Hicret
Medineli Müslümanların geri dönmelerinin üzerinden bir-iki hafta geçmiştir ki, Hicret başlar. Hz. Muhammed, Mekke’de zulüm ve baskı içinde yaşayan ümmetine kurtuluş yönü olarak Medine’yi gösterir: “Yüce ALLAH onları sizin için kardeş, Medine’yi de güvenlik ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı.” der. Müslümanlar sessizlik içerisinde, hiç kimseye belli etmeden birer birer ya da ailelerden oluşan küçük gruplar halinde Mekke’den ayrılıp, Medine yoluna düşmektedir. Bunun tek istisnası Hz. Ömer olur. O, yol hazırlıklarını tamamladıktan sonra gün ortasında Kâbe’yi tavaf eder, kendisini şaşkınlıkla izlemekte olan Mekkeli putperestlere: “Gördüğünüz gibi,” der “ben ALLAH’ın Elçisi’nin emri üzere şimdi Medine’ye hicret ediyorum. Aranızda anasını ağlatmak, karısını dul, çocuğunu yetim bırakmak isteyen varsa engel olsun!” Sonra da çeker gider. Kâbe’nin avlusunda yaprak bile kıpırdamaz.
Kısa zamanda Mekke Müslümanlardan boşalır. Sadece hicret etmeye güç yetiremeyen, birkaç hasta ve yaşlı Mü’min ile Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir kalır. ALLAH, Peygamberini son sıraya bırakmıştır. Bütün Mü’minlerin güven içinde Mekke’den Medine’ye ulaşmalarından sonraya… Ve Hz. Muhammed de kendine yol arkadaşı olarak Hz. Ebubekir’i seçmiş, o da onu geri bıraktırmıştır. Hazırlıklar, en küçük detaylar bile göz önünde tutularak yapılır. En iyi cinsinden iki deve satın alınır. Develer, en iyi yemlerle beslenir. Ve ALLAH’tan hicret izni beklenmeye başlanır. En sonunda hicret izninin çıktığı gün, Mekke egemenleri de “artık bu işe kesin bir son vermek için” toplantı halindedir. Amaç Hz. Muhammed’in vücudunu ortadan kaldırarak İslam’ı kökünden yok etmektir. Yöntem konusunda çeşitli fikirler ileri sürülür fakat hiçbiri beğenilmez. Hz. Muhammed’in ölümünün bir kan davası haline dönüşmesinden korkmaktadırlar. Bunu engellemek için en iyi planı yapmaya çalışırlar. Şeytan da çölden gelmiş bir ihtiyar kılığında aralarına karışmış, ileri sürülen fikirleri değerlendirmektedir. Ve “en iyi fikir”, “en akıllıları” olan Ebu Cehil’den gelir: “Kureyş kabilesini oluşturan bütün boylardan birer savaşçı genç seçelim” der, “kılıcı, hepsi birden vursun. Böylece Muhammed’in kanı bütün Kureyş boyları arasında dağılmış olur ve Haşimoğulları da geri kalan bütün kabileye savaş açamayacakları için kendilerine ödeyeceğimiz diyeti kabul etmek zorunda kalırlar. Böylelikle bu mesele de en kolay biçimde halledilmiş olur.” Fikir beğenilir. Şeytan bile heyecana kapılır: “İşte” der, “akıl dediğin böyle olur!” Ve dayanamayıp ekler, “Gel seni alnından öpeyim!”
Aynı saatlerde Hz. Muhammed, evinde Hz. Ebubekir’i ziyaret eder. ALLAH’tan emir geldiğini, o gece hicret edileceğini söyler. Hz. Ebubekir, bu şerefi paylaşmakta, ALLAH tarafından Peygamberine ortak kılındığı için sevincinden ağlar. Hz. Muhammed, Hz. Cebrail’in getirdiği emir üzerine, o gece her zamanki yerinde yatmaz. Hz. Ali’yi yatırır. Kendinde bulunan, Mekkeli putperestlere ait emanet mal ve paraları da sahiplerine iade edilmek üzere ona teslim eder.
Gece olur. Hz. Muhammed, ilk iş olarak yanına Hz. Ali’yi alıp Kâbe’ye gider. Binanın üzerindeki putu söküp yere atar. Sonra beraberce eve dönerler. Hz. Ali onun yatağına yatar. Bu arada evin etrafı Kureyşli suikast timi tarafından kuşatılmıştır. Vakit gelince Hz. Muhammed, evinden çıkar, suikastçıların arasından süzülür. Başlarına toprak serper. Bu, Arap kültüründe fiili bir hakaret ve aşağılama davranışıdır. Suikastçıların gözleri görmez, duyuları hissetmez olur. Evden çıkarken Hz. Muhammed’in dilinde, Kur’an’dan bir ayet vardır: “Önlerinden bir set, arkalarından bir set çektik de onları kapattık. Artık göremezler.” (36/Yasin:9)
Sonra yanına Hz. Ebubekir’i de alır. Beraberce Sevr dağına tırmanıp, bir mağaraya saklanırlar. Sevr dağı Medine’nin aksi yönünde, güneydedir. Peşlerine düşecek olan Mekkeli putperestlere verdikleri ilk şaşırtmaca, bu olacaktır. Her şey inceden inceye planlanmıştır. ALLAH’ın rahmeti üzerine hesap yapmak gibi bir tevekkül hatasına düşülmemiş, düşmandan korunmak ve hedefe selametle ulaşmak için güç yetirebildikleri bütün maddi önlemler titizlikle alınmıştır. Saklanacakları dağın kenarına geldiklerinde Hz. Ebubekir, Peygamberini sırtına alır ve ayakkabılarını da çıkarır. İz sürücülere olabildiğince az iz bırakmak için onu mağaraya kadar sırtında taşır. Mağarada üç gün saklanırlar. Ve daha ilk gün iki yüz silahlı takipçi, izlerini sürüyerek mağaranın kapısına kadar gelir. Fakat o anda ALLAH’ın bir kudret mucizesi gerçekleşir. Aniden mağaranın kapısında bir örümcek ağ örer. Bir güvercin ailesi de yuva yapar. Mağaranın ağzına kadar gelmiş bulunan putperestler, bu işe bir anlam veremeyip kendi aralarında söylenirler. Ebu Cehil: “Hissediyorum” der, “buradalar, ama o Muhammed yine bir büyü yaptı, onları göremiyoruz.” Değerlendirme bir kelime farkıyla doğrudur. “Yapılan” şey Hz. Muhammed’e ait bir büyü değil, ALLAH’a ait bir mucizedir. O sırada o kadar yakındadırlar ki, seneler sonra Hz. Ebubekir o anları anlatırken: “Eğer ayaklarının dibine baksalardı, bizi görürlerdi.” diyecektir. Bu en tehlikeli dakikalarda Hz. Ebubekir, “acaba Peygamberimin başına bir şey gelir mi?” korkusuyla titrerken, Hz. Muhammed son derece sakin ve huzurludur. Ve bu huzur hali, onun peygamberliğinin en belirgin kanıtlarından biridir. Hz. Ebubekir’i de sakinleştirmek için kendisine sorar: “Ey dostum, o iki kişi hakkındaki zannın nedir ki, üçüncüleri ALLAH’tır.” Aslında tuhaf bir sorudur bu. İki kişiyle kastedilenler bellidir: Kendisi ve Hz. Ebubekir… Ama ALLAH’ın üçüncü olarak sayılması ilk anda insana irkiltici gelir. ALLAH her zaman ve her durumda birinci olan değil midir? Hele bu sayım sıradan biri değil de, Hz. Muhammed tarafından yapılıyorsa. Ama onun her sözü ve davranışı gibi bunda da derin bir ders ve hikmet gizlidir: Müslümanlar kendi aralarında gerçekleştirmeleri gereken birlik ve dayanışmanın hakkını veriyorlarsa, ALLAH ancak o zaman, o topluluğa rahmeti ve kudreti ile yar olacak ve ancak o zaman o topluluğun “üçüncüsü”nü oluşturacaktır.
En sonunda Mekkeli putperestler, mağaradan içeri hiç kimsenin girmemiş olduğunu zannederek, geri dönerler. İlahi Kudret adeta kendileriyle alay etmiş, Peygamberini ve onun arkadaşını korumak için müthiş azap melekleri indirmek yerine, yaşlı bir örümcek ile üç güvercini yeterli görmüştür. Kur’an, daha sonra inecek bir ayetinde bu hatıraya şöyle yer verecektir: “Siz ona (Hz. Muhammed’e) yardım etmeseniz de, ALLAH ona yardım etti. Hani kâfirler onu (yurdundan) çıkardıklarında, mağaradaki iki kişiden biri olarak arkadaşına: ‘Üzülme! ALLAH bizimle beraberdir!’ diyordu. Bunun üzerine ALLAH ona (Hz. Ebubekir’e) sekinetini (huzur ve güven duygusu) indirdi. Onu da (Hz. Muhammed) sizin göremeyeceğiniz bir ordu ile destekledi. Ve kâfirlerin davasını alçalttı.” (9/Tevbe:40)
Mağarada geçen üç günden ve yakın tehlikenin azalmasından sonra yola koyulurlar. Mekke’nin uzağından dolanıp, Kızıldeniz’e doğru bir yarım çember çizip, kuzeye, Medine’ye yönelirler. Hz. Muhammed anavatanı, baba ocağı Mekke’sine son bir kez, uzaktan bakar, içi hüzünle dolar. Hz. Ebubekir, dudaklarından dökülen fısıltıları güçlükle işitebilmiştir: “Ey Mekke! Eğer senin halkın beni çıkarmış olmasaydı, ben seni terk etmezdim.”
Yolları, geleneksel kervan yolunun dışında, olabildiğince ıssız bir seyir çizer. Yine de tek tük insanlarla karşılaştıklarında, soranlara, Hz. Ebubekir, devesinin önünde ve yayan gitmekte olan Hz. Muhammed’i göstererek: “Rehberimdir! Bana yol gösteriyor.” der. O şartlarda bile yalan söylemez. Başlarına iki yüz deve ödül konmuştur ve bu büyük bir servettir.
Sekiz gün süren yolculukları sırasında, Ümmü Ma’bed isminde bir kadının çadırına uğrar, kendisinden yiyecek isterler. Kadın, onlara hiç yiyeceği olmadığı cevabını verir. Hz. Muhammed bir kenarda otlamaya çalışan zayıf bir koyunu işaret eder. Ümmü Ma’bed o koyunun hasta ve otlamaya bile çıkamayacak kadar güçsüz olduğunu söyler. Fakat Hz. Muhammed, Ümmü Mabed’den izin alıp, besmeleyle koyunun memelerini sıvazlamaya başlar. Kaplar dolusu süt gelir. Herkes kana kana içer, karnını doyurur. Ümmü Ma’bed’in gördükleri karşısındaki hayranlığı ve şaşkınlığı günlerce sürecek ve bir süre sonra koyunlarını otlatmaktan dönen kocasından, o hayran olduğu kişinin Hz. Muhammed olduğunu öğrenecektir.
Yolculuk devam eder. Birkaç gün sonra da kendilerini aramakta olan ödül avcısı Süraka b. Malik ile karşılaşırlar. Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir’in başlarına konmuş iki yüz develik ödülle başı dönmüş olan Süraka, en sonunda onları yakalar. Atını hırsla üzerlerine sürer. Hz. Ebubekir, Peygamberinin başına bir kötülük gelebileceği endişesiyle alabildiğine heyecanlı, Hz. Muhammed ise aynı oranda sakin ve huzurludur. Dörtnala üzerlerine at sürmekte olan Süraka’ya dönüp bakmaz bile. Her zamanki haliyle Kur’an okumaya devam eder. Usul bir sesle ve ağır ağır… Kendilerine iyice yaklaşmış olan Süraka’nın atının ayakları aniden kuma gömülür. Süraka da baş aşağı yere düşer. Toparlanıp, yeniden atına atlar. Ve bir kere daha aynı olay yaşanır. Sonra bir kere daha. Süraka anlar ki, gözle görülemeyip, elle tutulamayan fakat aynı zamanda her şeyi ve herkesi emri altında tutan bir güç, Hz. Muhammed ile yol arkadaşını korumaktadır ve onları kendisine av etmeyecektir. Niyetini değiştirir. Bu kez yanlarına hiçbir kötülük düşünmeden saygı ve endişeyle yaklaşır. Ve bu kez Süraka’nın atına bir şey olmaz. Süraka’ya da… Hz. Muhammed’e hizmet teklif eder. Yol azığı vermek ister. Hiçbir şeyini almazlar. Sadece onun gibi diğer ödül avcılarını şaşırtıp, başka yönlere çevirmesini isterler. Buna karşılık olarak da Süraka’ya İran imparatorunun altın bilezikleri vaad edilir. O günün şartlarında bu, inanılabilecek bir vaad değildir. Kendi canlarını korumakta bile zorlanıyor gibi görünen iki insan, o günün dünyasının iki süper gücünden birinin imparatorunun bileziklerini üleştirmektedir. Fakat Hz. Muhammed’in bütün vaadleri gibi bu da gerçek çıkacak ve Süraka yaşlılık yıllarında, Hz. Ömer’in halifeliği döneminde, Müslümanlar tarafından devleti haritadan silinen İran imparatorunun bileziklerine sahip olacaktır. Bilezikler, Peygamberinin bu vaadini bilen halife Hz. Ömer tarafından, Medine’ye getirilen İran imparatorluk hazinesinden alınarak, Süraka’ya teslim edilecek ve tarih bir kez daha Hz. Muhammed’i haklı çıkartacaktır.
Bu arada bir de çoban kendilerini uzaktan görüp tanıyacak ve hızla Mekke’ye ulaşıp, onları ihbar etmek ve başlarına konan ödülü almak isteyecektir. Bu olaydan Hz. Muhammed ile Hz. Ebubekir’in haberi bile olmaz. Fakat kulların tedbirinin yetersiz kaldığı yerde devreye, Alemlerin Rabbinin takdiri ve sonu, bitimi olmayan kudreti girer. Hep olduğu ve daima da olacağı gibi… Zavallı çoban Mekke’ye vardıktan sonra aptallaşır. Bir türlü oraya niçin geldiğini hatırlayamaz. Hafızasının o bölümü silinmiştir. Hz. Muhammed ve beraberindekiler, selametle Medine’ye ulaşacakları güne kadar ödül avcısı çoban Mekke’de şaşkın şaşkın dolaşır. Kendine sürekli olarak sorar, söylenir: “Ben buraya çok önemli bir şey için gelmiştim ama neydi o?”
Baba ocağını terk etmek zorunda kalmış olmasının hüznü, Hz. Muhammed’in içinde dipdiridir ve Medine’ye dört günlük yolları kalmıştır. Hicret’in yarısındadırlar ki, En Sevgili (OBS) kendisini En Çok Seven tarafından teselli edilir: “(Rasulüm!) Kur’an’ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) sana farz kılan ALLAH, elbette seni (yine) dönülecek yere döndürecektir.” (28/Kasas:85) Daha yolun yarısındadırlar ama dönüş müjdesini almışlardır bile… Ve ALLAH’ın kulu/elçisi Muhammed’e sevgisi, işte böyle bir şeydir. Onun dört günlük hüznü bile Rahman’ın rahmetini harekete geçirmeye yetmiştir.
Sonunda Hicret yolculuğunun başlamasının üzerinden sekiz gün geçmiştir ki, Hz. Muhammed ve yol arkadaşı Hz. Ebubekir, Medine’nin kenar mahallesi Kuba’ya varır.
Ve ancak 20.yy.’ın ileri ölçüm teknikleriyle anlaşılacaktır ki, Hicret sırasında takip edilen yol, Mekke ile Medine arasındaki en kısa güzergâhtır.