Son Günler...
Son günler, Hz. Üsame ordusunun hazırlanması ile başlar. Doğu Roma’ya karşı hazırlanan ordunun başına, Hz. Muhammed, evlatlığı Zeyd’in oğlu Üsame’yi atar. Bu, Hz. Muhammed’in son cihadıdır ve ordunun başına 18 yaşında bir gencin atanması, artık kıyamet kopuncaya kadar, ALLAH’ın adını yüceltme işinin gençlerin omuzuna verildiğinin, Hz. Muhammed ruhunu bütün dünyada temsil ve yaşatma görevinin öncelikle onların işi olduğunun sırlı bir ifadesidir.
“Nasr” Suresi’nin inişi, Hz. Muhammed’e artık yolun sonuna geldiğini anlatan ilk işaret olur. Bu surenin inişinin “derin” anlamını Hz. Cebrail de doğrular. O: “Ey Cebrail! Sanki bana dünyadan gitmem gerektiği bildiriliyor.” deyince, Hz. Cebrail’in cevabı: “Ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.” olur. İkinci işaret ise Hz. Cebrail’in, o senenin Ramazan ayında Hz. Muhammed’le yaptığı Kur’an mukabelesini (karşılıklı okuma) iki kez tekrar etmesidir. O, bunun anlamını Hz. Fatıma’ya gizlice fısıldar: “Cebrail, her sene Kur’an’ı bir kez mukabele ederdi. Bu sene iki kez oldu. Öyle sanıyorum ki ecelim yaklaştı.” der. Ve o Ramazan, itikâfta on gün yerine, yirmi gün geçirir.
Amcası Hz. Abbas bir rüya görür: Yeryüzü, göğe iplerle sımsıkı bağlanmış ve yukarı doğru çekilmektedir. Etkisinde kalır ve Peygamberinden yorumlamasını ister. O: “Bu, senin kardeşinin oğlunun vefatıdır.” buyurur.
Ve son bir aya girilir. Yakın sahabilerini Hz. Aişe’nin evinde bir araya toplar. Önce onları gözleriyle sessizce süzer, ağlamaya başlar: “Hoş geldiniz!” der, “ALLAH, sizlere uzun ve selametli bir ömür versin. Sizi rahmetiyle bağışlasın ve korusun.” Ve onlar için uzun uzun dua eder. Sonra da öğütlerini sıralar: “Size ALLAH’tan sakınmanızı tavsiye eder ve sizi O’na ısmarlarım. Ben, size ALLAH tarafından gönderilmiş apaçık bir sakındırıcı ve uyarıcıyım. ALLAH’ın kullarına ve yeryüzüne zulüm yaparak ALLAH’a başkaldırmayın. Çünkü Yüce ALLAH, benim için de sizin için de: ‘İşte ahiret yurdu! Biz onu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. Mutlu son, takva sahiplerinindir.’ (28/Kassas:83) ve ‘Kibirlenenler için cehennemde yer mi yoktur?’ (39/Zümer:60) buyurmuştur.” der. Sahabiler, sorar: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Senin ecelin ne zaman?” O: “Ayrılık yaklaştı. ALLAH’a, Cennet’e, Ötelerin Ötesi’ne, En Yüce Dost’a, Nasib’e, Kutlu ve Mutlu bir hayata dönüş yaklaştı!” buyurur. Sahabiler, sormaya devam eder: “Seni kim yıkasın?”, “Ev halkımdan bana en yakın olanlar!”; “Seni neyle kefenleyelim?”, “Elbisemle!”; “Cenaze namazını kim kılsın?” Her şeyi dünyadan ibaret zannedip ölümü en büyük korku ve dehşet kaynağı görenlerin anlayamayacağı bir durumdur bu… Sanki birkaç günlük bir yolculuğa çıkılacak da onun hazırlıkları görülmektedir. Ama sahabinin de direnci buraya kadardır işte… Dayanamaz, ağlamaya başlarlar. O da ağlar. Ve devam eder: “ALLAH size rahmet etsin. Sizi benden ötürü hayırla ödüllendirsin. Beni yıkayıp kefenlediğiniz zaman, şu döşeğimin üzerine koyun ve bir süre odayı terk edin. Çünkü benim cenaze namazımı ilk olarak, dostum Cebrail, sonra Mikail, sonra İsrafil ve en son da yanında bütün melekler olduğu halde Azrail kıldıracaktır. Sonra grup grup içeriye girip benim namazımı kılın ve bana salât-ü selam getirin. Fakat beni överek, bağırıp ağlayarak rahatsız etmeyin. Ashabımdan burada bulunmayanlara benden selam söyleyin. Kıyamet gününe kadar dinime ve bana uyacak olanlara selam söyleyin.”
Dünyadan ayrılışının 13 gün öncesidir. Hz. Aişe’nin odasında olduğu bir gece, biraz uyuduktan sonra sessizce kalkar. Ayakkabısını giyip dışarı çıkar. Hz. Aişe de peşinden… Medine’nin mezarlığı Baki’ye gider. Bir süre ayakta, mezarlığı seyrettikten sonra ellerini açıp, duaya durur: “Selam size ey Mü’minler diyarı!” der, “Sizler bizden önce gittiniz. İnşaALLAH biz de size katılacağız. Ey ALLAH’ım! Onların sevaplarından bizi mahrum etme. Onlardan sonra bizi fitnelere uğratma!” Sonra bir süre daha sessiz, ayakta mezarlığı seyreder. ALLAH’tan aldığı emir üzerine, bu ziyaretlere üç gece boyunca devam eder ve mezarlığında yatmakta olan Müslümanlar için ALLAH’tan bağışlanma diler. Ve o gece vefat hastalığı başlar. İlk belirti şiddetli bir baş ağrısıdır.
İkinci gece yanında sahabi Ebu Müveyhibe de vardır. Hz. Muhammed, yine Baki’nin girişinde durup, ellerini kaldırır: “ALLAH’ın Selamı üzerinize olsun ey kabirler halkı!” buyurur ve ekler: “Sizin içinde olduğunuz şey, dünyadaki insanların içinde olduğu şeyden daha hayırlıdır. ALLAH’ın sizleri ondan kurtarmış olduğunu bir bilseydiniz. Birbiri ardında kıt’alar gibi karanlık geceler geliyor. Ve onların arkadan gelenleri, öncekilerden de kötü ve baskındır.” Yanındaki sahabisine döner: “Ey Ebu Müveyhibe! Bana, dünya hazinelerinin anahtarları ile birlikte dünyada kıyamet kopuncaya kadar kalmak ya da Rabbime kavuşmak sunuldu. Ben, Rabbime kavuşmayı tercih ettim.”
Aynı ziyaret, Uhud şehitlerine de yapılır. Dönüşte Mescid’in minberine çıkar. Bütün Müslümanlar çevresini sarmıştır. Heyecan içindedirler. Onlara da seslenir: “Ben, Kevser havuzuna ilk erişen ve sizi orada ilk karşılayan olacağım. Sizinle kavuşma yerimiz Kevser havuzudur. Ben, orada sizin hakkınızda şahitlik edeceğim. Şu anda o havuzu görüyorum. Şu anda bana yerin hazineleri verildi. Sizin için, benden sonra, yeniden putperestliğe dönersiniz diye korkmuyorum. Fakat dünyaya kapılır, onu birbirinizden kıskanır, birbiriniz öldürür ve bu nedenle sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi siz de yok olursunuz diye korkuyorum!” buyurur. Geçmişe ve bugüne bakınca anlarız ki, ne kadar da haklıymış; o uyarı ne kadar da yerindeymiş, gerekliymiş…
Hz. Meymune’nin evinde yedi gün kaldıktan sonra bütün eşlerini yanına çağırır. İlk beş gün göreli olarak hafif seyreden hastalığı iyice ağırlaşmıştır. Kalan günlerini Hz. Aişe’nin yanında geçirebilmek için onlardan izin ister. Çünkü O’nun sözüdür: “Peygamberler, ancak en çok sevdiği yerde vefat eder.” Gömleğini omuzlarına alır, Hz. Abbas ve Hz. Ali’ye dayanarak yürümeye çalışır. Artık ayakları bu dünya toprağını daha fazla çiğnemek istemiyor gibidir. Üç hastalığı; ateşli sıtma, Hayber’de yediği bir lokma zehirli etin etkisi ve nefes darlığı son haddine ulaşmak üzeredir.
O, hasta olan insanlara: “Ey insanların Rabbi! Zorlukları gider, şifa ver. Şifa veren Sensin. Senin verdiğin şifadan başka şifa yoktur. Öyle bir şifa ver ki, bir daha hastalık geri dönmesin.” duasını okur. Hasta olduğu zamanlarda da bu duayı okuyup, elleriyle kendisini sıvazlar. Son hastalığında da Hz. Aişe, O istemediği halde, kendiliğinden aynı şeyi yapmaya teşebbüs eder. Ve sıvazlamayı Hz. Muhammed’in kendi elleriyle yapmak ister. Fakat O, ellerini geri çeker. Hz. Aişe’ye: “Bu okuduğun artık bana hiçbir yarar sağlamaz. Ben zamanımı bekliyorum.” buyurur. Ve o an yapılması doğru olan duayı, kendi eder: “Rabbim beni bağışla! Beni Yüce Dost’a ulaştır. Beni Huld Cenneti’ne yükselt!”
Hz. Osman kendisini ziyarete gelir. Ona, kulağını ağzına yaklaştırmasını söyler. Gizlice bir şeyler fısıldar. Sonra da açıkça sorar: “Sana söylediğim şeyi anladın mı?” Hz. Osman: “Evet!” der. Bunun üzerine onu tekrar yanına çağırır. Tekrar bir şeyler fısıldar. Ve yine sorar: “Sana söylediğim şeyi anladın mı?” Hz. Osman: “Evet!” der ve ekler: “Söylediklerini kulağım duydu, kalbim ezberledi.” İnsanlar tahmin ederler ki bu sır, Hz. Osman’ın karşılaşacağı belalar ve şehadetiyle ilgilidir. Peygamberi, ona “sonuna kadar dayan!” demiştir.
Son günleri içinde, peygamberlerin ve salih insanların mezarlarını mescid haline getirmemeleri konusunda insanları uyarır: “Bu günahı işleyenler, Kıyamet Günü’nde, ALLAH katında insanların en kötüleri olacaklardır.” buyurur.
Hastalığının iyice ağırlaştığı haberi sahabiler arasında dalga dalga yayılmıştır. İnsanlar işlerini bırakmış, “ya ölürse” endişesiyle Mescid’te toplanmıştır. Kadın - erkek bütün ashap gözyaşı dökmektedir. Bu durum kendisine anlatılınca, kuzeni Fadl’a seslenir: “Şu sarığımı başıma ver!” Sonra da ona tutunarak doğrulur. Güçlükle Mescid’e varır. Minber’e oturur. Bu, ashabıyla son buluşmasıdır. Önce Kelime-i Şehadet getirir. Ve devam eder: “Ey insanlar! Ben, size olan nimetinden ötürü O ALLAH’a hamd ederim ki, Kendisinden başka ilah yoktur.” Sonra her zaman yaptığı gibi Uhud şehidleri için ALLAH’tan bağışlanma diler. Ve sözü Mescid’te bulunanlara getirir. Ve onların üzerinden, kıyamet kopuncaya kadar gelecek bütün ümmetine…
“Ey insanlar! Bana söylendiğine göre siz, peygamberinizin vefat edeceğinden korkuyormuşsunuz. Benden önce gönderilmiş peygamberler içinde, ümmetinin arasında temelli kalmış bir peygamber var mıdır ki, ben de kalayım!
İyi bilin ki ben, yakında Rabbime kavuşacağım. Ve siz de O’na kavuşacaksınız.
Size ilk muhacirlere karşı hayırlı olmanızı ve onların da aralarında birbirlerine karşı hayırlı olmalarını tavsiye ederim.
Yüce ALLAH, Kur’an’da: ‘Asr’a andolsun ki, insan ziyandadır. Ancak iman edip, salih amel işleyenler (İslam’ı yaşayanlar), birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.’ (103/Asr:1-3) buyurmuştur.
Şurası kesin ki, her şey ancak Yüce ALLAH’ın izniyle gerçekleşir. Geç olacak şeyleri acele istemeniz, bir yarar sağlamaz. Çünkü Yüce ALLAH, kimsenin acele etmesiyle acele etmez. ALLAH, Kendisini yenmeğe kalkanı yener, mahveder. Aldatmaya kalkanı da zararlı çıkartır: ‘Geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye dönmüş olmaz mısınız?’ (47/Muhammed:22)
Hiçbir peygamber arkasında bir emanet bırakmadan vefat etmemiştir. Ben de size Ensar’ı bırakıyorum. ALLAH’tan sakının ve onlara iyi davranın. Bilirsiniz ki onlar, mallarını sizinle bölüştüler. Size darlıkta da bollukta da iyilik ettiler, sahip çıktılar. Onların hakkını gözetin. Çünkü onlar sizden önce, Medine’yi vatan ve iman yurdu edinmiş ve siz Muhacirlere iyilik etmiş kimselerdir. Onlar, meyvelerini ve bütün ürünlerini sizinle bölüşmediler mi? Yurtlarında size yer vermediler mi? Kendileri muhtaç oldukları halde, sizi kendilerine tercih etmediler mi? Ey Muhacirler! Siz çoğaldınız! Ensar ise çoğalmadı. Ey Muhacirler! İyi bilin ki, Ensar git gide azalacak, hatta yemeğin içindeki tuz gibi olacak. Siz ise çoğalacaksınız. Başka insanlar da çoğalacaklar. Size, Ensar’a karşı iyi davranmanızı tavsiye ederim. Çünkü onlar benim sırdaşlarım, sığınağım ve barınağım oldular. Onlar, üzerlerine aldıkları yardım görevini (Ensar, yardım edenler demektir) tam olarak yerine getirdiler. Şimdi kendilerine mükâfat verilmesi kalmıştır. Sizden ve Muhammed ümmetinden her kim iş başına geçer de, bir kişiye zarar ya da yarar sağlamaya gücü yeterse, Ensar’dan iyilik edenlerin iyiliğini kabul, kötülük edenlerin de kötülüğünü affetsin. Onların iyiliklerine iyilik edin ve kötülüklerinden de vazgeçin.
İyi bilin ki ben, sizden önce gidecek ve sizi bekleyeceğim. Siz de gelip bana kavuşacaksınız. Dikkat edin, sizinle buluşma yerimiz Havuz’un başıdır.
Yarın benimle kavuşmak isteyen, elini ve dilini günahtan çeksin. Ey insanlar! Günah, nimetlerin değiştirilip alınmasına neden olur.
Halk iyi olduğu zaman yöneticileri de iyi olur. Halk, kötü olduğu zaman yöneticileri de kötü olur.
Varlığım, Kudret Eli’nde bulunan ALLAH’a yemin ederim ki, ben şu anda bulunduğum yerden Havuzuma bakıyorum.
Şanı Yüce ALLAH, bir kulu dünya nimetleri ile Kendi katında bulunanlar arasında serbest bıraktı. O kul da ahireti ve ALLAH’ın katında olanı tercih etti.”
Bu anda Hz. Muhammed’in ne demek istediğini, “bir kul” derken kimden bahsettiğini ilk anlayan, Hz. Ebubekir olur. Ağlamaya başlar: “Anam babam sana feda olsun!” der. Bu, ona az gelir, ekler: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Biz sana, babalarımızı, analarımızı, evlatlarımızı, canlarımızı, mallarımızı feda ederiz!” Hz. Ebubekir’in bu samimi duyguları, aynı şekilde karşılık bulur. O anda, Hz. Ebubekir’in “Peygamber sevgisi” hayatının zirvesine ulaşmıştır ve o anda Ebubekir’in manevi üstünlüğü de en açık biçimde ilan olunur. Hz. Muhammed, Ebubekir’e doğru döner: “Ey Ebubekir!” der, “Ağlama!” Sonra da sahabilerine yönelir, konu Ebubekir’dir: “Ey insanlar! İnsanlar arasında, canında, malında ve arkadaşlığında bana karşı Ebu Kuhafe’nin oğlu Ebubekir’den daha cömert kimse yoktur. Eğer Rabbimden başka insanlar arasında bir veli (yardımına sığınılacak güçlü kişi) edinecek olsaydım, kesin olarak Ebubekir’i veli edinirdim. Fakat İslam kardeşliği bundan daha üstündür. Haberiniz olsun ki o, Yüce ALLAH’ın dostudur. Benim bu Mescid’ime açılan bütün kapıları bugünden itibaren kapatın. Yalnız Ebubekir’in kapısı açık kalsın.”
Sonra o konuşmanın “son” olduğunu anlatan, başka bir konuya geçer. Çok önemli bir konuya:
“Ben, kimin tenine dokunmuşsam, işte tenim! O da dokunsun, ödeşelim. Ben, kimin sırtına kamçıyla vurmuşsam, işte sırtım! O da vursun, ödeşelim. Ben, kimin namusuna ve şerefine dil uzatmışsam, işte namusum ve şerefim! O da benden öcünü alsın. Ben kimin malında haksız olarak bir şey almışsam, işte malım! O da alsın. İyi bilin ki, benim gözümde sizin en sevgili olanınız, eğer bende bir hakkı varsa, hakkını alan ya da bana helal eden kişidir. Ben de bu sayede Rabbime, gönül hoşluğu ile kavuşmuş olayım. Hiç kimse: ‘Ben ALLAH’ın Elçisi’nin kininden ve düşmanlığından korkarım.’ diyemez. Kin ve düşmanlık asla benim huyum değildir!”
Son sözlerini üç kez tekrarlar ve susarak beklemeye başlar. Herkes merakla çevresine bakınır. Biri ayağa kalkarak: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Ben sana üç dirhem vermiştim.” der. Hz. Muhammed, kuzenine dönerek: “Doğru söylüyorsun! Fadl! Bu adama üç dirhem ver.” buyurur. Ve beklemeye devam eder. Biri daha kalkar.
Bu, Ukkaşe isminde, yaşlı, sessiz, kendi halinde bir sahabidir. Ayağa kalkar ve öylece durur. Belli ki, bu duruşuyla “hak sahibi” olduğu iddiasındadır. Sonra da kısık bir sesle konuşur: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Bir sefer dönüşünde, develerden inilirken, senin sopan benim sırtıma çarpmıştı.”
Mescid’e bomba düşmüş gibi olur. Ukkaşe, hem de bu hasta haliyle, Hz. Muhammed’in sırtına sopa vurma, kısas uygulama peşindedir. Soluk tutulur. ALLAH’ın Elçisi: “İyi ama” der, “ey Ukkaşe, o olay istemeden olmuştu.”
Ukkaşe, sessiz ayakta dikilmeye devam eder. Ve bu haliyle de dile getirmek ister ki, olay bir kaza olsa da o, hakkının peşindedir. Bunun üzerine Hz. Muhammed, Bilal-i Habeşi’ye döner, o sopayı kızı Fatıma’nın evinden getirmesini ister. Fatıma olayı öğrenince şoka girer. Bilal’e: “Söyle Hasan’la, Hüseyin’e, kısası kendilerine yaptırsınlar. Dedelerinin dövülmesine sakın izin vermesinler.” der. Mescid’teki dehşet duygusu da giderek büyür. Nakışlı sopa gelmiş, kısas uygulanmak üzeredir. Ebubekir kalkar: “Ey Ukkaşe!” der, “İstediğin, bir sırta sopa vurmaksa, işte benim sırtım! İstersen parçala! Ama sakın O’na dokunma!”
Ukkaşe oralı bile olmaz. Sopa elinde, Hz. Muhammed’in minberden inip sırtını eğmesini bekler.
Arka arkaya, Ömer kalkar, Ali kalkar… “Bize vur!” derler, “Ama sakın O’na dokunma!”
Hasan kalkar, Hüseyin kalkar… “Biz, O’nun torunlarıyız. Kısasını üstlenmek en başta bize düşer. O’na dokunma da istersen bize yüzer sopa vur!”
Adeta bütün Mescid ayaklanır. Ukkaşe’ye hurmalıklar, deve sürüleri teklif edilir. Altınlar, gümüşler ayağına serilir. O, söylenenleri duymuyormuş gibi, olduğu yerde sessiz dikilmeye devam eder.
En sonunda sahabiler, Hz. Muhammed tarafından sakinleştirilir. Ve O, minberden inip Ukkaşe’ye sırtını döner, aynı sopayı eline tutuşturur: “Haydi al hakkını!” der. Ukkaşe, sakin, cılız bir sesle konuşur: “Ey ALLAH’ın Elçisi! O gün benim sırtım çıplaktı!”
Gömlek sıyrılır, sırt açığa çıkar.
Mescid, bir ölüm sessizliğine gömülmüştür.
Ve sopa, Ukkaşe’nin elinden yavaşça kayar, yere düşer. Ve Ukkaşe de Hz. Muhammed’in sırtına… O’nu kucaklamış, katıla katıla ağlarken, bir yandan da peygamberlik mührünü öpüp koklamaktadır.
Ağlamaktan, biraz konuşmaya mecal bulunca da: “Anam babam sana feda olsun! Kimin gönlü sana vurmaya razı olur ki? Maksadım sadece bu idi. Ne olur beni bağışla!” der.
Hz. Muhammed, doğrulup gömleğini giyerken, Cebrail gelir. Ukkaşe hakkında bir haber getirmiştir. Hz. Muhammed, oturduğu yerde hıçkırmaya devam eden Hz. Ukkaşe’yi eliyle işaret eder ve Cebrail’in getirdiği haberi duyurur: “Kim benim Cennet’teki komşumu merak ediyorsa, Ukkaşe’ye baksın!”
Sonra da ellerini açıp, dua eder: “Ey ALLAH’ım! Ben ancak bir insanım. Müslümanlardan kime ağır söz söylemişsem ya da kamçı vurmuş ya da lanet etmişsem Sen, bunları o Mü’min için Kıyamet Günü’nde Sana yakınlaşmasına vesile kıl!”
Sonra kapılar kapatılır. Ebubekir’in kapısı hariç… Hz. Ömer, kendi kapısının kapatılmamasını rica eder. O: “Hayır!” diye cevaplar. Hz. Abbas ise bu işin hikmetini merak eder. Tıpkı şu an sizin de merak ettiğiniz gibi… Hz. Muhammed: “Ey Abbas!” der, “Ben ne kendiliğinden açtım, ne de kendiliğinden kapattım!”
En son imamlık yaptığı namaz da o günlerde kılınır. Bir akşam namazıdır bu… Zamm-ı Sure olarak (Fatiha’dan sonra okuna) Mürselat’ı okur. Sonraki günlerde, bir kez daha cemaate katılıp, imamlık yapmaya teşebbüs eder fakat güç yetiremez. Defalarca abdest alır ve defalarca bayılır. O’nun yerine Hz. Ebubekir imamlık yapar. O, bir öğle namazı vaktinde, kendinde Mescid’e kadar yürüyecek gücü hisseder. Cemaat, Hz. Ebubekir’in imamlığında farzı kılmaktadır. Perde aralanıp da karşılarında Peygamberlerini gören insanlar, neredeyse heyecan ve sevinçten namazı bozacak gibi olurlar. Hz. Ebubekir, imamlıktan çekilip, yerini O’na bırakmak ister. Hz. Muhammed, eliyle “dur” işareti yapar. Kendisini Ebubekir’in yanına oturturlar. Ve O da namazını Hz. Ebubekir’e uyarak kılar. Aynı olay bir kez daha tekrarlanır. Birkaç gün sonra bir sabah namazında… Bun namazdan sonra Hz Muhammed: “Ümmetinden birisi kendisine imamlık etmedikçe, ahirete alınmış bir peygamber yoktur.” buyurur. Artık yaşadığı her şey, ahiret hazırlığıdır.
Vefatından önceki gün, Doğu Roma’ya karşı yola çıkmak için hazır bekleyen ordunun genç serdarı ve İslam’ın ilk “Fatih Sultan”ı Hz. Üsame, kendisini ziyaret eder. Artık konuşmaya bile gücü yetmemektedir. Üsame, yattığı yere uzanıp, O’nu yüzünden öper. Bilinci yerindedir. Üsame’yi tanımıştır. Ellerini göğe doğru uzatır, uzun uzun dua eder. ALLAH’tan başka hiç kimsenin duyamadığı bir duadır bu. Ve ellerini indirirken Üsame’yi kavrar. Anlarlar ki bu son dua, Üsame ve onun şahsında, kıyamete kadar gelecek bütün İslam gençliği, bütün İ’lay-ı Kelimetullah (ALLAH kelimesini yüceltme, İslam’a hizmet) erleri içindir. Sonra gün döner, Rebiülevvel’in on ikisi olur...