Ben yıllardır Rabbimle konuşuyorum diyen kim?
- "İnsanlar kendileriyle konuştuğumu zannediyorlar oysa ben yıllardır Rabbimle konuşuyorum" sözü kime ait?
- Böyle veya buna benzer bir söz görmüştüm, bu söz kime aittir; ne denmek istenmiş?
Değerli kardeşimiz,
Öncelikle ifade edelim ki, sorudaki bu ifade her an, her durumda her hâl ve tavırda, hayatın her şeyinde, Allah’ın huzurunda olduğunun farkında olduğunu ifade etmektir. Ancak yanlış anlaşılmaya da uygun olan bu ifade yerine, “Ben yıllardır Rabbimin huzurunda olma bilinciyle onun güzel isimlerinin tecellileriyle konuşuyorum.” demek daha uygun olur.
Soruda geçen ifade Ebu’l-Hasan Harakani’ye nispet edilir:
“Otuz yıldır yüzümü şu halka çevirip konuşuyorum ve halk kendileriyle konuştuğumu sanıyor. Oysa ben Hak ile konuşuyorum. Bir sözle bile halka hıyanet etmedim (onlara kesinlikle yanlış bir dinî bilgi vermedim). Zahirde de batında da (iç dünyamda da) hep Hak ileydim. Şayet Muhammed (asm) şu kapıdan içeri girecek olsa, benim şu konuşmayı kesip susmam gerekmez! (Çünkü ben zaten onun yolundayım ve hep onun anlattığı şeyleri anlatıyorum; İslam’ı temsil ve tebliğ ediyorum.). (Attâr, Ferîdüddîn, Evliya Tezkireleri, Çev.: Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2007, s. 613)
Dikkat edilirse, burada yaratılanlar yok sayılmıyor. Bu ifadelerle, Allah’ın varlığının ve birliğinin sürekli farkındalığına ve her şeyin onun güzel isimlerinin aynaları olduğuna vurgu yapıldığı söylenebilir.
Nitekim Harakani Hazretleri başka bir yerde şöyle der:
“Her kim konuşurken ve düşünürken Allah’ı kendisiyle beraber görmezse (her an Allah’ın kendisiyle olduğunu bilmezse ve onun ilkelerine uygun hareket etmezse) her konuda afete düşer.” (Attâr, Evliya Tezkireleri, s. 625)
Demek ki, o konuşurken de düşünürken de Yüce Allah’ın koyduğu prensiplere uygun hareket etmeyenin onun rızasına kavuşamayacağını ve felaketlere sürükleneceğini haber vermektedir.
Allah ve Resulünün (asm) rızasına uygun bir davranış sergilediğini anlatmak istemiş, bunu da ilgili sözleriyle dile getirmiştir. “Eğer bu makamda Muhammed Mustafa (asm)’nın şeriatından başka bir şey görecek olsam derhal gerisin geri dönerim. Çünkü ben başkomutanı Muhammed (asm) olmayan bir kervanda bulunmam!” diyerek, şeriata ve sünnet-i seniyeye son derece münasip davrandığını belirtmek istemiştir. (bk. Attâr, Evliya Tezkireleri, s. 605)
Bu vesileyle bir konuya dikkat çekmek isteriz:
Tasavvufta keramet sahibi bazı zatlar, “Naz” makamında oturduğundan şatahatları da olabilir. Yani normal “Sahv” hâlinde olan evliyanın diyemeyeceği garip sözleri de söyleme durumları olabilir. Kulluğun hakkını vererek Allah ile dostluğu pekiştirmiş olan tasavvuf büyüklerinden bazıları naz, bazıları ise niyaz makamında bulunurlar. Aynı kişi de bazen naz bazen niyaz makamında bulunabilir.
Naz makamı, Cenab-ı Hak tarafından sevildiğini düşünen, bunu fark eden ve bu farkındalıktan kaynaklanan coşku hâlindeki velilerde meydana gelir.
“...Allah onları (müminleri) sever, onlar da Allah’ı severler...” (Maide, 5/54)
mealindeki ayette, kamil müminlerin Allah’ı sevdikleri gibi, Allah tarafından sevildiklerine de vurgu yapılmıştır.
Demek ki bu sevgi aslında iki yönlüdür. Asıl olan velilerin Allah’ın aşkıyla yanıp tutuşmalarıdır. Kişiyi yakaza ve sahv, yani uyanıklık hâlinde tutan Allah sevgisi, seveni her zaman dikkatli olmaya, Rabbinin bir dediğini iki etmemeye, ufak da olsa hiçbir surette onu incitmemeye sevk eder.
Ancak, Allah tarafından sevildiğini hisseden kişilerde bazen nazlanma hâli öne çıkabilir. Bu hâl bir sekr, istiğrak ve mahv yani bir bakıma o hâlin verdiği coşkuyla manevi sarhoşluk hâline dönüşür. Veli bu hâlde kendini değil, sevdiği Rabbini düşünür. Onunla görür, onunla duyar, her halinde onun zikri ile kendinden geçer mest olur.
Mealini vereceğimiz hadis-i kutside bu hakikatin işaretlerini sezmek mümkündür.
Hz. Peygamber (asm) bildiriyor:
"Yüce Allah şöyle buyurdu: ‘Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle öyle yaklaşmaya devam eder ki, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım hiçbir şeyde, mümin kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar tereddüde düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyleri sevmem / onu üzmek istemem." (Buhari, Rikak 38, h.no: 6502)
Bütün hareketlerinde Allah ile beraber olduğunun farkında olan bir veli, bu hâlin verdiği coşku ile bazen manevi sarhoşluğa girebilir. Bu istiğrak hâlinde yaptığı nazlarda bazen aşırı tavırlar, görünürde uygunsuz sözler ortaya çıkabilir. Bu halde bulunan velilerin bu tavrı -aşkın verdiği sarhoşluk sebebiyle- müsamaha ile karşılanabilir. Fakat sahv yani uyanıklık halinde bulunan kimse için bu gibi tavır ve sözler -aklı başında olduğu için- müsamaha ile karşılanmayabilir.
Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin şu tespitleri çok harikadır:
“Alem-i İslamda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur'aniyeyi ve imaniyeyi istikamet dairesinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyeye ittiba ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velayetin ekseriyet-i mutlakası, o daireden neşet etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velayet, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bazı desatirleri haricinde ve usullerine muhalif bir caddede görünmüş.
İşte şu kısım ehl-i velayete bakanlar iki şıkka ayrıldılar:
Bir kısmı, Ehl-i Sünnetin usulüne muhalif oldukları için, velayetlerini inkar ettiler. Hatta onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler.
Diğer kısım ki, onlara ittiba edenlerdir. Onların velayetlerini kabul ettikleri için derler ki: "Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mesleğine münhasır değil." Ehl-i bidadan bir fırka teşkil ettiler, hatta dalalete kadar gittiler. Bilmediler ki: Her hadi zat, mühdî olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur, çünkü meczubdur. Kendileri ise mazur olamazlar.
Mutavassıt bir kısım ise, o velilerin velayetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: "Hilaf-ı usul olan sözleri, ya hale mağlub olup hata ettiler veyahut manası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır." (Mektubat, s. 342)
Özetle, manevi sarhoşluk halinde söylenenler, -bu sözü söyleyen kim olursa olsun- söylediği doğru değildir. Yalnız istiğrak ve cezbe halinde olduğundan velayetine bir zarar gelmez. Velayetini inkar etmeyiz. Lakin biz sahv halindeki insanlar olarak bu sözleri kabul etmekle de ayet ve sünnetteki sarih naslara aykırı hareket etmekle de sorumluluğa girmeyiz.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- İmam Gazali, "Beni görmen Rabbini görmenden hayırlıdır." demiş midir?
- Salik kâfir olmadıkça Müslüman olamaz, kardeşinin başını kesmedikçe Müslüman olamaz.. sözünü açıklar mısınız?
- Feridüddin Attar Hazretleri hakkında bilgi verebilir misiniz?
- Zümer suresi 3. ayet tasavvufun aleyhine mi?
- Naz ve niyaz makamlarının mahiyetleri nedir?
- İnsan benim sırrımdır, ben de insanın sırrıyım, sözü hadis mi?
- Bana itaat edersen, seni de benim gibi yaparım, sözünü nasıl anlamak gerekir?
- "Mevcud" vücud verilmiş demek olduğuna göre, "Vahdet-i Vücud" ile "Vahdet-i Mevcud" arasında yüz seksen derece fark oluyor. Bu durumda Allah hakkında "Mevcud" ifadesi nasıl kullanılır?
- Vahdet-i vücut hakkında biraz bilgi verir misiniz?
- Füyûzât-ı Rabbâniyye'de geçen Abdülkadir Geylani'nin bazı sözleri nasıl açıklanabilir?