İnsanda bulunan ebedi yaşama arzusu öldükten sonra dirilmeye delil olabilir mi?

Tarih: 27.09.2007 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

İnsanda bulunan ebedi yaşama duygusu öldükten sonra dirilmeye delildir

İnsanın bütün istidât, kabiliyet ve latîfeleri âhiret hayatına işaret ettiği gibi, onun latîfeleri içinde bir tanesi vardır ki, ebedî hayatı ister, ondan başka bir şeyle tatmin olamaz, hatta yok olmaktansa cehennemde ebedî kalmaya razı olur.1 Latîfe-i rabbaniyye veya garize-i mukaddese 2 olarak ifâde edilen bu latife, insanoğlundaki ebedi yaşam sevgisinin kaynağıdır. Bu latife diğer istidât ve kabiliyetlerden daha yüce olup, büyük bir kıymete sahiptir. İnsan yiyeceğe ihtiyaç duyup karşılığında yiyecekleri bulduğu, susadığında karşılığında su bulduğu, susuzluk suyun varlığını gösterdiği gibi, bekâ arzusu, ebedî yaşama isteği de, ebedî hayatın varlığını göstermektedir.3

Her insan ebedî yaşamayı ister. Şiddetli bir şekilde, bu âlemin ötesinde, ölümsüz bir hayatı arzu eder.4 Bu dünyada ebedî hayatı bulamayan ve âhirete de inanmayan kimseler, bir hakikate dayanmayan çeşitli hayaller ve evhamlarla bazı şeylere bekâ süsü vererek kendilerini avutmaya çalışırlar. Nitekim krallar, büyük zâtlar, hatta herkes, isimlerinin kitaplarda, sağlam binâlarda ebedîleşmesini (!) isterler. Çocukları vesilesiyle kendi hayatlarının bir nevi uzadığını hayal ederler. Bütün bunlar, insan yaratılışında bulunan bekâ arzusunun şâhitleridir. İnsanın yaratılışının şehâdetinin delîl olmayacağı zannedilmemelidir. Çünkü, bizlerin fıtratına ekili olan her şeyin açık bir hükmü vardır ve hepsi doğrudur. İnsanın fıtratında olan bütün arzu ve isteklerin, duyguların karşılığı bu dünya hayatında varken, ebedî yaşama arzusunun karşılığının olmayacağı söylenemez.5

Evet, ebedî yaşamak, dâima genç kalmak gibi dünyada tatmin etmek imkânını bulamadığımız bu arzular bir başka âlemin varlığına işâret etmektedir. Anne karnındaki bebeğin el, ayak, göz, kulak gibi uzuvları nasıl ki, anne karnındaki hayatı için değil, bu dünya hayatı için yaratılmış ve bu hayatın varlığını gösteriyorlarsa, insanların pek çok istidât ve kabiliyetleri ve bilhassa ebediyyet arzusu da ebedî bir âlemin varlığını göstermektedir. Midemizden en ücrâ hücrelerimize kadar vücudumuzun her parçasının ihtiyacını eksiksiz karşılayan bir hikmet ve rahmet sahibi, hiç şüphesiz, insan rûhunun ebedî yaşama ihtiyacını da karşılayacak, bu arzuyu cevapsız bırakmayacaktır.6

Aslanın dişlerini gören onun yırtıcı bir hayvan olduğunu, kavunun letafetine bakan, onun yenmek için yaratıldığını anlayacağı gibi, insanın istidâtları, bekâya ve ebediyete olan arzuları da, onun fıtrî vazifesinin ibadet olduğuna ve bu dünyaya ebedî âleme hazırlanmak için geldiğini gösterir ve isbat eder.7 İnsandaki ebedî yaşama arzusunun âhiret'e delil oluşu Farsça bir ata sözünde şöyle ifâde edilmiştir: Eger ne hâh-i dâd ne dâd-i hâh (Vermek istemeseydi istemek vermezdi).8 Abdulhak Hamid de, bu fikri şu güzel mısra ile ifâde etmiştir:

Cû' olmada ekl ve şurbe sâik
Ümid-i bekâ bekayı nâtık.9

Yani: açlık, yeme ve içmeye sevkettiği, yiyecek ve içeceklerin varlığına delil olduğu gibi, sonsuzluk ümidi, ebedi yaşama arzusu da, bekâyı, sonsuz bir hayatı ifâde etmekte, varlığını haber vermektedir.

İnsanda sonsuzluk için doğal bir çekim vardır. Sonsuzluk, ruhun asıl ikâmetgâhı gibidir. Kaybolmuş olan bu ikâmetgâh dünya hayatında her yerde aranır. Sakin bir gölün sükûneti ya da sabah güneşinin titreşen ışıkları insanda bir nevi huzur ve zevk uyandırır, insan ruhunu yumuşatır. Bu huzur zevki ve duygusu insan ruhuna dokunan sonsuzluk arzusunun izinden başka bir şey değildir.10

Eski filozoflardan Seneque de şöyle diyor: "Beni çolak yap, kötürüm yap, sakat yap, ağzımda dişlerimi kır. Elverir ki, yaşayayım, hepsine râzıyım".11 Tolstoy da, bu arzunun sâikiyle, ömrünün son otuz yılını niçin yaşıyorum? Varlığımın sebebi nedir? Nasıl yaşamalıyım? Ölüm nedir? Kendimi nasıl kurtarabilirim? gibi sorularla uğraşarak geçirmiş, artık san'at ve edebiyatı ikinci plâna itmiştir.12

İnsanoğluna dünya ve içindekilerin saltanatı verilse ve ona milyarlarca sene yaşayacağı fakat sonunda öleceği söylense, mutlaka sevinç yerine hüzün duyacaktır. Çünkü, lezzeti hakiki lezzet yapan zevalsiz olmasıdır. Zira, elemin bitmesi lezzet verdiği gibi, lezzetin bitmesi de elem verir. Hatta lezzetin bitmesini tasavvur edip düşünmek dahi elemdir. Bütün mecazî âşıkların şiirleri bu elemden kaynaklanan ağlama ve ağıt yakmalarla doludur... Muvakkat geçici lezzetler sona erdiğinde devamlı olan elemleri netice verir. İnsan bir sonu olan nimetleri hatırladıkça bu rûhanî elemlerin tercümanı olan eyvah! vah! sözleri ağzından feveran edip çıkar... Evet, insan ebed için yaratılmıştır ve onun hakiki lezzet ve saadeti de, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi ebedî şeylerde olabilir.13

Kur'ân-ı Kerîm'de insandaki ebedî yaşama arzusuna işâret eden pek çok âyet-i kerîme vardır. İlk insan olan Hz. Adem'in bu arzuya sahib olduğu ifâde edilerek, bu arzunun bütün insanların ortak yönü olduğuna şöyle işâret edilmiştir: "Şeytan ona vesvese verdi, dedi ki, ey Adem! sana ebediyet ağacını ve bitip tükenmeyen mülkü göstereyim mi?" (Tâ-hâ, 120). Bu âyetle aynı zamanda Hz. Adem'in rûhundaki ebedî yaşama arzusunun ne derece kuvvetli olduğuna dikkat çekilmiştir. Öyle ki, Şeytan onu bu arzusunun yerine getirileceği vadiyle kandırmıştır. Belki de şeytan daha önce Hz. Adem'i defalarca aldatmak istemiş, muvaffak olamamıştı... Fakat bu arzunun tatmini onun için çok önemli ve dayanılmaz bir istek olduğundan ona inanmak zorunda kalmıştır.

"De ki, kendisinden kaçmakta olduğunuz ölüm, mutlaka size erişecektir..." (Cum'a, 8) âyetinde de, insanın ölümden korkup kaçtığı, ebedî bir hayatı arzuladığı, belîğ bir üslûbla ifâde edilmektedir. Hatta, "nerede olursanız ölüm size ulaşır, sağlam burçlarda olsanız bile!" (Nisâ, 78) âyeti, insanların ölümden kurtulmak için çok uzak diyarlara gideceklerine, hatta ellerinden gelse başka gezegenlere gidip, ölümsüzlüğü tâ oralarda arayacaklarına işâret ediyor.

İnsanoğlunun ebedî hayat arzusunun varlığı çeşitli şekillerde kendini göstermektedir: Bunlarda birisi, sâyesinde ölümsüzlüğe kavuşacaklarına inandıkları hayat suyu arayışlarıdır. Ab-ı Hızır, âb-ı İskender, âb-ı zindegî, âb-ı câvidân ve bengisu 14 gibi çeşitli isimlerle anılan âb-ı hayat, hemen hemen bütün dünya mitolojilerinde, her toplumda rastlanan bir tabirdir. İnsanlar Gılgamış Destanı ve İskender Kıssası gibi pek çok edebiyat şâheserinde bu hayat suyundan bahsetmiş 15 bu şekilde ebedî yaşama arzularını dile getirmişler ve âdeta sonsuz bir hayata olan derin susuzluklarını bu âb-ı hayatla dindirmek istemişlerdir.

Ölümsüzlük otu da, bu arzunun bir ürünü olarak devamlı aranıp durmuştur.

Eski Mısır firavunlarının kendileri için koca koca piramitler yaptırmaları da, bu arzunun cisimleşerek taş halini almış bir göstergesi gibidir.

Sadece eski Mısırlılar değil, tarihte pek çok kavim böyle yüksek ve sağlam binalar yapıp gerek hayatlarında, gerekse ölümlerinden sonra içlerinde kalarak bir nevi ölümsüzlük aramışlar, yüksek sağlam binâlarla beraber kendilerinin de ebedileşeceğini zannetmişlerdir. "Devamlı kalacağınız ümidiyle sağlam binâlar mı ediniyorsunuz?" (Şuâra, 129), "Onlar dağlarda emniyet içinde kalacakları evler oyuyurlardı" (Hicr, 82) âyetleri onların bu arzularını dile getirmektedir.

Yine ebediyet arzusunun bir tezahürü olarak bazı insanlar, bir binâ inşâ edip üzerine ismini yazdırarak veya kendi adına bir cami yaptırarak böylece isimlerinin ebedileşeceği ümidini taşımışlar ya da kitaplara geçerek unutulmamak istemişler, sosyal ölümsüzlük 16 olarak ifâde edilen bu nevi bir ölümsüzlükle teselli bulmak istemişlerdir.

Ayrıca, insan, hayattaki hayır-şer mücadelesinde şerre karşı savaşarak bu sayede, hayatını önemli bir gâye uğrunda harcamak suretiyle, devamlı bir surette hatıralarda güzel vasıflarla yâd edilerek ahlakî ölümsüzlük 17 olarak nitelenen bir tür ölümsüzlüğe ulaşmak ister.

Bazen de, anne ve babalar çocuk sahibi olmak isteyerek, bu sayede kendilerinin bir parçası durumundaki çocukları vasıtasıyla bir nevi hayatlarının devamını ve ölümsüzlüğü ararlar. Biyolojik ölümsüzlük 18 diye de isimlendirilen bu ölümsüzlük nev'i de, (ölümsüzlük tabiri yerinde ise!) insanın ebedî yaşama arzusunun bir başka göstergesidir.

Bu arzunun bir diğer önemli göstergesi ise, ölüm korkusudur (fobi). İnsanların ölümden korkması, ölümle hâsıl olan elem ve acıdan değil, daha çok, insanın içinde yaşadığı ve alışık olduğu bu dünya hayatından ayrılmasından dolayıdır.19 Ölümü bir yok oluş olarak gören inkârcılarda daha çok ve kuvvetli bir şekilde görülen bu korku, fıtratın bir gereği olarak diğer insanlarda, âhiret'e inananlarda da görülür. Hatta peygamberlerin dahi ölüme soğuk baktıkları anlaşılmaktadır. Nitekim, Hz. Mûsa, Ölüm Meleği'nin Allah'ın emriyle rûhunu kabzetmek için geldiğinde ilk önce ölümü, henüz vazifesi devam ediyor diye kendisi için uygun görmemiş, sonra ne kadar yaşasa sonunda öleceğini düşünerek, bu işe rızâ göstermiştir.20

İnsanın ebedî yaşama arzusunun bir göstergesi olan ölümden kokmaya pek çok âyetlerde işâret edilmiştir. "De ki, kendisinden kaçmakta olduğunuz ölüm, mutlaka size erişecektir..." (Cum'a, 8) âyetinde tefirrûne (kaçıyorsunuz) fiiliyle, insanın ölümden korkusunun şiddeti ifâde edilmiştir. Çünkü, bir şeyden kaçmak o şeyden dehşet ve korkuya kapıldığını gösterir.

İnsandaki ebediyet arzusunun bir başka göstergesi ise, sahip olduğu şeyleri, dünya malını, kendisiyle ebedî kalacakmış, hiç ayrılmayacakmış gibi sevmesi,21 bağlandığı bir şeye şiddetle bağlanması, ona çok büyük bir önem vermesi ve onun ebedî ve devamlı olmasını talep etmesidir. İnsanın dünyadaki nasibi bir tüy, bir saç teli kadar basit şeyler olmasına rağmen, o şeye elini uzatırken, büyük kayaları tutup yerinden kaldırmak istercesine bir arzuyla uzatır.22 Kur'ân-ı Kerîmde bu duruma şöyle işâret ediliyor: "Malının kendisini ebedileştireceğini zannediyor" (Hümeze, 3). Yine bir başka âyette âhireti inkâr eden bahçe sahibinin, mü'min arkadaşına hitâben söylediği, şu sözleri naklediliyor: "Bunun (bahçenin) ebediyyen yok olacağını zannetmiyorum. Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum..." (Kehf, 35-36)

Böylece insanoğlu bir taraftan âhireti inkâr ederken, diğer taraftan ifâdeleriyle fıtratındaki ebedî hayat arzusunu dile getiriyor. "Fakat o dünyaya saplanıp kaldı" (A'raf, 176) âyetinin de ifâde ettiği gibi, bazen insan ölümsüzlüğü yakalamak için semâya değil arza yöneliyor!23 İlâhî olana duyduğu suzuzluğu dünyaya yönelmekle dindirmeye çalışıyor!24

Tarih boyunca ölüme çare arayan, ölümsüzlüğün peşinde koşan insanoğlu, günümüzdeki ilmî gelişmelerden de cesaret alarak, ölümsüz veya en azından uzun bir hayatın çarelerini araştırmaktadır.

Günümüzde bazı tıp alimleri ölümü bir hastalık gibi düşünerek, bu hastalığı ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Bu gayeyle ABD ve Fransa'da Ölümün Yok Edilmesi Komitesi oluşturulmuş, insana ölümsüz bir hayat kazandırmak için araştırmalara başlamışlardır.25 Hatta bazı insanlar günün birinde ölümsüz bir hayat bulunur veya yakalandıkları ölümcül hastalığın çaresi ilerde keşfedilir ümidiyle, kendilerini dondurtarak o zamana kadar bekletmek istemektedirler. Şu anda ABD de elli kadar cesedin -196 °C derecede dondurularak, günümüz için böyle bir garanti olmasa da, iyileşecekleri veya gençleştirilecekleri güne kadar bekletildikleri söylenmektedir.26 Böylece ebedî yaşama arzusu, insanları akla gelmedik çarelere yöneltmekte, küçük bir ümit dahi insanları büyük fedekârlıklar yaparak böyle yollara sevketmektedir.

Ancak şurası da bir gerçektir ki, insanoğlu ölümsüzlüğe çare aradığı her seferinde, ölümün soğuk yüzüyle tekrar karşılaşmış, yapılan her araştırma el-mevtu hakkun (ölüm haktır) gerçeğinin altına bir imza daha atmıştır. Bu gerçeği görenlerin gayretleri bu sefer de, daha sağlıklı ve biraz daha uzun ömür arayışına yönelmiştir. Hakikati görenler ise, bu arzuyu hakiki kaynağına yönelterek, âhiret için bir sermaye haline dönüştürmüşlerdir.

Dipnotlar
---------------------------------------------
1. Nitekim, İspanyol Filozofu Miguel de Unamuno, yok olmaktansa ebediyyen cehennemde yanmaya razı olduğunu, çünkü hiç bir şeyin yokluğun kendisi kadar korkunç görünmediğini söyler (Turan Koç, Ölümsüzlük Düşüncesi, İz yay. İst. 1991, s .9-10). Nursî'de şöyle diyor: "... Küçüklüğümde hayalimden sordum: Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bakî fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin? dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp, birincisinden âh! çekti. Cehennem de olsa bekâ isterim dedi" (Nursî, Şualar, s. 222-223).
2. Cevherî, VI,1.cüz, s. 23.
3. Cevherî, VI,1.cüz, s. 23.
4. Lakhovsky, s. 197.
5. Cevherî, V,1.cüz, s.110.
6. Bkz. Tabbara, Ruhu'd-Dini'l-İslamî, s.118.; Alparslan Özyazıcı. Hücreden İnsana, s.47-48; Nutku, İnsan Vücudu, s. 85.
Buna rağmen D.Hume ve J.S. Mill gibi bazı filozoflar, arzudan arzunun objesinin gerçekliğine gitmeye çalışmanın felsefî açıdan sağlam bir yol olmadığını savunmuşlardır. Mill'e göre, "evrenin düzeni içinde her arzu edilen şeyin gerçek olduğunu düşünmek asla doğru değildir" (Aydın, s.191). Kanaatimize göre bu sözler meseleye sınırlı olarak, sadece arzuların tatmini açısından bakmanın bir neticesi olarak söylenmiştir. Halbuki, Allah'ın hikmet ve rahmeti, abes iş yapmadığı, boş yere bir şey yaratmadığı, Allah katında insanın değeri gibi âmiller göz önüne alınarak bu arzuya bakılırsa, bu iddiânın yanlış olduğu açıkça ortaya çıkacaktır. Hem bu duygu Mill'in zannettiği gibi her arzu edilen şeyler sınıfından, sıradan bir arzu, boş bir kuruntu değildir. Bilâkis, tarih boyunca bütün insanların ayrılmaz bir vasfı olmuş, onların bütün benliğini sım sıkı sarmış çok kuvvetli ve evrensel bir arzudur. Belki, insanın tarifi yapılırken düşünen vasfı zikredildiği gibi, ebediyeti arzulayan varlık diyerek tarif etmek te doğru olacaktır. Dolayısıyla böyle bir duygu asla yabana atılacak, sıradan bir duygu değildir. Ancak, dünyaya meftûn bazı insanlarda bu duygunun körelmesi onların hatasıdır... Yoksa bütün insanlarda bu duygu çok kuvvetlidir.
Bazıları da, insanın fıtratından kaynaklanan bu sesi susturmak, âhiret'e delâlet eden bu yolu kapatmak için bu arzunun, insanın bu dünya hayatında arzu ettiklerine tam olarak ulaşamamasının bir netîcesi olduğunu, insanlığın tam bir saadete mazhar olmasıyla bu fikrin ortadan kalkacağını söylemişlerdir (bkz. Han, el-İslamu Yetahaddâ, s. 94). Bu fikrin de, ne derece çürük olduğu ortadadır. Çünkü, fıtrî olan bu arzu insanın bir lâzımı gibidir, asla ortadan kalkmaz. Hem, İnsanlar ne kadar zengin olsa, ne kadar refaha ulaşsalar da, bu dünya hayatı onları tatmin etmemektedir. İntiharların, refah seviyesi yüksek toplumlarda daha çok görülmesi bunun bir delilidir. Hem ne kadar rahat olursa olsun fanî bir hayat aklı başında olanı tatmin etmez. Her nefeste adım adım ölüme yaklaşan bir insanı dünyanın hiç bir metaı memnûn etmez. İdam sehpasına doğru götürülen bir insanı etrafın güzelliği, süslü püslü oluşu avutmaz... Nitekim âhireti inkâr edenlerden B. Russel şöyle demek zorunda kalmıştır: "Yer yüzündeki hayvanlar sürur ve saadet içinde yaşarken, böyle bir saadete daha layık olan insanlar modern asrımızda bu saadetten mahrûm durumdalar" (Han, el-İslamu Yetahaddâ, s. 94). Bazı inkârcılar da, bir takım nazariyyelere tutunarak, insandaki bu köklü arzuyu inkâr etme yoluna gitmişlerdir. Böyleleri meselâ evrim teorisine dayanarak, "insanların ilk atalarında böyle bir arzu olmadığı muhakkaktır. Evrim silsilesi içinde de böyle bir arzuya malik olmamıştır. Dolayısıyla insanda böyle bir arzu yoktur" diyerek fıtratlarının şehâdetine kulaklarını tıkayarak bu şehâdeti tekzîb etmek istemişlerdir.
7. Bkz. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s. 300.
8. Nursî, Mektûbât, Envar Neşriyat, İstanbul, 1994, s. 302.
9. Emin, Muhammed. s. 228.
10. Seyyid Hüseyin Nasr, Bilgi ve Kutsal, s. 234
11. Aynî, s. 50 .
12. Bkz. I. Tolstoy, Ölümden Sonra Dirilme, çev. N. Yalaza Talay, M.E. Basımevi, İst.1967, s. 6.
13. Nursî, Asâr-ı Bediiyye, s. 268; İşârâtu'l-İ'câz, s. 247, 248.
14. Eski Türkler âb-ı hayata bu ismi vermişlerdir (Hançerlioğlu, s.11).
15. Bkz. Ahmet Sait Ocak, "Ab-ı Hayat", D.İ.A, I,1.
16. Bkz. Aydın, s.190-191; Ahmed Zeki Bedevî, Mustalahâtu'l-Ulûmi'l-İctimaiyye (A Dictionary of the Social Sciences), Mektebetu Lübnan, Beyrut, 1986, s. 208; Hacaloğlu, s. 97
17. Bedevî, s. 208
18. Bkz. Aydın, s.190-191; Bedevî, s. 208; Hacaloğlu, s. 97
19. Bkz. Lakhovsky, s. 200.
20. Bkz. Buhârî, Enbiya, 31, IV, 130-131; Müslim, Fedâil, 158, IV, 1843.
21. Bkz. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s. 371.
22. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s. 223.
23. Bkz. Kılıç, Fıtratın Dirilişi, Nehir yay., İst. 1991, s.161.
24. Martin Lings, Antik İnançlar Modern Hurafeler, çev., E. Harman, U. Uyan, İst. 1980, s. 54.
25. Thomas, s.115.
26. Thomas, s. 30,115.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun