Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek ne demektir; nasıl anlamak gerekir?

Tarih: 29.08.2011 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Peygamberimiz (asm) bir hadislerinde şöyle buyurur:

“Bir kötülük gördüğünüz zaman elle düzeltin. Buna gücü yetmezse dilinizle düzeltmeye çalışsın. Buna da gücü yetmezse kalben buğzedin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman 78; Ebu Davut, Salat, 232)

İslâm bilginleri hadisinin izahını yaparken Peygamberimizin (asm) toplumun her sınıfına hitap ettiğini dikkatlerimize sunarlar. Hadisi de buna göre izah ederler. Bu durumda “Elle düzeltmek devletin, askerin ve polisin vazifesidir. Dille düzeltmek eğitimle, öğretmen ve din adamlarının görevidir. Kalben buğz etmek de avâm halkın vazifesidir.” demişlerdir.

Buğz etmek, kötülüğü işleyenlere düşmanca davranmak ve kalben o insandan nefret etmek anlamına gelebildiği için, genellikle düşmanca davranmak olarak yorumlanmaktadır. Bu ise sevgiyi esas alan dinimizin diğer prensipleri ile çelişir gözükmektedir. Kavga eden gençlerin bir kısmı Peygamberimizin (asm) “Elle kötülüğü önleyiniz.” hadisini uyguladıklarını söylerken, bir kısım akrabalar arasında düşmanlığın da kalben buğz etmek için olduğunu söylemektedirler. Hâlbuki işin doğrusu böyle değildir.

Dinimizde kötülüğe karşı iyilikle mukabele etmek ve böylece kötülüğe engel olmak esastır. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de

“Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat, 49/10)

“Kötülüğü iyiliğin en güzeli ile karşılık vererek defedin. Böylece bakarsınız ki aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluverir.” (Fussılet, 41/34)

“Zaten takva sahibi mü’minler de bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir.” (Âl-i İmran, 3/134)

buyurmaktadır. Bu âyetler ışığında baktığımız zaman kötülüğü önleme ve iyilik yapma ile kalben buğz etmenin arasını telif ederek, gerçeği ortaya koymak için Bediüzzaman’a müracaat etmemiz gerekir. Bediüzzaman Said Nursî bu konuda “Uhuvvet Risâlesi”ni telif etmiştir. Bediüzzaman bize birkaç temel ölçü vermektedir:

Birincisi: İnsanın kendi fikri ve düşüncesi ölçü olamaz. Başkasının fikri, düşüncesi ve davranışını kendi ölçüleri ile yoruma tâbî tuttuğu zaman yanılması kaçınılmazdır.

İkincisi: Her doğruyu her yerde söylemek, her hakkı her yerde konuşmak doğru değildir. Toplumda farklı anlayışlar ve sebebini bilemeyeceğimiz davranışlar vardır. Bu durumda bir yerde doğru olan ve bireye bakan yönü ile verilen hüküm, bir başka durumda yanlış olabilir. Temel sebebe inmeden verilen her hüküm insanı yanıltabilir.

Üçüncüsü: Düşmanlık duygusu fıtratta vardır ve veriliş amacı mü’mine adavet etmek değildir. Her şeyden önce nefsimize, şeytana, küfre ve zulme düşman olmak içindir. Muhabbet sıfatı sevilmeye lâyık bir duygu olduğu gibi, düşmanlık duygusu da kendisinden nefret edilmesi gereken bir haslettir. Öyle ise düşmanlık sıfatına düşman olmak gerekir.

Bize hasım olan ve bizimle uğraşanlara düşmanca davranmak yanlıştır. Bu yangına körükle gitmek demektir. Bu durumda ise düşmanlık daha da artacaktır. Mü’min kerîm olmak ve daima ikram etmekle mükelleftir. Çünkü insanlar ikram ile birbirlerine yaklaşırlar. Fena bir adama ‘iyisin, iyisin’ desen iyi olur. İyi adama ‘fenasın, fenasın’ dersen fena olur. Öyle ise Kur’ân-ı Kerim’de yüce Allah’ın

“İyi insanlar boş sözler ve çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” (Furkan, 25/72)

sözüne kulak vermelidir. Yine mü’minin, kendisine zarar verenlere ve kötülüğü dokunanlara iyilikle karşılık vermesini ve affetmesini Allah istemektedir.

“Eğer siz kendinize kötü davrananları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, Allah da sizleri bağışlar. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” (Teğâbün, 64/14) buyurur.

İslâm, mü’minler arasında sevgi ve muhabbeti esas alır. Mü’min kalbi her türlü düşmanlık, kin, haset ve fesattan arınmış bir kalptir. İslâm selâmet, emniyet, güven, esenlik ve barış anlamındadır. İslâm dininin gereğini yapan insanın da öyle olması gerekir. Mü’minin de görevi barış, esenlik ve sevgi tesis etmektir. Her şey Allah’ın san’atı ve eseri olduğundan Allah için sevilmelidir.

Peygamberimize (asm) “İslâm’da hangi amel daha hayırlıdır?” diye sorulunca “Senin başkalarına yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selam vermendir.” (Ebu Davud, Edeb, 142)​ buyurmuşlardır.

Sevgi ve muhabbet kâinatın mayesi ve varlık sebebidir. Ancak her şey ölçülü olmalıdır. Ölçüsüz her şey zararlıdır. Güzellik ölçüdedir. “Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek” de ölçülü ve hak edene olunca güzeldir. Her şey Allah’ın sanatı ve eseri olduğundan Allah için sevilmelidir. Allah için buğz ise Allah’ın âyet-i kübrası ve en mükemmel san’atı olduğu için insana yönelik olmaz. İnsanın kötü olan sıfatlarına ve kötü duygularınadır. Bunun için mü’min acır ve ıslâhına çalışır. Dolayısıyla buğz ve düşmanlık, küfür, şirk ve onlardan kaynaklanan ahlâksız vasıflaradır.

Yüce Allah insanı kerîm olarak yaratmıştır. Bunun için Peygamberimiz (asm) bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalkmış, sebebini soranlara da “O bir insandır.” buyurmuşlardır. Peygamberimizin (asm) insana olan sevgisi ve saygısı bu derece yücedir.

Peygamberimizden (asm) dersini alan Bediüzzaman bunun için “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.” demektedir. Mevlânâ ve Yunus Emre gibi İslâm’dan dersini alan büyüklerin insan sevgisinin sebebi de budur.

Hoşgörünün sınırı ve ölçüsü:

Hoşgörünün sınırını da iyi belirlemek gerekir. İnsana hoşgörü ile, küfre, harama, düşmanlığa ve tahribâta karşı hoşgörü karıştırılmamalıdır. Küfrü, tahribatı kendisine sıfat edinmiş ve onunla anılır hale gelmiş olanlara da hoşgörü ile yaklaşılamaz. Bunun için Ebû Cehil ve Ebu Leheb gibi küfrü ile iftihar edenlere karşı hoşgörülü yaklaşım, sıfatları olan küfrü ve zulmü hoş görmek anlamına gelir.

Ebu Cehil cehalet ve kabalığın babası anlamındadır. Hayatını İslâmiyet ve Peygamberimizin (asm) düşmanı olarak geçirmiştir. “Bu ümmetin Firavunu olduğu”, Peygamberimizin (asm) dili ile sabittir. Hal böyle iken Peygamberimiz (asm), Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olan ve İslâma büyük hizmetlerde bulunan oğlu İkrime’nin yanında aleyhine konuşulmasına İkrime rencide olmasın diye müsaade etmemiştir.

“Babalarını kınamak ve haklarında lüzumsuz söz söylemek sûretiyle çocuklarını rencide etmeyiniz.” (Hakîm, Müstedrek, 3:241; Kenzu'l-Ummal, 13/540, 541)

buyurmuşlardır. Ancak bu durum Ebû Cehil’e sevgi göstermek anlamına gelmez. Burada Müslüman olan İkrime’nin (ra) hatırı söz konusudur.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:

“Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, mensup olduğunuz kavminiz, mallarınız, evleriniz size Allah’tan ve onun elçisinden ve onun yolunda cihad etmekten daha sevgili / gönül bağlayıcı geliyorsa, o zaman Allah’ın hükmü gelene kadar bekleyin. Allah öyle fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 9/24)

İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise onların sevgilerinden daha fazladır. Keşke o zalimler azabı gördükleri zaman anlayacakları gibi, bütün güç ve kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının şiddetini bu günden anlayabilselerdi. “Şüphesiz iman edip salih amel işleyenlerin kalplerine Rahman olan Allah sevgi yaratacaktır.” buyrulur. Bu âyetlerde yüce Allah dünyaya, faniyata ait olanların sevgiye layık olmadığını belirtir.

“İnsanlardan bazıları, Allah’tan başkasını Allah’a denk tutarak onları, Allah’ı sever gibi severler." (Bakara, 2/165)

Mü’minler her şeyleri yönden Allah rızasını esas alırlar. Bundan dolayı Allah için sever ve Allah için buğz ederler. Nitekim yüce Allah,

“Allah’a ve ahiret gününe iman edenlerden anneleri, babaları, oğulları, kardeşleri ve yakın akrabaları da olsa Allah’a ve Resulüne düşman olanları sevdiklerini ve dostluk kurduklarını göremezsin. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve yerleştirmiş, ayrıca kendi katından bir ruh ile onları desteklemiştir. İşte bu vasıflara sahip olanları Allah içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacak ve onlar orada ebedi kalacaklardır. Onlar Allah’tan razı olmuş ve Allah da onlardan hoşnut olmuştur. Şunu iyi bilin ki gerçekten kurtuluşa erenler, işte bu vasıflara sahip Allah’ın hizbinden olan kimselerdir.”(Mücadele, 58/22) buyurur.

Allah için sevginin içinde küfre ve zulme ve bunların sahiplerine sevgi olmadığı gibi hoş görmek de yoktur. Çünkü İslâm fıkhında temel kural şudur: “Zulme rıza zulüm ve küfre rıza küfürdür.” Bunun için zalimler ve küfürde ısrar eden ve inkârda direnerek hak ve hakikati imha için çalışanlara sevgi gösterilemeyeceği gibi hoşgörü ile de bakılamaz. Yüce Allah değil zulmü, zulme biraz meyledenleri bile dehşetli azap ile tehdit etmektedir.

Yine Yüce Allah, Kur’ân’da mü’minlere şöyle buyurur:

“Ey Resûlüm de ki: Benim Rabbim yalnızca doğru olanın yapılmasını emretmiştir ve kulluğunuzu göstermek üzere giriştiğiniz her türlü fiilde, bütün varlığınızı ortaya koymanızı ve içten bir inançla yalnız ve sadece ona bağlanarak kendisine yalvarıp yakarmanızı ister. Başlangıçta nasıl sizi yaratan oysa, döneceğiniz yer de onun huzurudur. Sizden bazılarınızı doğru yola yönelterek hidayete erdirecek, ama bazılarınız için de doğru yoldan sapmak kaçınılmaz olacaktır. Çünkü bakın o sapkınlar Allah’ı bırakıp şeytanları sevgi ile bağlanılan dost edineceklerdir; hem de böylelikle doğru yolu bulmuş olduklarını sanacaklardır.” (A’raf, 7/29-30.)

Yüce Allah’n bir adı da “Aduvv” dür. Allah kâfirlerin düşmanıdır. Kur’ân-ı Kerim, “Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e, Mikâil’e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara, 2/98) buyurulur. Hadislerde Peygamberimiz (asm),

“Allah’ın en çok buğzettiği varlık imandan sonra küfre giren kimsedir. Allah’ın en çok gadab ettiği kimse düşmanlıkta aşırıya gidendir. Kullar içinde Allah’ın en çok buğzettiği kimse kılık-kıyafeti amelinden daha hayırlı olan kimsedir. Peygamberler gibi giyinir ama günahkâr zalimler gibi davranır.” (Buhari, Ahkam, 34; Camiu's-Sağir, 1:39)

buyrulmaktadır. Bu hadis-i şeriflerde de mü’minin imanı sevmesi, küfür ve düşmanlığı sevmemesi ve onlardan nefret etmesi gerektiği anlatılmaktadır.

Mü’minler arasında sevgi esastır:

Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de Rahman’ın halis kullarının vasıflarını sayarken

“O takva sahipleri öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını affederler. Allah bu sûretle iyilik yapanları sever.” (Âl-i İmran, 3/134) 

Yine başka bir âyette,

“Rahman’ın kulları yakışıksız sözlerle karşılaştıkları zaman da vakar ile geçip giderler.” (Furkan, 25/72) buyurur.

Mü’minler birbirlerini Allah için severler. Bir menfaat karşılığı sevmezler. Böyle olunca menfaatini bulamayınca sevgisinde bir noksanlık olmaz. Kendisine haksızlık da yapılsa bunu affeder ve kusuruna nazar-ı müsamaha ile bakar ve bakmalıdır. Ancak haksız bir duruma düşerse ve bilerek veya bilmeyerek yanlış bir yola girerse, ona yardımı o haksızlıktan kurtarmak ve yanlış yoldan çevirmek tarzında olur ve olmalıdır. Yanlış yapan ve yanlış yolda giden birine “iyi yapıyorsun” demek ona ihanettir. Sonucunu bilsin veya bilmesin yanlışta ısrar edene “Allah için nasihat eder. Nasihatini esirgemez ve kurtuluşu için duâ eder.” Ancak kendisini de yanlışa çekmeye çalışırsa ondan uzak durur. Şahsına değil, yanlışına buğz eder. Yani yanlışı yanlış bilir ve ondan kalben, lisanen ve bedenen kaçar. Günahı, haksızlığı, adaveti sevmez ve onlardan nefret eder.

İslâm dininde kardeşliğin, arkadaşlığın ve dostluğun büyük önemi vardır. Ancak bu dostluk ve kardeşlik yanlışa müsamaha etmeyi gerektirmez; bilakis gerçek dost dostunu yanlıştan koruyan ve ona hak yolda yardımcı olandır. İnsan için üç şey çok değerlidir. Birincisi sapmaya yüz tutunca doğrultacak arkadaş. İkincisi helâl rızk. Üçüncüsü ise yanlışlarını affettiren cemaatle namaz kılmaktır. Ama ne var ki ahir zamanda bu üç şey çok az bulunur. Peygamberimiz (asm) de  “Ahir zamanda helâl rızk ile samimi arkadaş çok az bulunur.” buyurmuşlardır.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim'de,

“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 49/9)

buyurarak, Ensarı bu güzel davranışlarından dolayı övmüştür.

Peygamber Efendimiz (asm) de şöyle buyurmuştur:

“Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki; siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş olmazsınız.” (Müslim, İman, 30-31)

buyurmuşlardır. Diğer bir hadis-i şeriflerinde ise:

“Kendisinde şu üç huy bulunan kimse imanın tadını alır: Allah ve Resûlünü her şeyden fazla sevmesi, mü’min kardeşlerini yalnız Allah rızası için sevmesi, tekrar küfre düşmekten ateşe atılmaktan hoşlanmadığı gibi hoşlanmaması.” (Buhari, İman, 9; Müslim, İman, 28)

Allah Teâlâ bir âyet-i kerimede:

“Allah’tan korkun ve aranızı düzeltin” (Enfal, 8/1)

“Mü’minler ancak kardeştir. O halde iki kardeşinizin arasını barıştırın.” (Hucurat, 49/10) buyurmuştur.

Sonuç:

Kalben buğz etmek demek günah işleyen mü’mine değil, günaha buğz etmek demektir. Allah’ın birliğini kabul ve kalben tasdik ederek iman edenler âyet ile sabittir ki Allah’ın dostları ve velileridirler. Kim bir veliye düşmanlık ederse Allah onun hasmı olur. Bu durumda bir mü’min ne derece günah işlemiş olursa olsun ona kin ve adavet caiz değildir.

Ebu Derda (ra), “Kardeşinize sövmeyiniz, sizi onun durumuna düşürmekten koruyan Allah’a hamd ediniz. Kardeşinize buğz da etmeyiniz ancak onun ameline buğz ediniz.” diyerek, bize bu konuda güzel bir ölçü vermiştir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bütün bunlardan dolayı,

“Husûmet ve adavetin vakti bitti. Muhabbete en lâyık şey muhabbet, husumete en layık sıfat husûmettir.” demiştir.

(M. Ali KAYA)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun