Allah, evrende toz tanesi kadar alan kaplamayan bizleri neden değerli bulur?

Tarih: 31.10.2019 - 20:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Bu sebepten dolayı deist olanlara İslam’ı nasıl anlatmalıyız?
- Allah(c.c.)’ın evrende toz tanesi kadar alan kaplamayan bizleri değerli görmesini mantıklı bulmayan ve bu sebepten dolayı deist olanlara İslam’ı nasıl anlatmalıyız?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Bir şeyin görünüşte küçük olması, onun önemsiz olduğu anlamına gelmez. Önemli olan onun verdiği fayda ve zarardır, hüküm de ona göre verilir. Örneğin:

Bir damla kan, insan kalbinde görevini yapmayıp pıhtılaşınca, koca insanı çökertir, hatta bazen ölümüne neden olabilir. Pıhtının küçüklüğüne bakarak verdiği zararı da küçük görmek akıl işi değildir.

Koca ceviz ağacının meyvesi ağaca göre gayet küçüktür. Ama o ağacın varlık gayesi meyvesi olduğu gibi, ağacın varlığının devam etmesi de ağacın meyve vermesine bağlıdır. Çünkü ağaç meyvesi için yetiştirilmiştir ve meyve vermeye devam ederse, ağacın bakımına devam edilir. Yoksa ağaç kesilir.

Demek ki insan da bu kainat ağacının şuurlu mükemmel bir meyvesidir. Bu kainatın yaratılmasının en önemli bir sebebi insanın meyvesi olan iman ve ibadettir. Ayrıca bu kainat ağacının devam etmesinin de önemli bir sebebi, yine insanın iman ve ibadetinin devam etmesidir. Yoksa kainatın sahibi olan Allah o kainat ağacını keser; kıyameti koparır.

O halde insanın imanı ve ibadeti kainatın neticesidir, hatta kainat onlar içindir denilebilir.

Ayrıca bir kibrit başı kadar küçük bir ateş, görünüşte küçük ise de tedbir alınmazsa ne kadar büyük bir zarar vereceği malumdur; ovaları, dağları hatta şehirleri yakar, yok eder. 

İşte ateşin görünen küçüklüğüne göre değil, verdiği ve vereceği zararın büyüklüğüne göre karar vermek gerekir.

Demek ki, insan da iman ve ibadeti terk ederek, kainatın nice alemlerini ateş gibi yakıyor, yok ediyor.

O halde insan görünüşteki küçüklüğüne göre değil, verdiği zarara göre hesaba çekilecektir, ona göre ceza verilecektir. Bundan dolayı, onun imanı ve ibadetleri çok önemlidir, kainatın varlık gayesi gerçekleşiyor, onun isyan ve inkarı da bu kadar tehlikeli ve zararlıdır, kainatın yaratılış gayesi boşa çıkıyor.

Bu kısa bilgiden sonra konunun detayını bazı noktaları da dikkate alarak cevaplamaya çalışalım:

Cevap 1:

İnsanın önem ve değeri, onun toz tanesi kadar küçük ya da dağ kadar büyük olması ile ilgili cismani ve nicel bir anlamda değildir.

Kur'an-ı Kerim'de insana verilen önem, onun iradesi ile yapıp ettiklerinin tüm kainat karşısındaki konumu ile ilgilidir. Kainattaki tüm varlıklarda hakim olan iyilik, hayır, güzellik ve adalet gibi hakikatlere zıt eylemlerde bulunan insanın bu tür davranışları, tüm kâinat çapında bir zıtlık içerir.

Aynı şekilde iradesi ile kâinatta bulunan iyiliğin ötesine çıkabilmesi de onun önem ve değerini arttırır.

Tüm bunlarla birlikte, insana verilen önem ve değerin bir diğer sebebi de insanın iradesi ile iyi ve güzeli bulmak hususunda içine düştüğü acizlik ve güçsüzlükle ilgilidir. Bu nedenle insanın kurtuluş çağrısına Kur'an önemle icabet etmektedir.

O halde insana verilen irade gücü onun önem ve değerini diğer varlıklardan ayırır.

Bu irade gücünün bir sonucu olan imtihan olmaksızın onu değerlendirmek mümkün değildir. Zira bu durumda insanın varlığının anlamı kalmaz.

Cevap 2:

Bir tanıdığımız bize dese ki: “Boğazda bir yalı ve bakkaldan bir kutu kibrit satın aldım!”

Satın aldığı milyonluk yalının yanında bize göre, bizim değerlerimize göre “kibrit” yok hükmündedir. Ancak bu ikisini âkil bir insan olan arkadaşımız aynı cümlede kullanmışsa, belli ki bu kibritte bir iş vardır!

Aynen öyle de Kur'an-ı Kerim’in birçok ayetinde Rabbimiz: “Semavatın ve arzın Rabbi…” ifadesini kullanır.

Evet. 

Kâinatın tamamını bizler hayalen dahi ihata edemezken, Rabbimiz niçin kâinatın tamamını ve toz mesabesinde dahi olmayan dünyamızı aynı cümlede kullanıyor?

Demek ki bu dünyada bir iş var.

Rabbimiz kâinatı, kudretinin ve sanatının güzelliklerini, isim ve sıfatlarının mükemmelliklerini hem kendi nazarıyla hem de gayrın nazarıyla müşahede etsin diye yarattı.

Kâinatın her yerini dolduran, canlı-cansız mahluklar, melekler, ruhaniler... hepsi kendi lisan-ı hâlleriyle bu işi yapıyor ve Allah’ı durmadan tesbih, tahmid, takdis ve tekbir ediyorlar.

Cenab-ı Hak hikmetine binaen bütün yaratılmışların dışında kendisine özgür irade verdiği iki mahluk daha yaratmayı murad etti; cin ve insan denilen bu iki mahluka verdiği özgür irade ile onlara bir imtihan meydanı açtı. 

Dünya denilen bu imtihan meydanında, belki kâinatın diğer taraflarında sergilemediği bütün ve başka başka güzellikleri; süsleyerek, hayat vererek, vazifesi biteni terhis ederek devamlı değiştirdiği bir sergi şeklinde tanzim etti. 

Ta ki bu irade sahibi mahluklar “Allah!” desinler, kulluk vazifelerini yerine getirsinler ve “ben” deyip başka ilahlara, ilahlık payesi verdikleri deizm gibi, evrim gibi, tabiat gibi, materyalizm gibi, İslam dışı dinler gibi sapıklıklara batmasınlar.

Ve gene bu mahluklara katından resuller ve kitaplar gönderdi ki, Allah’ı inkâra ve emirlerini yerine getirmemeye hiçbir mazeretleri kalmasın.

İşte Allah katında yegane din olan İslam, bütünüyle bunları anlatmakta, kâinattaki istisnasız her yaratılmışın O’nu tanıdığını ve O’nun emirlerine boyun eğdiğini bildirmekte, cin ve insan denilen, kendilerine özgür irade verilmiş dünya mahluklarının da bu yönde amel etmelerini vaz’ etmektedir.

İmtihan sırrı gereği mecburiyet yoktur, ama mesuliyet vardır!

Nasıl ki dünyamızda bir saniye silahının tetiğine dokunan ve cinayet işleyen adamı, o bir saniyelik suç için milyonlarca saniye ömür boyu hapse mahkûm ediyoruz veya asıyoruz; aynen öyle de:

Allah’ı, O’nun emrettiği şekilde tanımayan, O’nun emirlerine karşı gelen, beğenmeyen bir insanın, kâinattaki atomlar adedince, yaratıcısını inkâr ve O’nun mahlukatının tesbihatını tanımama suçlarını “sonsuz kere” işleme ve bunun sonsuz bir cinayet olması sebebiyle, cezası da sonsuz cehennem olmaktadır.

İşte Allah’ı, O’nun istediği şekilde tanıyıp, tanımama; O’nun emirlerini yerine getirip getirmeme konusunda özgür iradeye sahip yegâne iki mahluk olan cin ve insanın meskeni olan dünya bu sırr-ı imtihan sebebinden ötürü kâinatın geri kalanından üstün, en azından müsavi tutulmuştur.

Cevap 3:

Bütün kainat ve içindeki her şey birtakım ruhu ile insana hizmet ediyor. Güneş insan için doğar, insan için batar. Bulutlar insan için toplanıp dağılır. Dağlar insan için yerinde sebatla oturur...

Bu keyfiyetlere bakıldığı zaman, bütün mevcudat insanın hayatına ve yaşamasına hizmet ediyor ve alacaklı duruma geçiyor. Onların insanlardan hâl dili ile talep ettiği tek ücret ise, insanın Allah’a karşı iman ve ibadetleridir. Yani kainatın insana bir takım gibi hizmet etmesinin ana sebebi, insanın Allah’a olan kulluğudur. Şayet insan iman ve ibadeti terk ederse, bütün kainatın maksadını inkar ve hizmetini hafife almış oluyor. Böyle bir çirkinliğe karşı elbette kainat ve onun sahibi olan Allah ilgisiz ve kayıtsız kalmaz. Elbette insana bunun hesabını sorar.

Amiyane bir temsil ile bu meseleye şöyle bakabiliriz: Bir futbol takımı topu sürerek getirip golcülerine verse, golcü de topu kaleye atma imkanı varken boş alana atsa o takımın emeğini ve gayretini heba etmiş ve takım arkadaşlarına büyük bir haksızlık ve zulüm etmiş sayılır. Elbette takımın teknik sorumlusu bu golcüden hesap sorar ve sormalıdır.

Aynı şekilde kainat da birtakım gibi Allah’ın tedbir ve terbiyesi ile hayatı sürüp insana veriyor, insan da bu hayatı ibadet kalesine atıp hanesine puan yazdırması gerekirken, hayatını küfür ve gaflet boşluğuna atıp bütün kainatın hakkına ve hukukuna tecavüz etmiş oluyor.

Elbette kainatın yaratıcısı ve müdebbiri olan Allah insandan dehşetli bir hesap soracaktır. Güneş Allah’ın varlığına ve birliğine kuvvetli bir ayet iken, onun ayet yüzünü inkar ederek ona tapınmak, ona bir hakaret ve tecavüz değil de nedir acaba.

Cevap 4:

Her şey Allah’ı tanıtmak ve sevdirmek üzere programlanmıştır. Bu programın dışına çıkıp bazı şeyleri bazı sebeplere vermek ise şirk ve zulümdür ve affı kabil değildir. Allah kainattan matlup olan ilahî maksatlarını miskin ve aciz olan sebeplere kaptırmaz, onlara bozdurmaz. Bu sebeple kâinatın her şeyi üstünde müthiş bir cebir ve izzet ile kendini ihsas edip ilan ediyor. Bu ilana göz kapamayı veya inkar etmeyi de sonsuz bir azap ile cezalandırıyor.

Mesela, Rezzak ismi kainattaki bütün canlıların rızkını mükemmel bir ahenk ve titizlikle temin ediyor. İnsan bu ismin tecellilerini okuyup, önce Rezzak isminin manasını ve hükmünü talim edip, sonra bu ismin sahibi ve kaynağı olan Allah’a intikal etmesi gerekirken, bütün rızıkları sebeplere taksim ederek ne ismi ne de ismin arkasında duran Allah’ın Zat-ı Akdesini tanımıyor. Bu tanımamak ve inkar etmek, hem Rezzak isminin hukukuna bir tecavüzdür, hem de o ismin sahibi olan Allah’a hürmetsizlik ve saygısızlıktır.

Bu sebeple inkâr ve küfür ebedi bir cehennemi iktiza ediyor. Bu örneği diğer isimlere de tatbik edebiliriz.

Mesela, şifa güzel ve tatlı bir nimet olup, Şafi ismine işaret ediyor iken, insan bu şifa nimetini sebepler olan ilaçlara verse, aynı zulüm ve çirkinliği irtikap etmiş olur.

Yine küfür, kainattaki bütün mevcudatın haklarına bir tecavüz bir hakarettir. Kainatın birinci maksadı Allah’ı insanlara tanıtmak ve sevdirmektir. Bütün mevcudat bu maksat etrafında kümelenmiş hizmet ederken, insanın bu ana maksadı görmezden gelmesi ve inkar etmesi, bir cihetle atomdan gezegenlere kadar her mevcudun hareket ve vazifesini hafife almak olup, onların haklarına bir tecavüzdür.

Öyle ise basit gibi duran inkâr, neticesi itibari ile çok büyük ve zulümlü bir harekettir. "... Şirkte büyük bir zulüm vardır." (Lokman, 31/13) ayeti buna işaret ediyor.

Diğer bir husus; nasıl mahkemede suçun yanında bir de kamu davası açılır. Zira mahkeme insanların ortak bir alanıdır. Aynı şekilde küfür ve şirk sadece Allah’ın izzet ve azametine dokunan bir suç değil, ayrıca bütün kamunun da hakkına bir tecavüz olmasından, Allah kafiri cezalandırırken, bütün bu hakları da nazara alıyor ve öyle yargılıyor.

Bin kişinin çalıştığı bir gemide, dümenci vazifesini yapmasa ve gemiyi karaya oturtsa veya batırsa, gemi sahibi o dümenciyi cezalandırırken, diğer gemi çalışanların da hakkını o dümenciden sorar. Dümencinin; "Ben basit bir dümeni döndürdüm, neden bu kadar üstüme geliyorsunuz?" demeye hakkı yoktur. Belki dümeni sağa çevirmek basit bir eylem olabilir, ama neticesinde koca gemi mürettebatı ile batıyor. Demek önem eylemin basitliğinde değil, ondan sudur eden neticenin büyüklüğündendir.

İşte kainat da koca bir gemi gibidir. İçinde, insandan başka, sayısız mahlukat tam vazifesini ifa ediyor. İnsan ise mahiyeti noktasından şu kainat gemisinin dümencisi gibidir. Şayet iman ve ibadet vazifesini terk ederse, bütün kainat gemisinin mürettebatını tahkir ve tezyif etmiş olur. O zaman elbette kainat gemisinin sahibi olan Allah, hem kendine hem de gemi mürettebatına yapılan bu zulmü cezalandırır.

Özet olarak, mevcudatın asıl yaratılma gayesi ve varlıklarının devam etme gerekçesi, Allah’ın bütün isim ve sıfatları ile insana kendini tanıtmak ve sevdirmek istemesidir. İnsanın en büyük vazifesi de bu tanıtmak ve sevdirmek istemeye mukabil iman ile tanımak, ibadet ile de sevmektir. Koca kainatın çarkları insanın iman ve ibadetine hizmet ederken, insanın küfür ve dalalet ile bu vazifeyi terk etmesi, hem kainatın hukukuna bir tecavüz hem de kainatın arkasında asıl aktör olarak çalışan Allah’ın isimlerine bir tahkirdir, bir hakarettir.

Not: Bediüzzaman Hazretlerinin aynı soruya verdiği cevabı olduğu gibi nakletmekte fayda görüyoruz:

"Sual: Niçin böyle ehemmiyetsiz insanların ehemmiyetsiz amelleri ve şahsî günahları kâinatın hiddetini celb ediyor?"

"Elcevap: Bazı risalelerde ve sabık işaretlerde ispat edildiği gibi, küfür ve dalâlet, müthiş bir tecavüzdür ve umum mevcudatı alâkadar edecek bir cinayettir. Çünkü hilkat-i kâinatın bir netice-i âzamı, ubudiyet-i insaniyedir ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı iman ve itaatle mukabeledir."

"Halbuki ehl-i küfür ve dalâlet ise, küfürdeki inkârıyla, mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i bekàları olan o netice-i âzamı reddettikleri için, umum mahlûkatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın âyinelerinde cilveleri tezahür eden ve masnuatın kıymetlerini âyinedarlık cihetinde âli eden esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini inkâr ettikleri için, o esmâ-i kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini tenzil ile o masnuata karşı bir tahkir-i azîmdir."

"Hem umum mevcudatın her biri birer vazife-i âliye ile muvazzaf birer memur-u Rabbânî derecesinde iken, küfür vasıtasıyla sukut ettirip, câmid, fâni, mânâsız bir mahlûk menzilesinde gösterdiğinden, umum mahlûkatın hukukuna karşı bir nevi tahkirdir."

"İşte, envâ-ı dalâlet, derecâtına göre az çok kâinatın yaratılmasındaki hikmet-i Rabbâniyeye ve dünyanın bekàsındaki makasıd-ı Sübhâniyeye zarar verdiği için, ehl-i isyana ve ehl-i dalâlete karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlûkat öfkeleniyor."

"Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayıp ve zenbi azîm biçare insan! Kâinatın hiddetinden, mahlûkatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen, işte kurtulmanın çaresi:

"Kur’ân-ı Hakîmin daire-i kudsiyesine girmektir ve Kur’ân’ın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnet-i seniyyesine ittibâdır. Gir ve tâbi ol. (bk. Lem'alar, On İkinci Lem'a, On Birinci İşaret)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun