Hayat konusunda en çok merak edilenler

1 "Keziban/Kezban" isminin anlamı tam olarak nedir? Bu isme sahip bir insan, erişkin de olsa ismini değiştirmeli mi?

Kızlarımıza verilen "Kezban" ismi vardır ki, zannederiz yanlış anlaşılan isimlerden biri de budur. Kezban'ı hep yalancı manasına anlayanlar, Kur'an'daki "tükezziban" ile karıştırmışlardır.

Çoğu kimseler Farsçadaki "ev hanımı" manasına gelen "Kedban"'an alınma "Kezban"ı, Arapçadaki 'yalanlayan' manasına gelen tükezziban'dan alınma sanarak bu isimden hep ürkmüşlerdir. Halbuki "keziban" ismi "ev hanımı" manasına gelmektedir. Bu ismin konulması caizdir, değiştirmeye de gerek yoktur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocuklara isim verme ve isim verirken dikkat edilmesi gerekenler nelerdir? Aleyna ve Keziban isimleri ne manaya geliyor?..

2 Peygamber Efendimiz düğün merasimlerine katılmış mıdır? İslam'a göre düğün merasimi nasıl olmalıdır?

Yeni bir hayatın başlangıcı olan evliliğe, eğlence ve törenle neşe ve sevinç içinde girmek, dünyanın her yanında yapıla gelen bir adettir.

İslam dini de yeni evlilerin bu mutluluğunu diğer Müslümanlarla paylaşmalarını tavsiye etmiş ve bunun için gerekli olan kural ve kaideleri belirlemiştir. Bu konuda Rasulullah (s.a.v.) ve onun ashabının uygulamaları bizlere yol göstermektedir. Bununla ilgili delilleri Peygamber (s.a.v.)'in hadisleri aracılığıyla şöyle sıralayabiliriz:

"Nikâhı ilan edin, onu mescidlerde kıyın ve üzerine def çalın,(1) (Nikâhta) haramla helali ayıran fark def ve sestir."(2)

"Yetim kalan bir kız ensardan biriyle evlendirildi. Hz. Âişe (ra) de düğüne katılanlardandı. Gelini götürüp dönünce Rasulullah (s.a.v.) sordu:

"Ey Âişe! Gelinle birlikte def çalıp şarkı söyleyecek bir cariye gönderdiniz mi?" Hz. Âişe ise:

"Cariye ne diyecek?" diye sorunca, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdular:

"Ensar gazeli seven bir kavimdir. Onlara şöyle deseydiniz: Size geldik, size geldik. Allah (c.c.) size de bize de hayat versin. Kızıl altın olmasaydı, badiyenize konaklamazdı. Sarı buğday olmasaydı bakireleriniz semirmezdi."(3)

Rubeyye binti Muavviz (r.a.) şöyle anlatıyor:

"Ben evlendiğim zaman, Rasulullah (s.a.v.) geldi ve yatağımın üzerine oturdu. Bu sırada cariyelerimiz def çalıp, Bedir günü şehit düşen atalarımız hakkında mersiyeler söylemeye başladılar. İçlerinden birisi; 'Aramızda yarın olacakları bilen Peygamber var.'manasında bir mısra okudu.(4) Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.); 'Böyle deme! Söylemekte olduğun diğer şeyleri söyle.' dedi.

İbn Ma'ce'nin rivayetinde şöyledir: "Hayır, bunu söylemeyiniz. Çünkü yarın olacakları bilen Allah (c.c.)'dır."(5)

Yukarıdaki hadisler bize, def çalmanın ve bazı şarkıları söylemenin caiz olduğunu göstermektedir.

Peygamber (s.a.v.) sadece düğünlerde değil, bazı bayram ve sportif gösterilerde de eğlenceye müsamaha gösterdiği bilinmektedir.

Hz. Âişe (ra) anlatıyor:

"Bir gün Rasulullah (s.a.v.) yanıma girdi. Yanımda iki de cariye vardı. Buas günü şarkısını söylüyorlardı. Rasulullah (s.a.v.) yatağa uzandı ve yüzünü öbür tarafa çevirdi. Bu arada babam Ebu Bekir (r.a.) de yanımıza girdi ve beni azarlayarak: 'Rasulullah (s.a.v.)'in yanında şeytan çalgısını mı çalıyorsunuz?' dedi. Rasulullah (s.a.v.) ona dönerek: 'Onları bırak.' dedi."

Başka bir rivayette de Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ey Ebu Bekir! Her toplumun bir bayramı vardır, bu da bizim bayramımızdır. "(6)

Yine Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor:

"Ben mescidde oynayan Habeşlileri seyrederken Rasulullah (s.a.v.) beni ridasıyla örttüğünü hatırlıyorum. Bu hal, ben seyretmekten usanıncaya kadar devam etti. Benim gibi genç yaşında bir kızın eğlenceye ne kadar düşkün olacağını varın siz takdir edin."(7)

Bu hadisler, şarkı söylemenin caiz olduğunu göstermektedir. Burada önemli nokta, şarkı sözlerinin insanı isyana, harama sevketmemesi ve sözlerin isyan ifadeleri olmamasıdır.

Sonuç olarak, Peygamber (s.a.v.), düğünlerde, bayramlarda ve bir takım merasimlerde def çalındığını ve şarkı söylendiğini duymuş ve buna engel olmamıştır. Yukarıda zikrettiğimiz deliller, fuhşa, taşkınlığa, içkiye sebebiyet vermemek ve şarkının sözlerinde isyan, kadın, içki tasvirleri veya mümini kötüleyen ifadeler taşımaması şartıyla mübahtır. Fakat gerek şarkı ve gerekse müzik, dinleyicilerin cinsel arzularını tahrik ediyorsa yasaktır.

Dipnotlar:

1. Tirmizî, Nikâh 6.
2. Tirmizî, Nikâh 6; Nesâî, Nikâh 72.
3. İbn Ma'ce, Nikâh 21; A. ibn Hanbel, İV/78.
4. Tirmizî, Nikâh 6; İbn Ma'ce, Nikâh 21.
5. Buharî,. Tefsir-i Sûre-i Ra'd 1; İbn Ma'ce, Nikâh 21.
6. Buharî, îdeyn 3; îbn Ma'ce, Nikâh
7. Buharî, Salât 69, îydeyn 2, 3, 25, Cihad 81, Menâkıb 15, Fezâilu'l-Ashab 46, Nikâh 82, 114; Müslim, îydeyn 18; Nesâî, îydeyn 35.

(bk. Sadık AKKİRAZ, Evlilik ve Mahremiyetleri, s.132-136)

3 Peygamberimiz ve sahabeler döneminde hastalıklar nasıl tedavi ediliyordu?

- O devirde modern cerrahi müdahalelerden söz etmek mümkün değildir. Tedavi metotları olarak, hacamat, bal şerbeti, ateşle dağlama ön plandadır. Peygamberimiz’in (a.s.m) bunu kullandığına dair sahih rivayetler olduğu gibi, bundan hoşlanmadığı, hatta yasakladığına dair sahih rivayetler de vardır. (bk. Mecmau’z-Zevaid, 5/91, 97) Nitekim Sahih Buharî’de -mealen- Efendimizin (a.s.m.) şu ifadesine yer verilmiştir:

“Üç şeyde şifa vardır (başkasında yok, anlamında değildir), hacamat, bal şerbeti ve dağlama; fakat dağlamaktan hoşlanmam.” (Buharî, Tıp, 3-4).

Dağlama, eskiden beri Araplar arasında kullanılan bir tedavî metodu olmasına rağmen, hastaya fazla acı çektirdiği için Araplar arasında “dağlama en son tedavi şeklidir” sözü meşhur olmuştur. (bk. İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi). Dağlama yöntemiyle yapılan tedavinin, bazı hadislerde tavsiye ve hatta tatbikatına rastlandığı halde, bazı hadislerde de yasaklandığı görülür. Bu durumu, âlimler, ızdırap veren, tehlikeli ve maharet isteyen bir tedavi metodu olması nedeniyle, mecbur kalmadıkça, ehil kişi bulmadıkça başvurulmaması gerekir şeklinde yorumlarlar.

Peygamberimiz (a.s.m) Uhud Gazvesinde yaralandığı zaman, önce suyla yıkamışlar, kanın durmadığını görünce Hz. Fatıma, bir parça hasır yakarak yaranın üzerine koymuş ve kan durmuştur.(Buharî, Tıp, 27).

Cerrahi müdahale, günümüzde tedavinin vazgeçilmez ve son derece müessir vasıtalarından biri olarak görülmektedir. Belki de o günün Arap cemiyetinde ve hatta komşu milletlerde tedavide bu metoda başvurulmadığından olacak ki, Hz. Peygamber'in (a.s.m.) hadislerinde bu bahse, ne lehte  ne aleyhte yer verilmez. Gerçi, boğaz iltihabına yakalanan çocukları, tedavi için, bez dolanmış  parmakla bademciklerinin  alındığı ve Hz. Peygamberin buna müdahale ederek, bir nevi damla tatbikatı olan ûd-ı  hindîyi (yalan ödağacı/agallocnum) tavsiye ettiği rivayetlerde vardır. Buna dayanarak ameliyat metodunu yasaklamak mümkün değildir. İnşirah Suresi'nde göğüs yarılmasından söz edildiği gibi, Hz. Peygamber'in muhtelif seferler mucizevi tarzda  göğsünün yarıldığı, içerisinin temizlenip, dikildiği ve hatta, dikiş izlerinin sonradan belli olduğu rivayetlerde mevcuttur. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/378- 397)

- Hz. Peygamber'in sağlığa verdiği önemi, koruyucu hekimlik ve tedavi olarak ikiye ayırmak mümkündür. Koruyucu hekimliği, temizlik, sağlıklı ve helal beslenme, helal olan spor ve eğlence, zamanında ve yeterince istirahat, ibadetleri gereği gibi ve zamanında yerine getirmek, dua etmek ve haramlardan uzak durmak gibi yöntemler olarak görmekteyiz. Tedavi konusunda ise şu esaslara dikkat edilmesinin tavsiye edildiğini görmekteyiz: Hastalığı da şifayı da veren Allah'tır. Allah her hastalığın şifasını yaratmıştır. Hastalanınca şifa aranmalıdır. Şifa için başvurulacak çeşitli tedavi yolları ise, perhiz, kan aldırma, dağlama, ameliyat, ilaç, tebdîl-i mekan, rukye, dua, kuvve-i maneviyeyi takviye, sabır, gayr-i müslim tecrübe gibi yöntemler olarak bildirilmektedir.  (a.g.e., 11/389)

Hazreti Peygamber (a.s.m)'in her sözü ve uygulaması başta sahabe olmak üzere bütün Müslümanlar tarafından titizlikle takip edilmiş ve yaşama biçimi haline getirilmeye çalışılmıştır. Günlük hayatla igili uygulamalar da, neredeyse aynı kapsamda değerlendirilmiştir. Bu anlayışın izlerine, daha sonra telif edilen hadis kaynaklarının bir çoğunda rastlamak mümkündür. Nitekim hadis kaynaklarında et-Tıbbu’n-Nebevi ile ilgili özel bölümler ayrılmakla yetinilmemiş, bu sahada müstakil eserler bile yazılmıştır. Bu bağlamda et-Tıbbu’n-Nebevî Literatürü oluşmuştur. Ebû Nuaym el-İsfahânî’nin et-Tıbbu’n-Nebevî’si, bu alanda kaynak niteliği taşıyan en eski ve orijinal eserlerden biridir.

Bu eserlerin, hadisler ışığında zikrettiği hastalıklara sunduğu ilaç önerileri ve tedavi yöntemleri, Hz. Peygamber ve Sahabe döneminin tıbbını yansıtması bakımından önemlidir. Ancak en önemlisi sağlığın korunmasına yönelik “Koruyucu Hekimliğin” önde gelmesidir.

Ebû Nuaym ve et-Tıbbu’n-Nebevî isimli eserini inceleyen Dr. Mustafa Dönmez, Peygamber Efendimiz (a.s.m)'in koruyucu hekimliğe verdiği önemi ortaya koymuştur. Bu bağlamda Efendimizin (a.s.m) tavsiyeleri şöyle özetlenebilir:

Oruç, gece namazı, yolculuk sırasında sağlığın korunması, bu esnada ortaya çıkabilecek sıkıntıların giderilmesi, dengeli beslenme, hijyen, soğuktan korunma, manzaralı mekânlarda oturma, sağlıklı ev ve memleketlerde yaşama, seyahat etme, kötü iklim koşullarında yolculuktan sakınma, salgın hastalıkların bulunduğu ortamlardan uzak durma, güneşte fazla kalmaktan kaçınma, şiddetli sıcaklarda beden ısısının düşürülmesi, düzenli uyku için uygun vakitleri seçme, zararlı yiyeceklerden kaçınma, sağlıklı kalmak için bal, turunç yeme, vücudu kuvvetlendirmek için özel hazırlanmış macunlar kullanma, mahiyeti bilinmeyen ve iştahı çekmeyen yiyeceklerden uzak durma, yiyeceklerden kaynaklanan bir takım zararları içeceklerle giderme, ishale karşı sinameki bitkisini kullanma, burun otu ve ağız ilacına devam etme, belirli aralıklarla hacamat yaptırma, vücut direncinin düşmesi durumunda besin değeri yüksek gıdalar alma, şifalı hamamlarda yıkanmanın yararları, ishal rahatsızlığında istifra etmenin faydaları, zehirlenmeye karşı acve hurmasını yeme, koku kullanma, göze sürme çekme, saç bakımı ve elbise temizliğine dikkat etme, gözü dinlendirici manzaralara bakma ve giyim kuşamda renk seçme gibi konular yer almaktadır.

Hz. Peygamber (a.s.m)’in amacının, bu hadisleriyle insanları hayır ve iyiliğe teşvik, kötülükten de sakındırma konusunda kendi sağlığıyla ilgili uygulamalarla da örnekler verdiği dikkati çeker. Bu tedbirler, modern tıbbın, üzerine basarak vurguladığı ve çeşitli dillerde farklı şekillerde ifadesini bulan “sağlığı korumak, ilaç kullanmaktan daha iyidir” ilkesiyle tamamen örtüşmektedir. (Dr. Mustafa Dönmez, Ebû Nuaym ve Et-Tıbbu’n-Nebevî İsimli Eseri Üzerine Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 16, Sayı: 1, 2007 s. 321 vd.)

Rivayetlerde hastalıkların temel nedeni olarak aşırı üzüntü (bk. Ebû Nuaym, et-Tıbbu’n-Nebevî, I/315) gösterilmektedir. Tedavi yöntemleri olarak da, aşırı üzüntü ve bunalımın giderilmesi için bazı maddî ve manevî tedavi önerileri bulunmaktadır. O dönemin hastalıkları ve bu hastalıklar için önerilen ilaç ve tedavi şekilleri dikkate alındığında, hastalık çeşitlerinin fazlalığına karşılık tedavi yöntemlerinin ve tıbbî materyallerin nispeten daha sınırlı olduğu görülmektedir. Hatta bazı hastalıklar için bir tedavi bile önerilmediği, bunun yerine o hastalıkla ilgili daha çok koruyucu hekimlik tedbirlerinin tavsiye edildiği dikkati çekmektedir. (a.g.m. a.y)

Konuyla ilgili şu makaleyi de okumanızı tavsiye ederiz:

Kur'an-ı Kerim'de Koruyucu Hekimlik

"Hıfzıssıhha" denen koruyucu hekimliğin gayesi, insanları hastalıklara karşı korumaktır. Hastalıklara karşı korumanın da temel kaidesi "temizlik"tir. İnsanlık âlemine gerçek anlamda koruyucu hekimliği bahşeden İslâmiyet'tir. Ortaçağ Avrupa'sına tuvalet ve banyo alışkanlığını öğreten de Müslümanlardır.

Batıda 542 yılında ortaya çıkan veba salgını, mahiyeti bilinmediğinden, kırk sene devam etmiş, milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuştur. Bu tarihten 1862 yılına kadar yirmi beş veba salgını zuhur etmiş; Avrupa nüfusunu yarıya indirmiştir. Halbuki, beri tarafta, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyordu:

"Bir yerde tâûn (veba) bulunduğunu işitirseniz oraya girmeyin. Bulunduğunuz yerde meydana gelmiş ise oradan da ayrılmayın." (Buhari, Tıp 30; Müslim, Selâm 92.)

Avrupalı doktorların yüzlerce sene sonra, bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önleme konusunda keşfedebildikleri "karantina" usulü Resûl-i Ekrem (s.a.s.) tarafından konmuş bulunuyordu.

İslâm tıbbı, (Kur'ân ve hadislerle getirilen hükümler) hastalıklardan korunmaya, hastalıkları tedavi etmekten daha fazla önem verir; bu yüzden hıfzısıhha (hygiene) meselesi ve koruyucu hekimlik gerek teorik gerekse pratik değerlendirmelerde önemli bir rol oynar. (S.Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, (trc. İlhan Kutluer), İst.1989, s.164.) Gerçi öncelikle sıhhatin korunmasına bütün tabâbet sistemlerinde yer verilmiştir. Ancak dinimiz kadar bunu şuurla, ısrarla yapan başka sistem yoktur. Modern tıbbın ulaşmak istediği nihâî hedef de budur. Bunca teknik imkânlara rağmen hâlâ çoğu hastalıkların mahiyeti bilinmemekte, bunlara "medeniyet hastalıkları" adı verilen yenileri eklenmektedir. Hasta insanlar elbette tedavi edilmelidir; ancak asıl hedef, hastalığa yol açan sebepleri ortadan kaldırmak olmalıdır. İslâmiyet getirdiği prensiplerle, hastalıklarla mücadelenin temel esası olan temizliği emretmiştir: "Allah da temizlenenleri sever." (Tevbe, 9/108) "Temizlik, imanın yarısıdır." (Müslim, Tahâret 1)

Kur'ân ve hadislerde koruyucu hekimliğe ait hükümleri bir sıralamaya tâbi tutmak gerekirse şu başlıklar altında toplayabiliriz:

1. Bulaşıcı Hastalıklardan Korunma.
2. Zararlı Yiyecek ve İçeceklerden Uzak Durma.
3. Beden Temizliği ve Vücut Sağlığı
4. Dengeli Beslenme ile Vücut Sağlığını Koruma.

Kur'ân-ı Kerim, Müslümanlara yalnız dinî, ahlakî, mülkî, askerî, cinaî ve siyasî kanunlar vazetmekle kalmamış, aynı zamanda onlara şu ana kadar bilinebilen en mükemmel hıfzıssıhha kanunlarını da öğretmiştir. Hatta diyebiliriz ki Kur'ân-ı Kerim, sadece koruyucu hekimlik ile ilgili alanlarda değil, diğer bütün alanlarda da getirdiği hükümlerle insan neslinin ve sıhhatinin korunmasını ve muhafazasını amaçlamıştır.

Zira İslâm ve onun yüce kitabı Kur'ân, her şeyden önce insanı muhatap almakta ve her şeyi ile ona hitap etmektedir. Bu nedenledir ki Kur'ân, her türlü bedenî ve ruhî hastalıklardan, insanların korunmasını istemekte ve bu konuda sağlam ve esaslı prensipler getirmektedir. Kur'ân'ın getirdiği bu sağlam ve temel esaslar öncelikle insanın, bedenen ve ruhen hastalanmasını emniyet altına almakta, fakat hastalandığında da onun tedavî yollarını ve usullerini insanlara göstermektedir. Koruyucu hekimlik alanında ortaya koyduğu prensip ve kâidelerle Kur'ân-ı Kerim, sadece çağında değil, bütün çağlara hitabetmiş ve vazettiği bir çok prensip ve kaidelerin değeri ve mahiyeti, asırlar geçip de bu sahadaki bilgiler arttıkça ancak anlaşılabilmiştir.

Nitekim Kur'ân'da, çeşitli yönlerden giyim, uyku, vücut ve deri temizliği; yiyecek ve içeceğe dair kaideler ve meskenlere, ölülere ve evlere karşı davranışlar hakkında geniş bilgiler verilmekte ve onda hıfzıssıhha ile ilgili pek çok konularda önemli kaideler bulunmaktadır. [Opıtz Karl, Die Medizin im Koran, Kur'ân'da Tabâbet, (trc. Feridun Nafiz Uzluk), Ankara 1971, s.45.]

İnsanlara, ifrat ve tefrit içinde olmaksızın bunların ikisi arası orta bir yol takip edilmesi tavsiye edilmekte ve özellikle koruyucu hekimliği ilgilendiren yeme ve içme hususunda mutlaka mutedil olunması emredilmektedir. Bu konuda Cenab-ı Hak: "Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz, şüphesiz Allah, israf edenleri sevmez." (A'râf, 7/31) buyurmaktadır.

İsrafı, zarar ve hastalıkların meydana geldiği şeylerin ölçüsü olarak tarif eden Mustafa el-Merâğî, Cenab-ı Hakk'ın, insanlara temiz olan şeylerden yemelerini ve içmelerini, fakat sıhhate zarar verecek şekilde haddi aşmamalarını da emrettiğini söyler. (el-Merâğî, Ahmed Mustafa, Tefsîru'l-Merâğî, Beyrut 1974, VIII,133.) Kur'ân, aybaşı hali gibi hususî hallerinde kadına yaklaşmayı (Bakara, 222), yasaklamıştır. Tam bir nezâhet ve tıbbî bir hikmetle, aybaşı halindeki temasın, mutlak zarar olduğunu açıklamıştır. Tıp ilmi de bu ciheti aynı sebepten ve aynı şekilde kanunlaştırmıştır. [Dr. Frıtz Kahn, Tenasül Hayatımız, (trc. Dr.Feridun Frik), Cemil Cahit Cem, İst.,1971, s. 75.]

Bugünkü tıbbın en önemli meselesi, "koruyucu hekimlik"tir. Koruyucu hekimlik ise, insanı sağlam iken koruyan ve hasta etmeyen esasları ve prensipleri ortaya koyar. Aşı, bunun en önemli bir aracıdır. Koruyucu hekimliğin ortaya koyduğu temel esasların başında, sağlam kimselerin, kendisini koruması için alacakları tedbirlerin ilki, önce bulaşmayı önlemek, temizliğe ve gıdaya önem vermek prensipleri yer almaktadır. Kur'ân-ı Kerim ise bu esasları 1400 sene önce getirmiştir.

Biraz önce maddeler halinde verdiğimiz Kur'ân ve hadislerdeki koruyucu hekimliğe ait hükümleri kısaca şöyle açıklayabiliriz:

1. Bulaşıcı Hastalıklardan Korunma

İslâm dini ve onun yüce kitabı Kur'ân-ı Kerim, insanın ve insan neslinin muhafazasını ve korunmasını sağlamak amacıyla, önleyici bir takım ön tedbirler getirmiş ve bu tedbirlerin uygulanmasını da emretmiştir. Kur'ân'ın getirdiği ön tedbirlerin başında, önleyicilik ve caydırıcılık prensibi, ilk sıralarda yer almaktadır. Bu prensibe göre Kur'an, evlilik dışı cinsî münasebeti ve bu çeşit münasebetlere götüren yolları kesinlikle yasaklamış ve bu konuda tedbirler getirmiştir.

Eskiden olduğu gibi günümüzde de, insan ve insan nesli için tehlikeli olan bir takım bulaşıcı hastalıklar mevcuttur. Bu bulaşıcı hastalıklar arasında en başta gelenleri de, frengi, belsoğukluğu, yumuşak yara gibi zührevî hastalıklar ve bunlara ilaveten şimdilerde bütün insanlığı tehdît eden AIDS hastalığıdır. Bu hastalıkların bulaşmasında ise en önemli faktör, evlilik dışı cinsî münasebet ve livâta olması İslâm'ın bu fiiller karşısındaki kararlı ve ciddî tavrının hikmetini bir kere daha herkese göstermiş olmaktadır. (İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi., Akçağ yay., XI, 383.)

Dinî bir takım sebep ve hikmetlerin yanında, bu sebeple de İslâm dini, fuhşu yasaklamış ve fuhşa götürücü yolları da kapatmıştır. Bu nedenle Cenab-ı Hak:

"Fuhşun gizlisine de açığına da asla yaklaşmayınız." (En'âm, 6/151),
"Zinaya yaklaşmayın, çünkü o, şüphesiz bir hayasızlıktır." (İsrâ, 17/32) buyurmaktadır.

Zinanın içtimaî bünyede açtığı yara, çok derin ve çok tehlikelidir. Sosyal nizamın ve içtimaî bünyenin ilk ve mutlak şartı aile ve nesildir. Zina bu iki unsuru yok eden ve dolayısı ile içtimaî nizamı yıkan en kuvvetli sebeptir. Sosyal nizamı korumak ve fertleri, uğrayabilecekleri bu felâketlerden muhafaza etmek için Kur'ân, zührevî hastalıklarla diğer bulaşıcı hastalıkların kaynağını teşkil eden evlilik dışı münasebetleri yasaklamış ve "yaklaşmayınız" emriyle fuhşun her çeşidine set çekmiş ve nesilleri bu felâketten korumuştur.

Kur'ân'ın zinâ ve evlilik dışı cinsî münâsebeti önlemedeki metodu ise, zinâya giden yolları başından kapatmak ve önleyici tedbirler getirmek şeklindedir. Kur'ân, zinâya giden yolların başında, bakılması yasak olanlara bakmamayı, ilk yol olarak kabul etmekte ve bu yüzden de önce erkeklere, (Nûr, 24/30) sonra da kadınlara (Nûr, 24/31) bakılması yasak olan kimselere ve bakılması yasak olan yerlere bakmamalarını emretmektedir. Böylece Kur'ân; bakış, tebessüm, konuşma, buluşma ve baş başa kalma şeklinde açıklanan zinâ yollarından ilkini, yani bakışı yasaklamakla, diğer zinâ yollarıyla hakikî zinâyı da yasaklamış olmaktadır. (Celal Kırca, Kur'an-ı Kerim'de Fen Bilimleri, s. 235-237)

Bilhassa bulaşıcı hastalıklardan korunmak için yiyecek ve içeceklerin temizliğine dikkat etmek gerekir. Bu hususta da Kur'ân-ı Kerîm'de açık hükümler bulunmaktadır:

"Bugün size iyi ve temiz rızıklar helâl kılındı." (Mâide, 5/5),

"Ey iman edenler! Size kısmet ettiğimiz rızıkların temiz ve helâlinden yeyiniz." (Bakara, 2/172),

"Ey insanlar! Yeryüzünde olan bütün nimetlerimden helâl hoş olmak şartı ile yeyiniz." (Bakara, 2/168).

2. Zararlı Yiyecek ve İçeceklerden Korunma

Dinimizin koyduğu haramları da koruyucu hekimliğin bir parçası sayabiliriz. İçkinin, uyuşturucuların, ölü etinin, kanın ve domuz etinin sağlık açısından zararları, fazla bir söze hacet kalmayacak kadar herkesçe malum konulardandır.

3. Beden Temizliği ve Sağlığı

Temizlik, gerek tıbbın ve gerekse koruyucu hekimliğin (hygiene) en ziyade önem verdiği ve üzerinde titizlikle durduğu konuların başında yer alır. Temizlik çeşitleri arasında ise ilk sırayı şüphesiz beden temizliği almaktadır. İslâmiyet ise, tıbbın bugün önemle üzerinde durduğu beden temizliği konusunu, asırlarca önce hem beden ve hem de rûh temizliği ve sağlığı açısından ele almış ve bu konuda ciddî prensipler ve hükümler getirmiştir. Bu prensipler, özellikle koruyucu hekimlik ile ilgili tedbirleri ihtiva etmekte ve insan sağlığını korumayı hedeflemektedir. Biz bu konuyu iki başlık altında incelemek istiyoruz:

a. Maddî Temizlik:

İslâm'ın maddî temizliği bir kısım ibâdetlerin vazgeçilmez şartı, hattâ namazın anahtarı olarak kabul etmesi maddî temizliğin ne kadar önemli bir şey olduğunu açıkça ifade eder. Meselâ dinin direği olarak kabul edilen namazın anahtarı beden temizliğidir. 

b. Beden Temizliği

İslâm dini, temizliği imanın şartlarından biri kılmıştır. İbadetlerin kabul edilmesinin ilk şartı, maddî ve manevî temizlik olduğu gibi, imanda kemâlin şartı da temizliktir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)bir hadislerinde "Temizlik imanın yarısıdır." (Müslim, Tahâret,1) buyurur. Burada ehemmiyeti belirtilen temizlik mutlaktır. Yani hem maddî, hem manevî temizlikler buna dahildir. (İbrahim Canan, İslâm'da Çevre Sağlığı, İstanbul 1986, s.66)

Beden temizliği de ikiye ayrılır: Necâsetten tahâret (maddî temizlik), hadesten tahâret(manevî temizlik).

Hadesten Tahâret: Hades, bazı ibâdetlerin yapılmasına dinî yönden engel olan bir kirlilik halidir. Bundan temizlik de büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır.

   ba. Büyük hades, guslü gerektiren cünüplük, hayız ve nifâs halleridir.

   bb. Küçük hades ise; namaz için alınan abdesti gerektiren bevletme, büyük tuvaletini yapma ve abdesti bozan diğer şeylerdir.

Buna göre hadesten tahâret, gusül ya da abdest almak suretiyle "hades" halinden temizlenmeyi ifade eder ki, manevî ağırlığı olan bir temizlik türüdür. Kur'ân'da abdest emredilerek (Mâide, 5/6) maddî temizliğe ve suyun maddî temizlikteki rolüne dikkat çekilmiştir. Bilindiği gibi namaz; Allah'ın huzuruna çıkmanın bir ifadesidir. O huzura çıkmak için ruhsal olduğu kadar bedensel bir hazırlık da gereklidir. İşte abdest, bu ruhsal ve özellikle de bedensel hazırlığın ön şartıdır. (Seyyid Kutup, Fizilali'l-Kur'ân, Beyrut 1980, II, 849) Cünüplük, hayız ve nifastan sonra gusül emredildiği gibi, her bir Müslümanın en azından haftada bir defa yıkanması da Peygamberimiz tarafından emredilmiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned I,304)

"Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi hakkıyla bilmedikçe namaza yaklaşmayın. Yolculuk dışında cünüp iken de gusletmedikçe namaz kılmayın.", (Nisâ, 4/43)

"Sana âdet görmeden (hayız, kadınların aybaşı hâli ve nifâs gibi hallerden) soruyorlar. De ki: 'O eziyettir.' Âdet halinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın." (Bakara, 2/222)

Necâsetten Tahâret: Maddî pisliklere "necâset" diyoruz ki, insanın bedenine, elbisesine ve namaz kılacağı yere bulaşan maddî pislik demektir. Namazın sıhhatli olabilmesi için bu pisliğin giderilmesi şarttır. Bu durumda necâsetten tahâret, beden ya da elbisede bulunan ve şer'an necis sayılan maddelerden temizlenmeyi ifade eder. Örneğin, kan, meni, idrar ya da bunların bulaştığı bir elbise necistir. Böyle bir elbiseyi temizlemek tahârettir.

   aa. El temizliği.

   ab. Ağız-burun temizliği.

   ac. Temizlik ile ilgili diğer tavsiyeler:

    1. Fıtrî Temizlik.
    2. Elbise Temizliği.
    3. Mekân Temizliği.
    4. Suların Temizliği.

b. Manevî Temizlik:

Temizliği, sadece maddî temizlikle sınırlamak yanlış olur. Zira, beden temizliği kadar, hatta ondan çok daha önce "kalp temizliği", "nefis temizliği", "niyet dürüstlüğü" ve "ahlâk güzelliği" gereklidir. İslâmiyet her şeyde denge gözettiği gibi insanın madde ile manası arasında da dengeyi esas almıştır. Bu itibarla, İslâm'daki maddî temizlikle manevî temizliği birbirinden ayırmak imkânsızdır. Çoğu yerde manevî ve ruhî temizlik ağırlıklı olmakla birlikte genelde ikisini iç içe görmekteyiz.

Kur'ân-ı Kerim'de temizlikten bahsedilen yerlerde, sadece maddî pisliklerden temizlenme manası kastedilmemiştir. Aynı zamanda;

a. Kalp temizliği manasındaki temizlikten şöyle bahsedilmiştir; "... bu hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temizdir.", (Ahzâb, 33/53)

b. Fuhuş ve zina'dan temizlik; "... Lût âilesini şehrinizden çıkarın. Çünkü onlar, temiz kalmak isteyen (zina ve fuhuş yapmayan) kimselerdir.", (Neml, 27/56)

c. Malın haramla kirlenmemesi için temizlik; "Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin ve yücelteceğin bir sadaka al.", (Tevbe, 9/103)

d. Putlara tapma ve yalan pisliğinden temizlik; "Ey peygamber! ağızlarıyla "inandık" dedikleri halde, kalpleri inanmamış olanlardan küfürde yarış edenler seni üzmesin. Yahûdiler arasında da yalana kulak veren, sana gelmemiş olan bir kavme kulak verenler vardır. Kelimeleri konuldukları yerlerden çıkarıp tahrif ederler. "Eğer size bu verilirse alın, bu verilmezse sakının!" derler. Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah'a karşı hiç bir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kalplerini temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için âhirette de büyük bir azâp vardır." (Mâide, 5/41) ve "Ey iman edenler! Müşrikler bir pislikten ibarettir. Onun için, bu yıldan sonra Mescid-i Harama yaklaşmasınlar." (Tevbe, 9/28) gibi ayetlerde manevî temizlikten de bahsedilmiştir.

4. Dengeli Beslenme ile Vücut Sağlığını Koruma

Koruyucu hekimliğin en önemli meselelerinden biri de, beslenme konusudur. Yeteri derecede ve dengeli bir şekilde besin alarak sıhhati korumak ve bu vesile ile vücutta meydana gelebilecek hastalıkları önlemek, koruyucu hekimliğin en başta gelen görevleri arasında yer alır.

Birçok hastalıklardan korunmada en iyi tedbir iyi beslenmektir. Belli başlı bir hastalık yapmasa da eksik veya fena besinden ileri gelen birçok rahatsızlık, kuvvetsizlik ve neşesizlik halleri vardır. Açlık ile fena besini birbirinden ayırmak lâzımdır. Açlıkta gıda çok azdır veya hiç yoktur. Büyük kıtlıklar, savaş, muhasara, hicret vs. hallerinde görülür ve kitle halinde beslenme hastalıkları yapar. (Zeki Râgıp Yalım, Vücut Bakımı, Ankara 1944, s.2)

İslâm dininin temel gayelerinden biri de, insan sağlığını korumak ve muhafaza etmek olduğundan, onun yüce kitabı Kur'ân, bu konuda bazı dikkat çekici işaretlerde bulunmuş ve yine bu konuda insanların derinlemesine düşünmelerini de istemiştir. (Cevherî, Tantavî, el-Cevâhir fî Tefsiri'l- Kur'ân, Mısır 1350/1931(I-XXVI), I,241-243.)

Beslenmede esas olan gıda ve çeşitleri konusunda, dikkat çekici noktalara temas eden Kur'ân-ı Kerim, çağımızda önemi daha iyi anlaşılan insan vücudunun büyümesi, kuvvetlenmesi ve tamiri için gerekli ve çok faydalı şeyleri ihtiva eden proteinli yiyeceklerden et, balık ve süt gibi yiyecekler; hurma, üzüm, buğday, nar, sebze, sarımsak, acur, soğan, mercimek, incir ve zeytin gibi nebatî yiyeceklerden ve meyvelerden bahsetmekte ve bu gıdalara dikkatimizi çekmektedir. Nebatî yağdan ve şifa verici baldan da bahseden Kur'ân-ı Kerim, özellikle balın tedavideki önemine işaret etmektedir. (Afzalur Rahman, Hz. Muhammed (s.a.s.), Sîret Ans., I,342)

Kur'ân-ı Kerim, dengeli, beslenme için lüzumlu ilâve elementleri de göz ardı etmez: "Hele, insan, yiyeceklerinin kaynağına bir baksın: Biz yağmuru gökten şırıl şırıl döktük. Sonra nebat bitsin diye, toprağı iyice sürdük, orada hububatlar, taneler, üzümler ve yoncalar, zeytinler ve hurmalar, ağaçları gür ve sık bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. Bütün bunları sizin ve davarlarınızın faydalanması için yaptık." (Abese, 24-32) (Afzalur Rahman, age, I,343)

Kur'ân'da zikredilen bu gıda maddeleri, insan sağlığı için lüzumlu protein, karbonhidrat ve yağlara sahip olan gıda maddeleridir. Kur'ân'da bu gıda maddelerinin zikredilmesi, insanların, bu gıda maddelerine dikkatlerini çekmek ve bunlara olan ihtiyaçlarını belirtmek içindir. Çağımızdaki beslenme uzmanları da aynı şeyi söylemektedirler. Zira beslenmede, gıda seçimi, sağlığa etkisi, aşırı beslenmenin zararları veya yetersiz beslenme gibi konular önemli bir yer tutar.

Tantavî Cevherî, özellikle nebatî gıdaların zikredildiği Bakara suresi 61'inci ayetin tefsirinde, bu ayette zikredilen nebatî gıdaların tıbbî ve özellikle koruyucu hekimlik bakımından büyük bir önemi hâiz olduğunu belirtir ve bu yiyeceklerin insan sağlığındaki öneminden bahseder. (Cevherî, age, I,78)

Tıpta ilaç olarak kullanıldığı kadar, beslenmede de büyük bir önemi hâiz olan bal hakkında Cenab-ı Hak, şöyle buyurmaktadır:

"Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: 'Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine göz göz ev (kovan) edin. Sonra da her türlü meyveden ye de Rabbinin sana yayılman için belirlediği yolları tut!" Onların karınlarından renkleri çeşit çeşit bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır. Elbette düşünen kimseler için bunda alacak ibret vardır.'" (Nahl, 16/68-69).

Yüce beyâna baktığımızda da dengeli beslenmeyi görüyoruz. Beslenmede en önemli gıda unsuru proteinlerdir. Kur'an'a bu açıdan bakalım: "Hemen gidip kızartılmış bir buzağı getirdi." (Hûd, 11/69). Zâriyat suresinde de: "Bir semiz dana getirdi ve onu önlerine koydu. Yemeğe buyurmaz mısınız dedi." (Zâriyât, 51/26-27) şeklindeki ayetleri görürüz. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim, kuş ve kümes hayvanlarından da sevilecek et cinsi olarak bahseder: "...arzu ettikleri kuş etleri ile..." (Vâkıa, 56/21). Proteinlerin diğer gıdalardan üstünlüğü ile ilgili olarak A'raf suresinde ise şunları görmekteyiz: "Kendilerine kudret helvasıyla bıldırcın indirdik ve onlara: 'Size rızık olarak verdiğimizin temiz olanlarından yiyin.' dedik." (A'raf, 7/160). Fakat şükürsüz insanlar Allah'tan iyi gıdalarını, daha düşüğüyle değiştirmesini istediler: "Bir vakit şöyle dediniz: 'Mûsa! Biz bir çeşit yemeğe imkânı yok katlanamayız. O halde bizim için Rabbine yalvar da yerin bitirdiği sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın.' Mûsa da: 'Ne o!' dedi, 'Siz, daha üstün olanı vererek daha düşük olanı mı almak istiyorsunuz?'" (Bakara, 2/61). Bu ifade açıkça proteinlerin diğer yeşillik ve sebzelere üstünlüğünü göstermektedir.

Protein olarak balıktan da bahsedildiğini görüyoruz. "Yine denizden taze et yiyesiniz ve ondan giyip takınacağınız bir zînet çıkarasınız diye, denizi hizmetinize bağlayan O'dur." (Nahl, 16/14). Fâtır suresinde de "Her iki denizden de taptaze et yersiniz." (Fâtır, 35/12) ifadesini görürüz.

Taze sütün önemi de şu ifadeler ile açıklanır: "Ehil hayvanlarda sizin için muhakkak ders vardır. Karınlarındaki sütten size içiririz. Sizin için onlarda daha birçok faydalar vardır..." (Mü'minûn, 23/21), Nahl suresinde de şunları görürüz: "Gerçekten süt veren hayvanlarda da size bir ibret vardır. Size onların karnındakiler ile kan arasından halis bir süt içiriyoruz ki, içenlerin boğazından afiyetle geçer." (Nahl, 16/66).

Kur'ân'da hurma ve üzüm, buğday ve nar, sarımsak, soğan, mercimek, incir ve zeytin gibi sebze ve meyvelerden ve baldan bahsedilmektedir. Kısaca şunu belirtelim ki, yüce beyânda insana şifâ olacak bütün beslenme unsurlarına ve dengeli beslenmeye yer verilmektedir. (Polat Has, Peygamberimiz'den (s.a.s.) günümüze Beslenme, İzmir 1991, T.Ö.V. yayınları, s.15–17)

a. Besinler ve Beslenme:

Canlıların hayatlarını devam ettirebilmek için dışarıdan ağız yoluyla aldıkları her türlü yiyeceğe "besin" denir. Beslenme ise; insanın büyüme, gelişme, sağlıklı ve üretken olarak uzun süre yaşaması için gerekli olan öğeleri alıp vücudunda kullanmasıdır. (Ayşe Baysal, Beslenme, s.4)

Çocukların büyümesi, organların çalışması, eskiyen hücrelerin yenilenmesi, günlük faaliyetleri yürütmek için ihtiyaç duyulan enerji hep besinler ve beslenme yoluyla temin edilmektedir.

Burada yeri gelmişken kısaca aşırı ve dengesiz beslenme ile yetersiz ve dengesiz beslenmeden de bahsedelim.

aa. Aşırı ve Dengesiz Beslenme:

Beslenmede, yenilen gıdalar kadar dengeli ve ölçülü yemek de önemli bir yer tutar. Yemede aşırı giderek dengesiz beslenmek, insanı şişmanlığa götürür. Gerçekte vücudun tabiî ağırlığı üzerine fazladan binen her kilo, temel uzuvlara yüklenen bir yük demektir.

Kur'ân-ı Kerim, bu konuda: (Külü ve'ş-rabü ve lâ tüsrifü, innehû lâ yuhibbu'l- müsrifîn) "Yiyiniz, içiniz fakat yeme ve içmenizde asla isrâf etmeyiniz (aşırı gitmeyiniz, dengeli bir biçimde yiyiniz ve içiniz.)" (A'râf, 31) buyurmaktadır.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de: "İnsanoğlu midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Kişiye belini doğrultacak kadar yemek yeter. (Eğer çok yemek istiyorsa) Bari hiç olmazsa midenin üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de havaya ayırsın." (Tirmizi, Zühd 47; İbn Mâce, Etime 50) buyurmaktadır.

"Yiyiniz, içiniz fakat aşırı gitmeyiniz" âyetini en güzel bir biçimde yorumlayan Allah Resûlü yine bu konuda şunları söylemiştir:

"Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey: Göbekli olmak, çok uyku ve tembelliktir." (Câmiussagîr, I,190) Bu hadis Müslüman'ın mutlaka ölçülü ve dengeli yemek yemesi gerektiğini ve asla yemesinde ve içmesinde aşırı gitmemesini, Müslümanlığın bir gereği saymaktadır.

ab. Yetersiz ve Dengesiz Beslenme:

Yetersiz ve dengesiz beslenme durumlarında vücudun büyüme, gelişme ve normal çalışmasında aksaklıklar olacağından "yeterli ve dengeli beslenme sağlığın temelidir" diyebiliriz. Yetersiz ve dengesiz beslenme bir çok hastalıkların (beriberi, pellagra, skorbit, marasmus, kseraptalmiya, raşitizm gibi) doğrudan sebebi olduğu gibi, diğer bir çok hastalıkların (kızamık, boğmaca, verem, ishal gibi) kolay yerleşmesinde ve ağır seyretmesinde rol oynar. Yetersiz beslenmenin hüküm sürdüğü toplumlarda sosyal dengesizlikler olağan şeylerdir.

Kur'ân-ı Kerim, yetersiz beslenme konusunda: "Ey îman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı şeyleri, kendinize haram kılmayınız." (Mâide, 5/87) buyurmaktadır. İnsanın, yeterli ve dengeli beslenebilmesi için, Allah'ın helâl kıldığı her çeşit besin maddesinden yeteri kadar faydalanması gerekir. Çeşitli sebepler ve mülâhazalarla, bazı gıdaların terkedilmesi, tıbbî mahzurlar doğurmaktadır.

Yüce Allah, her türlü helâl ve temiz gıda maddelerinin yenilmesini ve kullanılmasını istemekte ve bazı gıda maddelerini yemeyenleri kınayarak, "Allah'ın size helâl kıldığı gıda maddelerini kendinize haram kılmayınız." (Mâide, 5/87) demektedir. Gerçekten iyi ve dengeli beslenebilmek için, her çeşit gıda maddelerinden faydalanmak gerekir.

Aşırı yemek suretiyle şişmanlamak veya az ve yetersiz beslenmek suretiyle zayıflamak aynı ölçüde insan sağlığı için zararlı olmaktadır. İslâm ve onun yüce kitabı Kur'ân, her çeşit gıdaların yeteri kadar ve dengeli bir biçimde kullanılmasını emretmekle, insanları her iki durumdan da korumuş ve insan sağlığını beslenme konusunda garanti altına almıştır.

Netice

Kur'ân- Kerim, muhtevası ve kapsadığı konuları itibariyle dinî talimleri emredici, ahlâkı güzelleştirici ve insanları hidâyete erdirici mahiyettedir. Kısaca mahiyeti bu şekilde özetlenen Kur'an'da, çok değişik konulardan da bahsedilir. Bunlardan birisi de, herkesi yakından ilgilendiren hıfzıssıhha, yani koruyucu hekimlik ile ilgili konulardır.

Kaynağı Kur'ân ve hadislere dayanan İslâm tıbbı, hastalıklardan korunmaya, hastalıkları tedavi etmekten daha fazla önem verir. Hıfzısıhha, koruyucu hekimlik ve hygiene dediğimiz meseleye, yani öncelikle sıhhatin korunmasına bütün tabâbet sistemlerinde yer verilmiştir. Ancak dinimiz kadar bunu şuurla ve ısrarla yapan başka sistem yoktur. Modern tıbbın ulaşmak istediği nihâî hedef de budur. Bunca teknik imkânlara rağmen hâlâ çoğu hastalıkların mahiyeti bilinmemekte, bunlara "medeniyet hastalıkları" adı verilen yenileri eklenmektedir. Hasta insanlar elbette tedavi edilmelidir; ancak asıl hedef, hastalığa yol açan sebepleri ortadan kaldırmak olmalıdır. İslâmiyet getirdiği prensiplerle, hastalıklarla mücadelenin temel esası olan:

1. Bulaşıcı Hastalıklardan Korunmayı,
2. Zararlı Yiyecek ve İçeceklerden Uzak Durmayı,
3. Beden Temizliği ve Vücut Sağlığını korumayı ve
4. Dengeli Beslenme ile Vücut Sağlığını Korumayı emretmiştir.

Bu kısa makalemizde anlatmaya çalıştığımz gibi, kıyâmete kadar gelecek bütün beşeriyete hitap eden bir dinin kitabının bunlardan bahsetmesi büyük önem taşır. İslâm tıbbının temelini oluşturan yapı, sıhhatli insan ve sıhhatli toplumdur. Ruh ve beden açısından sağlıklı insanlardan oluşan bir toplum, gözetilen hedeflerin başında gelir. İnsan sağlığını tehdit eden her tehlikenin bertaraf edilmesi esastır.

4 Hayat bir mücadele mi?

Günlük hayatta en sık karşılaştığımız bir yanlış hüküm var: "Hayat bir mücadeledir."

Bu söz, geçtiğimiz asrın ortalarında bilhassa Darwin felsefesinin takdiminden sonra, sistemli bir şekilde ve devamlı olarak gündeme getirildi. Çünkü, "Hayat bir mücadeledir." sözü, bu felsefenin temellerinden birini teşkil ediyordu.

Gerçekten hayat bir mücadele midir? Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, çevremize bakmak, canlılar arasındaki münasebete nazar etmek gerek.

Yeryüzünde ilk hayatın ortaya çıkışından sonra, iki ayrı silsile halinde geliştiği görülüyor. Bitki ve hayvanların teşkil ettiği bu silsileler arasında, insanı hayrette bırakan son derece intizamlı biyolojik bir denge mevcut. Canlılar aleminde görülen bu muvazeneye sebep, mücadele mi, yoksa yardımlaşma mıdır?

Bitkilerle Hayvanlar Arasındaki Münasebet:

Bitkiler topraktan aldıkları suyu, havadan aldıkları karbondioksitle, güneş enerjisini kullanarak birleştirirler. Yeşil bitkilerin klorofil molekülleri sayesinde gerçekleştirdikleri bu olaya fotosentez (ışıkta birleştirme) veya özümleme adı verilir. Özümleme olayının bu kadarı, ilkokul kitaplarında dahi zikredilmesine rağmen, basit bir olay değildir.

Fotosentezin mahiyeti ilim adamlarınca hâlâ tam olarak bilinmemektedir. Bilinen şey; bitkilerin topraktan çamurlu suyu, havadan da zehirli gaz olan karbondioksiti emerek hayatın kaynağı olan milyarlarca ton besin maddelerini ve oksijen gazını hasıl etmeleridir. Hadisenin cereyan ettiği yeşil bitki, kapalı bir kutu gibi. Giren maddeler belli, çıkan maddeler belli. Fakat içeride neler oluyor? Güneş enerjisi nasıl kimyevi enerjiye dönüşüyor? Ne gibi reaksiyonlar meydana geliyor? Bunlar ve benzeri sorular hakkında bilinenler, bilinmeyenler yanında çok az kalıyor.

Bitkiler esas olarak oksijen çıkarır, hayvanlar ise karbondioksit. Bitkilerin ihtiyacı temelde karbondioksit, hayvan ve insanlarınki ise oksijendir. Yine bitkiler, esas olarak hayvanların gıdası durumundadır. Hayvanların artık maddesi olan gübre ise bitkilerin en önemli gıdasını teşkil eder. İşte dünya çapında bir yardımlaşma misali. Hayvanların bitkilere olan ihtiyacı ve bitkilerin de hayvanların gübresine olan ihtiyacı apaçık. Bu durum mücadele midir, yoksa yardımlaşma mı?

Bir şeker fabrikasının hammaddesini alan kısmını canavarın ağzına benzetip, şeker pancarlarını yuttuğunu düşünebilir miyiz? Aynı şekilde bitkileri yiyen hayvanların, otlarla mücadele halinde olduğunu söylemek mümkün mü? Halbuki bitkiler, hayvanların imdadına koşturuluyorlar. Bitkiler, birer süt ve et fabrikası olan hayvanların hammaddesi değil midir?

Karada bitkiler hayvanların besini olduğu gibi denizlerde de buna benzer durum mevcuttur. Denizlerde büyük ölçüde fitoplankton adı verilen ve serbest olarak yüzen küçük bitkiler yaşar. Bunlar sularda su yosunları (Algae) ve diğer bitkilerle birlikte, canlılara gıda olurlar. Açık denizlerdeki bu küçük bitkiler, karaların çayır ve otlaklarına benzerler. Bundan dolayı genellikle "denizlerin çayırı" olarak bilinirler.

Özetle söylemek gerekirse, denizlerde son derece hesaplı ve dengeli bir besin zinciri vardır. Eğer büyük balık küçük balığı yemeseydi, çok fazla miktarda meydana gelen denizlerdeki bu besinler, tüketilmediği için denizler kokuşup taşacak, hayat çekilmez hale gelecekti. Milyonlarca yumurta bırakan bir balığın yumurtaları da neslin devamı yanı sıra aynı zamanda canlıların besin kaynağıdır. Bu durum, canlıların birbirine yardım elini uzattığını açıkça göstermez mi?

Hayvanlarla bitkiler arasındaki münasebetlerin, birbirine yardım, dolayısıyla insanlığa yardım olduğuna geniş manada diğer bir misal olarak çiçeklerle böceklerin ilişkisini verebiliriz. Böceklerle çiçeklerin yeryüzünde bol miktarda yaratılmaları, bu iki canlı organizmanın birbirine yardım ederek yaşamaları ile yakından alakalıdır.

Çiçekli bitkilerin üçte ikisi böcekler vasıtasıyla döllenerek nesillerini devam ettirirler. Böcekler, çiçek tozları (polen) ve balözü (nektarları) ile beslenirler. Balözü ve çiçek tozu toplamak için çiçekten çiçeğe dolaşan böcekler, çiçeklerin döllenmesine vesile olurlar. Yani çiçekleri evlendirirler. Böylece bitkiler, bu evlilik neticesi nesillerini devam ettirebilirler. Böceklerin tozlaşma yoluyla bitkilere, dolayısıyla insanlığa yaptıkları yardımın ve hayata hizmetlerinin çok çeşitli şekilleri vardır.

Biz sadece arıları misal vererek, canlılar arasındaki münasebetin mücadeleye değil, yardımlaşmaya dayandığına dikkat çekmek isteriz. Arıların döllenmede çok büyük rolleri vardır. Arılar bu vazifeyi ifa ederken, sabahleyin hangi bitkinin çiçeğinden balözü (nektar) toplamaya başlamışlarsa, daima aynı türden çiçekleri ziyaret ederek, bu türün çiçekleri arasında döllenmeyi daha kolay ve emniyetli bir şekilde sağlarlar. Bu şekilde arılar döllenmeye yaptıkları hizmetle, bahçelerde mahsulün artmasına sebep olurlar. Böylece sağladıkları fayda, baldan daha kıymetlidir.

Canlılar dünyasında, karşılıklı faydalanma esasına dayanarak beraber yaşamanın çok örnekleri vardır. Birbirinin eksiğini tamamlayıp, yardım ederek beraber yaşama şekline simbiyoz (ortak yaşama) adı verilir. Bunun bitki ve hayvanlar aleminde misalleri çoktur. Bitkiler aleminde bu ortak yaşamın en güzel misalini, "Liken" adı verilen her türlü kötü hayat şartlarına dayanıklı bitki grubunda görmekteyiz.

Likenler, bazı su yosunları (algae) ile mantarların kendi yapı ve özelliklerinden farklı olarak meydana getirdikleri simbiyotik (ortak yaşayan) canlılardır. Mantar hücreleri, bitkilerin ihtiyacı olan su, karbondioksit, mineral madde ve mesken temini gibi bir kısım vazifeleri yerine getirerek ortaklığın bir hissesini, su yosunu hücreleri ise fotosentez yaparak besin maddeleri ve oksijen üretmek suretiyle diğer hissesini meydana getirirler. İki şuursuz canlının kurmuş olduğu bu şirket hiç bozulmadan, kavga gürültü çıkmadan devam eder.

Karşılıklı yardımlaşmaya dayanan hayat tarzına bir misal de hayvanlar aleminden verelim. Bir yengeç türü olan Pagurus ile deniz gülü (Actinya) arasındaki ortaklık çok enteresandır. Yengeç arka kısmını boş bir salyangoz kabuğuna saklar. Bu salyangoz kabuğu üzerinde aynı zamanda deniz gülü de bulunmaktadır. Deniz gülleri kendilerine yaklaşan hayvanlara yakıcı, zehirleyici kapsüllerini maharetli bir avcı gibi fırlatarak onları zehirler, felç eder. Fakat yengecin bulundukları salyangoz kabuğuna girmesine engel olmazlar. Yengeç deniz gülüne ayak olur, onu gezdirir. Deniz gülleri de yakıcı kapsülleri ile yengeci düşman hücumundan muhafaza ederler. Deniz güllerinin avladıkları hayvanları yengeç parçalar ve besin temin eder, bunun birazını da deniz güllerine bırakır. Böylece beraber avlanmış, beslenmiş ve gezmiş olurlar.

"Hayat bir mücadeledir" diyenlerin, sadece dünyaya gelmek için geçirdikleri safhaları düşünmeleri bile hayatın bir yardımlaşma olduğunu anlamaları için yeterli olacaktır. Zira her şey o aciz yavrunun yardımına koşturulmaktadır. Annenin vücudunun maruz kaldığı herhangi bir basıncı cenine ulaşmasını engellemek için, içi sıvı dolu sağlam bir zarla çevrilip, her üç saatte bir temizlenmesi, ceninin sıhhati için her tedbirin alınması, anne karnındaki ceninin mücadelesiyle mi gerçekleşmektedir?

Hayatı bir mücadele olarak kabul edenler, kaç gün çalışarak annelerinin göğsünde sütü çıkarmağa muvaffak oldular? Veya kaç sene mücadele ederek güneşi kendi emirlerine hizmetkâr ettiler? Hangi kuvvetle atmosferi dünyanın etrafına bir zırh olarak giydirdiler?

Dünyada bütün canlılar için hayat şartlarını hazırlayan kudret, anne karnındaki cenini de hayat şartlarına hazırlayabilir. Aynı rahmet ve kudret bütün anneleri, aciz yavruların imdadına koşturduğu gibi, yırtıcı aslanı da yavrusuna hizmetkar yapar.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkün: Kâinat çok muntazam bir fabrika gibi çalışıyor. En küçük vidasından en büyük çarkına kadar, bütün kısımları bir maksat için beraber işliyor. Atomdan galaksilere kadar mükemmel bir nizam mevcut. Güneşten göz hücrelerine kadar hepsinde en uygun bir dayanışma görülüyor. En uzak şeyle en yakın şey birbirine yardım elini uzatmış. Canlı-cansız, büyük-küçük bütün mahlukat birbirinin ihtiyacına cevap verecek şekilde yaratılmış.

İşte en geniş manada misaller: Güneşten gelen ışık ve ısı, bütün canlıların imdadına koşuyor. Gökten rahmet olarak inen yağmur, yeryüzündeki bütün canlıların ihtiyacını karşılıyor. Kısaca, bu kâinat fabrikasının otomatik olarak işlemesiyle, yeryüzündeki hayat devam ediyor. Bazı yırtıcı hayvanların zayıf hayvanları avlamaları, büyük balıkların küçük balıkları yemeleri, bir mücadele ve kavga olmayıp, kâinattaki tabii denge ve hayatın bir gereğidir.

5 Halk arasında, "bir şeyi çok istersen olmazmış", diye bir söylenti var; bu sözün doğruluk payı nedir?

Böyle bir inanış doğru değildir. Aksine dualarda ısrar edilmesi hadislerde ifade edilmiştir.

Hz. İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) duayı üç kere yapmaktan, istiğfarı üç kere yapmaktan hoşlanırdı." (Ebû Dâvud, Salât 361, (1524).

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ısrar ve tekrar tavsiye etmektedir. Bu rivâyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, dua veya istiğfar ettiği zaman üçer sefer tekrarladığını göstermektedir.

Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Acele etmediği müddetçe herbirinizin duasına icâbet olunur. Ancak şöyle diyerek acele eden var: "Ben Rabbime dua ettim, duamı kabul etmedi." (Buhârî, Daavât 22; Müslim, Zikr 92, (2735); Muvatta, Kur'an 29 (1, 213); Tirmizî, Daavât 145, (3602, 3603); Ebû Dâvud, Salât 358, (1484).

Bu hadislerden de anlaşılacağı üzere, duaya devam etmek ve istekle yapmak o duanın kabul olmasına vesile olur.

Tirmizî'nin bir diğer rivâyetinde şöyledir:

"Allah'a dua eden herkese Allah icâbet eder. Bu icâbet, ya dünyada peşin olur, ya da ahirete saklanır, yahut da dua ettiği miktarca günahından hafifletilmek sûretiyle olur; yeter ki günah taleb etmemiş veya sıla-ı rahmin kopmasını istememiş olsun, ya da acele etmemiş olsun."

(Kütüb-i Sitte, Prof. Dr. İbrahim Canan)

6 Hayatımızda dinimizin gereği bazı davranışları yaptığımızda "hangi asırda yaşıyorsunuz?", "bunlar eskide kaldı", "modern olun", "sosyal olun" gibi tepkiler alıyoruz. Bunlara nasıl cevap vermeliyiz?
7 Müslümanın tatile gitmesi caiz midir?

Harama girmemek kaydı ile tatil yapmak haram değildir. "Ta'tîl" kelimesi Arapça olup "atâlet" kökünden türetilmiştir. Atalet, "işe yaramamak, boş, faaliyet dışı kalmak" demektir. Yirmi dört saatini kulluk şuuru içinde veya bu şuura bağlı, bu şuur çerçevesinde alınmış kararlar, oluşturulmuş meşruiyetler içinde geçiren, geçirmek durumunda olan bir kul için "faaliyet dışı kalmak, boş durmak" manasında bir atalet ve kendini âtıl kılmak mânasında bir "tatil" söz konusu olamaz. Müminin ölümü nasıl geçici hayattan ebedî olana intikal ise, tatili de bir işten bir başkasına geçmek veya bir işin yerine bir başkasını ikame etmek şeklinde olur. Günlük hayat içinde beş vakit namaz, ruhu dünya meşguliyetlerinden alarak bir başka alemde tekamül yolculuğuna devam ettirmek; bu mânada meşguliyet içinde dinlenmektir, tatildir. 

Öğrenim, görev, iş gibi meşguliyetler içinde uzun zaman geçirmiş bir mümin, bu işi bir süre bırakarak dinlenmek istediğinde, bu bırakmanın meşru (zararsız, kurallara uygun) olması gerekir. Meşru olarak belli bir işten kendini tatil eden (bir süre o işi yapmayı bırakan) mümin yalnızca o işi yapmamak mânasında bir atâlet içindedir; onun dışında Allah'a, kendine, ailesine, cemiyete ve tabîata karşı vazifeleri, gerekli ve terk edilemez, faaliyetleri devam etmektedir. 

Günümüzde tatil daha ziyade eğitim öğretim veren ve alanlar için söz konusu ediliyor. Başka işlerde olanlar için ise daha çok "izin, dinlenme, gezi" gibi kelimeler kullanılıyor. 

Tatil, izin, dinlenme... yapanlar nelerle "meşgul" oluyorlar? Burada kullandığımız "meşgul olma" kavramı, "tatil" kavramının zıddıdır. Tatil "bir şey yapmamak", meşgul olmak ise "bir şey yapmak"tır. 

Genel olarak tatil yapanlar mümkün olduğu kadar bir şey ile meşgul olmuyorlar; başka bir ifade ile "dinlenme ve eğlenme" dışında bir şey yapmamaya çalışıyorlar. Bu sebeple de amaca uygunsa ve varsa yazlıklara giderek veya başka yerlerde dinleniyor ve eğleniyorlar. Bu dinlenme ve eğlenmelerin birçoğunun hem faturası yüksek oluyor, hem de sağlıklı olmuyor.  

Çocuklar ve gençler genellikle ana babalarının tatil yaptıkları yerlerde tatillerini geçiriyorlar. Ya eski arkadaşlarını buluyorlar ve/veya yeni arkadaşlar ediniyorlar. Ülkemizde çocuklara ve gençlere millî ve dînî ahlakımızın eğitimi yapılmadığı için eğlence ve ilişkilerde din ve ahlak sınırları bulunmuyor; güdüler, arzular, gençlik heyecanı nereye götürüyorsa oraya savrulup gidiyorlar. 

Müslümanın tatili aynı zamanda meşgul olmaktır: Okur, ibadetine devam eder, sılayırahim yapar (akrabayı ziyaret eder, gönüllerini alır, durumlarını yakından görür, gereken ilgiyi gösterir); bilgi, ibret, tanıma ve tanışma gibi amaçları gerçekleştirmek üzere görülmesi gereken yerlere gider (seyahat eder), bütün bunları yaparken -devamlı yaptığı bir işe ara verdiği için- dinlenmiş olur. 

Eğlenceye gelince, yaşlının, gencin, çocuğun ortak ve farklı eğlencelere ihtiyaçları vardır. Fıtrata uygun ihtiyaçlar İslam'ın tanıdığı ve tatmin edilmesini istediği ihtiyaçlardır. Alkollü içkiler, sigara, uyuşturucu, kumar... iptilaları fıtrata uygun ihtiyaçlar değildir; sonradan zorlanarak, taklit ve özdeşleşme yoluyla edinilen alışkanlıklardır. Müzik, spor, oyun ise fıtrata uygundur, insanın ruh ve bedeninin gelişmesine yardımcı olur; bu sebeple İslam bunları "aşırı olmaması, ibadet ve gerekli faaliyetlerden alıkoymaması ve haramda kullanılmaması" şartıyla mübah kılmıştır. Sevgili Peygamberimizin (asm) kır gezisinde eşi Hz. Âişe ile koşma yarışı yaptıklarını, bayram günü eşinin, iki kız tarafından icra edilen müziği -kendisi de odada olduğu halde- dinlemesine izin verdiğini, Habeşistanlı folklor ekibinin gösterisini yine Hz. Âişe ile birlikte seyrettiklerini, hatta oynayanları "Haydi gösterin marifetinizi!" diyerek teşvik ettiğini, dostlarıyla yarenlik ettiklerini, şaka ve nükte yaptığını, yüzmeyi, okçuluğu, biniciliği teşvik ettiğini biliyoruz. 

"Bireyin kendisini bir başkasıyla aynîleştirmesi, kendini ona benzetme esasına dayanan özdeşleşme, çocukluk döneminde anne-babayı örnek alarak gerçekleşirken ergenlik döneminde özellikle gencin bağımsızlık arzusu ve sosyalleşme sürecinin hızlanması ile anne-baba dışındaki bireylerle özdeşleşmeye dönüşür." 

"Kişilik çevre ile kalıtımın bir fonksiyonudur. Çevresel faktörleri merkeze alırsak aile, oyun sahaları ve okullar çocukların hayatlarında esas yerlerdir. Çocuklar hayatlarını -ağırlıkları yaşa göre değişse de- devamlı bunların etkisinde sürdürürler... Kişi sosyalleşme sayesinde gurubun -aile, okul vs.- inançlarını, normlarını, değerlerini, davranış modellerini ve ideallerini öğrenir ve aynileşme yoluyla onları kişiliğinin bir parçası haline getirir." (Hökelekli gurubu, Gençlik, Din ve Değerler Psikolojisi, Ankara 2002, s. 47, 156). 

Psikloji ve Eğitin bilim dallarının ortaya koyduğu gerçeklikler karşısında ana babaların, çocuklar ve gençlerin çevreleri ile ilgilenmeleri kaçınılmaz hale gelmektedir. Özellikle çocukların ve gençlerin arkadaşlarına ve örneklerine dikkat etmek, gerektiğinde uzmanlarla danışma yaparak usulüne uygun müdahalelerde bulunmak kaçınılmaz olmaktadır. Oyun, eğlence, tatil arkadaşları, gurupları kimlerdir, bunların inançları, ahlakları, dünya görüşleri, alışkanlıkları nelerdir? Çocuğumuz veya kendimiz bunlarla birlikteliğimizi sürdürdüğümüz takdirde kazanç veya kaybımız ne olacaktır? Her zaman olduğu gibi tatillerde de "meşgul olacağımız" konular arasında bu sorular ve meseleler de vardır. 

Konumuzla ilgili birkaç hadisi burada hatırlamak faydalı olacaktır:

Ahirette sorulacak konular arasında zamanın nasıl geçirildiği ve gençliğin ne yolda tüketildiği de vardır. (bk. Tirmizî, Kıyamet 1)

Bir adam yolda giderken yol üzerinde bir dikenli dal gördü, insanlara zarar vermesin diye onu yolun kenarına çekti ve bu yüzden Allah o kişinin günahlarını bağışladı. (Buharî, Ezan, 32)

"İyi ve kötü arkadaşın misali güzel koku satan ile seyyar demircidir. Koku satan ya sana bir parçacık sürer, ya ondan satın alırsın veya ondan güzel koku koklayarak yararlanırsın. Demirci ise ya elbiseni yakar veya kötü kokusunu çekersin." (Buhârî, Büyû 38; Zebâih 31; Müslim, Birr 146)

Hz. Peygamber (asm) bir gün sordu:

"Bugün kim oruç tuttu, kim bir hasta ziyaret etti, kim cenazeye katıldı, kim bir yoksulu doyurdu?" Bu soruların her birine Hz. Ebû Bekir (ra) "Ben" diye cevap verdi. Peygamberimiz (asm) buyurdular: "Bir gün içinde bunların tamamını yapan kimseyi Allah cennetine koyar." (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

"Allah'ım üzüntüden, kederden, acizlik ve tembellikten, korkaklık ve cimrilikten, ağır borç yükünden ve ayak takımının ve zalimlerin başa geçmesinden sana sığınırım." (Ebû Davud, Salat, 367)

8 Hırsızın elinin kesilmesi, yeniden hırsızlık yapmaya mecbur edilmesi midir?

Cevap 1:

Konuları bütüncül bir bakış açısıyla analiz etmediğimiz zaman, yorumlarımızda hata yapma payımız her zaman söz konusudur. Konuyu fazla uzatmamak için doğrudan hırsızlık vakası üzerinde duralım:

Hırsızlık olayında iki taraf vardır: Birinci taraf, malı çalınan mağdur insanlar, ikinci taraf ise cezayı hak eden gaddar bir hırsız.

İnsan olarak bu iki kişiyi adalet ölçüsünde tartacağız. Ne yapalım ki, mazlumun malı korunmuş olsun, zalimin de eli engellenmiş olsun.

Eğer burada caydırıcı bir müeyyide olmazsa, ne malı koruyabilir, ne de hırsızın elini engelleyebiliriz. Hapis gibi cezaların caydırıcı olmadığının en büyük kanıtı, bugünkü hırsızlık vakalarının bilançosudur. Her şeyin hikmetini en iyi bilen Allah, çalışmadan, alın teri dökmeden, başkasının mağduriyetine acımadan malını çalmakta menhus bir lezzetin olduğunu, nefs-i emare sahiplerinin bu çirkin işi kolay kolay bırakmayacaklarını, bunun engellenmesinin tek yolu hırsızlık eden elin kesilmesi olduğunu bilmiş ve hükmünü vermiştir.

- Her hırsız, fakirlikten ötürü bu işi yapmıyor. Bunu alışkanlık haline getiren, yorulmadan çok para kazanma peşinde olanların haddi hesabı yoktur.

- Fakir olsa bile, eli kesilenin kendisi ve bakmak zorunda olduğu insanları aç bırakmamak devletin görevidir. Hırsız kimse de bunun dışında değildir. Nitekim, Hz. Ömer, bir kıtlık döneminde hırsızlık yapanlara ceza uygulamamış ve: “İnsanların karnını doyurmadan, onlardan kanunlara uymayı istemeyiz” demiştir.

- Hırsızın elinin kesilmesiyle ilgili Kur’an’ın hükmü -deyim yerindeyse- en çağdaş bir hükümdür. Çünkü bu çağ kadar hırsızı, şehir eşkıyası, kapkaçı, gaspçısı bol olan başka bir çağ olmamıştır. Bunlara karşı alınan yüzeysel ve düzeysiz cezaların caydırıcı olmadığına dair -hırsızlar hariç- herkse hem fikirdir.

İslam tarihinde, bu cezanın âdil bir şekilde uygulandığı ilk üç asırda, hırsızlık suçundan ötürü, kesilen ellerin sayısı yalnız altıdır. (İsmail el-Fehranî, “eş-Şeriatü beyne’s-salihin ve’l-Murcifin” el-Ehram, 17 Yenayır, 2011)

Şu anda, dünyanın her bir şehrinde her gün bu suçlar sebebiyle, talan edilen bunca servet yanında, en az bir veya birkaç-el değil, baş kesilmekte / mal sahibi zalimce öldürülmektedir. Buna caydırıcı bir önlemle dur demeye, her çağdan daha çok bu çağın ihtiyacı vardır

-  İlginçtir, hırsızın durumuna acıyoruz da malı çalınan, hayatı boyunca on yıllarca çalışıp zor biriktirdiği bütün servetini hırsıza kaptıran mal sahibinin bu durumunu pek dikkate almıyor gibi davranıyoruz. Bu adamın da çoluk çocuğu yok mu? Kendisi de muhtaç duruma düşmemiş mi?

İnsanın aklına -malına sahip çıkmadığı eleştirilerine hedefi olmuş- Nasrettin hocanın meşhur şu sözü geliyor, “Yani hırsızın hiç mi suçu yok?”.

- Bir zamanlar, kendini bilmez bir cahilin, hırsıza verilen cezayı bahane ederek İslam şeriatına hücum etmesine karşılık, bazı İslam alimleri çok güzel cevap vermişlerdir. Bunu da bilmek bizim de soru soran kardeşimizin de hakkı olduğunu düşünüyoruz.

İtiraz eden demiş ki: İslam dininde kim haksız yere bir kimsenin elini keserse beş yüz altın diyet ödemek zorundadır. Durum böyle iken, nasıl olur da -değeri beş yüz altın olan- bir el yarım altın çaldığı zaman kesilir?

Şöyle cevap vermişler: İnsanın canını koruma adına elin diyeti beş yüz olarak hükme bağlanmıştır. Ama insanın malını koruma adına da hırsızın eli değersiz sayılmıştır. Böylece beş yüz değerinde olan bir el yarım altın çaldığında kesilmeyi hak eder. Bir başka alim de şu cevabı vermiştir: Bir el, emin olduğu sürece değerlidir, hain olunca da değerden düşer. 

Ne güzel hikmetli sözler.. Gerçekten Allah’ın hikmetini böyle anlamak veya anlamaya çalışmak gerekir.

Cevap 2:

Konuyla ilgili ayetler dikkatle okunduğunda sorunuzun cevapları da görülecektir:

“Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza, Allah'tan bir ibret olarak ellerini kesin. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. Kim bu haksız davranışından sonra tövbe eder ve halini düzeltirse bilsin ki Allah onun tövbesini kabul eder. Şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkiyeti Allah'a aittir. O, dilediğine azap eder, dilediğini de bağışlar. Allah her şeye kadirdir.” (Maide, 5/38-40)

- İslâm, meşru kazançtan doğan malın korunmasını dinin temel hedeflerinden saymış ve telef olmaması için her türlü tedbiri almıştır. Bu cümleden olmak üzere kişinin haksız olarak başkasının malına el uzatmasını da kendi malını saçıp savurmasını ve israf etmesini de haram kılmıştır. Şu halde hırsıza verilen ceza sadece hukuk düzenini korumayı değil, aynı zamanda ilâhî emirlerin yani din ve ahlâk kurallarının yaşatılmasını da amaçlar.

- İnsanların her çağda ve her toplum yapısında daha çok iki şeye ihtiyacı var: Ciddi bir eğitim ve ağır cezaî müeyyide. Biri kafayı, kalbi ve vicdanı aydınlatıp insanı fazîlet ve olgunluğa yükseltir. Diğeri ise, nefsin tuğyanını, haklara tecâvüzü önleyici mahiyettedir. Aksi halde olumlu bir sonuç elde etmemiz mümkün değildir. İslâm tarihinde aksine bir uygulama, kötülerin çoğalmasına, iyilerin azalmasına ve böylece dengenin serden yana bozulmasına neden olmuştur. Bunun için İslâm Hukukçularına göre, yol kesip adam öldürenin, yol kesip mal ve namusa el uzatanın hapse atılması frenleyici ve ıslah edici bir çare ve yol olamamıştır. Bu ölçüdeki uygulamanın her yerde kötülerin cesaretini kırıcı, toplumu düzeltici nitelikte olmadığı bilinmektedir.

Ama ciddi bir eğitimle birlikte ağır cezaî müeyyidelerin durdurucu, cesareti kırıcı, kötüleri caydırıcı olduğu, bu yüzden iyilerin çoğalmasını sağlayıcı, güven ve huzuru gerçekleştirici bulunduğu görülmüştür.

Çünkü güven ve huzur içinde yaşamak, mal ve canın korunmasıyla toplum hayatına bağlanmak herkesin tabii hakkıdır. Bunu ortadan kaldırmaya veya zedelemeye kimsenin hakkı yoktur. O bakımdan mütecavizleri az bir ceza ile tecziye etmek, onların cesaretini artırmaktan başka bir şeye yaramaz, görüşü ağırlık kazanmıştır. Öyleyse verilecek hüküm, ayette geçen “yaptıklarına karşılık bir ceza, Allah'tan bir ibret” ifadesi ile hem suçu işleyenlere bir ceza hem de nefislerine uyup suç işleyecek olanlara da bir caydırıcı olması gerekir.

- Hırsız yaptığına pişman olur, tövbe eder ve tövbesinde samimi olduğu anlaşılırsa eli kesilmez. Ancak bunun tespit edilebilmesi için hırsızın bir süre hapsedilmesi ve göz altında bulundurulması gerekir. (bk. İbn Âşûr, VI, 193; Ateş, H, 524)

- İslâm'ın temel amacı insanları cezalandırmak değil, aksine onları huzur içerisinde ve mutlu bir şekilde yaşatmaktır. Bu sebeple İslâm suç işlemeyi önlemek için caydırıcı cezaî müeyyidelerin yanında dinî, ahlâkî, sosyal ve iktisadî tedbirleri de almıştır. Bu cümleden olarak Kur'an'da fakirlere, yoksullara, darda kalanlara, ihtiyaç içinde kıvrananlara devlet bütçesinden hisse ayrılması istenmiş (bk. Tevbe, 9/60), "(Zenginlerin) mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır." (Zâriyât, 51/19) buyurularak zenginlerin fakirlere yardım etmeleri emredilmiştir. Öte yandan, haram olan şeylerden zaruret hallerinde yenilip içilebileceğine dair ruhsat verilmiştir (bk. Bakara, 2/173). İslâm'ın, bu ve benzeri sosyal yardımlaşma konularındaki emirleri uygulandığı takdirde insanları hırsızlığa sevkeden sebepler büyük ölçüde ortadan kalkar.

- Göz ardı edilmemesi gereken bir husus aslî hüküm ve müeyyide ayıranıdır. Müeyyideler (yaptırımlar) hukuk sisteminin gayeleri değil, amaçlanan hükümlerin korunup desteklenmesini sağlayan düzenlemelerdir. Eşya hukuku alanında Kur'an'ın temel buyruklarından biri, mülkiyet hakkına saygı gösterilmesi ve sahibinin rızâsı olmadan bir malın ister zorla ister gizli yollarla alınmamasıdır. Bu buyrukla hedeflenen amacın gerçekleştirilmesi için kuşkusuz değişik yaptırımlar düşünülebilir. Nitekim insanlık tarihi bu konuda hangi yaptırımın daha başarılı olacağıyla ilgili tecrübelerle doludur. Fakat bu alanda geliştirilen yöntemlerin tatmin edici bir başarı düzeyine ulaşabildiğini söylemek kolay değildir.

- Bütün bunlar, Kur'an'ın bir taraftan insanlık onurunun ayaklar altına alınmasına ve toplumunun huzur ve güvenliğinin altüst olmasına yol açan hırsızlık eylemine fırsat vermeyecek düzenlemeler yapılması üzerinde önemle durmasını, diğer taraftan da -bütün tedbir ve çabalara rağmen- böyle çirkin bîr fiilde ısrar edenlere karşı sert ve kararlı bir tavır takınmayı telkin etmesini daha anlaşılır kılmaktadır. Bir başka anlatımla, burada mal aleyhine işlenen cürümler arasında hırsızlığın yeri belirlenirken, bu fiilin iman ve ahlâk açısından Müslüman kimliğiyle bağdaşamayacak bir nitelik taşıdığının vurgulandığına dikkat edilmelidir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.m.)'in bazı hadislerinde de bu nokta üzerinde durulmuştur (bk. Müslim, Hudûd, 9). 

Yalnız başına okunduğunda sadece ağır bir ceza hükmü içerdiği düşünülebilecek olan bu âyetin, Kur'an'ın ilkeleri ve Hz. Peygamber'in (asm) uygulamaları ışığında incelendiğinde, burada öncelikle, İslâm'ın dinî ahlakî buyruklarını içine sindirmiş bir toplumda hırsızlık olarak nitelenebilecek bir eylemin yargıya intikal edebilecek düzeye gelmesinin çok düşündürücü olduğuna dikkat çekildiğini söylemek mümkündür. Nitekim, cevabın başında ifade edildiği gibi, Resûlullah'ın mektebinde yetişmiş bir devlet adamı olan Hz. Ömer hırsızlık vak'alarında cezalandırma alternatifinden önce sanığın niçin çaldığı sorusu üzerinde durmuş ve ceza hukukunun temel ilkelerinden olan "kusur" şartının gerçekleşmediği kanaatine vardığı durumlarda ceza uygulanmamasına karar vermiştir.

Cevap 3:

Hırsızlık yapan insanların cezasını devlet yetkilileri verir. Eğer devlet yetkilileri bu cezayı vermiyorsa halktan birileri bu cezayı veremez. Bu durumda şahsın tevbe etmesi gerekir.

Cevap 4:

Hırsızın kolunun kesilmesi, insan hakları açısından ağır bir ceza olmaz mı?

Cevap 5:

Hırszılık cezasının verilmesi için bazı özelliklerin bulunması gerekir. Bilgi için tıklayınız:

HIRSIZLIK.

9 Büyük balıklar küçük balıkları niçin yutar?

Denizlerdeki hayatın inanılmayacak kadar düzenli ve zengin olan dengesi, yüzlerce asırdan beri hiç bozulmadan sürüp gelmektedir. Bu öyle olağanüstü bir dengedir ki, her ünitesi birbirini bütünleyerek işler. Denizlerdeki milyarlarca canlı arasındaki denge, kendini bozacak her türlü sapmaları düzeltecek güçtedir. Şöyle ki:

Besleyici tuzlar bitkilerin bolluğu yüzünden bir bölgede zarar görecek duruma gelirse; bu bitki bolluğu, bitkiyle beslenen hayvanların hücumuna uğrar. Bu sayede bitkiler de kendi normal sayılarının seviyesine inerler. Fakat bu defa da hayvani ölü organik maddenin çoğalmasına yol açacaktır. Böylece; bitki dengesi, çok bitki yiyenler ile bozulacak olursa, o zaman onları yiyen yırtıcı hayvanlar hücum edecektir. Neticede denge er-geç yeniden sağlanacaktır. Çünkü Yaratıcımızın mucizevi planında, tesadüfe, gelişigüzelliğe ve başıboşluğa yer yoktur.

Bin bir çeşit esrarengiz güzelliklerin sergilendiği denizler alemindeki yardımlaşma örnekleri, ilim adamlarını bu konuda inceleme yapmaya sevk etmiştir. Araştırmacıların ortaya çıkardığı gerçeklerden biri de hayvanların bu davranışlarından pek azını öğrenme yoluyla elde ettikleridir.

O halde, bütün bu davranışları ve hayat programları, anne karnında veya yumurtada iken hücrelerine kodlanmıştır. Yani en uygun yaşama düzeni, daha dünyaya gelmeden önce programlanmıştır.

Dev balinanın hayat programını gözle görülmeyecek kadar küçük bir hücrenin içine yazan kudret, denizlerde bir hücre kadar tesadüfe yer bırakmamıştır. Ölüm ve hayat içinde yuvarlanan, tahrip ve tamir içinde çalkalanan, göçler içinde kaynayan denizler alemindeki yardımlaşma ve bunun yanı sıra denge, ölçü ve sanat ispat eder ki; bu sayısız canlılarda olan doğum, ölüm, beslenme ve hayat süreleri, her birini, hatta bütün kâinatı aynı anda gören, teftiş eden bir tek Zat'ın (C.C.) yarattığı programa göre olmaktadır.

Eğer her an kâinatın dengesini bozmaya çalışan sebepler başıboş bırakılsaydı veya maksatsız serseri tesadüfün, ölçüsüz kör kuvvetin veya şuursuz karanlık tabiatın eseri olsaydı; denizlerdeki, hatta dünyadaki denge öyle bozulacaktı ki, bir senede, belki bir günde deniz karmakarışık şeylerle dolup, zemin bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Halbuki, hiçbir şeyde hakiki bir kirlilik ve çirkinlik görünmüyor. Evet, hiçbir şeyde dengesizlik olmadığı gibi, hiçbir şeyde ölçüsüzlük de yoktur.

Besin piramidini incelediğimizde yemenin ve yenilmenin başıboş bırakılmadığını ve bir programa göre olduğunu belirtmiştik. Berber balıklarının hayat programında ise; büyük balıkların derilerindeki küçük parazitleri ve ölü deri parçalarını alarak onları temizlemek ve aldıklarını yemek vardır. Temizlenmek ihtiyacında olan balıklar özel yerleri bulunan bu temizleyicilere gelirler. Tıpkı saç kestirmek isteyen kimsenin berbere gitmesi gibi. Öteki balıklar berber balığını görünüşünden tanır ve onları yemezler.

Soytarı balıkları, öldürücü deniz-şakayıklarıyla ortak hayat sürerler. Deniz-şakayığının kollarındaki diğer balıkları öldürmeye ve yemeye yarayan yakıcı hücreler, soytarı balığına bir zarar vermezler. Deniz-şakayıklarının 40-60 cm. çapındaki gövdeleri, etli bir kaideyle suyun dibine bağlanmıştır. Yaratığın ağzı ortadadır. Yakıcı hücrelerin sokmasıyla derhal ölecek ve yenilmek üzere deniz-şakayığının ağzına sürüklenecektir. Öyle iken, soytarı balıkları bu yakıcı hücrelerle çevrili sahada hiçbir zarar görmemektedirler. Hatta bu balıklar herhangi bir sebepten korktukları zaman evlerine koşar gibi deniz-şakayığının kolları arasına sığınır ve geceyi orada geçirirler. Deniz-şakayıkları da bu ortalıktan faydalanırlar. Bir soytarı balığı hemen oracıkta yenip bitirilemeyen bir av bulduğu zaman, bunu deniz-şakayığına götürür ve onunla paylaşır. Bir türlü kira olan bu ücretin dışında soytarı balığı deniz-şakayığını temizlemekte ve etrafındaki suyu hareket ettirmektedir.

Soytarı balığı ile deniz-şakayığı, kendilerine ortak yaşama programını bahşeden Yaratıcılarını bilmeyebilir. Fakat; düşünebilen her insan, 150.000.000 km. öteden denizin derinliklerindeki nebati planktonların fotosentez yapmaları için ışığı imdada gönderen, hücreden insana, denizlerinden dağlarına kadar her şeyde yardımlaşmayı hayat kanunu olarak ortaya koyan Yaratıcımızı (C.C.) bilir. Balık ile insan arasındaki en büyük fark da budur.

Yunus, genellikle tek yavru doğurur. Dişi yunusun gebeliği on bir ay ile bir yıl arasında değişir ve doğum genellikle yarım saat kadar sürer. Dişi bir yunusun doğum vakti geldiği zaman, iki yanında birer dişi yunus daha belirir. Teyze adı verilen bu yunusların ilk vazifesi, kan kokusuna gelebilecek köpek balıklarına veya diğer muhtemel tehlikelere karşı anne ve yavruyu korumaktır. Teyze yunuslardan biri, daha sonra da anne ile birlikte dolaşarak, yavrunun bakımında ona yardım eder. Yavru, derin sularda doğduğu anda nefes alabilmek için su yüzüne çıkmak zorundadır. Ana, hemen yavrunun altına dalar ve onu sırtıyla iterek su üzerine çıkartır. Daima toplu halde yaşayan yunuslar, aralarından biri yaralandığı takdirde hemen onun yardımına koşar ve yaralı arkadaşlarını su yüzüne çıkararak nefes almasını sağlarlar.

"Bild der Zeit" dergisinde neşredilen "Gaddar Görülen Hayvanlar Dünyası" başlıklı yazıda, konumuzla ilgili şu ifadeler yer almaktadır:

"Yemek ve yenilmek, hayvanlar dünyasında her gün rastlanan bir olaydır. Ve bu dünya, insana kolaylıkla 'gaddar tabiat' dedirtecek hadiselerle doludur. Gerçekte bizim düşüncesizce gaddarlık diye tanımladığımız şey, bütün bu hayvanlara ait davranışların bir zincirlemesidir. Bitkiler ve hayvanlar, belli bir olaya, belli bir tarzda tepki gösterecek şekilde programlanmışlardır. Tabii ki öğrenilmiş davranışlar, bunlardan farklıdır."

"Dünyaya belirli bir programla gelen hayvan, çevresinin ona yolladığı sinyallere cevap verir. Bazen bu cevaplar, bizleri şaşırtıcı bir şekilde etkiler. Tabiatta biz insanlara böyle gaddar görünen şey, yemek ve yenilmekte, bir mana aramamaktan ileri gelmektedir."

Deniz yıldızından mürekkep balığına, hamsiden balinaya, amipten su kaplumbağasına kadar her bir canlı, ayrı ayrı sanatlı yaratılışları, çeşitli silahları, birbirinden orijinal savunma usulleri ve farklı hayat programlarıyla, birer birer Yaratıcılarına delil oldukları gibi, hepsi birden güneş gibi parlak bir şekilde Allah'ı (C.C.) göstermektedir. Denizler alemindeki göz kamaştırıcı ihtişam ve organizasyonun, hadsiz bir kudret, geniş bir ilim, nihayetsiz bir hikmet sahibini bildirdiğini, akıl ve kalp gözü ile gördükten sonra, hikmetini bilmeden "büyük balığın, küçüğünü yutmasını" hayat felsefesi olarak kabul etmek mümkün değildir.

Denizlerdeki küçük balıkların da büyük balıklar kadar bulunması ve hayatlarını sürdürmesi gösterir ki; yutmak ve yutulmak başıboş bırakılmamıştır. Balıkların bir defada milyonlarca yumurta yapması, yalnızca hayatta kalmak için verilmiş bir mücadele tarzında kabul edilemez. Bu sayısız yumurta, nesillerinin devamını sağlamanın yanı sıra, diğer canlılara gıda olarak bir yardım şeklinde programlanmıştır. Milyonlarca yumurtayı yumurtlayan balık, yumurtaların sanatkârı olamayacağı, sadece yaratılış programına uymak suretiyle yumurtlayabileceği gibi, denizlerdeki besin piramidi programı da kendiliğinden veya tesadüfen olamaz.

Her bir balığın fire vermeden milyonlarca balığı dünyaya getirmesi ve onların da yutulmadan hayatlarını sürdürmeleri halinde, denizlerin kısa bir zaman sonra taşarak bütün karaları istila edeceğini veya balıkla dolarak kokuşacağını düşünecek olursak, yutulmanın bir mücadele "değil", bir program gereği olduğunu görebiliriz.

Senede bir veya iki kere kuluçkaya yatan, bunun için de ortalama otuz yumurtaya ihtiyacı olan tavuğun, neredeyse bütün sene boyunca yumurta yapmasını, ne ile izah edeceğiz?

Etrafımızı saran ve hayatın bir yardımlaşma olduğunu gösteren bunca gerçeğe rağmen, binde bir oranındaki mücadeleye, yutma ve yutulmaya bakıp, hayatın mücadeleden ibaret olduğunu söylemek mümkün mü?

10 Halkımız arasında, Allah'ın hakkı üçtür, sözünün İslam Dini açısından bir geçerliliği var mıdır?

"Allah'ın hakkı üçtür." sözü doğru değildir. Sanki Allah bir insana üç defa hak veriyormuş gibi bir anlam çıkmaktadır.

Bununla beraber bu sözü bilinçli olarak kullanmayan kişi inşallah mesul olmaz.

11 Hz. Âdem'den önce Dünya'da insan yaşadı mı?

Cafer-i Sadık ve İbn Arabî’den “Bildiğimiz Âdem’den önce kırk bin Âdem gelmiş.” dediğini naklederler.

Öyle zannediyoruz ki, bununla, “her varlığın bir ilk aslı olduğuna, her canlı türün -ilk ataları hükmünde- bir Âdem’i bulunduğuna” işaret etmek istemiştir. İnsanların diğer varlık ve canlılardan daha sonra yaratıldığını düşündüğümüzde, onun “Âdem’den önce…” şeklindeki ifadesi daha da bir anlam kazanır.

Ayrıca, bu zatlar bu sözlerle, gerçek anlamda değişik Âdem’lerin varlığına değil, aynı Âdem’in misal alemindeki temessüllerine işaret etmiş de olabilirler.

Yoksa, şimdiki insanlıktan önce, başka bir insanlık camiasının varlığına dair hiçbir sahih bilgiye sahip değiliz. Kur’an ve hadislerde böyle bir bilgi yoktur.

12 Botanikçiler, biyologlar ve diğer bilim adamları hayatın kaynağı hakkında fazla bir şey söyleyemiyorlar. Konuya dinî yönden nasıl bakabiliriz?

Hayatın kaynağını birçok ilim adamı inceler durur. Bir noktaya kadar gider orada kalakalırlar. “İlim henüz buradan öteye erişemedi.”, diye kalıplaşmış bir özür vardır ellerinde. Açıklayamadıkları meselelerde ona sarılırlar. Bize göre, bu zâtlar bir yöntem hatası içindedirler.

Hayatın kaynağını araştırırken gerilere doğru gidiyorlar ve sonunda karşılarında cansız eşyayı bulunca duraklıyorlar. Onlarla hayat arasında bir ilgi kuramadıklarından, beklemekten başka çare de bulamıyorlar. Aslında o noktada durmasalar da yollarına devam etseler, daha iyi olacak. Bir an için hayatı bir tarafa bıraksalar ve o cansız eşyanın kaynağını araştırsalar, hayatın da kaynağını bulacaklar.

Bu kâinat ve içindekiler hepsi cansız olmada birleşen, yüzden fazla elementten dokunmuşlar. Bunların her biri farklı özelliklere sahip. Bu noktada dursalar da, “Şu varlıklara bu sıfatları kim ve niçin taktı?” diye düşünseler meselenin kaynağına varmış olacaklar.

Cansızın bir özelliği, hareket etmemektir. Bir diğeri düşünememek, bir başkası büyümemek, gelişmemektir. Dahası, hissedememek, anlayamamaktır. Bu noksan sıfatlara sahip elementlerin bir araya getirilmeleriyle farklı varlıklar çıkmış ortaya. Biri dağ olmuş, diğeri taş. Biri su olmuş, beriki hava. Biri yıldız olmuş diğeri güneş. Biri ay olmuş, ötekisi dünya...

Bütün bu varlıkların, birbirleriyle bir alışverişleri olmamış. Dolayısıyla da kimin neye yaradığı bir soru olarak kalmış ortada.

İlmin çözemediği sahaları atlıyoruz: derken, bitkiler yaratılmış. Böylece kâinat bir bakıma mânâ kazanmış. Güneşin yanması, dünyanın dönmesi mânâ kazanmış. Gece, gündüz, toprak, hava, atmosfer mânâ kazanmışlar; bitkilere hizmetkâr olmak suretiyle.

Ama henüz bitkilerin kendileri bir mânâ kazanmamışlar. Niçin şu veya bu özelliklere sahip oldukları melekler ve ruhanilerin meçhulü kalmaya devam etmiş. Derken hayvanlar yaratılmış... Milyonu aşkın bitki türü yanında, bir o kadar da hayvan türü gelmiş dünyaya. Her biri kendi sofrasının başına oturmuş. Bu hayvanların hepsi yemede, içmede müşterek oldukları hâlde, her birinin diğerinden farklı özellikleri var. Bu kabiliyetler sadece yemek için değil. Ne öküzün kuvveti otu koparmak için, ne de atın sürati otu yakalamak için. Bu ve benzeri nice hakikatler bir başka hakikatten haber vermişler. Bu hayvanların hizmet edecekleri bir ayrı mahlûk olmalı! Ve sonunda insan yaratılmış... Her bir hayvanın, kendi rızkını elde etmesinin ötesinde, asıl gayesinin insanda merkezleştiği ortaya çıkmış. Hepsinin insana göre ve insan için yaratıldıkları bütün berraklığıyla okunmuş zemin yüzünde...

Şimdi bu son neticeden elementlere bir anda geçtiğimizde karşımızda şu hakikati buluruz: İnsanın bu kadar farklı ihtiyaçları ile elementlerin farklılığı arasında yakın bir ilgi var. Bu ilgiyi kim kurdu?.. Bu elementlerin niçin biri demir oldu, diğeri bakır, biri azot oldu, beriki karbon...

Bu cansız, cahil varlıklara bu mahiyetleri giydiren ve onları hayata göre düzenleyen biri var. İşte hayatın kaynağı ancak Onun rahmetidir, Onun hikmetidir, Onun ihya (hayat verme) fiilidir, Onun terzık (rızık verme) fiilidir.

Bu hakikat öncelikle kabul edilecektir ki, ilk canlının nasıl yaratıldığı konusunda yapılan araştırmalar bir mânâ kazanabilsin. Aksi hâlde, zaman kaybetmekten, insanları oyalamaktan, yahut saptırmaktan başka bir şey yapılmaz.

Âlemlerin Rabbi olan Allah, bitkilere sadece büyüyüp gelişme özelliği verirken, hayvanları his dünyasına kavuşturmuş ve insan hayatını kalp, akıl, vicdan, hâfıza gibi nice sermayelerle zenginleştirmiş. Ve bu hayat, Allah’ın hayat sıfatına en parlak bir ayine olmuş.

Hayatın, “Şu kainatın en ehemmiyetli gayesi, hem en büyük neticesi hem en parlak nuru hem en lâtif mayası hem gayet süzülmüş bir hülâsası hem en mükemmel meyvesi hem en yüksek kemali, hem en güzel cemali...” (Lem’alar) olma özelliği kemaliyle ve en güzel şekliyle insan hayatında kendini göstermiş.

Sıfatlar, kabiliyetler, kuvvetler ve hislerle kaynaşan bu hayat mûcizesini maddeye vermek, yahut cansız elementlerin evrimleşmesiyle izah etmek mümkün mü?

13 İslam, hayatın korunması için ne gibi kurallar koymuştur?

İslâm dini, hayatı muhafazaya pek büyük bir ehemmiyet verir. Katli büyük günahlardan sayar ve bir insanı öldürmeyi, bütün insanlığı öldürmek kadar büyük bir cinayet kabul eder.

“Kim haksız yere bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Maide, 5/32)

İslâm dinine göre:

“Bir masumun hayatı, kanı, hattâ umum beşer için olsa da heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.”

Yani, Allah’ın kudreti için bir insanın yaratılmasıyla bütün insanların yaratılması arasında fark olmadığı gibi, Onun sonsuz adaleti nazarında da bir insanın hukuku, bütün insanların hukuku kadar önemlidir; aralarında fark yoktur.

Kur'an-ı Kerim, hayata kast edenleri dünyada ölüm cezasına çarptırdığı gibi, ahirette de cehennem azabına mahkum etmiştir. Hayatı veren Allah olduğu gibi, alacak olan da yine Odur.

İnsanın kanı ve canı ind-i İlahi’de pek mühimdir. Nitekim ahirette ilk görülecek davalar kan davalarıdır. Hayatın muhafazasında, Müslümanlık değil, insanlık şarttır.

İslâm dininde, değil insanları, zararsız hayvanları bile gereksiz yere öldürmek yasaklanmış, hayvan hayatı bile muhafaza altına alınmıştır. Çünkü İslâm dini merhamet ve adaleti esas tutar.

14 Muharrem'in onunda evine alışveriş yaparsan, aldığın ürünlere veya bu alışverişten dolayı hanen bereketlenir deniliyor, doğru mu?

Bu konuda sağlam bir nassa / rivayete rastlayamadık. Ancak eskiden beri değişik güzelliklere sahne olmuş mübarek bir gün olduğu için, o günün bereketli olacağına dair alimlerin bazı görüşleri olabilir.

Nitekim bazı rivayetlere göre, Hz. Adem’im tövbesi Aşure gününde kabul edilmiş, Hz. Nuh’un gemisi, Aşure günü Cudi dağında demir atmış, Hz. Musa’ya deniz Aşure günü yarılmıştır (bk. Mecmau’z-Zevaid, 3/188).

Bununla beraber, “Kim aşure günü ailesine bol yiyecek alıp yedirirse, o yıl boyunca bolluk içinde olur.” anlamına gelen rivayetler vardır. Fakat, oldukça zayıf kabul edilmiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, 3/189).

İlave bilgi için tıklayınız:

Aşure günü, aşure orucu ve aşure tatlısı hakkında bilgi verir misiniz? Aşure günü yas tutmanın bir sakıncası var mıdır?

15 İbadetlerimi yapamıyorum, eskisi gibi huzurlu değilim, ne yapmalıyım?

Huzursuzluğun, bunalımın, stresin en önemli bir kaynağı şu güzel ifadelerle nazarımıza sunulmuş:

“Bir şey ‘ma vudia leh’inde istihdam edilmezse atalete uğrar, matlup eseri göstermez.” (Sünuhat)

“Ma vudia leh”, bir şeyin yapılış gayesi mânâsına geliyor. Gözün vazediliş, yâni yaratılış gayesi görme... Onu tatların kontrolünde kullanmaya kalkarsanız, o âlete zarar verir ve rahatsız olursunuz.

Her duygusunu ve hissini rıza dairesinde ve istikamet çizgisinde kullanan insanlar, dünyada da bir nevi cennet hayatı yaşarlar.

Kendilerini ebed ülkesinin sonsuz saadetine hazırlayan ve Kur’an’dan aldıkları ders ile bu geçici dünya hayatını bir oyun ve eğlence olarak değerlendiren insanların ruhları, her türlü musibet karşısında dipdiri, sapasağlamdır. Onlar bu dünya sahnesinde fakir rolünü oynayacaklarsa bunu en güzel şekilde başarırlar. Hastalandıklarında kıvranmayı çok iyi becerirler. Trajedide gözlerinden yaşlar boşalır. Ama onlar oyunda olduklarını unutmadıkları için, sevinmeleri de üzülmeleri de çok sınırlıdır; oyunun icap ettiği kadardır.

Dünyayı oyun ve eğlence bilenlerin nazarları âhiretedir. Gayretleri o belde içindir. O beldenin saadeti de, azabı da ebedî... Bunun şuurunda olan ve “innalillah” yâni “biz Allah’ın kuluyuz, hayatımız ölümümüz, bedenimiz, ruhumuz, mevkiimiz, makamımız, kısacası her şeyimiz, onun için, onun rızası içindir” sırrına eren insan, fâni dünyanın geçici sıkıntılarında boğulmaz.

Her şeyiyle sınırlı olduğunu bilir ve sınırsız elemlerin altına girmez, onları ruhuna yüklemez. Dostlarını sonsuz rahmet ve ihsan sahibi Allah’a emanet, düşmanlarını da yine onun sonsuz adaletine havale eder.

Ruhunu da bedenini de emanet bilir; onları ne ezer, ne de başkasına ezdirir. Ama gücünü ve kuvvetini aşan sahalarda, bu ağır imtihanı kolayca verebilmek için rabbine iltica eder. Ve neticede o’nun takdirine rıza ile rahat bulur. Dünyadan, dünya ehlinden ve bu âlemin sıkıntılarından korkacağına onların hâlikından korkar, o’na iltica eder.

“Allah’tan havf eden (korkan) başkaların kasavetli, belâlı havfından kurtulur.” (bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz)

Her hayır gibi, kalp huzuru da O’nun elindedir. Buna lâyıkıyla iman etsek başkalarının kapılarında dolaşmaktan kurtulacak, aradığımız her güzelliği Rabbimizin rahmet kapısında bulacağız.

Ve Üstad Bediüzzaman'dan bir reçete:

“Hem (Kur’an) mü’mine der: İhtiyarın cüz’î ise, kendi malikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, kadîr-i mutlakın kudretine itimad et. Hayatın az ise hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine her bir âyet-i Kur’an birer yıldız misüllü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muzdarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz, onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.” (bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)

İlave bilgiler için tıklayınız:

Şu anda, toplumda bulunan huzursuzluk ve sıkıntıların gerçek sebebi nedir?
Niçin tam manasıyla ibadet edemiyorum, Allah'a halis bir kul olamıyorum?
Yaptığım ibadetlerden zevk alamıyorum ne yapmalıyım?

16 İslami hayatı ve namazı hayatımda devamlı kılmak için neler tavsiye edersiniz?

Bugün sizinle bazı temel kâidelerimiz üzerine sohbet etmek istiyorum. Bilmem cevapsız kalan sorularınıza cevap teşkil edebilir, yahutta etmez, kifayetsiz bulursunuz. Takdir size aittir.

Ama ne olursa olsun bu kâideler bilinmeli, bunların da varlığı hatırdan uzak tutulmamalıdır. Bunlardan biri:
"Bir şeyin tümünü yapamıyorsanız tümünü de terk etmeniz gerekmez." Bu, doğru bir kâidedir.

Siz bir doğruyu bütün olarak yapmak istiyor, eksiksiz yaşamayı arzu ediyorsunuz. Ancak, bu konuda zorluklar var, hatta yer yer imkânsızlıklar da söz konusu. Ya siz nefsiniz itibariyle hazır değilsiniz, yahut da sizin dışınızdaki şartlar müsait bulunmamaktadır. Ne yapacaksınız bu durumda?

Yapmak istediğinizi tümüyle yapamıyorsanız tümüyle de terk mi edeceksiniz, yoksa ne kadarını yapabiliyorsanız o kadarını yapmaya yönelecek, yapamadıklarınız için de müsait imkân ve şartları mı bekleyeceksiniz?

Kâide diyor ki; tümüyle yapamadım diye tümüyle terk etmeniz gerekmez. Ne kadarını yapabiliyorsanız o kadarını yapın, yaşayın. Yapamadıklarınızı, yaşayamadıklarınızı da yapma ve yaşama azim ve araştırması içinde olun...

Şayet içinde bulunduğunuz zorluk ve imkânsızlıklardan bir çıkış yolu bulmayı istiyor, bir çare arıyorsanız. Maksadınız yaşamaksa tabii...

Muhakemeyi genişletecek bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum izin verirseniz.

Âyetlerin ve hadislerin ortak ölçüleri:

Sevaplar günahları giderir, iyilikler kötülükleri yok eder.
Diyelim ki, istemeden, arzu etmeden, ona ya nefsin baskısıyla, ya da çevrenin izinsizlik ve imkânsızlığıyla bir günaha maruz kalıp, bir hata işlediniz? Her şey yok mu oldu, hiç çıkış yolu yok mu artık?

Bize göre her şey mahvolmadı, ümitlerin tümü de suya dökülmedi, çıkış yolu, ümit yeri vardır.
Meâllerini verdiğimiz âyetler, hadisler:

"İyilikler kötülükleri yok eder, sevaplar günahları giderir:.."(Hûd, 11/114)

Günahına tövbe eden günah işlememiş gibi olur...

Öyle ise istek ve irade dışı maruz kaldığınız günahlardan dolayı ibadet ve sevabınızı çoğaltın, iyiliğinizi fazlalaştırın, hizmetinizi yoğunlaştırın, böylece sevabınızı günahınızdan fazla hale getirmiş olursunuz.

Muhtemeldir ki kazandığınız bunca sevaplar maruz kaldığınız günahlardan çok fazla ve üstün gelir de âyetin verdiği müjde hakkınızda tecelli eder. Kaybederken kazanır duruma bile girmiş olursunuz.

Elbette bunlar günaha girmek için izin değil, girilenlerden ümitsizliğe düşüp de her şey yok oldu gibi bir yeise kapılmamak için bir ümittir.

Hayat boyunca gördüğüm şey, ya hep, ya hiç olmamıştır. Başlangıçta eksik, noksan şekilde başlanmış; ama zaman içinde noksanlar azalmış, hatta mükemmele ulaşılmıştır.

Dinî meselelerin hepsi de böyledir. Sakın gözünüzde büyütüp de ben bunların hepsini de yapamıyorum, öyle ise hiçbirine teşebbüs etmeyeyim, demeyin. Yapabildiklerinizi yapın, yapamadıklarınız için Allah (cc)ın lutfedeceği aşk ve şevk ve imkânı bekleyin.

Her şeyinizi kaybedebilirsiniz; ama ümidinizi asla! Çünkü ümidini kaybeden her şeyini kaybetmenin de ötesinde kayıplara düşmüş demektir.

"De ki: "Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah (cc)'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah (cc) dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü Gafur ve Rahimdir: Çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır."(Zümer, 39/53)

İlave bilgi için tıklayınız:

Namaz kılmayı terk ettim; tekrar nasıl başlayabilirim? Namazlarımı aksatmadan kılmam için neler tavsiye edersiniz?

17 İslam dininin amacı, sadece insanların ibadet hayatlarını düzenleyip, öldükten sonra mutlu ve zengin bir hayat süreceğine inanmak mıdır?

Bazı kesimlerin iddia ettikleri gibi, İslam dini sadece insanların ibadet hayatlarını tanzim etmemekte aksine insan hayatının her yönüne hitap etmektedir. Bu bakımdan İslam dinini sadece ibadetlere bakan yönüne indirgeme,k onun bilinmediği ve anlaşılmadığını göstermektedir.

Allah Teala insanlara hayatları boyunca uyması gereken kurallar koymuş ve bunlara uyan kişilerin cennetle mükafatlandıracağını vadetmiştir. Ancak inananlar bu emirleri cenneti kazanmak için değil Allah emrettiği için yapmaktadır. Nitekim dinimiz ihlasla yapılan ibadetlerin Allah katında en güzel ibadet olduğunu buyurmaktadır. İhlas ise yapılan işin hiç bir dünyevi ve uhrevi mükafatı düşünülmeden sadece Allah emrettiği için yapmaktır.

İhlas; ferdin, ibadet ve taatinde Cenab-ı Hakk'ı emir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanmasıdır. Abd ve Mabud münasebetlerinde sır tutucu olması, tabiri diğerle, vazife ve sorumluluklarını O emrettiği için yerine getirmesi, yerine getirirkende Onun hoşnutluğunu hedeflemesi ve Onun uhrevi tevecühlerine yönelmesinden ibarettir. Ki, saflardan saf sadıkların en önemli vasıflarından biri sayılır.

İhlas bir kalb amelidir, ve Allah da kalbi temayüllerine göre insana değer verir. Evet:

"O, sizin suret, şekil ve dış görünüşlerinize değil, kalblerinize va kalbi temayüllernize bakar." (Müslim, Birr, 33)

İhlas, Allah tarafından temiz kalblere bahşedilmiş, azları çok eden, sığ şeyleri derinleştiren ve sınırlı ibadet ve taati sınırsızlaştıran öyle sihirli bir kredidir ki, insan, onunla dünya ve ukba pazarlarında en pahalı nesnelere talip olabilir ve onun sayesinde alemin sürüm sürüm olduğu yerlerde hep elden ele dolaşır. İhlasın bu sırlı gücünden dolayıdır ki, Allah Rasülü (asm),

"Dini hayatında ihlaslı ol, az amel yeter." (Münavi, Feyzul Kadir, I, 216)

buyurur. Ve,

"Her zaman amellerinizde ihlası gözetin, zira Allah, sadece amelin halis olanını kabul eder." (Münavi, Feyzul Kadir, I, 217)

diyerek, amellerin ihlas yörüngeli olmasına tenbihte bulunur. İhlas, kul ile Mabud arasında bir sırdır ve bu sırrı Allah, sevdiklerinin kalbine koymuştur.

Özetle ihlas; bu dünyada, özellikle uhrevi hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en sağlam bir dayanak noktası, bizi hakikata ulaştıran en kısa bir yol, en makbul bir manevi duadır. Bizi maksatlarımıza ulaştıran en kerametli bir vesile, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyettir... (bk. Lem'alar, Yirmi Birinci Lem'a)

(Ahmet Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar)

18 Misafirlik kaç gündür? Misafirliğe gittimizde orada bir günden fazla kaldığımız zaman, artık misafirlikten çıkıyor muyuz? Durum böyleyse evdeki herhangi bir eşyayı, ev sahibine sormadan kullanabilir miyiz?

Hadis-i şerifle misafirliğin üç gün olduğu bildirilmiştir. Bu süreden fazla kalan kimse için "özel ilgi gerekmez" anlamında olup "ev sahibi gibi davranabilir" analmında değildir.

Huveylid bin Amr (ra)'ın naklettiği bir rivayete göre Resûlullah (asm) birgün ashabına şöyle buyurmuştur:

“ Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse misafirine câizesini versin.”

Ashâb-ı kirâm:

"Yâ Resûlallah! Misafirin câizesi nedir?"  diye sordular.

Fahr-i Kâinât (asm) de:

“Onu bir gün ve bir gece ağırlamaktır. Misafirlik üç gündür. Misafiri üç günden fazla ağırlamak ise sadakadır.” buyurdular. (Buhârî, Edeb, 31, 85; Müslim, Lukata, 14)

Hadis-i şerifte sözü edilen câize, evi şereflendiren misafiri bir gün bir gece özenle ağırlamak, imkânlar ölçüsünde onu memnun etmek, ikinci ve üçüncü günlerde ise sair zamanlarda ne yenip içiliyorsa, misafire onun aynısını ikram etmek, ayrıca ağırlama telâşına düşmemektir.

Misafir üç günden sonra kalmaya devam ediyorsa, o artık misafir sayılmayacak, yiyip içtiği şeyleri Allah Teâlâ ev sahibinin sadakası olarak kabul edecektir.

Ev sahibinin misafirini kapıya kadar uğurlaması da sünnettir. (İbn-i Mâce, Eti‘me, 55)

İlave bilgi için tıklayınız:

Misafirlik ve üç günden fazla misafir kalmanın durumu nedir?..

19 Ezanları şahit ederek yapılan yeminin kefareti var mıdır?

Ezanların içinde yer alan “Allah”ı kastederek yapılan yeminler, kefarete ihtiyaç duyabilir. Fakat yalnız ezanları şahit göstermek, örneğin “bu ezanlar şahidim olsun…” diye bir şey söylenirse, bu yemin sayılmaz. Ama, bir yemin kefareti verilirse ihtiyata daha uygun olur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Yemin ve kefareti.

20 Şeriat, zamana göre değişiklikler gösterebilir mi?

Zamana göre helal-haram, ibadetler ve diğer ahkam konuları dışındaki teferruat konularında, maslahata göre müçtehitler içtihadda bulunarak yeni mesleleri çözerler. Ancak bu şeriatın değişmesi değil onun tanıdığı esnekliğin İslam alimlerince kullanılarak Müslümanlara çözüm getirmeleridir.

İslâm dini en mükemmel bir dindir. Nitekim Cenâb-ı Hakk da;

"... Bugün sizin için dininizi ikmal ettim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım..." (Maide, 5/3)

buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim'de, gerek inanış, gerek ibadet ve davranışa dair açık hükümler bulunduğu gibi, kıyamete kadar ortaya çıkabilecek yeni hâdiseleri çözmeğe yeterli kanun ve prensipler de mevcuttur. Bunlardan hüküm çıkarmak ise ancak içtihat ile mümkündür.

Evet, İslâm dininde içtihadın konumu çok önemlidir. Müslümanların birçok ihtiyaçları bu kurum sayesinde karşılanmıştır. Malumdur ki, zamanın değişmesiyle yeni yeni hâdiseler ortaya çıkmaktadır. Bütün bunlara cevap verebilecek temel kurallar, ulvî esaslar Kur' an ve hadislerde mevcuttur. Ama bu derin ve perdeli anlamları herkesin anlaması mümkün değildir. İşte müçtehitler, Kur'an'dan ve onun birinci tefsiri olan hadislerden bu gibi ikinci derece hükümleri çıkarıp insanların zorluklarını halletmişlerdir.

İlave bilgi için tıklayınız:

İslamiyet’teki farklı mezheplerin hikmeti nedir?..

21 İrtica nedir?

İrtica: Tehlike mi, Maske mi?

İrtica Kavramı

A. İrtica Kelimesinin Tanımı

Terakkinin zıddı olan "irtica" kelimesi, Arapça "Ricat" kökünden türetilmiştir. "İstif'al" babından "İrtica" olarak dilimize girmiştir. Lügatte "geri dönmek" demek olan bu kelime Türkçe'de; yeniliklere değer vermeyip, her yönüyle eskiyi özlemek veya eski düzeni getirmeye çalışmak anlamını ifade eder. Batı dillerinde, "Etkiye karşı, tepki göstermek" manasına gelen bu kavram, İngilizce'de "Reaction", Fransızca'da "Réactione" ve Almanca'da "Reaction" kelimeleriyle karşılanmaktadır.

İrtica kavramı dinî alanda da farklı biçimlerde algılanmaktadır. Bir yönüyle, dinden sapmak, tekrar cehalet ve şirk hayatına dönmektir. Örneğin, Yemen ve Necd Araplarından bir kısmının daha önce İslam'a girdikleri halde Cahiliyye dönemindeki örf, adet ve batıl inançlarına geri dönmeye teşebbüs etmeleri, özellikle zekat vermemeleri ve savaşlarda görev almaktan kaçınmaları Halife Hz. Ebu Bekir (ra) tarafından, mücadele edilmesi gereken "irticaî" bir hareket olarak görülmüştür.

Gerçek anlamda "irtica", dinin özünden uzaklaşmak ve dini, temel ilkelerine aykırı olarak algılamak ve yorumlamaktır. Buna göre "irtica", kendini dindar sanan kimselerin, bilerek veya bilmeyerek din kurallarından uzaklaşması, dinin özünü bir tarafa bırakmasıdır. İslâm'ın zahirine sıkı sıkıya bağlı kalmanın esas olduğunu ileri sürüp, bu esasa riayet etmeyen insanları dışlayan, onlara hayat hakkı tanımayan Haricilerin hareketi bu konuda bize çok iyi bir örnektir.

Şu halde, irtica dinden geriye dönüş ve haktan ayrılmadır. Dinin irtica ile alakası, dinin yanlış anlaşılmasından ibarettir. Din, irticayı reddeder. Her iki kavram, birbirinden farklıdır. Ancak, günümüzde dini bilmeyen aydınlar irticayı din ile karıştırmaktadırlar. Esas itibarıyla irticanın göz önünde bulundurulması gereken yönü, sosyal boyutudur. Din alanındaki irtica kavramı da, sosyal alandaki tanımının dine uygulanması şeklindedir.

B. Kur'an'da İrtica (Cahiliyye)

"CHL" kökünden türemiş olan "Cehalet" kelimesi "bilgisizlik" anlamından ziyade, "yanlış bilmek" anlamında kullanılmaktadır. Kur'an, bilmemeyi "ümmi" kelimesi ile ifade eder. Nitekim Peygamberimiz (sav) okuma yazma bilmediği için "Nebiyy-i ümmi"1 olarak isimlendirilirken, zamanına göre iyi bir eğitim almış olan Ömer Bin Hişam, "Ebu Cehil" yani "cehaletin babası" olarak isimlendirilmiştir. İslamiyet "OKU!" emri ile başladı ve en büyük mücadelesini cehalete karşı verdi, vermeye de devam etmektedir.

Cehalet, İslam'ın en büyük düşmanıdır. Bunun için İslamiyet'ten önceki vahşet dönemine "Cahiliyye Dönemi" denmekte, o zamanki adetlere de "Adât-ı Cahiliyye" denilmektedir. Bu vahşi adetlerin en belirgin ve en mühim olanlarını Kur'an-ı Kerim açıkça ifade ederek, bunlardan kaçınmayı emretmiştir. Bunlardan anlaşılmaktadır ki, "Cahiliyye" bir dönem olmaktan ziyade bir zihniyettir. Bu zihniyet, her zaman hükmünü icra etmek için fırsat ve zemin bulabilir. Yoksa, geçmişte kalan bu adetlerin bizi ve Kur'an'ı ilgilendirmemesi gerekirdi.

Kur'an-ı Kerim, "Cahiliyye" ifadesine dört ayetinde, dört ayrı ayeti konu edinerek yer verir. Nuzül sırasına göre bu ayetlere baktığımız zaman:

1. Zann-ı Cahiliyye (Şirk ve Küfür): Yüce Allah bu ayetinde münafıkların Cahiliyye zamanındaki gibi Allah hakkında yanlış inanca kapılarak, Allah'ın Resulü (asm)'e yardım etmeyeceğini düşünerek kendi canlarının kaygısına düşmelerini "Cahiliyye kafası ve zannı" olarak nitelendirir. Kalplerindekini onlara bildirerek, inanç konusunda şüphelerin ve yanlış itikatların "cahiliyye zannı" olduğunu bildiriyor.2

2. Teberücü'l-Cahiliyye (Açık saçık gezinme): Kur'an-ı Kerim'de yüce Allah, Peygamber (asm) hanımlarına ve dolayısıyla tüm kadınlara hitap ederek, "Cahiliyye kadınlarının açık saçık kıyafetlerle gezmesi gibi gezinmemelerini, namazı doğru şekilde kılmalarını ve evlerinde edep ve haya ile oturmalarını" emreder.3 Bu ayetten de anlaşıldığına göre kadınların açık saçık gezmelerini ve tesettürün kaldırılmasını Cahiliyye adeti olarak göstermektedir.

3. Hamiyyet-i Cahiliyye (Kabile ve ırk taassubu): Kur'an bize, İslam'dan önce kafir ve müşriklerin, kalplerindeki Cahiliyye gayreti ve taassubu olan ırkçılık ile hareket ettiklerini haber veriyor. Buna karşılık müminlerin Allah korkusu ve takvaya dayanan iman gayreti ile hareket etmelerinin elzem olduğunu bildiriyor.4

4. Hükm-ü Cahiliyye, Cahiliyye Ahkamı (Cahiliyye Devrinin Siyaseti): Yüce Allah, "Cahiliyye hükmü" ile siyasi olarak istibdadı ve hak ve hürriyetlerin gaspını, Allah'ın koyduğu siyasi hükümler olan hürriyet, adalet, işi ehline vermek ve kanun hakimiyeti yerine insanların zulmü ve zorbalığı netice veren keyfi idarelerini kast ederek, "Onlar Cahiliyye devrinin hükmünü mü arıyorlar?"5 buyuruyor, istibdadın her nevini netice veren, kanun ve nizam tanımayan idareleri "Cahiliyye idaresi" olarak isimlendiriyor.

Cahiliyye devrinden kasıt bedeviyettir. Kur'an'ın nazil olmasından önce insanlık bedeviyet devrini yaşıyordu. Peygamberimiz'in (sav) Yesrib'e hicretinden sonra kurduğu medeniyet ile insanlık bedeviyetten kurtularak medeniyet ile tanıştı. Bunun için Yesrib, Medine olarak isimlendirildiği gibi, insanlık da "iman; ahlak, hürriyet, adalet ve idareyi seçim ile ehline verme"yi Medine'den ders aldı ve buna "Medeniyet" dedi. Bundan önceki devri de "Cahiliyye" olarak isimlendirdi.

Cahiliyye dönemi, "Bilgisizlik" ve "Barbarlık" anlamlarına da gelmektedir. Farabi de "El-Medinetü'l-Fazıla" isimli eserinde "Zorba Sitesi" anlamında "El Medinetü'l-Cahile" demektedir. Bu dönemin en belirgin özelliği, ırkçılık ve kabileciliktir. Nitekim Peygamberimiz (sav), Medine'de Evs ve Hazrec kabileleri arasında çıkan bir sürtüşme neticesinde kabileciliği çağrıştıran şiirler okununca,

"Ey Müslümanlar! Allah'tan korkun. Beni aranıza gönderen Allah sizi İslam ile şereflendirmiş ve küfürden uzaklaştırıp, Cahiliyye zihniyetinden kurtarmış, sizi birbirinize dost yapmışken nasıl oluyor da Cahiliyye davası ile birbirinize düşebiliyorsunuz?"6 buyurarak ikaz etmiştir.

Cahiliyye davası ırkçılığa davettir. "Ey filanoğulları geliniz!" demektir. Bu durumda kabilecilik zihniyeti ile zalim de olsa mazlum da olsa yardım görürdü. Yapılan işin doğruluğu ve haklılığına bakılmaksızın kabilecilikle hükmolunurdu. Bunun için Peygamberimiz (sav)

"İslam, Cahiliyyeden kalma ırkçılık ve kabileciliği kaldırmıştır."7

"Cahiliyye davası ile hak iddia eden bizden değildir."8

buyurmuşlardır. Yine Peygamberimiz (sav) Ensar ile Muhacirler arasında çıkan sürtüşmeyi de

"Şu Cahiliyye çığlığını bırakınız!"9

buyurarak ikaz etmişlerdir.

Cahiliyye, bir dönemin değil, bir zihniyetin adıdır. Bu zihniyetin devam edeceğini de Peygamberimiz (sav) bize haber vermişler ve bizlerin bu zihniyetten kaçınmamız gerektiğini belirtmişlerdir. Çünkü bu zihniyet çeşitli maskeler altında zaman zaman zuhur edecektir. Nitekim Peygamberimiz (sav) buyurdular ki:

"Ümmetimde Cahiliyye döneminden kalma, tamamen terk edemeyecekleri dört haslet bulunacaktır. Bunlar: Asaletiyle övünmek, başkalarının soyuna dil uzatmak, yıldızlardan yağmur beklemek (Astroloji, bir nevi tabiatperestlik) ve ölünün arkasından yüksek sesle ağlamak."10

Nitekim Ebu Zerr (ra) Bilal-i Habeşi ile olan bir sürtüşme hadisesinde, "Ey kara kadının oğlu!" diye hitab eder. Bunu duyan Peygamberimiz (sav) Ebu Zerr'i (ra) çağırarak şöyle ikaz eder:

"Onu annesinin renginden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek sende hâlâ Cahiliyye ahlakı var."11

Bütün bu hadisler gösteriyor ki, Cahiliyye bir zihniyettir. Bu zihniyetin dört ayağı ve dayandığı dört tabanı vardır. Bunlar; şirk ve küfür, istibdadın her nevi, ırkçılık ve kadınların müstehcenlikte istismar edilmesi. Sosyal hayatta bu Cahiliyye adetlerine dönüşün her nevine irtica denir. Yani irtica, Cahiliyye adetlerine ve geriye dönüştür. Bu sebepten dolayıdır ki, Bediüzzaman Said Nursi, 31 Mart'ta haksız olarak çıkarıldığı Divan-ı Harb-i Örfi'deki mahkemesinde şöyle hitab ediyordu:

"Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez. İstibdad ne şekilde olursa olsun, Meşrutiyet libasını giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım."12

C. Sünnette İrtica (Cahiliyye)

İslamiyet gelir gelmez her şeyden önce cehalete karşı savaş açtı. İnsan taallümle tekemmül edecekti. Hikmet-i Ezeliye öyle takdir etmişti. Bunun için Bediüzzaman da

"Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; sanat, marifet ve ittifak silahı ile cihad edeceğiz"13

diyordu. Çünkü Peygamberimiz (sav) İslam'dan önceki cehalet dönemini kapatmış ve Cahiliyye dönemi dediği bu dönemin adetlerine dönmek isteyenleri de sık sık uyarmıştır. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm),

"Allah en çok şu üç kişiye gazap eder: Mekke ve Medine'de günah işleyene, dinde Cahiliyye adetlerini yaşatmak isteyene ve haksız yere kan dökmek isteyene."14

şeklinde buyurmuşlardır.

Cahiliyyeyi doğuran şey cehaletin kendisidir. Cahillik bilgisizlik demek değildir. Yanlışta ısrar etmektir. Peygamberimiz (asm)

"Allah'a itaat et ki, sana akıllı denilsin, O'na isyan etme ki, sana cahil denilmesin."15

"Kendi görüşünde ısrar etmek sana cehalet olarak yeter."16

"Kişinin kendini beğenmesi cahillik olarak yeterlidir."17

buyurarak cehaletin bilgisizlikten öte bir şey olduğunu ifade etmişlerdir.

İdareye cahil insanların gelmesini de büyük bir şer olarak gören Peygamberimiz (sav):

"Allah bir millet hakkında hayır murat ederse, akıllı ve yumuşak huylu insanları idareye getirir. Aralarında alim olanlar hüküm verir. Malı da cömert olanlara vererek onları zengin yapar. Şer murat ederse kötülerini idareci yapar, cahiller hüküm verirler, malı da cimri olanlar toplar."18

buyurarak cehaletin ve Cahiliyyeye dönüşün sebeplerini bize haber vermişlerdir.

İrticayı doğuran zihniyet yapısının temelinde "Zann-ı Cahiliyye" olan yanlış inanç yatmaktadır. İnanç insanın fikrini, fikir ise davranışlarını etkiler. Yanlış davranışların ve kötü düşünce ve zihniyetlerin altında bozuk inançlar hükmeder. Bunun için din öncelikle insanın inancını düzeltmekten işe başlar. İnanca ait bilgiler ve inancın neticesi olan ameller her şeyden daha önemlidir. Çünkü ondan sonra o insanın zihniyetine tesir eden inancı olacaktır. Peygamberimiz (sav) buna vurgu yapar ve

"Amellerin en faziletlisi, Allah'ı bilmektir. Allah bilgisi ile beraber yapılan az amel sana fayda verir. Allah'tan gafil ve cahil bir kimseye ameli fayda vermez." buyurmuşlardır.19

"Cehaletin yaygınlaşmasını" kıyamet alameti20 olarak sayan Peygamberimiz'in (sav) kastettiği elbette teknik ve teknolojiyi doğuran bilgi değildir. Ancak inanç ve zihniyet cehaletini ve Cahiliyye döneminin düşünce sistemini kast etmekte olduğu açıktır. Ahir zamanda cehaletin yaygın olmasının altında, insanların kendi ilimlerine ve teknolojik gelişmelerine güvenerek Allah'tan gafil olmaları birinci derecede rol oynamaktadır. Kur'an'ın "Zann-ı Cahiliyye" dediği irticaî durum budur. Bu teknolojinin yanlış kullanımını netice vermektedir. Dolayısıyla insana hizmet etmesi gereken ilim ve teknoloji, inançsızlığa, istibdada, nefsani zevklere ve ırkçılığa hizmet etmektedir ki, gerçek irtica budur. Bu, medeniyet asrında insanlığı ortaçağın gerisine rücû ettirmektedir.

D. Bediüzzaman'ın İrticaya Karşı Mücadelesi

"Bu zamanın medeni perdesini kendisine maske yapan ve vatanperverlik perdesi altında dinsiz ve hakiki bedevi ve hakiki mürteci, yani bu milleti İslamiyet'ten evvelki adetlerine sevk edenlerle konuşan"21 Bediüzzaman, İslam'ın Cahiliyye adetlerini kaldırdığını bir hadis-i şeriften yola çıkarak belirtir22 ve Cahiliyye adetleri olan ırkçılık ve dinsizlikle mücadele için hayatının sonuna kadar mücadele eder. Bu zamanın vahşet ve bedevilikte Cahiliyye döneminden geri kalmadığını ve bilhassa kadınlara hak vermek perdesi altında kadını nasıl bir duruma düşürdüğüne de dikkat çekerek: "Zaman-ı cehalette gayret-i vahşiyaneye binaen kızlarını sağ olarak defnetmek gibi gaddarane bir zulmü andıracak şu zamanın hırs-ı vahşiyanesi, merhametsiz bir şenaate yol açmak ihtimali vardır." der.23 Yine de irtica ile ittiham edilmekten kurtulamaz.

Bediüzzaman, kendisini irtica ile ittiham edenlere karşı daima İslam hakikatlerini müdafaa etmiş24 ve bîtaraf ve hürriyetperver olması lazım gelen Hükümet-i Cumhuriyeyi, dinsizliğe taraftar ve entrikaları çeviren ve hükümetin memurlarını iğfal eden gizli menfi komitelerden tefrik ederek, hükümetin onlardan uzak olmasını istemiş ve o ent-rikacılarla mübareze etmiştir.25

İfsat komitesi denen gizli komitenin Cumhuriyeti kendi kötü emellerine ve dinsizliğe alet etmeye çalıştıklarına dikkat çeken Bediüzzaman,

"O komitelerden, tesadüfle hükümetin memuriyetine girenler, ciddi dindarlara takmak için iki kulp elinde tutmuş, garaz ettikleri dindarlara takıyorlar ve hükümeti iğfale çalışıyorlar. O iki kulptan birisi, o mülhitlerin dinsizliğine temayül göstermemek manasıyla 'irtica' kulpunu takıyor; diğeri -haşa ve haşa- dinsizliği bu hükümet-i İslamiye'nin ayn-ı siyaseti telakki etmediğimiz manasına, 'dini siyasete alet etmek' kulpu ile lekelemek istiyorlar."26

diyerek irtica çığırtkanlıkların kaynağını teşhis etmiş ve bizlere göstermiştir.

Bediüzzaman, yine 31 Mart Hadisesinden sonra "mürteci" suçlaması ile çıkarıldığı Divan-ı Harb-i Örfi'de:

"Siyaseti dinsizliğe alet yapan bazı adamlar, kabahatlerini setr için başkalarını irtica ile ve dinini siyasete alet yapmakla ittiham ederler."27

diyerek, irtica suçlamasını ancak dinsiz olanların dindarları ittiham altında tutmak için işlettiğini ifade etmektedir.

Sonuç

Bütün bunlardan sonra aşağıdaki neticelere ulaşmaktayız:

1. İrtica, İslam öncesi vahşet döneminin inancı, siyasi despotizmi, ırkçılığı ön plana çıkaran yapısı ve içtimaî hayatı tanzim eden kölelik zihniyetini de içine alan ekonomik ve sosyal adetlerine dönüştür. İslamiyet bu yapıyı ortadan kaldırarak hak ve hürriyetleri savunan, köleliği kaldıran, kadına hakkını en güzel şekilde veren ve sosyal hayata katan, toplumda adaleti sağlayan, ekonomik yönden faizi kaldırarak zekat gibi yardımlaşma müessesesini getiren bir sosyal hayatı ve seçime dayalı bir siyasi hayatı getirmiştir. Bu yapıdan geriye dönüş irticadır, Cahiliyyeyi istemektir. Dolayısıyla irticanın İslamiyet ile hiç mi hiç ilgisi yoktur.

2. Tarihte statükoyu savunan ve gününü gün eden idareciler ve zengin kesimler çağdaş yeniliklerin kendi rahatlarını bozacağı vehminden dolayı her yeniliğe karşı çıkmışlardır. Bunun için de güç odaklarını çeşitli vesilelerle tahrik ederek kendi emellerine alet etmişler ve asker gücünü de kullanarak statükonun devamını sağlamışlardır. Bunun için zaman zaman taassubu, zaman zaman da bazı hassas noktaları tahrik etmişler, rakiplerini ezmek için de bu gibi olayları kullanmışlardır.

3. Masum ve mazlum halkın irtica ile uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur. Hiçbir irticai hadisede de yer almamışlardır. Ancak fatura daima halka çıkarılmıştır. Dindar halk irtica suçlaması ile sindirilmiştir.

4. İrtica, güç odaklarının dindarları sindirmek için kullandıkları silahtan başka bir şey değildir.

Dipnotlar:

1. A'raf, 5:157, 158.
2. Âl-i İmran, 3:154.
3. Ahzab, 33:33.
4. Feth, 48:26.
5. Maide, 5:50.
6. İbn-i Hişam, Sire, 1:555-556.
7. Mektubat, 310; Buhari, Ahkam, 4; Ebu Davud, Sünnet, 5; Tirmizi, Cihad, 28.
8. Buhari, Cenaiz, 39.
9. Buhari, Menakıb, 8.
10. Müslim, Cenaiz, 29.
11. Buhari, İman, 22.
12. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 40.
13. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 23.
14. Buhari, Diyat, 9.
15. Camiü's-Sağir, s. 43.
16. Camiü's-Sağir, 3:95.
17. Camiü's-Sağir, 3:114.
18. Camiü's-Sağir, 1:137.
19. Camiü's-Sağir, 1, 346.
20. Müslim, İlim, 9; Tirmizi, Fiten, 34; İbn-i Mace, Fiten, 25.
21. Münazarat, s. 142.
22. Mektubat, s. 66, 310.
23. Mektubat, s. 44.
24. Tarihçe-i Hayat, s. 194.
25. Tarihçe-i Hayat, s. 212.
26. Tarihçe-i Hayat, s. 212.
27. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 20-21; Tarihçe-i Hayat, s. 54.

(M. Ali Kaya, Fikir Bahçesi, 20 Haziran 2008)

22 Her canlı sudan yaratıldığına göre, melekler ve cinler de mi sudan yaratılmıştır?

- Bu ayette yer alan “Biz her canlıyı sudan yarattık.” mealindeki ifadede geçen “her canlı”dan maksat, dünyada görülen hayat sahibi olan insanlar, hayvanlar ve bitkilerdir. Nitekim alimler ayette geçen “külle şeyin hay” (her hayat sahibi / her canlı) cümlesini “külle hayvanın” (her hayvan / canlı) şeklinde açıklamış ve bunun hayvanlar (canlılar) ve bitkileri kapsadığını belirtmişlerdir. (bk. el-Meraği, ilgili ayetin tefsiri)

Burada kullanılan “hayvan” kavramı  geniş manasıyla tam veya yarım hayat sahibi olanları kapsamakla beraber cin ve melekleri kapsamaz. Çünkü onlara hayvan denilmiyor. Oysa diğer canlıların “hayvan” unvanları malumdur. İnsan için “hayvanun natık ( konuşan/düşünen hayvan) diye tarif etmişlerdir. Bitkiler de mecaz olarak “yarım hayat sahibi oldukları için” bu kapsama alnına girmişlerdir. Kaldı ki ayette “hayvan” denmeyip “hay” (canlı) denmesinin belki de bir hikmeti bitkileri de içine almak içindir.

- Bir diğer manası şöyledir: “Biz her canlıyı (gökten / buluttan indirdiğimiz) sudan yarattık.”

Buradaki “su”dan maksat gökten indirilen sudur. Bitkiler ve diğer canlılar bu sudan yaratılmıştır. (Şevkani, ilgili yer)

Melek ve cinlerin bu suyla ilgileri olmadığı açık olduğundan ayrıca bir detay verilmemiştir.

- Kur’an’ın öncelikle muhatapları insandır ve dolayısıyla onların anlayışları ve algıları önem arz etmektedir. İnsanların “her canlı” ifadesinden ilk akıllarına gelen insanlar ve hayvanlardır. Melek ve cinler genellikle akıllarına bile gelmez.

İşte muhatapların bu yerleşik anlayışları ortada olduğu için ayette “melek ve cinleri dışında” diye bir detaya yer verilmemiştir. Nitekim, “Allah her dabbeyi (canlıyı) sudan yarattı.” (Nur, 24/45) mealindeki ayette de bu canlılar “dabbe” şeklinde ifade edilmiştir ki, bu kelime debelenen hayvanları kapsar.

Yaratılış Keyfiyeti:

Sahabelerden Ebu Rezin (ra) Peygamberimize (asm) sordu: 

“Ya Rasülallah! Allah yerleri ve gökleri yaratmadan önce nerede idi?” 

Peygamberimiz (asm) cevap verdi: 

“Allah vardı, varlık yoktu. O gizlilik ve bilinmezlik içinde idi. Henüz arşı da su üzerinde değildi. Sonra arşını su üzerinde yarattı.” (Buhari, Megazi, 67, 74, Bed'ul-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizi, Menakıb, 3946) buyurdu.

Bediüzzaman Hazretleri bu hususa açıklık getirerek şöyle der: 

“Şeriatın nakliyatına göre Cenab-ı Hak, bir cevhereyi (Nur-u Muhammediyi) yaratmış, sonra ona tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını mayi kılmıştır. Sonra o mayi kısmına da tecelli etmekle tekâsüf ettirip 'zebed' köpük kesmiştir. Sonra arzı ve yedi küre-i arziyeyi o köpükten halk etmiştir.” 

Cenab-ı Hakk'ın arşı su hükmünde olan esir maddesi üzerinde imiş. Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halk ettikten sonra cevahir-i ferde (atomlara) kalbetmiştir. ”Esir maddesi ise atomların tarlası olup, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi olup mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir.”

Yüce Allah esiri yaratıp arşını onun üzerine kurmuştur. Yani hâkimiyetini ve hükümranlığını ve arşını esire yüklemiştir. Böylece atomların içine bile nüfuz edebilen esire hükmetmekle Allah tüm kâinata ve her şeye hükmetmiş oluyor. Böylece Allah ilim, irade ve kudreti ve bunların gerektirdiği isim ve sıfatları ile her şeye her şeyden daha yakın olmaktadır. Ve ilim, irade ve kudreti her şeyin içini dışını, altını ve üstünü ihata etmiştir.

23 İçimizde putlaştırdıklarımız nelerdir?

Allah’ın dışında kendisine kul, köle olduğumuz her şey nefsimizin bir putudur. Bu put bazen para olur, bazen makam, bazen nüfuz, bazen şöhret, bazen bilgi, bazen fizikî güzellik, bazen soy-sop, bazen akademik kariyer, bazen zenginlik olabilir.

Prensip olarak, bizi hakikî mabud olan Rabbimizden uzaklaştıran veya ona göstermemiz gereken sevgi ve saygıda ortak olan her şey bir nevi puttur.

Halbu ki, Allah’a olan saygı ve sevgimizin bir yansıması olarak kalbimizde yer alan sevgi ve saygılar, Allah’a götüren yolların trafik levhaları hükmündedir. Peygamber sevgisi, din sevgisi, Kur’an sevgisi, Allah’ın veli kullarının sevgisi ve bunların saygısı, çoluk çocuk sevgisi bunlardandır.

Dünyayı, Allah’ın Rabbânî bir mektubu olarak okumak ve sevmek veya ahiretin bir tarlası olarak görüp sevmek, Allah’ın sevgisine zıt değil, bilakis O’nun sevgisini pekiştiren birer sevgi pınarlarıdır, Allah’ın sevgisinin birer aynasıdır.

İnsan, şu ölümlü hayata birtakım duygularla gözlerini açar. Şüphesiz onda doğuştan mevcut olan bu duygular dünya hayatına canlılık, hareket, renk ve mana kazandırır. Ancak kontrol dışı bırakılır da din, ahlâk ve ilimle yönlendirilmez, yani meşru bir sınırda tutulmazsa çok zararlı sonuçlar doğurur. En azından maddeyi hedef seçmesine, onu bir bakıma ilâhlaştırmasına sebep olabilir. Öylece kişinin bütün istek ve enerjisini, düşünce ve yeteneğini bu istikamete çevirip kanalize eder.

Akıl, din ile birleşip duygu ve düşüncelerimizi iyiye, doğruya, güzele, tek kelimeyle meşru çizgide tutmaya döndürür de yaratılanla yaratan arasında kulluk ve ilâhlık ilgi ve irtibatını sağlarsa, insan duygularının esiri veya uydusu olmaktan kurtulur. Böylece gerçek hayat için dünya nimetlerinin birer araç olduğunu; asıl amacın ilâhî rıza doğrultusunda bu araçları bilerek yerinde kullanmak suretiyle Allah'a tertemiz kavuşmak bulunduğunu anlar.

Bu açıdan,

 “Arzu ve hevesini tanrı edineni gördün mü? Yoksa sen mi onun üzerine (koruyucu, kurtarıcı) vekil olacaksın?” (Furkan, 25/43)

ayetinden alınacak çok dersler vardır.

Mekkeli putperestlerin zihniyet yapısını özetleyip eleştiren bu âyet, evrensel planda son derece anlamlı, aydınlatıcı dersler içermekte; insanlığın genel bir zaafına işaret etmektedir. Nitekim tarihin her döneminde, bugün dahi insanlığın temel sorunu, bedensel arzularını, maddî çıkarlarını, makam ve mevki tutkularını akıl ve irfanın ışığından, doğru inanç ve sağlıklı düşünceden, hak ve adalet ölçülerine göre hüküm ve karar verip hayatlarını bu ölçülerle düzenlemekten daha önemli görmeleridir.

Bu ayet, bütün değişmez ölçüleri, bilinen kriterleri, yerleşmiş ölçüleri çiğneyen, bir kimsenin dışa vurmuş ruhsal durumunu, çok derin bir örnekle gözler önüne seriyor. Bu ruh halinde olan birisi, bütünüyle arzusuna boyun eğiyor, ihtirasların tutsağı oluyor, kendi şahsına ibadet ediyor. Bir ilah haline getirip ibadet ettiği, boyun eğdiği azgın ihtirası ile çatışıyorsa, hiçbir ölçüye uymuyor, hiçbir sınır tanımıyor, hiçbir mantık kuralını dinlemiyordur.

İslamiyet ise, insanları putların köleliğinden, nefsin esaretinden, bâtıl inançların tahakkümünden kurtarıp Allah’a kul etmek, O’nun dergâhında boyun büktürmek istiyor…

24 Selamlaşma hakkında bilgi verir misiniz; selama karşı merhaba diye karşılık vermenin hükmü nedir?

Müslümanlar arasında, bir dostluk ve iyi niyet işareti olan selâmı vermek sünnet; almak ise farzdır. Bu sebeple selam vermeyip merhaba diyen günahkar olmaz. Ancak verilen selamı almak farz olduğu için verilen selama "merhaba" diye cevap vermek insanı mesul eder.

Bunun gibi selama saygısı olmayan kimselere selam vermemekte bir sakınca yoktur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Selam vermek yerine, günaydın demek caiz midir?..

SELÂM...

25 Kur'an, o dönemin koşullarına göre mi inmiştir?

Kur’an evrensel ve ezeli bir kitaptır. Yani, hem tüm dünyaya hem de tüm zamanlara hitap eden bir kitaptır. Bu noktadan hükümleri tüm zamanları kapsamaktadır. Dolayısıyla getirdiği hükümler sadece belirli bir kavme veya zamana bağlı değil, tüm zamanlara ve milletlere hitap etmektedir.

Diğer taraftan, Allah’ın iki şeriatı vardır.

1. Tekvini şeriat ki, kainattaki kanunlardır.
2. Teşrii şeriat ki, Kur’anın hükümleridir.

Birinci şeriata herkes yaratılışından gelen bir mecburiyetle uymak zorundadır. Uymazsa cezasını peşin çeker. Su içmeye mecbur olması gibi. Fakat ikinci şeriata herkes uymak zorunda değildir. Buna uymak iradidir. Yani uymazsa yaşamı sona ermez.

İşte kainatta geçerli olan şeriat için, birisi “Bu diğer asırlara hitap ediyordu, bizim asrımıza hitap etmiyor.” derse, o zaman, Allah'ın yarattığından başka bir su, hava, güneş bulması gerekiyor.

Aynen öylede Kur’an'ın hükümleri, her asrı doyurmaktadır ve kıyamete kadar geçerlidir. "Bundan gıdalanmam." diyen birisinin, onun hükümleri gibi canlı ve taze hükümler ve kanunlar getirmesi gerekir. Bu da zaten mümkün değildir.

Peygamber Efendimiz (asm)'in tebliğ edip açıkladığı Allah kelamı Kur’an; varlığını ve rehberliğini dünya durdukça sürdürecek olan, çağları kucaklayan ve aşan, daima tazeliğini ve güncelliğini koruyan, insanları geriye değil daima ileriye götüren, bilimsel ve teknik gelişmelerle çatışmayan, bir kitaptır. Bu kitabın insanlığa sunduğu öğüt ve ilkeler, hüküm ve tavsiyeler, helal ve haramlar, emir ve yasaklar, misal ve kıssalar ve bildirdiği gerçekler zamanın geçmesiyle değişmez, eskimez ve değerini yitirmez.

Yüce Rabb’imiz bu hususu Kur’an-ı Kerîm’de şöyle bildirmektedir:

“Rabb’inin sözü (Kur’an), hem doğruluk hem de adalet bakımından tamamlanmıştır. Onun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur.” (En’am, 6/115)

Geçmişi ve geleceği kuşatan Allah’ın kelamı olan Kur’an’ın değişmezliğine, evrenselliğine, çağları kucaklayan insanları her zaman en doğruya götüren bir kitap olduğuna inancımız tamdır. Kur’an âyetleri değişmez. Ancak insanlar ilim, kültür ve teknik bakımından geliştikçe Kur’an’ın anlaşılması ve hayata geçirilmesi de gelişip değişebilir. Kur’an’ın hedeflediği amaçlar değişmez ancak araçlar değişebilir. Mesela Kur’an’da “temizlik” emredilmiştir. Bu bir ilkedir. Bu ilke değişmez. Ama temizlik vasıtaları her zaman gelişip değişebilir. İnsanın avret yerlerini örtmesi farzdır. Bu farz değişmez fakat avret yerlerini örtecek giysilerin kumaşı, şekli ve biçimi değişebilir. Kur’an’da

“Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.” (Enfal, 8/60)

buyurulmuştur. Ayette geçen “at” bir vasıtadır. Bu vasıta değişebilir. Çağımızda atın yerini motorlu vasıtalar, tanklar, uçaklar ve füzeler almıştır, dolayısıyla bu vasıtalar her zaman gelişip değişebilir.

Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Vurgulamak istediğimiz gerçek, âyet ve hadislerin değişmezliğidir. Ancak amaçlara götüren vasıtalar ile âyet ve hadislerde açıkça zikredilmeyen, yorum ve içtihada dayanan hükümler değişebilir.

İslam’ın bütün emir ve yasakları insanların mutluluğu içindir. Dünya ve âhirette mutlu olmak için İslam’ı iyi öğrenmeli, iyi anlamalı, emir ve yasaklarına tam uymalıyız.  Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurur:

"Ey İnsanlar! Size sımsıkı sarılıp ahkamını uyguladığınızda asla sapıtmayacağınız iki şey bıraktım. Bu iki şey; Allah’ın Kitabı ve Peygamberinizin sünnetidir.” (el-Münzirî, et-Tergîp ve’t-Terhib, I, 80.Beyrut, 1968)

Böyle sonsuz bir ilim ve hikmet sahibi tarafından kıyamete kadar devam etmek üzere gönderilen Kur’an için “şimdi indirilseydi farklı olurdu” demek hiç de isabetli değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an-ı Kerim'in evrenselliğini örneklerle açıklar mısınız?
Kuran-ı Kerim Her Zaman Taze ve Gençtir.

26 İdarecinin istişare kararına uyması gerekli midir?

İstişâre, kişinin kendisini ilgilendiren konularda bir başkasının görüşüne başvurması veya idârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda müşâverede bulunması şeklinde iki cepheden ele alınabilir. Birinci durumda istişâre sünnettir. (Nevevî, Şerhu'l-Müslim, 4/76)

- Hz. Peygamber (asm) istişâreye teşvik etmiş; kendisi de Bedir'de Ebû Süfyân'ın geldiğini haber alınca ne gibi tedbir alınacağı konusunda Ensar'la müşâvere etmiş; ayrıca Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye'de, Taif Seferinde, İfk hadisesinde, ezan konusunda olduğu gibi birçok mevzuda ashabıyla istişâre etmiştir. Hatta Ebû Hureyre, Rasûlullah'tan daha çok ashabıyla istişâre eden kimse görmediğini belirtmektedir.

- İdârecilerin, ümmetin durumunu ilgilendiren konularda istişârede bulunmasının hükmü konusunda ise farklı görüşler vardır.

"İş hususunda onlarla istişâre et." (Âl-i İmrân, 3/159)

ayetinin vücûb mu nedb (sünnet) mi ifade ettiği konusunda ulema ihtilâf etmişlerdir.

- İmam Nevevi’nin bildirdiğinde göre, alimlerin cumhurunun/fakihlerin ve usulcülerin kabul ettiği görüşe göre, ilgili ayetin emri, vücubu ifade etmektedir. Buna göre, idareci yanındaki yetkili kişilerle istişare eder, ancak daha sonra hangi görüşün daha yararlı olduğuna karar verir ve ona göre hareket eder. (Nevevi, a.y)

- İmam Şafiî ayetteki istişâre emrini nedb'e hamletmiş, ancak daha sonraki Şâfiî fukahası ayetin vücub ifade ettiği görüşünü benimsemişlerdir.(Râzî, Kurtubî, Ali İmran, 159. ayetin tefsiri)

- Mâlikîler dini konularda İslâm devletinin yönetimi ile ilgili mevzularda idarecilerin istişârede bulunmalarının vacip olduğu görüşündedirler. Hatta İbn Atiyye böyle bir durumda âlimlere danışmayan idarecinin azledilmesinin vacib olduğunu savunmuştur. (Kurtubî, İbn Aşur, Ali İmran:159. ayetin tefsiri)

- Bu konuda Hanefilere nisbet edilen bir görüş bulunmamakla birlikte, Hanefi alimlerinden Cessâs "İstişârenin iman ve namaz kılmakla birlikte ele alınması, konunun önemine ve bizim bununla emrolunduğumuza delâlet etmektedir." (Cessas, Ahkamu’l-Kur’an, Şûrâ:38. ayetinin tefsiri) şeklindeki sözünden, istişârenin vacip olduğu görüşünü benimsediğini anlıyoruz.

- Hanbeli alimlerinden İbn Teymiye’ye göre, Allah’ın istişareyi peygamberine emretmiş olması gösteriyor ki, hiçbir idareci istişareden muaf olamaz.(İbn Teymiyye, es-Siyâsetü'ş Şer'iyye-Mecmû'l-Fetâva içinde-Riyad 1381-86, 28/386-387)

- Alimlerin bildirdiğine göre, istişarede bulunan idareci, istişare heyetinde ortaya çıkan Kitap ve sünnete en yakın olan görüşü tercih eder. Şayet böyle bir kıyaslama imkânı bulmazsa, aklına göre en sağlam görüşü esas alır. “Bir kere azmettin mi artık Allah’a tevekkül et.” (Âl-i İmran, 3/159) mealindeki ayetin ifadesi bu gerçeğe işarettir.(bk. Kurtubî, İbn Aşur, a.y)

- Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, bir idareci işin ehli olan kimselerle belli konularda istişare etmek durumundadır. Şayet istişareden çıkan sonuç kitap ve sünnete uygun olduğuna dair bir kanaat oluşursa, idareci ona uymak zorundadır. Böyle bir münasebet görülmediği takdirde, çoğunluğun görüşüne bakmaksızın, kendisini tatmin eden herhangi bir grubun görüşlerini esas alabilir veya istişare heyetinin vardığı sonuçtan başka bir görüşü daha uygun görebilir. Yeter ki, karar alırken, nefsani arzularına, gayri meşru heva ve heveslerini değil de, gerçekten Allah’ın rızasını esas alsın ve ümmetin menfaatini ön planda tutmuş olsun.

Özetle, idareci meşru sebep göstererek, meşru bir ictihada dayanarak kendi görüşünü ve tercihini uygulama yetkisine sahip olmalıdır. Uygulama sonunda topluma zarar getirirse ve bu da tekerrür ederse yönetici usulüne göre görevden alınır.

27 İmanımızı, hayamızı nasıl güçlendiririz?

- İmanımızı, tahkiki imanla ve salih amellerle güçlendireceğiz. Allah’a olan imanımız arttıkça, ona karşı hayamız o nispette artmaya başlar.

Salih amellerin başında “bir saati bir sene ibadet hükmünde olan” tefekkür gelir. Tefekkürle Allah’ın bizi yoktan var ettiği, varlıkta durdurduğu, bin bir çeşit nimetleri bize ihsan ettiği, bundan sonra da cennet gibi ebedi bir saadet hayatını sırf merhametinden lütfedeceği ve benzeri milyonlarca nimeti düşünmek, Allah’ı sevmeye götürür. Bu sevgi ise, ona karşı bir haya duygusunun yeşermesine vesile olur. Çünkü, bu kadar iyiliklerine rağmen ona karşı gereken şükrü eda etmediğimizi düşündüğümüz zaman, ondan haya etmemek mümkün değildir.

- İşin başında marifetullah gelir. Allah’ı hakkıyla tanımak ise, ancak tahkiki imanla mümkün olur. Böyle iman olduğu zaman atomdan yıldızlara, böcekten file, çiçekten bahara her şeyde Allah’ın sonsuz rahmetinin izini, özünü yüzünü gömüş olacağız.

 Böyle bir tefekkür, sürekli bir huzuru / Allah’ın huzurunda olduğumuzu fark etme imkânını verir. Her zaman huzurunda olduğumuzu, onun her an bizi görmekte olduğunu düşündüğümüz o yüceler yücesi rabbimize karşı hakkıyla kulluk edemediğimizi, hatta isyan ettiğimizi düşündükçe ona karşı utanma ve haya duygumuz kabaracaktır.

- Tahkiki imanı elde etmenin en kolay bir yolu, özellikle bu asırda Risale-i Nur Külliyatı olduğuna yüz binlerce insan şahitlik etmektedir. Bu eserlerde tahkiki iman sayesinde her varlıkta, her yerde her zaman Allah’ın sonsuz rahmetinin, ihsanlarının, iyiliklerinin izlerini görmek mümkün olmaktadır.

“İnsan iyiliğin kulu-kölesidir.” kaidesi gereğince, Allah’ın bu iyiliklerini yakından temaşa eden bir insan, Allah’ı daha yakından tanımak ister ve her gün biraz daha okuyarak imanını pekiştirir. Bu imanın kuvvetlenmesi nispetinde de Rabb-ı rahimine karşı gereken görevlerinin hakkıyla yapmadığı için haya eder. Onun rahmetini incittiği, şefkatini müteessir ettiği, iyiliklerini unuttuğu için kusur işlediğini anlar ve utanmaya başlar.

“Haya duygusu imandandır.” (Buhari, İman, 16)

manasındaki hadis-i şerifin ifadesi çok açıktır. İmanın gücü nispetinde haya duygusu artar. 

- İman ile haya arasındaki ilişkiyi güzelce ortaya koyan hadislerden biri de şudur: Abdullah b. Mesud analtıyor:

"Resulullah (asm) 'Allah’tan gereği gibi haya edin.' diye buyurunca, biz: ‘Allah’a hamdolsun; biz Allah’tan hakkıyla haya ediyoruz.’ dedik. Bunun üzerine Resulullah (asm):

‘Öyle değil; Allah’tan gereği gibi hakkıyla haya etmek; başı ve onun barındırdığı (organları), karnı ve onun barındırdığı (iç organları Allah’â karşı isyandan) korumandır; ölüm ve faniliği -sık sık- hatırlamandır. Ve (şunu da unutmamak gerekir ki) ahiret yurdunu kazanmak isteyen kimse dünyanın zinetlerini terk eder... İşte kim bunları yaparsa Allah’tan hakkıyla, gereği gibi haya etmiş olur.” (Tirmizi, Kıyamet, 24)

- Bu hadisin verdiği dersin özeti şudur: Allah’a sağlam bir imanla bağlanmak, onun emir ve yasaklarından ibaret olan takvayı esas almak, iman ve salih amel işlemektir. Diğer bir ifadeyle: “Allah’tan gereği gibi, haya edin.” manasındaki hadisin ifadesi:

“Allah’tan gereği gibi korkun / karşı gelmekten sakının.” (Âl-i İmran, 3/102)

mealindeki ayette ifade edilen hakikatin aynısıdır. (bk. Tuhfetu’l-Ahvezî, 7/130)

28 Allah'ın haricinde mahlukatı sevmek, neden acı veriyor fikirlerinizi alabilir miyim?

Bizim bildiğimiz kadarıyla, İslam’da, Allah’ın dışında bütün sevmelerin acı verdiğine dair bir hüküm yoktur. Çünkü Allah hesabına sevilen şeylerin sevgisi de Allah’ı sevmek anlamına gelir.

Mesela:

a. İnsanların anne-babalarına karşı gösterdiği samimi saygı ve sevgi de Allah hesabına olur. Çünkü, anne-babyı şefkat ile teçhiz eden ve onların merhametli elleriyle evlatları terbiye ettiren ilahî hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine aittir. 

b. İnsanların  kendi evlatlarını, Rahim ve Kerim olan Allah’ın hediyeleri olduğu için büyük bir  şefkat ve merhamet ile onları sevmeleri ve onları himaye etmeleri, yine Hakk'a ait sevgiler listesindedir. 

c. Allah için peygamberler, evliayalar gibi bazı insanları dost ve ahbap edinmek, onlara içten saygı ve sevgi beslemek de netice itibariyle Allah’a aittir. Peygamberlere gösterilen saygı ve sevginin Allah’a ait sevgi ve saygıyı temsil ettiği açıktır. Diğer insanlara karşı gösterilen sevgi de -başka bir gayelarle değil- sadece sevdiği kimselerdeki iman ve salih amel cihetiyle ortaya çıkmış olduğu takdirde, bu gibi evliya ve salih kimseler Cenab-ı Hakk'ın dostları olduğu için; "El-hubbu fillah” (Allah için sevmek)" kaidesi gereğince o sevgi, o muhabbet dahi, Hakk'a aittir.

d. Keza, eşlerin birbirlerini sayıp sevmeleri, sadece dünyada değil, ebedi âlemde de hayat arkadaşları olduklarını düşünüp, onları Allah’ın bir ikramı ve hediyesi olarak görüp sevmeleri de sonuçta Allah’a olan sevgi listelerinde yerini alacaktır. (Bu konuda geniş malumat için bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, s.638-640).

Demek ki, dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sevmek gerekir. Mana-yı ismiyle sevmek yanlıştır. "Ne kadar güzel yapılmış." demek gerekir. "Ne kadar güzeldir." demek yanlıştır. Bir de kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan vermemek lazımdır.

“Çünki bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve ona mahsustur. İşte bütün ta'dad ettiğimiz muhabbetler, eğer bu suretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visaldir. Hem muhabbet-i İlahiyeyi ziyadeleştirir. Hem meşru bir muhabbettir. Hem ayn-ı lezzet bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.”(bk. Sözler, s. 640-).

Allah’ın hatırını saymayan, onu hesaba katmayan her sevgi Allah’ı dışlayan bir sevgidir. Böyle bir sevgi ise, lezzetten çok elem ve acı verir, mutluluk yerine sıkıntı verir. Çünkü, Kalbin batını, Allah’ı sevmek için yaratılmış, kalbin süveydası Allah’a sevdalı olmak için var edilmiştir. Allah için yaratılan bir cihazı ondan başkası için kullanmak, emanete hıyanet, gayr-ı meşru bir tavır ve bir yolsuzluk olduğu için arzu edilen lezzet ve mutluluk yerine, elem ve keder akıtan bir musluk hükmüne geçer. Baki-i hakiki olan Allah’ın sevgisini taşımak, onun aşkını yansıtmak, onun cemal ve celalinin sevdalısı olmak için yaratılan ve bu yönüyle bir Samed aynası olan Kalbin içindeki sevda mahallini, fani, geçici, değersiz, kıymetsiz şeylere açmak, onu onlarla meşgul etmek, acı ve kederlere davetiye çıkarmak anlamına gelir.

Çünki “zeval-i lezzet, elem olduğu gibi; zeval-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşk-nameleri olan manzum kitabları, şu tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryaddır. Her birinin, bütün divan-ı eş'arının ruhunu eğer sıksan, elemkârane birer feryad damlar.”(bk. Sözler, s. 215)

29 Hayatımızda olaylara hikmet nazarıyla mı bakmamız gerekir?

Hikmet, sebepler örgüsünden oluşan bir programın tezahürüdür. Bu sebepler zincirinin münasebetlerini bilmek, buna göre tedbir almak hikmetle hareket etmek anlamına gelir.

Ancak bir insanın olaylara bakış açısını dengeli ayarlaması için, biri tevhid akidesi, diğer sebepler dairesi penceresinden bakması gerekir. Sebepler dairesinde yaşayan insanlar olarak bunu göz ardı etmemiz mümkün değildir. Olumlu-olumsuz her bir olayın arkasında mevcut olan bir sebep zinciri olduğunda şüphe yoktur.

Bu sebepler şayet cansız, şuursuz türünden ise, işin sorumluluğunu biz üstelenebiliriz.

Ancak olayların iyi türden olması halinde bunları Allah’a vermek durumundayız. Çünkü iyiliklerin icadî noktaları çok olduğundan ve bizim bunlara müdahelemiz söz konusu olmadığından bunların Allah’tan bize birer lütuf olduğunu düşüneceğiz.

Şayet karşılaştığımız bu olaylar kötü ise, kötülükler genellikle adem / yokluk / bir şeyi güzelce yapmamaktan kaynaklandığı için, bunun sorumluluğunu kendimize almak durumundayız. “İyililerin Allah’tan kötülüklerin insanın kendi nefsinden olduğunu” belirten ayetin açıklamasının hakikati budur.

Yok eğer bu olaylar şuurlu insanlar tarafından yapılmışsa, bakacağız, bunlar iyi türden şeyler ise, bu durumda hayırlı şeylere vesile olmaları açısından onlar için dua etmemiz gerekir. Çünkü Allah o hayırlı işi o kişini eliyle bize ikram etti. Bu açıdan vesile olanı yok saymak doğru olmaz. Ancak asıl nimet sahibi Allah olduğundan esas teşekkürümüzü de Allah’a verecek ve ona şükredeceğiz.

Şayet insanlar tarafından yapılan olaylar olumsuz, kötü ise, bunun sorumluluğunun çoğunu  onlara vereceğiz. Her şeyde Kaderin de bir adaleti olduğunu düşünerek, böyle olaylarda kaderin de hissesini unutmayacağız. Kader elbette hâkimdir; onaylamadığı hiç bir şey olmaz. Ancak, insanların olumsuz işlerin sorumluluğunu yüklenecek bir donanıma sahip olarak yaratılması da bir kaderdir. Kader tarafından kendisine verilen özgür iradesini kullanarak yaptığı kötü işlerden sorumlu olması adaletin bir gereğidir.

Bütün bu gerçekler ışığında diyebiliriz ki, insanın bu dünya hayatında huzurlu bir yaşam sürdürebilmesi, onun Allah’ın sonsuz adalet, hikmet ve rahmetine iman etmesiyle doğru orantılıdır. Bunlar insanların yegâne teselli kaynağıdır.

Bu noktada Bediüzzaman Hazretlerinin su tespitlerine kulak vermemiz iyi olacaktır:

“(Biz her zaman hayattan) şekva değil, şükrettirecek rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmalıyız.” (Tarihçe-i Hayat, s. 240)

“Ben tahmin ediyorum ki: Bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında, selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur'un dairesine sadakatla girenlerdir. Çünki bunlar, Risale-i Nur'dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, her şeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, her şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede ettiklerinden kemal-i teslimiyet ve rıza ile rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azab çeksinler. İşte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, -hadsiz tecrübelerle- Risale-i Nur'un imanî ve Kur'anî derslerinde bulabilirler ve buluyorlar.” (Kastamonu Lahikası, s. 123)

30 İnsanın dinsiz yaşaması mümkün müdür?

Dinsiz insanların varlığı, insanın dinsiz yaşayabileceğini göstermektedir. Ancak bir toplum, toptan dinsiz kalmaya devam edemez.

Denilebilir ki, din duygusu, yani bütün varlıkların üstünde sonsuz bir güce sahip aşkın bir varlığa tapma duygusu insanların yaratılışında vardır. Bu  duygunun tesirinde kalmayan kimse yoktur. Bu sebepledir ki, gerçek mabudu bulmayanlar, yanlış mabutlar edinirler. Güneşe, aya, yıldıza, taşa, ağaca tapmaya başlarlar. Bu da bir nevi dindir.

“Baksana kendi heva ve hevesini ilah edinen, ilmi olduğu halde Allah’ın kendisini şaşırtıp, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözlerine de perde çektiği kimsenin haline! Hakkı görmemekte ve azgınlıkta ısrar etmesi sebebiyle Allah’ın şaşırttığı bu kimseyi kim yola getirebilir? Düşünmüyor musunuz?”(Casiye, 45/23)

mealindeki ayette, putçuluk ve başka yanlış din sahipleri gibi dinsizlerin de heva ve heveslerini ilah edindiklerini ve dolayısıyla bir nevi dinsizlik dinine sahip olduklarını göstermektedir.

İnsanın yeryüzünde var oluşundan beri, asırlardır süregelen yaşantısına bakıldığında onun hiçbir zaman dinsiz yaşamadığı görülecektir. Gerek antropoloji, gerekse psikoloji ve sosyoloji çalışmaları bu gerçeği ortaya koymuştur. İnsanlık tarihi araştırmalarında, mutlak manada dinsiz bir millet görülmemiştir; herhangi bir insan ırkı ve toplum incelendiğinde orada, basit ve batıl da olsa bir dine, bir ilâh fikrine rastlanmıştır.

Ruh ve beden gibi, maddî ve manevî unsurları bünyesinde barındıran insanoğlu, bir yandan maddî varlığının devamı için uğraşıp çabalarken, öte yandan rûhî gıdası olan inanç duygusunu tatmin gayesiyle, bazen gökteki güneşe, aya ve yıldızlara; bazen de yeryüzündeki ateşe, hayvanlara ve mukaddes tanıdığı bir takım varlıklara tapmıştır. Irkları, devirleri ve ülkeleri ayrı, birbirini tanımayan insanlarda görülen bu mutlak inanç birliği, din fikrinin genel, Allah inancının da fıtrî (doğuştan) olduğunu ispat etmiştir. (bk. AY, Mehmet Emin, Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Anlatalım, s. 13-14, Timaş Yayınları, İstanbul, 1994)

Kur’ân-ı Kerim’deki,

 “Her ümmetin bir peygamberi vardır.” (Yunus, 10/47)

âyeti toplumların dinsiz ve peygambersiz yaşayamayacağına işaret eder. Yine Hz. İbrahim (a.s.)’in yaratıcıyı arama ve bulmasını ifâde eden Kur’ân âyetleri de (bk. 6/76-79; 21/58-67; 26/70-82) insanların dine olan ihtiyacını ve fıtratındaki manevî duygularla Allah’ı tanıyabileceğini açıkça gösteriyor.

Din duygusunun vazgeçilmez bir hususiyet olduğunu görmüş olmalıdır ki, bir Yunan ahlâkçısı olan Plutargue şunları söylemektedir:

“Dünyayı dolaşınız, duvarsız, edebiyatsız, kanunsuz, servetsiz beldeler bulacaksınız; fakat mabetsiz, mabutsuz beldeler bulamayacaksınız.”

Buna göre, mabet ve ma’bûda bağlılık ihtiyacı, insanlığın yaratılışında mevcut ortak bir özellik arz etmektedir. (Mürsel, Safa,  Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi, s. 90- 91, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1980)

Toplumların dinsiz kalamayacağı hususuna dikkatimizi çeken Mehmet Akif Ersoy dinin sosyal yönden gereğinin şu mısralarında ifade eder:            

“Her cemaatten beş-on dinsiz zuhur eyler, bu hâl,
  Pek tabiîdir. Fakat ilhâdı bir kavmin pek muhal.
  Hangi millettir ki, efrâdında yoktur hiss-i din?
  En büyük akvâma bir bak, dîni her şeyden metîn.”
(Safahat, Üçüncü kitap, Hakkın Sesleri, s. 258, 9 Mayıs 1329)   

İnsan, mahiyetine bakıp düşündükçe başıboşluk içinde yaşayamayacağını idrak edecektir. En dinsiz insanlar bile dine sığınmaya mecburdur. Çünkü insan âciz olduğu için hadsiz düşman ve ihtiyacına cevap veren bir gücün himayesine sığınmaya muhtaçtır. Ayrıca kalbindeki ebediyet isteğini de tatmin etmek ister. İşte insanların bu arzularını tatmin eden yegâne kudret sahibi, Allah’dır.

31 Müslümanların antisosyal olduğu iddiasına ne dersiniz?

"Sosyal olmak"tan maksat; içe kapanmaktan kurtulmak, diğer insanlarla iç içe olmak, onların sevinç ve kederlerini paylaşmak gibi manalara gelir.

Eğer “Müslümanlar anti-sosyaldir” demekten maksat, "İslam dini onları anti-sosyal yapmış" demek ise, bu aslı astarı olmayan bir yalandır ve iftiradır. Çünkü evrensel, insanlığa açık, insanlara yardım etmeyi tavsiye eden ve hadis-i şerifte ifade edildiği gibi,

 “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.”(Hakim, 4/167),

“... İnsanların en hayırlısı başka insanlara en faydalı kimsedir...”(bk. Kenzu’l-Ummal, a.y.; el-Hakim et-Tirmizi, Nevadiru'l-Usul, 1293 baskısı, s. 325),

"İnsanlar arasına karışıp da onların eziyetlerine sabreden mümin, insanlara karışmayan ve eziyetlerine sabretmeyen kimseden daha hayır­lıdır."

şeklinde yüzlerce evrensel ve sosyal prensibi vazeden İslam dini için anti-sosyal demek mümkün değildir.

Eğer, anti-sosyaldan maksat bugünkü Müslümanlar ise, bunun iki yönü vardır:

Birincisi: “Müslüman ülkeler bu günkü İnsanlık camiasında fazla rol oynayamıyorlar, fazla bir kıymet-i harbiyeleri yoktur, kimse onları dinlemiyor...” şeklinde bir mütalaadır ki, bunun haklı tarafı olduğu ortadadır: Bu da Osmanlı devletinin ve İslam hilafetinin sahneden çıkmasından sonraki bir durumdur. Müslümanlar, tarih boyunca İslam dinine sahip çıktıkları sürece dünyada en başrol oynamışlardır.

İkincisi: Müslümanların fertler olarak anti-sosyal olmalarını söyleyen görüştür. Bu konu insanların bireysel durumlarıyla ilgilidir. Sadece müslümanlar değil, her insan topluluğunda anti sosyal kimseler olduğu gibi, müslümanlar arasından bunlar çıkabilir.

Bir şey daha var ki, bazı kimseler bu söz ile Müslümanların çağdaş dedikleri değerlere sahip olmadıklarını kastedenler... Yani, Müslümanlar, içki içmez, kumar oynamaz, fuhuş yapmaz vs... Böyle sonu hüsran ve cehennem olan bir çağdaşlık ve sosyalleşmekten Allah’a sığınırız...

32 Eşyalara ve çiçeklere yüklenen anlamlara inanmak batıl bir inanış mı? Bazı çiçeklerin saflığı, bazılarının ise güveni ifade ettiği söyleniyor ve bunun gibi birçok şey için yakıştırma yapılıyor...

Saf ve nezih İslâm inancı, fal, kehanet, uğursuzluk gibi hertürlü hurafe ve boş âdetlerden uzaktır. Hiçbir faydası olmayan, aksine, Müslümanların sağlam itikadlarına zarar veren, kişinin hak ve hakikate olan bağlılığını zedeleyen inançlar hiçbir şekilde müsamaha ile karşılanmaz, onların yayılmasına göz yumulmaz.

İslâm nuru doğmadan önce bilhassa Araplar arasında o kadar hurafe ve mânâsız inançlar kol gezmekteydi ki, insanlar en ciddî ve hayatî meselelerini bile uydurdukları şeylere göre tanzim ederlerdi. Meselâ Cahiliye devrinde Araplar kuşları ve geyikleri ürkütürler, hayvan sağ tarafa giderse işlerine güçlerine veya yollarına devam ederler, sol tarafa giderse yapacakları şeyden dönerler, uğursuzluk yorumunda bulunurlardı. Böylece, yapacakları birçok işten geri kalırlardı. İşte böyle şaşkın bir millet içinde çıkan Resul-i Ekrem Efendimiz, Araplar tarafından “nass” gibi kabul edilen hertürlü boş ve mânâsız alışkanlık ve inançlarla mücadele etti, insanları onlardan vazgeçirmeye çalıştı. Bir hadis-i şerifte Efendimiz (a.s.m.),

“Hastalığının bir başkasına (Allah’ın takdiri olmaksızın) geçmesi, uğursuzluk, baykuş (un ötmesi), karındaki yılan diye bir şey yoktur.”1

buyurarak, o zamanlar yaygın halde bulunan yanlış inançların asıl ve esaslarının olmadığını bildirdiler. Yine Cahiliye Arapları baykuşun, ölünün ruhundan meydana geldiğine, insanın karnında bir yılanın bulunduğuna ve acıkınca insanı öldürdüğüne inanırlardı. İşte, hadis-i şerifte bunların bir mânâ ve tesirinin bulunmadığı, bir zarar ve menfaatinin de olmadığı bildirilmektedir.

Ayrıca bu uğursuzluk görüşü ne ilimle, ne de akıl ve gerçekle bağdaşmaz. Sadece kişinin bazı zaaflarına mağlûp olmasından ve o zaafın arkasından sürüklenerek vehmini doğrulamak için bahane aramasından ibarettir. Çünkü bir şeyi uğursuz saymakta belâyı beklemek vardır. Meselâ bacasına baykuş konan adam başına bir belâ geleceği zannına kapılır ve onu bekler. Burada ilâhî rahmetten ümidi kesme olduğu gibi, kadere imanın zayıflığı da ortaya çıkmaktadır.

Bir şeyi uğursuz sayarak ondan fayda ve zarar beklemek doğru değildir. Zira her türlü fayda ve zarar ancak Allah’ın takdiriyle meydana gelmektedir. Her memlekette ve her bölgede halk tarafından farklı ve değişik şeyler uğursuzluk alâmeti sayılmaktadır. Meselâ köpeğin ulumasını, merkebin anırmasını, geceleri baykuşun ötmesini uğursuz sayan yerler olduğu gibi, bazı günler temizlik yapmayı, tırnak kesmeyi ve çamaşır yıkamayı uğursuz gören bölgeler de vardır. Bunlar da hadiste zikredilen hususlara benzemektedir. Aslı astarı olmayan inançlardır. Bu lüzümsuz inançları hoş karşılamayan Peygamberimiz (a.s.m.),

“İslâmda teşeüm yoktur, en hayırlısı tefeüldür.”2

buyurarak teşeümün, yani bazı şeyin uğursuzluğuna inanmanın mânâsızlığını ifade ederken, uygun ve müsbet olanı da bildirmektedir. Ebû Hüreyre’den (r.a.) gelen bir rivayete göre,

“Peygamber (a.s.m.) güzel tefeülden hoşlanır, bir şeyi uğursuz saymaktan hoşlanmazdı.”3

“Tefeül” bir şeyi hayra yormak mânâsına gelmektedir. Tefeülün misâlini Peygamberimiz (a.s.m.)'de görmemiz mümkündür. Nitekim Hudeybiye sulhünde müşrikler, Müslümanları zor durumda bırakmışlardı. O sırada müşrikler tarafından anlaşma için Süheyl İbni Amr’ın başkanlığında bir heyetin gelmekte olduğu duyulunca, Resul-i Ekrem kolaylık ve yumuşaklık ifade eden “Süheyl” adıyla tefeül ederek ashabına “Artık işimiz kolaylaştı.” buyurmuştur.4

Yolculuğa çıkan bir kimsenin, yolda “Salim” diye birisinin çağırıldığını duyduğunda, bunu yolculuğunun selâmetle geçeceğine yorması, hasta bir kişinin doktora giderken yolda “Salim” isminin çağrıldığını duyarak bunu hastalıktan kurtulacağına tevil etmesi birer tefeüldür.

Rusullullahın (a.s.m.) tefeülü sevmesi, netice itibarıyla Allah Teâlâ'dan bir hayır ve fayda ummayı gösterdiği içindir. Çünkü insanın kuvvetli ve zayıf bir sebepten dolayı Allah’tan bir fayda beklemesi hayırdır. Fakat Allah’tan tamamıyla ümidini keserse, bu kendisi için şer olur.

Çiçeklere güzel anlamlar yükleyerek tefeülde bulunmak caizdir. Ancak bu yakıştırmaları dinin bir gereği gibi görmek veya mutlak bir hüküm gibi kabul etmek doğru değildir ve batıl bir inanıştır. İnsanın bir işin hayır veya şer olup olmadığını, menfaat veya zararını kestiremediği, yapıp yapmamada tereddüt ettiği meselelerde, bazı şeyleri uğursuz sayarak ona göre hareket etmek yerine istişarede bulunması, ehil kimselerin görüşünü alması tavsiye edilmiştir. Ayrıca hadiste geçen istihare namaz ve duâsına başvurabileceği de söylenmiştir. Böylece müşkül durumlarda istihare ruha ferahlık veren ilâhî bir çaredir.

Dipnotlar:

1. Müslim, Selâm: 102; Buharî, Tıb: 19.
2. Buharî, Tıb: 43.
3. İbni Mâce, Tıb: 43.
4. Tecrid Tercemesi, XII/93.

33 Doğuştan ayağında altı parmak olan kimse, altıncı parmağı aldırabilir mi?

Bu parmak, yaratılıştan (normal) olan bir parmak değil, üstelik rahatsız da eder. Bu sebeple alınmasında sakınca yoktur.

34 Zıt görüşlü insanların bir arada yaşaması imkansız mıdır; çözüm yolları nelerdir?

Farklı düşünen insanların bir arada yaşaması imkânsız değildir. Aksine tarih boyunca her ülkede farklı görüşlere sahip insanlar bir arada yaşamışlardır. Ancak şu da bir gerçektir ki, insanların bir kısmının, diğerlerinin görüşlerini hazmetmeyip onları da kendi görüşlerine zorladıkları zamanlar olmuştur. Orta Çağ'da değişik Hristiyan mezhepleri arasında yaşanan kavgaların asıl sebebi bu hazımsızlıktır.

Bu konuda çok şey söylenebilir. Ancak biz, bu konuda faydalı olduğuna inandığımız birkaç noktayı maddeler halinde özetleyeceğiz.

a) İman kardeşliği her şeyin üstündedir. Hiçbir kusur imanın özgül ağırlığını ortadan kaldıramaz. İmanın verdiği kardeşlik gerçeğine uygun olarak toleranslı davranmak zorunluluğu vardır.

b) Bir şehir hükmüne gelmiş bugünkü dünyada dindar-dinsiz, farklı görüşlere bağlı insanların bir arada yaşamaları çok daha fazla zorunlu hale gelmiştir. Müminlerle iman kardeşliği çerçevesinde samimiyetle omuz omuza verdiğimiz gibi, Müslüman olmayan kimselerle de insanlık kardeşliği çerçevesinde yaşamak durumundayız.

Hafız Şirazi’nin şu düsturu arz edilen iki maddenin özeti gibidir.

“İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârane muaşeret ve düşmanlarına sulhkârane muamele etmektir." (bk. Nursi, Mektubat, s. 267)

Bu düsturdan hareketle diyebiliriz ki, dünya ve ahiretin mutluluğu şu iki prensibi uygulamaktadır:

- Ehl-i iman olan kardeşlerimizle imanın gereği olarak her türlü müsamaha ve toleransı göstereceğiz. Onun yanlışlarını tahakkümle değil, yumuşak bir üslupla incitmeden düzeltmeye çalışacağız.

- Müslüman olmayan arkadaşlarımızı da insanlık ailesinin bir ferdi olarak görüp yaklaşacağız. Onu idare edeceğiz. Lüzumsuz yere damarına basmayacağız. Kör birine kör demediğimiz gibi, dinsiz birine de dinsiz demeyeceğiz. Ortak noktaları bulup müşterekler üzerinden sohbet etmeye gayret edeceğiz. İhtilaf noktaları değil, ittifak noktaları sohbet malzemesi yapacağız.

c) İslam’da insanların birçok yönden hakkı ve hukuku kabul edilmiştir. İslam-İman hakkı, insanlık hakkı, akrabalık hakkı, komşuluk hakkı, arkadaşlık hakkı gibi... Bunlardan bazı vasıflar olmasa da geri kalan vasıfların hakkını vermek gerekir.

d) Bir gerçeğin ispatı, birçok haksızlığın yerleşmesine sebep olacaksa, o gerçeği orada dillendirmemek esastır.

“Her dediğin doğru olmalı, ama her doğruyu söylemek doğru değildir.” kuralı çok önemlidir.

e) “Hakta ittifak, ehakta ihtilaf olduğundan; bazen hak, ehaktan ehaktır; hasen, ahsenden ahsendir.” (Mektubat, s. 475) Yani, eğer hak ve güzel olan bir konuda ittifak olup da daha fazla hak ve daha fazla güzel olan konuda ihtilaf olursa, hak ve güzel ile yetinmelidir. Çünkü ittifakı sağlayan az güzel, ihtilafı doğuran çok güzelden daha güzeldir.

f) “Herkes kendi mesleğine 'Hüve hak' demeli, 'Hüve-l hak' dememeli. Veyahut 'Hüve hasen' demeli, 'Hüve-l hasen' dememeli.” (bk. Mektubat, a.y). Yani, herkes bir delili, dayanağı varsa, kendi görüşünün hak ve doğru olduğunu söyleme hakkına sahiptir. Ancak hiç kimsenin “Tek haklı görüş yalnız benim görüşümdür, diğer görüşler yanlıştır. Veya yegâne güzel görüş yalnız benim ortaya koyduğum görüştür; geriye kalan görüşler oldukça çirkindir.” demeye hakkı yoktur.

g) Her yanlış ve batıl olan bir düşünce sisteminde birer dane-i hakikat mevcuttur. Bunun da hususi bir kullanım alanı vardır. Örneğin, Sosyalizmin insanların emeğine; Liberalizmin insanların özgürlüğüne ağırlık vermesi, bir dane-i hakikattır. (krş. Sözler, 710) Yine, Yahudi ve Hristiyanların Allah’ın varlığına, evrenin yaratıcısı olduğuna, prensip olarak ahiretin varlığına inanmaları, Müslümanlar gibi daha önceki peygamberlere iman etmeleri önemli hakikat daneleridir. Hristiyanların Müslümanlara karşı daha sempatik, daha sevecen durmaları (bk. Maide, 5/82) da önemli bir dane-i hakikattir.

Bu sebeple, arkadaşlarımızla konuşurken, onların -bizce yanlış olan- görüşleri arasında böyle bir hakikat noktasını bulmak ve bu ortak paydada buluşmak, hak ve hakikatin anlaşılmasına zemin hazırlama adına büyük önem arz etmektedir.

h) Gerçekleri anlatırken, yapılan mücadeleyi güzel bir zemine oturtmak için şu noktalara dikkat etmek gerekir:

- Dersimize iyi çalışıp konumuza hakim olmak. Delilsiz konuşmamak. Karşı tarafın sadece yanlışları üzerinde yoğunlaşmayıp doğrularını da görme alışkanlığını kazanmak.

- “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256) mealindeki ayette ifade edilen gerçeği zihin dünyamıza iyice nakşetmek.

- “İçlerinden zulmedenleri bir yana, Ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur.” (Ankebut, 29/46) mealindeki ayette verilen dersi iyice hazmetmek. Özellikle Kur’an’daki “Ehl-i kitab” kavramının “mektep ehli” kavramını da içine aldığını düşünerek, okul arkadaşlarımıza bu zaviyeden hitap etmek.

- “Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!” (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 57) düsturunu kalbimizin bir köşesinde saklamalı ve yeri gelince onu sözlü ve fiili olarak kullanmalıyız. Mütevazi ve toleranslı bir tutumu, güzel ahlakımızla İslamiyetin nezaketini sergilediğimiz zaman, arkadaşlarımız tarafından bir cazibe merkezi haline gelebiliriz.

35 Bu hayata gelme nedenimiz tam olarak nedir?

Hayata gelme nedenimiz Allah’ı tanımak, ona kulluk etmektir. Zariyat suresinin 56. ayeti bunu göstermektedir.

İnsan kompleks bir varlıktır. Allah’ı tanıması ve ona kulluk etmesi için kendisine tevdi edilen pek çok donanımıyla hakiki insan olma yolunda iman ilmiyle küfür cehaletini, ahlak ilmiyle nefsin cehaletini gidermekle görevlidir.

Bu görevler arasında, nefsin terbiyesi olduğu gibi, aklın ve kalbin terbiyesi de vardır. Çünkü insan bütün donanımlarıyla insandır.

İlave bilgi için tıklayınız:

İnsan niçin yaratılmıştır? Allah'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı vardır?

36 O kadar nimet varken neden İslamiyet'te ekmek çok önemlidir?

"Ekmek", genel olarak insanlar için temel besin kaynağı olmasından dolayı ayrı bir değer atfedilmiştir. Bu nedenle kültürümüzde "nân-ı aziz, âb-ı leziz" sözü yaygındır.

Ayrıca ekmeğe saygı gösterilmesi konusunda rivayet vardır:

"Ekmeğe hürmet ediniz. Ona hürmet edene Allah da ikramda bulunur." (Taberani, Mu'cemul Kebir, 22/335; Heysemi, Mecmu'u'z-Zevaid, 5/34)

Zayıf bir rivayete göre, Peygamber Efendimiz (asm), (bir defasında) eve girdiğinde, yere atılmış bir ekmek parçası gördü. Onu yerden alıp sildikten sonra yedi ve “Ey Ayşe! Değerli olan şeye saygı göster. Çünkü ekmek parçası hangi topluluktan/kavimden nefret etmiş/kaçmış ise, kat’iyyen bir daha onlara dönmemiştir.” dedi. (İbn Mace, Et'ime, 52)

Hz. Peygamber (asm)'in, ekmeğin israf edilip ve gereken saygıyı görmemesi halinde ekonomik sıkıntı çekileceğine işaret ettiğini görmekteyiz.

37 Dindar bir insanın hayatı nasıl olmalıdır?

Cevap 1:

Bir Müslüman olarak, hayatımızın bütün alanlarında iki şeye dikkat etmeliyiz:

1. Allah’ın kainatta koyduğu kurallar uymak.

Buna tekvini kanunlar, kevni şeriat denilmektedir. Yapılacak işin insana düşen görev ve sorumluluklardır.

2. Allah’ın dinde koyduğu kurallara uymak.

Buna da teşrii kanunlar denilmektedir. Yapılacak işin haram, mekruh, sünnet, vacip ve farz gibi dini krallarına uymaktır.

Bu iki temel kurala uymanın adı sabırdır. Allah sabredenlerle beraberdir.

Kul olarak bize düşen görev, bu iki kuralı hakkıyla yerine getirdikten sonra, sonucu Allah’tan beklemek, yani tevekkül etmektir.

Tevekkülden sonra Allah’ın verdiğine razı olmaktır. Buna en büyük makamlardan biri olan rıza makamı nedir. Allah’ın verdiğine veya vermediğine razı olmak ve bundan kesinlikle memnun kalmaktır.

Zira, Allah hakimdir, asla abes iş yapmaz; rahimdir, merhameti sonsuzdur, kullarının hayrına olanı verir. Çünkü Allah, bu kuralları yerine getiren kişiye dilerse istediği şeyi verir, dilerse daha hayırlısını verir, dilerse günahlarına kefaret eder, dilerse de ahirette, ebedi alemde verir.

Demek ki O ne yaparsa hayırdır, hikmettir, rahmettir.

Bundan sonra, ümitsizliğe kapılmadan, yeni bir şevk ve heyecanla, Allah’ın kainatta ve dinde koyduğu kurallara uygun olarak yeniden o işi yapmaya devam etmeliyiz. Buna himmet de denilebilir. Sanki ilk defa yapıyor gibi, birçok defa yaptığı bir işi, yeni yapıyor gibi yapmaktır.

Demek ki bir Müslümanın -helal ve meşru olmak şartıyla- ne yaptığı değil, nasıl yaptığı önemlidir.

Cevap 2:

Peygamberler, insanların içinden seçilip gönderilmiştir. Böylece onlara hayatın bütün alanlarında örnek ve nümune olsunlar.

Zira, şu muhteşem kainat sarayının sahip ve mutasarrıfı, bu kainatı yarattıktan sonra onun mahiyetini kavrayacak ve o saraya davet edilen misafirlere rehberlik edecek birini göndermesi, elbette hakkın, hakikatin ve aklın gereğidir.

Allah, peygamber olarak gönderdiği bu örnek ve nümune insanda, hayatın bütün alanlarıyla ilgili razı olduğu şeyleri canlı olarak sergilemiş ve diğer kullarının da ona uymasını istemiştir:

“De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmran, 3/31)

Allah'ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği son elçisi Hz. Muhammed (asm), peygamber sıfatıyla ilahî mesajı aktarmakla kalmamış, aynı zamanda bir beşer, eğitimci, aile reisi, hâkim, kumandan, devlet başkanı, aile reisi, olarak bu mesajı hayatına yansıtmış ve örnek bir kişilik sergilemiştir.

Demek ki, bir Müslümanın hayat örneği, rol modeli, rehberi ve önderi Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselamdır. Onun bu kutlu modeli ise onun hayatıdır, yani genel bir ifade ile onun sünnetidir.

Sünnet, geniş anlamıyla, Peygamberimiz (asm)'in yaptığı her şeyi içine alır; onun hayatı ve Kur'an'ın canlı hali demektir.

Bu geniş anlama göre sünneti bölümlere ayırmak gerekecektir:

Farz olanları: Allah’ın mutlaka yapmamızı veya terk etmemizi istediği her şeydir. Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi şekilde uygulayıp örnek olan Peygamberimiz (asm)'dir. Biz de ona uymak suretiyle en üst seviyede Peygamberimize (asm) uymuş oluruz. Namaz kılmak, oruç tutmak, zina etmemek, haram yememek gibi.

Vacip olanlar: Dinimizin vacipleri. Mesela gece namazını üç rekat olarak kılmak vaciptir.

Nafile olanlar: İbadetleri yaparken farz ve vaciplerin dışındaki yaptığımız şeylerdir. Mesela namaz kılarken Kur’an'dan bazı süreleri okumak farz, ama sübhaneke duasını okumak nafiledir.

Adab olanlar: Bunlara da edeb diyoruz. Yemek yerken, yatarken, camiye, tuvalete girip çıkarken, vb.. günlük işlerimizi yaparken Peygamberimize (asm) uyarsak, o işi adabına uygun yapmış oluruz.

Demek ki sünneti farz, vacip, nafile ve adap diye ayırabiliriz. Sünnetin en yükseği ve en faziletlisi bu sıraya göredir. Bunu bir insanın vücudu gibi düşünebiliriz. İnsanın yaşaması için gerekli organları vardır. Beyin, kalp, kafa vs...

Özetlersek, farz ve vacip kısımlar mutlaka yapılması gereken sünnetlerdir. Nafile ve adap kısımlar ise yaparsak çok sevabı var.

Demek ki, bir Müslüman hayatın bütün alanlarını dindar olarak geçirebilir ve müslümanca, Peygamberce yaşayabilir.

38 İmtihan, yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimiz için mi yoksa yeterliliğimizi ölçmek için mi yapılır?

- İmtihan, insanların yetenekleri ve yeterliliklerinin ortaya çıkması içindir. Allah sonsuz ezeli ilmiyle elbette kimin nasıl bir performans ortaya koyacağını bilmektedir. Ancak ilim sıfatı sonuca zorunlu bir istikamet çizmez. Çünkü ilim sıfatının yaptırım gücü yoktur. İlim kudret gibi değildir.

Bu sebeple Allah’ın her şeyi önceden bilmesi, kimin netice itibariyle cennete veya cehenneme gideceğini bilmesi, insanın özgür iradesini bloke etmek anlamına gelmez.

- İmtihanda ön görülen husus, insanların fıtratlarına ekilmiş istidat ve kabiliyetlerini geliştirmek ve olgunlaştırmaya yöneliktir. Bu olgunlaşma da ancak ciddi bir imtihanla tahakkuk eder. İslam dininde (ve diğer hak olan semavi dinlerde) ki imtihanın sırrı, insanın özgür iradesiyle kendisine gösterilen iki yoldan birini tercih etmesi, doğru veya yanlış bir çizgide gitmesine zemin hazırlamaktır.

- Sanıldığı gibi, insanların kabiliyetleri kendiliğinden olgunlaşmaz ve sadece bir peygamberin (örneğin Hz. İsa’nın) yaratılmasıyla da gelişmez. Hz. İsa’nın varlığı, insanlığın olgunlaşması için yeterli bir argüman olarak kullananların özellikle bir şeyi bilmediklerini göstermektedir. O da şudur:

Eğer insanlığın kurtuluşu, sadece Hz. İsa’nın Allah tarafından yaratılması hususu olsaydı, bütün insanların aynı şekilde olgunlaşması gerekirdi. Çünkü, Hz. İsa’nın yaratılması hususu her insana aynı uzaklıktadır veya aynı yakınlıktadır.

Halbuki, bizzat Hz. İsa’ya iman eden Hristiyanların büyük bir kısmının dinden uzak bir hayat yaşamları, tarih boyunca birbirlerini öldürmeleri bu varsayımın bir hayalden ibaret olduğunun göstergesidir.

- “Dünya aciz bir Tanrı'nın sınav alanı değil, çocuklarının yetişmesini bekleyen bir Tanrı'nın ekim ve biçim alanıdır.'' ifadesi çok cahilcedir.

Çünkü: Bu harika kâinat, Allah’ın sonsuz kudret sahibi olduğunun göstergesidir.

Çünkü: Kur’an’da Allah kendisini bize onlarca defa “her şeye kadir” olduğunu anlatmaktadır.

Çünkü: İnsanların bir kısmının sınıfta kalması, öğretmenin acizliğini değil, adaletini gösterir. İnsanların bir kısmının kabiliyetlerini inkişaf ettirmemeleri -haşa- Allah’ın acizliğini değil, imtihana tabi olan herkese adil bir zemin hazırladığının alametidir.

“(Resûlüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” (Yunus, 10/99),

Biz dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat, 'Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım.' diye benden kesin söz çıkmıştır.” (Secde, 32/ 13)

mealindeki ayetler, ilahî imtihanın âdil sırrının göstergesi ve Allah’ın aciz olmadığının delilidir.

39 Nefsi ve iradeyi bize veren Allah, verdiği nefis ve iradenin miktarına göre mi hesaba çekecek?

- Allah nefis ve iradeyi bize vermiş, bununla bizi imtihan etmektedir. Nefsin, kör hissiyatın kötü istekleri yanında; kalbin, vicdanın iyi istekleri vardır. Akıl bu iki isteğin hangisinin iyi hangisinin kötü olduğunu belirleme kapasitesine sahiptir.

İmtihanın gereği olan bu seçim kavşağında, insan özgür iradesiyle bir tarafı tercih edecektir. Böylece imtihanı kaybedecek veya kazanacaktır.

Elbette Allah insanın gücünün üstünde bir yükümlülük insana yüklemez. Emir ve yasakların hepsi insanın gücü dahilinde yapılabilir veya sakınılabilir. (bk. Bakara, 2/285-286)

- “Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar.” sözü ne bir ayet ne de bir hadistir. Halk arasında dolaşan bir sözdür.

Bununla beraber bu sözün manası hakiki değil, mecazidir. Yani gerçekten “biri yer biri bakarsa, kıyametin kopacağını” ifade etmez. Bilakis, âdil paylaşımın olmaması, zenginlerin fakirlerin yardımına koşmaması, kıyametin kopmasına sebep olmak gibi bir kötülüktür.

Ayrıca, zenginlerin fakirlerin yardımına koşmaması, insanlık camiasında manevi bir kıyametin kopmasına sebep olur. Bu da zenginlerle fakirlerin, işçilerle patronların, “ezenlerle ezilenler”in arasında meydana gelen maddi ve manevi kıyametlerin kopması anlamına gelir.

Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri bu konuya ışık tutmaktadır:

“... bütün ihtilalat-ı beşeriyenin madeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir:

"Birinci kelime: Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne."

"İkinci kelime: Sen çalış, ben yiyeyim."

"...Şimdi birinci kelime, havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevketmiştir. İkinci kelime, avamı kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selbettiği gibi; şu asırda sa'y, sermaye ile mübareze neticesi herkesçe malûm olan Avrupa hâdisat-ı azîmesi meydana geldi. İşte medeniyet, bütün cem'iyat-ı hayriye ile ve ahlâkî mektebleriyle ve şedid inzibat ve nizamatıyla, beşerin o iki tabakasını musalaha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müdhiş yarasını tedavi edememiştir(Fransız ihtilali, ı. ve ıı. dünya savaşlarındaki kıymaetlerin kopmasının sebebi bu iki kelimedir; ki biri yerken diğeri bakmıştır). Kur'an, birinci kelimeyi esasından "vücub-u zekat" ile kal'eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını "hurmet-i riba" ile kal'edip tedavi eder. Evet, âyet-i Kur'aniye âlem kapısında durup ribaya yasaktır der. "Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız" diyerek insanlara ferman eder. Şakirdlerine "Girmeyiniz" emreder.” (bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, s. 408-409)

- Dünya imtihanın malzemesi sadece fakirlik-zenginlik değildir. Binlerce imtihan çeşidi vardır, fakirlik-zenginlik de bunlardan biridir ve tabii ki önemli biridir. Şunu unutmayalım ki, Allah sonsuz ilim, adalet ve hikmetiyle abes iş yapmaz, haksız bir imtihan açmaz. Zengin şükürle, fakir sabırla mükelleftir. Ancak zenginlikle şımarmamak için de sabır gerekir. Kazandığı malından fakirlere verirken de sabırlı olması gerekir.

Demek ki fakirlik yanında zenginlik de önemli bir sıkıntının kaynağı olabilir. “Hasta olan oğlunun bu durumda olmamasına karşılık bütün servetini vermeye hazır olduğunu” söyleyen nice zenginler vardır. Demek ki hiçbir servet, sağlıkla, hayatla ölçülemez.

Fakirlikten / açlıktan ölen olmaz. Çünkü ölmeyecek kadar rızık Allah’ın taahhüdü altındadır. Her zenginin her fakirden daha mutlu olduğunu kimse iddia edemez. Öyleyse bu imtihanlardan birinin haksız olduğunu söylemek ne dinen ne de aklen mümkündür.

Unutmayalım ki, cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değildir. Nice kimseler fakirlik imtihanından ötürü cennete gitmeye, nice zenginler de cehenneme girmeye adaydır. Küfre ve dalalete sürükleyen fakirlikten, azgınlığa ve nankörlüğe götüren zenginlikten Allah’a sığınırız..

- Hayrın da şerrin de yaratıcısı Allah’tır. Ancak şerri yaratmak şer değildir. Çünkü:

a) Şer olan bir şey insanlar tarafından işlenmiş ve Allah da onu yaratmışsa, bunun sorumluluğu insana aittir.

b) Bütün kâinatta hayır asıldır. Şer ise bu hayırların daha iyi bilinmesi için serpiştirilmiş durumdadır. Çünkü, “Her şey ancak zıddıyla bilinir.” kuralına göre, sağlığın takdir edilmesi için hastalık; zenginliğin şükürle mukabele görmesi için fakirlik; huzur ve barışın lezzetinin anlaşılması için huzursuzluk ve kavgaların olması gerekir.

Bir hayrın anlaşılmasına yardımcı olan bir şer de dolaylı olarak hayır demektir.

c) Dünya bir imtihan meydanı olduğu için, her tarafında hayırlı işleri beklemek yanlıştır. Çünkü, kaybetmenin olmadığı bir imtihan, imtihan değildir.

Bu sebeple hayır gibi şerrin de varlığı imtihanın gereğidir. Zira, cennet hayrın sonucu olduğu gibi, cehennem de şerrin sonucudur.

Kaldı ki biz neyin hayır neyin kötü olduğunu bilemeyiz.

“Hoşlanmasanız da savaş size farz kılındı. Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz.”(Bakara, 2/216)

mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

40 Peygamberimiz, sürekli sabit bir yerde kalmayın, hicret edin demiş midir?

"Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır." sözü, bir atasözüdür.

Hadis kaynaklarında, "Sürekli sabit bir yerde kalmayın, hicret edin." anlamında bir bilgiye rastlayamadık.

Kelime olarak, “Terketmek, ayrılmak, ilgisini kesmek” anlamına gelen hecr (hicrân) masdarından isim olan hicret “kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisânen veya kalben ayrılıp uzaklaşması” demektir. Ancak kelime daha çok “bir yerin terkedilerek başka bir yere göç edilmesi” anlamında kullanılır.

Terim olarak genelde gayri müslim ülkeden (dârülharp) İslâm ülkesine göç etmeyi, özelde ise Hz. Peygamber (asm)’in ve Mekkeli Müslümanların Medine’ye göçünü ifade eder.

Medine’ye göç eden Müslümanlara muhâcir, Resûl-i Ekrem’e ve muhâcirlere yardım eden Medineli Müslümanlara da ensâr unvanı verilmiştir. Bir hadiste,

“Muhacir Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahları terkeden kimsedir.”(Buhârî, Îmân, 4)

denilmekte , başka bir hadiste de hicretin “kötü şeyleri terketmek” anlamına geldiği belirtilmektedir. (Müsned, IV, 114)

Hicretin ahlâk ve zühd ile ilgisine işaret eden âyet ve hadisleri dikkate alan bazı alimler, bu kavramı;

- "Haramları terkedip kötülüklerden uzaklaşmak”,

- “Nefsi terbiye etmek maksadıyla yolculuğa çıkmak”

- “Kalben ve zihnen halkı terketmek” anlamında kullanmıştır. (bk. Reşîdüddîn-i Meybüdî, Keşfü’l-esrâr, Tahran 1344 hş., I, 58)

41 Enam 54. ayete göre, oturan mı selam vermeli?

“Selâmı aranızda yayınız.” (Müslim, Îman, 93)

hadis-i şerifi gereğince, müminler birbirlerine selâm verirler.

"Şüphesiz ki, Allah katında insanların en iyisi, önce selâm verendir." (Ebû Davûd, Edeb, 133),

hadis-i şerifne göre de selâmı ilk veren daha çok sevap kazanır.

 "Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selam verin veya aynıyla karşılık verin..." (Nisa, 4/86)

ayetine göre de kendisine selâm verilen kişi selâma mukabele etmek zorundadır.

Buna göre, selam vermek sünnet, verilen selamı almak için farzdır.

Bu hususta genel kural budur. Hûd Sûresi 69. Âyet ve benzeri ayetler bunu açıkça anlatmaktadır:

"Elçilerimiz (melekler) İbrahim'e müjde getirdiler ve 'Sana selam olsun.' dediler." (Hûd, 11/69. Ayrıca örnekler için bk. Meryem, 19/15, 33, 47; Taha, 20/47; Kasas, 28/55; Saffat, 37/79, 109, 120, 130, 181)

En’am Sûresi 54. Âyette geçen “selâmun aleyküm” ifadesi, müminlerin birbirlerine rastlaştıklarında vermeleri gereken selâmlardan değildir. Bu âyetteki selâm, yine Zümer Sûresi 73. Âyetinde “Rablerine karşı gelmekten sakınanlar bölük bölük cennete götürülürler. Oraya varıp da kapıları açıldığında, bekçileri onlara 'Selâm size, hoş geldiniz! Temelli olarak buraya girin.' derler.” şeklinde bildirilen anlamda bir selam ifadesidir.

Bir hususta muhataba açıklama yapılacağı zaman, o açıklamaya muhatap olan kişiye karşı dua ve hüsnü niyaz niyeti ile başlamak demek olan selâm ifadesidir.

Bu selâm ifadesi, arkasından gelecek olan açıklamayı destekleyici ve açıklamada bulunan kişinin muhatabı hakkında iyi niyet taşıdığını göstermesi açısından önem arz etmektedir.

İİlgili ayetin meali şöyledir::

"Ayetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman de ki: Selam sizlere... Rabbiniz kendi üzerine (şu) rahmeti yazdı: İçinizden kim bilmeyerek bir fenalık yapıp da sonra arkasından tövbe etmiş ve durumunu düzeltmiş ise, şüphesiz ki O, çok mağfiret eden, çok merhametli olandır." (En'âm, 6/54)

Her ne kadar --İbn Atıyye'nin kaydettiği gibi (III, 296)- müfessirlerin çoğunluğu ayetin ilk cümlesindeki "inananlardan" maksadın bilhassa Hz. Peygamber'in yanındaki yoksul Müslümanlar olduğunu söylemişlerse de aynı müfessire göre âyet, herhangi bir zümre kastetmeksizin bütün Müslümanları içermektedir.

Yüce Allah'ın, daha önce bilerek veya bilmeyerek bazı kötülükler işledikleri halde, sonradan tövbe edip inanç ve yaşayışlarını düzeltenlere merhamet edeceğini bu şekilde kesin bir ifadeyle vaad etmesi, O'nun iyi kulları için eşsiz bir lütuf ve keremidir.

Ayrıca burada, ilâhî rahmete mazhar olabilmek için yalnızca tövbe edip hakka ve hayra yönelmenin şart koşulduğu, dolayısıyla insanların makam, servet, cinsiyet veya milliyet gibi durumlarına bakılmayacağı, böylece İslâm'ın -kelimenin en doğru anlamıyla- adaletçi ve eşitlikçi bir din olduğuna işaret edildiği görülmektedir.

Bu sual vesilesi ile, selâmın çok önem taşıyan bir başka yönü ortaya çıkmış olmaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Selam..

42 Gayrimüslim ve kölelerin şahitliği neden geçersizdir?

Hayır, asla bir haksızlık değildir. Tam aksine, şahitlikte aranan şartlar, hakkı korumak, adaleti gerçekleştirmek ve şaibe altında kalmadan hüküm vermek içindir. Örneğin, evladın babası lehine, babanın da evladı lehine şahitliği de kabul edilmemiştir. Bu bir haksızlık değil, diğerinin hakkını korumaktır.

Yine, görme ve konuşma özürlü olanların şahitliği de aynı gerekçelerle kabul edilmemiştir.

Şahitte bulunması gereken şartlar konusunda İslâm hukuk mezhepleri temel noktalarda görüş birliği içinde olmakla birlikte şartların gruplandırılması konusunda aralarında fark bulunduğu gibi bazı mezhepler bir kısım şartlar öne sürmüşlerdir.

Bazı mezheplerde şahitlik edecek kişide aranan şartlar biri tahammül, diğeri eda aşamasında olmak üzere iki grupta ele alınsa da bu ayırım açık değildir. Bu konuda öngörülen şartlar değerlendirildiğinde bunların bir kısmının olaya gerektiği şekilde şahit olunduğundan emin olunmasına, bir kısmının şahitliğin mahkemede sağlıklı biçimde yerine getirilmesine yönelik olduğu, diğer bir kısmının ise şahitliğin sosyal bir görev ve yetki diye görülmesi sebebiyle toplumsal statülerin dikkate alınması ihtiyacından kaynaklandığı söylenebilir.

Fakihlerin şahitte aradıkları şartları şu şekilde özetlemek mümkündür:

1. Teklif.

Kişinin şahitliğe ehil olması için ilk şart, dinî-hukukî yükümlülüklere muhatap olacak yaşa ve aklî olgunluğa erişmiş olmasıdır. Bunun için de kişinin akıl sağlığı yerinde olup bulûğ yaşına erişmesi gerekir. Ancak bulûğ şahitliği yüklenmenin değil şahitliği eda etmenin şartıdır. Şahitliği yüklenebilmek için temyiz yaşında bulunmak yeterlidir. Temyiz yaşına gelmemiş çocukla akıl sağlığı yerinde olmayan kişinin şahitliği yüklenmesi düşünülemez.

Mükellefiyet yaşına ulaşmış olma şartının tek istisnası, kendi aralarında cereyan eden yaralamalarda çocukların şahitliğinin Mâlikîler ve bir görüşe göre Hanbelîler tarafından belli şartlarla kabul edilmesidir. Bu şartlar arasında çocukların şahitliğin anlamını bilmeleri, hür olmaları ve olay yerinden dağılmamış olmaları gibi hususlar yer alır.

2. Hürriyet.

Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî mezheplerine göre hürriyet şahitlik ehliyetinin temel şartlarındandır.

Hanefîler, Müslüman kölenin Müslümanlık yönünden güvenilir olması sebebiyle esasında şahitliğe ehil olduğunu söyleseler de şahitlik bir tür yetki ve üstünlük (velâyet) şeklinde değerlendirildiği, kölenin ise velâyeti ve toplumda saygınlık içeren bir statüsü bulunmadığı için şahitliğine itibar edilmediğini belirtmişlerdir.

Kölenin şahitliğini kabul etmeyen diğer mezheplerde de velâyet vurgusu olmakla birlikte, onlar kölenin şahitliğinin reddini mürûet (bk. 5. Madde) yokluğuna bağlamışlardır.

Hanbelîler ile Ebû Sevr ve Dâvûd ez-Zâhirî gibi âlimlerce benimsenen görüşe göre ise kölenin şahitliği hadler dışında geçerlidir.

İbn Hazm kölenin şahitliğinin her konuda geçerli olması gerektiğini savunmuştur. (el-Muhallâ, IX, 412-415; Kâsânî, VI, 267, 271; İbn Kudâme, XIV, 185-186)

Özetle,  köle efendisinin tesiri altında olduğu gibi, velâyet hakkı da yoktur. (Bu, şüphesiz köleliğin sürdüğü çağlar için geçerli bir kuraldır.)

3. İslâm.

Klasik doktrinde Müslüman olmayan için velâyet statüsü tanınmadığından, Müslüman olmayanın Müslüman hakkında şahitlik yapması mümkün görülmez. Özellikle hürriyet ve İslâm şartları şahitliğin yargı meclisine özgü olmasının bir sonucudur.

Hanefîler’e göre gayri müslimlerin birbirleri hakkındaki şahitlikleri ise dinlerine bakılmaksızın kabul edilir. Sıhhati tartışmalı olmakla birlikte bir rivayette Hz. Peygamber (asm)’in Ehl-i kitabın birbirleri hakkındaki şahitliklerini kabul ettiği belirtilmektedir. (Ebû Dâvûd, Hudûd, 25; İbn Mâce, Ahkâm, 33)

Burada dikkat çekilecek bir farklılık, Müslüman ülke vatandaşı olmayan gayri müslimin, Müslüman ülke vatandaşı gayri müslim hakkında şahitlik yapamayacağının kabul edilmesidir.

Şâfiî ve Mâlikî mezheplerinde şahitliğin kabul edilmesinin bir saygınlık göstergesi sayıldığı anlayışı bu konuda da etkili olmuş ve gayri müslimin şahitliğinin hiçbir surette kabul edilmeyeceği belirtilmiştir.

Hanbelîler de bu görüşü benimsemekle birlikte onlar yolculuk sırasında bir Müslümanın yapacağı vasiyete gayri müslimin şahit olabileceğini kabul etmişlerdir. Bu konuda Hanbelîler yolculukta vefat etmek üzere olan kişinin vasiyetine şahit tutmasıyla ilgili ayetteki, “Sizden iki adalet sahibi kişi ya da sizden olmayan iki kişi şahitlik etsin.” ifadesine (Mâide, 5/106) ve ayetin nüzûl sebebiyle ilgili hadise (Ebû Dâvûd, Akzıye, 19) dayanmaktadır.

Ayrıca bazı Hanbelîler zaruret durumunda gayri müslimin şahitliğine başvurulabileceğini kabul etmişlerdir.

4. Adalet.

Mezheplerin ittifakla aradığı adalet şartı, daha çok ilgili ayetlerde şahitler için “kendilerinden razı olduğunuz” ve “adalet sahibi” nitelendirmelerinin yapılmış olmasıyla (Bakara, 2/282; Mâide, 5/106; Talâk, 65/2) temellendirilir.

Ayrıca emanete hıyanet edenin ve zina fiilini işleyenin şahitliğinin kabul edilmeyeceğini bildiren hadis (Ebû Dâvûd, Akzıye, 16) vb. deliller de bu konudaki değerlendirmelerin dayanakları arasında yer alır.

Büyük günahlardan kaçınma, farzları eda etme ve iyilikleri kötülüklerinden fazla olma gibi ölçülerin adalet tanımlarında etkili olduğu görülür. (Kâsânî, VI, 268)

Adalet şartlarını taşımayan kişiye fâsık denilmektedir. Kişinin böyle nitelendirilip şahitliğinin reddine sebep olan fiil ve hallerle ilgili açıklamalar, kişinin dini fazla önemsemediği ve dine bağlılığının zayıf olduğu izlenimini veren tutumlar şeklinde özetlenebilirse de (Meselâ bk. Melîbârî, Fetĥu’l-muîn, Bulak 1312, s. 136) bazı ayrıntılarda farklı yaklaşımlar bulunmaktadır.

Şâfiîler fâsığın şahitliğini hiçbir durumda kabul etmez. Bu konudaki temel gerekçe şahitliğin bir tür değer ve saygınlık göstergesi olarak algılanmasıdır.

Hanefîler, adalet şartında ısrar etmekle birlikte genel olarak velâyete ehil olduğu gerekçesiyle fâsığın bazı durumlarda şahitlik yapmasını câiz görürler.

Hangi suç ve günahı işlemiş olursa olsun tövbe ettikten sonra kişinin şahitliği kabul edilir. Hanefîler zina iftirası suçundan dolayı cezalandırılmış kimseyi bu kuralın dışında tutar; çünkü onlara göre bu kişinin şahitliğinin kabul edilmemesi ona uygulanması gereken had cezasının bir parçasıdır. Bu görüşü benimsemelerinde ilgili âyeti (Nûr, 24/4) anlama tarzı yanında muhtemelen işlenen suçun şahitlikle hiçbir şekilde bağdaşmayacağı düşüncesi de etkili olmuştur.

Fâsıklığın yaygınlaşıp adalet şartına sahip şahitlerin bulunmaması durumunda hakların zayi olmaması için hâkimin zarurete binaen mevcutlar arasında nisbeten daha iyi olanların şahitliğine başvurabileceği şeklinde bazı Mâlikîler’ce öne sürülen görüşün, Ezraî ve Ahmed b. Abdullah el-Gazzî gibi birçok Şâfiî fakihi tarafından kabul edildiği belirtilir. (Melîbârî, a.y.)

Kâsânî, bu konuda çok katı davranmanın doğru olmayacağına dikkat çekmek için bir defa yalan söyleyenin şahitliğinin kabul edilmemesi halinde şahitlik kapısının kapanacağını söyler. (Bedâi, VI, 269, 270-271)

Bu açıdan birçok fıkıh âlimi, şahitlik yapabilmek için hiç günah işlememiş olmak gibi bir şartın bulunmadığını belirtme ihtiyacı duymuştur.

Adalet dinin buyruklarına uygun yaşama durumunu nitelemekle birlikte bu şartın da sonuçta kişinin yalan şahitlikte bulunmamasını sağlama düşüncesine dayandığı görülür.

Şâfiî fakihleri, şahitliğin kabul edilmesini doğru sözlülük üzerinde temellendirip bir kimsenin doğru sözlülüğünün ancak adaletle bilinebileceğini, çünkü masum olmayan bir kimsenin haberinin doğru da yanlış da olabileceğini, adaletin o kişinin doğru sözlü olduğu ihtimalini güçlendiren unsur sayılacağını ifade etmektedir.

Hanefîler de şahitliğin kabulünün doğruyu söyleme temeline dayandığını kabul ederler; ancak onlar doğruyu söylemenin sadece adalet vasfına bağlanmasına karşı çıkarlar, çünkü yalan söylemekten kaçınan fâsıklar da vardır. Bu sebeple Hanefîler, doğruyu söyleme ihtimalini güçlendiren durum olarak Müslümanlığı öncelikli görmektedirler. Kâsânî’ye göre Hanefîler’le Şâfiîler arasında fâsığın şahitliğinin kabulü konusunda cereyan eden tartışma, hâkimin hakkında gerekli soruşturmayı yapıp doğru söyleyeceğine kanaat getirdiği fâsıkla ilgilidir; aksi takdirde fâsığın şahitliğiyle hüküm vermek ittifakla câiz değildir. (Bedai, VI, 270)

Ehl-i hevâ veya bid‘atçı diye adlandırılan kimselerin küfrü gerektiren bir iş işlemiş olmamaları kaydıyla şahitliklerinin kabul edileceği Hanefî ve Şâfiî mezheplerinde açıkça belirtilir.

Ancak bazıları ayrıca taassup içinde bulunmama, bid‘atlarının propagandasını ve ahlâksızlık yapmama gibi şartlar ileri sürerler.

Bid‘at ehlinin şahitliğini kabul edenler, hasımları aleyhine yalanı câiz görme gibi inançları bulunduğu gerekçesiyle Hattâbiyye fırkasını bundan istisna etmişler ve şahitlikleri kabul edilmemiştir.

Sahâbe hakkında tahkir edici söz ve tutumlarıyla bilinenlerin de şahitliğinin kabul edilmeyeceği yaygın şekilde dile getirilen bir husustur.

Belli şartlarla olsa bile bid‘at ehlinin şahitliğinin kabul edilmesine tamamen karşı çıkan âlimler de vardır. (Bedai, VI, 269; Melîbârî, s. 137; el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 468)

Adalet niteliği bakımından şahitlerin gerçek durumlarının araştırılmasının (tezkiye) gerekli olup olmadığı tartışılmış, Ebû Hanîfe hadler ve kısas dışındaki haklar konusunda dıştan görünen adaleti yeterli görürken Ebû Yûsuf ve Muhammed tezkiyeyi şart koşmuştur.

Hasmın şahidin adaletine itiraz etmesi durumunda, had ve kısas davalarında hasmın itirazına gerek olmaksızın zâhir adaletle yetinilmeyip hâkimin şahitleri soruşturması gerektiği hususunda Hanefî mezhebinde görüş birliği vardır.

5. Mürûet.

“İnsana yaraşır davranış sahibi olma” şeklinde tanımlanabilecek bu kavramın, şahitlik konularında ağırlıklı bir yere sahip bulunduğu görülür. Ancak mürûetin adalet kapsamında mı yoksa ondan ayrı bir şart mı sayıldığı hususunda görüş birliği bulunmamaktadır.

Fıkıh eserlerinde mürûete aykırı davranışlar geniş bir örnek listesi halinde açıklanmaya çalışılsa da (İbn Kudâme, XIV, 152-153; el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 468-469) bu kavramın özünü, toplum nazarında düşüklük ve hafiflik diye algılanan şeylerden uzak durma ve genel âdâba uygun davranma anlamı oluşturur. Mürûet, bunun yanında kişinin kendi bireysel durumuna ve toplumsal konumuna yakışmayan işlerden uzak durmasını da ifade eder.

Bu şart mürûeti bulunmayanın utanma duygusunu yitirmiş olacağı, böyle kimsenin dilediğini söyleyebileceği varsayımına dayanır.

Mürûete aykırı davranışların zaman, mekân ve toplumun algısına bağlı olarak değişip değişmeyeceği tartışılsa da sokakta herkesin gözü önünde bir şey yiyip içme örneğinde olduğu gibi örfe dayalı olanların izâfîliği, eşlerin cinsel ilişkilerini başkalarına anlatması örneğinde olduğu gibi ahlâk ilkelerine aykırı bulunanların değişken sayılamayacağı açıktır.

Güvercinle oynama örneğinde olduğu gibi mürûete aykırı sayılan bazı davranışların özel gerekçelerinin bulunduğuna dikkat edilmelidir. Meselâ İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, bunun haram olmadığına ve mekruh sayılmasının gerekçesine dair iki farklı yaklaşım bulunduğunu belirtir. (Nihâyetü’l-matlab, XIX, 21)

Hanefîler ise güvercin uçurmayı mürûeti değil adaleti zedeleyen hususlar arasında değerlendirir. Bu konuda Kâsânî’nin açıkladığı iki gerekçeden biri güvercin uçurmanın insanların özel hayatlarına muttali olmaya yol açabileceği, diğeri ise bunun namaz ve diğer ibadetlerden alıkoyabileceği endişesidir. (Bedâi, VI, 269)

Bazı mesleklerin mürûete aykırı sayılmasında bizzat mesleğin kötü görülmesinin değil bunlarda temizliğe gereğince riayet edememe, namazı geciktirme, haram kazanca bulaşma veya haram fiile iştirak etme ihtimalinin güçlü olması gibi gerekçelerin etkili olduğu söylenebilir.

Mürûete aykırı davranışların değişkenliği konusunda fıkıh kitaplarında açık bir ifadeye rastlanmasa da mürûetin çerçevesinin büyük ölçüde örfe ve zamanın toplumsal telakkisine bağlı olarak çizildiğini gösteren ifadeler vardır.

Dolayısıyla zaman içerisinde bir davranışın vaktiyle mürûete aykırı görülürken sonradan telakkilerin değişmesiyle onun da değişebildiği ve mürûetin tanım itibariyle aynı kalsa da içerik itibariyle değişken olduğu söylenebilir.

6. Töhmetin Bulunmaması.

Şahitliğin dayandığı temel kabullerden / varsayımlardan biri de şahitliğin Allah için olmasıdır. (Talâk, 65/2)

Şahitliği sebebiyle kendisine yarar sağlayan kimse, şahitliği Allah için değil kendisi için yapmış olur. Hz. Peygamber (asm) de aralarında husumet bulunan kişilerin birbirlerinin aleyhine şahitliğini ve bir ev halkının yardımıyla geçinen kişinin o ev halkı lehine şahitliğini reddetmiştir. (Ebû Dâvûd, Akzıye, 16)

Şahitliğin Allah için olma özelliğiyle çelişeceği ve hakkı ortaya çıkarma işlevine şâibe düşüreceği endişesiyle İslâm hukukçuları şahidin töhmetten uzak bulunması şartını getirmişlerdir. Bir kimse için töhmet endişesi, hakkında şahitlik ettiği kişiyle kan bağı ve sosyal-hukukî ilişkileri bulunması sebebiyle olabileceği gibi doğrudan kendisinin bazı nitelikleriyle de ilişkili olabilir.

Töhmet endişesi doğurduğu düşünülen başlıca hususlar şunlardır:

- Şahidin şahitlik sebebiyle kendine bir yarar sağlaması, önemli ölçüde dikkatsiz ve dalgın olması, kendisi hakkındaki bir utancı giderme çabası içinde bulunması, hisbe davaları dışında mahkemeye çağrılmadan şahitlik etmek istemesi, şahitlik konusunda çok istekli davranması, şahitle taraflardan biri arasında usul-fürû ilişkisi veya düşmanlık bulunması.

- Bir yerde gizlenip bir ikrara şahit olan kimsenin şahitliğinin (şehâdetü’l-muhtebi’, şehâdetü’l-istiğfâl) kabul edilip edilmeyeceği konusunda değişik görüşler bulunmakla birlikte, çoğunluğa göre bu tür şahitlik kul hakları konusunda kabul edilebilir, ancak hadler konusunda kabul edilmez.

7. Şahitlik Lafzının Kullanılması.

Hanefîler’e göre şahidin, “Şahitlik ediyorum.” demesi şahitliğin rüknüdür; yemin lafızlarından sayılan bu sözün söylenmemesi yalan söyleme ihtimalini akla getirebilir.

Bu kadar vurgulu ifade edilmemekle birlikte Şâfiî mezhebinde de şehâdet lafzının gerekliliği kabul edilmiştir.

Diğer mezheplerde şahitlik etmenin özel bir lafızla olması şartı aranmaz.

Bu şartlar dışında şahidin âmâ ve dilsiz olmaması, şahitlik konusunu hatırlıyor olması, şahitliğin dava konusuna uygun olması ve şahitlerin ifadelerinin gerek lafız gerekse içerik bakımından birbiriyle çelişmemesi gibi hususlar da bazı tartışmalarla birlikte zikredilmiştir.

Had suçlarının ispatında şahitlerin açık lafızlarla şahitlik yapmaları şart koşulmuş, kinayeli lafızların kabul edilmeyeceği belirtilmiştir.

Öte yandan recm cezasını zorlaştırmaya yönelik bir hüküm olarak zina suçu şahitlerinin infaz sırasında hazır bulunup bizzat infaza katılmaları Hanefî mezhebince şart koşulmuştur; Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde ise bu kesin değil tavsiye düzeyinde bir taleptir.

43 İslam’ın uygulamada sorunları mı var?

a) İman edenler bilirler ki, Kur’an Allah’ın kelamıdır. Allah’ın kelamında noksanlık ve kusurun olmadığını idrak etmek de imanın gereğidir.

b) Burada İslamın kusurları, “hangi eksikliktendir?” sorusunun bir tek cevabı vardır: “Bu eksikler ya -haşa yüz bin defa haşa- Allah’a aittir. Yahut da insanlara aittir.” Birinci şık muhal olduğuna göre, ikinci şıkkı kabul etmek aklın gereğidir.

c) İnsanlar bir imtihana tabi tutulmuş ve kendilerine sorular sorulmuştur. Bu soruların asıl kaynağı Kur’an ve onun hakiki bir tefsiri olan nebevi sünnettir.

İmtihan sorularının kaynağı olan Kur’an ve sünnette bazı soruların kolay, bazılarının zor, bazılarının çok zor olması, imtihanın olmazsa olmaz şartıdır. Çünkü, insanlar bu imtihana göre cennete terakki edecekleri gibi, cehenneme de alçalacaklardır.

Ayrıca cennette farklı dereceler, cehennemde de farklı çukurlar ve derekeler vardır. Mükâtlar farklı olduğu gibi, cezalar da farklıdır. Bu farklılık, imtihana girmiş insanların gösterdiği başarının veya başarısızlığın boyutunu gösterdiği için olması gereken bir adalet ölçüsüdür.

d) Bir çekirdekten bir ağaca kadar, bir kıvılcımdan tutun ta bir güneş ve aya kadar olan mesafede ne kadar farklı dereceler varsa, imtihana tabi tutulmuş insanların başarı veya başarısızlıkları arasında da bu kadar dereceler vardır.

Bunun bir sonucu olarak, basit bir kâfirin yanında, Nemrut, Firavun, Ebu Cehil gibi inkârcılar da münasip yerlerini almışlardır.

Keza, alelade vasat müminlerin yanında, İmam Gazali, İmam Rabbani, Bediüzzaman gibi müminler de başarılı olmuşlardır.

Elbette bu başarılar gibi başarısızlıklar da oldukça farklıdır ve hak ettikleri de çeşit çeşittir.

e) İşte bu ve benzeri sebeplerden ötürü Kur’an’da, manası zor anlaşılan müteşabih ayetler ve farklı yorumlara açık ifadeler yer almıştır. Bu farklı anlayış  ve yorumlar, farklı düşünce ve zihniyetlerin ortaya çıkmasını netice vermiştir. Bu farklı zihniyetlerde de farklı tutum ve davranış biçimleri ortaya çıkmıştır.

Bunlardan sırat-ı müstakimde yürüyen cadde-i kübra sahipleri Ehl-i sünnet olarak bilinir.

Şüphesiz bu büyük Ehl-i sünnet cemaati içinde de farklı düşünceler vardır. Ancak, prensip olarak hadiste ifade edilen “Ümmetim dalalette birleşmez.” hükmü bunlara bakar. Bu çizginin dışına çıkanlar hem dünya hem ahiret konusunda kusurlara ve zararlara sebebiyet vermişlerdir.

“Beraberindeki müminlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud, 11/112)

mealindeki ayetin zırhına bürünenler hem Hakka hem halka güzelce hizmet etmişler. Bu kalenin dışında kalanlar ise, nefs-i emmareye, insi ve cinni şeytanlara yem olmuşlardır.

f) Müslümanları değerlendirirken, adalet ölçüsünü kaçırmamak büyük önem arz etmektedir. Bu ölçülerden bazıları şöyle sırlanabilir:

Birincisi: İslam tarihi boyunca yapılan bazı hataları yan yana getirip bakıldığında, bin beş yüz yıllık bir tarihin tamamen öyle kötü imiş gibi bir imaj ortaya çıkar. Bu ise, tamamen cerbeze ve demagojidir. Üstad'ın belirttiği gibi, bir adamın yıllarca attığı tükürüğünü bir anda atılmış gibi tasvir edilirse, adam içinde boğulur.

İkincisi: Yine Risale-i Nur'da ifade edildiği gibi, Allah kıyamet günü mutlak adaleti dağıtırken, insanların iyi tarafıyla kötü tarafını değerlendirir. Şayet çok az bir farkla iyilik tarafı ağır gelirse, Allah katında o kişi iyi kabul edilir.

İslam tarihi bu ölçüye göre değerlendirildiğinde Müslümanların diğer insanlardan, İslam aleminin de diğer ülkelerden çok üstün ve daha faziletli olduğu görülecektir. Aslında,

 Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz. İyiliği teşvik eder, kötülükten sakındırır, Allah'a hakkıyla iman edersiniz.” (Al-i İmran, 3/110)

mealindeki ayette İslam ümmetinin diğerlerinden daha hayırlı olduğu Allah tarafından bildirilmiştir. Bunun aksini iddia etmek, bu ve benzeri ayetlerin manasını incitmek anlamına gelir.

Üçüncüsü: Din düşmanlarının bir kısım tarihi olayları çarpıtarak ve yanlış yorumlayarak tarih kaynaklarına yazmışlardır. Bunların bu art niyetli ve de sinsi yorumlarına göre bu olaylara bakmak, büyük bir hatadır. İlk hilafet meselesi, Cemel ve Sıffin vakları bunlardan birkaçıdır.

İslam ümmetinin başsız kalmaması için gösterile çabaları “makam-mevki kavgası” gibi göstermek ön yargılı bir yaklaşım, yanlış bir yorum ve büyük bir iftiradır.

Keza bir içtihadın sonucu olan Cemel vakasını “Hz. Ali ile Hz. Aişe arasında eskiden beri var olan bir husumetin sonucu” gibi göstermek art niyetli değilse, büyük bir cehalet ve ahmaklığın eseridir.  

Keza, Sıffin olayını yalnız “saltanat kavgası” olarak görmek, Abdullah b. Sebe gibi Yahudi kökenli kimselerin de içinde bulunduğu bir fitne fesat şebekesini, göz ardı etmek ciddi bir hatadır.

Dördüncüsü: “Hiçbir suçlu başaksının suçunu yüklenmez.” (En'am, 6/164; İsra, 17/15; Fatır, 35/18; Zümer, 39/7) mealindeki ayetin hükmü gereğince, bazı fertlerin hataları yüzünden onların bağlı oldukları mezheplerini ve cemaatlerini de suçlu saymak büyük bir zulümdür.

 İslam aleminde bir kısım yöneticilerin hatalarını bütün yöneticilere teşmil etmek, yahut insan olarak bazı insanların yaptığı kusurları bütün Müslümanlara mal etmek, yerden göğe haksızlıktır.

- Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki ifadelerinde fert olarak bir durum değerlendirilmesi olduğu gibi, İslam tarihi boyunca topyekun bir İslam aleminin durumunu değerlendirirken uyulması gereken ölçüleri de barındırmaktadır:

“İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir müminin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mümine adavet ederler.

Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde amal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler.

Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazen bir tek hasene ile çok seyyiatını örter.

Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir.

Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır.(bk. Lem'alar, s. 88)

44 Müslümanın iki bayramı vardır, hadisine rağmen, cuma gününün bayram sayılmasının sebebi nedir?

Medine’ye hicret ettikten sonra, bura sakinlerinin İran’dan alınma Nevruz ve Mihricân bayramlarını kutladıklarını gören Hz. Peygamber (asm),

“Allah sizin için o iki günü daha hayırlı iki günle, Kurban ve Ramazan bayramlarıyla değiştirmiştir.” (Müsned, III, 103, 235, 250; Ebû Dâvûd, Salât, 245; Nesâî, Salâtü’l-îdeyn, 1)

mealindeki hadisiyle İran menşeli bu iki bayramın kutlanmasını yasaklamıştır.

Burada "iki bayram" denilmesi, başka bayram olmadığı anlamında değildir. Mecusilerden alınan iki bayram yerine, Allah’ın Müslümanlara iki bayramı ihsan ettiğinin açıklanmasıdır.

Bu nedenle, bu iki bayramın dışında cuma gününün de Müslümanlar için haftalık bir bayram olduğunu belirtmek gerekir. Bir hadiste cuma günü için

“Şüphesiz bu, Allah’ın Müslümanlara tahsis ettiği bir bayram günüdür. Cumaya gelecek kimse yıkanmalı, varsa güzel koku sürünmelidir; ayrıca misvak kullanmanızı da tavsiye ederim.” (İbn Mâce, İkametü’s-salât, 83) denilmiştir.

Çeşitli hadislerden anlaşıldığına göre cuma, haftalık ibadet günü olarak daha önce Yahudi ve Hristiyanlar için tayin ve takdir edilmiş, fakat onlar bu konuda ihtilâfa düşerek Yahudiler cumartesiyi, Hristiyanlar pazarı haftalık toplantı ve ibadet günü olarak benimsemişler, Allah da cuma gününü Müslümanlara nasip etmiş, onları bu konuda hakka ulaşmaya muvaffak kılmıştır. (Müslim, Cuma, 19-23)

Böylece İslâm’da haftalık toplu ibadet günü olarak cuma seçilmiş, bu günün bir bayram olduğu birçok rivayette açıkça belirtilmiştir. (Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 243; İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 369)

Hz. Peygamber (asm),

“Güneşin doğduğu en hayırlı gün cumadır; Âdem o gün yaratılmış, o gün cennete girmiş ve o gün cennetten çıkarılmıştır; kıyamet de cuma günü kopacaktır.” (Müslim, Cuma, 18)

sözüyle, bu günün özelliğini dile getirmiştir. Allah’ın cennette cuma gününe tekabül eden ve “yevmü’l-mezîd” denilen günde kullarına kendisini ziyaret fırsatı vereceğini, bunun için onlara tecelli edeceğini bildirmiş (İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-meâd I, 369-372, 408-410), başka bir hadiste de bu günde yapılan duaların kabul edileceği bir anın (icâbet saati) bulunduğunu haber vermiştir. (Hâkim, el-Müstedrek, I, 279)

Cuma günü gerekli temizliği yaptıktan sonra camiye gidip hutbe dinleyen ve namazı kılan kimsenin o gün ile daha önceki cuma arasında işlemiş olduğu günahların affedileceği belirtilmiş (Buhârî, Cuma, 6, 19; Müslim, Cuma, 26), bu günü önemsemeden üç cuma namazını terkeden kimsenin kalbinin mühürleneceği bildirilmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 204)

Cahiliyye Araplarının yaptıkları bayramlar, İslam'ın yıkmaya ve değiştirmeye çalıştığı putperestlik kökenli Cahiliyye kültüründen izler taşıyordu, İslam inkılabının yerleşmesi için bu izlerin silinmesi gerekiyordu, bu yüzden Peygamberimiz (asm) onları değiştirdi, Müslümanların dini inanç, tasavvur ve hayatları bakımından anlamlı olan iki bayramı meşru kıldı.

Ancak, Câhiliyye'den izler taşımayan, aksine bütün peygamberlerin ortak dini olan İslam'ın geçmiş devirlerdeki uygulamasını yansıtan, güzel hatıraları canlandıran ibadet, âdet ve merasimleri ise kaldırmadı, onlara uymakta sakınca değil, tevhîd sürecini vurgulamak bakımından fayda gördü. Örneğin, Allah Resûlü (asm) Medîne'ye geldiğinde Yahûdîlerin Aşûrâ günü oruç tuttuklarını gördü, bu konuda bilgi istedi, Hz. Mûsâ ve kavminin Firavun belasından kurtuldukları gün olduğunu, onu anmak için oruç tuttuklarını öğrendi ve "Biz Mûsâ'ya sizden (Yahûdîlerden) daha yakınız." diyerek, Müslümanların da aynı gün oruç tutmalarını istedi. (Müslim, Sıyâm, 127 vd.)