan uzak kalıp, istikamet yolunu takip eden kutlu zevat, “hidayet” üzere oldukları gibi, onların muhalifleri de surenin sonunda “mağdup” ve “dallîn” olarak adlandırılır. Yani Allah’ın gazabına uğramış azgın kavimlerle, İslâma zıt inanç ve görüşlerin arkasından giderek haktan ve hakikatten sapan dalâlet fırkaları. İşte, takva denilince bu iki menhus guruba dahil olma korkusu da hatıra gelmelidir.

Ahlâksızlık, sefahat ve sair isyanlarla İlâhî gazaba uğrayan Nuh kavmini, Lut kavmini, Sâlih kavmini hatırlamak ve günah ve isyan yoluna girmekle onların peşinden gitmiş olacağını düşünmek. Aynı şekilde, yanlış fikirlere takılıp, İslâma zıt bir yola saptığında Karunların yoluna girmiş olma endişesini taşımak.

Çok dikkatimizi çeken bir noktaya, bu vesileyle, kısaca temas etmek isteriz.

“...Yakıtı insanlar ve taşlar olan ve kâfirler için hazırlanan o dehşetli ateşten sakının” (Bakara, 2/24)

âyet-i kerimesinde sözü edilen taşların, putlar olduğu belirtiliyor. Bu âyet-i kerimede yakıtı taşlar olan bir cehennemin dehşeti yanında, mü’mini ürperten bir başka tehdit daha mevcut. O da putlarla beraber yanma, aynı mekânda birlikte bulunma, onların tâbi olduğu muameleye maruz kalma zilleti. Bu tablo, mü’minin ruh ve kalbini derinden yaralar ve onu korku ve endişeye düşürür.

Nur Külliyatı'ndan Kastamonu Lahikasında takvayla ilgili bir mektup yer alır. Üstad'ın, “gayet ehemmiyetlidir” kaydını koyduğu bu mektup şöyle başlar:

“Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesb etmiş.”

Bilindiği gibi, maddî ve manevî her türlü terakki ve tekâmülün iki esası vardır: Faydalı işler görmek ve zararlılardan uzak durmak. Birincisine “celb-i nef’”, yani fayda vereni celp etmek deniliyor, ikincisine ise “def-i şer”, yani şerri gidermek.

“Her zaman, def-i şerrin celb-i nef’a racih olduğu” yani, ona üstün geldiği, ondan daha fazla önem kazandığı beyan edilmekte. Zarar def edilmediği taktirde kazancın bir mânâsı kalmaz. Dibi delik bir kovaya, su doldurmanın hiçbir mânâsı yok.

Öncelikle kazanca engel olan sebepler ortadan kaldırılarak kazancın önü açılmalı. Kur’an okumak tam mânâsiyle bir hayırdır. Biz, her harfinde en az on sevap bulunan bu ulvî ibadete başlarken, önce kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırız. Bu bir def-i şerdir. Bunu, celb-i nef, yani besmele çekme ve Kur’an okuma takip eder.

Zarar yollarını kapamayan bir insan, kazandığından çok daha fazlasını kaybedebilir ve bu yolun sonu iflasa çıkar. Manevî ticaret de böyledir. İşlenen amel-i salihler takva ile muhafaza edilmelidir. İflasla ilgili şu hadis-i şerif çok ürkütücü ve korkutucudur:

“Ümmetimden müflis o kişidir ki; kıyamet günü namaz, oruç ve zekât gibi ameller ile gelir. Buna karşılık ona buna sövmüş, iftira etmiş, kiminin malını yemiş, kiminin kanını dökmüş ve kimini de dövmüştür. Ahirette bu iyilikleri hak sahiplerine dağıtılır. İyilikleri yetmeyip bittiği zaman da hak sahiplerinin günahlarından bir kısmı alınıp kendisine yüklenir ve cehenneme atılır.”(Müslim, Birr ve Sıla, 59)

Bir bitki için, gece de gündüz gibi kıymetlidir. Gece takvayı, salih amel ise gündüzü andırır. Her ikisinden de ayrı faydalar ediniriz.

Sözünü ettiğimiz mektupta bu konuda enteresan bir tespit yer alır:

“Hem takva içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünki bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüz amel-i sâlih işlemiş hükmündedir.”

Demek oluyor ki, mümin, kendisine hücum eden binlerce günahı, Allah korkusuyla ve Onun rızasını talep ederek terk ettiği taktirde, binlerce vacip işlemiş oluyor.
Geçmiş asırlarda günah kapılarının çoğu kapalı ve isyan imkânları oldukça sınırlıydı. Bir genç haram bir sima görmek için sokakları dolaşsa, günler sonra ancak bir isyan fırsatı yakalayabilirdi. Ama şimdi öyle mi, günahlar, Üstad'ın tabiriyle, “sel gibi akıyor.”

Asrın bu menfi havası insanın manevî hayatına da tesir etmekte ve bu kadar günahla yaralanan kalp ve ruh, huzur içinde bir ibadet yapmaya çok zor muvaffak olmakta. Harpte birkaç yerinden yara alan insanın, bu acıları unutup huzurlu bir ibadet yapması ne kadar zorsa, bu asırda huzur ve huşu ile, ihlaslı bir ibadet yapmak da o kadar, hatta ondan daha zordur. Ama, İlâhî adalet ahir zaman fitnesi içinde yaşayan Müslümanların bu büyük mahrumiyetlerini takva ile telafi ettirmekte ve “bir tek içtinap ile binlerce vacip işlemek,” gibi büyük bir fırsatı mü’minlere bahşetmektedir.

Şöyle düşünmek ve sıkı bir nefis muhasebesi yapmak gerekiyor: “Bu asırda salih amelin ihlasla muvaffakiyeti çok zor” olduğuna göre tek çaremiz, takva yoluyla bu açığı kapatmaya çalışmak. Bunda da taviz verilirse tehlike kaçınılmazdır.

Tefsir âlimleri, farklı âyet-i kerimelerden hareketle, takvayı üç mertebeye ayırmışlardır.

1. İman ederek şirkten korunmak. Kişi böylece ebedî cehennemde kalmaktan korunmuş olur.
2. Büyük günahları işlemekten, küçüklerde de ısrardan sakınmak.
Takvanın en yaygın mânâsı budur. Bu madde üzerinde bir derece durmaya çalıştık.
3. Kalbini Hak’tan alıkoyan her şeyden uzak durmak.

Bunlardan birincisine “şirkten takva,” ikincisine “masiyetten takva,” üçüncüsüne de “masivadan takva” denilir. Bir mü’minin, bildiğimiz mânâsıyla, şirke girmesi, putlara tapması düşünülemeyeceğine göre, şirkten takva denilince “şirk-i hafi,” yani gizli şirk anlaşılmalıdır. Nur Külliyatı'ndan, gizli şirk konusunda iki hakikat dersi:

“Hubb-u câhtan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ü şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celbetmekle enaniyeti okşamak ve nefs-i emmareye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi “şirk-i hafî” tabir edilen riyakârlığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihlası zedeler.” (Lem’alar)

Bu ifadelerle, riyakarlığın ve hodfuruşluğun yani kendini beğenmenin gizli birer şirk olduğu ders veriliyor. Dünyaya ibadet ve marifet için gelen insanoğlunun, riya yoluna girerek, bir başka insanın teveccühünü kazanmaya can atması ne kadar gariptir!

Kendini beğenmek ve methetmek de, en az riya kadar saçma ve onun kadar mânâsız.

Namazın her rekatında, “âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd” eden bir mü’min, bütün medih ve senanın ancak Ona mahsus olduğunu ikrar etmekle, nefsini beğenme hastalığından kurtulur. Kurtulamıyorsa, Fatiha'dan gerekli dersi alamamış ve Hakkı medih yerine kendini beğenmekle de gizli şirke yaklaşmış demektir.

O halde, takva denilince sadece büyük günahlardan sakınmayı anlamayacak, gizli şirke götüren bu gibi yanlış telakkilerden, hatalı hislerden ve duygulardan da uzak kalmaya çalışacağız.

Gizli şirkin diğer bir şubesi de şöyle nazara veriliyor: “Enaniyetten neş’et eden şirk-i hafî katılaştığı zaman, esbab şirkine inkılab eder.” (Mesnevî-i Nuriye)

Demek oluyor ki, insanın kendini beğenmesi ve kendine güvenmesi bir manevî hastalık olup, bunun ağırlaşması halinde bir başka hastalık ortaya çıkıyor: Esbap şirki. Bu âlemde İlâhî icraatlarda birer sebep olarak istimal edilen eşyaya yahut hâdiselere tesir vermek, onları gerçek fail gibi görmek ve kalben bağlanmak da gizli şirke giriyor. O halde, kâinatı ve içindeki her şeyi Allah’ın mahlûku ve Onun memuru kabul ederek, bu emir alan kullarından bize gelen nimetleri, hep Allah’tan bileceğiz. Üstad'ın tabiriyle, “Bir padişahın kıymettar bir hediyesini bize getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak” gibi bir yanlışlığa düşmeyeceğiz. Aksi halde memuru sultana ortak kabul etmiş oluruz. Takvanın bu şubesi her zaman karşımıza çıkar ve bundan sürekli imtihan oluruz; bulutun yağmura, ağacın meyveye, güneşin ziyaya ve nihayet anne-babanın insana sadece birer sebep olduklarını bilmek ve sebeplere tesir vermemek imtihanı. Bu imtihanı kaybetme korkusu da takvanın bir başka sahasıdır.

Takvanın üçüncü şubesi ise, kalbin ancak Allah’a imanla, Onun marifet ve muhabbetiyle tatmin olduğunu bilerek, bu kalbe mahlûk sevgisini koymaktan korkmaktır. Midesine zararlı gıdalar sokmamak için azami dikkat gösteren, gözüne bir çöpün bile girmesine razı olmayan insan, bütün bu organların ve duyguların sultanı olan kalbi hakkında aynı hassasiyeti, maalesef, gösteremiyor. Bunda nefsin ve şeytanın büyük payı olduğu muhakkak. İşte kalbin korunması hususunda hassasiyet göstermek de takvanın önemli bir koludur.

Bu büyük ve hassas imtihanı kazanmamızda, Nurlardaki şu esaslara uymamızın büyük faydası olacağına inanıyorum:

“Dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lâzımdır:

1. Dünyanın ömrü kısa olup, sür’atle zeval ve guruba gider. Zevalin elemiyle, visalin lezzeti zeval buluyor.
2. Dünyanın lezaizi zehirli bala benzer. Lezzeti nisbetinde elemi de vardır.
3. Seni intizar etmekte ve senin de sür’atle ona doğru gitmekte olduğun “kabir”, dünyanın zînetli, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez. Çünki dünya ehlince güzel addedilen şey, orada çirkindir.
4. Düşmanlar ve haşerat-ı muzırra arasında bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasındaki müvazene, kabir ile dünya arasındaki aynı müvazenedir. Maahaza, Cenâb-ı Hak da bir saatlik lezzeti terketmeye davet ediyor ki, senelerce dostlarınla beraber rahat edesin. Öyle ise, kayıdlı ve kelepçeli olarak sevkedilmezden evvel, Allah’ın davetine icabet et.”(Mesnevi-i Nuriye)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun