Gayrimüslim ve kölelerin şahitliği neden geçersizdir?

Tarih: 26.12.2015 - 10:26 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Bu haksızlık değil midir?
- Şahitlerde bulunması gereken şartlar hakkında detaylı bilgi ve örnekler verir misiniz?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Hayır, asla bir haksızlık değildir. Tam aksine, şahitlikte aranan şartlar, hakkı korumak, adaleti gerçekleştirmek ve şaibe altında kalmadan hüküm vermek içindir. Örneğin, evladın babası lehine, babanın da evladı lehine şahitliği de kabul edilmemiştir. Bu bir haksızlık değil, diğerinin hakkını korumaktır.

Yine, görme ve konuşma özürlü olanların şahitliği de aynı gerekçelerle kabul edilmemiştir.

Şahitte bulunması gereken şartlar konusunda İslâm hukuk mezhepleri temel noktalarda görüş birliği içinde olmakla birlikte şartların gruplandırılması konusunda aralarında fark bulunduğu gibi bazı mezhepler bir kısım şartlar öne sürmüşlerdir.

Bazı mezheplerde şahitlik edecek kişide aranan şartlar biri tahammül, diğeri eda aşamasında olmak üzere iki grupta ele alınsa da bu ayırım açık değildir. Bu konuda öngörülen şartlar değerlendirildiğinde bunların bir kısmının olaya gerektiği şekilde şahit olunduğundan emin olunmasına, bir kısmının şahitliğin mahkemede sağlıklı biçimde yerine getirilmesine yönelik olduğu, diğer bir kısmının ise şahitliğin sosyal bir görev ve yetki diye görülmesi sebebiyle toplumsal statülerin dikkate alınması ihtiyacından kaynaklandığı söylenebilir.

Fakihlerin şahitte aradıkları şartları şu şekilde özetlemek mümkündür:

1. Teklif.

Kişinin şahitliğe ehil olması için ilk şart, dinî-hukukî yükümlülüklere muhatap olacak yaşa ve aklî olgunluğa erişmiş olmasıdır. Bunun için de kişinin akıl sağlığı yerinde olup bulûğ yaşına erişmesi gerekir. Ancak bulûğ şahitliği yüklenmenin değil şahitliği eda etmenin şartıdır. Şahitliği yüklenebilmek için temyiz yaşında bulunmak yeterlidir. Temyiz yaşına gelmemiş çocukla akıl sağlığı yerinde olmayan kişinin şahitliği yüklenmesi düşünülemez.

Mükellefiyet yaşına ulaşmış olma şartının tek istisnası, kendi aralarında cereyan eden yaralamalarda çocukların şahitliğinin Mâlikîler ve bir görüşe göre Hanbelîler tarafından belli şartlarla kabul edilmesidir. Bu şartlar arasında çocukların şahitliğin anlamını bilmeleri, hür olmaları ve olay yerinden dağılmamış olmaları gibi hususlar yer alır.

2. Hürriyet.

Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî mezheplerine göre hürriyet şahitlik ehliyetinin temel şartlarındandır.

Hanefîler, Müslüman kölenin Müslümanlık yönünden güvenilir olması sebebiyle esasında şahitliğe ehil olduğunu söyleseler de şahitlik bir tür yetki ve üstünlük (velâyet) şeklinde değerlendirildiği, kölenin ise velâyeti ve toplumda saygınlık içeren bir statüsü bulunmadığı için şahitliğine itibar edilmediğini belirtmişlerdir.

Kölenin şahitliğini kabul etmeyen diğer mezheplerde de velâyet vurgusu olmakla birlikte, onlar kölenin şahitliğinin reddini mürûet (bk. 5. Madde) yokluğuna bağlamışlardır.

Hanbelîler ile Ebû Sevr ve Dâvûd ez-Zâhirî gibi âlimlerce benimsenen görüşe göre ise kölenin şahitliği hadler dışında geçerlidir.

İbn Hazm kölenin şahitliğinin her konuda geçerli olması gerektiğini savunmuştur. (el-Muhallâ, IX, 412-415; Kâsânî, VI, 267, 271; İbn Kudâme, XIV, 185-186)

Özetle,  köle efendisinin tesiri altında olduğu gibi, velâyet hakkı da yoktur. (Bu, şüphesiz köleliğin sürdüğü çağlar için geçerli bir kuraldır.)

3. İslâm.

Klasik doktrinde Müslüman olmayan için velâyet statüsü tanınmadığından, Müslüman olmayanın Müslüman hakkında şahitlik yapması mümkün görülmez. Özellikle hürriyet ve İslâm şartları şahitliğin yargı meclisine özgü olmasının bir sonucudur.

Hanefîler’e göre gayri müslimlerin birbirleri hakkındaki şahitlikleri ise dinlerine bakılmaksızın kabul edilir. Sıhhati tartışmalı olmakla birlikte bir rivayette Hz. Peygamber (asm)’in Ehl-i kitabın birbirleri hakkındaki şahitliklerini kabul ettiği belirtilmektedir. (Ebû Dâvûd, Hudûd, 25; İbn Mâce, Ahkâm, 33)

Burada dikkat çekilecek bir farklılık, Müslüman ülke vatandaşı olmayan gayri müslimin, Müslüman ülke vatandaşı gayri müslim hakkında şahitlik yapamayacağının kabul edilmesidir.

Şâfiî ve Mâlikî mezheplerinde şahitliğin kabul edilmesinin bir saygınlık göstergesi sayıldığı anlayışı bu konuda da etkili olmuş ve gayri müslimin şahitliğinin hiçbir surette kabul edilmeyeceği belirtilmiştir.

Hanbelîler de bu görüşü benimsemekle birlikte onlar yolculuk sırasında bir Müslümanın yapacağı vasiyete gayri müslimin şahit olabileceğini kabul etmişlerdir. Bu konuda Hanbelîler yolculukta vefat etmek üzere olan kişinin vasiyetine şahit tutmasıyla ilgili ayetteki, “Sizden iki adalet sahibi kişi ya da sizden olmayan iki kişi şahitlik etsin.” ifadesine (Mâide, 5/106) ve ayetin nüzûl sebebiyle ilgili hadise (Ebû Dâvûd, Akzıye, 19) dayanmaktadır.

Ayrıca bazı Hanbelîler zaruret durumunda gayri müslimin şahitliğine başvurulabileceğini kabul etmişlerdir.

4. Adalet.

Mezheplerin ittifakla aradığı adalet şartı, daha çok ilgili ayetlerde şahitler için “kendilerinden razı olduğunuz” ve “adalet sahibi” nitelendirmelerinin yapılmış olmasıyla (Bakara, 2/282; Mâide, 5/106; Talâk, 65/2) temellendirilir.

Ayrıca emanete hıyanet edenin ve zina fiilini işleyenin şahitliğinin kabul edilmeyeceğini bildiren hadis (Ebû Dâvûd, Akzıye, 16) vb. deliller de bu konudaki değerlendirmelerin dayanakları arasında yer alır.

Büyük günahlardan kaçınma, farzları eda etme ve iyilikleri kötülüklerinden fazla olma gibi ölçülerin adalet tanımlarında etkili olduğu görülür. (Kâsânî, VI, 268)

Adalet şartlarını taşımayan kişiye fâsık denilmektedir. Kişinin böyle nitelendirilip şahitliğinin reddine sebep olan fiil ve hallerle ilgili açıklamalar, kişinin dini fazla önemsemediği ve dine bağlılığının zayıf olduğu izlenimini veren tutumlar şeklinde özetlenebilirse de (Meselâ bk. Melîbârî, Fetĥu’l-muîn, Bulak 1312, s. 136) bazı ayrıntılarda farklı yaklaşımlar bulunmaktadır.

Şâfiîler fâsığın şahitliğini hiçbir durumda kabul etmez. Bu konudaki temel gerekçe şahitliğin bir tür değer ve saygınlık göstergesi olarak algılanmasıdır.

Hanefîler, adalet şartında ısrar etmekle birlikte genel olarak velâyete ehil olduğu gerekçesiyle fâsığın bazı durumlarda şahitlik yapmasını câiz görürler.

Hangi suç ve günahı işlemiş olursa olsun tövbe ettikten sonra kişinin şahitliği kabul edilir. Hanefîler zina iftirası suçundan dolayı cezalandırılmış kimseyi bu kuralın dışında tutar; çünkü onlara göre bu kişinin şahitliğinin kabul edilmemesi ona uygulanması gereken had cezasının bir parçasıdır. Bu görüşü benimsemelerinde ilgili âyeti (Nûr, 24/4) anlama tarzı yanında muhtemelen işlenen suçun şahitlikle hiçbir şekilde bağdaşmayacağı düşüncesi de etkili olmuştur.

Fâsıklığın yaygınlaşıp adalet şartına sahip şahitlerin bulunmaması durumunda hakların zayi olmaması için hâkimin zarurete binaen mevcutlar arasında nisbeten daha iyi olanların şahitliğine başvurabileceği şeklinde bazı Mâlikîler’ce öne sürülen görüşün, Ezraî ve Ahmed b. Abdullah el-Gazzî gibi birçok Şâfiî fakihi tarafından kabul edildiği belirtilir. (Melîbârî, a.y.)

Kâsânî, bu konuda çok katı davranmanın doğru olmayacağına dikkat çekmek için bir defa yalan söyleyenin şahitliğinin kabul edilmemesi halinde şahitlik kapısının kapanacağını söyler. (Bedâi, VI, 269, 270-271)

Bu açıdan birçok fıkıh âlimi, şahitlik yapabilmek için hiç günah işlememiş olmak gibi bir şartın bulunmadığını belirtme ihtiyacı duymuştur.

Adalet dinin buyruklarına uygun yaşama durumunu nitelemekle birlikte bu şartın da sonuçta kişinin yalan şahitlikte bulunmamasını sağlama düşüncesine dayandığı görülür.

Şâfiî fakihleri, şahitliğin kabul edilmesini doğru sözlülük üzerinde temellendirip bir kimsenin doğru sözlülüğünün ancak adaletle bilinebileceğini, çünkü masum olmayan bir kimsenin haberinin doğru da yanlış da olabileceğini, adaletin o kişinin doğru sözlü olduğu ihtimalini güçlendiren unsur sayılacağını ifade etmektedir.

Hanefîler de şahitliğin kabulünün doğruyu söyleme temeline dayandığını kabul ederler; ancak onlar doğruyu söylemenin sadece adalet vasfına bağlanmasına karşı çıkarlar, çünkü yalan söylemekten kaçınan fâsıklar da vardır. Bu sebeple Hanefîler, doğruyu söyleme ihtimalini güçlendiren durum olarak Müslümanlığı öncelikli görmektedirler. Kâsânî’ye göre Hanefîler’le Şâfiîler arasında fâsığın şahitliğinin kabulü konusunda cereyan eden tartışma, hâkimin hakkında gerekli soruşturmayı yapıp doğru söyleyeceğine kanaat getirdiği fâsıkla ilgilidir; aksi takdirde fâsığın şahitliğiyle hüküm vermek ittifakla câiz değildir. (Bedai, VI, 270)

Ehl-i hevâ veya bid‘atçı diye adlandırılan kimselerin küfrü gerektiren bir iş işlemiş olmamaları kaydıyla şahitliklerinin kabul edileceği Hanefî ve Şâfiî mezheplerinde açıkça belirtilir.

Ancak bazıları ayrıca taassup içinde bulunmama, bid‘atlarının propagandasını ve ahlâksızlık yapmama gibi şartlar ileri sürerler.

Bid‘at ehlinin şahitliğini kabul edenler, hasımları aleyhine yalanı câiz görme gibi inançları bulunduğu gerekçesiyle Hattâbiyye fırkasını bundan istisna etmişler ve şahitlikleri kabul edilmemiştir.

Sahâbe hakkında tahkir edici söz ve tutumlarıyla bilinenlerin de şahitliğinin kabul edilmeyeceği yaygın şekilde dile getirilen bir husustur.

Belli şartlarla olsa bile bid‘at ehlinin şahitliğinin kabul edilmesine tamamen karşı çıkan âlimler de vardır. (Bedai, VI, 269; Melîbârî, s. 137; el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 468)

Adalet niteliği bakımından şahitlerin gerçek durumlarının araştırılmasının (tezkiye) gerekli olup olmadığı tartışılmış, Ebû Hanîfe hadler ve kısas dışındaki haklar konusunda dıştan görünen adaleti yeterli görürken Ebû Yûsuf ve Muhammed tezkiyeyi şart koşmuştur.

Hasmın şahidin adaletine itiraz etmesi durumunda, had ve kısas davalarında hasmın itirazına gerek olmaksızın zâhir adaletle yetinilmeyip hâkimin şahitleri soruşturması gerektiği hususunda Hanefî mezhebinde görüş birliği vardır.

5. Mürûet.

“İnsana yaraşır davranış sahibi olma” şeklinde tanımlanabilecek bu kavramın, şahitlik konularında ağırlıklı bir yere sahip bulunduğu görülür. Ancak mürûetin adalet kapsamında mı yoksa ondan ayrı bir şart mı sayıldığı hususunda görüş birliği bulunmamaktadır.

Fıkıh eserlerinde mürûete aykırı davranışlar geniş bir örnek listesi halinde açıklanmaya çalışılsa da (İbn Kudâme, XIV, 152-153; el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 468-469) bu kavramın özünü, toplum nazarında düşüklük ve hafiflik diye algılanan şeylerden uzak durma ve genel âdâba uygun davranma anlamı oluşturur. Mürûet, bunun yanında kişinin kendi bireysel durumuna ve toplumsal konumuna yakışmayan işlerden uzak durmasını da ifade eder.

Bu şart mürûeti bulunmayanın utanma duygusunu yitirmiş olacağı, böyle kimsenin dilediğini söyleyebileceği varsayımına dayanır.

Mürûete aykırı davranışların zaman, mekân ve toplumun algısına bağlı olarak değişip değişmeyeceği tartışılsa da sokakta herkesin gözü önünde bir şey yiyip içme örneğinde olduğu gibi örfe dayalı olanların izâfîliği, eşlerin cinsel ilişkilerini başkalarına anlatması örneğinde olduğu gibi ahlâk ilkelerine aykırı bulunanların değişken sayılamayacağı açıktır.

Güvercinle oynama örneğinde olduğu gibi mürûete aykırı sayılan bazı davranışların özel gerekçelerinin bulunduğuna dikkat edilmelidir. Meselâ İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, bunun haram olmadığına ve mekruh sayılmasının gerekçesine dair iki farklı yaklaşım bulunduğunu belirtir. (Nihâyetü’l-matlab, XIX, 21)

Hanefîler ise güvercin uçurmayı mürûeti değil adaleti zedeleyen hususlar arasında değerlendirir. Bu konuda Kâsânî’nin açıkladığı iki gerekçeden biri güvercin uçurmanın insanların özel hayatlarına muttali olmaya yol açabileceği, diğeri ise bunun namaz ve diğer ibadetlerden alıkoyabileceği endişesidir. (Bedâi, VI, 269)

Bazı mesleklerin mürûete aykırı sayılmasında bizzat mesleğin kötü görülmesinin değil bunlarda temizliğe gereğince riayet edememe, namazı geciktirme, haram kazanca bulaşma veya haram fiile iştirak etme ihtimalinin güçlü olması gibi gerekçelerin etkili olduğu söylenebilir.

Mürûete aykırı davranışların değişkenliği konusunda fıkıh kitaplarında açık bir ifadeye rastlanmasa da mürûetin çerçevesinin büyük ölçüde örfe ve zamanın toplumsal telakkisine bağlı olarak çizildiğini gösteren ifadeler vardır.

Dolayısıyla zaman içerisinde bir davranışın vaktiyle mürûete aykırı görülürken sonradan telakkilerin değişmesiyle onun da değişebildiği ve mürûetin tanım itibariyle aynı kalsa da içerik itibariyle değişken olduğu söylenebilir.

6. Töhmetin Bulunmaması.

Şahitliğin dayandığı temel kabullerden / varsayımlardan biri de şahitliğin Allah için olmasıdır. (Talâk, 65/2)

Şahitliği sebebiyle kendisine yarar sağlayan kimse, şahitliği Allah için değil kendisi için yapmış olur. Hz. Peygamber (asm) de aralarında husumet bulunan kişilerin birbirlerinin aleyhine şahitliğini ve bir ev halkının yardımıyla geçinen kişinin o ev halkı lehine şahitliğini reddetmiştir. (Ebû Dâvûd, Akzıye, 16)

Şahitliğin Allah için olma özelliğiyle çelişeceği ve hakkı ortaya çıkarma işlevine şâibe düşüreceği endişesiyle İslâm hukukçuları şahidin töhmetten uzak bulunması şartını getirmişlerdir. Bir kimse için töhmet endişesi, hakkında şahitlik ettiği kişiyle kan bağı ve sosyal-hukukî ilişkileri bulunması sebebiyle olabileceği gibi doğrudan kendisinin bazı nitelikleriyle de ilişkili olabilir.

Töhmet endişesi doğurduğu düşünülen başlıca hususlar şunlardır:

- Şahidin şahitlik sebebiyle kendine bir yarar sağlaması, önemli ölçüde dikkatsiz ve dalgın olması, kendisi hakkındaki bir utancı giderme çabası içinde bulunması, hisbe davaları dışında mahkemeye çağrılmadan şahitlik etmek istemesi, şahitlik konusunda çok istekli davranması, şahitle taraflardan biri arasında usul-fürû ilişkisi veya düşmanlık bulunması.

- Bir yerde gizlenip bir ikrara şahit olan kimsenin şahitliğinin (şehâdetü’l-muhtebi’, şehâdetü’l-istiğfâl) kabul edilip edilmeyeceği konusunda değişik görüşler bulunmakla birlikte, çoğunluğa göre bu tür şahitlik kul hakları konusunda kabul edilebilir, ancak hadler konusunda kabul edilmez.

7. Şahitlik Lafzının Kullanılması.

Hanefîler’e göre şahidin, “Şahitlik ediyorum.” demesi şahitliğin rüknüdür; yemin lafızlarından sayılan bu sözün söylenmemesi yalan söyleme ihtimalini akla getirebilir.

Bu kadar vurgulu ifade edilmemekle birlikte Şâfiî mezhebinde de şehâdet lafzının gerekliliği kabul edilmiştir.

Diğer mezheplerde şahitlik etmenin özel bir lafızla olması şartı aranmaz.

Bu şartlar dışında şahidin âmâ ve dilsiz olmaması, şahitlik konusunu hatırlıyor olması, şahitliğin dava konusuna uygun olması ve şahitlerin ifadelerinin gerek lafız gerekse içerik bakımından birbiriyle çelişmemesi gibi hususlar da bazı tartışmalarla birlikte zikredilmiştir.

Had suçlarının ispatında şahitlerin açık lafızlarla şahitlik yapmaları şart koşulmuş, kinayeli lafızların kabul edilmeyeceği belirtilmiştir.

Öte yandan recm cezasını zorlaştırmaya yönelik bir hüküm olarak zina suçu şahitlerinin infaz sırasında hazır bulunup bizzat infaza katılmaları Hanefî mezhebince şart koşulmuştur; Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde ise bu kesin değil tavsiye düzeyinde bir taleptir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun