TEVHÎD ŞİİRLERİ IŞIĞINDA YARATILIŞ GERÇEĞİ

Prof. Dr. İdris KADIOĞLU
Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Diyarbakır/Türkiye.
[email protected]

           Burada, Divan edebiyatının kurucularından olan ve tevhit konulu çok sayıda şiir yazan Ahmedî’nin bir şiiri,  tekke tasavvuf edebiyatının önemli şahsiyetlerinden biri olan Niyazi-i Mısrî’nin bir kasidesi, hakîmane üslubun üstat şairi Urfalı Nabi’nin tevhid kasidesi incelenmiştir.

     Ayrıca bu bağlamda 20.yy’ın önemli düşünürlerinden Bediüzzaman’ın mensur “Âyetü’l-Kübra” risalesindeki iki manzumesi üzerinde durulmuştur. İncelenen bu şiirler ışığında, kâinatın yaratıcısını tarif eden âfâkî ve enfüsî delillerden misaller sunulmuştur. Şimdi, uzaklardan gelen bu seslere kulak verip, yaratılış mucizesindeki hikmeti anlamaya ve anlatmaya çalışalım.

     Tevhîd Nedir?

     Tevhid, Türk-İslâm edebiyatında Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini, esmâ ve sıfatı ile bunların kâinattaki tezahürlerini ele alan manzum-mensur edebî türdür. Edebiyatta tevhid Allah’ın zâtı, sıfatı ve fiillerinden söz ederek O’nun birliğini, tek ve eşsiz oluşunu, kudretinin sonsuzluğunu, zâtının yüceliğini, bütün kâinatın ve mahlûkatın, özellikle insanın aczini, yaratıcısına, O’nun lutfuna olan ihtiyacını ve yalnız O’na sığınması gerektiğini anlatan eserlere verilen addır[1].

     Kelime anlamı, ‘birlik’, ‘birlemek’tir. Allah’ın varlığını, birliğini, bütün kendisine has Zatî ve Subutî sıfatların Zatında toplandığını, eşi ve benzeri bulunmadığını bilmek ve buna inanmak demek olan tevhid, en özlü biçimde “Lâ ilâhe illallâh” (Allah’tan başka ilah yoktur) cümlesiyle ifade edilir. Bu nedenle bu cümleye tevhid kelimesi (kelime-i tevhid) denir. Kelime-i tevhid; “Tek ilahtan başka kulluk edilecek başka bir ilah yoktur. O tek olan ilah da, şeriki olmayan yüce Allah’tır. Çünkü ibadete layık olan, ancak odur.” manasındadır.

     Bir edebiyat terimi olarak, yaratıcının birliğini ve ululuğunu anlatan şiirlere tevhid denir. Genellikle kaside biçiminde yazılırlar. Tevhidde yaratıcının büyüklüğü, sıfatları, kudretinin sonsuzluğu, tasvir ve hayal edilebilen şeylerden soyutlanması, hiçbir şeyin ona eş ve benzer olamayışı, bütün kudret ve ilimlerin ona ait oluşu gibi özellikler sanatlı bir dille anlatılır. İsim, sıfat, fiil ve şe’nleriyle tecelli eden yaratıcı karşısında kulun acizliği vurgulanır.

     Mutasavvıfların tevhid anlayışına göre; tevhîd-i ef‘âl, tevhîd-i sıfat, tevhîd-i zât olmak üzere tevhidin üç mertebesi vardır.

     Tevhîd-i ef‘âl, kâinatta Allah’tan başka gerçek bir müessirin olmadığı hakikatine ulaşarak bütün hareketlerin kaynağı olarak onu bilmek ve ona tevekkül etmektir.

     Tevhid-i sıfat, küllî ilim, irade ve kudret sahibi olarak Allah’ı bilmek, cüzî ilim, irade ve kudretleri Allah’ın mutlak kudreti içinde yok etmek, her kemâli onun nurunun cilvesi, yansıması olarak kabul etmektir.

     Tevhid-i zât, Allah’ta fâni olmak, yok olmak demektir. Mutasavvıfların fenâfillâh, bekâ billah terimleriyle açıklanabilecek bir mertebedir. Bu mertebede bütün ibare ve işaretler yok olmuştur.

     Allah’ın zât, sıfat ve fiillerinden bahseden tevhid, bu yönüyle kelâm ilminin en önemli konularından biridir. İslâm’ın kabulünden sonra, tevhid yazma geleneği Türk edebiyatında da görülmektedir. Özellikle övgü şiirleri olarak bilinen kasîde şeklindeki şiirlerin başında tevhitler yer alır. Allah’ın varlığına ve birliğine inanan sanatkâr, kulluk bilinciyle ilk önce methedilmesi gereken en büyük zât olarak Allah’ı görür. Bu, şairlerdeki dinî hassasiyetin ve estetik anlayışın bir göstergesidir.   

    Türk Edebiyatında Tevhidler

     Türk edebiyatında tevhidler konusunda en kapsamlı çalışma, Ali Nihat Tarlan tarafından yapılmıştır. Tarlan’ın “Divan Edebiyatında Tevhidler[2] adlı çalışması dört fasikülden meydana gelmektedir. İlk iki fasikülde zahiri şeriata uygun olarak yazıldığı ifade edilen altı tevhid manzumesi kısmen tahlil edilmiştir. Üçüncü fasikülde şekil ve mevzuya göre tevhid tasnifi yapılmıştır. Buna göre; tevhidler önce şekil bakımından nazım ve nesir olarak iki gruba ayrılmış, manzum olan tevhitlerin genelde kasîde şeklinde yazıldığına dikkat çekildikten sonra, mesnevi, terci ve terkib-bend, gazel, kıta, rubai şekillerinde de tevhid yazıldığı belirtilmiştir. Konu bakımından da bir tasnife tâbi tutulan tevhidler, şeriat esaslarına göre yazılanlar ve tasavvufî esaslara göre yazılanlar olarak önce iki gruba ayrılmış, tasavvufî tevhidler de umûmî ve husûsî olarak iki grupta incelenmiştir.

     Ahmedî, Şeyhî, Fuzulî, Cem, Mihrî, Lamii ve Nabi’nin tevhid kasideleri birinci grupta;

     Niyazî-i Mısrî ve diğer tekke, tasavvuf erbabının şiirleri ikinci grupta değerlendirilmiştir.

     Bu tasnife göre Mısrî’nin tevhidi, umumî tasavvuf tevhidleri arasında mütalaa edilebilir. Bunun yanında Tarlan’ın belirttiği gibi, belli tarikatların hususî terminolojilerini ifade eden tevhidler de vardır ki, Nesimi’nin tevhidi bunlardan biridir.

     Türk Edebiyatında Tevhidler adlı antoloji türündeki çalışmada İsen ve Macit şekil açısından tevhitlerdeki müştereklik konusunda şu tespitlerde bulunur[3]:

  • “Kelime-i tevhîd”in redif olarak kullanıldığı şiirler: Ahmedî, Cem ve Mihrî Hatun’un,
  • “Peydâ” redifli şiirler: Usûlî ve Niyazî-i Mısrî’nin,
  • “Eyledin” redifli şiirler: Muhibbî, Zâtî ve Yenişehirli Avnî’nin,
  • “â” sesinin kafiyeyi teşkil ettiği şiirler: Nâbî ve Fuzûlî’nin şiirleri.

     Tevhidlerde genelde konu üç bölümde ele alınır. Birinci kısımda Yaratıcı’nın selbî ve subûtî sıfatlarından bahseden şair, ikinci kısımda Yaratıcı’nın kâinattaki tecellilerini şiire yansıtır. Beşeri aczin ve korkunun, heyecanının dile getirildiği üçüncü kısım ise münacattır. Tasavvuf felsefesinin terennüm edildiği tevhidlerde bu tasnife pek riayet edilmediğini söyleyebiliriz. Mısrî’nin tevhidi bunun tipik misallerinden biridir.

     Ahmedî’nin (14.Yy) Tevhidinde “Kim Yarattı?” Sorusu

     Etrafta gördüğü değişim, hareket, ölüm, diriliş karşısında hayret eden insan, bunun sebebi ve failini araştırma ihtiyacı duymuştur. Meraklı, mütefekkir bir gözlemci olan 14.yy şairlerimizden divan şairi Ahmedî de yazdığı birçok tevhid türü kasidelerden birinde istifhâm-ı lafzî ile“Bunu kim yarattı?”anlamında,“Kim etti?” sorusunu sormak suretiyle, varlığın sahibini araştırmaktadır. Bunu yapan ya tabiat, ya sebeplerdir. Ya da her şey kendi kendine olmaktadır. Veya Allah tarafından yaratılmıştır.  Şair gözlem yoluyla, akli delillere dayanarak yaratılan her şeyin O’nun birliğine şehadet ettiğini görmekte, düşünmekte ve Vahdet gerçeğini dile getirmektedir.

     Şair, cevabını çok iyi bildiği “Kim etti?” sorusunu defalarca sorarak, okuyucu ve dinleyicilerin dikkatini kâinattaki hadiselere çevirmekte, yaratılış hakikatini, Yaratıcı’nın varlığı ve birliğini keşfederek bulmalarını sağlamaktadır.

  • Yeryüzüne rüzgârı hizmetkâr, bahçeye bulutu sucu yapan kimdir?
  • Kamıştan tiryak olan şekeri çıkaran, dikenden taze hurma bitiren kimdir?
  • Nergisin gözünü sürmeli, lalenin yüzünü kırmızı eden kimdir?
  • Menekşenin saçını misk kokulu, gülün yanağını ra’na (güzel) kılan kimdir?
  • Yeryüzünü türlü renklerle süsleyen, ağaçlara yeşil cennet elbisesi giydiren kimdir?
  • Diriden ölüyü, ölüden diriyi ortaya çıkaran kimdir?
  • Gündüzü geceden daha aydınlık yapan, mevsimleri yaratıp yazı kıştan ayıran kimdir?
  • Sahradan kıymetli kızıl yakut çıkaran, bir damla sudan parlak inci yapan kimdir?
  • Âlemi yoktan var eden, Âdemi insan suretinde inşa edip yaratan kimdir? 

 Ahmedî’ninTevhid Şiirinden Beyitler[4]

Anuñ birliğine virür şehâdet (IV/8)

Ser-â-ser âfer îniş zîr ü bâlâ

Baştanbaşa yaratılış, yerdeki ve gökteki her şey, tamamen O’nun birliğine şahitlik eder.

Kim itdi yili yiryüzine ferrâş (IV/9)

Kim itdi bâga bulutları sakkâ

Yeryüzüne rüzgârı hizmetkâr, bahçeye bulutu sucu yapan kimdir?

Kamışdan kim düzetdi nûş-ı dârû (IV/10) 

Dikenden kim bitürdi tâze hurmâ

Kamıştan tiryak olan şekeri çıkaran, dikenden taze hurma bitiren kimdir?

Kim itdi nergisüñ gözin mükahhal (IV/11)

Kim itdi lâlenüñ yüzini hamrâ

Nergisin gözünü sürmeli, lalenin yüzünü kırmızı eden kimdir?

Benefşe zülfini kim itdi müşgîn (IV/12)

Gülüñ ruhsârını kim kıldı raʿnâ

Menekşenin saçını misk kokulu, gülün yanağını ra’na (güzel) kılan kimdir?

Çemen ferşini kim itdi mutavves (IV/13)

Agaçlar hullesin kim kıldı hadrâ

Yeryüzünü türlü renklerle süsleyen, ağaçlara yeşil cennet elbisesi giydiren kimdir?

Diriden ölüyi kim itdi zâhir (IV/14)

Ölüden diriyi kim kıldı peydâ

Diriden ölüyü, ölüden diriyi ortaya çıkaran kimdir?

Giceden gündüzi kim itdi rûşen (IV/15)

Yazı kışdan kim eyledi hüveydâ

Gündüzü geceden daha aydınlık yapan, mevsimleri yaratıp yazı kıştan ayıran kimdir?

Kim ider sahradan yâkût-ı ahmer (IV/16)

Kim ider katreden lü’lü-yilâlâ

Sahradan kıymetli kızıl yakut çıkaran, bir damla sudan parlak inci yapan kimdir?

Kim itdiʿâlemüñ tertîbin ibdâʿ (IV/17)

Kim itdi âdemüñ terkîbin inşâ

Âlemi yoktan var eden, Âdemi insan suretinde inşa eden kimdir?

Hudâvendâ cihân kim kudretinden (IV/18)

Yir ü gök oldı vüʿarş-ı muʿallâ[5]

Ey yüce Allah! Yer ve gök,  bu cihan ve bütün kâinat senin kudretinin eserleridir.  

      Niyazi-i Mısrî’nin (17.yy) Tevhidinde Kenz-i Hafî ve Tecelli[6],[7],

     Mısrî, 17 beyitlik tevhit kasidesinde kudretin kâinattaki tecellileri karşısında hayretini ifade etmekten başka çaresinin olmadığını haykırmak ister. O, her şeyin canlı olduğunu müşahede eder. Her şey adeta umumî bir bestenin perde perde yükselen veya alçalan bir nağmesidir. Mısrî’ye göre;

  • Mevcudat, perde arkasındaki kenz-i hafî’nin bir yansımasıdır. Aşk-ı hakikîyi bilmeyen perde arkasını göremez.
  • Keşif, aşkın verdiği bir güçtür ve insanı gerçeğe eriştirir.
  • Âşık, ilâhiyetin kalbe tecelli etmesiyle kâinatın manasını keşfeder.
  • Kâinatın dış görünüşü kesrettir. Perdenin arkasında vahdet hazineleri gizlidir.
  • Kâinat, bir olan Allah’ın celâl ve cemâl tecellîsinden ibarettir.
  • Marifetullaha erişen kişi birliğin zevkini alır, ikilikten kurtulur.

Mısrî tevhidinde, vahdet âleminden kesret âlemine yansıyan celâlî, cemâlî tecellileri aklî, kalbî, rûhî gözlemlerine dayanarak anlatır. Bunu yaparken seçtiği kelimelerde karşıtlıklar dikkat çekicidir. “Vahdet-kesret”, “iç-dış”, “celâl-cemâl”, “cennet-nâr”, “mümin-kâfir”, “gül-hâr”, “birlik-ikilik” gibi.

Mutasavvıfın bu dünya, öteki dünya bağlamındaki gözlemleri; görünen âlemin görünmeyen âlemle ilişkisi, onu varlığın birliği fikrine ulaştırmıştır. Mısrî’yi bu düşünceye sevk eden mevcudâttaki mütenâsip zıtlıklardır.

a. Şiirdeki Fiiller

Peydâ ol-, Zuhûr et-, Tecellî eyle-, Doğ-, Görün-, Gel-, Taşın-. Bu fiillerin ortak özelliği tecellî’dir. Tecellî süreklilik arz ettikçe gizli sırlar dünyası değişik şekillerde tezahür eder.

     Tecellî eyledükçe ol sarây-ı sırr-ı ahfâda

     Bu sûret âlemi içre satu bâzâr olur peydâ

     Mısralarından sonra bu tezahürleri kavrayacak gözlemleri ifade ederken; özellikle nazar eyle-, gör-, bak- fiillerinin emir kiplerini kullanmış, bu gizli sırlar dünyasını diğer bir ifadeyle gerçeği âriflerin, velîlerin, kâmil zatların keşfedebileceğini ima etmiştir.   

      b. Mülk (Görüntü/Kesret) Âlemi

     Vahdetin tecellî aynası olan bu âlem, mutasavvıflarca kesret âlemi olarak anılmaktadır. “Zulmet,  envâr, kesret âlemi, agyâr, edvâr, can, a‘mâr (ömürler), dış, zuhûrât, mü’min,  küffâr, sûret âlemi, satubâzâr, sun‘, kâr, Cennet, nâr, gül, hâr, ikrâr, inkâr, hâristân, gülzâr, dâr, deyyâr, ekvân, yüz, sahrâ-yı kesret, agyâr, nakş-ı sûret, eşya, ikilik” terimleri bu âlemi yansıtır.

     “Kesret âlemi, sûret âlemi, sahrâ-yı kesret, dış”gibi kelime ve kelime gruplarını görünen âlemin mekân boyutunun kelime kadrosu olarak tasnif edebiliriz. Şair, kesret âlemindeki karşıtlıkları ifade etmek için şu kelimeleri özellikle seçmiştir:

envâr     ↔      zulmet            

mü’min  ↔     küffâr

cennet*   ↔    nâr*

gül          ↔     hâr

ikrâr        ↔     inkâr

gülzâr     ↔     hâristân          

dâr          ↔     deyyâr

     (*Kesret âleminin ahiret boyutundaki iki zıt tecellîyi ifade eder.)

     c. Melekût (Birlik / Vahdet) Âlemi[8]

     Birliğin kaynağı olarak nitelendirilen öteki âlem mutasavvıflara göre vahdet âlemidir. Şair, bu yüze yansıyan tecellinin kaynağıyla ilgili birliği ifade eden terimleri kullanmıştır. “Kenz-i hafî, deryâ-yı vahdet, dildâr, şem’-i cemâl, adem iklîmi, iç, hayâlât, enbiyâ, mürsel sarây-ı sırr-ı ahfâ, zât, isim, celâl, cemâl, kâmil, velî ‘ârif, sır, ummân-ı vahdet, yâr, dîdâr, lezzât, kenz-i mahfî, esrâr, birlik” terimleri öteki âlemi yansıtır. Şiirde vahdeti, birliği ifade eden kelimeler öteki yüzle ilgilidir.

     “Kenz-i hafî, deryâ-yı vahdet, adem iklîmi, iç, sarây-ı sırr-ı ahfâ, ummân-ı vahdet” gibi kelimeleri öteki alemin mekan boyutunun kelime kadrosu olarak tasnif edebiliriz.

     Niyazî-i Mısrî mutasavvıf bir şairdir. Vahdet-i vücut nazarıyla kâinata ve mevcudata bakmaktadır. Bu bakışta, her şey şairi vahdete yani birliğe ulaştırmaktadır. Şair, mülk ve melekût âlemini mütalaa; celâlî ve cemâlî tecellileri müşâhede ederek ikilikten kurtulur, birlikteki lezzet ve nimeti tadar

     “Alan lezzâtı birlikden, halâs olur ikilikden”

     Şair, düşüncesini beyitlere yansıtırken, ispatlayıcı anlatım tekniğini başarıyla kullanmıştır. Muhatabı inanmaya, aydınlatmaya, iknâ etmeye çalışmaktadır. Zihî, (ne güzel) kelimesiyle söze başlaması, kendi düşüncelerinin kabul edilmesi için içselleştirdiği anlamları ifade ederek karşıdakine açılması, şairin içten bir anlatımı benimsediğini gösterir.  Sözü fazla uzatmadan, kâinatla ilgili tüm mütalaa ve müşahedesini bir çırpıda, veciz bir şekilde ifade etmektedir.

     d. Mısri’nin Tevhidi:[9]

Zihî kenz-i hafîk’andan gelür her var olur peydâ (1)
Kimi zulmet zuhûrider kimi envâr olur peydâ

     1.(Var olan her şeyin ondan geldiği gizli hazine ne güzel. Bazen zulmet, bazen nûr olarak tezâhür eden her şeyin kaynağı odur.)

Zihî deryâ-yı vahdet kim kesilmez hergiz emvâcı (2)
Bu kesret âlemi andan dogup nâçâr olur peydâ

    2.(Kesret âlemi, vahdet denizinin dalgalanmasıyla tezâhür eden perdelerdir. Vahdet denizinin asla kesilmeyen dalgalarıyla bu kesret âlemi vücut bulmuştur.)

Ne sihr-i bü’l- ‘acebdür kim bu yüzden görünür agyâr (3)
O yüzden gayrı yok tenhâ gelür dildâr olur peydâ

    3.(Bu ne tuhaf bir sihirdir ki, bu yüzden bakıldığında ağyar, o yüzden bakıldığında sevgili görünür.)

O yüzden görülen agyâr döner şem‘-i cemâlinden (4)
Felekler de görüp anı döner edvâr olur peydâ

     4.(Kesret âlemi, mâsivâ, Allah’tan gayrı her şey, O’nun nûru etrafında döner. Felekler de o ilâhî nûru görüp dönmeye başlar ve böylece devirler meydana gelir.)

Taşınır günde yüz biñcân ‘adem iklîmine her dem (5)
Gelür yüz biñ dahi andan bulur a’mâr olur peydâ

     5.(Her an binlerce hayat, adem ülkesine gider ve binlercesi adem memleketinden varlık âlemine çıkar.)

Dışın içe hayâlâtı için dışa zuhûrâtı (6)
Birinden ol birine tuhfeler her bâr olur peydâ

    6.(Dıştan içe hayaller, içten dışa feyizler her defasında birbirine hediyeler sunmaktadır. Salik, mülk âleminde olduğu halde melekût âlemiyle de irtibatlıdır.)

O devr ile gelüptür enbiyâ mürsel merâtibce (7)
Gehî mü’min zuhûr ider gehî küffâr olur peydâ

     7.(Derecelerine göre peygamberler gönderilmiştir. Buna rağmen îman edenlerin yanı sıra Allah’ı inkâr edenler de ortaya çıkmıştır.)

Tecellî eyledükçe ol sarây-ı sırr-ı ahfada (8)
Bu sûret âlemi içre satu bâzâr olur peydâ

     8.(Gizli sırların sarayı olan âlem-i melekûttaki tecelliler neticesinde mülk âleminde alış veriş meydana gelir.)

Anuñ zâtına gâyet sun‘una hergiz nihâyet yok (9)
Anuñ çün her bir isminden gelür bir kâr olur peydâ

     9.(Onun zât ve sıfât hazinesinin tecellileri sonsuzdur. Bütün tezahürler onun cilve-i esmasıdır.)

Tecellî eyler ol dâ’im celâl ü geh cemâlinden (10)
Birinin hâsılı Cennet birinden nâr olur peydâ

    10. (O, ya celâli ya da cemâliyle tecelli eder. Cemâl tecellisiyle cennet, celâl tecellisiyle cehennem olur.)

Cemâli zâhir olsa tiz celâli yakalar anı (11)
Görürsün bir gül açılsa yanında hâr olur peydâ

    11. (Onun cemali görünse hemen arkasından kahr ve heybeti zâhir olur. Bir gül açılınca yanında dikenlerin peyda olmasını görürsün.)

Bu sırdandur ki bir kâmil zuhûr itse bu ‘âlemde (12)
Kimi ikrâr ider anı kime inkâr olur peydâ

     12.(Cemâl ve celâlin beraber görünmesi sırrıyla, bir kâmil ortaya çıksa, kimileri onu tasdik ederken kimisi de inkâr eder.)

Velî ‘ârif celâl içre cemâlini görür dâ’im (13)
Bu hâristânın içinde añagülzâr olur peydâ

    13.(Ârif, daima celal içinde cemali müşahede eder. Dikenlerle dolu bu âlem, ona her zaman gül bahçesi görünür.)

Ne sırdur ki iki kimse nazâr eyler bu ekvâna (14)
Biri ancak görür dârı bire deyyâr olur peydâ

    14. (Ne sırdır ki, bu âleme bakan iki kimseden birisi sadece mülkü, diğeri mülkün sahibini görür.)

İçi ‘ummân-ı vahdetdür yüzi sahrâ-yı kesretdür (15)
Yüzin gören görür agyâr içinde yâr olur peydâ

     15.(İçi vahdet denizi, dışı kesret çölüdür. Surete bakana ağyar, öze bakana sadece sevgili görünür.)

Alan lezzâtı birlikden halâs olur ikilikden (16)
Niyâzî kanda baksa ol hemândîdâr olur peydâ

     16.(Birliğin lezzetini alan ikilikten, şirkten kurtulur. Niyazi nereye baksa, orada Hakkın yüzünü görür.)

Görür ol kenz-i mahfîden nice zâhir olur eşyâ (17)
Bilür her nakş-ı sûretden nice esrâr olur peydâ
(Tarlan 1936/4:32-33)

    17. (O gizli hazineden eşyanın nasıl çıktığını görür. Görüntülerin arkasındaki sırları anlar).

     Nâbî’nin Tevhidinde (17.Yy) Yaratılış Gerçeği ve Tekvini Ayetler[10]

     Nabi’nin tevhidi yüz beyitlik müzeyyel bir kasidedir. Şer’î (Kelami) tevhidler sınıfına dâhil edebileceğimiz Nabi Tevhidi, muhteva bakımından dört bölüme ayrılabilir. Birinci bölümde Allah’ın selbî ve sübûtî sıfatlarından bahsedilmiş, ikinci bölümde Cenab-ı Hakk’ın kudretinin kâinattaki tecellileri ortaya konulmuştur. Üçüncü bölümü teşkil eden münâcâtta ise Allah’ın yüceliği, kâinatı idare etmesi, bunun karşısında aczini anlayan insanın O’na sığınması anlatılmıştır. Son bölüm zeyl olup kasidenin yazılış sebebi ve dönemin sadrazamı İbrahim Paşa’nın övgüsünü ihtiva eder.

     Kaside:,

Ta‘âlallâh zihî dîvân-tırâz-ı sûret ü ma‘nâ (1)
Ki cism-i lafz ile rûh-ı me‘âli eylemiş peydâ

     1.“Lafız cismiyle mana ruhunu ortaya çıkarmak suretiyle, şekil ve mana divanını şaşılacak kadar güzel süsleyen Allah ne yücedir.” anlamına gelebilecek bir beytle başlar. Şair bu beyitte; kâinatı şekil ve muhteva bakımından muazzam çizilmiş ve mükemmel yazılmış bir kitaba benzetmektedir. Şiirin ilerleyen bölümlerinde şair, kâinat kitabını müşahede, okuma ve dinleme yoluyla yaratılış hakikatlerini, âlemin yaratıcısını tarif eden âfâkî ve enfüsî delilleri biraraya getirerek O’nun sonsuz kudretini anlatır.

Kurup bir bârgâh-ı sun‘ lutf u kahrdan memzûc (6)
Virüp ezdâda amîz iş komış nâmına nuñ dünyâ

    6. “(Allah), Lütuf ve kahrını karıştırıp büyük bir otağ kurmuş ve orada zıtları birbiriyle uyuşturarak (anlaştırarak) bu otağın adını Dünya koymuş.”

Zihî zât-ı Ulûhiyyet mühim-sâz-ı Rubûbiyyet (10)
Ki şehristân-ı sun‘ında degül bir zerre nâ-ber-câ

     10.“Şaşılacak bir şekilde, nasıl bir Uluhiyyet ve nasıl bir mühim şeyleri meydana getiren Rububiyyet ki, sanatının şehrinde her şey yerli yerindedir bir zerre bile yersiz değildir.”

     Zihî Mübdi‘ ki, Zihî Hâlık ki, Zihî Vâcib ki, Zihî Râzık ki, Zihî Fâtih ki, Zihî Bârî ki, Zihî Sâni‘ ki, Zihî Kâdir ki, Zihî ‘Âdil ki, Zihî Kâbız ki, Zihî Bâsıt ki …İfadeleriyle başlayan beyitlerde Nabi, efâliyle beraber şuunât-ı İlahiyyenin kâinattaki tezahürlerini hayretle izler, “Yapan/yaratan kim?” sorularına karşı hissiyatını şöylece şiire döker:.

Zihî Mübdi‘  ki bî-reng-i ‘amâdan eylemiş tasvîr (11)
Hezârân çihre-i rengîn hezârân dîde-i bînâ

     11. “(Allah), nasıl hayret veren bir ibda (icâd, yaratma) sahibidir ki, Amâ'nın renksizliğinden, binlerce renkli yüz, binlerce gören göz resmetmiştir”.

Zihî Vâcib ki, itmiş mümkinüñ îcâdını îcâb (12)
Kemâl-i rahmetinden eylemiş ma‘dûm iken ihyâ

     12. “O, Mümkin"in icâdını gerektiren ne güzel Vâcîb'dir ki, Kâinat "yok" iken rahmetinin, bağışının mükemmelliği ile onu diriltmiştir”.

Zihî Hâlık ki, kemter nutfe-i nâ-çîzden itmiş (13)
Kıbâb-ı bârgâh-ı çarha sıgmaz kimseler peydâ

     13. “Ne güzel bir Hâlık ki, Değersiz bir nutfeden (damladan), çarhın (göklerin) şâhâne otağına sığmaz insanlar vücûda getirmiştir”.

Zihî Râzık ki, enbân-ı ‘ademden itmede ihsân (14)
Hezârân tûşe-i şîrîn hezârân ni‘met-i ahlâ

     14. “(Allah), ne güzel bir Râzık ki "yokluk" heybesinden binlerce tatlı yiyecek, binlerce çok lezzetli nimet bağışlamaktadır”.

Zihî Fâtih ki, agsân-ı hafâdan itmede ibrâz (15)
Nikâb-ı berge pîçîde hezârân mîve-i eşh
â

     15.  “(Allah) ne güzel bir Fâtih’dir ki,  gizlilik perdesi dallarından yaprak örtüsüne sarılmış binlerce pek leziz meyve ortaya çıkarmıştır”.

Zihî Bârî ki, hikmet-hâne-i sun‘ında halk eyler (16)
Hezârân dilber-i mevzûn hezârân duhter-i hasnâ

     16. “(O)  ne güzel bir "Bâri"dir ki,  sanatının hikmet evinde binlerce ölçülü, düzgün dilber ve binlerce güzel yaratır”.

Zihî Sâni‘ ki, eyler berg-i tut u kirm-i bed-bûdan (17)
Libâs-ı iftihâr-ı şehriyârân atlas u dîbâ

     17. “(O) ne güzel bir Sâni’dir (sanatkâr) ki, dut yaprağı ile pis kokan bir kurtçuktan, hükümdârların övünme elbisesi olan atlas ve dîbâ (gibi ipekli kumaşlar) yapar”.

Zihî Kâdir ki, hâk-i tîre-tıynetden ider îcâd (18)
Sefîd ü zerdma‘den sebz ü sürhin cevher-i garrâ

     18. “(O) ne kadar şaşılacak bir güç sahibidir ki, bulanık tabiatlı (kara) topraktan, beyaz ve sarı renkli (gümüş ve altın gibi) madenler, yeşil ve kırmızı renkte (zümrüt ve yakut gibi) parlak cevherler icâd eder.

Zihî ‘Âdil ki, eyler çâr-sû-yı çâr faslında (19)
Terâzû-yı dü-keffe hidmetin sermâ ile germâ

     19. “(Allah), ne kadar şaşılacak derecede bir "Adalet Sahibi"dir ki, bir çarşıyı (andıran) dört mevsiminde kış ve yaz, iki gözlü bir terazi hizmetini görür”.

Zihî Kâbız ki ‘âlem kabza-i hükminde muztardur (20)
Zihî Bâsıt ki, çekmiş kâ’inâta sufra-i yağmâ

     20. “(O) ne kadar haşmetli bir Kâbız (kavrayan)’dır ki, âlem, hükmünün pençesinde çaresizdir. Ne kadar hayret verici bir (Döşeyen ve Genişleten)’dir ki kâinâta "yağma sofrası" sermiştir…

     Kâinat kitabının hikmetli sayfalarını çevirdikçe şairin hayreti artar. Kâinatın, ilâhî isimlerin yansımasından ibaret bir levha olduğu hakikatini idrak eden şair, yaratılış hakikatini mealen şöyle dile getirir:

     56. “Bu âlem, hakikatlerin hikmetini biriktiren bir kitaptır. (O’nun muamma gibi gizlenmiş) manasını, kim bulup çıkarırsa aferin(ler) olsun”.

     57. “(O Allah), hikmetle karışık bu iş yerini öyle şaşılacak bir şekilde tanzim etmiştir ki, en ufak bir sanatının eserini, işini anlayıncaya kadar (bir) genç ihtiyar olur”.

     58. “Cihânın, zâhirde (görünüşte) de, bâtını da (iç yüzü itibariyle de) (Allah’ın) isimlerinin hükümet sarayı olduğunu, ancak hakikati görenler anlar.

Kâinat kitabının insan sayfasını okumaya başlayan şairin hayreti daha da artar. Büyük kâinat kitabının küçük bir misalini insan sayfasından okuyan şairin beyitleri şu manaları ihtiva eder:

     59. “İnsan cinsinin vücudunun terkibine organlar, hasseler (beş duyu), yerleştirerek her birinin eline uygun bir alet vermiştir”.

     60. “Beyni, tasvir (resim yapma) kuvvetinin halvet-sarayı  (yalnız kalma sarayı) yaparak hayâl şâhını o yüce kasra yerleştirmiştir”.

     61. “Dile konuşma, kulağa duyma kabiliyeti verip bunları din ve dünya düzeninin binası için âlet yapmıştır”.

     62. “Seyretmek zevkinin hizmetini göze havale etmiş, güzelliği ve gözü birbirine deli divane eylemiştir”.

     63. “Yumuşaklığı ve sertliği biçare dokunma duygusuna tayin etmiş, burna koklama, damağa da lezzet alma özelliği vermiştir”.

     64. “Yazı, resim, kumaş ve işi; sanatının ırmağından oluğa benzeyen parmakların borularının ucuyla sulamıştır”.

     65.”Allah’ın sanatını anlamakta akıl aciz, gönül ise hayrandır. Yüce Allah, ne güzel bir sanatkârdır, Yüce Allah, ne güzel bilendir”.

     Kasidede, kâinatın yaratılışındaki hikmetleri anlatan çok sayıda veciz beyit vardır. Beyitler şu anlamları ihtiva etmektedir:

     66. “Âlemin yükseği ve alçağı birbiriyle bağlanmıştır. En yücesi ve en aşağısı birbirine muhtaçtır”.

     67.”Güneş, yörüngesinde yukarı ya da aşağı doğru hareket etse, hayat iksir olurdu, sağlık da Anka kuşunun kanadında olurdu”.

     68. “Dört mevsim, kendi pergelinin sınırını geçse bu yükseliş, kâinatın düzenini bozardı”.

     69. “Eğer gece ve gündüz, geliş gidişlerinde kendilerine ayrılmış olan zamanı bir miktar geçseler, kâinatın hayatına bozulmalar yayılırdı”.

     70. “Can bağışlayan hava, rahmetinin tecellisi olarak ortaya çıkmasaydı, dünyadaki canlılar bir nefeste tümden yok olurlardı”.

     71. “Su, gönül süsleyen akışından ayak çekseydi; göğüs yanması, susamışların sağlığını talan ederdi”.

     72. “Ateş, taş ve demirin gelin odasından çıkmazsa büyük nimet evi (dünya), iş bırakmadan ötürü donardı”.

     73. “Eğer kara toprak bağış sofrasını sermezse dünyadaki boğazına düşkünlerin işi feryat figan olurdu”.

     Yirminci Yüzyılda Yazılmış Mensur Tevhid-Nâme: Âyetü’l-Kübrâ

     Bediüzzaman Said-i Nursî (ö.1960), tevhide dair yazdığı mensur Âyetü’l-Kübrâ risalesinde, tüm kâinatı hayalen gezerek müşahede eder ve kâinat kitabının tekvini ayetlerini mütalaa eder.

     Müellif, “Kâinattan hâlikını soran bir seyyâhın müşahedâtıdır.”  veciz ifadesiyle başlayan bu risalenin sonunda (Yedinci Şua - İkinci Menzil), biri birinci talebesi Hulusi Efendi (ö.1986), diğeri son dönem Osmanlı astronomi bilgini ve düşünürü Hoca Tahsin Efendi (ö.1881)’ye ait olan tevhide dâir iki şiir aktarır. Dörder mısralık iki dörtlük halindeki bu şiirler aruz ölçüsüyle kaleme alınmıştır. Şiirler, şair olmayan Bediüzzaman’ın Âyetü’l-Kübrâ risalesindeki tevhid hakikatlerinden aldığı iman feyzi ve tevhid zevkinin özetini ihtiva eder:

Bak kitâb-ı kâinatın safha-i rengînine,
Hâme-i zerrîn-i kudret, gör ne tasvîr eylemiş.
Kalmamış bir nokta muzlim[11]*, çeşm-i dil erbâbına,
Sanki âyâtın Hudâ, nûr ile tahrîr eylemiş.
[12]

     (“Kâinat kitabının renkli ve parlak sayfasına bak! Kudretin altın kalemi, neler yazmış, gör! Kalp gözü açık olanlara, bir nokta karanlık kalmamış. Allah delillerini sanki nur ile yazmış.”)

Kitâb-ı âlemin evrâkıdır eb‘âd-ı nâ-mahdûd,
Sütûr-ı hâdisât-ı dehrdir âsâr-ı nâ-ma‘dûd
Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfûz-ı hakîkatte
Mücessem lâfz-ı mânidârdır, âlemde her mevcûd[13]

“(Sınırsız uzaklıklar, kâinatın yapraklarıdır. Sayısız eserler, dehrin olaylarının satırlarıdır. Gerçekte her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhasının tezgâhında yazılmıştır. Âlemdeki her mevcut, cisme bürünmüş anlamlı sözlerdir.”)

     İşte, dünya misafiri ve kâinat seyyahının ikinci menzilde müşahede ettiği beş hakikat-i tevhidiyeye kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın İkinci Babında, ikinci menzile ait böyle denilmiş:…[14].


[1] Uzun, M. (2012). “Tevhid”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.41, s.24-26, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. 41: 24
[2] Tarlan, Ali Nihat, (1936). Divan Edebiyatında Tevhidler, Fasikül II. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayımlarından No: 24, Burhaneddin Matbaası.
[3] İsen Mustafa, Macit Muhsin, (1992). Türk Edebiyatında Tevhidler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara.:14
[4] Buradaki beyitler Akdoğan, Y. Ahmedî, Dîvân. (Haz.) www.kulturturizm.gov.tr  (Erişim: Kasım 2017) adlı çalışmadan alınmış, nesre çeviri ve dil içi çevirisi eklenmiştir.
[5] Akdoğan, Y. Ahmedî, Dîvân. (Haz.) www.kulturturizm.gov.tr  (Erişim: Kasım 2017)  10
[6] Kadıoğlu, İ. (2008). Niyâzî-i Mısrî’nin Tevhîdindeki Tasavvufî Kelime Örüntüsünün Yorumu ve Şiirin Tahlili, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, (Esosder). S. 24, s. 152-170.
[7] Kavruk, H., (2004). Niyazî-i Mısrî Hayatı, Sanatı, Eserleri ve Türkçe Şiirleri. Malatya: Malatya Belediyesi Kültür Yayınları.
[8] Kara, M., (1994). Niyazî-i Mısrî. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
[9] Tarlan, A. N. (1936). Divan Edebiyatında Tevhidler, Fasikül IV. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayımlarından No: 24, Burhaneddin Matbaası. Adlı yayından alınmış, beyitlerin nesre çeviri ve dil içi çevirileri eklenmiştir.
[10] NâbîYûsuf b. Abd-Allâh Ruhâvî (1052-1124/1642-1712), Divan. Ankara: Milli Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu (Arşiv No: 06 Mil Yz A 8176.).
[11]*Not: Risale-i Nur’un bütün Latince neşrinde bu kelimeler “nokta-i muzlim” şeklinde terkipli okunmuş ve yazılmıştır. Şiir, aruz vezni ve “―•――/―•――/―•――/―•―” ölçüsüyle olduğu için terkipli okunuş, vezni ihlal etmektedir. Mısra, vezin ve anlam gereği “Kalmamış bir nokta muzlim, çeşm-i dil erbâbına” şeklinde okunmalıdır.
[12] Bu kıta Hulusu Bey’indir. Aruzun “―•――/ ―•――/―•――/―•―” vezniyle yazılmıştır.
[13] Bu manzume Hoca Tahsin Efendi’ye aittir. Aruzun “•―――/•―――/•―――/•―――” vezniyle yazılmıştır.
[14] Nursi, Bediüzzaman S. Şualar- 7. Şua. İstanbul: RNK Neşriyat.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun